vizyon göze çarpanlar
B İ R Z A M A N L A R PA R İ S’ T E...
PAR i S’TE GECE YARISI Londra, Barselona, şimdi de Paris... Woody Allen hayat ve sanat hakkındaki tefekkürüne, yetmişinden sonra açıldığı Avrupa’nın en güzel kentlerinde devam ediyor. Owen Wilson’ı Paris’in sokaklarında ve tarihinde gezdiren Paris’te Gece Yarısı, yönetmenin son dönemde en çok övgü alan filmlerinden biri. EFE PEKER
“B
u şehirde her şey bir garip, ama hiçbir şey şaşırtıcı değil, çünkü herkes her şeye alışmış... İyi, kötü, güzel, çirkin, hakikat, erdem; hepsi geçici, bugün varlar yarın yok... Bu çalkantılı yaşamın beni içine çekişinin sarhoşluğunu hissetmeye başlıyorum. Gözlerimin önünden bunca şey geçerken başım dönüyor.” JeanJacques Rousseau’nun ‘Julie yahut Yeni Heloise’ (1761) adlı romanının başkahramanı Saint-Preux, döneminin birçok genci gibi kırsaldan Paris’e geldikten sonra, geride bıraktığı sevgilisi Julie’ye bu satırları yazar. Paris’in ve onun temsil ettiği modern yaşamın tüm zıtlıkları içinde barındıran kalabalığı, gürültüsü ve hızı Saint-Preux’yü afallatmıştır. Ancak Saint-Preux bu şaşkınlığında yalnız değildir, zira endüstriyel kapitalizmin gelişmesiyle daha da hızlanıp karmaşıklaşacak modern şehir hayatı -ve onun bireyle olan ilişkisi-, takip eden yüzyılda birçok sanatçı ve düşünür tarafından algılanmaya, anlamlandırılmaya çalışılacaktır.
Bu girişimlerden biri Fransız şair Charles Baudelaire’e aittir ve onun ortaya attığı flâneur kavramı, bize modern bireyin şehri yaşayış biçimiyle ilgili önemli bir anahtar sunar. Fransızcada “boş gezen, aylak” anlamına gelen flâneur sözcüğü, Baudelaire’in dilinde “şehri sırf tecrübe edebilmek için yollarında gezinen” yeni 19. yüzyıl insanını nitelemek için kullanılır. Diğer bir deyişle flâneur, herhangi bir yere varmayı hedeflemeden sokakları caddelere katarak şehri içine çeken kişidir. Flâneur kendini evinin dışındayken evinde hisseder yalnızca, zira sokaklar onun evidir. Walter Benjamin’in dediği gibi: “Cadde, flâneur için konuta dönüşür; sokaktaki adam, kendi dört duvarının arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, flâneur de bina cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar”. Ancak şehirde kaybolsa da onunla tek yönlü bir ilişki geliştirmez flâneur, şehirden aldığı kadar şehre verir de, onu gözlemlediği kadar kendi de gözlemlenmeye karşı savunmasızdır. Şehirdeki yaşama dahil olur, onunla eşit bir ilişki kurar. Dolayısıyla modern bireyin toplumla kurduğu ilişkiye paralel olarak, flâneur de şehrin hem öznesi hem de nesnesidir.
YAŞLANMAYAN BİR FLÂNEUR İşte Woody Allen’ın son filmi Paris’te Gece Yarısı’nın (Midnight in Paris, 2011) her şeyden önce bir flâneur hikâyesi olduğunu söyleyebiliriz; hem “modernliğin başkenti” Paris’te
geçtiği için, hem de bu olağanüstü şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşmaya müptela, romantik bir Amerikalı yazarı konu aldığı için. Söz konusu yazar, filmde Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil Pender karakteriymiş gibi gözükse de, aslında hepimiz bunun Woody Allen’ın ta kendisi olduğunu biliyoruz. Ancak gerçek yaşıyla hissettiği yaş arasında büyük bir uçurum olan Allen, bedeni bugün 76 yılı geride bıraktığı için artık filmlerinde bizzat kendini canlandıramıyor! Geçen sene verdiği bir mülakatta Allen bu durumdan dert yanıyordu, ama bakın neden: “Yıllarca filmlerde esas oğlanı ben oynadım. Sonradan oynayamamaya başladım tabii, çünkü yaşlanmıştım. Esas kızın gönlünü fetheden adamı oynayamamak çok fena. Düşünün Scarlett Johansson, Naomi Watts ile film çekiyorum, başkaları kapıyor. Ben ise yönetmenim, orada oturan yaşlı adam işte, yönetmen. Hiç hoş değil. Ben de isterim restoranda güzel bir kadınla oturayım, gözlerinin içine bakıp yalan söyleyeyim!” Ancak çok iyi bilindiği gibi, yaşlanmayı reddeden bu adamın flâneur’lük kariyeri Paris ile değil, gerçek sevgilisi New York ile özdeşleşmiştir. Paris, her ne kadar Allen’ın sayısız kez ilan-ı aşk ettiği bir cazibe merkezi olsa da, Allen için olsa olsa bir kaçamak, “öteki kadın” olabilir. Zira Allen’ın dönüp dolaşıp geleceği yer, her köşesini ezbere bildiği (ve Allen’ı çocukluğundan beri tanıyan) New York’un dizinin dibidir. Bu iki şehir arasındaki fark, Manhattan (1979) ve Paris’te Gece Yarısı filmlerinin açılış sekanslarında kendini apaçık görünür kılıyor. Yaklaşık otuz yıl sonra Woody Allen yine bir filminin ilk dört dakikasını olduğu gibi bir şehirden görüntülere ayırıyor; ancak New York’un siyah-beyaz grenli fotoğraflarının verdiği yaşanmışlık hissi yerine, Paris’in parlak renkli kartpostallarını bir turist gibi izliyoruz bu kez. Yine de bu bir eleştiri değil, zira filmin baş karakteri Gil Pender’ın da (tıpkı Allen gibi) bir turist olduğunu ve tam da bu dışarıdan bakışı sayesinde Paris’i gözünde böylesine yüceltebildiğini hatırlarsak, yaratılan bu havanın filmin amacıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Manhattan’dan otuz yıl sonra Woody Allen yine bir filminin ilk dört dakikasını olduğu gibi bir şehirden görüntülere ayırıyor; ancak New York’un siyah-beyaz grenli fotoğraflarının verdiği yaşanmışlık hissi yerine, Paris’in parlak renkli kartpostallarını bir turist gibi izliyoruz bu kez.
VAROLUŞ ve ŞEHİR
neden yaşamaya değer olduğu sorusunu bu insanlığın yaratıcı ve yıkıcı birikiminin yoWoody Allen’ın bir flâneur olarak modern dünyanın verileriyle, yani insana ait olan de- ğunlaştığı alanlar olarak gördüğü büyük şeşehre atfettiği değeri, kendisinin varoluş- ğerlerle cevaplamaya çalışan bir seküler hü- hirlerde, var olmayı anlamlı kılan bir şeyler sal sorulara yaklaşımıyla ilişkilendirebili- manizm çerçevesinde özetlemek mümkün. buluyor Allen -sonra da bunun komedisini riz. Allen her şeyden önce, evrenin karanlı- Paris’te Gece Yarısı’nda bir karakterin Gil’e yapıyor! İngilizcedeki ‘city’ (şehir) sözcüğüğında yalnız, hiç de ulvi bir değer taşımayan dediği gibi; “hepimiz ölümden korkuyor ve nün ‘civilisation’ (medeniyet) ile aynı Latince ve varlığı bu hayatla sınırlı canlılar olduğu- evrendeki yerimizi sorguluyoruz. Sanatçının kökten türediğini de hatırlarsak, insan medemuzu olgunlukla kabul eden bir entelektüel. görevi ise bunun karşısında umutsuzluğa niyetinin iyisiyle kötüsüyle tüm yansımalaAncak kolaya kaçıp buradan bir boşvermiş- teslim olmak değil, varoluşun mânâsızlığına rını şehirlerin hengâmesinde aramak çok da yanlış bir girişim olmasa gerek. Dolayısıyla, lik ya da karamsarlık devşirmiyor. Tam ak- deva bulabilmektir”. İşte tam da bu deva arayışı bağlamında, şehrin kalabalığında varlığını güvende ve ansine, Allen’ın tüm sinema kariyerini, hayatın eylül 2011 altyazı 29
vizyon göze çarpanlar
Üzerinde çalıştığı romanda Gil, eskiden kalma eşyalar satılan bir dükkândan söz ediyor ve sürekli geçmiş bir dönemde yaşamanın daha iyi olacağına vurgu yapıyor. lamlı hissediyor Allen. Mesela Hannah ve Kız Kardeşleri (Hannah and Her Sisters, 1986) filminde, beyin tümörü olasılığından bahseden doktorun yanından çıktıktan sonra sokakta başı eğik yürürken düşünüyor: “Telaşlanma, ölmeyeceksin. New York’un göbeğindesin, burası senin şehrin. Etrafın insanlarla, arabalarla, restoranlarla çevrili; bir anda ortadan kaybolamazsın ya?” Aynı şekilde, Paris’te Gece Yarısı’nda Gil, bu defa okyanusun diğer tarafındaki bir şehirde dolaşırken güven ve anlam buluyor: “Düşünsene; soğuk, vahşi ve mânâsız bir evrende en azından Paris var, bu ışıklar var! Jüpiter’e, Neptün’e bak orada hiçbir hareket yok, ama buranın ışıklarını uzaydan bile görmek mümkün”. Kısacası, modern şehri bir flâneur olarak deneyimlemek bir nevi hayat memat meselesi Allen için.
tafralı ailesi, ne Paris’ten zerre kadar haz ediyorlar ne de kendisinin bu ruhani gezintilerinden memnunlar. Gil de, Inez’in her konuda bilgiçlik taslayan müthiş sinir bozucu arkadaşı Paul (Michael Sheen) ve onun eşiyle vakit geçirmek istemedikçe, giderek gruptan kopmaya başlıyor. Onun yerine geceleri dolaşıyor, gündüzleri romanı üzerinde çalışıyor. Gil’in geceleri nereye kaybolduğu ise filmin büyük sırrı. Ancak rahatlıkla söyleyebiliriz ki filmin açılışını yaptığı Cannes Film Festivali’nde yoğun ilgi görmesi ve gösterildiği her ülkede büyük beğeni toplaması, bu can alıcı noktada gizli. Fragmanda da belirtildiği gibi: “Paris sabahları güzel, öğleden sonraları alımlı, akşamları büyüleyicidir. Gece yarısından sonra ise... Paris sihirlidir”. Ya da Saint-Preux’nün sözlerine dönersek: “Bu şehirde her şey bir garip, ama hiçbir şey şaşırtıcı değil”. GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ... Paris’te Gece Yarısı’nın tüm hikâyesi, yine - Gil yine nereye gitti? Baudelaire’e ait şu meşhur cümleyle özetle- Paris’i dolaşıyor. nebilir: “Nerede değilsem orada iyi olacak- Her gece her gece nereye gidiyor böyle? mışım gibi gelir”. Zira üzerinde çalıştığı ro- Dolaşıp ilham alıyormuş. manda Gil, eskiden kalma eşyalar satılan Ne var ki, Gil’in birlikte Paris’e geldiği nişan- bir dükkândan söz ediyor ve sürekli geçmiş lısı Inez (Rachel McAdams) ve onun afralı bir dönemde yaşamanın daha iyi olacağına 24 altyazı eylül 2011
vurgu yapıyor. Nişanlısı Inez ve onun arkadaşı Paul ise sürekli Gil’in bu nostalji takıntısıyla alay ediyorlar. Paul’un ukalaca dediği gibi, “nostalji inkârdır, bugünün acılarının inkârıdır. Bunun adına ‘altın çağ sendromu’ denir, yani başka bir dönemde yaşamak isteme takıntısı”. Ancak dünyanın en zengin kültürel ve sanatsal tarihine sahip şehirlerinden biri tüm tecrübesiyle ayaklarının altındayken, Gil’in sıradan insanların fikirlerine ihtiyacı yok. İşte bu noktada, tıpkı Mahnattan’da New York’a yaptığı gibi, hatta belki daha da çok, Paris’i hikâyenin merkezine koyup şehre diğer oyuncularla etkileşim içinde ilerleyen kilit bir rol veriyor Allen. Tüm bunların sonucu ise olağanüstü: Paris’te Gece Yarısı, kesinlikle kaçırılmaması gereken ve hep hatırlanacak Woody Allen klasiklerinin arasına şimdiden girdi. Bir başka mülakatta Allen şöyle diyordu: “Gençliğimizde Avrupalı yönetmenlerin filmlerine hayrandık ve onlar bize ilham veriyordu. Birçoğumuz yalnızca yönetmen olmak istemiyorduk, aynı zamanda Avrupalı bir yönetmen olabilmeyi hayal ediyorduk”. Yalnızca New York’ta değil; Londra, Barselona, Paris -ve seneye Roma- gibi Avrupa’nın köklü şehirlerinde de flâneur’lük yapabileceğini kanıtlayan Woody Allen, yetmişlerinde de olsa hep hayalini kurduğu gibi Avrupalı bir yönetmen oldu artık.