Bu Dansı Bize Lütfeder Misiniz? Hiçbir zaman, hiç kimseyle aynı düşü göremeyeceğimi annemden öğrendim ama, gene de düş kurmaktan vazgeçmedim. Bu yüzden hep ötelendim, itildim ama biliyordum; sahibi olduğum en değerli ‘şey’ düşlerimdi. Aklımdan, yeteneklerimden, talihimden hatta düşünüşümden bile şüphe etmediğim hiç olmadı, ama hiç şüphe etmedim düşlerimden. Düşülke gibi, Alengirli Mecmua da düşlerimden biri olarak var oldu. Uzun zamandır düşlerimdeydi ve bugün siz, elinizde bir düşü tutuyorsunuz. Ama benim düşüm mü sadece? Yola çıkarken yalnızdım. Üretmeye, paylaşmaya ve bu düşü ortak kılmaya gidiyordu yol ve yolda edindiğim arkadaşlarımsa kimi zaman yanımda, yeri geldiğinde hepimizin önünde yürüdüler; yolu, ‘bizim yolumuz,’ ‘ortak düşümüz’ yapan onlardır, yol arkadaşlarımın her birine teşekkür ediyorum. Gelelim mühim hadiseye... Bunca dergi ‘onu alma, beni al’ diye bağıran janjanlı ambalajlarıyla oracıkta dururken ne diye bir dergi çıkartıyorsunuz ki? Soru güzel, cevap basit ve açık: Alengirli Mecmua ‘piyasa’ yapmaya gelmedi.
“Aklımdan, yeteneklerimden, talihimden hatta düşünüşümden bile şüphe etmediğim hiç olmadı, ama hiç şüphe etmedim düşlerimden.” Mecmua’nın prensibi piyasada oluşturulmuş koşulları yok varsaymayarak etik çizgisini korumak ve zamanı yargıç edinerek kendi piyasasını oluşturmak. Demem o ki biz de biliyoruz nasıl marka yaratılır, nasıl figürleştirilir yazar-çizer kişi, farkındayız kapitalizm evlerimize değil artık ceplerimize girmiştir, -bundan sonrası... artık sonumuz hayır olsun- kaçış yoktur. Zaten kaçmaya niyetimiz de yok. Duracağız biz. Zaman ve sürüklediği pislikler akacaklar etrafımızdan. Biz duracağız. Sabit de durmayacağız, dans edeceğiz olduğumuz yerde, ama ‘olduğumuz yer’ hep aynı olacak. Dans ederek karşılayacağız zamanın bizi, tüm insanlığı taşıyacağı devrimi; insanın, insan olduğu bilinciyle varolduğu; insan olduğu için değerli olduğu, insanca bir çağı, o çağ için dans ederek, yani hep üreterek, sabit kalanın, statükonun hep ölmeye mahkûm olduğu bilgisi ve üretenin, paylaşanın, küllerinden doğanın ‘yokölmeye’ yürüyeceği bilgisiyle şimdiden, ‘şimdi ve burada’ kutlamaya koyulacağız. Demem o ki, mühim hadiseleri kavramak için kalkışılmış alengirli işler bunlar. Bu dansı bize lütfeder misiniz? w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
3
20I5 KIŞ
Olmaz t e d a a S Parayallae n g ir l i m e c m u a 1
4 6 10 20 29 30 8
12
40
İnce}leştİrİ
Ye ryüzüne Da ya na bi lm ek İç i n / Mustafa Kasar
BİR KİTAP Kİ...
A ’M AK-I HAYAL / Vefatının 100. Yılında Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i - Halil Emr ah Macit
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
POETİKAL Mazlum Çetinkaya,
ZEVEBÂN / Dağlar Erirse - Sib e l Özb ud un
SÖYLEŞİ SİZİN İŞ DE ZOR
KUŞ MİSALİ İstanbul’un Cazibe Merkezi Karaköy’de Gece Hayatı /
52
Arzu Le r mioğlu
ETG A R KE RET / Küçük Şeylerin Masalı ~ O rkun Atİla
9 4 . 9 A ç ı k RA DYO - Ö M ER M AD RA / Janset Karavin
50
om
BİR YAZAR K İ...
O RTA KL A R v e HİSSE DARLAR - Ö YKÜ D İD EM AYDIN / Zeliha Demirel
37
e c m u a .c
Seray Şahiner, A N TABU S / Şimdi Sayfayı Çevirebiliriz - Er d i İnci Mo Yan, İ ri Me m eler ve G eni ş Ka lç a la r / Gecikmiş Bir Hediye - Uğur K ocataş Me nte ş Amin Maalouf , Doğu’da n U za kta / Bir Eve Dönüş Hikâyesi - Bar an Güze l Figen Şakacı, B İ TİRG EN ve PALA HAYRİY E / Bitirgen’den Pala Hayriye’ye Bir Hamlık Hikâyesi Emrah Polat, A LO C U TİLKİN İN SE REN C AM I / Se na De mir e l John Steinbeck, U ZU N VAD İ / Dery a Bi ç er
AHMED HİLMİ,
31
e n g ir l im
Okudum ve...
TEZER ÖZLÜ,
24
w w w .a l
POLEMİK Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
DİZİ KAFASI
58 UTO PI A
/ Dikkat Tavşan Çıkabilir! -
Ce m Kar ak uş
Hak an Akd oğan
N ur Ya zg a n
SANAT SEPET
}
62 LO H US A Ş E RB ETİ / E bru N a r & Tuğ ba D i nç m en 64
BİLETLER YANDI!
Adı dilimin ucunda ama... W O O DY A L L E N / Bir Bacak Arası Problematiği
ANEKDOT’ler
Rivayet / Refik Durbaş
- T ij e n Olcay
..
Üç Aylık Edebiyat Kültürü Dergisi
Düşülke Yayıncılık ve Gösteri Sanatları
74
76
ŞİMDİ HABERLER
YU KEN’T TAÇ DİZ
B UN L A R H E P O SM AN LI C A / SEPTİFELZE N
SÖYLEŞİ Geçiyorduk Uğradık
PE Rİ FE Rİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
88
98 100 104 105 106 108 109
GEZ GÖR CEZVECİK
Beden Ru hun Çömezidir - Alta y Ö ktem Kalabalık Yalnızlık ve Flaneur - G ülşa h Köksal Allah’ım Pas Ver! - Bi ri c a n G üneri Mesafeler - G i zem G özde O c a k Kazanamadım Rakı Parası - Ja nset Ka ravi n Anlamsız Olmayan Şeyler II - Si nem Sa l Kamusal Mekân Doğaçlamaları, ‘Tiyatro Medresesi’
DÜŞÜLKE’DEN SEVGİLERLE
Ed eb iy at S o hb e tle r i
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Aysel Karasu Özdeş
.
Genel Yayın Yönetmeni Janset Karavin
. .
İçerik Editörleri Zeliha Demirel Tuğba Dinçmen Mustafa Kasar Halil Emrah Macit Birican Güneri
S E RV ET - i F ÜN ÛN ve YE N İ ZELAN DA - Duygu Esirger
YAZ DOSTUM
İmtiyaz Sahibi Cengiz Özdeş
Dergi Editörü Janset Karavin
Çe k ici
.
.
Kapak Tasarım Deniz Kalkan
İç Tasarım & Düzelti Düşülke Kolektif, Alengirli Teferruat Ofisi
.
İnternet Sitesi ve Sosyal Medya Editörü Orkun Atila
.
Reklam ve Halkla İlişkiler Gülçin Müftüoğlu Çizerler Turgut Özalp, Murat Makara, Kübra Demir
.
Yazışma Adresi Düşülke Yayıncılık ve Gösteri Sanatları Cumhuriyet Mah. 1993 Sokak Papatya II Residence A Blok Ofis 119 Esenyurt / İstanbul Tel: 0850 202 8398 dusulke@alengirlimecmua.com
- De niz Başar
114 Ulu s lararas ı Edebi y a t Konfera nsla rı / Janse t Kar avin 118
.
Y ÜZ Y ÜZ EY KE N KO N U ŞU RU Z DAĞ I LD I / G üven Er k in Er k al
N az ı m H i km e t - Ahm et Soy sa l, C ezm i Ers öz, Halim Şafak
A b o n el i k Ko ş u l ları Y ur t içi 1 y ı l l ı k: 3 0 ₺ Kıbrıs 1 Y ıllık: 55 ₺ 2 Y ıllı k: 6 0 ₺ Kıbrıs 2 Y ıllık: 10 0 ₺ Y ur t d ı ş ı 1 Y ı l l ı k: 6 0 € Ba n k a H e s ap B i lg i le r i : Fi na nsba nk Beykop Şubesi Şub e K od u: 1021 IBA N: T R49 0 0 1 1 1 0 0 0 0 0 0 0 0 0 4 4 8 0 15 0 1
.
Alengirli Mecmua’ya yazı göndermek için ill@alengirlimecmua.com Alengirli Mecmua’da yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Alengirli Mecmua’da yayımlanan tüm yazılardan kaynak belirtmek koşuluyla alıntı yapmak serbesttir.
}
71
ale n gi rli m e cmua 1 K ış 2015 w w w .a len girl imec mua .c om
Düşülke Yayıncılık ve Gösteri Sanatları ISSN 2149-150X Sertifika No: 29480 Yayın Türü
Ulusal Süreli
Baskı LM Basın Yayın Ltd. Şti. Alkop Sanaayi Sitesi C5 Blok No:7-8 Hadmköy - Büyükçekmece / İstanbul Sertifika No: 12889
Okudum ve... Seray Şahiner 2014 -112 sayfa ISBN: 9789750721687 On Numara Beş Yıldız
Seray Şahiner,
AN TABU S / Şimdi Sayfayı Çevirebiliriz - Er d i İnci
Şimdi Sayfayı Çevirebiliriz Bir yakınım, “çok oynadığı” bahanesiyle düğünün ortasında kocasından dayak yedi. Kadının erkek kardeşleri de adamı dövdü. Sonradan öğreniyorum ki; adam bu sefer de evde, “Kardeşlerin yüzünden herkese rezil oldum,” deyip, karısını bir daha dövmüş. Böyle hikâyeler bilir misiniz? Ben bilirim. Kadın meseleleri üzerine bir “erkek” olarak konuşmanın ahkâm kesmek olduğunu düşündüğümden, bu konuda daha fazla cümle kurmanın haddime olmayacağı inancındayım. Ama Seray Şahiner’in son kitabı Antabus, beni az da olsa bir şeyler söylemeye itiyor.
“Hiç bilmediğimiz evlerde çok iyi bildiğimiz hikâyeler yaşanıyor aslında. Yan evden gelen sesleri duymak için duvara bardak dayamak, yan evden gelen seslere kulak tıkamanın yanında daha ahlaklı.“ Zuhal Aytolun, Cumhuriyet, Seray Şahiner söyleşisinden
Okusak okusak ne okusak Gelin Başı
2007 - Can Yayınları, 116 sf.
&
Hanımların Dikkatine
2011 - Can Yayınları, 224 sf.
2012 Yunus Nadi Öykü Ödülü 6
Sayı 1 | KIŞ 2015
Kitabın ana karakteri Leyla, erkek tarafı bir dünyanın karşısında tek başına, başının çaresine bakmak zorunda olan bir kadın. Baba dayakçı, abiler efendi, patron tecavüzcü, sevgili tecavüzcü, koca nikâhlı tecavüzcü... Bir de bizler varız; üçüncü sayfa haberlerinde Leyla’nın hikâyesini okuyan, iki dakika üzülen, sonra da sayfayı çeviren okurlar... Babanın, abilerin, sevgilinin, patronun, kocanın yaptıklarına göz yumanlar... Toplu erkek tarafı... Leyla’nın hikâyesini iki farklı sonla bitirmiş yazar. Biri, hoşumuza gitmeyen kötü son. Hikâye ilerledikçe vicdanımızı sızlatan, kendimizi suçlu hissettiren, ama sadece izlediğimiz ve izleyici olarak kalacağımızı da yüzümüze vuran mutsuz son. Rahatsız olduğumuz, yalnız bıraktığımız Leyla’ya üzüldüğümüz, kendimize kızdığımız, bu rahatsızlığı kaldıramayıp, kaçan keyfimizi düşünerek üstüne sayfayı çevirdiğimiz hikâye. Seray Şahiner de bu durumu çok iyi fark etmiş ki, yeni bir son hazırlamış Leyla’nın hikâyesine. Bu sefer mutlu oluyoruz. Leyla’nın bu yeni hikâyesine sevinip, “İyi yapmış!” deyip, bu sondan kendimize pay çıkarıp gurur duyuyoruz. Ama bir şeyi düşünmüyoruz: Leyla bunları yaşarken de yalnızdı. Yanında değildik, sadece okurduk. Kime, neye pay çıkarmış olduk şimdi? Leyla kapının önündeyken, sokakta bir başınayken, hastanelik edilirken ve daha onca mesele başına gelirken nerelerdeydik? Niye bu kadar mutlu olduk? Şahiner, hikâye nereye giderse gitsin, nasıl biterse bitsin, yine ve yeniden erkek tarafı olduğumuzu hatırlatıyor bizlere. İşte bunu fark ettiğimiz zaman, yine rahatsız oluyoruz. Çok rahatsız olduk ya, www. a le n g i r l i m e c mua . com
Seray Şahiner,
AN TABU S / Şimdi Sayfayı Çevirebiliriz - Er d i İnci
Okudum ve...
umarsızca çeviriyoruz sayfayı. Yeniden... Elbette Antabus üzerine yazdım, söyledim, ama yenilememde fayda var: Kadın meseleleri üzerine konuşmak, kadınlardan önce öne atılıp ahkam kesmek biz “erkek”lerin haddine değil. Bunun yanında kadın hareketini en başta satan kadınları, LGBTİ olup da “Aman bu eşcinseller de...” diye söze başlayanları, kendi kimliğine en başta sırt dönen insanları da görüyoruz. Bu yüzden Seray Şahiner’in Antabus’una bir de bu gözle bakmakta fayda var. Yine de sürç-i lisan ettiysem affola. Sakalımız yok ki...
Kapak tasarımı için Utku Lomlu’yu kutlamak gerek her şeyden önce. Grafik açıdan gayet hoş ve son zamanların trendlerine uygun olmakla beraber, içerikle öyle çok örtüştüğünü de pek söyleyemeyeceğiz; aslında Leyla’nın öpüştüğü tek erkek olan parktaki o heykeli ne de merak ettik okuduktan sonra... Can Yayınları’nın yenilikçi tasarımı için söze ne hacet. Gerçi pek alışmıştık beyaz kitap sırtındaki kırmızı, sıcak kalbin kitaplığımızda ilk bakışta seçiliyor oluşunu ama... İç sayfalara gelince... Okur dostu bir yerleştirme; okunaklı, yazım kuralları bakımından da kutlanacak bir çalışma. Kitaplığınıza lâyık!
Piç Kumbarası ~ Janset Karavin Düşülke 2014 - Cep boy 95 sf. / Öykü
“
İç İçe
Kulak kesiliyor Hikmet Çavuş. Gözünü dayayası geliyor anahtar deliğine ama delik bir uzak bir uzak; sorma gitsin! Tam çeviriyor başını yana, tıpkı dumanlı kafayla karıyı dövdükten ve hemencecik attığı dayağı unuttuktan sonra koynuna koyduğu gibi yan çeviriyor başını, dayıyor kapının göğsüne. Kapı kulağından içeri kaçıyor! “Oh olsun!” Batırıyor fırçayı, kanıyor yatak, somyadan kan damlıyor gırç gırç garç gurç! “Zıplayıp durma be yatağın tepesinde!” “Kim var lan yatakta?” Garç gurç! “Ay kim olacak, Surufi…” Batırıyor fırçayı, çekiyor çocukluğunun ucundan yakalayabilirmiş gibi sanki geceleri yatağının yamacındaki pencereyi tıkır tık tıkır tıklatıp onu oyuna çağıran uykusuz ceviz ağacının dinmez hevesini. “Kim lan Surufi?” Kan damlıyor tel tel saçından; saçının kanıyla kendisine kanayan çarşaftan somyanın altına süzülen kan birbirine aksak koşuyor. Dönüp bakıyor. Bir ayağı kesik Cin Surufi ‘miyav,’ diyor. “Eh madem sen eğleniyorsun Surufi, zıpla bakalım… Ayol bizim Cin Surufi!” Kulağını kapıdan çıkarıyor kapıyı kulağından çıkarmak isterken Çavuş. Olsun, çıktı ya sen ona bak! Kız kardeşini biliyor, Sakine’yi; ona gebeydi anası, anasının karnındaydı Sakine epey bir zaman. Bir zaman kendi de oradaymış, çıkmış sonra ama ya bu Memet? “Ana, Memet ner’den çıktı?” Sofraya bir cin ‘şşt!’ diyor, o deyince babası: “Hoşt!” diyor, “Or’dan çıkmış bur’dan çıkmış. Çıktı ya sen ona bak itoğlusu! Hadi zıkkımlan yemeğini!”
“
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
7
Okudum ve... Mo Yan 2014 -1040 sayfa ISBN: 9789750721755 On Numara Beş Yıldız
Nobel Edebiyat Şeysi... Kızıl Darı Tarlaları
2013 - Can Yayınları, 528 sf.
8
Sayı 1 | KIŞ 2015
Mo Yan,
İri M em eler ve Ge niş Kalçalar / Gecikmiş Bir Hediye - Uğur K ocataş Me nteş
Gecikmiş Bir Hediye Kızım, Mo Yan’ın “İri Memeler ve Geniş Kalçalar” kitabını gecikmiş Anneler Günü hediyesi olarak gönderdiğinde, ilk sayfaya: “Önündeki uzun ve meşakkatli yolda başarılar ve sabırlar dilerim,” diye yazmıştı; açıkçası kitap da bana kaldırım taşı gibi gözükmüştü. Sayfa sayısının 1040 olduğu düşünülürse çok yerinde bir dilekti bu doğrusu... Ama okurken o sayfalar su gibi aktı ve de sonuna geldiğimde keşke daha yazsaymış diye düşündüm... Romanın kahramanı Jintong, yedi kızdan sonra sekizinci çocuk ve erkek olarak, ikiz kız kardeşi ile doğar; ikizi olan kız da kördür. O, kalabalık aile içinde tam bir meme bağımlısıdır yıllarca sütten başka bir şey yemez içmez. Çin’in o savaş, açlık ve de sefalet yıllarında annesinin memesini kimseyle paylaşmak istemez. Jintong’un ailesinin 50 yıllık tarihiyle birlikte yazar, benim için kapalı kutu olan Çin’in tarihini de aktarıyor; savaş yılları, açlık, sefalet, kan, bütün sosyal ve politik değişimler var. Ama o kadar güzel betimlemiş ki, neredeyse insanların karınlarını doyurmak, gözyaşlarını silmek, köpekleri yenmekten kurtarmak, ayakları bağlanan kadınların bağlarını çözmek, bir sürü duygusal hal yaşıyorsunuz... En acıklısı kadınların yaşamlarının Çin’de de olsa aynı olduğunu görüyorsunuz... Sanki müthiş güzel, renkli bir yağlı boya tablonun içinde adım adım geziyorsunuz, boyanın kokusunu otların kokusunu her şeyi hissettiriyor... Masal gibi kahramanlar var kitapta; kendi ülkenize çok yakın buluyorsunuz. Kitabın meme düşkünü kahramanının sonunda ölü sevicilikten 14 yıl çalışma kampında cezalandırılması, daha sonra sütyen satıcısı olması, bir sürü fedakâr uçuk ablalar ve enişteler, açlık, kanlı olaylar, komünist partinin gözetiminde açlıktan gizlice yuttuğu fasulyeleri kusup çocuklarına yediren anneler... Berbat ve başarısız kahramanımız Jintong tarafından anlatılıyor bambaşka bir kültürden damla damla size gelenler. Kısacası ben çok beğendim kitabı, biraz Marques’e benzetsem de 2014’ün okumaya değer kitaplarından diyorum, haddim olmayarak da herkese öneriyorum... Uyandırma Servisi Kızıl Darı Tarlaları, Yimou Zhang tarafından beyaz perdeye de aktarıldı... 1988 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanarak Çin sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş oldu. 1920’li yıllarda Kuzeybatı Çin kırsalının sakin yaşamını hareketlendiren en önemli etken düğünler, hasat bayramları ve eşkiyalardır. Görünmeyen bir anlatıcı büyükanne ve büyükbabasının yaşamından kesitler anlatmaya başlar. Henüz on sekizinde iken bir şarap fabrikası sahibine satılan büyükanneyi düğün töreni için yeni evine götüren kortej bir haydutun saldırısına uğrar. www. a le n g i r l i m e c mua . com
ÇELENK BAĞIŞI YAPMAK ARTIK ÇOK DAHA KOLAY www.tema.org.tr 444 51 81
Bir Yazar Ki...
Etga r Keret / Küçük Şeylerin Masalı ~ Or k un Atİla
Küçük Şeylerin Masalı Bir gün bir filmi izledim ve kitaplığıma renk geldi: Filmin esas oğlanı intihar ettikten sonra Kamikaze isimli bir pizzacıda işe girer. Öte taraf, bu dünyadan pek de farklı değildir. Biraz daha kötü olmakla birlikte, orada da günlük hayatınıza devam ediyor, mesai bitiminde içki içip bilardo oynuyor, kızlarla takılıyor, sonra gidip uyuyorsunuz... Tek farkla, artık ölümden korkmuyorsunuzdur... Gerçeküstü bir girizgah ile sizi hemencecik kavrayan bu garip film (Bilekkesenler / Bir Aşk Hikayesi) İsrail’li bir yazarın öyküsünden uyarlanmış: Kneller’in Mutlu Kampı. Yazarın tüm öykülerinin, Siren Yayınları tarafından, hem de Bukowski’den tanıdığımız Avi Pardo çevirisiyle basıldığını görünce derhal üç tanesini alıp okumaya başladım: “Buzdolabının Üstündeki Kız,” “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” ve “Gazze Blues.”
Keret derken? Yedi Güzel Yıl
2013 - Siren Yayınları, 152 sf.
Bilek Kesenler
2013 - Siren Yayınları, 102 sf.
Kapı Birden Vuruldu
2012 - Siren Yayınları, 216 sf.
Nimrod Çıldırışları
2012 - Siren Yayınları, 160 sf.
Buzdolabının Üstündeki Kız 2011 - Siren Yayınları, 160 sf.
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü 2010 - Siren Yayınları, 152 sf.
Gazze Blues
2009 - Siren Yayınları, 114 sf.
10
“
“
İyi kurmaca bize başkalarının hayatına adım atma fırsatı verir; yani edebiyatın yol gösterme ile değil, empati kurma ile ilgisi vardır.
Sayı 1 | KIŞ 2015
Uzun uzadıya tahliller, detaylı tasvirler, zekice hazırlanmış kurgular, uzun sessizlikler, iç sesler, yoğun diyaloglar… Tam da böyle roman okumaya kodlanmış bünyelerimiz için Etgar Keret’ in öyküleri başlangıçta biraz havada kalabiliyor. Hedefe dosdoğru giden kısa cümleler, kısa öyküler. Gerçeküstü unsurlarla bezenmiş hikayeler bir kapsül halinde okurun avucuna konuyor: Tesadüfen gerçekleşen mucizeler, zehirlenerek ölmemek için onuruyla kendini asan böcekler, sevdiği için duvarlardan geçenler, yalnızlık duygusunu ortadan kaldıran kulak damlaları, Tanrı olamayıp ama otobüs şoförü olan adam, müzelere bağışlanan rahimler, cehennemden gelen insanlar, borulardan cennete geçişler... İlk kapsülün şaşkınlığını atlatamadan bir diğerine kapılıyor, birkaç öyküden sonra da Keret’in “garabet” mizahına alışıyorsunuz. Bozulmaya yüz tutmuş hallerimizi gördüğümüzden mi acaba, gülümserken ekşi bir tat sızıyor içimize. Bizi kuşatan bu hal de neyin nesi diye düşünürken, yazar ile yapılmış bir röportaj imdada yetişiyor. Kendisine “İsrail’in Woody Allen’ı” denmesine neden katılmadığını anlatırken, Keret mizahının dozajını ve karakterini de dillendiriyor: “Woody Allen kendini bir komedyen olarak görüyor ve onun için amaç şaka yapmak. Bendeyse mizah asla amacın kendisi değil. Mizah, bir darbeyi yumuşatmanın bir yolu. Yani sana yumruk atmak istiyorsam öne bir şaka koyuyorum, anlıyorsun ya, sana o kadar sert gelmesin diye. Yani, sanırım bunu daha önce de söyledim, www. a le n g i r l i m e c mua . com
ETG AR KE RET / Küçük Şeylerin Masalı ~ Or k un Atİla
Bir Yazar Ki...
bence mizah arabadaki hava yastığı gibi. Yani onu ancak gerekli olduğunda kullanıyorsun. Her zaman değil. Yalnızca bir tehlike olduğunda…” Adlarını andığım kitaplarını okuduktan sonra hem biraz doymamışlıktan hem de yazarı daha da tanımak adına, oğlunun doğumundan sonraki yedi yıldan kesitler sunduğu Yedi Güzel Yıl’ı okumaya başladım. Buradaki öykülerde, alıştırıldığımız fantasya dünyasına ait sahneler yok. Daha çok günce tadında. Hayatın içinde en doğru pozisyonu almaya çalışan, Ortadoğunun olağanüstü şartlarının göbeğinde sıradan kalmak için uğraş veren bir adam... Polonyalı anne babasının soykırımdan kaçmak için altı yüz gün bir çukurda kaldığını, babası ile olan sağlıklı ilişkisini, abisinin çok “kafa adam” olduğunu, oğlunu sağlıklı bir birey olarak yetiştirmek için çabaladığını, kompleksleri ve önyargıları olduğunu görüyoruz. Tel Aviv’ in partiküllerine ölümün sindiği atmoserinde onu ayakta tutan şeyin ailesi ve yazının kendisi olduğunu anlıyoruz. Öykülerin tamamında bizim ezber edegeldiğimiz oyunun kurallarını bozan Keret, hayatın ortasında sıradan hayatını yaşarken öykülerindeki tuhaflıkların bakış açısıyla ilgili olduğunu söylüyor: “Çok duygusal biriyim, öykülerimi duygusal bakımdan etkilendiğim durumlar üzerine kuruyorum. Bunlar genellikle küçük şeylerdir. Birinin kahvesine şeker atması, karıştırması beni ağlatabilir mesela.” Aslına bakılırsa bunu öykülerinde sıkça yapıyor: Küçük şeyleri irileştirip görmemizi sağlarken masalsı öğelere kayıtsız kalıp yanlarından geçiveriyor. Etgar Keret’i etkileyen yazarların başında Kafka (özellikle Dönüşüm) geliyor. Keret, Kafka sayesinde bir yazarın bir şeylere cevap vermek zorunda olmadığını fark ettiğini söylüyor. Ve sonra Kurt Vonnegut… Amerikalı yazarın gerçeküstü mizah anlayışı ile Yahudi edebiyatının başat özelliği olan empatiyi öykülerinde harmanlıyor Keret. Dünyalarımızın küçük şeyleri önemseyen insanlarla dolup taşması dileğiyle… “Sıcak suyla tıraş olun, insana huzur veriyor…” Kitap arası... ‘’Bomba saldırısından sonra Samir beni aradı ve ‘Bir şeyler yapmamız gerek,’ dedi. ‘Evet ama hiçbir işe yaramayacak bir imza kampanyası daha başlatmak istemiyorum,’ dedim. Bunun üzerine, ‘Hayır, bir fikrim var,’ dedi. ‘Birlikte bir kitap yapalım. Seni okuyan ve beni hiçbir zaman okumayacak o kadar çok insan var ki… İki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermiş oluruz.’’
Gazze Blues Siren Yayınları, 2009, 114 sf.
(Etgar Keret, The Believer)
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
11
Okudum ve... Amin Maalouf 2014 - 460 sayfa ISBN: 9789750823848 On Numara Beş Yıldız
Bir Maalouf Önerisi Afrikalı Leo
2014 - YKY, 344 sf.
Yazarı daha iyi anlamak için Ölümcül Kimlikler 2014 - YKY, 136 sf.
12
Sayı 1 | KIŞ 2015
Amin Maalouf ,
D oğu’da n Uzak ta / Bir Eve Dönüş Hikâyesi - Baran Güzel
Bir Eve Dönüş Hikâyesi Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un son kitabı Doğu’dan Uzakta, Ali Berktay’ın çevirisiyle YKY tarafından yayımlandı. Kitabın orijinal ismi, Les désorientés, “yoldan sapmış,” “yolunu kaybetmiş” demek. Bu isim, anlatılan hikâyeye uyuyor. Gençlik dönemlerinin en güzel yıllarını beraber geçiren, geleceğe dair hayalleri ve umutları olan bir grup arkadaşın hikâyesi bu… Kitabın ana karakteri Adam, tıpkı Maalouf gibi ülkesinde patlak veren iç savaş sırasında, çatışmalardan ve kaostan “kaçıp” Paris’e yerleşmiştir. Burada kendine yeni bir hayat kurarken, “adını söylemekten korktuğu” ülkesini hiçbir zaman unutmamış, fakat doğup büyüdüğü topraklara geri dönme cesaretini de yitirmiştir. Bir sabah, uzun zamandır sesini duymadığı ve ölmek üzere olan bir arkadaşının telefonuyla her şey değişir. Adam, neredeyse çeyrek asırdan beri görmediği, “köklerinin bulunduğu ülkeye” gitmeye karar verir. Bu yolculuk, iç savaştan sonra dağılan, “yolunu kaybetmiş” arkadaşların yurtlarına geri dönmesini sağlayacaktır. Maalouf, işlediği bu duygusal tema etrafında; dini, siyasi, tarihi birçok konuda eleştirilerini, gözlemlerini ve kaygılarını dile getiriyor. İç savaş sırasında yaşanan buhranları, kaosun insanlar ve toplum üzerindeki etkisini üzerine çarpıcı bir dille anlatıyor. 1975 yılı, bir anlamda Doğu Akdeniz uygarlığının kırılma noktasıdır. İsrail devletinin kurulmasından sonra binlerce Filistinlinin Lübnan’a yerleşmesi dini ve siyasi çatışmaları arttırmıştır. Bu yıllarda birçok insan göçmen olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Olaylar 1990’a kadar sürecektir. Yazar, sırtını dayadığı bu tarihi gerçeği belki de en iyi şu sözlerle ifade ediyor: “Sonra aradan savaş geçti. Hiçbir ev, hiçbir hatıra hasarsız kalamadı. Her şey çürüdü: Arkadaşlık, aşk, adanmışlık, akrabalık inanç, sadakat. Hatta ölüm. Evet, bugün ölüm bile bana kirlenmiş, bozulmuş gibi geliyor.”(s.30) Kitabın neredeyse tamamı, tarihçi olan Adam’ın notlarından, anılarından oluşuyor. Kimi yerlerde deneme özelliği taşıyan bu notlar, yazarın fikirlerini daha rahat ifade etmesine olanak sağlıyor. Maalouf gibi Hıristiyan Arap olarak dünyaya gelen Adam, yaşananlara nesnel bir bakış açısıyla bakmaya çalışırken yine kimlik, din, toprak gibi nedenlerle geçmişte yaşanmış insanlık trajedilerinden bazı kesitler veriyor, tarihin çatışmalarla, devrimlerle, katliamlarla örülü duvarlarının üzerinde geziniyor. Yahudi soykırımına, Nazizm’e, Batı’nın Arap-Yahudi savaşlarına nasıl baktığına, Che’ye, Uzun Yürüyüş’e, Aragon’un Kızıl Afiş’ine değinip böylece bir yandan kendi hikâyesini anlatırken bir yandan da insanlık tarihini bu anlamda gözden geçirmiş oluyor sanki. Batı ile Doğu’ya, komünizim ile kapitalizme aynı mesafede duruyor. “Komünizim insanları eşitlik adına köleleştirmişti, kapitalizm de ekonomik eşitilk adına köleleştiriyor.”(s.443) Doğu’dan Uzakta’da, Adam ülkesine, geri döndüğü topraklara dışarıdan www. a le n g i r l i m e c mua . com
Amin Maalouf ,
D oğ u’da n U za kta / Bir Eve Dönüş Hikâyesi - Baran Güzel
Okudum ve...
bakarken, görece nesnel yargılara varmaya çalışıyor. Ülkenin arkaik yapısına, yozlaşmış ve şiddetle dolu dünyasına, hiziplerine, “edepsiz” nepotizmine vurgu yapmaktan da geri durmuyor. Radikal İslamcı başka bir karakterin ağzından ise şu sözlere yer veriyor: “Dört yüzyıldır biz bir tek Batı ülkesini işgal etmedik, hep onlar bizi istila ediyor, onlar bize kanunları dayatıyorlar, onlar bize boyun eğdirip sömürgeleştiriyor, onlar bizi aşağılıyor… Bizim tek yaptığımız maruz kalmak…”(s.318) Ülkesini terk edip Brezilya’ya giden bir göçmenin söylediği sözler ise bunlar: “Laikliğe varıncaya dek inançlı olan da, ateizme varıncaya dek dindar olan da Batı’dır. Burada, Doğu Akdeniz’de inançlarla değil, aidiyetlerle ilgilenilir. Dinlerimiz ve mezheplerimiz birer kabile, dinsel gayretimiz de bir milliyetçilik biçimidir…” (s.442) Son iki alıntı, Batı’nın, Doğu ve Doğu’da dinlerin yeri hakkındaki sözümona kalıplaşmış ön yargılarını yıkmaya yönelik. Doğu’da yıllardır süregelen iç karışıklıklar, mezhep kavgaları, dini çatışmalar ve savaşların kaynağı aslında tek tanrılı dinler değil, demek istiyor yazar. Bir zamanlar hoşgörünün ve tevazunun beşiği olan Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesinde, suçu dinlere yüklemenin manasızlığı vurgulanmak isteniyor aslında. Üstelik Maalouf bunları oryantalizm yapaylığında değil, gerçek bir Doğu’lu bakışıyla anlatıyor. Doğu Akdeniz ve Asya’yı, bu coğrafyanın hikâyelerini anlatmak, yazarın edebi kimliğinin oluşmasını sağlayan önemli etkenler… Suriye’de, Irak’ta, İran’da, Libya’da yaşanan çatışmalara, “mezhep kavgası” adı altında yapılan katliamlara baktığımızda, Doğu medeniyetin oluşmasında önemli bir pay sahibi olan Ortadoğu toprakları, birçoğumuz için vahşetin kol gezdiği “suçlu” bir çöl görünümünde. Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri’nden (Les Croisades vues par les Arabes) başlayarak yayımladığı; Afrikalı Leo (Léon l’Africain), Semerkant (Samarcande), Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios), Doğunun Limanları (Les Echelles du Levant) gibi kitaplarında Doğu’nun “suçlu” görünümünü değiştirmeye çalışıyordur belki de. Doğu’dan Uzakta’nın bu külliyat içinde, -yazarın hayatıyla paralellik göstermesi ve Lübnan ismini kullanmadan Lübnan’ı bu kadar iyi anlatması bakımından- önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. İlk sayfayı açsan...
’’Ben, Hasan, tartıcabaşı Muhammed’in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum, ama Afrikalı değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyadlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolcukların en beklenmedik olanı. Bütün diller ve bütün dualar benim dillerim ve dualarım. Fakat ben hiç birine ait değilim.’’ Afrikalı Leo ~ Amin Maalouf İbn Batuta olarak tanınan Endülüslü seyyah Ebu Hamid El Garnati’nin seyahatname yazarları arasında ayrı bir yeri vardır. İbn Batuta çeyrek asır boyunca İspanya ile Hindistan arasını gezmiş, Orta Afrika ve Güney Rusya’yı yürüyerek dolaşmıştır. İbn Battuta Seyahatnamesi isimli eserinde gezdiği yerlerdeki gelenekler, giysiler ve ticaretin yanı sıra, coğrafyacı ve âlimlerin ilgi alanının dışında kalan çok sayıda konuyu anlatır. Her ne kadar, İbni Batuta ünlü Marco Polo’dan üç kat daha fazla yer gördüyse de -120 bin kilometre yol katettiği tahmin edilmektedir- o dönemde yazılarına gereken ilgi gösterilmez. İkinci Kolomb olarak adlandırılan İbn Batuta’nın Seyahatnamesi, Avrupa’nın ötesindeki dünyanın XVI. yüzyılda yazılmış en dikkat çekici anlatılarından biri olur. 1550’de İtalyanca, yazarının adı Leo Africanus olarak yayınlanır. Bu, Avrupa’yı hem içerden hem dışardan tanıyan bir yazarın eseridir. w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
13
İnce}leştİrİ Tezer Özlü 2014 -168 sayfa ISBN: 9789750826917 On Numara Beş Yıldız
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Dayanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
Yeryüzüne Dayanabilmek İçin ‘’Ben bu coşkulu havaya gene biraz melankoli getirmek zorunda kalacağım. Onun için hepinizden özür dilerim. Batı kültürü ve batının bizi nasıl etkilediği seminer konusu kapsamında olduğundan. İlkin biraz buna değineyim. Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim. Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote’yi, Steinbeck’i okudum. O zamanlar Batı, Yakındoğu ve Asya gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum. Üçüncü dünyayı da bilmiyordum. O zamanlar üçüncü dünya kavramı belki de daha oluşmamıştı. Ama Steinbeck’i taşrada, on yaşımda
“Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim. Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote’yi, Steinbeck’i okudum. O zamanlar Batı, Yakındoğu ve Asya gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum.“
Başka bir Tezer Özlü... Her Şeyin Sonundayım 2010 - Sel Yayınları, 111 sf.
Bu kitapta, bu iki yakın dostun, İstanbul / Paris / Ankara ekseninde (çoğu Tezer’in hastalığının üstelediği zor günlerde) birbirlerine yazdığı mektuplar yer alıyor.
14
Sayı 1 | KIŞ 2015
bulduğuma göre, nasılsa diğer yazarları da bulacaktım. Ama kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını –az da yazsa– sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım.“ “Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için) Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim... Çok sevdiğim üç yazarın, üç cümlesini –benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için– edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarını çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım: “Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim kaderim.” Italo Svevo, Zeno’nun Bilinci “İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, ‘bunu yaptım’, ‘şunu yaptım’, ‘yedim, içtim’ demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak www. a le n g i r l i m e c mua . com
İnce}leştİrİ
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Dayanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
için konuştuğunu.” Cesare Pavese, Yeni Ay “İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışıyor... Ne garip, insan keşfetmeyegörsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor.” Djuna Barnes,
Gecenin Uzantısı Bir cümle de ben eklemek istiyorum: “Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum.” Yazmak ne ile açıklanabilirdi? Yazmak, olamayışın var edilmesi için sözcüklerle bir mucize yaratabilmek miydi? Yoksa yazmak; varlığını melankolik bir yörüngede yansıtan, her şeyin “geçicilik” duygusunu daima beraberinde taşıdığından, sözcüklerin dahi yaşamı duyumsanır kıldığı görünümlerini ifade etmek için var olduğu bir ömrün trajedisi miydi? Bana tüm bu soruları sorduran Tezer Özlü’nün kısa bir süre önce okuduğum kitabı. Beni içsel sorgulamalardan ve kimi zaman ruhu(mu)n tüm noktalarına imkânsızlık bilinciyle sarmalanmış, yaşanılır kılınamaz an parçalarında duyulan bir iç ses gibi duyduğum bir ada sahip: “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin...” Dünya giderek tahammül sınırlarımızın çok ötesinde gri bir yalana dönüşse de, siyah beyaz kapakta yarım bir gülümseme ile karşılıyor bizi Tezer Özlü. Kitabın sayfalarını çevirirken hemen hemen her kitabında hissettiğim sanki içimde bir yerlerde var olan silinmiş sözcükleri fısıldıyor usulca. Daha ilk sayfadan bizi yazmak üzerine derin bir sorgu içine çeken kitap ilerledikçe yeni sürprizleri barındırıyor içinde. Çağlar boyunca edebiyat, insanı kavramaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Ancak her çağın insana bakışı, yaklaşım tarzı farklı olmuştur. Çünkü sürekli bir değişim, devinimin yönünü iyi algılayabilme gücü insanda büyük değişimlere yol açabilecek güçtedir. Bir kurgu ya da yaşantıyı anlatmıyor Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, Tezer Özlü’nün, yurtdışındayken Türkiye’deki dergilere gönderdiği, dünya edebiyatı, sinema ve tiyatro ile kurduğu ilişkiyi kendi içinde bulunduğu edebi ve sanat dünyası üzerinden yorumladığı yazılardan oluşuyor.
Bazı yazarlar vardır, kimlikleri onu hisseden başka yazarlar ile aynı ritimde ayarlıdır, üstelik hiç şaşmadan, çünkü bütün manevi sezgileri samimiyetle bu gerçeği bulmaya yönelmiştir, tabii ki öte yandan kendi gerçekleridir aradıkları. Ve okur bu arayış içinde bulunan yazarlar ile buluştuğunda kendi içindeki kırılgan noktaları, yaşamın hassasiyetini zihinlerine iğneleyip zor, sınayıcı ama zenginleştirici ve özgürleştirici bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini. Tezer Özlü bu anlamda izini sürdüğü edebiyatında önemli yer edinen yazarlar ile sinema ve tiyatro kısaca “sanat” merkezli yazılar ile buluşturuyor okurlarını. Onun sürekli okuyucuları için bir ‘’keşif’’ sürecini taşıyor. Kitap; edebiyat, sinema ve tiyatro gibi alanlarda yazarı daha yakından tanımamızı sağlıyor. Kitabı bu bağlamda edebiyat, sinema ve tiyatro ayrımıyla üç ana başlıkla ele almamız mümkün görünüyor. Tüm bu ayrımların dışında Tezer Özlü ‘nün bağımsız iki metni de mevcut. Metinlerin çoğunda kendisine eşlik eden yazarların sık sık anekdotları ile de karşılaşıyoruz. Altı çizilecek ya da buraya taşınabilecek çok cümle, çok anekdot var ama bir kısmını kısa kısa sunmaya çalışacağım. İlk bölümde edebiyat ve yazarlar üzerine bir yolculuğa çıkalım. Yazarın edebiyat ile başlayan yolcu16
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
İnce}leştİrİ
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Dayanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
luğuna sırasıyla: Franz Kafka, Celal Sılay, Sevgi Soysal, ülkemizde o dönem İstanbul Türk Alman Kültür Enstitüsünün düzenlediği “yazın ve iletişim” konulu edebiyat programına katılan iki alman yazarı: Hilde Domin ve Christian Enzensberger, 100. doğum yılı nedeniyle kaleme aldığı Stefan Zweig, 1982 Bremen Edebiyat Ödülünü kazanan Peter Weiss’la bir röportaj eşlik ediyor. Ve bu durakların ilki aslında onu daha derinden etkilemiş bir başka yazar, Cesare Pavese’nin: “Yaşam insanın yaşantı aradığı değil, kendi kendini aradığı bir olgudur,” alıntısıyla giriş yaptığı tüm yazın hayatının yapıtaşlarını oluşturan yazarlardan biri olan Franz Kafka ile başlıyor. Peki, bir Kafka yazısında neden Cesare Pavese? Neden Cesare Pavese ile giriş yaptığını ise bize şöyle açıklıyor: “Kafka için tümce söylemek isterken, neden Pavese? Ama Kafka’nın kendi kendini arayışı, tüm insan örgütü içinde bireyin kendini arayışına en büyük, en zengin kaynak.” Kafka üzerine bu tespitten sonra onun acılarına, okuyucu ile yol arkadaşı olup Prag kenti bağlamında yaşam noktalarına, tuttuğu günlüklerine, okur olarak
onunla yaşıyor olmayı tahlil ediyor ve belki de bu konuya dair en çarpıcı gerçeği sunuyor bize: “Kafka ile yaşamak acınacak güncelliğimizin en büyük umudu...” Kafka ile yaşamak sesi kısık, mat, eksilmiş ve boşalmış mühürlü bir suret misali var olan acınılası güncelliğimizin içinde belki de tek umut noktası. Tezer Özlü, Kafka üzerine bu denli derin eğilimleri ve işaret ettiği noktalar ile onu kavranması imkânsız gibi görünen bu yaşamı kavramamıza yardım eden en büyük kaynak olarak görüyor. İlerleyen satırlarda Kafka’nın günlüklerinden insanlara duyduğu boğuk, dayanılmaz acılarını bize onun gözünden aktarıyor: ‘’İnsanların bakışlarına bile dayanamıyorum, insan düşmanı olduğumdan değil, ama insanların bakışları, çevremde bulunmaları, öylesine oturup bakmaları, bütün bunlar benim için dayanılır gibi değil.’’ Kafka üzerine bir başka yazı ise “100.Doğum Yıldönümünde Kafka” başlığıyla yer alıyor kitapta. Onun yaşamındaki önemli dönemlere kısaca değiniyor yazar ve iç dünyasını bize yansıtıyor. Edebiyat duraklarına Kafka’nın ardından Sevgili dostu Celal Sılay ile devam ediyor. “İlk kez bir insan için yazıyorum. Sevgili dost Celal Sılay için. Şiiri hiçbir zaman anlayamadım bu nedenle onun ozanlığını da değerlendiremem, ama hiçbir yazarda görmediğim öfkesini, her gün yazmak, söylemek, anlatmak isteyen kişiliğini ve bunların da ötesindeki bulunmaz insanlığını çok iyi bilirim.’’ Celal Sılay’ı bir şair duyarlılığıyla ele alıyor ve onun yaşamındaki insani 18
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Da yanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
İnce}leştİrİ
duruşunu fazlası ile önemseyip okuyucuya hissettiriyor. Öte yandan metinde Tezer Özlü’nün okuyucularının dikkatini çekecek başka bir nokta ise Celal Sılay’ın ardından kurulan şu cümleler: “Ben Celal Sılay’ı 1962’de tanımıştım. İlk öykümü o yayımlamıştı. Onun insan canlılığı, dostluğumuzu bozulmadan sürdürdü. Yalnız yaşayan bu adam hiç de yalnız adam izlenimini bırakmazdı insanda. Her sabah yaşama öfke, sevinç ve istekle sarılıyor; birkaç dostu, eski harflerle yazacağı şiiri, olaylar, kent ve sanırım kafasındaki hiç durduramadığı fikir akışı ile en güzel kahvelerin ön masalarında oturup, gününe başlıyordu. Bu canlı kişiliği gelerek yalnız bir ölüm buldu. Dört beş sözcüğü içeren derin anlamlı şiirleri gibi bir ölüm.” Bu cümleler ile Tezer Özlü’nün dünyasında Celal Sılay’ın süregelen dostluğunun dışında onun ilk öyküsünün yayımlanma sürecindeki birlikteliğine şahit oluyoruz. Bir sonraki yazısında Sevgi Soysal’ı konuk ediyor yazar. Yeni gelin gittiği aynı apartmanda oturduğu, gecelerinin çoğunu birlikte geçirdiği ve çok şey öğrendiği Sevgi Soysal’ın yazarın kendisine seslendiği şu sözlerle onda ki yerini bize anlatıyor: “Bak şimdi yeni evlisin ama daha ne aşklar yaşayacaksın… Âşık oldukça güzelleşecek, gençleşeceksin.” Ardından Sevgi Soysal’ın yaşamına dair onun yapıtları ve en önemlisi yazarın ifadesiyle “bütün küçük yavrulara bıraktığı devrimci düşünce, ileri yaşama örneği,” ile bizi baş başa bırakıyor. Sonraki edebi durak ise bu toprakların çok ötesinden aslında kendisinin de uzun süre yaşadığı Almanya. İstanbul Türk Alman Kültür Enstitüsünün düzenlediği “Yazın ve İletişim” konulu edebiyat programına katılan iki alman yazarı: Hilde Domin ve Christian Enzensberger ile yaptığı söyleşiye konuk ediyor bizi. Söyleşide; yazının, bugünün insanının politik ve toplumsal sorunlarına ne denli çözüm getirdiği, yapıt, yazınsal etki, politik güncellik ve yazarların Türk okurlarına yapıtları üzerinden mesajları sorgulanıyor. Bu söyleşi içinde sanırım Tezer Özlü’nün Hilde Domin’e yönelttiği bir soru ve cevap birçok noktayı içinde barındırırken özellikle “insani sorumluluk” adına kulak vermeye değer: “Politik güncellik şiirinizde rol oynadı mı?” “Evet. Tabii. Bana, bilmeden peşinde koşulan ilkelerden nefret etmeyi öğretti. En büyük dileğim, insanın sorumluluk taşıması ve akıntıya karşı yüzmeyi de bilmesi. Demokratik rejimlerde bu daha kolay. Ama görüldüğü kadar da kolay değil. En çok ve özellikle de dikta rejimlerde gerçekleştirilmesi gereken insanlık görevi. Her bireyi insanlığa ihanet etmemeye çağırıyorum. İnsanlara üç çağrım var. Bugünün insanının üç uzvuna gereksinimi var: 1) Akıl için kafaya 2) Duygu için yüreğe 3) Omurgaya: Bu da kimse önünde sürünmemek için.” Şiddet ve savaştan nefret eden, hayatın uç noktalarında gezinen bir başka yazar, 100.doğum yılı nedeniyle Tezer Özlü’nün kaleme aldığı Stefan Zweig. Metinde Stefan Zweig’in çalkantılı hayatı, yaşama karşı yapıtlarıyla verdiği içsel savaşlar, özellikle savaşı içeren mektupları ama daha da önemlisi karısı ile birlikte karar verdiği intiharı üzerinde durulmuş. İntiharının sorumluluğu ve hassasiyeti Tezer Özlü gibi bir yazar için muhakkak en ince hatları ile yorumlanacaktı: “Onu kim yargılayabilir? Kim onu sorumluluktan kaçmakla suçlayabilir? Şiddet ve savaş. Yeryüzünde bitmeyen şiddet ve savaş. Zweig’in intiharı çocukluğumdan beri dikkatimi çekmiştir. Faşizm ve savaşı protesto etmek için insanın kendisini öldürmesi, kanımca en büyük kahramanlıklarından biridir. İsterse o yazar, ölüm ve intihar tutkusunu ömür boyu birlikte taşımış olsun.”
Stefan Zweig ile Tezer Özlü’nün dünyasında umutsuzca birbirine benzeyen yanlar, onarılama-
yacak ruhsal yaralar söz konusu. Metni okurken Stefan Zweig’in yaşam ağrılarına “ruhsal çöküntü” w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
19
İnce}leştİrİ
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Dayanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
demek hafif kalıyor. Kanımca “ruhsal çöküntü” demekten öte bu içten içe dalgalanarak artan son derece güçlü bir sancı, yitim Tezer Özlü ile Stefan Zweig’i buluşturan. Her iki yazarda da yadsınamaz bir ölüm teması yerini koruyor. Zweig’e bu noktada kulak verdiğimizde: “Yaşama kendi dileğimizle başlamıyoruz, oysa ölümü seçmekte özgürüz. Bu kararı verdiğimden beri çok rahatladım…” Stefan Zweig’in ardından kitapta iki sinema içerikli yazıdan sonra belki de sadece Tezer Özlü penceresinden yazılmış, öteden beri içinde hissettiği onun deyimiyle “düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını” olarak “Kadınlarımız,” adlı yazıyla karşılıyor bizi. Bu süreçte Türk kadınının sınıfsal çelişkisinden bahsederken, Batıya bağımlı bir ülkeden, bugün bile gerçeğini koruyan “kadın kimliği” altında yaşanılan sanrıları, dipsiz bir karanlıkla içimizi bir nevi yalazlayarak daha doğrusu acıtarak anlatıyor:
“Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz? Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini ısıtmak için,
Harbiye’de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler. İstanbul’un ortasında, Hilton Oteli’nin karşısındaki sokakta. Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir genelleme yok
ki… Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba… Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır.” Türk kadınının sorunu, Türkiye’nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır. Sanırım bunu yenebilmenin tek yolu olarak yazar bize çözümü sunuyor : “Kadın erkek çocuk tüm bireylerin bilinçlenip belli bir kültür düzeyine erişmesiyle mümkün olacağı, bir anlamda aileyi yöneten çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre aydın Türk kadınının en büyük görevi diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır.” Edebiyat yazınlarının son yolculuğunda 1982 Bremen Edebiyat Ödülünü kazanan Peter Weiss’la bir röportaja tanık oluyoruz. Röportaj boyunca yazarın 1982 Bremen Edebiyat Ödülünü kazanan “Die Asthetik Des Widerstands” (Direnmenin Estetiği) kitabı, yaşamı, Türk okuru üzerine düşünceleri ile karşılaşıyoruz. Peter Weiss’la röportajın ardından yazarın edebiyat ve yazarlar üzerine yolculuğu son buluyor ve bizi sinema ve tiyatro metinlerine doğru yeni bir yolculuk için biletimizi kesiyor. Sinema ve tiyatro üzerine kısaca değinecek olursak yazarın, uzun süre yaşadığı Almanya’dan izlediği festivaller, dönemin öne çıkan filmleri, o filmlerin Özlü’nün iç dünyasına etkileri okura samimiyetle yansıtılıyor. Yazar bizi sinema noktasında Werner Herzog, Ulrich Gregor, Andrei Tarkovski gibi 20
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Tezer Özlü,
Yeryüzüne Da yanab ilme k İçin / Mustafa Kasar
İnce}leştİrİ
önemli yönetmenler ile buluştururken katılmış olduğu “Berlin Film Festivali” gibi film festivalleri üzerinden sinema üstüne tespitlerde bulunuyor. Yine tiyatro üzerine de benzer şeyleri söylemek mümkün katıldığı “Berlin Tiyatro Günleri” kapsamında okuyucuyu gözlemleri ile buluşturuyor. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin’de yazar, genel itibariyle sanat okumalarını bize sunuyor olsa da genel duygu metinlerinden içinden fışkıran hüzün ve samimiyet oluyor. Kitap kısa –yüz altmış altı sayfa– olmasına karşın içerdiği çeşitli konular, işaret ettiği tespitler, kullanılan dil açısından son derece yalın, incelikli ve özenli. Yazar farklı tattaki cümleleriyle hiçbir fazlalığa yer vermeden, metinleri gereksiz ayrıntılarla boğmadan bir solukta okunabilecek metinler sunuyor bize. Kitabı bitirdiğimizdeyse Tezer Özlü’yle farklı sanat noktalarında buluşmanın ve onun, bir nevi iç dökümü niteliğindeki samimi yazılarının etkisinde kalıyoruz. Öte yandan gerek ele aldığı yazarlar gerek titizlikle dokunmuş birey, sanat, toplum sorunları üzerine verdiği mesajları ve çok önemli tespitleri sanki elle tutacakmışçasına karşımızda görüyoruz onu. Kardeşi, Sezer Duru’nun yayıma hazırladığı Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, özellikle Özlü’nün sanat gözlemleri, okuduklarına dair, unutulan yazılarını bugüne taşınması noktasında da okurlar için çok önem kazanıyor. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin’i okuduğunuzda hayatın daha yaşanılır kılan, tahammül edilebilir yanlarını kavrarken özgürleşeceksiniz biraz da.
“
Bu nedenle yeryüzüne dayanabilmek için: Edebiyat, sanat!
Sınırları tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın sonundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek. Hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak. Yaşamın Ucuna Yolculuk ~ Tezer Özlü Yapı Kredi Yayınları 116 sf.
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
21
Okudum ve... Figen Şakacı 2014 -174 sayfa ISBN: 9789750512711 On Numara Beş Yıldız
Figen Şakacı, BİTİRG EN ve PALA HAYR İYE / Bitirgen’den Pala Hayriye’ye Bir Hamlık Hikâyesi -
Arzu Le r mioğlu
Bitirgen’den Pala Hayriye’ye Bir Hamlık Hikâyesi Çocuksu bir detaycılıkla sırlanmış bir günlük, darbeden önceki son yazın sıkıcı sayfiye günlerinde başlayıp, plaj havlularının arasına sotelenip, korunup kollanan bir içgörü mesaisi, söylenme, dertlenme sürgitiyle büyüme sancılarının düzensiz atışlarının sıra sıra vurduğu sayfalar ile başlıyor Bitirgen’in konuşkanlığı. Babasının bitirgeni, Bitirgen’in yazarı, annesinin acı çekirdeği “fışkısı,” “dul avrat sıpası,” ayaklarına taktığı, o bol gelen anne terliklerinden (dilinden) koşar adım kaçan, kaçtıkça yamulan, ayağına takılan, ısrarla kendi ayak numarasını arayan, son şartta, yazar olmadan ölmek istemeyen, isimsiz, soyisimsiz bir kız çocuğu olarak oturuyor yanıbaşımıza Bitirgen, ilk başta.
2011 yılında, Everest Yayınları’ndan çıkan Bitirgen, tek baskısıyla raflarda uzun bir süre kalırken, 2014 baharında yeniden, bu kez öncesinde Figen Şakacı’nın Bitirgen’i yazma motivasyonunu sağlayan asıl fikir olarak bahsettiği; bir kadının, hayatının farklı dönemlerinde -hele ki bu dönem, Türkiye’de, seksenli yıllarda başlayıp, doksanlı yılları da içine alarak etkilerini hâlen hissettiğimiz, toplumsal açıdan karmaşık, acılı ve derin bir hafızaya sahipken- yaşadığı, evvela içine doğduğu ‘ev-evren’ ile bütünleşen büyüme çelişkisi ve gitgide artan kimlik sorgulamaları ile ‘kentlilikle’ birlikte çoğalan yalnızlığı üzerinden sürdürmeyi amaçladığı üçlü kurgunun ikincisi, Pala Hayriye ile birlikte, İletişim Yayınları’nda yerini alıyor.
Başka bir Figen Şakacı... Mizah Zekanın Zekatıdır Tarık Minkarı Kitabı 2007 - İş Bankası K.Y., 422 sf.
“Bitkisel hayata girmiş isem bu tarz yaşamak benim için değer taşımadığı için, ölümüme izin verilmesini istiyorum,” diyen Prof. Dr. Tarık Minkari’yle bir nehir söyleşi.
22
Sayı 1 | KIŞ 2015
Bitirgen’i, büyük diliyle yazılmış, klişelerle dolu bir çocuk dünyası önyargısıyla, belki tereddütlü bir beklenti ile eline alabilecek okur, ilk birkaç sayfasını çevirip kitabı kurcaladıkça, gözucuyla tuttuğu bir iki satırdan sonra, giderek artan bir meyille okumaya, -doğru tabirle- Bitirgen’i can kulağıyla dinlemeye koyuluyor olacaktır. “Büyüklük taslamadığım bir dil kurmak uğraşım oldu.” diyor ısrarla, Şakacı da zaten. İster istemez, beklediğiniz o ihtimâmı eksik etmeyecek kıvamda bir dil örgüsü, yaklaşık bir çaba gördüğünüzde, seviniyorsunuz. Bir de, çoğu çocuk klasiklerinin hüzünlü, ağdalı, içli, acıklı havasını -bir çocuk kitabı olmamasına rağmen- yine de bir çocuğun günlüklerini içeriyor olması nedeniyle Bitirgen’de görmüyor olmak; ne yaşadıklarını, hele ki çoğu yerde travmatik anlarını basitleştiriyor, ne de yeniden anımsayarak kendinizde bulabileceğiniz, O’na duyabileceğiniz ‘essah’ yakınlığa, bitişik yaşanmışlıklarınızın sizde hissettirebileceklerine halel getiriyor oluyor. www. a le n g i r l i m e c mua . com
Figen Şaka cı, B İT İR GEN ve PALA HAYR İYE / Bitirgen’den Pala Hayriye’ye Bir H amlık Hikâyesi - Arzu Le r mioğlu
Okudum ve...
Seksenlerin ilk yarısından itibaren çocukluğunu yavaş yavaş terk etmeye başlayan Bitirgen’in, evin insanı, hatta mahallelisiyle arasında farketmeden kurduğu gerginliğin üzerine, ‘dil,’ çoğunlukla etrafını kuşatan eril merkezli ‘anne dili’ üzerinden, çocuksu ve isabetli yargılarla gittiği ve sayfalarca kurduğu bu sırdaş faaliyet alanında, yine birkaç başat karakter ile ilişkili/sınırlı dünyasında, tüm derdini, tasasını anlatma yolu ve biçimi, sonunda Pala Hayriye ile devam edecek olan kurgunun içinden de sık sık geçiyor oluyor. Bu yüzden, Bitirgen’siz, Pala Hayriye’yi okuduğunuzda, Bitirgen’le anlatılmaya başlanan, esasında ‘kendini anlatma’ derdine yaslanan hikâyenin boşluklarına denk gelme olasılığınız da hayli yükseliyor. Hayriye’nin hikâyesi ise, isimsiz bitirgenin, işte tüm bu hasarlı çocukluk anılarının suratına, teklemeden kapıyı çarpıp, evinden-evreninden kaçması -aslında bu kaçış eyleminin/çabasının, başından beri devam eden ve sürecek olan, kimi kez içinden çıkılmaz bir iç sıkıntısına dönüştüğünü görürüz- ile başlıyor. Bitirgen’in isimsizliği artık sona ererken, bu defa, isminin önünde yeni bir lakab -yeni bir hâlile adlandırılıyor olur, süregelen tutunamamışlığı. Hep başının belâsı olmuş eril dünyanın ona içkin mirası, -tıpkı bıyıkları henüz terlemiş bir oğlan çocuğu misali- on sekiz yaşındaki Hayriye’nin bu yıkıntı ile cebelleşme mecburiyeti, sonunda onda, yerleşik bir emâre, bir çeşit eğreti unsur, aradalık ifadesi olarak kalır, dudaklarının üstünde beliren o narin palaları ile yeni biçimini aldığında. -Şakacı, bu ifadeleri (bitirgen ve pala ...) iki ayrı kurguda -birbirini- takip edecek örgünün karakteristik birer adlandırmaları –rol ayrımları- olarak düşünmüş olsa gerek...Karakterin, hayatının bazı dönemleri arasındaki geçişler ‘pat diye’ oluyormuş hissini uyandırabiliyor kimi yerde, araya memleket giriyor, mesela bir yerde Ahmed Arif çınlıyor sayfalar, anılıyor o esnada. Hayriye’nin, başından beri hareket alanının daraldığı durum ve hallere yönelttiği sorular karşısında, kendi garip vaziyeti içerisinde yorumlayarak bulmaya çalıştığı yanıtlar, giderek hayatında daha radikal kararlar almasına sebep oluyor, sona yaklaştıkça. Ve daha en başında kendine verdiği sözle, o hamlık yeminiyle*, hem bir sızlanış, hem de kahramanca bir gurur sarmalı ile şekillenen, çift kutuplu yanını gözler önüne seriyor. Onun, bu halinden hem memnun, hem değil hali, örgütsel şemada cılız bireyci İki laf edi(tör-yorum Yeni yıla girmiş olmamızın verdiği rehavetle, kuşe sayfalara rağmen ‘eskimiş’ bir kitap hakkındaki -ki birçok var böyle kitap Mecmua’da- bir yazıya neden yer veriyorsunuz? diye soracak olan aklıevvel çıkacaktır muhakkak... Aslında bu tutumumuz bile başlı başına bir eleştiri -muhafazakârlığa kaçmadan- popüler kültüre. 90 kuşağının yazarlarının sığ değil ama bir türlü derinleşemeyen, yüzeysel, yazma eyleminin bencilliğe varacak düzeyde bireysel olduğu kanaatini yükselten, gamsız, bütünüyle kişisel anlatıları parlatmaları neticesi, aşk-meşk yahut daha kaydırak tabiriyle: ‘bağzı kızlar çok güzel’ tadının ötesine yazık ki geçemeyen anlatılarına inat hüsnükabul gören (popüler olmayan ama) Şakacı’nın bu çalışmalarını, aynı zamanda ‘hayatı kendisine dert edinmesiyle,’ yazı edimini bir eylem olarak algılayışıyla önemsedik. Gerek bu ülkede kentli, orta sınıf bir ailenin kızı olarak 80’lerde doğup, 90’larda bu eril toplumda bir kadın olarak büyümenin nasıl bir şey olduğunu, içinden geçtiği, tanığı da olduğu süreci kayda geçerek bir kuşağın yaşadıklarını yeni kuşaklara aktaran, ama Şakacı’nın da dediği gibi, bütünüyle politik bir roman olmayan, (üçleme -üçüncü kitap için çalıştığını da dile getiriyor Şakacı; yaşlanmış, istese de ait olamayan, Atay’ın Tutunamayanlar’ının 90’lar kuşağı temsilcisi Hayriye Hanım’ı merakla bekliyoruz.-) iç dengesi sağlam, okur için eğlenceli, içtenlikli, temiz diliyle önemsenmesi gereken bir çalışma.
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
23
Okudum ve...
Figen Şakacı, BİTİRG E N ve PALA HAYR İYE / Bitirgen’den Pala Hayriye’ye Bir Hamlık Hikâyesi -
Arzu Le r mioğlu
itirazının ufak ufak, bazen de ufalanarak, fakat, gitgide sivrilerek ortaya çıkışı, kim bilir, serinin üçüncü kitabının da iskeletini belirleyecek ana unsur olarak, pekâlâ düşünülebilir gibi geliyor. Hayriye’nin evsiz yurtsuz üniversite yılları, mesleki hüsrân, tek taraflı aşk hatırasının izleriyle aşka bakışında yer eden kronik takılmışlık, takıntılı hal, çocukluğunun parça parça karşısına dikildiği anlar, ona her yerde eksikliğini, olmamışlığını hatta olmamış kadınlığını, yarım yamalak entelektüelliğini hatırlatan ince-sivri ökçeler, oradan buradan yediği tekmeler ile eline tutuşturulan, biriktirilen darp raporları halinde ilerliyor diyebiliriz, roman. Sonra, içlerinde bir türlü yakışık durmadığı tüm eylemlere inat, iç cebinde her daim onunla dolaşan yazma eylemine ricât, bir süre sığındığı yazarlık dersleri, fakat, yine de ne olursa olsun itimat ettiği “ötekinin boy aynasında” hep bir eciş bücüşe rastgelme hainliği ile beraber... Pala Hayriye’nin, Şakacı’nın hem kendisinin, aslında bir yerde hem de kendi kuşağının kıygın krolonojisiyle, bugünün turnusola doğru gerçekliği arasına çekilen kırmızı çizgiyi flûlaştırdığı, bir hikâye bahanesi ile sökün ettiği, kendi ifadesiyle “boyun borcunu ödediği” bir rastlaşma/karşılaşma kitabı olduğunu söylemek, zor olmaz. Bitirgen’in yine de keyifli sayılabilecek günlüğü, birden, Hayriye’nin kırılgan, nüktedân anlatıcılığında netâmeli bir doksanlar günlüğüne evrilir, hatta bir tür kriminoloji raporuna bölünür sayfalar. Faili meçhuller, devlet dersinde infaz edilen ya da izi kaybedilen saklı ruhlar, Cumartesi Anneleri, Metin Göktepe, sol cenahta birbirine her vakit bir adım geriden bakan, birbirleri hakkındaki varsayımlarında çoğunluk-la ‘zannetmekle’ yetinen o ikircikli profiller, (“bizim Kürt arkadaşlarımız da var” meselesi) namlusu gizli iktidarın karşısında, yalnız kalma korkusunun ağırlaştığı ataklarla sürüklenmiş bir dönemin, dahası “ölü ağbilerin ve ablaların” anma toplantılarında yetişmiş, yasçı ve yaş’lı ruh halinden neşet eden bir sosyopsikoloji ile nihayet, mutlaka yanyana durmaya hevesli bir kuşağın mensubu ve tanığı, yine de ‘çelişkisi’ olarak Hayriye, elbette kendisini tüm bunların dışında tutamazdı. Son söz; -ağırlıklı olarak- Pala Hayriye’de, malum, bir tutunamamış görmek kaçınılmaz. Bu elbette karşısına oturup göz yaşlarına tutulacağınız, rakıya yatırılmış cilâlı bir demlenme sonrası naralarla koparak isyan edeceğiniz türden bir tutunamayan hikâyesi değil, neyse ki değil! Halden, kafası karışıklığından, hüznü bile unutturan, içinde -tabii Bitirgen’e göre biraz daha az- mizahi unsurlar barındıran bir dramatik roman denemesi olduğu söylenebilir, Pala Hayriye için. Roman, toplumsal kesitleriyle birlikte, bir kesimin -temsili iddiasında olmasa da- muhakkak ki içinden geçip, durup, dinleyici olabileceği, yakın, sahici bir dramı ortaya koyuyor. Bitirgen, en başta “o ağaçların hürmetine...” hitâbıyla başlıyordu hikâyesine, kırklarına erişmiş Pala Hayriye ise hikâyesini, ikibin on üç yazına dirençli bir merhaba ile bitiriyor, aslında başka yeni bir başlangıca, bitirilmesi zarûri hesaplara gönderiyor açık postasını.
*Bitirgen ; http://www.iletisim.com.tr/kitap/bitirgen/8920#.VCwAyvl_vfs *Pala Hayriye ; http://www.iletisim.com.tr/kitap/pala-hayriye/8869#.VCwAkfl_vfs *Hamlık yemini: “Hamım ben daha; dalıma yabancı, ağacıma küs, köküme çekingen. Düşme Korkusundan olgunlaşmaya meyletmeyen... Ham kalmaya söz vermek üzere çıkıyorum. Beni on sekiz yaşıma kadar besleyen evimden.” Pala Hayriye, sf. 7 24
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Bir KİTAP Ki... Filibeli Ahmed Hilmi 2014 -192 sayfa ISBN: 9789752564237 On Numara Beş Yıldız
Yaklaş yaklaş... Amak-ı Hayal
2014 - Kaknüs Yayıncılık, 192 sf. A’mak-ı Hayal’in gene Kaknüs Yayınları’ndan çıkmış, günümüz Türkçesi’ne sadeleştirilmiş bir versiyonu daha bulunmaktadır...
26
Sayı 1 | KIŞ 2015
Ahmet Hilmi, A’M AK-I HAYAL / Vefatının 100. Yılında Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i -
Halil Emr ah Macit
Vefatının 100. Yılında Ahmed Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’yi, vefatının 100. yılında anmak ve bu vesileyle Türk edebiyatına kazandırdığı başyapıtı “A’mak-ı Hayal” (Hayalin Derinlikleri) üzerine, -konusunun genişliği ve derinliği itibarı ile bize müsade ettiği oranda- laflayabilmek fırsatını elde ettiğim için onurluyum. Bilindiği gibi Filibeli Ahmed Hilmi, cesur bir fikir adamı, mutasavvıf ve önemli bir edebiyatçı olarak 49 yıllık ömrünün sadece 6 yıllık bir kesitinde bile gösterdiği üretkenlik ile takdir toplamış ve ardıllarını kendine hayran bırakmıştır. Galatasaray Lisesi’nde okumuş, bir süre Posta ve Telgraf ve Duyun-i Umumiye’de çalışmış, Darülfünun’da felsefe dersleri vermiş, dönemin önemli siyasi tartışmalarında aktif olarak yer almış ve bu gibi nedenlerden dolayı Fizan’a sürgün edilmiştir. Hayat hikâyesi meçhullerle dolu Ahmed Hilmi, 1908’de İstanbul’a dönüp, açtığı matbaasında, haftalık üç dergi, bir günlük gazete ve kırk kadarı kitaplaştırılmış irili ufaklı onlarca kitap yazmış ve basmıştır. Fakat ne var ki, ölümünden sonra isminin etrafında garip bir suskunluk hâlesi oluşturulmuştur. Ve gerisinde bıraktığı, belki bugün onun adını anmamıza vesile olan başyapıtı A’mak-ı Hayal ise tüm yönleriyle derinlikli bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Fakat burada sadece içeriğinden bahsetmek ve kimi kısımlarını eleştirmekle yetineceğiz. A’mak-ı Hayal, otobiyografik öğeler taşıyan, Türk edebiyat tarihinin fantastik ve bilimkurgu yansımaları içeren belki ilk eseridir. Türk edebiyatının şaheserleri arasında gösterilen mühim bir sufi eser olarak A’mak-ı Hayal, iki kitaptan oluşuyor. Birinci kitap önce, 1908’de Ahmed Hilmi’nin başyazar olduğu Necat gazetesinde sekiz sayı olarak yayımlanır. Gazete kapandıktan sonra çıkardığı Hikmet gazetesinde tamamını ek olarak yayımlar. Fakat ikinci kitabın 46. sayısından sonra araya giren Balkan Harbi dolayısıyla bir duraklama olur ve 173. sayı ile son bulur. İkinci kitap, birinci kitap ile birleştirilerek Ahmed Hilmi’nin vefatından on bir yıl sonra 1925’te kitapçı Abdülaziz tarafından yayımlanır. Fakat şöyle bir muamma var ki, eseri bugün elimize tam metni ile ulaştıran yayıncısına göre, Balkan Harbi sırasında yarım kalan bölümlerin örneklerine hiçbir yerde rastlanamamış ve kitapçı Abdülaziz’in ulaştığı sayfalara da bugün ulaşılamamaktadır. Sadece bununla sınırlı kalmayan yayım meselesinin içine bir de tahsis hataları girince bugün elimize ulaşan epey hırpalanmış bir kitap haline gelmiştir. Vefatının 100. yılı vesilesiyle Kaknüs Yayınları tarafından tam ve esas tahsisi ile düzenlenmiş bir şekilde özel ciltli olarak, çeşitli illüstrasyonlarla birlikte yayınlanan eser Latin harfleri ile Osmanlıca Türkçesi kullanılarak basılmıştır. Dolayısıyla mevcut hali esere gösterilen www. a le n g i r l i m e c mua . com
Ahmet Hilmi, A’MAK -I HAYAL / Vefatının 100. Yılında Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i - Halil Emr ah Macit
Bir Yazar Ki...
hürmet bakımından en özenli halidir diyebiliriz. A’mak-ı Hayal, otobiyografik öğeler taşıyan, Türk edebiyat tarihinin fantastik ve bilimkurgu yansımaları içeren belki ilk eseridir. Felsefe, Doğu ve Batı mistisizmi, Yunan mitolojisi, Budizm, Hinduizm, Zerdüştlük ve ezoterizmin sınırlarında dolaşarak, tasavvuftaki “seyr-i süluk” (Tarikatta takip edilen usul) benzeri bir ilerleme ile bir zihin karmaşasından bilgeliğe doğru adım adım ilerlemeyi sembolizmin, ironinin, mecazın vasıtası ile bir hakikat arayışı olarak resmetmiştir. Jules Verne’de karşımıza çıkan astronomik öğelere bu eserde de daha ileri boyutları ile rastlamak mümkün. Hatta bir iddiaya göre Paulo Coelho’nun ünlü Simyacı adlı eseri de A’mak-ı Hayal’den esinlenmiştir. Zaten Coelho’nun kendisi de eserini tasavvufi eserlerden esinlenerek yazdığını çok sonraları itiraf etmiştir. Bu haliyle, içerdiği sembolizm tıpkı diğer tasavvufi eserlerde de olduğu gibi tasavvufi bir bakış açısıyla açımlanmaya ve tefsir edilmeye muhtaçtır. Romanda geçen 23 hikayenin her biri, başka bir romana konu olacak kadar alt anlamlar içermekte. Bu konu ile ilgili olarak da zaten Ahmed Hilmi’nin şu sözleri tespitimi haklı çıkarmaktadır: “Okuyucularımıza sunduğumuz bu hikâyeler (bunların hikâye olup olmadığı iyi düşünülmelidir) eğer beğenilirse kendimizi bahtiyar
sayacağız. Zira, bu kitaba rağbet edilmesi, insanların ciddi meselelerle ilgilendiğini göstermesi bakımından çok önemli.” Olaylar, Batı tedrisatından geçmiş şüpheci ve kafası hayli karışık bir öğrenci olan Raci’nin, bir gün arkadaşlarıyla bir kasabanın güzel bir bahçesine dinlenmeye ve keyif yapmaya gitmesi ile başlar. Orada bulunan iki meczubun konuşmasını dinlerken aralarında geçen felsefi diyaloğa kulak misafiri olur. Buradaki iki meczup, romanın ilerleyen sayfalarındaki birkaç hikayede de karşımıza çıkacak olan bir tür delilik vehmi giydirilmiş filozoflar olarak eserde kendine yer edinir. Zaten ikinci kitabın tümünün geçtiği mekân olan Manisa Tımarhanesi’nden de anlaşılacağı üzere, bu deliler bazı hakikatleri çıplak ve yalın bir safdillikle ifade edebilen ama yolları takip edilmesi mümkün olmayan, bazı hakikatleri fısıldayabilen ama sıradışılıklarıyla takip edilmeleri mümkün olmayan veli insanları temsil etmektedir. Tıpkı bu iki meczubun varlık yokluk tartışmasına dayanamayarak dahil olup Descartesci bir ifade ile “Varla yok müsavi olur mu? Mesela ben şimdi varım, yarın yok olacağım; bu iki hal arasında fark yok mu?” diye söze giren Raci’ye kahkahalarla gülerek ona Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi “Vay! Sen varsın ha! Acaba var mısın?” diye cevap veren bu iki meczup, Raci’nin kuvvetle muhtemel mantık terânesini sarsan ilk diyaloğun da kahramanlarıdır. Romanın ilerleyen bölümlerinde bir tesadüf eseri mekânına denk geldiği, yine bir meczubu andıran görüntüsüyle bir sufi olan Aynalı Baba ile karşılaşması, bu kâmil zatın da veciz ifadelerle kendini w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
27
Bir KİTAP Ki...
Ahmet Hilmi, A’M AK-I H AYAL / Vefatının 100. Yılında Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i -
Halil Emr ah Macit
ona açması ve bu mürşide bende olarak ondan ney eşliğinde hikâyeler dinleyerek hakiki anlamda bir seyr-i süluk yaşayan Raci’nin, bu mürşidin vasıtası ile varlığın mertebelerinde yavaş yavaş yükselişi
Buda, Brahma, Dalay Lama, Hürmüz, Ehrimen, Pisagor, Platon gibi kişi, karakter ve
isimlerin sık işlendiği hikayelerde göze çarpan en önemli unsurlar; “Nirvana” düşüncesi, nefsin teskin edilerek alt edilmesi ve mertebelerinde yükselinmesi, iyilik ile kötülük arasındaki savaşta iki tarafın da hangi görüntülerde ortaya çıkıp birbirilerine nasıl üstün gelebildikleri ve ilahi aşkın nazarında beşeri duyguların sönümlenmesi olarak göze çarpıyor. Özellikle benlik, delilik, aşk, bilgi ve Allah sıralamasına doğru bir sorgu zemini yaratan hikâyeler, maddi ve pozitivist akılcılığın acziyeti karşısında esaslı bir hakikat soruşturması olarak felsefi öykücülüğün de sınırlarını zorluyor. Tam da bu noktada şu kısa metin belki bu yönüne dair bir muhteviyat sunabilir: “Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.”
Hermetizm öğretisinin (Corpus Hermeticum) son basamağında Hermes’in, müridini kuleye
çıkararak ona astronomik ve metafizik ilahi sırları ifşa etmesi gibi eserin bir yerinde de sırtına bindiği Zümrüdü Anka kuşunun Raci’yi uzayın derinliklerinde dolaştırması da özneyi tüm öğretilerin eşiğinde dolaştırarak onu hakikate hazırlamak ve en sonunda da bu ağır kesif yükü omuzlarına yüklemek kısaca özetlemek gerekirse göstermek, işaret etmek gayesi taşıyor. Tabi ki bu tür ezoterik öğretilerde her zaman bir rehbere ihtiyaç duyulduğu unutulmadan, ezoterizmin ve hakikat arayışının tamamen Tanrı bilincine varmak ve Allah’a ulaşmak, O’nu bilmek olduğu bilgisinin en başta kişilere verilmesi gerekir. Bu yönüyle tasavvuf tamamen ‘nefsi yenme, kendini bulma ve ölmeden ölerek’ dünyevilikten uzaklaşarak Allah’a ulaşmayı esas alır dersek yanlış olmaz. Birçok diyalogta geçen materyalist mantık ve akıl yürütme ile sarf edilen sözlerin gnostik yaklaşım ve İslam’daki “irfan” doktrini karşısında kendine çıkış bulamaması, maddi aklın sadece maddenin taşıdığı özellikleri açıklamakla sınırlı kalabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Burada şöyle bir hatırlatma yapmamız gerekecektir ki İslam tasavvufunu bilim ve pozitivizmin karşıtı olarak görmek bir hata olabilir. Çünkü tasavvufi akıl, tüm bilimsel yargılara ve pozitivizme karşı çıkmamakla beraber sadece bilimsel ve pozitivist bulgulardan varılan sonuçlara karşı bir duruş sergiler. İnsan aklı ve bilincinin bir karmaşadan kadir-i mutlaklığa, birliğe ve tekliğe doğru yolculuğu bu anlamda tasavvufun ana sütunlarından birini teşkil eder. Tasavvufta Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarından geçen ve nefsin mertebelerinde (Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mülhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Radiyye, Nefsi Marziyye, Nefsi Kamile) ağır ağır ilerleyip yükselen Raci’nin yaşadığı algısal geçişler de ancak eserde olduğu gibi rüyalar ve şiirsel bir dil ve alegori aracılığı ile anlatılabilirdi. Bu anlamıyla eserde fantastikmiş gibi duran birçok öğenin yaşamla olan bağı düşünüldüğünde mecazlarının yaşama ne kadar temas ettiği de gayet iyi bir şekilde anlaşılacaktır. Filibeli Ahmed Hilmi’nin yaşamında “Arusiyye” tarikatine intisap ettiği bilinmektedir. Ve eserde de Muhyiddin İbn Arabi etkileri de sıklıkla görülmektedir. Dolayısıyla eseri salt felsefi ve fantastik bir eser olarak görmek onun Kuran-ı Kerim ve İslam düşünceleri ile yoğurulmuş omurgasını gör28
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Ahmet Hilmi, A’MAK -I HAYAL / Vefatının 100. Yılında Ahmet Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i - Halil Emr ah Macit
Bir Yazar Ki...
“Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.” w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
29
Bir KİTAP Ki...
Ahmet Hilmi, A’M AK-I H AYAL / Vefatının 100. Yılında Ah met Hilmi’nin A’mak-ı Hayal’i -
Halil Emr ah Macit
mezden gelmek anlamına gelir ki, bu bağlamda tasavvuf da İslam’dan ayrıymış gibi düşünülemez. Eserin, içeriğine göre en zengin hikâyesi şüphesiz kadim İran’ın, Belh şehrinde bir sahrada geçen savaştır. İyiliği temsil eden Hürmüz ile kötülüğü simgeleyen Ehrimen’in orduları arasındaki savaşta Raci, rehberi ile birlikte Hürmüz’ün tarafındadır. Bu iki Zerdüştlük motifi arasında geçen ve hidâyet, dalâlet, hak, bâtıl, iyi, kötü gibi kavramların mahiyetini açıklayan konuşmaların ardından savaş başlar. Savaş tamamen bir alegori harikasıdır ve tam 40 gün sürer. Tıpkı birçok öğretide “Çile’nin süresi” olduğu gibi. Her iki tarafa mensup savaşçıların teke tek karşılaşmalarıyla devam eden savaşı Hürmüz’ün ordusu kazanır. Nifak’ın karşısına Muhabbet çıkar ve onu öldürür. Gazab ise Muhabbet’i yok eder. Sahneye çıkan Raci, yani Hikmet (Bilgelik) savaşçısı Gazab’ı ortadan kaldırır. Emmare (Nefs’in herkeste bulunan ve bedensel arzuların, kötülüğün emrindeki ilk mertebesi) ise bir anda güzel bir kadına dönüşerek Hikmet’i büyüler ve esir alır. Meydana son olarak bir ejderhaya binmiş haliyle Aşk çıkagelir ve Emmare hiç savaşmadan Aşk’a teslim olur. Aşk da Emmare’ye boyun büktürdükten sonra Perî-i Nur’a yönelerek ona “Yalnız senin kulunum,” diye hitab etmesi Aşk’ın mahiyetinin de Allah’a ulaşmak olduğu düşüncesini sabit kılar. “Hep ikilik birlik için, bak iki göz bir görüyor! Birlik ise dirlik için, bak iki göz bir görüyor./ Ruh u cesed, arş u felek, İns ü peri, cinn ü melek! Birlik için hep bu emek, bak iki göz bir görüyor!/Şirkten eyle hazer, vaktini boş eyleme güzer, âleme eyle bir nazar, bak iki göz bir görüyor!/ Sende seni, sende seni! Bil ki budur “allamenî”, birleye gör cân u teni, bak iki göz bir görüyor!” Kaknüs Yayınevi’nden eserin Türkçe sadeleştirilmiş baskısını da edinmek mümkün. Tasavvufa dair fikir edinmek ve bir vesile olması anlamıyla okuyanlarda yeni bakış açıları oluşturmasını temenni ederiz, vesselâm... Kulağın pasına ilaç niyetine... Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin aynı adlı eserinden esinlenerek yaptığı bestelerinden oluşan, Santuri, Sedat Anar’ın ikinci albümü Â’mâk-ı Hâyâl yakın zamanda çıktı. Anar diyor ki: “Bu albüm; Â’mâk-ı Hâyâl, benim ruhumu yansıtır. Filibeli Ahmed Hilmi Efendi günlerce rüyalarıma mihmân oldu. Hasbıhâl ettik. Beni irşâd etti. Gönlümden çıkan bu ezgileri sizin de dinlemenizi çok istedim. Size Â’mâk-ı Hâyâl kitabından bir dörtlükle hoşça kal demek istiyorum. “dedi, nedir bu hayatta lezzet. dedi cahiller için yemek ve şehvet âkiller içinse seyr-ü bedayi” Albümün ithafı şöyle: “Yeğenlerim; Siyabend, Yusuf, Azra, Rojin, Aliye, Sezgin-Sedat ve Türkân’a ithafen. Ve hakikat aşkıyla yananlara...” Â’mâk-ı Hâyâl albümünün hazırlanışını Anar şöyle anlatıyor: “Yaklaşık olarak dört yıldır Â’mak-ı Hâyâl kitabıyla haşır neşir olmaktayım. Bu yıl, Â’mak-ı Hâyâl’in yazarı olan, değerli insan Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin ölümünün 100. yıldönümüdür. Teşekkürümü ilk önce Filibeli’ye etmek istiyorum. Sayesinde feyz aldım. İrşâd ettim. Böyle bir albüm yapmak fikri, hiç kuşkusuz ki bu kadar güzel gönülle, ruhla ve aşk ile yazılmış bir kitabı ilk okuduğumda aklıma düştü. Aslında çok zor bir işti. kitaptaki şiirleri bestelemem dört yılımı aldı.” 30
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Emrah Polat,
Okudum ve...
ALO C U T İLK İNİN SER ENCAMI / Sena Demirel
Alocu Tilkinin Serencamı Alocu Tilkinin Serencamı, Emrah Polat’ın 2014 yılında yayımlanan son romanı. Roman, genç bir dolandırıcının, Tilki Sadık’ın hayatının bir barda kurşunlanmasıyla nasıl tamamen değiştiğini gerçekçi ve ajitasyondan uzak bir dille anlatıyor. İnsanın bedeniyle olan iletişimini, önceden normal seyrinde devam ettirdiği bedensel faaliyetlerini bir anda yapamayacak duruma geldiğinde neler hissettiğini gözler önüne seriyor. Tilki Sadık, bedenini hissedebilmenin, yürüyebilmenin, konuşabilmenin, sevişebilmenin ne kadar önemli olduğunu ölümden döndükten sonra gözlerini hastanede açtığında anlıyor. Ama yaşıyor işte… Umut var. Romanda hastane ortamının bu denli gerçekçi anlatılmasının yanında kahramanın umudunu kaybetmemesi romanı sürükleyici kılan öğelerden biri.
Emrah Polat 2014 -129 sayfa ISBN: 9789750516436 Okunası...
"...bir şey paylaşmak istiyorum yalnız: basılmadan önce romandan birkaç sayfayı babama okudum; son yıllarda bu kadar güldüğümüzü hatırlamıyorum, esasen çok rahatsız edici yerlerdi okuduklarım. romanı okuyanların, yazılanların tümünü benim yaşadığımı zannedeceğini tahmin ettiğim için nereler olduğunu söyleyip “büyüyü” bozmak istemem doğrusu. son tahlilde, “hayatım roman olur!” klişesine inanmam, romanın kendine özgü kuralları vardır, öyle olsaydı en büyük romancı Napolyon Bonapart olurdu; esasen bir romancıyı büyük yapan hayatının değil romanının büyüklüğüdür." Serap Uysal söyleşisi – edebiyathaber.net (17 Ekim 2014)
Emrah Polat, romanda suç dünyasının kapılarını ustalıkla açıyor okuyucunun önüne. Tilki hastanede eski günlerini hatırlarken, iyileşme umuduyla birlikte ‘’mesleğine’’ döneceği günleri de hayal ediyor. Zaman zaman derin düşüncelere dalsa da ‘’aloladığı’’ , dolandırdığı insanlarla ilgili ciddi bir vicdan azabı, pişmanlık duymuyor. Zaten kebapçıyı dolandırdığı anısını okurken anladığımız üzere Tilki için dolandırıcılık bir bağımlılık, bir yaşam tarzı haline gelmiş durumda. Romanın sonuna değinecek olursak, sonuna gelindiğinde Alocu Tilkinin Serencamı’nı, yani akıbetini düşünmeye başlıyor insan. Sadık Apik ismi bir kütüphanede Yusuf Atılgan ile Sabahattin Ali arasında yer alır mı bir gün, Tilki ‘’madur, mahrum ve madun’’ olmaktan kurtulabilir mi diye düşünerek kapatıyor kitabı. w w w .alengirlimecmu a . com
En başa sarsam? Köpek Adamlar
2009 - Pupa Yayınları, 330 sf. ‘Bu roman, insanların zevkleri ve çıkarları için dövüştürülürken can vermiş, kirli köşelerde ölüme terk edilmiş, acı ve yorgunluktan, günler süren hastalıktan ya da aldığı yaralardan dolayı hayatını kaybetmiş köpeklere adanmıştır.’ Sayı 1 | kIŞ 2015
31
Okudum ve... John Steinbeck 2014 -158 sayfa ISBN: 9789755707037 Okunası...
Yaklaş yaklaş... Amak-ı Hayal
2014 - Kaknüs Yayıncılık, 192 sf. A’mak-ı Hayal’in gene Kaknüs Yayınları’ndan çıkmış, günümüz Türkçesi’ne sadeleştirilmiş bir versiyonu daha bulunmaktadır...
32
Sayı 1 | KIŞ 2015
John Steinbeck,
U ZU N VADİ / De rya B içe r
Uzun Vadi Kitabın içinde yer alan 11 öykü var. Öykülerin kahramanları ve olay örgüleri birbirinden çok farklı görünse de hepsinin temelde birleştiği bir yer var: Kadın Öyküleri. Dönemi için üstü kapalı bir feminist yaklaşım olduğu söylenebilir. John Steinbeck’in, kadın erkek eşitliğini açıkça ifade etmese bile kadını temel alan bu öykülerinin, kadın okuyucuları için bir kapı araladığını düşünüyorum. Kadının sessiz kabullenişi altında, yaşadığı duygu ikilemlerini çok iyi anlatmış. Sözle ifade edilemeyen bir çok duygu, davranış şeklen yaşama yansır. Steinbeck’in, dönemini ve çevresini çok iyi gözlemlediği yadsınamaz bir gerçek. 1930 Amerika’sında geçen bu öyküler de; Salinas Vadisinde yaşayan kadınların öyküleri. Erdemin kadına yüklediği ağırlık altında ezilen kadınlar. Dönemin ahlak anlayışının kadınların üzerinden sorgulanışı bir nevi. Her öykünün gizli öznesi bir kadın. Eve kapatılan kadınların gizli dünyalarının etrafında dönen olaylar. Erkek algısının değişmeyen beklentileri. Her öyküdeki kadın kahraman tek tek incelendiğinde, kadınların sessiz çığlıkları var. Evi, bahçesi, çocukları üçgeninde var olmaya çalışan kadınların uzak hayalleri imgelere saklanmış. Dönemi için postmodern öyküler aslında. Krizantemlere yüklenen imge ile Beyaz bıldırcının ölümü, Salinas Vadisindeki kadınların özgürlüğünün sınırlarını çiziyor. Kaçış öyküsü bir annenin gücünü ortaya koyarken, Johny Bear statü ile belirlenen erdemin kadının hayatından vazgeçme noktasına gelişinin ağırlığını omuzlara yüklüyor. Tüm öykülerde kendini hissettiren döneme ait erdem duygusunun sadece kadının omuzlarında taşınması gerektiği. 1930’ların Amerikası’nın özeleştirisi gibi. Bana en çarpıcı gelen öykü, Bakire Azize Katy. İronik anlatım özelliği ile kadın; kötülük/şeytan ve tanrı/iyilik arasında yaşanan gelgitlerin ortasında bir yerde. Egemen algı erkeğe ait. Din; erkeğe ait. Kadın uymak zorunda. Ya azize olur ya fahişe, ortası yok. Erkek algısı kendini aklamak için tercihini istediği yönde kullanabilir. John Steinbeck’in romanlarındaki ustalığının temeli bu ilk öyküler ve yazarın yazma felsefesinin temelini atmış gibi. Keyifle okunuyor, kitap bittikten sonra içindeki imgelerin bilinç altınıza yerleşmiş mayınlar olduğunu anlıyorsunuz. Günlük bir gazete haberini okurken patlıyor. Ah! Bu erdem neden kadının yükü sadece?
www. a le n g i r l i m e c mua . com
w w w .alengirlimecmua . com
Po
i f a r g o rn kanun veya ahlâka çok sert bir başkaldırı boyutudur...
Öykü Didem Aydın, “Eski Sinagog Meydanı” (2009) romanından sonra “Ortaklar ve Hissedarlar” ile yine çok yönlü, sarsıcı ve dokunaklı bir romanla karşımızda. O RTAKLAR ve H İSSEDARLAR - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
Sayı 1 | kIŞ 2015
33
}
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
O RTAKLAR ve H İSSEDARLA R - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
Ortaklar ve Hissedarlar, 2000'li yılların liberal ilişkileri içindeki genç yetişkin kuşak,
}
köy ve kent, Ankara ile İstanbul, kazananlar ve kaybedenlerin, 1980’lerden günümüze Türkiye’nin babalarının ve çocuklarının karşılaştığı bir roman. Çok farklı toplumsal kesimlerden kahramanı bol romanın ana ekseninde iki kadının birbirlerine karşı duydukları cinsel tutku ve aşk ilişkisi de var. de Özellikle biyolojik ve toplumsal cinsiyet ile eşcinsellik temasını irdelediğinden, hatta bu konuda öteden beri var olan efsaneleri yıktığından son derece dikkate değer bir eser. Öykü Didem için önce ‘bahtı açık olsun,’ diyerek söyleşimize başlıyoruz...
Aydın’a Ortaklar ve Hissedarlar
Uzun bir roman ama bir solukta okudum. Ne dersiniz herkes bir solukta okuyacak mı? Zamana da yayabilirler... (Gülümsüyor) Dili ve üslubu çok farklı, sürükleyici ama yenilikçi de. Şöyle sorayım: Dört ayrı kesimden babanın dört çocuğu, hatta daha fazla sayıda baba ve ayrı ayrı çocukları, sonra anneler... Kurulan evler, yıkılan evler. Yaptırılan mezar, yıkılan mezar. Kendilerine bırakılan mirasın, sanki hayali vasiyetlerin altında ezilmiş bulan çocuklar. Kurulan ortaklıklar, yıkılan ortaklıklar, hukuk sisteminin eleştirisi aynı zamanda. Türkiye'nin Ortaklar ve Hissedarlar'ı... İki kadın arasındaki aşk. Çınar ile Hande. Yoksa Hande ile Çınar mı demeli? Hemen aşkla mı başlayalım? Hayır, ama bu aşkın pek rastlamadığımız bir boyutu var. Cinsellik çok baskın, oldukça açık, hatta deyim yerindeyse “açık-seçik” ve buradaki kadınların ikisi de erkek gibi. Özellikle bir sahnede, sahne diyorum çünkü sinematografik çok yön var romanınızda, iki kadın arasındaki cinsel ilişki tüm ayrıntılarıyla ortaya konuluyor. Kadın yazarlar bunu yapmazlar pek, erkek yazarlar da bilemiyorum kadını da beraberinde etkileyebilecek biçimde yapabiliyorlar mı? Ayrıca Hande ile Çınar, alışık olduğumuz kadın karakterlerden çok uzaklar. Biyolojik cinsiyetleri kadın. Bu da bildiğiniz gibi bir tesadüftür her zaman. İnsan insandır. Ancak cinsiyetçilik dalavereci bir iştir, bunun hesabını ironik şekilde sormuşlarsa el birliği ile ne âlâ... Sormuşlarsa diyorum, bazı soruları romanı yazdıktan sonra sordum ben de kendime. Birilerinin başına bir şeyler gelmiş, bir şeyler olmuş, yüzlerce sahne belki de genel bir tablo oluşturacak şekilde canlanmış tahayyülemde. Daha ziyade bunu yapıyorum, açıklaması arkadan geliyor ve korkarım ex-post-facto olduğu için, ileriden, yani yazdığım konumdan değil bitirdiğim konumdan geriye bakarak anlamlandırmaya çalıştığım için de sorunlu olabilir. Neden âşık oluyorlar birbirlerine. Ve neden öyle deli deli sevişiyorlar? Bilmem. Aşkın bir nedeni mi olmalı? Deli deli sevişmeye gelince, biraz agit-porn sahnelemesi var, evet. Agit-porn devrimci bir anlatı da olabiliyor, kamerayı doğrudan doğruya hazza odaklamak, hatta belgesele varan açıklıkta bunu yapmak… Bir şeyi anlatmak kaygısı varsa ve o şey ancak seçtiğiniz sahneleme tekniği ile anlatılabiliyorsa, başka bir kaygı taşımadan o şekilde anlatmak 34
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
O RTAKLAR ve H İSSEDARLAR - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
istersiniz. Pornografinin gerilla hareketine benzediğini söylemiş birisi, kimdi hatırla-
mıyorum ama pornografide de kanun veya ahlâka çok sert bir başkaldırı boyutu vardır, erotizmde sanat kaygısı daha yüksek ama pornografide, özellikle bir sanat eseri içine başarılı şekilde montajlanırsa başkaldırı, çok sert bir soru veya çok sert bir cevap, en hassas yerinden vurma gibi anlamlara da erebiliyor. Tabii bu konuda feminist veya
kuir teori içinde kimin neden nerede durduğuna girmeyeceğim, pornografi özgür kılan bir eylem midir, sömürünün başka bir türü müdür bunlara girmeyeceğim… Bununla beraber zaten bir amaç taşımadan sadece hazzın veya acının kendisini, bir başkasının bununla özdeşleşebilmesini sağlayarak bütün çıplaklığı ile ortaya koyan her anlatıda bir başkaldırı boyutu vardır. Öte yandan kötü bir yanı da var, lise öğrencisinin okuldaki öğretmenlerini, arkadaşlarını silahla taraması gibi bir Amok, cinnet hali bu. Daha öte bir amaç yok. Amaç sadece onu yaşamak. Bu nedenle aynı zamanda da korkunçtur
herkes “amaç” görmek ister. Bir amacın olunca ne yaparsan yap daha değerli bir şey yapmış sayılırsın. Tabii bu açıdan “yıkıcı” bir veya birden fazla sahne var.
çünkü
Birkaç sahneyi öyle düşündüm, bilmiyorum belki de çok doğrudan ve göze batar bir protesto formu olarak düşündüm ve daha sonra biraz epik teatral dönüş de yaparak sahnenin kendisini, onu yaşayan iki karaktere tahlil ettirdim. Kendilerine erkeklerin de baktığını tahmin etmeleri ve bunun ne anlama geldiğini sorgulamaları gibi… Bu tabii “ne güzel seviştik, aferin bize, sen çok iyiydin, ben çok iyiydim”den öte bir sorgulama. Yönetmen gibi konuşuyorsunuz ve resmin, sinema sanatının, hatta kapanışta sahneye çıkan ve sanki tirad okuyor gibi konuşan tüm karakterlerle tiyatro sanatının etkisi büyük gibi eserinizde. Doğru. Tarkovski gördüm yer yer. Doğru… Ayrıca Andrei Zvyagintsev’in Dönüş filmindeki babanın ölümü sahnesi burada açıkça yeniden dönüştürülerek yazılmıştır, doğru. Yine bir önceki soruma döneceğim. Peki ama neden Çınar ile Hande? Çınar, Hande’den çok hoşlanıyor, Hande de Çınar’dan. Bunun her türlü teorisi yapılabilir ama bunu yapmak bana düşer mi bilmiyorum. Var birden fazla teorim ama bu yine romanı bağlayıcı bir şekilde açıklamaya çalışmak gibi olacak. Çınar, Hande’yi görüyor ve onunla sevişmek istiyor. Genellikle de görürsünüz ve sevişmek istersiniz, bağlanmak normal koşullar altında sonra gelir. Sevişmek istemek bir insanı daha yakından tanıma isteğinin en tabii tezahürü. Hemcinsine âşık oluyor ama... Bilmiyorum. Daha çok Hande’ye âşık oluyor, Hande onun için biricik. Dur şurada âşık olacak bir hemcins bulayım diye orta yerde dolaşmıyor aslında. Ya Hande? Onda da büyük bir tutku var tabii. Zaten ihtiraslı bir kadın, fazla ihtiraslı. Ne arıyorlar bu aşkın içinde? Sadece onu yaşamak istiyorlar. Buna hakları olmalı, diye düşünüyorum. Ama romanda genel w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
35
}
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
O RTAKLAR ve H İSSEDARLA R - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
olarak, özellikle Çınar’da bir arayış var. İlkelerine göre eylemde bulunan biri değil, eylemlerine mana vermeye çalışan biri. Kendisinin de söylediği gibi “sürekli yapılıyor...” Yani yapılıyor, yapı-sökülüyor ve yeniden yapılıyor, biraz nisbi, belirsiz bir karakter. Roman bir "Arayış" mıdır o zaman? Çınar'da ve Küçük Çocuk'ta görüyoruz bu arayışı. Küçük Çocuk da başlangıçta son derece içe kapanık ve pasif bir çocukken yaptığı o arayışa bazı kritik fiillerle işaret fişeği çakıyor. O da bir an önce geleceğe kaçmak istiyor ama korkuları var, burada bir çocuğun masalların o korkunç yerlerinden korkması gibi bir kaygısı da var. Zaten o konuşurken yer yer masallardan da bahsediyor. Türkiye'nin kanamalı yaralı halleri var her kesimde, belirli kesitler almış, bu kanamalı yaralılık halinden bahsetmiştir sanırım. "Ortaklar ve Hissedarlar" makro bir roman, alt-katmanları, öyküleri, karakterleri çok, arayış da temalardan biri, evet. Bir katmanda iş dünyasını, bizi bugünlere sürükleyen liberal ortamı, o dünyaya paraşütle inivermiş gibi görünen aykırı bir avukatın gözünden anlatıyorsunuz. Şunu sormak istiyorum. Ezenlerle ortak hareket eder görünürken, içinde ezilenlerin ruhunu taşıyan bir karakter görmek sık rastlanan bir durum değil. Çınar nasıl biri? Nisbi bir karakter. Nerede ne araması gerektiğini arıyor. Yaslı gidiyor şen geliyor, şen gidiyor yaslı geliyor... Aptal bir akıllı. Çoğu zaman da bilerek ve isteyerek tırnak içinde “başarısızlığı” seçiyor. Ama bir milyon dolar kazanabilecek ölçüde de başarılı! (Gülüyor) Öte tarafta babasının intikamını almak isteyen bir asker çocuğu, onun, babası ile problemli arkadaşı Mert. Bu iki erkeğin karşısında kendi babalarına neredeyse aşık Çınar ve Hande. Onların kendi aralarındaki çatışmaları. Ayaş'taki çiftlik evi üzerinden Alman kadın ve üvey oğulları arasındaki çatışma. Üvey oğulların babaları Cemal ile ilişkileri. Küçük Çocuk'un kendi babası ve anneler. Kurguda çok incelik var. En çok da Küçük Çocuk’u ve onun dilini, anlatısını sevdim, o çok tatlı. Çok mülayim ve ağırbaşlı. Ben köpek Ulubey'de bile bir karakter gördüm. Onu da çok sevdim. Köpek Ulubey'in de şahsiyeti var. (Gülüyor) O çok “iyi” bir köpek. Şefkatli, munis… “Ana-Baba Günü”ne yol açmadan çeşitli örüntüleri iyi ve manalı dokumuş o zaman, çok iyi. (Gülüyor) Anlatımı da dikkatimi çekti. Herkes konuşuyor, herkes de yazar bir manada, kâh birinci tekil kişi, kâh üçüncü, kâh "biz" diye başlıyor. Bazen "sen" diye başlıyor.
}
Evet orada bu romana uygun bir yazım tekniği aradım ve buldum sanıyorum. Her hikâye, anlatılması gereken dille anlatılmalıdır. Herşey her üslupla anlatılamaz. Daha doğrusu üslubuna göre anlatının manası veyahut alımlanması da değişir. Roman toplumsal gerçekçi mi? Tırnak içinde "En alttakiler," tırnak içinde "en üsttekiler" anlatılarak da anlatılabilir; bu sık yapılan bir şey değil, Bu yönüyle toplumsal gerçekçi bir roman tabii. Hatta yer yer fazla gerçekçi bile sayılabilir. Bunu biraz açar mısınız? Yani tek bir cümle ile özetleseniz tematik olarak, nasıl özetlerdiniz? "Belli ki bir dağılma yaşıyoruz." Bu dağılmayı ve kanamalı yaralanmayı yer yer masalsı ekskursuslar, parantezler açarak anlatmıştır. 36
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
O RTAKLAR ve H İSSEDARLAR - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
Bahtı Açık Olsun
Karakterler? Çok sayıdalar, beş altı kişinin romanı değil gibi, bu kadar insan. Onlar topluca tecrübe ettiğimiz o dağılmanın kesitlerini kişisel öykülerinde gözlemlediğimiz insanlar, zamanlarından ziyâde mekânları gözetilerek. Türkiye'nin X Kuşağı diyor, zaten girişteki şiir de "Dört Eğilimsiz Düz Çocuk" adlı sizin şiiriniz. Şiir çok etkileyici. Evet. Karakterler mi esas,olaylar mı? Şüphesiz karakterler. Roman, kişilerin veya kişileştirilmişlerin başından geçen olayları, bu olayları başlarından nasıl olup da geçirdiklerine işaret ederek ve onları biricik kılarak anlatma sanatıdır. Bir yönüyle tabii, önemli bir yönüyle; yoksa binbir türlü roman var, tanım iddiasında değilim... Yalnız en azından bu romanda başat karakterleri biricik kılamamışsam üzülürüm. Prens Mişkin'i mi hatırlarsınız yoksa orada geçen irili ufaklı pek çok olayı mı? Bir Prens Mişkin fikri, olayları çoktan unutmuş her okuyucusunda vardır "Budala’"nın. Bir yandan da "Küçük Çocuk" adı verilen karakterin kendi dünyasını, Ayaş'taki o kocaman ev ve bağ bahçe etrafındaki mücadeleyi neredeyse masal veya yer yer kötü bir rüya gibi anlatıyor. Küçük Çocuk da bazen anlatıcı, bazen onun gözünden "herkes" anlatılıyor. Bir sürü entrika, hukuk cambazlıkları ve çetin olaylarla, insanlarla naive bir dünyanın, söylediniz "budala" ve masum insanların karşı karşıya konulması. Ayaş'taki o köy Ankara'ya mecazi olarak desem, o kadar da uzak mı? Görürde çok yakın, coğrafi mesafeyi düşününce ama... Türkiye öyle ki; kapı komşunuz size
dünyanın öteki ucunda yaşıyor gibi görünebilir. Zaman, mekân, uzaklık ve yakınlık motifleri ile de bayağı meşgul olan bir anlatı.
Roman bir uzaklıklar ve yakınlıklar coğrafyasıdır, her romanın topografyasında bu vardır
sanırım. Çok uzakta görüneni yakın, anlaşılır kılma, merak etme. "Merak ediyoruz," demeli. Bu mesafelerin kapatılamadığı bir ayrılık ve çalkantı ortamını anlatıyorsunuz ama. "Herkes ortak, herkes çete," denmiş de bir anlaşmazlıktır sürüp gidiyor. Ayrıca yas duygularının, kin duygularının, hırslarının yönlendirdiği karakterler. Sizin en çok sevdiğiniz karakter hangisi? Hepsini seviyorum. Sormak istediğim şu: Hikâye boyunca devam eden bir dava ve birbirleriyle çatışan çok sayıda karakter içinde hangisi? Bilmiyorum. Orada ne yargılayacağım ne de özdeşleşebileceğim bir kimse var. Açılan kapanan, gene açılıp gene kapanan mesafeler ve mekân bilinci. Ama "Küçük Çocuk" mesela, eğer heykeltraş olsaydım "bu benim taştan yonttuğum hakiki bir kıymet" derdim. Kurmacanın daha derin anlatısına imzasını o koyuyor. Ben de sizin gibi oyumu Küçük Çocuk’tan yana kullanayım. Ama en etkileyici karakter kimdir diye soracak olursanız bence Mert. Üstünde konuşmadık çok ama o, bütün bu dağılmanın altyapısını ve gidişatını ortaya seren bir karakter. Sırada bir roman var mı peki? Var. Bitti. Bitmişti daha doğrusu, "Ortaklar ve Hissedarlar" da 2009'da bitmişti aslında. w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
37
}
SÖYLEŞİ
O RTAKLAR ve H İSSEDARLA R - ÖYK Ü DİDEM AYDIN / Zeliha Demirel
Bahtı Açık Olsun
Neden beklediniz? Şimdi neden? Zamanı gelmişti.... Yazgının düzeneğini didiklemek için biraz zaman geçmesi gerekir. Bunu "Küçük Çocuk" da diyor. Gelecek roman ne hakkında? Gene zaman, unutmak, yakınlıklar ve mesafeler. Türümüz ve başka türler. Acaba kimse kimseyi anlayabilir mi? Ne tutar insanları birarada? Yazınımın temel meraklarından biri bu. Teşekkür ederiz Öykü Didem Aydın. Rica ederim Zeliha.
}
Açık unutulmuş kitap...
Öykü Didem Aydın, Ortaklar ve Hissedarlar, 580 sf. - Everest Yayınları, 2014
38
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Mazlum Çetinkaya,
ZEVEB ÂN / Dağlar Erirse - Sib e l Özb ud un
POETİkAL
Dağlar Erirse Hiç merak ettiniz mi; son zamanlarda neden en “şiir” gibi şiirler Kürt coğrafyasından geliyor? Neden suyun batı yakasının çocukları ya şiir yazmayı – ve de okumayı neredeyse hepten bırakmışken; ya da sponsorlu, bienalli, küratörlü, genellikle büyük şirketlerin adıyla birlikte anılan etkinliklerde vücut bulan “şiirimsi”lere yönelirken (teslim etmek gerekir ki şiir, sanat “alem”ini saran bu yeni kavramlardan en az nasipleneni. Bir başka deyişle, diğer sanatsal ifadelerle karşılaştırıldığında, “piyasası” en düşük olanı. Bu da şiirin şansı, herhalde…), suyun doğu yakasının çocukları, dağlarda, hücrelerde, ya da özgürce, kardeşçe yaşayacakları bir dünyayı inşa ederken şiir gibi şiiri eksik etmiyorlar yaşamlarından. Çünkü yaşanmışlıkların hülasasıdır şiir. Yaşamak ise, hiç kuşkusuz salt soluk alıp vermek, her saniyesi sizin dışınızda birileri, dinsel, siyasal, ailevi ya da ticari bir yetke tarafından tasarlanmış bir sürece boyun eğmek değil, “başka bir yaşam mümkün”ü düşleyebilmek, kendi yolunu çizebilmek, cüret etmektir. Acı verir elbette… Fiziksel ve tinsel… Kimi zaman bedeni, kimi zaman yüreği örselenir insanın. Soluğunuz kesilir bazen. Kimi zaman amansız bir düşkırıklığı, bir ye’is kaplar içinizi. Kimi zaman kocaman bir kayayı tepeye doğru sürüklerken, ve tam doruğa ulaşacakken kayanın gerisin geriye yuvarlanması ve her şeye yeni baştan başlayacak olmanın bezginliği… Zevebân - Düşülke, 2014 Mazlum Çetinkaya Kimi zaman en yakınlarınız, en sevdikleriniz, omuzbaşınızda yok 80sf - Jezabel edilirken suskun, seyretmek zorunda kalırsınız. Bazen en yakınlarıISBN: 9786058546486 nız terk eder sizi. İhanetin ağulu şarabından tadarsınız… Kapak Görseli Hasılı, hüzün verir, acı verir… Ve o hüzün, siz fark etmeden şiir Muzaffer Oruçoğlu tortuları olarak birikir yüreğinizde. Sonra da apansız, kabuğunu patlatıp ortaya çıkar. Yani, acı ve hüzün şiirin terkibindendir. Belki de bu nedenle hedonizme yaslanan piyasaya dahil olamamaktadır bir türlü. Ve bu nedenledir ki günümüzde en “şiir gibi” şiirler, en çok suyun doğu yakasından, acılarını onlarca yıldır biriktiren Kürt coğrafyası çocuklarından gelmektedir. Yakın bir zaman önce de Zevebân çıkageldi. Mazlum Çetinkaya’nın ilk şiir kitabı. Hüzünlerden damıtılmış… Bu sancılı coğrafyanın bütün acılarına duyarlı bir sessiz çığlık olarak. Çetinkaya’nın bir “ilk kitap” için ustaca dokuduğu metaforların gerisinde yalnız Kürt coğrafyasının değil, tüm Anadolu’nun yakın-uzak acıları yığılıyor. [gökyüzünde unutulan bir şey vardı/ acı…/ çocuklar babalarını bekler/ üzgün akmasın sular diye…/ gömleğimde kurumamış bir leke yiğitlik/ kadavralar giydirilirdi yanı başımızda dostlara…/ türküler uygun adım olmaz/parkamdaki fermuar/ acı…] Sayfaları karıştırırken kimi zaman Cumartesi analarına bürünüyor dizeler [eller, koynunda kadınlar gibi durur güvercinler/ yağmur altında/ suskun tenha/ içlerindeki bir masalı ayrıştırır gibi/
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
39
POETİkAL
Mazlum Çetinkaya,
ZEVEBÂN / Dağlar Erirse - Sib e l Özb ud un Kitabın bölüm başlarında bulunan, her bir bölüm için özel olarak hazırlanmış, mürekkep desen çalışmaları Tuğba Dinçmen’e ait...
kayıp çocuklar gibidir/ bütün kayıp heceler/ güvercinler konuyordu/ bir postane ağacının dalına/ elleri koynunda/ bir haber akıyordu/ kayıp bir cumartesi] Bazen o kocaman gözlerini şaşkınlıkla açmış Ceylan’a, yaşayamadığı kadınlığın çilesini anlatıyor [kendimi öldürtecek katiller doğuruyorum durmadan/ göğsümdeki kırmızıyı çoğaltıyorum/ aşk’ı kilimlerin desenlerinde… ben kadınım/ kavimlerin göçüyüm raylara sürülmüş/ sarı gelinin Ermeni kızıyım/ toprağa düşen bir ‘kılam sesiyim’/ doğduktan beri/ kayıp çilli küçük kızıyım Dersim’in...] Roboskî’nin ölümün bombardıman olarak çullandığı otuzbeş gencecik can’a “ah” ediyor ardından [yine ölüm/ ölüm ölüm ölüm/ ulu(r)derede kuduruyor hayat…] Sonra dönüp Hrant’a sesleniyor […gül kokladım üzerinde bir agosun/ bilemezsin/ ey toprağın tuzu/ bilemezsin ki/ küçük bir tırtılın kozasında/ zevebân etmek/ bir dağı dikine yürümektir aşk…] Zevebân “erime, buharlaşma” anlamına gelirmiş. Mazlum, onu “dağın erimesi” anlamında kullanıyor, nice dağın göçtüğü bu sancılar coğrafyasında. Ve soyları kırılan Ermenilerden Dersim tertelesine, asit kuyularında yok edilen, topraklarından sürülen Kürtlerden örselenmiş kadınlara, bir daha hiç dönmeyecek babalarını bekleyen çocuklardan bir daha hiç görmeyecekleri çocuklarını bekleyen analara… zevebân’a uğramış, göçertilmiş, yüreklerinde bir dağ göçmüş insanları dokuyor şiirinin ilmeklerinde. En çok, birikmiş acı ve hüzün tortularının patlamasıdır şiir. Bu nedenledir ki bugünlerde en çok, demir parmaklıkların arkasından, faili meçhul ölülerini arayan evlerden, halkı göçertilmiş ıssız kentlerden, topraklarından kemikler fışkıran coğrafyadan yükseliyor… 40
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
41
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
9 4 .9 Aç ık RADY O - Ö M ER MADR A / Janset Karavin
Açık Radyo’ya gidip, sevgili Ömer Madra’ya ‘sizin iş de zor...’ dedik. Bakın neler neler söyledi...
}
Janset Karavin: Hoş bulduk, nasılsınız? Ömer Madra: Valla, iyi... J.K.: Açık Radyo nasıl gidiyor, memnun musunuz? Ö.M.: Yirminci yılında Açık Radyo... J.K.: Bir de yeni yerinizdesiniz şimdi artık daha ferah, daha rahat değil mi? Ö.M.: Evet, eskisine göre daha büyük değil, fakat tabii kendi ihtiyaçlarımıza göre yeniden düzenlenmiş bir yerde maddi koşullar insanın düşünsel yapısını da belirliyor. J.K.: Psikolojik olarak etkiliyor, bu biraz da keyifle yapılan bir iş çünkü... Ö.M.: Biraz da mazoşist olmak lâzım... J.K.: Peki Açık Radyo’yla edebiyat ilişkisini nasıl kurabilir insanlar, ne diyebiliriz bu konuda? Ö.M.: Kopmaz bir ilişki. Edebiyat ve sanat zaten dünyayı değiştirmenin ve dönüştürmenin en temel araçlarından biri, yani sanatçıların olmadığı bir dünyada herhangi bir dönüşümden de bahsedemeyiz. J.K.: Kavram olarak sanatçıyı da belirlemek lazım ama orada, yani sanatçı derken bir şeyleri dönüştürme çabası içinde olan insandan bahsediyoruz. Ö.M.: Yazar-çizer takımı, edebiyatçı, romancı şair yani hayal gücünü kullanarak toplumun dönüştürülmesini sağlayan kişi diye anlıyorum. Edebiyat tabi burada tayin edici de bir rol oynuyor her zaman toplumun ayrı kesimlerinde yer almış bir şey olarak bakıyorum; kendi kişisel hayatımda mesela 1967 tarihinde dünyanın önde gelen yazar ve düşünürlerinden biri olan ve belki de birincisi olan
Noam Chomsky’nin ‘Entelektüelin Sorumluluğu’ isimli bir makalesini okuyunca Orhan Pamuk’un romanının ilk cümlesi gibi; ‘bir makale okudum ve hayatım değişti,’ diyebilirim çünkü
entelektüel sınıfın, yani sanatçı ya da aydın kelimesini kullanmaktan kaçınıyorum, entelektüellerin gidişatı değiştirmek ve muhalif olmak konusunda müthiş bir sorumluluğu olduğundan ve bundan kaçamayacaklarından bahseden bir makalesi vardı. Videohux’ta çekmişti o zamanlar internet yoktu, ama bana bir yerden bir arkadaş vermişti o tarihten sonra ben hep böyle davranmaya, o pencereden bakmaya çalıştım, tabi entelektüel deyince de, yani gazetecilik falan elbette var ama tayin edici olanın yazarlığın ve çizerliğin ön planda planda olduğunu söyleyebiliriz ve bu Açık Radyo’da her zaman belirleyici bir rol oynadı bizim için. Bir kere ilk günden Alexander Dumas’nın Üç Silahşörler’inin okumalarıyla başlamıştık bundan yaklaşık yirmi seneye yakın bir süre önce; dürüstlük mertlik ve hakkaniyetli bir yaklaşımı çok öven romanlar dizisidir aslında. J.K.: Bu süreç içinde Açık Radyo’da neleri dinledik biz aslında? Ö.M.: Bir kere çok komik bir şey oldu, Üç Silahşöreler’le başlayıp sonradan da 20 yıl sonra onun ikinci kitabını da oturup baştan sona okudum, her gün birazcık 5 dakika falan öyle; kayıt falan da değildi düpedüz sabahları canlı yayında okuyorduk, şimdi belki de iyi bir fikir olabilir yirmi yıl sonra yeniden okumak. J.K.: Beri taraftan da canlı okumanın dışında, Tilbe 42
Sayı 1 | Ocak 2015
Saran, Savaş ve Barış’ı okumuştu... www. a le n g i r l i m e c mua . com
Kıyamete
Ömer
3 Kala
Madra
Buzullar eridiği zaman aç kalınacak ve bütün o nehirler Ganj, Sarı Irmak gibi ırmaklar kuruyacak, açlık, savaş ve kıtlık seviyelerinin yükselmesi okyanusların perişan olması...
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
43
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
9 4 .9 Aç ık RADY O - Ö M E R MADR A / Janset Karavin
Ö.M: Edebiyat klasiklerinin bir çokları okundu, Savaş
ve Barış, Dostoyevski’nin Karama-
}
zov Kardeşler’i baştan sona okundu; bir de tamamen Açık Radyo’ya özgü çatlaklıkla bir hoş-
luğumuz oldu, gece vakti program tekrarlanmasından sonra bile sabaha karşı bir boşlukta, yani ancak müzikle doldurulan bir yerde de, o zamanlar tanıdığımız bir Rus oyuncunun yardımıyla Karamazov Kardeşler’in bir de Rusça’sının tamamı okundu ve herhalde dünyada benzeri olmayan bir şeydi ve çok güzeldi. Maria Akgüllü; oyuncuydu aynı zamanda kendisi, mükemmel oluyordu. Rusça tek kelime dahi bilmiyorduk ama harikaydı. J.K.: Birazcık da Dostoyevski’nin o Rusça tınısını duymak değil mi? Ö.M.: Evet bambaşka bir şeydi ve bunu bizim yapmış olmamız bana büyük bir keyif veriyordu. Onun dışında Oğuz
Atay’ın son derce önem verdiğimiz Tehlikeli Oyunlar adlı eseri gene Tilbe
Saran tarafından, baştan sona okundu. 1984 iki defa okundu ve belki de üçüncü okumanın sırası geldi diyebilirim; önümüzdeki günlerde gelecek olan iç güvenlik devletini ve düşünce polisini gördükçe... Bir kez daha okumakta yarar olabilir. J.D. Salinger’ın Franny and Zooey kitabını 90. Yaşı dolayısıyla seslendirdik ve o kitabın
çevirmeni de ben olduğum için okurken kolaylık oldu, fakat onlar kayıttı tabii, mümkün olduğunca hata yapmamaya özen gösterdim ve hata olan yerleri de tekrarlayarak okudum.
Şimdi bakıyorum da çok sayıda eser okuması yapmışız, mesela Sabahattin Ali’in hikâyelerine yer verilen programlar yaptık altı ay boyunca, Ali 100 yaşındayken. Aziz Nesin’in çok sayıda hikâyesini seslendirdik. Andersen’in 200. yaşı dolayısıyla 26 hafta boyunca belli başlı bütün masallarını Tomris İncer seslendirdi. Jane Austen’in Gurur ve Önyargı romanının yayınlanışının 200. Yıl dönümünde, 6 ay boyunca, Austen üzerine yazılmış tüm yazılar, romandan parçalar ve toplumsal etkileşimleriyle konuşuldu ve gene Borges üzerine yaptık böyle bir şey. Ardından gene 6 ay boyunca Brecht’in oyunları, şiirleri, yazıları ve müziğe etkisi konuşuldu. Dünyanın bilinen en eski klasiklerinden Binbir Gece Masalları da açılış programlarından biri; 12’yi 5 geçe başlayan ve 5 dakika süren okumalar yaptık 6 ay boyunca. J.K.: Peki şimdilerde neler oluyor Açık Radyo’da? Ö.M.: Şimdi Shakespeare dolanıyor 450. Yaşı dolayısıyla, Tilbe, İlksen, ben, Eraslan Sağlam, Tolga Korkut gibi isimler; hem radyoda programcı olan dostlarımız, hem de aramızın iyi olduğu dostlarımızın gönüllü çabalarıyla seslendiriliyor.
Cevat Çapan da seslendirdi mesela, hatta
Bülent Aksoy da. Cevat Çapan’ın olağan üstü ilginçlikte akademik bir makalesi var Shakespeare’in çeşitli oyunları hangi Türk halk, Türk sanat musikisine; mesela ‘to be or not...’ ‘bir ihtimal 44
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
9 4 .9 AÇ I K RADYO - ÖMER MADR A / Janset Karavin
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
daha var; o da ölmek mi dersin?’ üzerinden giden 13-14 parçalık bir çalışma bu şekilde. İki program yaptı üst üste bütün şarkıları bulduğu gibi Trt kayıtlarında olmayanları da rica edip bizzat icra etti. Shakespeare hâlâ devam ediyor; 23 Nisan’a kadar 451. Doğum gününe dek sürecek. Önemli bir başka isim de Lesboslu lirik şair Saphho; bugüne çok az şiiri kaldı ve hem duruşu hem de şiirleriyle insanlığın dünyaya bakışını değiştirmiş bir şair, Saphho’nun modern Yunanca’ya çevirilerini yapan aynı zamanda da müzisyen olan Vasiliki Karagiorgos yeniden hem Türkçe yapılmış çevirilerini hem de modern Yunanca’ya yapılmış çevirilerini gözden geçirmiş. Eski Yunan’ca da biliyor kendisi ve modern Yunanca olarak okuyacak Açık Radyo’da. Belki de klasik Yunan’ca olarak da okur bilmiyoruz. Ona da sanıyorum Açık Dergi programının içinde yer vereceğiz saati belli olmamakla birlikte. Zaten malum kısa şiirler. Müzisyen ve programcı Orçun Baştürk; o da ona uygun müzikler besteliyor şimdi. Sumru Ağıryürüyen de var işin içinde. İlksen Mavituna’nın da aralarında olduğu büyük bir proje, buna bu sene yeni başlıyoruz. 20. yılımızın en heyecan verici projelerinden biri bu. Hiçbir vesile olmadan; Saphho’nun yıldönümü olmadığı halde, birden bire bir şimşek çaktı böyle bir şey yapalım diye; Halil ruz müziklerle.
Turhanlı’nın bir kitabının okumalarını yapıyo-
J.K.: Shakespeare’e dönecek olursak 450. yaşı malum... Shakespeare üzerinden size şöyle bir soru yöneltsem; popüler kültürle, bugünle ilişkilendirerek daha çok, hani o meşhur balkon sahnesi var ya. Şimdiki balkon konuşmalarıyla Romeo ve Juliet’teki balkon konuşmalarını bir araya getirecek olursak, gençlerin artık kısa mesajlarla bir araya gelmeleri, ayrılmaları ve barışmaları gibi hallere gelmiş olması, beri yandan sizin Shakespeare okumanız... Neden böyle bir şey yapıyorsunuz, Açık Radyo’nun aklı başında mı, burada bir ayrılık gerçekleşirken, şurada bir reklam çıkması gibi durumlar söz konusu artık. Ne diyorsunuz bu popüler kültür için, gelip geçici diyorlar gelip geçerken neler oluyor ne izler bırakıyor? Ö.M.: Klasik olan hiçbir zaman gelip geçmiyor ve geçmesi de mümkün değil, 1984 de bir siyasi roman klasiği, Shakespeare de zaten gelmiş geçmiş en önemli kalıcı, evrensel yüreklerden biri; o kadar çok, her günün her ânına, her saniyesine uydurmak mümkün ki. J.K.: Bugüne de uyuyor mu mesela? Ö.M.: Her şeyi uyuyor. Bence büyük ve önemli yazarlarda sık rastlanan bir şey bu; her duruma insanın ‘hay Allah, tam da bu,’ dediği; tüm bu iktidar hırsları dünyanın şu an içinde bulunduğu son derece tehlikeli mecrâda ve bu konuda endişelenen insanların da kıyamet saatini gece yarısı üç kalaya ayarladıkları bir dönemde, gerek nükleer tehlikeye ve sürekli savaş haline gerekse de iklim değişikliğine... Hepsine ama hepsine uyan, etrafı saran bu korkunç ölümlerden Shakespeare’in Kral Lear’ından çok ciddi bir pasajı ‘Öldür, öldür öldür!’ dediği bir pasajı ya da tirad ya da bazı replikleri bile dolaştırıyoruz radyoda ve eminim ki, herkes kendine göre pek çok şey buluyordur metinlerde. Keza 1984 de böyle, yani hiç fark etmiyor. Birazcık da Osmanlıca dersleri verdik. w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
45
}
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
9 4 .9 Aç ık RADY O - Ö M ER MADR A / Janset Karavin
J.K.: 1984 deyince aslında orada kullanılan yeni-konuş diye bir dil vardı, sanki Türkiye’deki hâl biraz ona dönüşmeye başlıyor... Ö.M.: Hiç şüphesiz ki öyle, artık düşünce polisi de var, ‘savaş barıştır’ da var gerçeklik bakanlığı da var. J.K.: Sanki bir çeşit deney alanı gibi bir yer olmaya başladı... Ö.M.: Başta konuştuğumuz gibi; entelektüellerin işi bunları ortaya çıkartmak olduğu için; Aziz Nesin’den de uygun paragraflar bulmak mümkün, hatta 100. Yaşında onunla ilgili bir şeyler yapmayı düşünüyoruz Açık Radyo’da...
}
J.K.: Kemal Sunal filmlerinin birçokları Aziz Nesin hikâyelerinden uyarlama, mesela opera sanatçısının çıkarttığı seslerle yapılan gülünçlemelerle halka olan uzaklık anlatılmaya çalışılırken aslında biraz popüler kültür eleştirisine doğru gitmeye başlayan düşünceler, fakat zaten Aziz Nesin’in yazdıkları hâlâ geçerliliğini korumakla beraber aslında güldürü bakımından onun yazdıklarından daha da ileriye gidiyoruz... Ö.M.: Biraz merakınız varsa, içinde bulunduğumuz olayları yorumlamak ve onları değişik biçimler içinde de etkileyebilmek açısından sınırsız imkânın bulunduğu yerler var. Tevfik Fikret ki, dünyanın en büyük özgürlük şiirlerini yazmış biri ve onun da devreye tekrar sokulduğu anlar var; Tevfik Fikret üzerine de 4 ayrı program yaptık ve belki de tekrar Açık Radyo’nun 20. Yılı vesilesiyle bu programları yayına koymayı düşünüyoruz. İnsanın bitmek bilmeyen arayışını gündelik olaylarla birleştirip, ama muhakkak bir otoriteye
karşı düşünmeye sevk etmeli. Anton Çehov’la ilgili de inanılmaz şeyler yapıldı Açık Radyo’da mesela. Manifestomuzda zihinsel tiyatrosu diye bir kavramla yola çıkmıştık; Federico Gar-
cia Lorca’nın Eskicinin Karısı’ndan başlayarak; Andersen de dahil buna; muhakkak bir şeyler buluyorsunuz, bir siyasi, bir toplumsal mücadele, bir vicdan muhasebesi gibi şeyler çıkıyor muhakkak; o yüzden Açık Radyo’da haddi hesabı belli değil edebi çalışmaların. Osmanlıca dersleri ihdas* ettik. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında bir bölüm var; orada partnerini sürekli sınava tabi tutup, sonra da hiçbir şey bilmediği için sıfır verip oturtuyor ve elbette felsefe;
Oruç Aruoba’nın çeşitli çekirgeler bulup, onlarla beraber yaptığı felsefe programları var mesela; kaçınılmaz olarak onlar da edebiyatla ilişkileniyordu. Açık Radyo olarak o kadar çok şey yaptık ki, birçoğunu anımsayamıyorum bile şu an. Şuna da değinmeden geçemeyeceğim; Shakespeare bir retorik üstadı aslında hele ki yaşadığı dönemde, yanlış hatırlıyor da olabilirim ama, haftada 40 saatin üzerinde retorik dersi var. Retorik deyince Türkçe’de ya da İngilizce’de biraz küçümseyici, siyasetçilerin kullandığı bir şey olarak anlaşılıyor. Hâlbuki retorik, hitabet sanatıyla ilgili bir şey, Shakespeare’in neden olağan üstü bir yazar olduğunu retoriği fevkalade iyi kullanıyor oluşundan anlayabiliyorsunuz. Geçen gün de Sokrates’in Savunması’nı yeni basmışlar tekrar okuyordum. 46
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
9 4 .9 AÇ I K RADYO - ÖMER MADR A / Janset Karavin
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
J.K.: Aslında ifadelerin ne kadar incelikli anlamlar taşıdıkları bir anlamda da... Ö.M.: Aynı zamanda da neyin ne zaman tekrarlanması gerektiğinin ne kadar önem taşıdığını anlayabiliyorsunuz böylece. Siz Kafka’yla da çok ilgilisiniz. Kafka’nın Dönüşüm’ünü de baştan sona okuduk Açık Radyo’da mesela. Eraslan Sağlam okumuştu hatta yanlış anımsamıyorsam. J.K.: Hani az önce de değindiğiniz gibi, iklim değişikliğiyle ilgili büyük bir saatten bahsediliyor; 3 dakika kaldı deniyor kıyamete! Bu farkındalık üzerinden baktığımızda; hepsi bağlantılı birbiriyle aslında, nereye doğru gidiyor dünya ve insanlar ne kadar farkında bunun? Siz oldukça ilgilisiniz bununla beri taraftan da kişisel olarak. Hakikaten 3 dakika mı kaldı sizce de? Ö.M.: Kesinlikle! Artık bunu tartışmayı bıraktı insanlar. Bilim insanları yüz küsur yıldır bunun hesaplarından bahsediyorlardı.
Amerikan Senatosunun kongresinde James Henson isimli bir bilim insanı çıkıp, ‘tamamdır, artık ayağınızı denk almanız gerekiyor, yoksa gelecek nesillere yaşanacak bir dünya kalmayacak. Dünya ısınıyor ve bunun sebebi insanların kömür ve petrol gibi fosil yakıtları yakması,’ dediği bir yandan da tüketim çılgınlığını dizginlenmeleri gerektiğini söylemesinin üzerinden 27 yıl geçti ve şimdi dünya çok daha vahim bir durumda, deniz seviyeleri yükseliyor dünya üzerindeki bütün buzullar deli gibi eriyor ve hatta daha geçen gün bir haber gördüm; The Guardian gazetesinde yanılmıyorsam; dünyanın bütün buzullarına tırmanan bir sporcu; Kilimanjaro’da Afrika’nın tek buzulu olan dağ ve bu sporcu oraya çıkmış, fakat bunun son çıkışı olacağının bilincinde tabii, uzaktan ince bir duvar halindeki buzula kancasını takıp tırmanıyor, ama arka taraftan düşebilir yani o kadar ince jilet gibi kalmış bir buzuldan bahsediyoruz. Bunun insanlık için sonsuz korkunçlukta sonuçları olacak. w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
47
}
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
9 4 .9 Aç ık RADY O - Ö M E R MADR A / Janset Karavin
Buzullar eridiği zaman aç kalınacak ve bütün o nehirler Ganj, Sarı Irmak gibi ırmaklar kuruyacak, açlık, savaş ve kıtlık seviyelerinin yükselmesi okyanusların perişan olması...
}
Yapabileceğimiz şey bütün bunları yalnız konuşmakla kalmamak. Açık Radyo belki de 15- 16 yıldan beri konuyla ağır şekilde ilgili, hatta yazılmış bazı önemli kitaplardan da sıkça bahsediyoruz; mesela Cormac MacCarthy’nin The Road isimli kitabı; henüz tamamını okumadıysak da çok iyi, sonradan filmi de çekildi. Kitap, bir küresel iklim felaketi sonrasında çocuğuyla birlikte dolaşan bir babanın hikâyesini anlatıyor. Bundan başka, 2300 yılında bir Çinli tarihçinin neler oldu dünyada diye... -çünkü Çin’den başka ülkede kalmamış biraz idare etmişler, Collapse’dı sanırım adı kitabın- ...dönüp, ya insanlar nasıl bu kadar ahmak olabiliyorlar; bunu göremediler? diye sorduğu, ama tamamen mevcut gerçek bilimselliğe dayalı olarak kurgulanmış bir kitap var mesela. J.K.: Evet, aslında hiç de distopik bir hikâye değil çünkü bilimsel verilere dayanıyor. Ö.M.: Zaten yazarlar Naomi Vasquez ve Eric Conway isimli, iki tanınmış iklim bilimci ama burada böyle bir hikâye çıkartmışlar; onu da bir ara okumayı düşünüyorduk Açık Radyo’da. Araya benim bu New York seyahatim girdi ve öyle kaldı; New York’ta da çok büyük bir yürüyüşe katıldık, her gün yayın yaptık; dörtyüz bin kişi, Manhattan sokaklarında iklim yürüyüşü yaptı. J.K.: Peki orada tepki nasıl, buradaki tepkiyle oradaki tepki arasında fark var mı? Çünkü sanki öyle bir durum var burada ve sanki birçok şeyin farkında değiliz, Türkiye dünyadan hâlâ biraz kopuk mu? Ö.M.: Öyle bir halimiz var, siyasi ve sosyal veya belki başka açılardan, ama özellikle son yıllarda, bu son 10-15 yılda ekoloji konusunda çok büyük bir mücadele veriliyor yani somut direnişler var. Sinop Gerze’de mesela üç yıl direndiler ve hiç öyle çevreciler filan değildi direnenler, bildiğimiz köylü insanlar. Nehirlerini, topraklarını, havalarını korumak için büyük bir mücadele verdiler, ama kazandılar sonuçta; orada termik santral yapılmasından vazgeçildi. 80 tane termik santral planı vardı kalkınma projesine karşılık. Kimi yerde müthiş bir mücadele veriliyor, kimi yerde de olmayabiliyor, ama yükselen potansiyel var. Bir harita var, hatta çevresel direniş haritası diye geçenlerde de yenilenmiş hâlini bana yolladılar; henüz bakma fırsatı bulamadım, orada bundan yaklaşık olarak bir sene önce 64 ayrı yer haritada görülebiliyordu, şimdi eminim ki bu, iki katına çıkmıştır. Bu nokta da konumuzla da ilgili olarak genç nesil ve özellikle sanatçıların çok büyük bir rolü var, mesela plastik sanatçıların yaptıkları maketlerin ve pankartların durumu insanı şaşırtacak kadar güzel ve büyük bir çeşitlilik gösteriyor olağanüstü güzellikte dev şeffaf kuşlar uçuruyorlardı New York’ta. J.K.: Bir çeşit festivale dönüştürmüşler neredeyse... Ö.M.: Artık o hâle varmış zaten, evet. Gündönümü günü yapıldı mesela. 21 Eylül’de; gün ve gecenin aynı uzunlukta olduğu gün, sabahın köründe az sayıda insan, Central Park’ta toplandı. Amerikan yerlileri -ki bunca yıl sonra başı çekenler onlar ve onların doğayla ilişkileri koparılamıyor- her şeyin 48
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
9 4 .9 AÇ I K RADYO - ÖMER MADR A / Janset Karavin
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
birbiriyle bağlı ve insanın sadece doğanın basit bir parçası olduğunu ve o uyumun içinde ancak bir anlam ifade ettiğini çok iyi biliyorlar. Onların yaptığı bir ritüele katıldık bayağı dansları, duaları, totemleri ve giysileriyle beraber, yedi kabile bir arada temsilen bir gösteri yaptılar ve onlarda yedi kuşak süren bir sorumluluk anlayışı var, yani diyorlar ki ‘biz bu gezegeni dedelerimizin dedesinden devraldık ve yedi kuşak sonrasına da devretmek zorundayız.’ İşte biz de bunu kavrayabilsek sorunu çözeceğiz. J.K.: Aslında bizde de var olan bir durum bu hani bir laf yedi göbek sülale diye... Ö.M.: Bütün halklarda olan bir şey bu aslında ama en çok da yerlilerde çünkü onlar doğayla iç içe yaşadıkları için ve çok ağır soykırıma uğradıkları için. J.K.: Peki hâlâ onlar için koruma alanları var mı? Ö.M.: Var tabii ve toprağın canını çıkartan kum petrolü kaynakları onların toprakları üzerinden geçiyor, hâlbuki hakları var, mesela Kanada’da hükümetle yapılmış antlaşmalar var. Şimdilerde yerlilerin alanlarını da çiğniyorlar ama onlar da bir şekilde ayaklanmış durumdalar. New York yürüyüşü aslında bütün bu büyük mücadelenin bir parçasıydı ve yerliler de dansları ve kıyafetleriyle gelip katıldılar. İlginçtir Hıristiyan kiliselerinde bir sürü toplantı yapıldı. Bazı kiliseler artık kendi cemaatlerinden topladıkları paraları yatırıyorlar; onlar da gelirlerini öyle sağlıyorlar tabii, bir kısmı da en fazla kâr veren petrol şirketlerine yatırmışlar mesela; oradan yatırımları geri çek hareketi var bir de. Hıristiyan kiliselerinin bir kısmının ‘Unitarian Church’ isimli, bin kişilik bir kilisenin salonunda sosyalistlerin temsilcilerinin konuşmalarına tanık oldum, mesela çocuklar ve öğrenciler vardı ve sendikaların ilk defa orada olduğunu gördüm. Bu eylemler, dünyada altı yüz şehirde aynı anda yayınlandı. Net olarak bildiğimiz şey şu ki, 2015 aralık ayında Paris’te iklim görüşmeleri yapılacak; Taraflar Konferansı deniyor ona; 21. olacak sanırım bu ve orada bağlayıcı bir antlaşma yapılması için bütün kesimlerin hep beraber kendi hükümetlerine ‘ya bu işi yapın, ya da biz ne yaparız bilmiyoruz,’ demesi lazım. J.K.: Ben de onu merak ediyorum... Ö.M.: Biz şimdi 2015’teyiz şimdi ve başladık buna, ciddi bir hareket oluştu mesela Papa gibi kuvvetli müttefiklerimiz de var ‘…Tanrıya atılmış en büyük topraktır,’ dedi. Gece yarısına 3 kala demek başka bir çıkış yolu olmadığını gösteriyor. J.K.: Geri dönüşsüz bazı etkileri yaşanacak artık zaten bundan kaçış yok... Ö.M.: Kaçış yok evet yaşanıyor ve yaşanacak. Dünyanın en sıcak yılı 2014’tü, şimdi 2015 olacak, en sıcak 16 yılın 15’i Türkiye’de yaşandı. 1 derecelik bir artış bile tahılların harap olması demek; bu da açlık ve savaş demektir zaten. Mesela Suriye’deki korkunç iç savaş, esas ihtimalle sürekli bir kuraklıktan başlıyor. Diyelim ki bu anlaşmalar imzalandı herkes kabul etti çeşitli önlemler alınmaya başlandı ama sonuç itibariyle bu sıkıntıların büyük bir kısmı yaşanmaya devam edecek. Savaşlardan baş alamayacak bir hale geldik bile zaten, her tarafta çatışmaları görüyoruz hep beraber ama tek yol mücadeleden geçiyor. J.K.: Bu noktada insanlara anlatılabilir mi? Aman ha, bakın bu havalar biraz daha ısınacak ya da soğuyacak gibi bir durum değil aslında, gidişat hakikaten geri dönüşsüz bir noktaya vardı ve böyle devam ederse artık yapılacak bir şey kalmıyor; filmin sonunu yaşamak gibi bu, diye? w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
49
}
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
9 4 .9 Aç ık RADY O - Ö M ER MADR A / Janset Karavin
Ö.M: Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin. “To be or not to be,” aşamasına geldik aslında... J.K.: Ne yapılması lazım peki, mesela beş on tane nükleer santral yapsak işe yarar mı? Ö.M.: Nükleer santrallerin yapılmaması gerek elbette ama asıl iş, kömür üreten termik santrallerde. Kömürle ilgili mevcudun, hatta bunun dörtte üçünün kesinlikle yerin altında kalması gere-
}
kiyor, bu matematiksel bir hesap olarak ortaya konulmuş, yani
kömürü yakarsak iki derecelik bir artışı önleyemeyiz ve önlenemezse de bu üçe dörde ve yüzyılın sonunda da beş dereceye kadar varacak, beş dereceye de adapte olmak insanlar açısından pek mümkün gözükmüyor. Belki hamam böcekleri ve başka bakterilerin adapte olması mümkün ama insanların ve pek çok başka memelinin de sağlayamayacağı açık. 1970’ten bu yana William W. F? Açıkladı; sadece
kırk yıl içinde dünyadaki omurgalıların yüzde elli ikisi yok olmuş, şahsen ben düşünemiyorum yani bunun içerisinde memeliler de var, balıklar da. J.K.: Hakeza galiba bir çok bitki türü de söz konusu... Ö.M.: Evet, ama bu akıl alır bir iş değil, sadece 70’ten bu yana neo-liberalizm denen bir tuhaf kapilatist sistemde kalkınacağız ve her türlü kaynağı kullanacağız, diye bütün demirleri bütün madenleri çıkarıp böyle bir anlayışla devam edilmesinin imkânsız olduğu, ama tek yolun da bununla mücadele edip santral yaptırmıyoruz demekten geçiyor olduğu açık. Açık Radyo’da başından beri bu gidiş gidiş değil diyor. Ziya Paşa’nın deyimiyle: “Bu terazi, bu bisikleti çekmez,’ yani. J.K.: Alternatif var mı peki bunun için? Ö.M.: Büyümemeye dayanan yerel ekonomik yapılanmalar var ve dünyada bunun çok ilginç deneyimleri de var. Çok daha farklı türden müşterekler var; sahip çıkan parklara, bağlara, bahçelere, rüzgâr enerjisine. J. K.: Galiba Avrupa’da da bir çok yerde rüzgâr enerjisine dönülmeye başlandı? Ö.M.: Başlandı, ama kömür kullanımını önleyemiyorsunuz, mesela Polonya, Avrupa Birliği’nin bir üyesi ve karşı çıkıyor buna, İngiltere de benzeri bir şey yapıyor. Avusturya zaten kömür ihracatçısı. Kendi halklarının baskısına tepki gösterip iklimi değil, sistemi değiştir,
diyen bir büyük bir çevre hareketi oluşturmamız gerekiyor.
J.K.: Çok da güç değilmiş gibi gözüküyor bazı şeyleri çözmek esasında...
Ö.M.: Ama insan beyninde bir şey var; Chomsky’nin hep hatırlattığı benim de sıkça dile getirdiğim bir şey var; bir tartışma, şimdilerde yeniden alevlenen bir tartışma bu, Kozmos isimli diziyi yeniden gösteriyorlar; ben henüz görmemişsem de. Kozmos’u ilk yapan adam
Carl Sagan’dı
zaten, şimdi yapanlar da onun öğrencileri. Carl Sagan ilk defa uzaydan çekilmiş dünya fotoğrafını gördüğü zaman, gösteriyor ve diyor ki: “İşte dünya, küçücük mavi bir nokta olarak görünüyor buradan...” Bunun gibi milyarlarca yıldızın bulunduğu bir galaksi burası; o yüzden çok önemsiz bir yerdeyiz ve şunu da diyor, ‘medeniyet yaratacak seviyede bir zekâ evrende nasıl olsa vardır, bu kadar 50
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
9 4 .9 AÇ I K RADYO - ÖMER MADR A / Janset Karavin
SÖYLEŞİ
Sizin İş De Zor
sayı içinde imkanı yok çünkü...’ J.K.: Olmama ihtimali daha düşük değil mi? Ö.M.: Gelgelelim çok ilginç bir münazara cereyan ediyor. Carl Sagan kadar önemli bir antropolog daha doğrusu evrim biyologu Ernst Mayr ekibiyle birlikte dünya üzerindeki türleri araştırıyor ikisi araştırmanın sonuçlarını tartışıyorlar daha sonra ve Mayr, medeniyet yaratacak zeka olması ihtimali zor, diyor, çünkü araştırdık biz, diyor yeryüzündeki ilk bakterilerden, denizdeki ilk canlılardan bu yana elli milyar tür gelip gitmiş, diyor, istatistik olarak elli milyar tür içinde bir tek insan medeniyet kuracak zekaya sahip, dolayısıyla da ne uzayda, ne de evrende olamaz diyor, çünkü elli milyarda bir ihtimal, yok demektir aslında, diyor ve bir de daha da korkunç bir şey söylüyor ki şöyle, biz her türün ortalama yaşama süresini ölçtük ve bu süre yüz bin yıl, eh insan da aşağı yukarı yüz bin yıldır bu haliyle var, dolayısıyla da raf ömrünü doldurduğu sonucuna varabiliriz, yani üzgünüm çocuklar, gençler için de böyle bir tehlike var gibi gözüküyor... Chomsky de bu tartışmayı anlatıp sonunda biyolojik bir hata olduğunu, bir mutasyon olduğunu ispat etmek zorunda değilim insanın, bu kadar ahmaklık olamaz, diyor. İnsan kendini ve beraberinde pek çok türü de yok edecek; demin de konuştuk, büyük balıkların yüzde doksanı yok artık, çünkü dev ağlar atarak avlıyorlar onları ve bu ağlar denizin dibini de tarıyor ve o balık türü olmuyor artık; üstelik yarısını da hayvan yemi olarak kullanıyorlar. Dünyada kırk milyar hayvan var, yetişmiyor bile hayvanlar insanlığın yemesi için yetiştiriliyor. Bitkileri yemek yerine, buğdayları hayvanlara yedirmek için ekiyoruz; ormanlar kesiliyor; bu da çok büyük bir tuhaflık. Aslında et yememek gerekiyor. Bunları da söyleyeyim ki, zaten az olan düşmanlarımın sayısını daha da artsın! Ama bu gidiş, gidiş değil, o yüzden de el birliği yapmak lazım; Açık Radyo’nun 20. Yılında şöyle dedik biz yerel, yatay ve yavaş, yani mutlaka yerel düzeyde örgütlenmek gerekli. Açık Radyo şirket olmakla beraber, kâr amacı gütmeyen bir kooperatif aslında ve müşterek olarak çalışıyor. J.K.: Doğru olanı da bu gibi küçük çözümler üreterek büyüğe doğru gitmek, kolektivizm. Ö.M.: Evet, doğru olanda böylesi zaten, ama yatay, yani internet yoluyla paslaşarak bu tip yerel hareketler arasındaki bağlantıyı kurmak ve aynı zamanda da global hareketlerle beraber ilerlemek. Bir de yavaşça, yavaş bir yaşama tarzıyla mümkün: Hiçbirine ihtiyaç duymadığımız binlerce tüketim malzemesinin peşinde koşuyoruz her gün, sonra da hadi işimiz bitti, gidip akşam televizyon seyredelim, dizilerin arasındaki reklam kuşaklarında gördüğümüz ürünleri koşup satın alalım falan, diyoruz. Böyle bir anlayış olamaz. Hiç biri, bir işimize yaramayan onlarca eşyayı satın alıp birbirimize hediye ederek bir ömür geçiriyoruz; bu bir ahmaklık ve biyolojik bir mutasyon duygusu veriyor. Ernst Mayr’a bir bilim insanı olarak, ama ispat etmek zorunda değiliz. J.K.: Hediye demişken bu arada bizde işe yarar bir hediye verelim size; içeriden tüyo aldık aslında çaktırmıyoruz ama... Bulamamışsınız bunu rivayete göre... Shakespeare okuduğunuz için şu ara size Mina Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet kitabını aldık. Ö.M.: Ah çok harika, teşekkürler! J.K.: Rica ederiz, ne demek. Keyifli okumalar şimdiden... Eh, bize müsaade... w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
51
}
KUŞ MİSALİ
İstanbul’un Cazibe Merkezi Karaköy’de Gece Hayatı /
Ce m Kar ak uş
İstanbul’un Cazibe Merkezi Karaköy’de Gece Hayatı
}
Karaköy, dar sokaklarında her geçen gün açılan yeni mekanları ile son zamanlarda herkesin gözdesi.
Biz de vakit geçirmekten keyif aldığımız bu semtte bir gece turuna çıkalım istedik geçtiğimiz hafta ve son zamanlarda kalabalıklığı ile dikkat çeken Tükkan‘ın Bahar Partisi‘nde bulduk kendimizi.
Tükkan‘da işletmeci Melih Doğan’a bir selam verdikten sonra hazırlıklar tüm hızı ile devam ederken hemen karşıdaki BurgerLab‘e uğruyor ve burgerın duayeni BurgerLab ‘in sahibi arkadaşım Bülent Mermer ile laflıyoruz bir bira içerek. Biraz zaman sonra henüz hava kararmamış olmasına rağmen Tükkan‘ın hızla dolmaya başladığını görüyorum ve atıyorum kendimi Tükkan‘ın içine. 22:30’a kadar yemek servisinin yapıldığı mekanın üst katı ilerleyen saatlerde tam bir parti havasına bürünüyor. İyi müzik, iyi yemek konsepti bence bu mekan için çok uygun. Hatta yanına bir de iyi eğlence de ekleyebiliriz. 52
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
İstanbul’un Cazibe Merkezi Karaköy’de Gece Hayatı /
Ce m Kar ak uş
KUŞ MİSALİ
Gece ilerlerken mekanın kalabalıklığı artık sokağa taşıyor ve bu kalabalığa bakınca mekanı daha çok kadınların tercih ettiğini hemen anlayabiliyoruz. Her zaman söylerim; “Kalitenin olduğu yerde kadınlar vardır” ya da “kadınların fazlaca olduğu yerde kalite vardır,” diye. Kısa sürede elde edilen bu kaliteye ve başarıya bakıldığında, ölü denilebilecek bir sokakta dirilen ve kaliteli insanların uğrak yeri olan bir mekan haline gelen Tükkan‘ın başarısının, eğlence sektörüne yıllarını vermiş Melih Doğan‘ın eseri olduğunu anlamak hiç de güç olmuyor. Pek çok bloggerı da bu partide görmemiz bizi şaşırtmıyor açıkçası. Tükkan, konumu itibariyle kendi halinde bir sokağa müziği, ışıkları ve kalabalıklığı ile renk kattığı için yoldan geçen herkesin dikkatini çeken bir mekan haline geliyor. Biz de bu keyifli partiden yavaş yavaş ayrılarak yakındaki Unter’i ziyaret edip, bir bira da burada içelim diyoruz. Unter‘in önü kalabalık. İnsanlar ellerinde içkiler ile sokakta sohbet ediyorlar. Hem mekanın ruhunu hem de Karaköy sokaklarının havasını soluyoruz bu şekilde.
İnsanlar Gece Yaşadıklarını Sabah Hatırlamak İstemiyorlar... Ardından rotamız yine seçkin mekanlardan Gaspar oluyor. Gaspar mekan olarak çok büyük de-
ğil. Kapısında güvenlik şeridi var. İçerisi boşaldıkça alıyorlar sizi. Ancak bu sırada dışarıda beklerken içki servisi isteyebiliyorsunuz. Dışarıya da hizmetleri var. Kısa süre sırada beklerken her halinden üst segment bir kitlede olduğu anlaşılan hanımefendiler ve beyefendilerin “içeri giremeyecek miyiz? Sadece bir içki içip çıkacağız, ne kadar beklememiz gerekiyor?” gibi serzenişlerine tanık oluyoruz. Belki
de birkaç saat önce bir plazanın üst katında önemli kararlar veren insanların burada mekana girebilmek için birbirleri ile yarıştığını görmek biraz ilginç oluyor. Neyse ki siga-
ra içmek için dışarı çıkanlar fazla olduğu için bu bekleyiş çok da uzun sürmüyor ve kendimizi içeriye atıyoruz. İçerisi kalabalık, çok kalabalık. Zaten küçük olan mekanda adım atacak yer yok. Ama keyifli. Müzikler güzel. Biz her ne kadar ayık olsak da görüyoruz ki insanlar uçmuş. Paltosunu kaybedip ağlayan kızlar, çantasını arabada bıraktığını unutup dakikalarca arayanlar… Yanındaki arkadaşı tarafından “herkesle öpüşemezsin!!!” diye uyarılan kızlar ve bu geceleri hatırlamak istemeyenler… Kalabalık evet. Saatler geçirmek sıkabilir ama Karaköy gecelerinde uğramadan geçilmemesi gereken bir mekan. Gaspar ’dan çıktıktan sonra sıklıkla gittiğimiz eğlence mekanlarından Fosil’e çevirelim diyoruz rotamızı. Ancak sonra vazgeçip havanın da güzelliğinden faydalanarak Taksim’e yürüyor ve ünlü gece kulübü Rehab’a geçiyoruz. Mekan 02:00’den sonra hareketleniyor ve biz de tam o saatlerde adım atıyoruz içeri. İçerisi kalabalık. İstanbul’daki pek çok mekan gibi erkek popülasyonu fazlaca. Çok fazlaca. Birer içki alıyoruz ve müziğe kaptırıyoruz kendimizi. Ardından şov başlıyor. Vücutları ve dansları ile herkesi kıskandıracak iki kız ve iki erkek çıkıyor barın üzerine ve erotik sayılabilecek şekilde dans etmeye başlıyorlar. İnsanlar da kaptırıyorlar kendilerini dansçıların şovu ile. Saat 04:00’ü gösterirken artık sıkılıp mekandan ayrılıyorum. Arkadaşlarım ise kapanışa kadar eğlenmeye devam ediyor.
Karaköy, mekanları ile olduğu kadar kitlesi ile de farklılaşmış durumda. Karşınıza her an her an MIT, Stanford ya da Harward‘da yüksek lisans yapmış ya da LSE ‘ye bir uğramış gelmiş, NASA‘da ya da NSA‘de çalışmış insanlar çıkabilir. Aman dikkat. w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
53
}
Polemik
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
Hak an Akd oğan
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si
}
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve George Orwell’in 1984’ü açısından
Aldous Huxley’in romanı Cesur Yeni Dünya, 26. yüzyıl Londra’sında programlı olarak değişti-
rilmiş toplumu konu edinen bir eserdir. Toplum “Kuluçka Ve Şartlandırma Merkezi”nin tüm hastalıklara ve yaşlanmaya karşı bağışıklığı olan seri insan üretimiyle fiziksel olarak mükemmel biçimde yapılandırılmıştır. Sağlıksız ceninlerin elendiği bu öjenik yapıda uykuda öğretim olarak bilinen hipnopedi ile insanlara içinde bulundukları hiyerarşik yapıda nerede olduklarından yapmaları gereken işlere kadar herşey öğretilmektedir. Irklar eşittir, savaşlar ve yoksulluk yok edilmiştir, sağlık sorunları çözülmüştür. Tüketime şartlandırılan insanlar sadece toplum odaklı yaşamaktadır. Toplum haz almanın esas olduğu hedonistik bir hale bürünmüştür. Herkes mutlak mutludur. Bu açıdan bakıldığında eser bir ütopya olarak görülebilir. Ancak mutlu ve istikrarlı insanlar haline gelmeleri için önemli olan birçok değerin yok edilmesi, aile, kültürel çeşitlilik, sanat, felsefenin neredeyse ortadan kaldırılmış olması eseri bir distopya haline dönüştürür.
George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı distopik roma-
nı da İngiltere’de totaliter bir tek parti yönetiminde sürekli propaganda ve beyin yıkamaya maruz kalan bir toplumu anlatır. Dünya, sürekli olarak birbirleriyle savaşan Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya adlı üç büyük devlete ayrılmıştır. Okyanusya toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir. Büyük Birader’in acımasız diktatörlüğü altında hiç tepki göstermeden yaşarlar. İnsanlar doğdukları andan itibaren kontrol altına alınır. Her yerde Büyük Birader’in gözleri vardır. İnsanlar yaşamaya devlet adına devam ederler. Romanın baş kahramanı Winston Smith akıl dışı bulduğu baskı düzenine muhalefet etmeye, Büyük Birader’e meydan okumaya çalışır. Direnişine Julia da destek olur. Ne var ki, bir süre sonra yakalanırlar. Akıl almaz işkenceler görürler. İşkencelere dayanamazlar ve birbirlerine ihanet ederler. Manevi bir yıkım yaşayarak yeniden düzenle bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına boyun eğmek zorunda kalırlar. Diktatörlük kazanır. Baskı düzeninin saçmalığını düşünecek, başka türlü bir yaşamı düşleyecek ve bu doğrultuda harekete geçecek tek bir kişi bile kalmaz. 54
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
Hak an Akd oğan
Polemik
Orwell eserinde tepeden inme bir baskıdan, dayatmadan, boyun eğdirmeden söz ediyordu. “Büyük Birader,” “Düşünce Polisi” gibi kavramları ortaya koyuyordu. Huxley insanları tektipleştirmek için Büyük Birader ve türevlerine gerek olmadığını, baskıyı gönüllü isteyecek, düşündürmeyen bir sisteme razı olacak bir yapıdan bahsediyordu. Orwell sanatın yasaklanarak yok edileceğini, Huxley sanata uzaklaştırılmış insanlar nedeniyle sanatın ilgisizlikten yok olacağını anlatıyordu. Orwell bizi olup bitenden habersiz bırakacak, enformasyona el koyacak baskıcılardan, Huxley ise gerekli gereksiz, doğru yanlış her türden aşırı enformasyon yüklemesiyle şaşkınlaştırarak pasif hale sokacak olanlardan çekiniyordu. Böyle olunca da şu yorum mümkün: Orwell’in asıl korkusu gerçeklerin insanlardan gizleniyor olması, Huxley’inki ise gizlenmeyen, ortada olan gerçeklerin umursamazlık nedeniyle önemsenmemesi haline geliyordu. Orwell tutsak, dayatılmış, planlanmış, hesaplanmış bir kültürden bahsederken Huxley önemsiz ve değersiz her şeyin göğe çıkarıldığı, kokuşmuş, yozlaşmış bir kültürden söz ediyordu. Özetle, Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında acımasızca denetlenen, bastırılan insanları anlatırken, Huxley, Cesur Yeni Dünya’da hazza boğulan, duyarsızlaştırılan, pasifleştirilen insanları anlatır. Bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesidir Orwell’in inandığı. Huxley’in inandığı ise sevdiğimiz şeylerin bizi mahvetmesidir.
Medyamızın büyük kısmının durumuna bakınca haklı olan Huxley gibi görünmektedir. Şu an Cesur Yeni Dünya’nın atmosferinde yaşıyor gibiyiz. Uzun zamandır Huxley’in gönüllü tektipliliğini dayatmak için gerekli olan yoğun medya bombardımanının altındayız. Göğe yükseltilen önemsiz ve değersiz şeylerin arasına sıkışmış “gerçek gerçek”ler görülemiyor ne yazık ki. Gerçeğin yerini almış yeni bir yapay gerçeklik söz konusu. Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı tam da Aldoux Huxley’in anlattıklarıyla örtüşüyor.
Baudrillard, simülasyonu “Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte” olarak niteler. Bahsedilen, sinsi bir hipergerçekliktir. Gerçek yok edilmiş ve yerine başka bir şey konmuştur. w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
55
}
Polemik
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
Hak an Akd oğan
Buradaki sahtelik, “bir gerçek ve onun kopyası” olarak bahsedemeyeceğimiz bir durumdur. Gerçeğin yerine başka bir gerçek oturtulmuştur. Karşımızdaki şey tektir. O da yeni sahte gerçeklik olan simülasyondur. Gerçek kendini aşmış, hipergerçek olarak değişmiştir. Gerçek artık “gerçekten daha gerçek” olandır. Yazarlar, bilim adamları, fikir adamları haklarındaki suçlamalar bile henüz netleşmemişken hapishanelerde yıllarını geçirirken sessiz kalıp, ekranlardaki bazı yarışmalarda yaptığı saçmalıklarla gündeme gelen şöhretimsilere ulaşmak için çırpınıyorsak, toplumun milli duygularını istismar ederek kamplaşma yaratanlara dirsek çevirmeyip bilmem kaç defa evlenmiş bir şarkıcının yeni evliliği için programlarda ahkâm kesiyorsak, düşünsel yapıyı kontrol altında tutmak için kültür yapısını kasıtlı olarak değiştirenleri görmezden gelip vurulan bir türkücünün yattığı hastanenin önünde günlerce nöbet tutuyorsak, insanları tüketime motive ederek dayatılan dengesiz ekonomik yapıları meşrulaştıranları unutup desteklediğimiz takım yenilince hırsımızdan hüngür hüngür ağlıyorsak, yanlış bilgi ve haberlerle toplumun belli konulardaki düşüncelerini etkileyenleri hazmedip her ânımızı kayıt altına alanlara hak veriyorsak, cinsellikten, insanların umutlarından, yoksulluktan rant elde edenlere kanıp çöpçatanlara, dedikoduculara, sahtekarlara alkış tutuyorsak; hipergerçeklikteki konforlu yerimizi bulmuşuz demektir.
}
Burada beni dehşete düşüren ise insanları modern köleler haline getiren bu sistemin anlattığı masalın omurgasında “özgürlük” söylemi yatmasıdır. “Hepimiz özgürlüğe mahkûmuz,” derken
Sartre, bunun gerekçesini de her an başka bir seçeneği hayal edebiliyor olmamıza bağlar ve verdiğimiz kararlardan tümüyle bizim sorumlu olduğumuzu söyler. Sözün temelinde yatan dayanak, her zaman yeni şeyler deneme özgürlüğümüzdür. Rousseau’ya göre durum farklıdır. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur,” diye
başlar Toplum Sözleşmesi adlı eseri. Modern insan özgür olduğunu sanarak yanılır. Ona göre, yozlaşmanın ve bencilliğin psikolojik kaynağı kişinin kendisini başkalarıyla karşılaştırmasında yatar ve ilk toplumların oluşumuyla birlikte görülür. Erken kabileler döneminde insanlar “en iyi şarkı söyleyen ya da dans eden; en yakışıklı, en güçlü” insanlara çok değer verir ve onların yerinde olmak isterdi. Bu, gıpta etmenin, utanmanın, kendini beğenmişliğin ve küçümsemenin başlangıcı ve masumiyetin sonudur. Locke masumiyetin sonunun parayla başladığını düşünür: “İnsan, hem zevklerini artırıp acılarını azaltmaya çabalar, hem de akıl sahibi yani ahlaksal bir varlıktır. Paranın icadından sonra insan doğasının ahlaksal yanı zayıflar ve davranışlarını sonsuz arzuları belirlemeye başlar.” Marx, kapitalizmin özgürlüğe son noktayı koyduğunu iddia eder. Ona göre, kapitalizm, görüntüler dünyasına hapsettiği insanları bazılarını taklit ederek yaşamaya zorlar. Bu da özgürlüğü yok eder.
Marx’ın varsayımından yola çıkarsak seçeneklerimizin olması özgürlüğümüzün olduğu anlamını
taşımıyor. Bu seçenekler önceden her ihtimal göz önüne alınarak tasarlandıysa ve her yolun tek noktaya çıktığı bir labirentse temelde söz edilen tek seçenektir. Günümüzde tektipleştirilen toplumların 56
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
Hak an Akd oğan
Polemik
önüne konulan seçenekler aslında hep aynı noktaya götürmektedir. Özgürlük bir kandırmacadır. “İnsan, doğası gereği bencildir, sonsuz arzulara ve güç isteğine sahiptir,” derken Hobbes, iktidar sahibi kişi ve grupların diğerlerine tanıdığı özgürlüğün de görünüşte sonsuz ama içerik olarak kısıtlayıcı olduğunu düşündürür. Dünyanın en değerli elmas ve altın madenlerine sahip Afrika ülkeleri ekonomik çöküntüye sürüklenirken halklarının açlık çizgisinde yaşaması özgürlükler açısından sorgulanması gereken bir durumdur. Çocukları açlıktan ölmek üzere olan bir adamın yeryüzünün başka bir bölgesinde ömür boyu kazanabileceğinin kat kat fazlasına satılacak bir parça taşı kendi ülkesinin topraklarından çıkartması ironik bir durumdur. Malum markaların Uzakdoğu’daki fabrikalarında Avrupa ya da Amerika’da maaşının üç katına satılacak ayakkabıyı üreten işçinin çıplak ayakla gezmesi de sistemin savunucuları açısından cevaplanması gereken bir durumdur zira sistem savunucuları bireylerin alım gücünün artması ve seçeneklerinin çoğalmasını demokrasi ve özgürlükler açısından bir zafer olarak sunarlar. Elbette o ayakkabıların satışa sunulduğu coğrafyada bir sistem başarısından söz etmek mümkün olabilir. Sorun, ayakkabının üretildiği coğrafyada yaşayanlarla ilgilidir. Sistemdeki temel çelişki bolluk içinde yaratılan yokluk, zenginlik içinde büyüyen sefalettir. Bir ülke için bahsedilen milli gelir artışı başka bir ülkenin milli gelir düşüşünden başka bir şey değildir aslında.
Sonuç olarak antidepresan kuşağının zorunlu seçmeli güzergâhları hep aynı yere çıkıyor. Bütün özgür seçimlerin çıktığı tek noktada birey, sistemin kucağında bulmaktadır kendisini. Bu kaçınılmaz bir durum olarak on altıncı yüzyıldan bu yana etkilemektedir insanlığı. On altıncı yüzyıl İngilteresi’nin çiftçileri ortak mülkiyet olan tarla ve meraları çitle çevirip daha fazla kâr etme gayretine girdiğinden beri başımızda olan bu mülkiyet belası doğduğumuz andan öldüğümüz âna hatta daha da sonrasına, mallarımız paylaşılana kadar peşimizi bırakmıyor. Beş yüz yıl önce Londra’da atılan bu tohumlar çok yakın tarihte Irak’taki petrol kuyularında, Soma’daki madenlerde sürgün verdi. Militarist sürgünler epeyce boy attı. Bu sürgünleri besleyen bir kök var ki bir parçası evlerimize, sokaklarımıza, okullarımıza, işyerlerimize kadar uzanıyor. Özgürlük ve demokrasi vaadiyle gözümüzün içine bakılarak söylenen yalanlar bu kökü besleyen gübredir. Bu gübreyle çılgınca büyüyerek zihnimizi ağ gibi saran cehalet sarmaşığı göz beyin koordinasyonunu bozmakta, baktığımızı görmemizi engellemektedir. Bu sırnaşık sarmaşık global köyün jandarmalarının istediklerini yerine getirmek için uzamakta, bir gazete haberinden, bir sohbetten, bir şarkıdan, bir kitaptan, bir reklamdan, bir ilandan ve daha birçok kaynaktan yeni zihinlere bulaşmaktadır. Amaç sadece baktırmaktır. Görmeyi engellemek, soru sormayı imkansız hale getirmektir. Herkesi Platon’un mağarasında tutmaktır. Bu noktada verilmiş özgürlüğün bir anlamının olmadığı açıktır. Düşünmeden yapılan hatta yaptırılan seçimlerde bırakın sonucu seçeneklerin bile sorgulanması beklenemez. O halde seçeneklerin ve her an yeni bir şeyler deneme şansımızın olması özgür olduğumuz anlamını taşımaz. Sartre’ın w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
57
}
Polemik
Medya, Hipergerçeklik ve 2010’ların Türkiye’si /
Hak an Akd oğan
iddiası kendisini tamamen kapitalist düzenden soyutlamış bir insan için geçerli olabilir. Dünyanın her köşesinde seçeneklerimizi etkileyecek ve hatta belirleyecek bir etken mutlaka var. Günümüz itibariyle tam özgürlükten söz edilemez çünkü özgürlük kapitalist düzenin başlamasıyla bitmiştir.
}
Soru şu: Aldoux Huxley, 1931 yılında yazdığı Cesur Yeni Dünya’da Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramını öngörerek 2010’ların Türkiyesi’ni mi anlatmıştır? Cevap: Sanki öyle ama...
“Siz görmezden gelseniz de gerçekler varolmayı sürdürürler.” Cevabın devamı yine Aldoux Huxley’in bir cümlesinde gizli:
olsa
on sy
üla
m
si r Y aliz eau ek su apit ss erç rt y Ce k Rou G n Dö e xle asi tör ks Hu okr ikta ezi z Se ith d m ü erk ux de m k M zY ku nS do t tre rlü ma Al aris ar zgü dır Do sto er S n Ö ilit in d in tla r B M r Şa ar W irad ite l l i Ve tal kB dr to ka i u s yü luç oli Ba Bü Ku e P an nc Je pik ik s to şü dis be erarş Dü b e hiy Ho ell ck Lo Orw n to ge Pla or Ge
ulut b n ette Etik
x ar M
m
iD
en
T
le ya Söz ün oplum
Sayı 1 | KIŞ 2015
i es şm
58
www. a le n g i r l i m e c mua . com
DİZİ KAFASI
U TO PI A / Dikkat Tavşan Çıkabilir! - Nur Yazgan
}
UTOPIA,
DİKKAT TAVŞAN ÇIKABİLİR!
Dünya çok kalabalık… Hatta belki de nefes alınamayacak
kadar dar ve sıkışık.. Ortalama büyüklükteki bir kentte bile yolda birbirine çarpmadan yürüyemiyor insanlar. Ona rağmen yalnızlık duygusu git gide büyüyüp içten içe kemiriyor herkesi. Mesafeler azaldıkça birbirini
anlama, sevme duygusu da azalıyor sanki...
UTOPIA
Dünyanın öbür ucu ile bile anlık iletişim kuracak teknolojiye sahip olmana rağmen sevdiklerine kendini anlatamama çaresizliğiyle baş başa kalıyorsun sonra... Yalnız olmasan da yalnızlık hissederek yaşadığın mekânlara saklanıyorsun. Böyle anlarda kabuğuna çekilip evren denilen karanlık denizde tek başına yüzmeyi sen de istedin biliyorum. Kaçıp saklanmayı dünyadan... Bomboş bir evin huzurlu sessizliği, bol konuşmalı, az duygulu, yalnız değilmişsin illüzyonu yaratan sentetik ilişkilerin gürültüsünden daha huzur vericidir en azından... Ben bu sessizliğe yalnızlığın şarkısı diyorum. Uzaklar60
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
U TO PI A / Dikkat Tavşan Çıkabilir! - Nur Yazgan
DİZİ KAFASI
da, hiç var olmamış bir yerden gelen, sadece yürekte duyulabilecek bir fısıltı gibi bu şarkı... Bu türden huzur verici bir yalnızlığı sevgilinle, dostunla değil sadece filmlerle, dizilerle, kitaplarla paylaşabilirsin. İşte İngiliz TV dizisi Ütopya da hepimizin ara sıra şikayet ettiği bu içi boş kalabalık ve hızla kalabalıklaşan dünya üzerine kafa yoran bir yapım. ABD Nüfus Bürosu’nun 5 Ekim 2000 tahminlerine dayanarak yapılan hesaplamalara göre, dünya nüfusu 1960 yılında 3, 1974 yılında 4, 1987 yılında 5, 1999 yılında ise 6 milyarı geçti, 2001 yılında ise 6 milyar 157,4 milyona ulaştı. Dünya nüfusu 2013 yılında 7, 2028 yılında 8, 2048 yılında ise 9 milyarı geçmesi, 2050 yılında 9 milyar 104,2 milyona ulaşması bekleniyor. 1950 yılında 37,8 milyon yıllık artışı olan dünya nüfusu, yıllık artışta 87,4 milyonla 1989 yılında zirveye ulaştı. 1960 ‘a kadar geçen 30 bin yıllık süreçte 3 milyara ulaşabilen dünya nüfusunun sadece 50 yılda 4 milyar daha artarak 7 milyara ulaştığı düşünülünce bu, bundan sonraki nesillerin yaşamlarını sürekli bir savaş, öfke ve kin ile geçireceğinin de işareti... Kalabalıklar artıp dünya kaynakları azaldıkça paylaşma kültürü azalıp kapitalist hırs ve yarışlar desteklendikçe insanlığı bekleyen gelecek yalnız kalamamak, mesafeler yaklaştıkça iletişim kuramamak gibi sorunların bile basit kalacağı dehşet verici bir karanlık vaadediyor aslında... Dünya üzerinde kanserli bir doku gibi hızla çoğalan insanlık öteki türleri, doğal kaynakları hızla tüketerek sonunda dünya ile birlikte ölüp gidecek. Ütopya ise dünya üzerinde mafya örgütleri ile bağı da bulunan bir grup bilim insanının nüfus artışına ve dünyayı bekleyen felakete karşı kısırlık aşısı geliştirmesi ve bunu bir grip salgınını bahane ederek halka uygulamasını konu ediniyor. İlk bölümlerinde tipik İngiliz dizilerinde olduğu gibi ağır bir tempo ile örülen olay, bölümler ilerledikçe izleyiciyi bu konuda daha fazla soru ile baş başa bırakmayı başarıyor. “Aşı ile kısırlık yayıyorlar,” fikri özellikle bilim konusunda geri kalmış toplumlarda sık rastlanılan bir efsane olmasına rağmen dizide bu durum son derece iyi işlenmiş. Yine o tür toplumlarda görülen tavşan gibi üremenin iyi bir durum olduğu hissiyatının dünyanın sonunu hazırlayacağı aşikârken bir nevi soykırım niteliği taşıyan zorla kısırlaştırma projesinin de insan olma, tercihleri olan bilinçli varlık olma durumundan ne kadar uzak olduğunu ortaya koyuyor.
Zengin senaryosu ile Ütopya’nın üreme gibi sadece kişilerin kendilerini ilgilendirmesi gereken konulara dayatmacı hükümet politikaları ve entrikalarla müdahale edilmesinin sonuçlarını göstermesinin yanı sıra: “Faşizm
nedir? Soykırım nedir? İnsanı bu tür davranışlara hangi nedenler sevk eder?” gibi konularda da zihin açıcı bir yapım olduğunu söyleyebiliriz.
İlk sezonu 2013’te yayınlanan dizi, 2014 haziran ayında yayınlanan 2. sezonun ilk bölümleriyle de giderek daha heyecan verici ve daha güzel bir noktaya doğru evriliyor. Gayet olağan bir şekilde, sanki yemek yermiş gibi, insan öldürülüp işkence edilmesini saymazsak (hoşlanıyorsan bu da sakıncalı değil tabi) tıpkı sinemada da olduğu gibi İngiliz yapımı aksiyonları Amerikan yapımlarından ayıran, gösterişe düşmeksizin gelişen kovalamaca sahneleri Ütopya’yı izlew w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
61
}
DİZİ KAFASI
U TO PI A / Dikkat Tavşan Çıkabilir! - Nur
nir kılan öğelerden biri... İlk sezon boyunca kim olduğunu arayıp duracağımız bu tehlikeli bilim örgütünün lideri, Bay Tavşan Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarı’nda olduğu gibi sürekli kovalayıp yakalayamadığımız ve hikâyeyi merakla takip etmemizi sağlayan bir gizem unsuru... Biz bu izi sürerken karakterler serpilip gelişiyor, geçmişe ve geleceğe sahip olup diriliyor ve dizinin senaryosunun tatmin edici olduğunu hissettirecek bir doğallık içinde var oluyor. Bu doğallık dizinin görselliğine de yansımış. Her sahnede sade ve pastel tonlu dekorun üzerine belirgin ve bilerek yerleştirilmiş sonbahar tonları bir nevi günümüz dünyasından masal dünyası ya da dizide de sık sık vurgulandığı gibi bir çizgi roman dünyasına geçiş hissi veriyor. Tıpkı kurguda Bay Tavşan’ın izini sürdüğümüz gibi tüm sahnelerde de sarının bir tonunun izini sürüyoruz. Bu renk takibi Bay Tavşan’ın katillerinden birinin takım elbisesinde iyice belirginleşiyor. Böylece sanki kurgunun ileride nereye gideceğini belirginleştirir gibi renkler arası bir iz sürme de var oluyor.
}
Renklerin bile izini sürerken gizemli lider Bay Tavşan sürekli saatine bakan Alice’in tavşanı gibi zamana dair bir iz de sürse daha mı iyi olurdu yoksa olay anlaşılmaz bir noktaya mı gelirdi bilemiyorum. Ama bana kalsa, bunun bir dizi değil de roman olduğunu düşünseydik, hazır Lewis Caroll’a selam göndermişken zamanda da kaybolunabilirdi. Şu an 2. sezonun, 2. bölümü (toplam 8 bölüm) yayınlanan dizide şu da olsaydı, demek için de erken aslında... İngiliz dizilerinde pek rastlanmasa da dünyada 6-7 sezon 60-70 bölüm çekilen dizilerin yanında epey genç sayılır Ütopya... Şu an için bir bilim kurgudan çok bilim üzerine kurulmuş aksiyon izlenimini veren bu dizi, bilim kurguya hatta fantastiğe bile evrilme olanaklarını içinde taşıyan sağlam olay örgüsü ile artık sinema kalitesinde diziler arttıkça kolay tatmin olmamaya başlayan dizi izleyicilerini ya da kurgu olanakları ile çok haşır neşir olmuş, izlediği dizideki ufak kurgu hatalarında bile keyfi kaçan benim gibi edebiyatseverleri kendine bağlıyor.
62
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
SANAT SEPET
LO H U SA ŞERBETİ / Ebru Nar & T uğb a Dinçme n
Lohusa Şerbeti farklı disiplinlerden üç insanın birlikte hayal etme ve üretme deneyimleri-
ni içeriyor. Bir öyküden yola çıkarak farklı alanlarda can bulan bu serginin katılımcıları; hikâyesi ile Kader Büyükbingöl, illüstrasyon ve resimleri ile Gizem ile Kerem Akbaş.
Malkoç, video-art çalışması
Aslında her biri farklı şeylerden bahsediyor. Hikâye ise çok tanıdık. “Babamın beni can havliyle annemin rahmine ittiği gece...” diye başlıyor ve sürgün edilmiş bütün canlılık hallerinin hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin bu kısmında artık anonimleşen kolektif bilinç, resimlere ve görün-tülere yansıyor. Gizem Malkoç’un çizimleri süreci bazen bir çeşit hatırlama haline, bazen ise hiç tanımlayamadığımız fakat bize çok yakın gelen yaratıklara dönüşüyor. Yaralılarla başlıyor ve yaralılarla bitiyor ki, burada Kerem Akbaş video art çalışmasında bunu bize tekrarlarla anlatmayı başarıyor. Videoda Sermet Yeşil’in performansıyla seyirci kendi hikayesinin esrik yanı ile tanışıyor tekrar. Bu sergideki her şey çok zaman önce ölmüş gibi fakat bize yaşam hakkında çok fazla ipucu veriyor. Serginin adına gelecek olursak; Loğusa şerbeti doğum sonrası anne ve bebeği ziyarete gelenlere verilen geleneksel bir şuruptur ve doğum yapmış olana ve topluluğa güç verir. Bize de güç vermesi umudu ile herkesin hikâyesi şöyle sonlanıyor: “...Sonrasını
hatırlamı-
yorum…” Sergi mekânında belirli fakat düzenli aralıklarla duvarlara yerleştirilmiş resimler karşılıyor sizi kapıdan girer girmez; bir de şerbet ikrâmı yapıyor mekân sahipleri gülümseyen yüzleriyle. Damağımda yoğun kekremsilikle, ağır adımlarla daracık odalarda dolaşmaya başlıyorum; mekânın aydınlığıyla tezat oluşturmaya başladığını fark ediyorum duvarları kaplayan eserlerin. Öyle ki, fotoğraf çalışmaları alabildiğine karanlık, yer yer beni geçmişin soğuk, boğucu, umutsuz gerçekliğine çekiveriyorlar âniden ve bir kuyunun dibinden gökyüzüne çaresizce bakakalmış buluveriyorum kendimi, sepya tonlardaki fotoğraflar artık hayatla bağlantısı olmayan insanlardan, anılardan ziyade gelenekçiliğe dair çarpıcı bir anımsama ve eleştiri olabilecek kadar iyi değil ne yazık ki. İyi haberse bir uyanış yaratacak, hayal gücümü harekete geçirebilecek kadar iyi illüstrasyonlarla karşılaşmak oluyor benim için. İllüstrasyonlar oldum olası ilgi alanıma girdiğinden daha çok onlara yönelip diğer eserlere üvey evlat muamelesi yapıyorum birazcık ama olsun... Sol taraftaki küçücük odacıkta devinip duran bir video-art ilişiyor gözüme birden, merakla o yöne seğirtiyorum ben de. Serginin teması belki de biraz fazla kör göze parmak şu haliyle (zevkler ve renkler tartışılmaz siz gene de bana bakmayın). Bu video-art siyah beyaz tonlarıyla zihnimde daha çok Tarkovski sinemasından bir kare izliyormuşum izlenimi yaratıyor. Videodaki oyunculukla insanın dış dünyaya öz iradesi olmaksızın fırlatılışını ve fırlatılışının doğurduğu tekinsizliğe korku tepkisiyle karşılık veren, sudan ansızın kopuveren balık hissiyle anlamlandıramadığı geleceğe üşüyen insan varlığını başarıyla sembolize edilmesineyse alkış tutuyorum bu arada. Velhasıl küçük ve samimi mekânıyla çok sevdiğim illütrasyonlarla keyifli bir sergi gezisi oldu benim için diyebilirim. 64
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
BİLETLER YANDI!
Adı dilimin ucunda ama...
W O O DY ALLEN / Bir Bacak Arası Problematiği - T ij e n Olcay
BİR BACAK ARASI PROBLEMATİĞİ
}
Woody Allen
Woody Allen, 1918 İsveç doğumlu oyun yazarı ve film yönetmeni Ing-
mar Bergman’dan paradoksal bir düzeyde en çok etkilenen ve itinayla onun izinde yürümek istemiş olan film yapımcısıdır.
66
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
W O O DY ALLEN / Bir Bacak Arası Problematiği - T ij e n Olcay
BİLETLER YANDI! Adı dilimin ucunda ama...
Anlatım stili ve sinematografi tarzı Bergman’ı her anlamda yansıtsa da, Woody Allen İsveçli yönetmenin ana konularından sadece ölüm ve inanç dünyasına yönelmiştir. Ölüm korkusu ve yaşamın sonsuz olmayışından dolayı bir şekilde hazmedilmesi gereken, ama hem idrakı, hem kabulü zor o büyük boşluğun yanı sıra, her tür suçluluk hissini ve bu bağlamda pişmanlıkla ilintili birbirinden farklı tüm duyguları en uç noktalarına kadar araştırmıstır. Suçluluk konusunda Allen’da en çok dikkati çeken, bir başka kişiyi inciltmiş veya işleyen bir düzeni bozmuş olmaksızın, şahsın tamamen öznel bir algı çerçevesinde kendini suçlu bulmasına yönelik detaylardır. Genel olarak, Woody Allen’ın sineması, her şeyden önce ölüm olmak üzere kendi korkularını ve endişelerini dile getirmek, suçluluk duygusundan arınmak istemenin gizli çabasıyla başlıbaşına kendisi için kurulmuş karmaşık ama, kusursuz işleyen tek bir mekanizmadır. Değişmeyen ritimde her yıl yeni bir filmle uluslararası ekranlara çıkan Woody Allen,
ilk ba-
kışta klasik görülen, güldüren, seyircisini beklenmedik anlarda şaşırtan ve hatta farkettirmeden rahatsız edebilen New York’lu bir yönetmendir. Özünde, New York, 1935 Brooklyn doğumlu Allen Stewart Konigsberg’in (Woody Allen) hem kişiliğini ifade edici, hem sanatını tamamlayıcı faktör olarak bilinir. Bu şehir ve oradaki özgün bir kitlenin muayyen bir çerçevesine ait olan insan grubunun aralarında yaşadıkları her tür ilişki onun kullandığı temel malzemedir. Teoride,
bu insan gurubu, yani “Woody Allen New York’lusu,” iki ayrı etiketin birleştigi bir kavramda simgelenebilinir –entellektüel burjuva: Tüm temel ihtiyaçlardan muaf, dünya gerçeklerinden ve toplumsal sorunlardan uzak, kendilerinde başlayıp yine kendi içlerinde biten mekânlarda var olabilen bu insanların birbirini takip eden aşk ve sevgi arayışı, Woody Allen’ın filmlerinde yumuşak, melankolik bir tonda ele aldığı başlıca temadır. Bu bağlamda, düzyazı, hikâye, oyun ve senaryo yazarı, film yönetmeni, aktör, stand-upçı ve caz klarnetçisi olan Woody Allen’ın yapıtları için bir “dönem” kavramı uygulamak ve “dönem” ayrımları yaparak seyircilerine bir çerçeve sunmak gerikirse, bunu sadece coğrafi özellik yönünde filmlerini New York, New York öncesi ve sonrası olarak üç döneme bölebiliriz: Birinci dönemini “Sinema Kariyeri Kurma Safhası” olarak geniş bir kapsamda tanımlayabiliriz. İkinci dönemi, filmin içeriğinde hikayenin anlatıldığı coğrafi konumda New York’a alternatif olarak sunulan Sicilya adası (Sevimli Fahişe, 1995) ve Paris (Herkes Seni Seviyorum Der, 1996) haricinde, tümüyle “New York Filmleri Dönemi” diye adlandırabiliriz. Son olarak, üçüncü dönemi ise, yine New York’ta çevrilen Kim, Kiminle, Nerede? (2009) adlı film dışında, “Avrupa Filmleri Dönemi” olarak kategorileyebiliriz. “New York Filmleri Dönemi”, 1977’de kariyerinin ilk önemli eseri olarak bilinen dört Oscar ödüllü Annie Hall ile başlar. Hikayelerinde sade bir anlatım kullanan Allen, tiyatro altyapısından kaynaklanan bir nitelikle aktarmak istediklerini çok ayrıntılı diyaloglar ve bunların “Yahudi Mizahı”nı dile getiren bir espri tarzıyla komediye dönüştürülmesi ile damgasını vurduğu stilini hiç bozmadan, kurguda pek çok sayıda deneme ve araştırma yapmıştır. Annie Hall da, sinema tarihinde kendisine efsanevi bir yer edinerek bu çalışmaları başlatan ilk örnektir: Varsayım niteliğindeki sorulara dolaysız olarak seyirciye yönelik (yani kameranın objektifine direkt bakışla) cevap vermek ve yaşadığı olaylar hakkında kişisel görüşlerini belirtmek üzere oyunun akışını anında kesen ve bu boyutta, parçalama teknikleri kullanarak orijinal senarjo fikrinden çok uzaklaşan Annie Hall, seyirciye hiçbir kronoloji w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
67
}
BİLETLER YANDI! Adı dilimin ucunda ama...
W O O DY ALLEN / Bir Bacak Arası Problematiği - T ij e n Olcay
kaygısı olmaksızın sunulur. Bu filmde Woody Allen’ın tek kaygısı, New York’a olan sevgisini nihayet açığa kavuşturmaktır. Santçı bunu, Noel zamanında New York’un Los Angeles’ın kültürel farkıyla kıyaslanmasıyla ortaya koyar. En otobiyografik filmlerinden biri olarak kabul edilen Annie Hall, New York ile birlikte New York kadınlarını ve Allen’ın bunlara (ve aslında genel olarak tüm kadınlara) olan aşkını muntazam, yalın ve saygın şekilde ifade eden örnektir. Aynı zamanda, Allen bu yapıtıyla sadece kadın-erkek ilişkisini değil, çok sayıda ve çok çesitli insan ilişkilerini anlayan ve anlatabilen uluslararası en ünlü rejisör olmaya adım atmıştır. Netice olarak, Woody Allen’ın tüm eserleri “İnsan Unsurları Arayışı” başlığı altında toplanabilir. Allen, 1975’de Fransa ve Macaristan’da çektiği Aşk ve Ölüm filminden sonra ilk defa 2005’de Maç Sayısı ile New York ve çevresinden çıkar. Stüdyo dışı çekimde mekân olarak Londra ağırlıklı “Avrupa Filmleri Dönemi”ni başlatan bu eser, Woody Allen’ın hep olmak isteği dramaturjik senarist ve yönetmenliğin ilk ve en iddalı adımıdır. Kendi düşüncesine göre bundan daha iyi bir eser yaratamayacağını söyleyen Woody Allen, Maç Sayısı ile New York’un psikanalitik, otoanalitik ve otobiyografik atmosferinden uzaklaşıp “ciddi konular üzerinde zorlayıcı filmler yazma hırsını” gerçekleştiyor. Genel olarak, “Avrupa Filmleri Dönemi”, Woody Allen’ın “New York Filmleri Dönemi”ndeki ruhsal çözümleme girişimlerini kendi kişiliğinden sıyırıp, psikanalizi, filmlerinde ardarda başrolleri oynamasıyla kendi karekterine (ve varoluşum şekline) yarattığı aşınalıktan ötürü bize yabancı gelen, toplumun o diğer bilinmeyen üyelerine aktarması
}
olarak nitelendirebilinir. Maç Sayısı’nın baş kahramanı, Woody Allen’ın canlandırdığı tüm kişiliklerin aksine (bunun en güzel misali 1984 yapımlı Broadway Danny Rose’dur,) değil bir başka kişiyi inciltmiş veya bir düzeni büyük tehlikeye sokmuş olmak, biri “haklı”, biri “haksız” işlediği iki cinayetin ardından bile sıcak aile yaşamını hiç bir şey olmamışcasına devam ettiren medeni dünyanın gizli ve kabullü suçlusudur. Bu kişiliğin ilk örneğini Allen 1989’da çevirdiği Suçlar ve Kabahatler filmiyle vermişti. Woody Allen’ın kendisinin hiç bir zaman olamayacağı ve oynayamayacağı o bir nevî “asil” (yani trajik) ruh, kabil olabildiği tüm (iyi ya da kötü) eylemler nisbetinde Allen’ınkinden çok daha yükseklerdedir. Sonuç olarak, Woody Allen, “Avrupa Filmleri Dönemi” ile New York’un dışına çıktığı andan itibaren, hayranlık duyduğu karekteri kaygısızca ekranlara projekte etmeye başlıyor. Maç Sayısı’da onun, sanatın silahıyla komplekslerine karşı açtığı içsavaşın en güçlü, hatta en şiddetli hamlesidir. Dram ötesinde, oyuncusunu seyircisiyle birlikte her tür vicdani hesaplaşmayla başbaşa bırakan ve hepimizi sınırsız bir bilinmezliğe doğru rahatça taşıyan Maç Sayısı, yaşamlarımızdaki “şans” unsuru üzerine kurulmuştur. Allen’ın bu eserde dikkatlice ve çok zekice ele aldığı şans oluşumları sanatçının yaşam anlayışının temelidir. Şansın yanı sıra, yaşamın tüm sürprizlerine son 68
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
W O O DY ALLEN / Bir Ba cak Arası Problematiği - T ij e n Olcay
BİLETLER YANDI! Adı dilimin ucunda ama...
derece duyarlı olan Allen, bunları her zaman unutulmayacak bir hassasiyetle aktarabilmiştir. Woody Allen’ın bu şekildeki maharetli yapıtı 2007’de yine Londra’da çekilmiş olan Cassandra’nın
Rü-
yası’dır. Ayrıca, yine bir, ve bunu takip etmesi gereken ikinci bir cinayetin konusunu ele alan eser,
Allen’ın en ağır melankolik anlatımıdır. Çaresizliği ve ümitsizliği iki genç insanın saflığı üzerinde birleştiren senarist ve yönetmen, tüm karamsarlığını bu filmin yazımına ve çekim tarzına aktarmıştır. Woody Allen gibi, kişiliği, sanat anlayışı ve sanatıyla, yaşayan hiç bir canlıya zarar veremeyecek bir imaj uyandıran insan için, Cassandra’nın Rüyası, onun tüm bildiğimiz filmlerinden tamamen ayrı bir kulvarda, iki erkek kardeşi cinayet niyetiyle birbirine düşürecek derecede yoğun bir acının ve yaşama verilebilecek tüm anlamların yetersizliğinin ve bunların geçiciliğinin isyanını ifade eden sessiz, fakat derin haykırışıdır. Cassandra’nın Rüyası Woody Allen’ın manevi çöküş noktasını temsil eder. Albert Camus ve onun absürd dünya mücadelesini andıran bu isyan ve bu haykırış Allen’ın yarasını kapa-
tacaktır ve bir yıl sonra Barselona, Barselona’yı ekrana getirecektir. Her yıl çıkarttığı filmlerle zaman içerisinde kendisini iç dünyaların yönetmeni olarak kanıtlamış olan Woody Allen’ın “Avrupa Filmleri Dönemi” iki ayrı bölümden oluşur: “Suçlar, kabahatler ve çekilmemiş cezalar”ın karşısına âbide olarak diktiği “Var olmanın dayanılmaz hafifliği” filmleridir. 2008’de Barselona ve çevresindeki sıcak Akdeniz yaşam tarzı, Woody Allen’ı o güne kadar simgelemiş olan bir mekân-kişilik-ilişki-sınır kavramını ortadan kaldırmaya başlayan ilk önemli yapımdır. Orijinal adı Vicky Cristina Barcelona olan hikâye Allen’ın kadın-erkek-ilişki-sınır çerçevesinin kısırlığını kapalı bir biçimle aksettirir. Bu tema, 2009’da Kim, Kiminle, Nerede? adlı iç açıcı filmde daha az bir çekingenlikle ele alınır. Kim, Kiminle, Nerede? aynı zamanda, Woody Allen’ın bu beklenmedik uzun bir süreç sergileyen “Avrupa Dönemi” içerisinde bile New York’dan hiç bir zaman vazgeçemeyeceğini kanıtlayan eserdir.
Asghar Farhadi’nin Bir Ayrılık ve Michel Hazanavicius’un The Artist’i ile yarı-
şan ve “En İyi Orijinal Senaryo” dalında 2012 Oscar Ödülünü alan 2011 yapımlı Paris’te Gece Yarısı, ayrı zamanları ve ayrı devirleri birbinin içine kutulama ve senariste göre Paris’in sanatsal olarak en canlı dönemlerini (1879-1914 ve 1920-1929) karikatürsel bir şekilde ekrana aktarmayı isteme iddasını taşır. Filmlerinde genelde düz boyut, yani “şimdiki zaman” anlatım üslubu kullanan Allen, basit geriye dönüşlerle sadece arada bir geçmiş zamana yönelmiştir.
Paris’te Gece Yarısı’nın ana hikayesinde canlandırılan şimdiki zamanın içine ise geçmiş zaman o devre ait kısa anekdotlar halinde serpiştirilmiştir, fakat bu anekdotlara toplu bir gözle baktığımızda, bunların bir “alt-hikâye” oluşturduğunu görüyoruz. Bu hikâye de, yukarıda da belirtildiği gibi, Paris’in en cömert sanatsal devirlerini eskiz geçerek, yönetmenin Paris’e olan o çok özel aşkını ifade etmek amacıyla çevrilmiş bir film haline geliyor. Paris’te
Gece Yarısı’ın en büyük özelliği, bir “son film” tabiatına sahip olmasıdır: Eğer bu sene vizyona gireceği beklenen ve 2006’da çevirdiği Scoop filminden beri ilk defa kendi filminde tekrar rol alacağı Nero Fiddled yapılmasaydı ve Paris’te Gece Yarısı sonuncu filmi kalsaydı, bu eser Woody w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
69
}
BİLETLER YANDI! Adı dilimin ucunda ama...
W O O DY ALLEN / Bir Bacak Arası Problematiği - T ij e n Olcay
Allen’ın “estetik anlayışı vasiyetnamesi” olabilecekti.
}
Son olarak kısaca belirtmek gereken nokta, 2010 yılına ait, Londra’da çekilmiş
Uzun Boylu
Esmer Adam filminin “Avrupa Filmleri Dönemi” arasında aldığı özel konumdur: Bir “Woody Al-
len çekim stili” olarak yine her sahnenin kusursuzluğunu pastel ışıklandırmalar, sade görselliklerle ve her zaman olması gereken yerde bulunan bir kameranın açısıyla gösteren Uzun Boylu Esmer Adam, sinemada şiirsel komedinin içli bir melankolikliğe kaymakla kaymamak arasında ki o ince tereddüttün eseridir. Ne ferah, ne karanlıktır, aksine, “suçlar, kabahatler ve çekilmemiş cezalar” ile “var olmanın dayanılmaz hafifliği” arasında bağlantı noktası oluşturarak en önemli rolü oynayan bir “Woody Allen Avrupa Dönemi” filmidir. Bu arada kalmışlık ise, bir falcının öne sürdügü tahminlerinin arka planda hikâyeyi yönetmesinden kaynaklanır. Bu ana hat üzerine, irrasyonelliğe doğru vurgu yapa-
rak sergilediği manevi kargaşalar Uzun Boylu Esmer Adam’ı, içinde Allen’ın kendisinin rol almadığı en büyük doygunluğu uyandıran “Bir Woody Allen Film” statüsüne çıkartır. Woody Allen demişken...
Zelig, Bir “Mocumentary” ya da “Melgesel” Zelig, tuhaf bir adam. Nasıl bir tuhaflığı var peki Zelig’in? Onu nev-i şahsına münhasır kılan, yanında olduğu insanın özelliklerine bürünüyor olması; şeklen onun aynısı oluvermesi. Bir gün bir Asyalı, bir gün siyahi, bir gün şişman, göbekli, bir gün başka biri, bir bukalemun insan…
Zelig’in durumu tıp dünyasında çeşitli görüş farklılıklarına yol açıyor, gazeteler çarşaf çarşaf Zelig’i yazıyor, radyolar onun hastalığındaki gelişmeleri anbean halka aktarmaya uğraşıyor. Tüm bunlar çığ gibi büyüyor ve Zelig kısa bir süre sonra bir halk kahramanı haline geliyor. Küçük topluluklara yaptığı gösterilerde, onların isteği üzerine yanına getirilen kişinin şekline bürünüyor. Zelig maskotları, kol saatleri, oyuncakları yapılıyor ve hatta 1935 Warner Bros. yapımı
“The Changing Man” filmi de onun hayatına dayandırılıyor. Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz, 1983 yapımı Woody Allen filmi Zelig, türünün harika bir örneği, bir mockumentary film, yani sahte belgesel. Elbette Zelig adında biri hiç yok ve bu yazdıklarımın hepsi silleme Woody Allen yaratıcığılı ve kurgusundan ibaret. Mockumentary,
hiç olmayan bir olayı, bir kişiyi ya da bir dönemi, tamamen kurmaca mantığıyla fakat teknik olarak belgesel anlayışıyla anlatan bir film türü; melgesel desek yeridir. Zelig’de türe dair teknik, çok titiz uygulanıyor ve böyle olunca da izleyici “bu adam galiba gerçekten yaşamış,” hissine kapılıyor. Hızlandırılmış siyah beyaz resimler, kostümler, gazete küpürleri, basın açıklamaları ve o dönemi anlatan “günümüz” röportajları son derece gerçekçi. Woody Allen’ın şekilden şekile girmiş halleri, montajlanmış fotoğraflar ve diyaloglar da dört dörtlük. Bizden söylemesi yani; Woody Allen izlemeye başlamak için gayet hoş bir bahane Zelig... 70
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
ANEKDOT’ler
Faik isyan bayrağını çeker: “Nasıl beceriyorsun lan, her gün rakıyı bana ısmarlatıyor-sun?” der
Orhan Veli ile Sait Faik’in işi gücü yoktur. Can sıkıntısından Eftalikus Kahvesinde oturup her gün birer Cumhuriyet gazetesi alarak bulmacalarını çözerler. Bulmacayı kim önce bitirirse ötekine rakı ısmarlayacaktır. Fakat Orhan Veli, her gün Sait Faik’i yenmektedir. Sonunda Sait
demez Orhan Veli sakin bir biçimde yanıtlar: “Çünkü Cumhuriyet’in bulmacalarını ben hazırlıyorum.” Aktaran; Refik Durbaş
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
72
Y Ü ZYÜ ZEY KEN KO N UŞUR UZ DAĞILDI / Güven Erkin Erkal
ŞİMDİ HABERLER
2015’in ocak ayını yedik bitirdik. Bu yıla da çalkantılı günlerle başladık. Bu sallantı ve yuvarlanmalar içinde daha da çok günler geçireceğiz gibi. Günler günleri, gündemler gündemleri kovalıyor. Bu koşturmada manşetlere çıkmayan, ana haberlerde okunmayan başka olaylarla da sevinçler ve sarsıntılar yaşıyoruz. Şimdi haberler;
YÜZYÜZEYKEN KONUŞURUZ DAĞILDI
Kaan Boşnak
22 Ocak’ı 23 Ocak’a bağlayan gece, kompüterlerimizin camlarına bakarken bu kara haberi aldık. “Yüzyüzeyken Konuşuruz projesi bu akşam itibariyle bitmiştir. Yeni projelerde
görüşmek üzere...” Evet. Bir “proje”nin sonuna daha gelmiştik. Kaan Boşnak’ın bu kararını
bizler gibi diğer grup elemanları da böyle öğrenmişti. 3 yıllık mazisi olan grup bu kısa süreye 2 albüm ve birçok konser sığdırdı. Olayların başlangıcını şöyle özetleyelim; Büyük
Ev Ablukada grubunun 2008’de tırmanışıyla deyim yerindeyse, “alternatif içinde alternatif” bir kulvar açılmıştı. Bir süre sonra Yok Öyle Kararlı Şeyler, Halimden Konan Anlar, Yüzyüzeyken Konuşuruz ve Son Feci Bisiklet gibi isimler şarkılarıyla hayatımıza girdi. Bu yeni akımın kökeninde Mor ve Ötesi, Sakin hatta Kesmeşeker’in izlerine rastlansa da yepyeni bir ifade tarzı ortaya çıkmıştı. Bu yeni çizgide yer alan uzun isimli grupların her biri kendi renkleri ve üsluplarını ortaya koydu. Grupların adından tutun, şarkıları ve o şarkıların seslendirilme biçimiyle dalga geçenlerin sayısındaki artış, tam anlamıyla yeni bir akımın doğuşunu müjdeledi. Şerefless adlı bir grubunun Soundcloud hesabından yayınladığı “Yüzyüzeyken Ablukada’yım” şarkısı bu gerçeği vurgulamış oldu. Bu yeni akım, sadece takipçisi olduğu w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
73
ŞİMDİ HABERLER
YÜ ZYÜ ZEY KEN KO N U ŞU RU Z DA ĞILDI / Güven Erkin Erkal
dinleyicilerin sahiplenmesi değil, tepki gösterenlerin sayısıyla da hızla yayılmıştı. Peşinden daha bir çok grubun geleceği belli olan bu yeni akımın ilk büyük firesi Yüzyüzeyken Konuşuruz oldu. Büyük ihtimalle bu “son,” grubun “frontman”i Kaan Boşnak’la start alacak yeni bir başlangıç olacak. Ne olursa olsun anlaşılan o ki dinleyiciler Sakin’in solisti Onur Özdemir’in “Onurr”a dönüştüğü gibi, Kaan’ın da “piyasa” tarafından ısırılıp enfeksiyon kapmasından korkuyor. Konuyla ilgili kesilecek erken ahkam bu kadar. Geçelim öteki habere.
KADIKÖY’DE BİR ŞİİR GECESİ Kargo’nun Kargo olduğu zamanlardan tanıdığımız Mehmet Şenol Şişli, bir süredir kurmuş olduğu Oyun Yayınevi’ndeki faaliyetlerle de adını duyuruyor. M.Ş.Ş. geçtiğimiz günlerde barlar sokağındaki Masal Evi’nde bir şiir gecesi düzenledi. Buna sadece bir şiir gecesi demek yetmez. Gelenler o gece şiirin yanı sıra, tiyatro, müzik ve bol bol sohbet etme imkânı da buldular. Bu unutulmayacak 22 Ocak gecesini de şöyle özetleyelim; “Kadıköy sound” dediğimizde aklımıza gelebilecek isimlerin ağırlıkta olduğu bir setle bu ortamdaki yerimi DJ olarak aldım ve gece başladı. Benden sonra Oyun Yayınevi’nden çıkan Uluer Oksal Tiryaki, Bahar Nihal Ersözlü, Jale Altunel ve Kerem Bereketoğlu’nun kitaplarından bölümler, şiir sahipleri ya da vekâlet edenleri tarafından okundu. Derken Barış Akbalı’nın yazıp yönettiği, Çiğdem Aygün’ün tek kişilik bar tiyatrosu performansı “Şu – Ur”u izledik. Tüm bunların ardından gece, Cenk Taner ve Kaan Altan’ın gitarları alıp sahneye çıkmasıyla iyice şenlendi. Kesmeşeker ve Mavi Sakal şarkılarının alkol efektli yorumlarının ardından M.Ş.Ş. de mikrofonun başına geçti. Gecenin ardından ufaktan ufaktan dağılırken “Her yıl böyle bir şey yapılsa iyi mi olur ne” derken, yaşananların verdiği gazla birileri “Olur mu ya? Artık her ay” falan gibi bir şeyler dedi. Periyodunu bilemem ama bu tip gecelerin en az konserler kadar coşkulu ve eğlenceli geçtiği ortada. Ne zaman olsa artık bize uyar.
74
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
YU KEN’T TAÇ DİZ
BU N LAR H EP O SM AN LI C A / SEPT İFELZEN
Bunlar Hep Osmanlıca Eskiden buralar hep dedelerimizindi, 623 sene bu toprakta kimse bilmez ne zeytin ağaçları yetiştirildiydi. Ne olduysa son yüzyıl içinde oldu. Cumhuriyet diye diktacı bir yönetim biçimi boy gösterdi. Kadın haklarından söz eder olduk, sendika filan gibi şeylerin aslı sanayi devriminin ardından geliştirilen komünist bir ütopyanın ağzı olsa da cumhuriyet döneminde topraklarımızda bir veba gibi yayıldı. Hey gidi şu eskiden... Âsımın nesli epey değişti. Dedelerimizin mezar taşları başında haktan rahmet, ruhuna Fatiha,
Neyzen’den hiciv perçemi okuyamaz olduk. Felsefe dahi yapılmaz bir dil bulduk. Cehape döne-
minin diktacı yönetimi etkisinde 140 karakterlik cümleler kurduk, ‘’http’’ ile başlayıp birkaç satır devam eden veb adresleri kadar manalarda daraldıkça daraldık. biz ''Türk'' iken öyle eski bir medeniyet de sayılmazdık zaten, yerleşik hayata geçen Uygurları hele hiç tanımazdık. Medeniyeti ilk kez
Akif'in dizelerinde duyduk. Tek tanrı inancı kabul görmeden evvel sözü edilen Gök Tanrı, aslında
Osmanlı döneminde yaşamış, geçmiş ve gelecekte fiziksel sorunlar yaşamadan seyahat edebilen bir meczuptu. Eskiden biz asimile ederdik azizim, şimdi asimile olanı oynar olduk. Bu konu üzere epey dertlendik ve siyaset yaptığımız yeni ve eksik dilde düşündük, daha derin düşünebilmek için binlerce zeytin ağacını kesmek zorunda kalıp, yerine acizane, bin odalı inziva evi kurduk. Felsefenin düşünsel bir eylem değil ekseriyetle dil ile alakalı olduğunu keşfettik. Eskiden ne iyi anlaşırdık biz. Geçmişi olmayan bu yeni dil ile maskara olduk, rakı sofralarında. Lütfuna ermek içün söyle perişan olduk. Eskiden alkol falan bunlar epey günah şeylerdi, padişahlar çok yaşasaydı da ağzına haram sürmezdi. Esrik bir nesil türedi bu nesil ki ağacı sevip koruyan cinstendi; elimizi öpüp boyun eğselerdi belki berhudar olurlardı azizim amma akılsızlık ettiler biz de bertaraf etmeye ant içtik hamd-ü senalar olsun. Eskiden Lale Devri'ydi, kapıldık ilk Avrupai hevese, lalezâr olduyduk. Şimdi kıskanmakta haksız mıyım Gülizar olduk. Ah o malum dili bilseydik şimdi, adını bile unuttuk. Farsça, Arapça ve Türkçe harmanından hem edebiyatımız böyle çiğ mi kalırdı. Bu ‘’yeni’’ dille ne felsefe ne edebiyat yapılıyor azizim, sayısız sanatçıya ucube heykeller yapmaması ucube edebi eserler vermemesi için ödenek bile ayırdık yetmiyor azizim yetmiyor. Ah o unutulmuş yazın dilimizi yeni nesle bir öğretebilseydik. Gözümüze uyku girmiyor azizim. Ülke krizin eşiğindeymiş, dünya genelinde ekonomik kriz kol geziyormuş, biz bedelli askerlik çıkararak vatandaşa olmayan trafik cezaları, asfalt yapım ücretleri ödetiyormuş isek ne yapalım? Hep acımızdan efendim hem acizane evimizde, üzerinize afiyet inzivadayız da biz, neslimiz dedelerini tanısınlar, felsefe yapabilsinler diye dil türetiyoruz. Çıkacak çıkacak azizim, felsefe yapan beşer çocuklu, fakir edebiyatında zirveyi öpecek koca bir halk çıkacak. Halkımızın desteği arkamızda olduğu müddetçe bizim eve daha kaç inziva balkonu daha çıkacak. Bunlar önümüzdeki yirmi yılın kalkınma projeleri azizim. Bekleyin çıkacak çıkacak bıçağı biraz daha kıvırın az kaldı isyan çıkacak. Ama çıkacak çıkacak aziz kardeşim. Çıkacak!
76
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
BU N LAR HEP OSMANLICA / SEPT İFELZEN
YU KEN’T TAÇ DİZ
Yazının eski alfabeye aktarılmasında yardımlarından ötürü Y. Bayar, K. Bekmez ve F. Erdoğan’a teşekkür ederiz... w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
77
Rafet Arslan
“...ilerleyen şey teknoloji olabilir ama insan ulusunun geliştiği bir yer yok, aslında Prometheus’un ateşi ilk çalma ihtiyacı duyduğu noktadayız aynı çelişkileri ve sorunları yaşıyoruz hâlâ...”
PERİFER İ - R AFET AR SLAN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
Zeliha Demirel: Rafet biz seninle önceden tanışıyoruz fakat tanımayanları da seninle tanışma şerefine nail etsek nasıl olur? Rafet Arslan: Biraz kendinden bahset diyorsun yani. 1972 yılında İzmir’de doğmuşum ben, 2007 yılında beri İstanbul’dayım ve sanat üretmeye çalışıyorum, yaklaşık 20 yılda beri çeşitli dergi, fanzin ve kitaplara edebiyat, eleştiri ve şiirler alanlarında yazılar yazıyorum. Özellikle son 10 yıldan beri kendimi çocukluğumdan beri gönül koyduğum görsel sanatlar üzerine yoğunlaştırdım. Şimdi hem yazı hem de kolaj ve resim gibi görsel sanatları iç içe icra ediyorum. Bu arada bir de kızım var; 12 yaşında şimdi. Bir de şu Bay
Perşembe neyin alâmet -i fârikası?
Bay Perşembe epey eski lakaplarımızdan, şimdiyse sosyal medya çağındayız. Daha sosyal medyanın bu kadar ön plana çıkmadığı trol mevzusunun olmadığı ve insanların kendi legal yaşamları dışında kendilerini ifade edebilmek için farklı yollar aradığı zamanlarda sokak raconunda herkesin bir lakabı olurdu; bu biraz da kendi adınla yapmanın seni tedirgin hissettireceği şeyleri örneğin fanzin çıkartmak ya da sokakta sanat yapmak gibi şeyleri daha rahatça yapabilmeni sağlardı.
Aslında kendime bir lakap takma fikrim yoktu, fakat bir gün okuduğum bir kitapta birçok olay ve cümle birden bire üst üste geldi; o zaman İzmir’deydim ve yağmurlu bir günde elimde bira şişesiyle turlarken kendimi Bay Perşembe olarak buldum. Bana Rafet Arslan’ı nasıl tanımlarsın diye sorsalar direkt uslanmaz bir art terörist derim; tutup da bu koskoca sanat denizine açılmaya nasıl karar verdin, seni dalgalar mı sürükledi? Aslında şöyle özetleyebilirim çocukluğumu 70’li yılların başında yaşadım; o zamanlarda renkli televizyon, video, kablolu kanallar, internet ve sosyal medya gibi şeyler yoktu henüz, bizler daha çok çizgi romanlardan, çizgi filmlerden, bilimkurgu filmlerinden çokça da ansiklopedilerden beslendik. Çünkü o zamanlar dershaneler, özel hocalar yoktu ve aileler çocuklarının eğitimine yardımcı olsun diye evde televizyonun etrafını kale gibi kat kat ansiklopedilerle dolduruyorlardı. Benim de en büyük zevkim ders araştırıyorum ayağına ansiklopedilerden ressamları incelemekti; özellikle sürrealist ressamları ve onlardan önce yaşamış olan ancak zaman içerisinde sürrealistlere yakın bulunan ressamları. Örneğin Bosch’un cennet ve cehennem tasvirleri Dali’nin ya da Magritte’nin tablolarıyla çok küçük yaşlardayken tanıştım bütün bu ressamların ansiklopedilerdeki eserlerine hayranlıkla bakardım ve o çocukluk heyecanıyla ben de kendime defterler hazırlardım. 7-8 yaşlarındayken beğendiğim bazı görselleri ansiklopedilerden
kesip defterlere yapıştırma alışkanlığı başlamıştı bende şimdi 42 yaşındayım hâlâ devam ediyorum aynı şeyleri yapmaya. İşte böyle başladı her şey tabii sonrasında hayatın akışı
seni farklı yerlere sürüklüyor artı eksi pek çok deneyim yaşıyorsun zamanla; bu noktada benim sanat eğitimi alma gibi bir durumum olmadı ve zamanla içine girdiğim kültür sanat ve edebiyat ortamınw w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
79
}
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
PE RİFERİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
da yavaş yavaş kendi kendimi yetiştirdim alaylı bir sanatçı olarak kendimi inşa ettim. El yazısıyla hazırlanan ilk fanzini çıkarttığımızda 16 yaşındaydım mesela, o süreçle başlayıp bugüne kadar gelen uzun bir maraton gibi zaman içinde çeşitli deneyimler yaşandı farklı ortamlara girildi; bunların bazılarını kendim seçtim bazılarınıysa ben seçmedim doğal olarak, bu akışın içinde bir yerden sonra baktım ki ben sadece bunu yapmak istiyorum. Hayatımın 24 saatlik akışı kızımla, arkadaşlarımla olan ilişkim herhangi basit bir sosyal aktivite bile sürekli buna bulaşmış durumdaydı ve bunsuz yapamıyordum ve o noktadan sonra da kendime çok fazla diretmedim. Özellikle İstanbul’a gelme nedeni de buydu yani çünkü İzmir’de daha kısır bir kültür ortamı vardı; aslında pek çok yaratıcı zekâyı besler İzmir ama genelde eylemsizdir, çok güzel ve büyük projeleri olan fakat hiçbir şey yapmayan insanları vardır kafelerde, barlarda buluşulup uzun uzadıya sohbetler edilir fakat hiçbir şey de yapılmaz genelde. İşte bende artık kendimi bir şeyler yapmaya hazır hissettiğim 2007 yılında o güne dek olan hayatımı bir defter olarak rafa kaldırdım, kafamda 6.45 Yayınlarından kitap çıkarma ve kişisel sergi yapma hayaliyle İstanbul’da hiçbir bağlantım ilişkim olmaksızın valizimi toplayıp bir gün çıkageldim buraya. İşte bu macera da 2007’den bu yana bayağı hızlı bir şekilde yürüyor. Aslında edebiyatla bir başlangıç yapılması bana her zaman daha doğru geliyor; yaptığımız şeyin bir felsefeye oturması, edebiyata yakın olması yapılan işi daha çok pekiştiren etkenler. Ben şunu çok merak ediyorum; zihnini sarsan, kalemine tuvaline ilham tozu serpen yazarlar kimlerdir? Şöyle başlayayım biraz daha küresel bir okumayla belki biraz daha yerele doğru geliriz. Dediğim gibi görsel terbiyemi aldığım ve kendimi yetiştirmeme etkisi olan insanlar daha çok gerçeküstücü ve fanteziye yakın bilimkurguya yakın duran alandan ütopyacı sanatçılardı, edebiyattaysa ütopya veya
}
onun karşıtı olan kaynaklardan beslendim; ilk gençlik yıllarımda Edgar
Allan Poe okuduktan
sonra onun sayesinde yaptığım araştırmayla Baudelaire’i keşfettim. Ondan sonra biraz Fransız sularında kendi haddimde yüzmeye çalışıp Arthur Rimbaud’yu ve Maldoror’un Şarkıları’nın yazarı Lautréamont’u okumamın Andre
Breton ve diğer gerçeküstücü yazarları keşfetmeme etkisi oldu. Bu bir okuma havuzuydu yani Poe’nun yanına Louis Stevenson’ı, Kafka’yı, Dino Buzatti’yi ve Cortazar’ı eklemiştim. Bilimkurgu ayağındaysa Ray Bradbury’i, Philip K. Dick’i oradan da Beat Kuşağı bağlantısı yapıp William S. Burroughs’u okumaya
başladım; esasında o dönem yani 90’ların başında biraz daha fazla çeviri kitapları okuyarak kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Yerli yazarlarımızdan da özellikle ikinci yeni olarak anılma alışkanlığı olan çevrelerden İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın yeri bende ayrıdır, Şairlerimizden Enis Batur’u çok önemserim; dile çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Sait Faik’se bence Türkiye’de özgün edebiyatın en önemli öncülerindendi ve yine Sait Faik’e yakın kuşaktan Garip Akımı’nı hep sevmişimdir; özellikle Oktay Rıfat ve onun Perçemli Sokağı beni çok besleyen ve geliştiren eserlerdendir, hala da okumaya devam ediyorum; okumadan da olmuyor. Yazacaksan, konuşacaksan, müzik veya resim yapacaksan eğer bu beslenmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle 80
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
PERİFER İ - R AFET AR SLAN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
Tabi ben daha çok yazı kültürüyle büyüdüm ancak bunların yanında sinemadan da çok etkilendim. Özellikle Fransız Yeni Dalga’sı, bilimkurgu sineması ve deneysel film geleneğinden beraberinde de çizgi filmler, bilgisayar oyunları ve punk müzikten beslenmeye çalıştım ve tüm bunları arasında aşağı ya da yukarı kültür ayrımı yapmadan beni besleyen hayat damarları olarak görüp ürettiğim her şeyle de onlara bile isteye selam göndermeye çalışıyorum. Özellikle bilimkurguyla daha çok haşır neşir olduğunu bildiğimden ve demin beslendiğin kaynaklardan söz etmemizden de hareketle içselleştirdiğin bir karakter ya da bir ütopyan var mı; belki de şöyle sormalıyım artık günümüzde ütopya yazmak çok mümkün değil belki distopya olur demek daha doğru yazacağımız şeyler için; bir
distopyan var mı?
Ben şöyle düşünüyorum aslında, distopya şu anda çok fazlasıyla yaşadığım hayatın kendisi haline geldi; bu noktada yeni distopyalar aklımıza geliyor fakat bunları ifade etmekten çok bu
ortaçağ karanlığının post modern versiyonu yaşanan. Dünya çapında ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, savaşın ve nefretin en üst noktaya geldiği bir dönemde ben daha çok ütopyalara
yaklaşmak onların diline ait cümleler kurmak ve imgeler oluşturmak istiyorum. Mesela geçen sene Karga Art’ta yapılan ‘Mümkün’ sergisi için kişisel ütopya kitabım olan ‘Yok Sözlükler’’i hazırladım; orada benim kişisel tarihimde rol oynamış ütopyacı olarak nitelendirdiğim simyacılardan şairlere, ütopya romanı yazarlarından kimi politik şahsiyetlere kadar pek çok insanın çetelesini tutmaya çalıştım. Bir de kişisel imge dünyamı geliştirmekte Amerikalı bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in çok büyük bir etkisi olduğunu belirtmek isterim; Dick’in 50’li 60’lı yıllarda yazdığı pek çok eserin 21. yüzyılı öngören ve bu dönem yaşayacağımız pek çok felaketin habercisi olan uyarıcı kitaplar olduğunu düşünüyorum. Bu noktada da kesinlikle etkilendiğim ve beslendiğim ustalarımdan birisidir Dick. Sosyal paylaşım sitelerinden birinde senin bir ifadene rastladım:
“Hiçbir yerden geldik,
sonsuza yayın yapıyoruz, özlediğimiz yer uzay,” diyorsun, buradan yola çıkarsak başı
sonu yoksa bu yolculuğun eğer, sence neye tutunmalı insanlık?
İnsanlığın kaderine bakıyorum, Eski Yunan’da Heraklitos’un yaşamla ilgili olarak hissettiği bir çok çelişkiyi ya da Ortaçağın sonrasında Rönesansın başlarında İngiliz düşünür
Thomas Mo-
re’un Ütopya romanını yazarken yaşadığı bir çok sosyal, sınıfsal ya da varoluşsal sorunun şu an çok güncel olduğunu düşünüyorum; bu noktada ilerleyen şey teknoloji olabilir ama insan ulusunun geliştiği bir yer yok, aslında Prometheus’un ateşi ilk çalma ihtiyacı duyduğu noktadayız aynı çelişkileri ve sorunları yaşıyoruz hâlâ, bu yüzden
zamanın ileriye doğru giden değil de döngüsel olarak hareket eden bir mekanizma olduğu düşüncesinin varlığına ikna oluyorum. Baktığımızda insanlar hırs, ego, çıkarlar ve köşeyi dönme çabalarıyla 50’liler 60’lar70’ler ve şanslı olan 80’lerdeki kuşak gibi binlerce onbinlerce yıllık kozmosun tarihi içinde kum tanesi kadar olabilecek yaşamlarında ömürlerini tüketiyorlar; bu yüzden geldiğimiz yerin adı hiçbir yer gideceğimiz yerin adı da hiçbir yer ve bu boşluğun içerisinde varlığa bir anlam verebilmek, gündelik olarak bizi kuşatan tüm bu çatışkıların ötesinde ruhumuzu biraz evrenin döngüsüne
w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
81
}
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
PE RİFERİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
bırakabilmek. O döngünün huzurunu, sakinliğini içimizde hissedebilmek ve bunu paylaşabilmek yani belki biraz espritüel bir şey.
}
Sanat, estetik olmayan pek çok alandan besleniyor; en başta da politika var. Devlet ve iktidar
estetize edilebilir mi? Buradan hareketle Ziggurat Terbiyecisi’nden biraz bahsedelim mi? Devlet ya da iktidar gibi politik unsurların estetize edilmesi bana hep riskli geliyor çünkü
sanatın beslendiği alan konuştuğumuz gibi ruha ve tine ait bir dünya, fakat politik artı ya da eksi yönde beslendiği kulvarsa gündelik hayatın kendisi ve ortası, bu yüzden de sanatçının ürettiği
işlerin yaşadığı dünyadan, zamandan öncesinden ve sonrasından bağımsız olabilme lüksüne sahip olduğuna inanmıyorum; mutlaka ürettiği şeylere yaşadığı dünya ve o dünya-
nın insanlık durumunun trajedisi, onun dönüşüme dair umutları yansıyacaktır. Fakat ben birebir politikanın estetize edilebileceği bir sanata inanmıyorum çünkü geçmişte bunun kötü örnekleri olduğunu biliyorum, mesela Nazilerin tutup da siyaseti estetize etme çabaları ya da eski Sovyet sisteminde angaje sanatçı modeli tamamen resmi kültür politikasına bağlı olarak üretim yapanların bu tür çabalarının sanatın özgürlüğünü kısıtladığını düşünüyorum ama parantez içinde şunu da unutmadan bu söylediklerim; sanat, sanat içindir, sanatçı böyle şeylerle ilgilenmez. 20. Yüzyılda daha Duchamp’ın Pisuvar'ı müzeye sunduğu günden beri sanatın artık sadece saf ve retinal bir şey olmadığının farkındayız; sanatın artık bir kavramı olmak zorunda; zaten her çağın sanatı o çağın gereklilikleri üzerine kuruluyor ve görsellik artık düşünceyle iç içe geçmiş durumda; Duchamp’ın neredeyse yüzüncü yılı yani yüzyıldan beri var olan bir sanatsal anlayış bu. Bunun dışında ki yaklaşımlar varlığını hâlâ koruyor ama bunlar İkea biip! tarzı dekorasyondan kopamıyorlar ne yazık ki. Yani ben sadece insanın ince ruhuna, göz zevkine hitap edecek estetik oluşturacak şeyler üretmek istemiyorum ve üreten insanların çalışmalarına da çok hoş bakmıyorum. Fakat dediğim gibi oradaki çizgi çok ince, bu sanatçının etik bir çerçeveye de ihtiyaç duyduğunun bir göstergesidir bence, yani estetik ve etiği aynı anda düşünüp buna göre yazan- çizen insanların yaptığı sanat öz olarak politik bir sanat olabilir ama dediğim anlamıyla yani öz olarak bunu biçime vurma çabası siyasi ajitasyonun kendisi ya da politikanın estetikleşmesine dek gider; buradan da daha totaliter yaklaşımlar çıkacağını düşünüyorum. Ziggurat Terbiyecisi’yse bunların tam tersi bir kutupta; yönünü kadim olana sonsuzluğun bilgisine doğru çeviren bir yaklaşım. Bu toprakların öncesinde Asya’da büyüyen kültüre bakarsak örneğin Türk kültürü geleneği olan Şamanlık veya bu topraklara geldiklerinde İslam dini içinde gelişen ayrıksı bir kanat olarak sufilik efendime söyleyeyim bunun Yahudilikteki karşılığı Kabala, Hıristiyan mitindeki karşılığı olan Gnostisizim ve Uzak Doğu felsefeleri
Tibet Ölüler Kitabı’ndan en eski yazıt olarak kabul edilen Hermes’in Zümrüt Tablet’ine dek uzayan insanın yazılmamış ve iktidarlar tarafından rasyonel olduğu için sevilmeyen gizli bir tarihi var. Bu ruhani bir tarih; bende yazdığım-çizdiğim ürettiğim her şeyde esasında biraz ruhuma yakın olmaya ve ona sarılmaya çalışıyorum, doğal olarak da beni cezbeden şeyler iş kuleleri veya avm’ler olmuyor daha çok zigguratlar, totemler, piramitler ve obeliskler beni daha çok cezbediyor.
82
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
PERİFER İ - R AFET AR SLAN / Zeliha Demirel
18 pt
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
“Neden şehrimizde hiç güneş tapınağı yok?”
Şehrin her tarafı devasa iş kuleleriyle çevrilirken ben de eski bir stüasyonist’in “Neden şehrimizde hiç güneş tapınağı yok?” sorusunu canlandırmaktan hoşlanıyorum ve bunu da bile isteye yapıyorum. Bütün bu projeler, performanslar, yazılar, çiziler ve eleştiriler hep korkuyu çağrıştıran isimler taşıyor, korku unsuruyla olan bu samimiyet neden? Mesela korku unsuru olarak Yıkım,
Gerçeklik Terörü…
Şuuraltı Operasyonları… Evet, demin de bahsettiğim gibi sanatın kendi içinde uyarıcı bir yönü olduğuna inanıyorum. Yaşadığımız ve kapıya dayanmış olan felaketlere ve bunlara alternatif olabilecek, bunların aşılabilmesini sağlayacak olan ütopyaların aynı zeminde tartışılması için insanları biraz Baudelaire’in şok etkisi dediği ya da öncü sanat dediğimiz avangard diye adlandırılan şey sanatın merkezinde var; yani insanların zaten gündelik hayatın her anında yaşadığı fakat görmediği ya da görmek istemediği şeylerin estetiğini biraz şok etkisiyle kavratmaya çalışmak onlara. Sadece üretilen sergilerdeki görsel imgelerden retinal bir haz alınması dışında bilişsel bir kapı da açabilmek ve oradaki sanatçıların üretimi sürecinde; bu bir eylem sürecidir işte bu süreçte kendi içinde yaşadığı çelişkileri, çatışkıları ve tartışmaları insanlara da taşıyabilmek. Bu tartışmaları çoğaltmak ve buradan yeni soru işaretleri çıkartmak için bunları seçiyor. Bu arada bunu seçersek ne kadar patlak olur diye de bir şey yok tabi. Bunlar zaten gündelik hayatta dostlarımızla, arkadaşlarımızla konuşurken tüketmeye başladığımız kavramlar; bu kavramları sıkça konuşuyor, bunlarla yemek yiyor, içiyor ve dolaşıyoruz şehirde artık w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
83
}
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
PE RİFERİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
bir yerden sonra belki de sözcükler yetmiyor ve bu kavramların görsel karşılıkları aranmaya başlanıyor; seninde bildiğin gibi sergilerin birçoğunda ben bunu insanlarla birlikte yapabileceğimiz ve olabildiğince çok insanın da dâhil olabileceği, interaktif katılımın olabileceği kolektif süreçler olarak kurmaya çalışıyorum.
}
Bir de şu troller epey sardı ortalığı; sende muzdaripsin bu durumdan, nedir bu trollerin başarılı insanlarla olan derdi? Sohbetin başında da belirttiğim gibi geçmişte nick name’in kullanımıyla şimdilerde internetin birçok alanında adı geçen troller arasında ciddi bir fark var. Geçmişte insanlar kendi adlarıyla yaptıklarında kamu veya toplumda risk olabilecek şeyleri yaparken kullanırlardı nick nameleri. Trollerse sadece üreten insanlara karşı özel bir enerjiyle yapıyorlar bunu; kamu ya da toplum karşısında aldıkları bir risk yok, hatta aslında birçok insan kendi içinde duyduğu artı ya da eksilerini bir trol söyleyince mutlu bile oluyor bunun gibi bir toplu mastürbasyon etkisi oluyor. Ben trollerin pek çoğunun zeki insanlar olduğunu yazıp-çizebileceklerini, müzik yapabileceklerini fakat hayatla alakalı bazı olumsuzluklardan ya da bireysel kararsızlıklardan bunları yapmadığını bunun sonucunda da ‘ben yapsaydım ne olurdu?’ Sorusundan dolayı kendilerine fantastik ve estetik bir hat oluşturduklarını düşünüyorum. Bu yüzden de nedense daha çok üreten insanlara yönelik bir karşı kampanya yapıyorlar beri yandan şunu da düşünüyorum; politik ortamın bu derece şiddet temelli olduğu, insan hayatının değersiz olduğu ve itibarsızlaştırılarak politikaların yürütüldüğü bir coğrafyada troller ne adına konuşuyor ve konuştukları neye hizmet ediyor diye oturup düşünmek lazım. Zaten kamunun, toplumun sanatçıya karşı ajite edildiği ve hedef gösterildiği, linç kampanyalarının yapıldığı yerde trollerin ekmeğini kim yiyor bunu düşünmek lazım, mesela geçen gün okudum ‘Duydum ki sergisini bir ayda hazırlamış’ diyor bana bir tanesi. Hâlbuki 84 tane iş koydum ben oraya; bunları bir ayda yapabilmiş olsaydım şu anda dünya beni kapmak için yarışıyor olurdu. Trol arkadaşlar öncelikle kendi isimleriyle karşımıza çıksınlar, biz de onların ne yaptığını bilelim böylece en azından daha etik ve eşit bir ortamda oluruz yoksa hayali bir isim alıp sürekli insanlara bel altından vurmaya çalışan karakterlerin kim olduğunu bilmiyoruz. Birçoğu ciddiye alınacak şeyler söylemiyorlar, birçoğuna da bakıyorum diyorum ki ‘bu zeki biri cümle kurmayı biliyor, yazık,’ diye düşünüyorum, ‘keşke enerjisini daha yaratıcı bir yerde kullansa.’ Müzikle de iç içe olduğunu biliyorum; müziğin ruhuna neler kattığını merak ediyorum? Şu anda Robotik
Hayaller isimli müzik grubunun bir parçasıyım, daha önce de bunun gibi birkaç deneyimim oldu; Duygusal Provokasyon isimli Kadıköy merkezli bir grubumuz vardı bundan 4-5 yıl öncesinde mesela ama ben kendimi şanslı hissediyorum çünkü çocukluğumdan beri biraz da müzikle yoğrulmuş bir insanım ve kendime has rafine bir müzik tutkum var. Evrene
teşekkür ediyorum beni gerçekten güzel insanlarla, güzel müzisyenlerle tanıştırdı ve benim gibi hiçbir müzik bilgisi olmayan birini bir şekilde müzik projelerinde olmaya zorladılar; kendimi en mutlu hissettiğim üretimler bunlar, yani bir sergi, bir plastik üretim süreci
kendi içinde oldukça sancılı oluyor sende bilirsin resim yapan bir insan olarak. Yazmaksa apayrı bir
84
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
PERİFER İ - R AFET AR SLAN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
hastalık ve kişinin kendisiyle kavga ettiği bir süreç, müziğinse insanın ruhundaki birikimi en doğal şekilde aktarabildiği alan olduğu düşüncesindeyim. Çok da büyük şeyler yapmıyorum öyle kendi sözlerimi şarkı sözlerine çeviriyorum ve sahnede yaptığım şeye de genellikle okuyuculuk adını veriyorum.
“
Okuyucu lafı da şuradan geliyor; işte bizim İzmir’de yerel gazetelerde pavyonlara şarkıcı aranıyor ilanları ‘Okuyucu aranıyor,’ diye yazılırdı ben de oraya gönderme yapmak hoşuma gittiğinden kullanmaya başladım bu okuyucu lafını, ‘ne yapıyorsun,’ diye soruyorlar işte, ben de ‘okuyuculuk yapıyorum,’ diyorum o zaman.
”
Müziği üretirken insanın kendini direkt ifade edebildiği bir alan olarak görüyorum, Türkiye’de ne yazık ki pek çok alanda olduğu gibi popüler müzik sahnesi de çok kısır bir biçimde gelişiyor, sanki alternatif olan şeyleri insanların duymasından çekinen genel bir hafıza var. Hazin olan gerçekse mesela bu programı izleyecek olan gençlerin dinledikleri müzikler de ne yazık ki bu ülkede üretilmiyor. Peki bu benim meditasyonum dediğin, bu günlerde kulağında olan bir sound var mı? Ben belli dönemlerde belli müziklere takıyorum mesela bir sergiyi oluştururken de o müzik fonda sürekli çalıyor. Bu dönem daha çok 70’lerin onuyla 80’lerin başında üretilmiş punk sonrası işin içine biraz da ‘synth’lerin girmesiyle dijitalleşmiş ama bunu yaparken de nasıl diyeyim daha yaban daha hermetik bir yerden beslendiğini düşündüğüm müziklere yoğunlaştım ve onları araştırıyorum; bu benim için bir iştir bu arada. Her akşam hiçbir şey yapmadan müzik araştırdığım dinlediğim kendimi orada bıraktığım saatler olmasına özellikle çaba sarf ederim. Bu aralar Public İmage Limited ya da Thisheat gibi 70’li yılların sonuna ait gruplar beni etkiliyor ve belki endüstriyel müzik çıkışları ya da New Wave’in patladığı zamanlarda daha ezoterik ya da punk yapmaya çalışan gruplar, tabi şimdi birilerinin ilgilenip araştırması gerekiyor bunları, ama bende öyle entelektüel bir soğukluk peşinde falan değilim popüler şeylerde dinliyorum elbette mesela Rihanna iyi bir şarkı yapmışsa onu da indirip dinliyorum ama daha çok elektronik punk, endüstriyel punk kafaları bana bu dönemde daha iyi geliyor diyebilirim. Ama mesela Şuuraltı Operasyonlarını yaptığım sıralarda Pink Floyd’un Atom Hearth Mother’ıyla Black Sabbath’ın ilk dönem kayıtlarını çok dinlemiştim tabii rakı içerken de Sezen Aksu ve Ahmet Kaya’ya kendimi teslim edebilirim. (Gülüyoruz) Çalışırken seni en çok ne motive eder, hani çalışmaya başlamadan hepimizde olur ya, senin de öyle bir ritüelin var mı? w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
85
}
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
PE RİFERİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
Ben genelde temizlik yaparım; siz de görüyorsunuz atölye hep dağınık oluyor hiçbir zaman tamamen toplanamıyor ama en azından kafamda bir şeyler varsa ve onlara girişeceksem kendimce önce şöyle bir ortalığı toparlıyorum bunu yaparken de beri yandan kendi kafamdaki dağınıklıkları, kendi şizofrenik bölünmelerimi de toparlamış oluyorum. Evet bu hepimizin yaptığı bir şey. (Gülüyorum) İşte ondan sonra her şey bir an kendiliğinden başlıyor.
}
Her zaman sakin olmamız gerektiğini söyler durursun ya, peki bu hız çağında sakin olursak hızla nasıl baş edeceğiz ya da hızla baş etmemiz için ne yapmamız gerekiyor, hızdan daha hızlı bir kavram mı geliştirmeliyiz; bu bağlamda hız ve zaman üzerinden biraz konuşsak? Hız baş edilmesi imkânsız bir şey, şu an çok uluslu ve bilgi ekonomisi üzerinden ilerleyen bir kapitalizm dünyayı sarmış durumda ve her şey çok hızlı değişiyor, tüketiliyor. Bu noktada yavaşlığın kendisinin bir direniş stratejisi olma ihtimali olduğunu düşünüyorum, çünkü sakin olamayıp o hıza kendini kaptırdığında sana ait olmayan fikirlerin nesnesi olma riskin çok yüksek, anlatmaya çalıştığım kişisel yolculuğumun çıkış noktalarından birisi bu. Ben kendime ait bir düşünce oluşturmak zorundayım herhangi birisinin doğru ya da yanlış bilgisi dışında kendime ait bir etiğim olmalı, mutlaka başka şeylerden de besleneceğiz elbette bu edebiyat ya da düşünce âlemi olabilir velâkin bu hız dünyasında her şey bu kadar değişirken atıyorum işte x düşünürün dediği tamamen doğrudur deme lüksüm yok çünkü zaten bir yıl önce yazılı bir şeyin bile bir sonraki yıl değişebileceği bir çağdayız; 18. Ya da 19. yüzyılda oluşmuş düşünce sistemleri üzerinden bunu kurmak bence fena bir şekilde başka bir şeylerin angaje olma riskini de taşıyor. Ben kendim olmak kendimi keşfetmek ve oluşturmak istiyorum. Esasında bu süreç devam ediyor, bu kendime biçtiğim amaçlardan biri; Ben 86
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
PERİFER İ - R AFET AR SLAN / Zeliha Demirel
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
Rafet Arslan’ı oluşturmaya, kurmaya çalışıyorum çünkü zaten tek bir Rafet Arslan yok kendi içimde bir sürü bölünmüş ben var; onlarla barışmaya çalışıyorum ve onlarla barıştığım gibi dış dünyada benim gibi olmayan şeylerle de barışmaya çalışıyorum. Çünkü genel olarak sakin olmadığımızda olan şey dışarıda bizim gibi olmayan şeyleri eleştirmek, ötekileştirmek ve karşıt olmak üzerine kuruluyor. Ben diyorum ki karşıtların karşıtlık halini kaldırmanın en doğru yolu empati yeteneğimizi geliştirmek farkındalık ve idrak kapımızı biraz daha açmak, eğer her bir birey bunu yapabilirse; sanat bunun yapılabilmesi için en önemli araçlardan birisi bence, birbirimizle dövüşmeden, gırtlağını sıkmadan, masayı devirmeden konuşmak, anlaşmak ve iletişmek mümkün olabilir işte sanat bu noktada şifacıdır, sağaltıcıdır insanın ruhundaki öfkeleri, kızgınlıkları yumuşatıp anlamayı; anlamak bağışlamanın da kapısını açan bir şey, diyaloğun ve anlaşmanın en güzel tetikleyicilerinden biridir ve esasında benim düşlediğim şey de bu. Peki sakin olursak bir anlamda da zamanı zapt edebilecek miyiz? Yani kendimize ait bir zaman oluşturabiliriz. Şunu düşünüyorum her şeyin bu kadar topyekûn ve küresel yaşandığı hayatlar insan yaşamını da bir kitle insanına bir makineye dönüştürme riskini taşıyor. Bu noktada zamanı biraz yavaşlatma şansı olursa ya da ilerleme yerine zamanın döndüğünü kabul etmeye ve hayatını buna göre kurmaya başlarsan en azından zamanı avucunda tutabilirsin; avucunda tutarsan sana ait öznel bir zaman ve dünya oluşturma şansın olabilir. Yani insanlar sürekli olarak başka dünyaların mümkün olduğundan veya olamayacağından bahsediyorlar ama ya olacak diyenler bunun nasıl olacağına dair çok fazla somut şeyler söyleyemiyorlar ya da olmayacak diyenler bunun neden olamayacağını ispatlayamıyorlar. Ben diyorum ki herkes tıpkı o eski Yunan kitabesindeki ‘önce kendini tanı’ sözüyle yola çıkabilir, kendini bir özne haline getirdikten sonra da yavaşlatılmış ve yatay zamanda kurulacak ilişkiler yaratabilir bu doğal olarak hiyerarşi dediğimiz şeyi hayatımızdan atmamızın denenebilecek akla gelen en basit yollarından birisi. Bize biçilen misyonlarla yaşamayı biliriz; bu kolay bir hayat ama sanat yapmayı göze almak zaten riskli bir şey; zorluklarla karşılaşacağını hayatın birçok alanında mutsuz olup sürüneceğini de göze alıyorsun, en azından bizim gerçek dediğimiz sanatın her zaman için durumu budur, yani sadece insanların göz zevklerine hitap etmek ya da sadece lay lay lom işler üretmek derdinde değilsen sanat zor bir iştir acı verir, düşünce ve edebiyat zor bir iştir; acıdır ve problemleri vardır, bunları hafifletmek için de o çılgınca akışa dur demek, kendi gönlüne ait bir fren geliştirmek bence önemlidir. Avangard ölçü gibi terimler kullandım birçok isme gönderme yaptım, bu yazıyı okuyacak olan insanlar belki bir anda kim bunlar diyeceklerdir, ama derdim öyle ‘cool’ ve entelektüel bir uzay kurmak falan değil. Benim için önemli olan gündelik hayatın içinde popüler kültürle radikal kültürün unsurlarını eşit bir şekilde yan yana getirirsek önümüze konan birçok kodun ve önyargının kırılmasına en azından sanat vasıtasıyla engel olmaya dair bir çabaya girişebiliriz, en azından bunu düşünecek bir alan yaratabiliriz. Buradan yola çıkarak şöyle bir şey daha sormak isterim, hep sanatın dekorasyona yakınlığından ya dabiip!İkea’ya yakın sanat düzenlemelerinden söz ettik. Zaman ve hızı da içine alarak düşündüğümüzde sanatın günümüzde buluşa ya da dekorasyona indirgendiği gibi bir şey söylemek mümkün mü, indirgeme sözcüğünü kullanabilir miyiz burada onu merak ediyorum? w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
87
}
SÖYLEŞİ
GEÇİYORDUK UĞRADIK
PE RİFERİ - RAFET ARSLAN / Zeliha Demirel
Hiçbir zaman tek bir sanat yok, farklı sanatlar var ve piyasaya göre üretilen bir sanat, efendime söyleyeyim genele yönelik bir birikime çalışan bir sanat, resmi kültür politikalarına göre üretilebilecek sanatlar olabileceği gibi her zaman öznel kişisel ve oradan da daha kolektif bir imgeyi kovalayan arayışlarda olacaklardır. Yani bu dediğimiz hiçe varan dekoratif eğilimler olduğu gibi işte
}
bu ülkede ben bir şeyler yapıyorum ben varım yapan başka arkadaşlarımız var işte Ali
Elmacı
var ressam arkadaşımız Cenin var bunu video alanında, kolaj alanında yapanlar var, yanımızda tiyatrocu bir arkadaşımız var sokaklardan gelip şimdi farklı imgeleri tuval ya da kağıt üzerinde gösteriyor. Ben bunun hiç bitmediğini ve bitmeyeceğine inanıyorum (bu arada bir sürü isim var; şu an sadece aklıma gelen bir kaçını saydım diğer arkadaşlarımızı da tenzih ederim) yani bu karanlık ne kadar yaygınlaşırsa karşısında aydınlık olanda yükseliyor bence ve büyümeye devam ediyor; uzun vadede hayatta kalanın uzun ömürlü olanın ruhsal olanın olacağına inanıyorum. 21. yüzyıl gibi bu kadar bilgiye ve teknolojiye dayalı bir dünyada herhangi bir kavramsal zemine, ruhsal samimiyete dayanmayan bir şeyin ömrü olsa da kısa olacağı kanaatindeyim. İçinde yaşadığımız şehre estetik açıdan nasıl bakıyorsun, şimdi bir de 3. Köprü yapılıyor ya... Ve daha bir sürü şey sanatçı gözüyle baktığında ne görüyorsun?
Sanatçı gözü diye çok da ayırmayalım sonuçta ben de bu şehirde yaşayan bir insanım; atölyem burada, yaşadığım konut da bu şehrin başka bir bölgesinde. Şu an büyük bir imar terörizminin
içindeyiz ve sürekli bir yerler yıkılıyor, yapılıyor, bozuluyor görüyoruz sürekli ağaçlar kesiliyor, insanlar mutsuz ediliyor ve tarihsel hafızaya ait şeyler git gide yok ediliyor, aslında kentteki bu süreğen yapılaşmanın değişmesi yıkılıp yapılması ve kentin hafızasının da bir şekilde bozulmasına sebep oluyor. İşte kentsel dönüşüm diye bir kelime sürekli olumlu ya da olumsuz olarak kullanılıyor; bunu bizde yaşadık şu anki atölyemizin olduğu binanın satılması ya da el değiştirmesi bir günde kiramızın 200 lira artmasına ve farklı taleplere yol açıyor. Söyleşimizde şu anda bu matkap gürültüsü eşliğinde sürüyor bu arada, gerçi ben ‘noise müziği’ severim ama, diye de bağlamak isterim konuyu. (Gülüyor) Rafet, bu samimi söyleşi için teşekkür ederim. Geçtiğimiz aylarda Uluma (Howl) isimli bir serginiz açılmıştı; sen bu serginin küratörüydün, bu sergi üzerine de daha sonra kapsamlı olarak konuşalım isterim.
Ben teşekkür ederim. Küratör kelimesini düzelteyim bu arada bunun yerine koordinatörü tercih ederim, çünkü küratör bir meslek gibi profesyonel bir şey ben bir sanatçı olarak elimden geldiğince sesi çoğaltmaya çalışıyorum belki son olarak bunu söylemem yerinde olur.
88
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
-
.
Servet-i Fünûn ve
Yüzüklerin Efendisi’ndeki Servet-i Fünû nd
muhteşem
önemi yazarla rının
ile akıllarımıza kazınan Yeni Zela
doğası
ve
Yeşil Yurt Özl emi
nda’yı gelin beraber tan
ıyalım...
Yeni Zelanda Duygu
Esrige
r
GEZ GÖR CEZVECİK
GEZ GÖR CEZVECİK
SE RVET-i FÜ N Û N ve YE N İ ZELANDA ~ Duygu Esirger
Dünyanın en etkileyici görünümlerine şahit olacağınız ve kendinizi masal diyarlarında hissedece-
}
ğiniz Yeni Zelanda’da fantastik bir dünyanın içine gireceksiniz. Bambaşka coğrafi oluşumları içinde barındıran bu ada ülkesinde hâlâ aktif volkanlar, muhteşem bembeyaz sahiller, yemyeşil ve sık yağmur ormanları, gizli kalmış mağaralar, buzullar ve çöller bende küçük bir cennetteymişim hissini uyandırdı.
Servet-i Fünûn Dergisi etrafında toplanmış içinde Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit gibi isimlerin de yer aldığı grubun Yeşil Yurt Özlemi’ne karşılık gelen yer olarak Yeni Zelanda’yı seçmeleri hiç de tesadüf değil. Çünkü Yeni Zelanda şu anda dahi benim gözümde rahatlığın ve özgürlüğün ülkesi oldu. Anti parantez, Yeni Zelanda en yaşanılası ülkeler
sıralamasında günümüzde de ilk üç sırada yer almaktadır. O dönemde Servet-i Fünûn topluluğu II. Abdülhamid döneminin baskıcı, sansürcü ve jurnalci ortamından bir nebze kurtulabilmek için Yeşil Yurt hayali kurmaya başladı. Bu hayalin
peşinde koşan yazarlar sanatı ve bireyselliği ön planda tutan yazarlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Hepsinin eserlerinde dikkati çeken bir diğer özellik de karamsar bir ruh hali ve içe kapanıklıktır. Yaşanılan siyasi dönemin yazarlara özellikle bu tarz bir ruh hali kazandırmış olması kesinlikle yadsınamaz.
92
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
SERVET-i FÜ N ÛN ve YENİ ZELANDA ~ Duygu Esirger
w w w .alengirlimecmua . com
GEZ GÖR CEZVECİK
Sayı 1 | Ocak 2015
93
}
GEZ GÖR CEZVECİK
SE RVET-i FÜ N Û N ve YE N İ ZELANDA ~ Duygu Esirger
}
Te v f i k Fikret
Yeşil Yurt Özlemi, öncelikle uzak diyarlara gitme ve bu baskıcı rejimden uzaklaşıp dilediklerince ve özgürce yazma düşüncesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu özlem ilk olarak Tevfik Fikret ve Hüse-
yin Cahit’in Dr. Esad Paşa’yı ziyaretleri sırasındaki sohbette gündeme gelmiştir. Sohbetin konusu sizin de öngördüğünüz üzere “istibdat’”tır ve çareyi bu diyarlardan uzaklaşmak olarak görürler.
Dr. Esad Paşa’nın yalısında geçen bu sohbetin ardından Tevfik Fikret bahriye yüzbaşısı olan Mehmet Rauf’tan göç edebilecekleri Yeşil Yurt konusunda bir araştırma yapmasını istedi ve İngiliz donanmasına bağlı Imogene gemisinin süvarisi Kaptan Bain’den hayal ettikleri hayata en uygun yerin Yeni Zelanda olduğu bilgisini aldılar.
(
Aç parantez... Oğlu Haluk’un ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için Glasgow’a gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hıristiyan ailenin etkisiyle din değiştirdi ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar “yurda” dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken hayatını kaybetti...
94
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
SE RVET-i FÜ N ÛN ve YENİ ZELANDA ~ Duygu Esirger
GEZ GÖR CEZVECİK
Yeşil Yurt fikri çeşitli nedenlerle önce Anadolu’da Manisa’da faaliyete geçirilmek istense de bir türlü hayata geçirilememiştir, fakat Yeni Zelanda’nın Türk edebiyatı açısından önemi büyüktür. Bu sayede bu özlemle Servet-i Fünûn sanatçıları çok değerli eserler ortaya çıkarmışlardır. Halen Yeni Zelanda gözde seyahat rotalarından olup insanların bir süre yaşamak istediği ülkelerdendir.
Yeni Zelanda’nın Türk edebiyatındaki küçük hikâyesinden sonra biraz da bu ülkeden bahsetmek istiyorum. Yeni
Zelanda’da tabir-i caizse insandan çok koyun karşınıza çı-
kacaktır. Şaka yapmıyorum, inanın yemyeşil ovalarda her yanda binlerce koyunun otladığını göre-
ceksiniz ve bu görüntüye bayılacaksınız. Sizde benim gibi mükemmel fotoğraflar yakalayabilirsiniz w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
95
}
GEZ GÖR CEZVECİK
SE RVET-i FÜ N Û N ve YE N İ ZELANDA ~ Duygu Esirger
bu yemyeşil ovalarda. Adada büyük bir İngiliz etkisi görüyorsunuz, fakat bunun yanında, geniş cüsseleri ve dövmeleriy-
}
le adanın yerlileri Maoriler de oldukça dikkat çekiyor. Ayrıca Koreli ve Çinliler de oldukça yoğun şekilde bu ülkede yaşam alanı kurmuşlar. Özellikle Uzak Doğu restoranları bu ada ülkesine hâkim durumda gözüküyor. Bol bol Uzak Doğu lezzetleri tadabilirsiniz.
Yeni Zelanda’da ilk durağınız en büyük ve en kalabalık şehri Auckland olmalıdır. Şehirde öncelikle Auckland Katedrali’ni ve müzeleri gezmelisiniz. Marinada güneşin ve okyanusun kokusunu ta iliklerinize dek hissetmeli ve huzurun şehrinde dinginliği üst seviyelerde hissetmelisiniz.
Auckland parklar açısından da çok zengin bir şehir. Örneğin Domen bölgesinde gittiğim Ulusal Park’a hayran kaldım. Devasa büyüklükteki bu parkta yeşilin bin bir tonu ile başım döndü. Bu
parkta insanlarla rahatlıkla sporlarını yapabiliyorlar ya da kahvelerini alıp çimlere yayılıp kitaplarını okuyabiliyorlar. Ben bir taraftan etrafı seyrederken bir taraftan da bir şeyler okumayı ihmal etmedim tabii ki...
Sir Robert Ulusal Parkı’nın içinde karşıma farklı farklı müzeler de çıktı. Bu müzelerden biri de hoş bir savaş müzesiydi. Burada Yeni Zelanda’nın yerli halkı Maorilerin yaşamları canlandırılmıştı ve oldukça ilgimi çekti. Maorilerin yüzleri ve vücutları dövmelerle boyalarla yansıtılmış heykelleri içimi ürpertmedi değil. Maorilerin yer aldıkları savaşlar için de bir bölüm hazırlanmıştı. Bu bölümde yer alan Gelibolu köşesi ve yansıtılan Türk askeri figürü beni epey duygulandırdı. Auckland’in simgelerinden biri olan Sky Tower’ı da mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. 328 96
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
metre yükseklikteki bu kuleden şehrin görüntüsü harikulade gözüküyor. Ayrıca bu kuleden “bungee jumping” de yapabilirsiniz, fakat ben cesaret edemedim bu işe...
Yeni Zelanda’da bir sonraki durağınız ise Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinin çekildiği Hobbiton film seti olabilir. Ben kendimi sanki o filmlerdeki Hobbitler gibi hissettim ve bu his harikaydı. Bir filmin içinde olmak gibisi yok... Bu köye gelmeden evvel bir bilet almanız gerekiyor. Sonrasında yemyeşil arazi üzerine kurulmuş bu masal köyünün her karışını gezebilirsiniz. Her evin içine giremiyorsunuz ama ziyaretçiler için bir Hobbit evi gibi düzenlenmiş kafede kendinizi bir Hobbit olarak hayal edip kahvenizi yudumlayabilirsiniz.
Yepyeni dünyalar keşfetmeniz dileğiyle sevgiyle kalın…
Rahatlığın ve rahat insanların ülkesi Yeni Zelanda’da gezip görülecek yer o kadar fazla ki… Bu ada ülke yaşamakla bitmez. En çok ilgimi çeken yerleri sizinle paylaşmak istedim. Bir gün yüreğinize bu ülke düşerse şayet, hiç tereddüt etmeden rotanızı bu ülkeye doğru çizmelisiniz. Hatta burada 5-6 ay kesinlikle yaşamalısınız.
GEZ GÖR CEZVECİK
Allah’ım Pas Ve r ! Birican Güneri Dokuz kusurlu hareketten haberim yok, ben ‘nerede hareket orada bereket, amin,’ diye dua ettim hep. Eh yani doğru zamanda doğru yerde olmak imanın ilk şartı değil miydi Allah’ım? Hım? Her şey, annemin saçlarının benden daha fazla uzamasıyla, hatta benimkilerin hiç uzamamasıyla başladı. Önce annemin saçlarına yenik, 1-0 yenik düştüm. Öyle ya, insan sevdikleriyle başlar yenilmeye. Sonrası çorap söküğü... Allah’ım bütün söküklerimi affet! İstiklal’de yürüyorum, hani iğne atsan yere düşmez derler ya, düştü! En sevdiğim hızmamı kaybettim. Ki ben, sevdiğim şeyleri kaybetmekle hükümlüyüm... Daha doğrusu, onlar benden nasıl gideceklerini çok iyi biliyorlar. Düşmek bahane! Çok iyi bir bonservisle transfer edilmiş ama, ilk maçında kendi takımına gol atan forvet kadar şansızım… Kaç desibel küfür yediğim yahut, ettiğim muamma... Bazı zamanlar kafam bozuluyor, aslında kafam hep bozuluyor, hep bozuk... Yine günlerden bozuk, Üsküdar’dan bir vapura biniyorum. Nereye gittiğim mühim değil, kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum. Tek istediğim, üç beş martıyla simit dansı yapmak. O da ne? Etrafta martı yok! Beni deniz tutuyor, Tanrım gökten martı yağdır... “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek… Afrika dahil,” diyor. Dostum! Afrika’da işler hiç de yolunda değil… Bir mısradan sonrası ölüm. Beni ölüm tutuyor, romantizmi geçelim… Beni aşk bile tutuyor… Aşk demişken; Eros’un okunu keşfettik toplumca, iyi hoş ne âlâ! Ama beni vicdan tutuyor, ama bizi vicdan tutuyor! Piçiz biz, piçliğin kanunu bu ya; dışar’dan baksan Allah’sızın teki, oysa içeriden Allah hep boğazına yapışmış gibi... Allah’ım sen üstüne alınma, lafın gelişi, ben soldan depara kalkıyorum şimdi, aklında bulunsun e mi? Böyle zamanlarda radyoda hep, en sevdiğin şarkılar araya girer ve en sevdiğim şarkı sahada “Shamrain-To Leave…” “Hiçbir şey iyi değil, biliyorum sende gördün.” Saat gecenin üçü! Evet bu şarkıda bir sigara yakılmalı; iyi şarkılar duadır, iyi şarkılara her zaman bir sigara yakılmalı! Korkuyla pakete uzattığım ellerim titriyor, muhtemelen paket boş! Ama işte, ya gol olursa? Tanrım gökten bir dal sigara! 3-0 olmadan bir pas ver...
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
107
Kazanamadım
RAKI PARA
‘sı
K a rav i Janset
n
Bir sabah tedirgin edici düşlerden uyandığımda, kendimi bilgisayarın başında dev bir rakı şişesine dönüşmüş olarak buldum. Müzeyyen Senar ölmüştü! Son zamanlarda ne de sıklaşmıştı bu gitmeler, -yahut bana öyle geliyordu- sanki her ölen insanla beraber hafızam ağır ağır siliniyordu dünyadan. Bu gitmeler doğaldı; hepimiz gidecektik bir gün, hem birçok giden memnundu da yerinden, biliyorduk bilmesine hepimiz, ama bu gitmeler fena gelmeye başlamıştı artık bana. Yaşar Kemal’in hastaneye yatırıldığını duyduğumda da böyle hissetmiştim. Ne kalıyordu ki geriye? Yılmaz Abi’nin dediği gibi: “Biz şimdi ölsek, en çok kahvede çaylar soğur...” Ama işte bırakmıyorlardı ki çaylar soğusun kendince. Gidiyorlar hastanenin önüne, yumruklar havada “Yaşar Kemal ölüme direniyor!” diye bağırıyorlardı. Bu sahneyi görünce çarpıldım, kaldım. -Amin, demek serbest- ‘Sen kimsin, ne sanıyorsun kendini,’ diyeceksiniz belki, varın deyin, ben de diyeceğimi, pardon yazacağımı yazayım gelin. O an, yumruk havada, hastane önünde slogan atan insanları görünce yani, şunlar geçti aklımdan; eğer o hastanedeki yatakta ben olsaydım, kalkar bastonla kovalardım o dışarıdakileri. Eminim; Yaşar Kemal de aynını yapardı gücü yetse. Bırakın adam huzurla ölsün ölecekse. Bırakın bu slogan solculuğunu. Yaşar Kemal yaşıyordu da ne yapıyordunuz, yaşıyoruz da ne yapıyorsunuz, ölümüz mü kıymete biniyor? Üstat yazacakları varsa yaşasın dilerim, yok, ben yazacağımı yazdım, diyorsa kendine... Artık nasıl dilerse... Gene Yılmaz Abi’nin dediği gibi: “(...) Herkes bilir gitmesini. Bir zaman öğrenirsin gideni sırtından öpmesini. (...)” Müzeyyen Senar’ın gidişini öğrenince, yumruk havada: “Müzeyyen Senar ölümsüzdür!” diye bağırmışım, arkadaşlar kendime getirdi beni, refleks işte. Kendime gelir gelmez bilinçaltım dört nala koşturmaya başladı. Çağrışımlar çocuklar gibi şen bin atlı oldular, dıgıdık dıgıdık: Müzeyyen Senar, şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın, Vardar Ovası Vardar Ovası, kazanamadım rakı parası, Mustafa Kemal, Bülent Arınç, rakı parası... Ah o rakı parası ah! Yahu adam, hadi kederlendin türküyü yaktın, sen ne diye yediğin herzelerden açarsın ki lafı? Rakı parası nedir, bizi de yakma değil mi? Koy ayranı en yayığından! Bak senin yüzünden neleri tartıştık milletçe, hem de birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz o (sene 2013) günlerde! (bkz. #direnrakı) Benim çocukluğumun büyük kısmı Şubat ve Yaz Tatillerinde Beykoz’da geçti. Anneannemin evinde. Ben de Boğazda yetiştim yani! (Ah kulaklarım çın çın, saydırıyorsunuz değil mi yumruklarınız havada, küçük burjuva falan filan diye...) Beykoz ve havalisi işçi semtidir. Eskiden, şuralar dutlutken hani, küçük, şirin Boğaz köycükleriyken Beykoz, Paşabahçe falan, Cumhuriyet projesine Sümerbank,
Şişe Cam ve Tekel Rakı fabrikalarıyla dahil edilen bu güzelim semtler birer işçi kasabasına dönüşmüş. Boğaza nazır müstakil evleri olanlar bir sevgili vekillerimiz bir de bizleriz, yani dedeleri, anneanneleri, babaanneleri Cumhuriyet’in işçisi olmuş insanlar olarak biz. Her neyse çok uzattım, plastik koktu. Beykoz’da her sabah o güzelim anason kokusunu taşırdı Boğazın cânım esintisi bize; öyle uyanırdık düşlerimizden ve bilirdik fabrikada iş başı olmuştur çoktan. Burnumuzda rakı kokuları, alnımızda bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan Türk gençleri olarak, kızlı erkekli, elmaya, armuda, şeftaliye dalıp karnımızı doyurarak, etnosantirik hezeyanlardan bihaber geçirirdik günlerimizi. Hey gidi! Olimpiyatlarda ağaca tırmanma, cepler, etekler hatta donlar meyve dolu bahçe duvarından yüksek atlama branşları olsa altın madalyalara boğar memleketi, şanlı bayrağımızı gururla dalgalandırırdık vesselam. Çocukluk nihayetinde, arkadaşlıklarımız esnedi, koptuk, dağıldık gittik hayatın içine. Sonradan öğrendim ki, hiçbirimizden zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklı bir sporcu çıkmamış. Kimimiz muhasebeci, kimimiz öğretmen, kimimiz doktor, ben de işte ben olmuşum. Eh ne demişler ne oldum değil, ne olacağım demeli insan. Ama bir şey daha öğrendim ki, hepimizin rakıyla arası iyiymiş.Ne istiyoruz rakıdan? Ne alıp veremediğimiz? Rakamlarla konuşalım gelin... Güzel memleketimde hal vaziyet şöyle: Yıllık rakı tüketimi 45.840 litre 1 litre rakı parası 58 TL 1 litre rakıdan alınan vergi 36,85 TL Rakıdan toplanan yıllık vergi 1 katrilyon 689 trilyon 204 milyar TL (bu yeni parayla 1 milyar falan filan oluyormuş, eskidik biz annem! 1 milyar yahut yeni şeyle 1 Zarrab ki o da eşittir eee bir kamyon dolusu ayakkabı kutusu işte...) Demem o ki rakı parası kazanan insan vatanını milletini seven insandır yahu! Uğur Dündar Abimizin hep dediği gibi, vergi vergi vergi. Yumruklar havaya! Haydi hep beraber arkadaşlar... Vergisi ödenmiş kazanç helalse, rakı da helaldir! (Bu biraz uzun oldu, nağme şey yapın siz artık) Süte su katmadık, rakıya buz attık! Diren rakı! Rakı masamız engellenemez! Müzeyyen Senar Ölümsüzdür! Tamam bırakabilirsiniz şimdi. Yeter, uzatmayın çok. Direnmenin de bir estetiği var... Ah be Müzeyyen! Ne yaptın... Ölenle ölünmüyor ama bu ara bilmiyorum bana mı öyle geliyor, giden gidiyor, çok giden var. Müzeyyen Senar da rakımızı öksüz bıraktı. İşin fenası bu kuşaklar gidiyor, gedenlerin yerine kimse koyulamıyor; tehlikenin farkında mısınız? Mekânın Cennet olsun, şol Cennet’in ırmakları rakı dolsun... Arap kralları ölünce bayraklar yarıya iniyorsa, biz de Müzeyyen’in arkasından rakı şişesini yarıya indirebiliriz, diyorum ve ‘kazanamağğdıığm rakı parağğsı!’ diyerek, sağ, pardon sol yumruk sıkılı ve havada zeybek oynamaya kalkıyorum, çay bardağımda rakı, burnumda tüten çocukluğum ve ölüm. Rakkamlar takribidir (vasati gibi bir şey demek o, hani kibrit kutularının üstünde yazdığı gibi) Eh idare edin artık, matematikten o kadar anlıyorum...
Okudum ve...
TİYATRO M E D RE SE Sİ / Deniz Başar
Kamusal Mekân Doğaçlamaları Tiyatro Medresesi Deniz Başar
Aşağıdaki yazıyı 19 Temmuz 2013’te yazdım, belli bir duygu ve düşünce durumunun kaydı olarak değiştirmeden bırakıyorum. Ama en başa küçük bir not koyuyorum kendimce güzel bir okur için:
Hiçbir yer ütopya değildir, asla yerleşme göçmen ruh! Bugün size Macbeth usulü kanlı menemen tarifinden, kadınlar, aşklar, şarkılara, oradan Şirince’nin tozuna toprağına, ‘queer’ felsefeye, oradan da ‘ne olacak bu memleketin hali’ ge-
yiğine uzanan, alabildiğine uçuşuklu bir yazı yazacağım. Böyle bir girişten sonra bu yazıyı okumakta ısrar ederseniz; pervane böceği gibi havada salınan kafa güzelliğinin özünde yazarın kendini bir Ege
tembelliğiyle Sokrates usulü zeytin ağacı altı felsefe söyleşileri arası bir yere park etmiş olmasının etkisini analiz edebilirsiniz. Yaklaşık bir ay önce zekâ seviyesi son derece düşmüş, sahibine sormadan kapanan bir zihinle hayatın -anlamını sorgulamayı bırakın- anlamsızlığına kesin hüküm vermiş, kalbi sıklıkla sıkışan, bıraksanız yüz yıl uyuyacak hatta hiç uyanmayacak kadar karanlıkken bir insanın ruhu nasıl ışık alır ki? Evet, ışık. Bu alegorinin tarih boyunca bu kadar çok sevilmesinin elbet ki bir anlamı var. Daha ilerlemeden bu duyguyu açmak lazım. Ruhun ışık alması ; mola vermek, kendini kısa süreliğine iyi hissetmek, içki içmek, sevmediğin insanlarla sevişmek, kendini olmayan bir geçmişin nostaljisine kaptırıp insanlığın kendince ‘altın çağını’ ya da medeniyetle bozulmadan önceki ‘kutsal ilkelliğini’ hayal etmekten farklı bir şey. Işık diye anlattığım duygu umut diyebileceğim duygunun halası belki de... İlla kendimizi ‘logos’un rüzgârına kaptıracak olursak, bu duyguya %30 umut, %40 hayal kurmaya başlatacak enerji, % 20 eyleme geçmeye yetecek enerji, %9 yeryüzünde yalnız olmadığını idrak etme hali, %1 de ani gelen ilham diyebiliriz. Peki, bu duygunun mekansal bir karşılığı var mıdır? Bence var. Kolayına kaçıp “renkler ve zevkler tartışılmaz tabii, herkes için bu mekan farklıdır, sevgi içimizde,” demeyeceğim merak etmeyin. Her mekânı insanların yaptığını göz önüne alırsak, bu mekânın insanları öyle insanlardır ki örneğin, hiçbir kimliği yara haline getirmezler bir başkasında. Sonra bu mekânda mesela lineer tarih anlatıları çarpık kalır. Diyalektik Akdeniz de hep biraz hamurdur zaten; işçiler ve mekân sahipleri öğleden sonraları top oynar, yemekleri doktoralılar ve yüksek lisanslılar pişirirken açıktan lise diploması alacak güzel bir köylü kadın onları yönetir, sakarlıklarına kızar. Ya da beyaz yakalılar çadırlarda iki gün yıkanmadan sabahın yedisinde güneş ışığının göz oymasıyla uyanırlar ama hallerinden çok memnundurlar. Mekânın mimarisi de bir acayiptir elbet insanları gibi. Bir fikri inşa edenler ancak Ursula
Le
Guin’in yazabileceği bir tür ortaçağ anarşistleridir. Tutup, “bu mimari bu mekânın ruhuna uysun,”
deyip sonra daha da ileri gider, mekânın tasarımını mimarlık eğitimi almış ve teknokratlığın demir pençelerinden kendini kurtaramayacak kimselerin diktatörlüğüne bırakmazlar mesela. Sonra -nasıl olsa hayal kurmakla başlar her şey,- Akdeniz kültürlerinin bir bildiği vardır elbet yüzyıllardır; bu medw w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
111
TİYAT R O MEDR ESESİ / Deniz Başar
Okudum ve...
reseler şaşkınlıkla yapılmamıştır sanki, bu yatay mimarlığın, bu avlulu düzenin, bu düz çatıların ve bu revakların bir anlamı vardır, denir. Sonra ne bileyim, hani işçilerle top oynanıyordu ya, hani işçi de özünde işçi değil zanaatkârdı ya, hani zanaatkârlarda bir animizm başlar... Her taşta ruh kalır mesela, her bakanın hemen yakalayamayacağı oyunlar yapmaya başlarlar. Taşların arasına tuğlalardan kelimeler, şekiller, semboller gizlerler, yapıya bencil bir tekseslilik değil, renkli bir çokseslilik hâkim olur.
Burası Şirinler Köyü değil. Burası İzmir’in Selçuk İlçesi’nin Şirince Köyü’nün Kayser Dağı Mevkii’nde, (şimdi içinde Felsefe Köyü’nü de barındıran) Ali
Nesin’in Matematik Köyü’nün
komşusu, Tiyatro Medresesi. Üç ay önce geri döneceklerini bile hayal etmeden, “taş attım da kolum mu yoruldu sanki?” felsefesiyle, “benim Türkiye’de 2000 sonrası gelişen alternatif tiyatro hareketiyle ilgili bir yüksek lisans tezim var, bence oraya geleyim, bir ay kalayım, hem insanlarla röportaj yapayım hem de gözlem yapayım, köşesinden de yaz boyu süren atölyelere katılayım,” gibi deli saçması bir öneriyle kendilerine başvurdum. İki gün içinde Erdem Şenocak’tan “Celal’e bir sorayım ama olur bence,” tadında bir cevap geldi. “Celal kim?” demeden de “tamam, hadi gel sen,” dediler. O sırada Tiyatro Medresesi’nin kurucu kadrosuyla muhatap olduğumu Medrese’ye gelene kadar fark etmedim. Temmuz başında kör topal bir ruh haliyle Medrese’ye geldiğimde hala inşaat devam ettiği için toz toprak içindeki bu yerde çok mutlu olacağımı anında hissettim. Bu duyguyu anlatmak için Medrese’nin mimarisinden bahsetmem lazım... Tam simetrik bir dikdörtgene oturan çimenlik iç avlunun L şeklindeki bir kısmı revaklı, yarı açık bir koridor ve onun arkasında koğuşlar olarak düşünülmüşken dikdörtgenin diğer L’si tamamen 112
Sayı 1 | kIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
açık. Bu açıklık ise sınırlı geçirgenlik hissi veren, Medrese yapısının devam ettiği hissini de kuvvetlendiren bir biçimde kolon olarak bırakılmış. Bu geçirgen sınırlılık biraz İtalya’daki Sienna Meydanında kullanılan yarı geçirgen sınır öğeleri (kol yüksekliğine çıkan mermer kolonlar) gibi insanlarda “mekânın anlamının değiştiğine dair” bir his oluşturuyor ama hiçbir hayvanı engellemiyor örneğin. Sabahın erken saatlerinde ipini koparan atlar gelip Medrese’nin iç avlusunun çimlerini yiyebiliyor (yemeseler daha iyi olur tabii… biz oyun oynuyoruz o çimlerde).
Medrese’nin bu açık tarafından makilerle kaplı bir Ege dağı gözüküyor; toprak kırmızımsı bir renkte, şaraba uygun. Henüz bitmemiş üst katta ise ufak çapta bir çadır kent var. Matematik Köyü ile Medrese arasında da başka katılımcı çadırları… Daha sonra çalışma alanı olarak kullanılacak iç avluya bakan büyük odalardan biri şimdilik koğuş. Koğuşlarda kadın-erkek karışık kalıyor. Herkes ‘ana, bacı, kardeş’ ya da ‘amca, abi, dayı’ olmasa da (doğal olarak); taciz mutlak olarak yasak, hatta o kadar yasak ki, kimse bundan söz etme gereği duymuyor. Olur da sınırını aşan olursa kibarca alınıp Selçuk’tan otobüse bindiriliyor (gerçi Medrese’nin iki yıllık tarihinde bir defa olmuş bir durum bu). Şu an itibariyle yaklaşık 20 gündür Medrese’deyim. Daha 10 günüm var, “kalışımı uzatsam mı?” diye düşünüyorum. Medrese’de internet olmadığı için de bu yazıyı Matematik Köyü’nün kütüphanesinden yolluyorum. Neden mutluyum? (Günahkâr logos iş başında) Çünkü zanaatkârlıkla entellektüellik arası bir yerde, bir zeytin ağacının altındayım. Çünkü kısa süre de olsa internetim yok. Çünkü toz toprak içindeyim, ayaklarım kirli, çimler yeşil ve yıldızlar w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
113
her gece gözüküyor. Çünkü burası modern zamanın kol saati gibi ‘dönen zamanı’nın dışında. Çünkü burası antik çağdan ortaçağa kadar süren kum saatinin akan zamanı ile güneş saatinin mevsimleri ve bulutları unutmayan zamanı arasında bir yerde. Çünkü zaman mekanik ve tenden bağımsız değil; eğer her gece yıldızları görebilirseniz.
Medresenin sakinleri kimler peki? Daha ilk gün mutfağa girdim, bir de baktım aşçılığı, bir final ödevimde analiz ettiğim Kadın-
lar, Aşklar, Şarkılar’ın oyuncusu Ahmet Melih Yılmaz yapıyor. Ben, “size çok hayranım, oyununuzu çok beğendim,” derken o, o sırada tiyatrodan çok mutfakla ilgilendiği için “semizotu var, koyayım mı, aç mısın?” diye cevap veriyor. Sonra bana “tamam, hadi gel sen,” diyen Erdem
Şenocak, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’uymuş, Celal ise Seyyar Sahne’nin yönetmeni ve özellikle Tragedya ve Ta’ziye üzerine çalışmalarıyla tanınan Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü öğretim üyesi Celal
Mordeniz’miş, ‘müdire hanım’ diye yarı ciddi yarı şaka mutfağı ve çamaşırhaneyi yöneten Nesrin, Çocukluğumun Soğuk Geceleri’nin Tezer Özlü’süymüş, Palyaço Atölyesi’ne katılan Simge benim iki senedir bir türlü gidemediğim Macbeth Mutfakta’nın Türkiye’ye ‘nesne tiyatrosu’nu getiren ve umut vadeden genç oyuncusuymuş, bana çay ikrâm eden Engin, DestarTiyatro’nun sözsüz oyunu Cerb’de oynuyormuş, Didem
padomimciymiş, onlar İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği bölümünden, bunlar konservatuvardan, şunlar Boğaziçi felsefeden, sosyolojiden, siyaset biliminden, şunlar İTÜ mühendisliktenmiş (içinde İTÜ’lü mühendis bulunmayan hiçbir grup yeterince entelektüel değildir, bkz. Oğuz
Atay)
Aaa sen de mi kamusal alan, sen de mi Grotowski, yo hayır bence Antigone’nin yine de bir etik duruşu var, orası oryantalizm burası Marksizm… Derken benim sıfırı görmüş kafam çalışmaya başladı. Bu kafa çalışmasının günlerce mutfakta sarımsak soymak, kabak, patlıcan, patates ayıklamak, bulaşık yıkamak, yer silmek ve kütüphane düzenlemekle de ilgisi var elbet. ‘Fildişi bir medrese’ değil burası sonuçta. Hikmet Benol’un her tarafı dökülen bir Toros arabayla her gün pazardan kilolarca sebze, meyve, paketlerce tuvalet kağıdı ve kutularca temizlik malzemesi aldığını ve azimle taşıdığını (en akut zamanlarda salça almayı unutsa da ve kimi gün saat 8’deki akşam yemeğinin malzemesi ancak 9’da gelebilse de) ya da Tezer Özlü’nün filtre kahvesine sahip çıkmak için kükrediğini düşünürsek burada herkes gündelik işlere de bulaşıyor bir şekilde. Atölyeler bütün gün devam ediyor. Herkes her köşede kendi kendine konuşurcasına bir performansın provasını yapıyor. Akşamları yeni biten büyük salonda biletli bir oyun oynanmayacaksa (geçen hafta salon açıldığından beri ‘Tehlikeli Oyunlar’, ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’ ve ‘Macbeth Mutfakta’ oynandı) atölyelerin günlük sunumları performanslar dizisi olarak izlenebiliyor. Bugüne kadar spontane yakaladığım pek çok palyaço solosu, palyaço düosu; teması ve dramatürjisi verili oyuncu doğaçlamaları ve performans işleri izledim. Bir noktada, bu küçücük alandaki bütün sanatsal aktiviteleri takip edemeyeceğime istemeyerek iknâ oldum. 114
Sayı 1 | kIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
Geceleri gezi olaylarından, oyunculuk teorilerine, sahne kuramlarına, kamusal alan çözümlemelerinden insanın şiddetle ilişkisine oradan da tabii ki aşka meşke giden pek çok şey konuşuluyor. Bazen gece 11’den sonra yelken gibi beyaz perde çekiliyor açık havaya ya da salondaki şöminenin önüne veya bir zanaatkarın bir ilham anında taşın arasına tuğla karıştırarak çatısına ‘TİYATRO’ yazdığı prova odasına. Ve orada Charlie Chaplinler, Ingrid Bergmanlar izleniyor. Ortaçağın meslek loncaları nasıl hem bir mesleki etiği kurgular, hem de meslek içi bir kamusal alan oluştururlarsa, Tiyatro Medresesi de tiyatroya bir yerinden değen herkese (ben ki tiyatronun üretim aşamasında hiç bulunmayan bir kişiyim) açık bir kurgu sunuyor ve iddiam o ki, başarılı bir kamusal alan oluşturuyor. Yüksek lisans tezini bahane ederek geldiğim bu mekan ve bu insanlar bana çok iyi geldi. O kadar ki kalp sıkışmalarım bir süredir olmuyor. Burası adeta bir ‘homo ludens’ (oyun oynayan insan) ülkesi. En akıllı insanların kırmızı burnu taktıkları anda en ‘aptal, naif, gururlu’ olmalarının bir hikmeti var. Benim de bazen bir kırmızı buruna ihtiyacım var, ‘aptal, naif, gururlu’ olduğumu gizlememek için. Çünkü (şimdi büyük laflar edeceğim) ciddiyetimiz şiddet doğuruyor kentte. Kibrimiz bizi boğuyor ve zaaf göstermekten çok utanıyoruz. Oysa insanı insan yapan oyun oynamaktır. Ne düşünmek, ne alet yapmak, ne intikam almak, ne adalet duygusu, ne de öldürmek insanı tanımlar. Hayatı ve kendimizi daha az ciddiye aldığımız, bilgimizle iktidarlar inşa etmediğimiz, para gibi bilgi biriktirmediğimiz ve ‘aptal, naif, gururlu’ olmaktan korkmadığımız, günün birinde Taksim Meydanı’nda da oyun oynayabildiğimiz (geleceğin değil) paralel evrenlerin umudunu kaybetmemek için sizi de medreseye bekleriz. Son sözüm doğaçlama tiyatronun (impro) ustalarında Viola
Spalin’den geliyor:
“Oyun kavramının tersi çalışmak değil depresyondur.”
*
* Koray Tahran, Doğaçlama için Elkitabı, Mitos Boyut Yayınları, 2013, 29 Bu yazı 01.08.2013 tarihinde yazılmıştır. Litfen daha ayrıntılı ve güncel bilgi edinmek için Tiyatro Medresesi’ni araştırınız. http://www.tiyatromedresesi.org
Uluslararası Araştırma, Yaratım ve Gösteri Merkezi
tiyatromedresesi@gmail.com / 0531 696 41 09
Neden Şirince? Tiyatro Medresesi’nin Şirince’de yapılmasının bir sebebi de medresenin (anti)mimarı olan Sevan Nişanyan’ın bize çağrısı. Medrese fikri baştan beri Sevan Nişanyan’ı cezp etmiş olsa
gerek ki bu işin Şirince’de yapılması için aklımızı çeldi. Şirince’de restore ettiği evler, yoktan var ettiği cennet köşesi İlyastepe’deki bağ evleri, her metrekaresinin ince ince düşünülmüş olduğu sezilen Matematik Köyü ve özellikle Kayserdağı’nda yaptırmakta olduğu kayamezarı ikna olmamız için fazlasıyla yeterli oldu. w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
115
DÜŞÜLKE’DEN SEVGİLERLE...
D Ü ŞÜ LKE U LU SLARARASI EDEB İYAT KONFER ANSLAR I / Janset Karavin
Düşülke Uluslararası Eebiyat Konferansları 2015, Uluslararası Kafka Konferansı “Düşlerimizdeki özgür yeryüzüne” diyoruz. Çünkü bir düşle çıkılan her yolun, men-
zile varılsa bile yeni düşlerle yeniden yola çıkmak için olduğunu biliyoruz.
Daha bir yıl önce 2014 başında, Türkiye’deki kısır ve çapsız sanat ortamına bir karşı duruş ola-
Düşülke Uluslararası Edebiyat Konferansları Dizisi Projesi kapsamında gerçekleştirilecek Kafka, Dostoyevski ve Proust konferansları ile amaçladığımız en başta Türkçe’de kaynak yaratmak. rak ve oluşturulmuş ‘piyasa’ koşullarını eğip bükmeye yola çıktık.
“Türkiye’de bu çapta ve dünyada da neredeyse 30 yıl sonra ilk kez Kafka ile ilgili böyle, bu çapta bir konferans düzenleniyor. Konferansın klasik, alışılageldik kalıpların dışına çıkması için de, sadece ana katılımcılarımızla kısıtlı kalmayarak, iki gün boyunca birçok farklı sanat disiplininden konukları etkinliğe dahil edeceğiz. Sadece edebiyatçıların değil, sinemacıların, tiyatrocuların, ressamların da Kafka ve üretimlerindeki etkileri üzerine söyleyeceklerini duyacağız.
Duymakla da kalmayacak, bütün bu sohbetleri kayda alacağız. Aldığımız kayıtları konferans konuşmalarının tam metin dökümleriyle beraber 16 saatlik bir dvd ile Türkçe’ye kazandıracağız. Buraya dek okuduklarınızla ortaya çıkması umut edilen, üzerinde uğraş verilen işle ilgili genel bir kanaate ermiş oldunuz ancak her sahnenin bir de kulisi vardır, biliyorsunuz. Gelin beraber kulise geçelim, orada neler olmuş bitmiş, perdenin arkasında ne işler dönmüş biraz da oraya bakalım, ne dersiniz? Ortaya koyulan büyük bir çaba var orada ve bir yandan da ne yazık ki bu ülkenin kısır düşünce dünyasının ve yozlaşmış sanat ortamının meydansızlığı var.
Düşülke kişisel bağlayıcılığı olmayan, tam gönüllülük esasına dayanan, yatay hiyerarşiye inanan bir kolektif. Ne demek bu? Amiyane tabiriyle, Türkçesi, bir avuç deli, bir araya gelmiş, akla hayale gelmeyecek düşler kurup, dünyanın goygoyu içinde bu düşleri bir bir gerçek kılıyorlar. Herkes (yani aynı düşü gördüğümüz insanlardan başka herkes) ilk kez ken-
dilerine anlatıldığında bu düşler, önce yüzlerinde müstehzi (alaycı) bir gülümsemeyle dinliyor bizleri. Sonra bu duyduklarının pek hoş olduğunu, ama hayatın böyle olmadığını anlatmaya koyuluyor. Öğütler veriyor, uyarılarda bulunuyor; aman, sakın, diye başlayan cümleler kuruyor. Aslında, 60’lı yıllardan bu yana, yazık ki bu coğrafyada artık kemikleşmiş, böyle gelmiş, böyle gider, bir şeyleri değiştirmek imkânsız, kendimizi parçalamaya, harcamaya lüzum yok, herkes kendi işinde gücünde teranesini okuyorlar. Hayır hayır, dinliyoruz onları. Dinliyoruz ama korkarız ki, bizde geçmiş kuşak116
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
DÜŞÜ LKE U LU SLARARASI ED EBİYAT KONFER ANSLAR I / Janset Karavin
DÜŞÜLKE’DEN SEVGİLERLE...
ların yılgınlığı yok. Hayır, bu bir suçlama da değil; onlar mücadele verdiler değiştirmek için, ama biz o süreci yaşamadık ve biz henüz bir şey yapmadık, bu daha başlangıç!
Franz Kafka ve kardeşi Ottla
Belli ki dünya kapitalistlerin, eh berikiler de güneşi zapta yola düşmüş madem, bize ay’ı bırakın; düşlerimiz bize yeter... Madem öyle, kısır düşünce dünyasına ve oradan yozlaşmış sanat ortamına zıplayalım, gelin...
Sanat ve sanatçı kavramlarının (tanımlarının da dolayısıyla) kapitalistlerce kırılıp paramparça
edildiği, (bu husustaki eleştirimiz için bkz. 128. sayfa) içinden koşarak geçtiğimiz çağımız ürkütücü ve iletişimsizlik çağı iddia edildiğinin aksine ve soğuk. Yüksek dozda iletişim bizi iletişimsizliğe sürüklüyor, kendimiz olmaktan çıkartıyor, iki değil onlarca yüz, maske edinmeye zorluyor bizi. Hal böyle olunca; yaptıklarımızı, başımızdan geçenleri düşünmek bir yana, söylediklerimizi bile söylemeden evvel düşünmek fırsatını bizden çalan bu hızın bir yanılsaması olarak iletişimin hazzı, bizi her kimsek, kendimiz olmaktan çıkartıyor ve tuhaflaştırıyor. Ardımızda kalacak, geleceğe kalacak bir iş için bize gelinip, dahil olmak ister misiniz, diye sorulduğunda kimimiz para istiyoruz, kimimiz kırmızı halı... Para dediğin hakikatte olmayan şey, ardında iz bırakmak içindir olsa olsa,parayla para değil insan kazanmak mesele, insan satın almak değil. İşte bu yüzden isimler zikretmeyeceğim (onlar kendilerini biliyorlar) ve birinci tekil şahıs üzerinden ifadelerde de bulunmayacağım. Emek ortaktır;
benim kişisel emeğim, ben ter dökerken, düş kuran arkadaşlarımın emeklerinden ne çoktur, ne de az. Ancak bütün bu olumsuz tepkileri veren, daha doğrusu mu ya kapitalizmin w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
117
DÜŞÜLKE’DEN SEVGİLERLE...
D Ü ŞÜ LKE U LU SLARARASI EDEB İYAT KONFER ANSLAR I / Janset Karavin
kuklası olmuş yahut mutlu kapılmışlar olan sıradan insanların (bu da bir aşağılama değil, iyi
ki var o sıradan insanlar; onlar işçi, onlar marangoz, onlar, esnaf... kendisini sıradan dışında tanımlayan, bir ayağı o ince çizginin öte yanında duranlar için, tırnak içinde belirtiyorum bu sıradanlığı) gündelik tepkilerine kendilerini kaptıran, kendilerini ve insanlığı geleceksizliğe sürüklediğinin bile farkına varamayan herkesi kucaklıyoruz, seviyoruz onları da. Onları, bizi üretmeye, yaratmaya,
bu mücadeleyi sürdürmeye sevk ettikleri, bize irade, sabır ve güç kattıkları için seviyoruz, teşekkür ediyoruz.
“Bırak bu işleri,” “boş işler bunlar,” “işin gücün yok mu?” “yapamazsınız,” “gerçekçi ol,” “imkânsız!” diyen sanatçılar(!) başta olma üzere, Bakkal Hüseyin Amca’yı, mahallemizin son marangozu Selim Usta’yı, “Şimdi... Kimileri bu dediğin herif (Kafka’yı kast ediyor) gibi yazar çizer, ölüp gider, kimisi de senin, benim gibi hiçbir şey yapmaz, yaşar işte öyle, ölüp gider...” diye olayı özetleyen Rıfkı Amca’yı şahsen kucaklıyor, ellerinden öpüyor, onlara sevgilerimi sunuyorum. Dönelim konferansa... ve devam edelim teşekkürlere... çünkü hep dediğim gibi:
“
”
Ne güzeldir slogan atmak ve nasıl ter döktürür insana yaşamak, vicdanı sol avucunda, yüzü insana dönük, dik ve kendi olarak ama gönlü alçak.
Bu sene ilkini düzenlediğimiz bu konferansla Kafka’yı İstanbul’a, Beylikdüzü’ne getiriyor,
“Yaşasın Kafka, yaşasın edebiyat, Kafka İstanbul’da!” diyoruz. Yayınlarımız ve önü-
müzdeki senelerde Dostoyevski ve Proust ile sürecek bu ve benzeri uluslararası etkinliklerle Türkiye’nin yeni bir edebiyat odağı olmasına katkıda bulunmak istiyoruz. Bununla beraber edebiyatın, sanatın kapsam ve etki alanın da genişlemesi, halkla buluşmasını önemsiyoruz.
Halka erişmeyen sanatın, yazı eyleminin, edebiyatın amacına erişemediğini, hedef şaşırdığını, anlam kaybına uğradığını savunuyoruz ve bu hal Türkiye’deki -ne yazık ki- kültür erezyonunun da sebebidir. Düşülke olarak bu konferans, bizim gerçekleştirdiğimiz ilk uluslararası etkinlik. Bu sebeple bu
ilk heyecanı tadıyorken, Türkiye ve Türkçe için bunca önemli olan ve dahası dünya ve insanlık için de bir o kadar değerli bu konferansın gerçekleşmesindeki büyük katkıları için, sanata ve sanatçıya 118
Sayı 1 | KIŞ 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
DÜŞÜ LKE U LU SLARARASI ED EBİYAT KONFER ANSLAR I / Janset Karavin
DÜŞÜLKE’DEN SEVGİLERLE...
verdiği destekle, Beylikdüzü’nü bir kültür kenti yapmak için yola çıkmış, yenilikçi bakışıyla öncülük eden Beylikdüzü Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu nezdinde tüm Beylikdüzü Belediyesi çalışanlarına özel teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum. Herkesin yanan ampule, tavşanın ışığa bakıp öylece kalakaldığı gibi büyülenmişçesine bakakaldığı günleri yaşamanın yükü omuzlarımızda, şöyle bitirelim mi bu karalamayı, ne dersiniz?
Sen neyi, nasıl söylersen söyle, maharet dilde değil; dinleyen, kendisini dinleyebildiğince duyar seni, kendisini anlayabildiğince anlar. Düşülke’den sevgilerle, barışla,,,
Kafka Kafka Yeniden Yeniden Düşülke, konferans kapsamında Kafka’nın Dönüşüm, Dava ve Şato kitaplarının yanı sıra konferansa da konuk olan Amerikalı yazar, araştırmacı, akademisyen Kathi Dİamant’ın Kafka’nın Son Aşkı: Dora Diamant adlı kitaplarını yayınlıyor. Almanca orijinal metinlerin, İngilizce ve Türkçe çevirileriyle karşılaştırmalı olarak yayına hazırlandığı Kafka kitaplarının her birinde bir de kitap hakkında bir önsöz bulunuyor. Önsözleri Ahmet Soysal, Kathi Diamant ve Aslı Erdoğan yazdı. Kathi Diamant’ın Kafka’nın Son Aşkı: Dora Diamant kitabını okurken sıklıkla karşılaşacağınız Museviliğe ilişkin terimlerin açıklamaları için Türkiye Neve Şalom Musevi Sinagogu Vakfı yetkililerinden destek alındı.
w w w .alengirlimecmu a . com
Sayı 1 | kIŞ 2015
119
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
}
Nazım Hikmet
Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
‘Bu metin, konuşmanın, Düşülke tarafından, yazarların müdahalesi olmaksızın aktarımıdır...’
Ahmet Soysal: Hoş geldiniz Cezmi, Halim... Nazım Hikmet kimdir, hayatı nasıl geçti, bazı şiirleri nelerdir bunları hepimiz biliyoruz aslında, burada böyle çok akademik tarzda bir söyleşi yapmayacağız zaten; buradaki iki arkadaşım da o tarzda insanlar değil kendileri de üreten ve yaratan kişiler. Büyük ihtimalle kendi açılarından kendi yapıtlarının ve kendi yaratım serüvenlerinin Nazım Hikmet’le olan bağlantısını anlatacaklar, dolayısıyla da büyük bir şairle canlı bir bağlantı kurulmuş olacak, çünkü bir şairi yaşatan aslında onun üzerinde konuşmanın da ötesinde, bugün üreten ve yaratan insanların onunla yaptıkları alışveriştir. Hâlâ söz konusu bir bağlam varsa o şairle, yazarla ya da genel olarak o kişilikle ilgili diyelim; bir sanatçı da olabilir bu ve başka sanatlar için de geçerli, o zaman, o yaşıyor demektir, çünkü aslında onun etkisi yeni ürünleri belirliyor ve etkiliyor demektir. Şimdi, ilk olarak bu sürecin neresindeyiz Türkiye’de ilk önce bunu söylemek lazım. Burada Nazım Hikmet’in şair olarak 2015, yani bugünde Türk edebiyatındaki konumunu bir değerlendirelim diyorum. Özellikle de Türk şiirindeki konumu; konumu dediğim, nasıl hâlâ bir işlevi var, nasıl işliyor, nasıl yararlanılabilir ve değerlendirilebilir; tabii bu geçmişe dönmeyi gerektiriyor. Nasıl değerlendirilir, neler eksikti, neler belki fazla veya eksik vurgulandı, ne kadar objektif olundu, ne kadar objektif olunmadı, bütün bunlarında aslında kısaca ele alınması gerekiyor. Şimdi ilk önce Cezmi Ersöz’e ben sözü bırakmak istiyorum. Cezmi Ersöz: Hoş bulduk... Nazım Hikmet özellikle hayatımızı çok erken yaşlardan itibaren derinden etkilemiş ve sarsmış bir şairdir. Oyun ve öykü yazarıdır. 12 eylülde kitaplarını evimizin en karanlık yerlerine tıktığımızı; bir vebalı bir mikrop gibi... Hatta sobalarda yakıldığını çok iyi hatır120
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
N AZI M H İKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
EDEBİYAT SOHBETLERİ
lıyorum... Tabi daha önceki kuşakların, örneğin benim babam ve babamın arkadaşları daktilolarda kağıda yazılmış şiirlerini ölümcül derecede gizli şekilde ceplerinde, çekmecelerinde taşıyıp heyecanla okudukları dönemleri çok iyi biliyorum...
Nereden nereye gelmişiz arkadaşlar; vatan hainiydi şimdi vatan şairi oldu Nazım Hikmet. 2002’de Unesco, Nazım Hikmet Günü ilan etti ve artık her yerde Nazım Hikmet kitapları var ve kitapları rahatlıkla okunabiliyor; gururla okuyoruz ama öncelikle şunu söylemek istiyorum Nazım hayatı çok sevmesine rağmen biraz bedbaht bir adam, coşkulu, arzu ve heyecan dolu bir adam, bir şair, büyük üstat, fakat çok büyük darbeler yemiş, büyük bedeller ödemiş, altmış yıllık hayatının neredeyse on üç yılını ceza evlerinde geçirmiş, on küsur yılı çok sevdiği ülkesinden ayrı Sovyetler’de, Doğu Bloğu ülkelerinde geçirmiş ve hep vatanını derinden özlemiş... Tabii şunu söylemek gerekiyor; sadece egemen zihniyet, cezaevi müdürleri, karanlık suratlı savcılar, gardiyanlar ve ileri gelen bürokratlar mıydı Nazım’ı bedbaht eden, hapislerde süründüren, kitaplarını yasaklayan hatta onun şiirlerini okuyan insanları içeri atan ve yargılayan sadece onlar mıydı Nazım’ı haksızlığa uğratan? Hayır! En yakın dostları, yoldaşları, partisindeki TKP’deki arkadaşları; ilk taşı atanlar onlardı aslında. Evet, devlet özür diledi; dilemesi de gerekiyor, ama yoldaşları; ona hain ve kalleş damgasını vuranlar acaba Nazım’dan ne zaman özür dileyecekler?
Nazım iki ülkede yasaklandı. Bir; o zamanki faşizan yapının hüküm sürdüğü Türkiye Cum-
huriyeti’nde ve daha adil, daha eşitlikçi bir düzen kuruldu diye büyük bir umutla gittiği Sovyetler Birliği’nde de yasaklandı. Bu hep atlanır. Evet, o yapı, onu yasakladı çünkü komünist olmak bir büyük suçtu ve o, bu suçu işledi. Peki, o eşitlik ve adaleti simgeleyen Sovyetler Birliği -o zaman öyle düşünülüyordu- kendisine sığınan Nazım Hikmet’i neden yasakladı? Bu büyük bir hayal kırıklığıdır. Hadi Türkiye’yi anlıyoruz, peki ya Sovyetler Birliği? Nazım gider gitmez orada adalet ve eşitlik görmedi; baskı, yasaklama ve otoriter bir rejim gördü. Reel komünizm, reel sosyalizm; bu atlanır hep; oysa Nazım’ı Nazım eden aslında bu duruştur. Gidip orada, Moskova’da o trenin çarklarında çok önemli noktalara gelebilirdi, ama susmadı, çünkü fikri hür vicdanı hürdü ve oradaki rejimi de eleştirdi ve eleştirince orada da sansüre maruz kaldı, orada da büyük hayal kırıklığı yaşadı. Öncelikle bunun altını çizmek istiyorum ve Sovyet bürokrasisini, Sovyetleri yöneten, komünist partisini yöneten insanların nasıl otoriteryen bir yapıda olduklarını çok iyi gözlemledi ve bu yapıyı eleştiren bir tiyatro oyunu yazdı; bu da hep gözden kaçar. İvan İvanoviç Var Mıydı Yok Muydu? Bu oyunda aslında Sovyet bürokrasisini eleştirir. Bu oyun, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kültür Bakanlığı tarafından 1950’de yasaklanır. 1954’te sahneye konur, ama oyunu izleyen bürokratlar Sovyetleri yöneten kişilerin yanlış işler yaptığını anlar ve bu eleştiriden rahatsız olurlar, İvan İvanoviç Var Mıydı Yok Muydu adlı oyunu yasaklarlar. Nazım yaşadığı bu büyük acıları Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı o büyük destansı yapıtta dile getirir. Benerci Kalküta’da, İngiliz emperyalizmine karşı savaşan Hintli bir devrimcidir ve aslında şu vardır; Benerci Nazım’ın ta kendisidir. (Ahmet Soysal Benerci Kendini Niçin Öldürdü kitabını Cezmi Ersöz’e uzatıyor) w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
121
}
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak A.S.: İlk baskısı... C.E.: İlk baskısı mı? Eyvaah! A.S.: 1932.
}
C.E.: 1932 değil mi? Suret Kütüphanesi vay vay vay... Evet, orada üç kahraman vardı; biri Nedim Vedat Bey, 1920 Tevkifatı sırasında yoldaşlarını ihbar eden, onları yakalatan kişi. Komünist Partinin en önde gelen isimlerinden biri, yani Vedat Nedim Tör. Bir diğeri; o da yine çok önemli bir mevkide olan, ancak daha sonra bu düzeni ben mi değiştireceğim, diyen ve köşesine çekilen Şevket Süreyya Aydemir. Somadeva’ysa Nazım’a yani Benerci’ye ilk taşı atan kişi, onu hain olarak damgalayan kişi ve daha sonra 1938’de gidip emniyete, ben artık yoruldum, bundan sonra artık komünizmle uğraşmayacağım, deyip, basımevine kapağı atan Hasan Ali Ediz.
Benerci’de şöyle yazar: “O taş ki, alnımın tam ortasına gelmiştir,” alnından akan kan çenesine, çenesinden göğsüne akmıştır. Fikri dışarıda bir bayrak gibi sallanan Nazım içeride... Harekete zarar vermemek için kendi canına kıyar Benerci. Evet, Nazım buralardan gelmiş bir insan, bir okyanus, muazzam bir ırmak, günlerce ve gecelerce konuşsak, onu yeterince algılayamayız ve anlatamayız.
Şunu da itiraf edeyim; Nazım’ın şiirlerinin içi açılmamıştır henüz; özellikle sol kesim, Nazım’a hep mesafeli yaklaşmıştır onu bir resmi şair olarak görmüşlerdir. Evet, şiirlerini okumuşlardır, ama sanat üzerine yazdığı yapıtları ve sanat hakkındaki düşüncelerini pek benimsememişlerdir. Kürtler kırgındı Nazım’a çünkü Nazım şiirlerinde pek Kürtlere yer vermemiş. Militarist solcular Nazım’a mesafeli durmuşlar, çünkü Nazım insan yalnızlığını yazmış, kendini yazmış aşkını yazmış, sevişmeyi yazmış... Her şeyiyle insan... Bizim klasik solcuları biliyorsunuz;
asker gibidirler; onlar hüzünlenmez, sevişmez, âşık olmaz, ağlamaz... İnsanın her hali çok değerlidir. Bir şey yapmışlar, bir gazete tam sayfa afişe etmiş, hep bizden, birkaç dize almışlar -tırnak içinde sol bir gazete,- işte ne bileyim, hüzün geçen, keder geçen, yalnızlık geçen birkaç dize almışlar ve ‘yılgın, şerefsiz, pasifist şairler’ diye yazmışlar... Nazım da bundan nasibini almış. Biliyorsunuz, o şiiri: ‘Bugün pazar, bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar ve ben gökyüzünün benden bu kadar uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, sırtımı dayadım toprağa ve bu anda ne hürriyet, ne kavgam, ne karım, toprak, güneş ve ben bahtiyarım.’ İşte bak, küçük burjuva ‘ne kavgam, ne karım,’ diyor. Yahu hangimizin aklına zaman zaman her şeyden kopup gökyüzüne bakmak gelmiyor? O dinginliği yaşamak, yaşam stresinden her şeyden uzak kalmak isteriz. Tkp de yine reel sosyalizme karşı olduğu için, Sovyetler Birliği sosyalizmin komünist uygulamalarında karşı olduğu için onun sanat üstündeki düşüncelerini es geçmiş, ‘şairdir ne yapsa yeridir,’ diye belli bir mesafede tutmuş. Halim Şafak: Aşk meselesi... Belki Nazım tartışmasına da oradan başlamak lazım, ama ondan önce şunu söylemek gerekiyor: Nazım Hikmet’in ve o dönemde yaşayan ve ondan sonra etkilenen Rıfat Ilgaz gibi şairlerin temel sorunu, aynı dönemde politik mücadelenin içinde bulunmak ve 122
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
N AZI M H İKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
EDEBİYAT SOHBETLERİ
edebiyatla politik mücadeleyi birlikte sürdürmek zorunda kalmaları. Bu, tabii ki onların ve en başta da Nazım Hikmet’in yalnızlığı olmuştur ve bu yalnızlık hem Türkiye’de hem de yaşadığı, etkilendiği Ekim Devrimi’nin olduğu Sovyetler Birliği’nde sürmüştür.
Nazım Hikmet bir aşk şairidir ama, Nazım’ın aşkı insan cinsleri, kadın ya da erkeğin arasındaki aşka fazla uğramaz. Evet, doğru hayatından Piraye, Münevver ve Vera geçmiştir ama Vera’ya adadığı zamana baktığımızda, Vera’dan çok, orada anlattığı aşktan çok, orada asıl anlattığı 1961 yazı ortalarındaki Küba’dır. Nazım kendisi de bunu söylerdi ve aşk şairi olduğunu kabul ederdi,
ama sadece insanlar arasındaki aşkı öncelemez; vatan aşkını, memleket aşkını, doğaya dönük aşkı, bunların hepsini birden yakalar. Oradan baktığımız zaman, bu bizi doğa ve vatan aşkına götürür; bu da Türkiye’deki uluslaşma ve modernizm tartışmasıyla birlikte gelişen bir şeydir. Yaşadığımız coğrafyadaki uluslaşma projesine baktığımız zaman bunu Osmanlının sonuna götürürüz. Fransa’dan yayılan uluslaşma mücadelesi tüm dünyayı etkilemiştir ve doğal olarak da bu coğrafyayı da etkilemiştir. Nazım Hikmet 1902 doğumludur, o döneme baktığımız zaman uluslaşmanın çok aşırı örnekleri sayılabilecek; 14 yaşında şiir yazmaya başlamıştır Nazım Hikmet, o uluslaşmaya bağlı olarak şoven ve ırkçı sayılabilecek şiirler yazmıştır, tabii modernizm arkadan gelmektedir. O sırada Nazım’sa eski ölçülü, biçimli şiiriyle yazar ve daha sonra da o şiirleri reddetme ihtiyacı duyar, ama bu uluslaşma bir süre sonra Nazım’da başka bir şeye yol açar. Rusya’da Ekim Devrimi olmuştur; devrimden önce de Nazım sürekli Rusya’ya gidip gelmektedir Ekim Devrimi’nden sonra herkes Rusya’ya gider, mesela Emma Goldman, İsadora Duncan gider ve Nazım da gider. Ve o dönem Mayakovski gibi pek çok şairin şiirlerini meydanlarda bildiri olarak okudukları bir dönemdir; böylece ölçülü şiir yerle bir edilmiştir ve şiirin düzeni ortadan kaldırılmıştır. İşte bu Nazım’ı derinden etkiler. Biçimsel ve izlenimsel anlamda etkiler, ister istemez onu ilk baştaki tavrından koparıp enternasyonalist bir şair yapar.
Nazım bütün bunların içinde dahi bu coğrafyaya ait olduğunu hiçbir şekilde reddetmez, fakat coğrafyanın onunla bir sorunu vardır. Kendisi milli mücadele için Türkiye’ye dönmüştür ama burada sorunlarla karşılaşmıştır. Mesela kimse onu vatan şairi olarak kabul etmemiştir, herkes vatan şairi sayılmış ama o sayılmamıştır; o dönemdeki antolojilere baktığımızda Nazım’ın hiçbir şiiri yoktur. Yaşar Nabi’nin hazırladığı antolojilerde yer almamıştır, ama milli mücadeleyle birlikte onda aşk başka bir şeye dönüşür; memleket aşkına, ama memleket aşkı aynı zamanda içinde uluslaşmayı da barındırır. Kuvayi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları oradan çıkar. Enternasyonalizme bir şey olmamıştır, ama biraz olsun gerilemiştir.
Nazım ayrıca, 12 yıl cezaevinde ve Rusya’da kalmış birisi. 1951 yılında vatandaşlıktan çıkarılmış birisi için temel mesele aşk ve memleket aşkıdır. Bana göre Nazım Hikmet bizim ilk ve son memleket şairimizdir, ama bu bildik, yani ne Cahit Külebi’nin ne Faruk Nafiz Çamlıbel’in memleketiyle hiçbir şekilde özdeşleşmez; biçimsel anlamda ya da başka bir şekilde yakınlık kurulamaz çünkü w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
123
}
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak o baştan beri kendisini modern şiirin içinde gördüğü için, dünyaya oradan baktığı ve kendisini solda tanımladığı için: “haset, nesep soy sop içinde yoğum, çünkü ne soy sicilli bir buldoğum ne tecrübelik bir tavşan, ben sadece ölen babamdan ileri doğacak çocuğumdan geriyim ve bir kavganın adsız neferiyim,” diye yazar. 1935’te, yine aynı yılda: “Topraktan ateşten ve demirden hayatı yaratanların şairiyim,” der; bizde memleket şiiri diye kabul edilen şiire baktığınız zaman, bu tür temalar göremeyiz ve insanlar kalkıp bunu hiçbir şekilde entrenasyonalizmin üzerine koymamışlardır. Hamasi
}
bir ulusçulukla sınırlamışlardır. Ama
Nazım Hikmet öyle değildir ve orada memleketçilik meselesinde tartışılması gereken temel sorun, aslında memleketin tamamıyla Türkiye’den oluşmamasıdır. Başta Türkiye’dir, ama aslında dünya onun memleketidir… Bir sözü var diyor ki: “Memleket fiziksel bir mekân, seyyar bir ihtiyaçtır; insan neredeyse, memleket daima başka bir yerde bulunacaktır.” Çünkü Rusya’da kaldığı döneme baktığımız zaman, sonrasında başka ülkeleri başka
coğrafyaları da Türkiye’ye duyduğu ilgiyle ve sevgiyle anlattığı görülüyor zaten Nazım’ın. O noktada dünyayı memleketi olarak kabul edip, Türkiye’nin başatlığına rağmen böyle bir şiir oluşturmuştur ve Türk şiirinde başka bir örneği yoktur; bundan sonra olması da mümkün değildir. Cezmi Ersöz’ün dediği doğru; Kürt meselesinde zaten Türk şiirinin, Kürt meselesi diye bir sorunu olmamıştır. Bu tabii ki uluslaşmayla ilgili bir sorundur. Uluslaşmanın Türk şiirindeki, Türk edebiyatındaki karşılıklarından biridir bu. Neden böyledir? Çünkü, o döneme baktığımız zaman genç cumhuriyetin, Sovyetler Birliği’yle ilgili bir sorunu var; Boğazlar Meselesi, Kars ve Türkiye’de yaşayan Ermeniler. Rus Sovyetler Birliği, Türkiye’de yaşayan Ermenileri Sovyetler Birliğine istiyor. Böyle bir karışıklığın içinde, zaten Nazım Hikmet vatan haini ilan edilmiş ve Rusya’ya gittiğinde de istediği ilgiyi görmemiş ve eleştiriyle karşılaşmıştır, ama şunu yazmıştır: “Affetmedi bu Ermeni vatandaş, Kürt dağlarında babasının kesilmesini, fakat seviyor seni, çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının adına.” Genel anlamda Türk şiirinin temel sorunu, hiçbir zaman doğaya yönelmemesi ve ilgi kurmamasıdır. Çünkü uluslaştırmanın temel özelliği budur; uluslaşma kendi uluslaşması dışındaki uluslaşmalara uzaktır. Aynı zamanda uluslaşmanın dinle olan temel sorunu da budur. Nazım Hikmet’e baktığımızda dinle ilgili hiçbir şey göremeyiz, çünkü uluslaşma evrensel olan her şeyi reddeder, sadece kendisiyle ilgilidir; bu da, şiire kalan sorunlardan biri.
Nazım aynı dönemde sanayi devrimindeki fütüristlerle de ilişki kurmaya çalışmış, orada da teknolojiye çok fazla ilgi göstermiştir ve bu da elbette solun sorunudur. O yüzden Türk şiirin-
den sanayiye dönük bir eleştiri çıkmamıştır: bu da aslında Sovyetler Birliği’nin sorunudur. Çünkü, Sovyetler Birliği’nin ya da solun sanayiye, devrime dönük ilgisi sorun yaratmıştır. Öyle ki, o yıllarda Boris Vian, Makineve Kurt Adam romanında şöyle der: “Makinelerin Rusya’sı. Fabrikalar, fabrikaların Rusya’sı. Bütün Rusya’yı bir fabrika olarak inşaa edeceğiz; gerçeği, adaleti, ekmeği, suyu emeğimizle fabrikalarda üreten ve üretecek olan biziz.” Oysa aynı dönemde Sergey Yesenin, Rusya’da sanayi devrimini reddetmiştir. Nazım orada, solun kurduğu ilişkiye bağlı olarak, daha fütürist kalmıştır ve sanayiyle olan ilişkisini şiirinde neredeyse aşkla anlatmıştır. 124
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
N AZI M H İKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
EDEBİYAT SOHBETLERİ
A.S.: Çok güzel gidiyor bence sohbetimiz; üç çizgi birlikte, bir çokluk oluşturuyoruz. Ben sadece şiirsel açıdan bakmak istiyorum Nazım’a; içerik ve tarihsel bağlamı çok önemli. Nazım’ı bunlardan soyutlamak çok saçma olur zaten, ama sadece Türk şiirinin Nazım’la geldiği boyutu biraz olsun açmak istiyorum.
İlk olarak, Nazım Hikmet ilk Türk modern şair mi, diye sorabiliriz mesela. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal var, hemen ardından Necip Fazıl geliyor; bir çok eseri moderndir, 1932’ye Ben ve Ötesi kitabına dek ve şimdi şunu görüyoruz; Türk modern şiiri Fransız geleneğinden gelme aslında. Ahmet Haşim’de Fransız sembolizminden gelme, Yahya Kemal de onun türevleriyle bağlantıya girmiş... Nazım Hikmet’te garip bir şekilde gökten düşmüş gibi modernizm. Evet, çok etkilemiş Türk şiirini ve divan şiirini çok iyi biliyor. Çok genç yaşta, çok büyük bir hâkimiyet kurmuş divan şiirinde, ama serbest mısraya geçiyor. Nazım Hikmet’le birlikte apayrı bir şiir; modern ve yeni bir şiir başlıyor. En basit örnek, hepimiz neden bugün Nazım’ı okurken zorluk çekmiyoruz? Tamamen dille alakalı, yani bugünkü dil aslında, tamamen öz Türkçe ve gerçek öz Türkçe; ideolojik öz Türkçe değil. Başından itibaren konuşulan Türkçeyi yazmış şiirlerinde; Ruslara bakarsak Mayakovski etkisinden bahsediliyor; biçimsel olarak tamam, ama içeriksel olarak farklı, hatta kendisi de bunu bire bir söylüyor. ‘Ben o kadar da bilmiyordum Mayakovski’yi,’ diyor, ‘okudukça yakınlıklar
da farklar da gördüm aramızda, hatta bazı yönlerden benden üstün, ama başka yönlerden de ben üstünüm,’ diyor. Mektuplarında dile getiriyor bunu. Mayakovski’de fütürizm etkisi var, ama Rus şiirine bakılırsa sadece fütürizm yok sembolizimden de gelen bir kaynak var ve bunların ikisi kaynaşmış; zaten en büyük sembolist Aleksandr Blok’tur mesela. Ama Nazım’da bunun bir etkisi yok. O, Mayakovski çizgisine daha yakın, yani söylemsel bir şiir ezoterizme ve imgeye dayanan şiirden uzak bir şiir aslında. Okura yorum özgürlüğü bırakan ve okuru, metne döndüren ve onu aslında o çağrışımlar dünyasına, ya da soyut bir dünyaya bırakan veya sadece duyumsamalardan oluşan ve o çağrışımlardan idealara, ideallere giden bir dünyaya bırakan bir şiir değil Nazım’ın şiiri. Doğrudan bir şiir, ama modern şiirin bir de o boyutu var; o boyut Nazım’da yok. O boyut, Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve F. H. Dağlarca’nın ilk dönemi; sonra İkinci Yeni’de bir şekilde Türkçe’de devam etmiş. Nazım’da o tarzda bir modernlik, sembolizmden gelme bir modernlik yok; onun şiiri söylemsel, anlatan, saydam bir şiir. C.E.: Nazım’la ilgili çok ilginç anekdotlar var burada, fakat burada konuya bir açıklık getirelim; Nazım, Ahmet Soysal’ın da dediği gibi ‘gökten düşmüş gibi.’ Rusça’yı çok iyi öğreniyor, Mayakovski’yi 1940’lardan sonra öğreniyor ve Yahya Kemal’in uzantısı olmaktan çok korkuyor; zaten biliyorsunuz, Yahya Kemal, Nazım’ın hocası ve annesi Celile Hanımla bir aşk yaşıyor. Nazım da öfke duyuyor Yahya Kemal’e: “Bu eve hocam olarak girdiniz, ama babam olarak çıkamayacaksınız,” diyor. Yahya Kemal de Nazım’dan çekiniyor ve uzaklaşıyor Celile Hanımdan. Çok önemli dönem şiirleri var; mesela Cemal Süreya’nın Nazım’ın şiirleriyle ilgili ilginç bir w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
125
}
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak tespiti var: “Türkçenin en sıcak olanakları içinde, büyük bir güç denemesine gitmiştir, tabii bunu, onun bütün şiirleri için söylemek güç; serbest yazışa ilk geçtiği sıralarda çok egemen hatta zevksizdir, kısa ve uzun mısralar arasında kafiyelerle, zorlama seslerle bir nutuk kurma eğilimindedir, yeniden serbest yazıma geçtiğinde, manzumeci, gereksiz betim çırpınışları içindedir ama bir de daha sonraki şiirine bakalım; nasıl durulduğunu, çarkları nasıl sıktığını, konuşma dilini nasıl kalkındırdığını göreceğiz.” şimdi size okuyacağım yeri çok ilginçtir. ‘Marksist bir şiir yazmıyor,’ diyor Nazım için, ilginçtir bu, tabii üstatlar daha iyi bilirler benden: Osmanlı duyarlılığını parçalamaya çalışmasına rağmen yine de o duyarlılık kadrosu içindedir. Bir de Orhan Koçak’ın bir tespiti var; çok değer verdiğim bir eleştirmen kendisi, diyor ki: “Hadi, Necip Fazıl’ı biraz Yunus’a biraz Süleyman Nazif’e benzetelim, peki Nazım’ı kime benzeteceğiz?” geri gidelim halk ozanlarına; Pir Sultan Abdal, o da yanıltıcı olabilir, dolayısıyla hakikaten kendi kendini yaratan biri. Etkilenmeleri çok önemsemiyorum, çünkü Mayakovski şiirine baktığımız zaman kırbaç gibi bir dili vardır, geometrik bir şiirdir aslında, kendisi çok duygusaldır, ama duygu yok denecek kadar azdır şiirinde, oysa Nazım’a baktığımızda çok duygusaldır şiiri ve içimizi okşar. Bir diğer büyük üstat Turgut Uyar’sa, Nazım’dan aldığı bütün etkilere karşın, en başta yüzde yüz bir halk ozanıdır; burası çok önemli. Şiiri entelektüel bir etkinliğin dışında düşünmüştür, olduğu gibi vardır; belki en doğru şey bu, sadece kendi adını, bağlılığını ve büyük dilini vurgulayarak. ‘Mayakovski bir bahanedir,’ diyor, ilk hüzünlerini, ilk isyanını Anadolu’dan almıştır, çünkü baş kaldırması önce çok genel, çok duygusal, çok beşeridir. Demek istediğim şudur: Nazım, Mayakovski ve diğer tüm fütüristler olmasaydı da yazdıkları dışında bir şey yazmayacaktı.
}
H.Ş.: Nazım Hikmet’in şiirlerinde, Cumhuriyetin uluslaşmanın etkisi var. Halk şiiri etkileri de taşıyan çok fazla şiiri var. Öyle ki, sol bugün bile halk şiirinde kurulan etkiden kurtulamamıştır dediğiniz gibi. Memleketimden İnsan Manzaraları tamamen şiir değil daha çok bir anlatı tadında, şiirsel olarak geriliyor, ama halk şiiri etkisi neredeyse son şiirine dek sürüyor. Solun modernizmle tartışmasında çoğu zaman tercihi halk şiirinden yana olmuştur; bu da başta Cumhuriyetle kurulan ilgiyle alakalıdır. Cumhuriyet’le kurulan ilgide başta alaturka yasaklanmıştır Mustafa Kemal’in alaturkaya olan ilgisine rağmen. Meyhane müziği olarak kabul edilmiştir, hal böyle olunca, şimdi bugün örneklere baktığımızda Ataol Behramoğlu’nun, Nihat Behram ve daha dünya kadar insanın, halk şiiriyle kurduğu ilişki ortadan kalkmamıştır. Anadolu ve memleket sevdası, modernizim, Mayakovskiler, Puşkinler, Pasternaklar halk şiiridir. Bu tamamen modernist bir şey, solun tersine başlangıçta Rusya’ya dönük ilgiye de bağlıdır Nazım, epey modernisttir ama o Kuvayi Milliye Destanı’yla beraber küt diye kırılmış ve ondan sonra modernizm gerilemiştir. A.S.: Şeyh Bedrettin Destanı kitabıdır o; modernizminin bir çeşit doruğu ve sınırıdır. H.Ş.: Tabii aynı zamanda tarihsel bir ilgi de kurmuş oluyor, şimdi politik bulunuyor, ama aslında adam kendini sürekli ifade ediyor, ama biz şunu bilmiyoruz mesela sosyalist gerçekçidir gibi, yani bu konuda fazla bir bilgiye sahip değiliz ve aslında Mayakovski de fazla bir şey anlatmıyor tam 126
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
N AZI M H İKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
EDEBİYAT SOHBETLERİ
olarak sosyalist gerçekçi şiir budur ya da Nazım da böyle bir tanımlamaya uyar, demiyor. Sola eğilimli, modernist bir şairdir. Dünyayı dönüştürmek ister denir; size en büyük idealini okuyayım... Size şunu hatırlatayım en modern dönemi 1929’la 835. satırla 36 arası Şeyh Bedrettin Destanı kitabı.
Şeyh Bedrettin Destanı’ndan sonra başka bir yere geçiyor; kırılma orada başlıyor; izlenimsel
kırılma da orada, biçimsel kırılma da orada.
Nazım 1950’lilerde şunu söylüyor; bu elbette insanlığın en büyük idealidir, yani devletlerin ve sınırların ortadan kalkması: “Hoşça kal, belki yine gelirim, belki ömür vefa etmez ama gün olacak bilirim, senden bize, bizden sana misafir gidilip gelinecek, bir bahçeden bir bahçeye gider gibi.” , Bunu Macaristan için yazdı Nazım, o büyük ideali, yani devletsiz bir dünya idealini de söylemiş oluyor. Bunu, solun iktidar kurma ilişkisi, devlet ilişkisine baktığımız zaman açıklayamayız, ne diyebiliriz? John Halloway bunun için şöyle diyor: “İktidar olmadan dünyayı değiştirmek,” Öyle ki Türkiye’yle olan çatışması da, Sovyetlerle olan çatışması da aynı sebepten kaynaklanıyor, çünkü Sovyetlerde de koyu bir totaliterizm var; herkes kaçıyor, Emma Goldman da kaçmıştı. A.S.: Çok güzel bir şiir okuyacağım şimdi, hem dinlenmiş de oluruz... Şeyh Bedrettin Destanı başlık budur, ikinci şiiri; çok yalın şiir, ustalığını da gösteriyor Nazım’ın bu şiir. Ne kadar güzel bir Türkçe. 1936 yılı düşünün. O yıl yazılan şiirlere bakılsa, böyle bir dil yok hatta yanına yaklaşmıyor. Bu göl İznik gölüdür. Durgundur. Karanlıktır. Derindir. Bir kuyu suyu gibi içindedir dağların. Bizim burada göller dumanlıdırlar. Balıklarının eti yavan olur, sazlıklarından ısıtma gelir, ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik gölüdür. w w w .alengirlimecmua . com
Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi. Ve delikanlılar türkü söylemez. Bu kasaba İznik kasabası. Bu ev esnaf mahallesinde bir ev. Bu evde bir ihtiyar vardır Bedreddin adında. Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak. Çekik çocuk gözleri kurnaz ve sarı parmakları saz gibi. Sayı 1 | Ocak 2015
127
}
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak Yanında İznik kasabası. İznik kasabasında kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü. Bedreddin ak bir koyun postu üstüne oturmuş. Hattı talik ile yazıyor Teshili. Karşısında diz çökmüşler ve karşıdan bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona. Bakıyor: Başı tıraşlı kalın kaşlı ince uzun boylu Börklüce Mustafa. Bakıyor: kartal gagalı Torlak Kemâl.. Bakmaktan bıkıp usanmayıp bakmağa doymıyarak İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar...
Belki ben çok abartıyorum ama 20. yy. Türk şiirinin beş kitabından biridir Şeyh Bedrettin Destanı, öbürleri ne, diye sorarsanız, Yahya Kemal’in bütün şiirleri, Ahmet Haşim’in bütün şiirleri... Ece Ayhan’dan Devlet ve Tabiat derim. H.Ş.: Şeyh Bedrettin Destanı bizde bir tarih oluşturuyor aslında. Biz onu Cumhuriyetten öncesine ait bir tarih olarak alıyoruz ya da isyancının ve mücadele edenin tarihi, böyle bir yere yerleştiriyorum bunu ben. A.S.: Şaşırtıcı bir kitap. Sen de sanırım çok şaşırıyorsun; durmadan makineleşmeyi sanayileşmeyi öven o sosyalist Nazım Hikmet birden bire ortaçağdan bahsediyor, 15. yüzyıldan, oradaki bir halk isyanından, hat sanatından bahsediyor, yaşlı, sakallı bir ihtiyar, isyan... O kadar yalın bir şekilde ki bu, büyük bir sözcük ekonomisiyle. Bu, tabii ki dünya şiirinin de doruklarından biri.
}
İsterseniz bir şiir daha okuyalım. Son şiiri Şeyh Bedrettin Destanı’nın; Şeyh Bedrettin asılmıştır... Yağmur çiseliyor, Yağmur çiseliyor. korkarak Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. yavaş sesle Ve yağmurda ıslanan bir ihanet konuşması gibi. yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. Yağmur çiseliyor, Serezin esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor. Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor.
C.E.: Nazım’ın Nikbinlik diye bir şiiri var: ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar.’ Ne kadar umut 128
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com
N AZI M H İKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak
EDEBİYAT SOHBETLERİ
dolu, coşku dolu bir şiirdir değil mi? Bir çok insanı sarsmıştır bu şiirin arkasındaki dramı öğrenmek. Nazım’ı en yakın dostu Vâlâ Nureddin; o da bir şair. Bu Dünyadan Nazım Geçti adlı kitabı beni çok sarsmıştır Vâlâ’ya hapishaneden yazıyor Nazım ve ‘Vâlâ, dayanamıyorum, usandım cezaevi koşullarından. O kadar sinirim bozuldu ve en yakın dostum sensin, intihar etmeyi düşünüyorum ölmek istiyorum,’ diyor. Cezaevi revirinden bir takım haplar buluyor; kafaya koymuş, içecek işte o intiharı düşündüğü gece Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar şiirini yazıyor, ne kadar ilginç ve sarsıcı değil mi? tabi Vâlâ devamlı mektup yazıyor, ‘Sakın Nazım sen bu ülkeye insanlığa lazımsın sakın canına kıyma,’ diyerek onu hayata döndürüyor. Nazım’ı tanıyanlar, üvey evladı Mehmet Fuat ve diğerleri, ne çektiyse iyiliğinden çekti, demişlerdi; hakikaten iyi bir insan kötülük düşünmeyen bir insan, insanlar için iyilikler yapmak için çabalayan birisi; arkadaşları da aynı şeyleri söylüyorlar. Onun da hasetleri, imrenmeleri ve nefretleri olmuş, ama kendisiyle yüzleşmiş. Mesela bu şiir benim çok hoşuma gider. Demin Ahmet Soysal güzel tespitlerde bulundu. Sembolizm uzak, direkt şiir yazar, diye fakat bu şiir onun kendi içindeki iyilik-kötülük çatışmasını içten sorguladığı bir şiir. Burada bizim gibi, haseti, öfkesi, imrenmeleri olan, doyumsuz bir adam; her fani gibi, bu da bir tarafıyla çok sembolik bir şiir. bu bulutsuz gün de ordan, İri bal damlaları gibi arılar, bu mavi gün, arılar asmaları taşıyor güneşe, çırılçıplak, sıcacık, sırtüstü yatan deniz, gençliğimden uçup geldiler, bu hasret bu elmalar da oradan, ve aydınlık dişleri bu kalın dudaklı ağzın, bu ağır elmalar, bu Kafkasya köyüne arıların ayağında bu altın tozlu yol, iri bal damlaları gibi bu ak çakıllar dere boyunda, geldiler gençliğimden, türkülere inanmışım, bir yerlerde unuttuğum gençliğimden, hasetsizliğim, bir yerlerde, doyamadan. H.Ş. Ben pek şiir okuyamam da bir iki bir şey daha söylemek istiyorum ne kadar dolaylı olursa olsun şiir politik eleştirinin bir biçimidir; benim çocukluğumdan beri ondan gördüğüm beni etkileyen budur; şiir bir politik eleştiri biçimi; aşk dâhil, dünya dâhil neyi eleştirecekse bunu ona dâhil etmiş bir insan Nazım Hikmet baştan beri bu yanı beni etkilemiştir. Memleketçi biri değilim, ama bu bakış açısı, bu tavrı hem memleketçiliği, hem enternasyonalizm hepsini bir arada şiirine yansıtabilmesi, vatan aşkıyla, insan aşkının şiirde olması, doğanın aynı şiirde olması; bu belki biraz fazla iddialı olur, ondan sonra belki bizde kurulamadı. Ondan etkilenenler Rıfat Ilgazlar, Hasan Hüseyinler, Ağa Kadirler böyle bir şiiri oluşturamadılar. Türkiye’de kendini solda tanımlayan, dünyayı dönüştürmek isteyen insanlar da bunu, büyük ölçüde yapamadılar; bu da Nazım Hikmet’i tek ve özgün bir şair olarak yukarıda bir yerde tutmamızı sağlıyor. Şu var ki, dünya başka bir yere gidiyor; dünya dini muhafazakârlığın diktatörlüğüne doğru gidiyor, böyle bir dünyada tabii insanlar ister istemez bir takım şeylerin değiştiğini görüyorlar. ‘Nazım Hikmet’te Manevi Dünya’ w w w .alengirlimecmua . com
Sayı 1 | Ocak 2015
129
}
EDEBİYAT SOHBETLERİ N AZI M HİKM ET ~ Ahmet Soysal, Cezmi Ersöz, Halim Şafak diye bir yazı okudum, böyle şeyler yazıldığını gördüm bu memlekette, işte onun uluslaşmaya yönelik şiirlerini öne çıkartan şeyleri gördük, ama ne olursa olsun, buradaki temel mesele onun mesele olarak kabul ettiği şey enternasyonalizm; oradaki ilişkiyi Marksizim ve Leninizm’le açıklıyor Nazım ve hep kendisini komünist bir şair olarak kabul etmiş; işte bu yüzden, yani şiiri eleştirinin politik bir biçimi olarak kabul etmesinden dolayı, ilk dönem şiirleri hariç sonraki şiirleri bunu eksik ya da fazla, zaaflarıyla yansıttığı için ve bize böyle bir miras bıraktığı için Nazım Hikmet’in yazdığı şiirin konumlanması ve savunulması gerekir, diye düşünüyorum. Son söz olarak şöyle demem lâzım; yine memleket meselesine gidiyor, şu dizeleri Tanya için yazmıştır Nazım, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda “Seni astılar memleketini sevdiğin için, ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim.” Hapiste geçirdiği yıllar 1951’de vatandaşlıktan çıkarılması. Evet, vatandaşlığı ona geri verildi ama onu Anadolu’da bir köy mezarlığına gömemedik, bu da elbette bu coğrafyanın çözmekte zorluk çekeceği bir şeydir. C.E.: Bursa’nın ilk komünist muhtarlarından biri... Bursa’nın bir küçük kasabasında sembolik bir Nazım mezarı yapılıyor başına da küçük bir ağaç fidesi konuyor ve ne yaptılar biliyor musunuz o fideye? Yaktılar!
}
A.S.: Çok güzel ve yoğun bir sohbetti... Nazım konusunda değişik yönelişler burada ortaya çıktı. Tabii, o kadar farklı birisi ki, üzerine söylenecek çok şey var. Bir kere zaten hayatı ve kişiliği yeter aslında... Türkiye tarihini anlatmak gerekiyor, çünkü 20. yüzyıl tarihiyle bağlantılı Nazım Hikmet, bir dönemi konuşmamızı gerektiren bir şahsiyet, çok önemli, kilit yani. Türkiye’yi Nazım’ı yok sayarak anlayamayız gibi geliyor bana, çünkü bütün o dönemler; Osmanlı’nın sonu, Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı, çok partili dönem, sürgün zamanı, ondan sonraki dönem dışlamayla birlikte biraz daha putlaştırarak sözde ondan esinlenerek ama ondan çok uzak kalarak kalkışılan çabalar, siyasi sömürüler var. Biliyorsunuz 2009’da yurttaşlığa kabul edildi; bütün bunlar şiirini de söz konusu etmemizi gerektiriyor. O da ayrı bir konu; Nazım’ın şiiri de modern Türk şiiri ve dünya modern şiiri tarihinde önemli bir yer işgal ediyor ve bugün ona da değindik, çünkü genellikle bu yönü biraz daha ikinci plana atılıyor. Nazım sosyalist bir şair. Bu kadar basitmiş gibi, sanki bu yetermiş gibi, sanki şiirinin doğrulanması ya da reddedilmesi için yeterliymiş gibi... Öyle değil oysa çok karmaşık bir şair. Ayrıca Türk moderizminde çok önemli. Ama modernizmin ne olduğunu bilmek lâzım ve modernizmin de Nazım’da durmadığını bilmek lâzım; İkinci Yeni gibi bir hareketin çıktığını unutmamak lazım ve bence her şeye rağmen Nazım’ın devamı İkinci Yeni’dir. İdeolojik olarak bu çok doğru olmayabilir ve görünmeyebilir, ama mesela bir Edip Cansever’in Tragedyalar kitabı, Nazım yok sayılarak anlaşılamaz. Hâlbuki pek alakası yok aslında ve bunun gibi çok örnek verilebilir. H.Ş.: Turgut Uyar mesela uzak duruyor ama baktığımızda onun müthiş bir memleket ilgisi var. A.S.: Hayır, bir de biçimsel olarak arada düz yazıya da başvurur o, artık tiyatro ve düz yazı ayrımlarının bittiği bir ortam, aslında Nazım’ın şiiri ve Türk şiiri bunu ancak İkinci Yeni’yle anlıyor. Biçimi hiç es geçmeyelim, çok temeldir şiirde ve sanatta... Çok teşekkürler sohbete katıldığınız için sevgili Cezmi, Halim... Çok teşekkürler herkese. 130
Sayı 1 | Ocak 2015
www. a le n g i r l i m e c mua . com