LK Brosür

Page 1

Devrimi

!

Bilelim

# sınıflar ve politika # diyalektik felsefe # toplum ve tarih # ekonomi politik

Lıselı ıvılcım K


2

F facebook.com/liselikivilcimirtibat J twitter.com/liselikvlcm


1#

SINIFLAR ve POLİTİKA

3

Dünyayı ve ülkeyi etkileyen çeşitli olaylar, savaşlar, barışlar, ziyaretler, anlaşmalar, görüşmeler, restleşmeler, krizler, ölümler, günlük gazetelerden internetten takip ettiklerimiz, son dakikalar... bütün bunlar bazen bize çok uzak, anlaşılamaz, bizim dünyamızın dışındaymış gibi gelir. Bazen gelip yaşamımızı belirleyiverir ve o zaman gazete sayfalarından çıkıp sofralarımızda, odalarımızda, okulumuzda, yaşamımızın orta yerinde cisimleşiverir. Ekonomik kriz olunca ailemizdeki çalışanlar işten çıkarılıverir ya da okuldaki sıra arkadaşımız anadilinde eğitim görmek istediği için, din dersle-

rinde anlatılan inanışa sahip olmadığı için toplumdan dışlanabilir, yalnızlaştırılabilir hatta bu taleplerini biraz daha gür sesle dile getirdiğinde eğitim hayatına son verilebilir. “Politika”nın bu çelişik doğasını anlayabilmek için ilk elden bazı temel kavramları incelemeye ihtiyacımız var ki; politika ne anlama geldiğini bilmediğimiz bir sürü kavramdan oluşan bize yabancı bir şey olmaktan çıksın. Nitekim, “insan politik bir yaratıktır”.

Sınıf nedir?

Biz Marksistler, gündelik hayatta “memleket meselesi”, “dünya meselesi” gibi isimlerle


4

karşımıza çıkan olayların nasıl geliştiğini, perde arkasında ne yattığını, söz konusu olayları yönlendiren temel yasaları sosyal sınıflarla açıklarız. Yaşadığımız toplum sınıflara ayrılmıştır. Sınıf; bir toplumun egemen ekonomi ilişkilerinde birincil derecede rol sahibi olan unsurlardır. Bu unsurlardan durumları ve çıkarları taban tabana birbirine zıt olan insan kümeleri sınıfları oluştururlar. Kapitalist toplumda sınıflar, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan burjuvazi ve üretim araçlarına sahip olmayan ve dolayısıyla yaşamına devam edebilmek-yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için emek-gücünü satmaktan başka çaresi olmayan proletaryadır. (Bir insanın ya da insan grubunun sınıfsal konumunu

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

onun üretim araçlarının özel mülkiyeti karşısındaki konumu belirler. Benzer şekilde tarımsal üretimin egemen olduğu feodalizmde egemen sınıf; toprakların sahibi olan derebeyi iken ezilen sınıf haftanın belli kısmını kendisine verilen topraklarda geri kalanını derebeyinin topraklarında onun yararına çalışarak geçiren serflerdir vb.) Her sınıf kendi içerisinde çeşitli zümrelere sahiptir. Örneğin burjuvaziye baktığımızda kendi içinde irili ufaklı farklı büyüklük ve özelliklere sahip pek çok unsuru (sanayiciler, bankacılar, ziraatçiler, tüccarlar vb. gibi) barındırdığını gözlemleyebiliriz. Bunların her birini o sınıfın içerisindeki zümreleri oluştururlar. Aynı şekilde işçi sınıfı içerisinde de benzeri zümrelerin var oldu-


# Sınıflar ve Politika

manları burjuvalaşmaya yakındırlar. Küçük-burjuva unsurlar sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde proletaryayla daha sıkı ilişkiler geliştirebilirler.

ğunu söyleyebiliriz(Irgatlar, kaba işçiler, orta işçiler, uzman işçiler vb. gibi). Günümüzün egemen ekonomi biçimi kapitalizmdir. Ancak egemen ekonomi dışı, kapitalizm öncesine ait çeşitli üretim yöntemleri de daha küçük ölçeklerde varlığını sürdürmektedir. Egemen ekonomide rol sahibi olmayan, kapitalist üretim yordamının iki ucundan ne burjuvaziye ne proletaryaya yerleştiremediğimiz köylülük, esnaflar, aydınlar vb.yi içeren toplama küçük burjuvazi diyoruz. Küçük burjuvazi bir sınıf değil bir katmandır. Kendisi bir sınıf olarak var olamayacağı için küçük burjuvazinin alt katmanları proleterleşmeye, üst kat-

Dünyamızda bütün siyasi ve toplumsal gelişmelerin temelinde sınıf savaşımı vardır. Sınıflar arasında antagonizma da denilen uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu kişilerin ya da grupların niyetleri, dilekleri ya da ne istedikleriyle belirlenebilen bir durum değildir. Kapitalizmde sınıf savaşımı bizzat kapitalist düzenin yarattığı bir durumdur. Sınıf savaşımı, tarihsel gelişmeyi ve değişimi de tetikleyen, kelimenin basit kullanımıyla sistemleri değiştiren, “tarihin motoru” diyebileceğimiz bir özelliğe sahiptir.

Devlet nedir?

Tarihte ilk ortaya çıkışı itibariyle baktığımızda devlet, toplumun sınıflara ayrılmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumların varlığı boyunca çeşitli araçlarıyla egemen sınıfın egemenliğini sürdürmesinin aracı olmuştur. Bu araçlar polis, asker, kolluk kuvvetleri gibi devletin zor aygıtları olabildiği gibi, toplumun yönlendirilmesine yarayan çeşitli ideolojik ve kültürel aygıtları da içerir. Devlet hakkında yanıltıcı bir yaklaşım onun

5


6

bir bütün olarak toplumun çıkarlarının ifadesi olduğu, tüm toplumsal gruplara eşit mesafede yaklaştığı yönündedir. Devlet, mevcut düzenin sürekliliğini sağlamakla yükümlüdür. Nasıl ki geçmişte sınıfların ortaya çıkmasıyla devlet ortaya çıkmıştır, aynen öyle sosyalizm sonrasında sınıfların ortadan kalkmasıyla devlet mekanizmasına olan ihtiyaç ortadan kalkacak ve zaman içerisinde “sönümlenerek” yok olacaktır.

Parti nedir?

Partinin kelime anlamı parça, bölük demektir. Toplumda sınıflar biçiminde var olan bölünmüşlüğün siyasi alandaki yansıması partiler biçiminde olur. Siyasi parti, politika yapma aygıtıdır. Sosyal olarak toplum sınıflara bölünmüştür ve bu sınıfların birbirilerine karşı iktidar mücadelesi verirler. Bunu, siyasi partiler aracılığıyla yapar-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

lar. Dolayısıyla bir siyasi partinin talep ettiklerini, onun niteliğini, karakterini değerlendirirken bizim temel kriterimiz o partinin hangi sınıfın siyasi sözcüsü ya da temsilcisi olduğu, hangi sınıf adına politika yaptığıdır. Bir partinin programına, politikasına, talep ettiklerine, dile getirdiklerine bakarak o partinin sınıfsal niteliği hakkında fikir sahibi oluruz. Partiler politikayı iktidarı ele geçirmek için yaparlar. Daha doğrusu sınıflar ya da sınıflar içindeki çeşitli zümreler iktidarı ele geçirmek için partiler aracılığıyla politika yaparlar. Örneğin bugün Türkiye’de çok sayıda siyasi parti vardır. Bu partilerin her biri (işçilerin ve ezilenlerin yanında olma iddiası taşıyan az sayıda devrimci parti bu kapsamda değildir) burjuvazi içerisindeki çeşitli katmanları, zümreleri temsil eder.


# Sınıflar ve Politika

Burjuva partiler açısından politika Örneğin Türkiye iktidarında uzunca bir süre AKP ile CHP arasında yürüyen tartışma laiklik ya da şeriatçılık biçiminde yürütülmüştür. CHP ve AKP Türkiye egemenleri içerisinde iki farklı anlayışı ve burjuvazinin farklı zümrelerini temsil etmektedir. İkisi arasında yapılan kavga, pastadan kimin daha çok pay alacağı kavgasıdır. Ancak hiçbir zaman burjuvazi böylesi kavgalarını gerçek niyetlerini açığa vurarak yapmaz. Bu kavga, toplumun gözünde meşruluk üretmek ve geniş kitleleri kendi arkasına alabilmek için insanların hassasiyet göstereceği, tartışmanın bir parçası haline getirilebileceği çeşitli kılıflar altında yürütülür. Laiklik/anti-laiklik ya da laiklik/şeriatçılık biçiminde yürüyen tartışma buna güzel bir örnektir. Böylesi kavgaların yarattığı yanılsamalarla, aslında bütün mevcudiyeti bir avuç para babası azınlığı aşmayan burjuva sınıfı “insanların kendi kendini yönettiği bir sistemde” iktidara gelirler. Burjuvazi için politika geniş kitleleri “gütme işi”dir. Aslında geniş halk yığınlarının hiçbir biçimde çıkarlarını ifade etmeyen

işler, uygulamalar, talepler nasıl becerilir de onlara en güzel, en doğru uygulamalarmışçasına anlatılabilir? Burjuva politikacıları bunun derdine düşerler. Bunun gerçekleşmesi, adeta herkesin beklentileri karşılanmış herkesin söz ve karar hakkına başvurulmuş imajı yaratmak için seçimler yapılır ve parlementoya milletvekilleri gönderilir. Ancak bu esnada emekçilerin sırtından kazandıkları paralarla patronlar medya araçlarında, seçim kampanyalarında kendilerini temsil eden partilerin propagandasını yaparlar. Mevcut sistemin olanaklarından ciddi biçimde faydalınalarak bir seçim oyunu oynanır. “Marx’a karşı atılan en yaygın iftira, onun demokrasi istemediği yalanıdır. Demokrasi nedir? Halkın (yani işçi ve köylü çoğunluğun) yönetimi… Bir ülke nüfusunun binde biri bile olmayan burjuva ve toprak beylerinin egemenliğini isteyenlere “demokrat”, geri kalan bütün halkın tahakkümden kurtulmasını isteyenlere “demokrasi düşmanı” damgasının vuruluşu, tarihin bir olayı bile sayılamaz; aldatmacadır.”[1] Devrimci politika ezilenleri, emekçileri kendi yaşamlarının örgütlenmesinde, yaşam koşul-

7


8

larının organize edilmesinde birer özne haline getirerek bugünkü gidişin hesabını sormaya hakları olduğunu onlara hatırlatır ve anlatır. Halkın örgütlü gücüyle vereceği mücadelenin daha yaşanılabilir bir dünyanın tek çaresi olduğunu bilerek politika yapar ve bu aldatmacaların arkasında yatanları görerek onları gözler önüne sererler. Zaman zaman bu örgütlü güç mevcut düzende köklü değişiklikler yaratmaya yetmese de burjuvazinin demokrasi oyununu oynadığı meclislere parlementolara giderek oranın gerçek yüzünü teşhir etme olanağını devrimcilere sunar. Parlementonun devrimciler açısından politik olarak işlevli olabileceği yegane durum böylesi zamanlardır. Burjuvazinin kürsüleri,

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

oraya giden halkın gerçek temsilcilerince birer propaganda kürsüsü haline getirilirler. Her ne kadar burjuvazi içerisinde farklı zümrelerin partileri de olsalar burjuva partiler iktidara geldiklerinde burjuva sınıfının topyekun tamamının temsilcisi ve taleplerinin uygulayıcısı olurlar. Örneğin AKP Anadolu’da Cumhuriyetin uzun yılları boyunca birer bayi ve distribütör gibi çalışmış, üretimden kopuk(tefeci-bezirgan: yani tefecilik ya da tüccarlıkla geçinen ama tefeye verdiği paranın nasıl değerlendirildiğiyle, üretim için mi kullanıldığı yoksa sağa sola çarçur mu edildiğiyle ya da ticaretini yaptığı malın hangi tekniklerle üretildiğine bakmaksızın sadece ondan ka-


# Sınıflar ve Politika

zandığı paraya bakan üretimden kopuk olduğu için teknik gelişmenin önünü tıkayan asalak sermaye biriktirme biçimi.) burjuva sınıfların temsilcisi olarak şekillenmiş ve iktidara gelmiştir. Dolayısıyla öncelikli hedefi belki de MÜSİAD dediğimizde daha kolay anlaşılabilecek olan bu sermayelerin (Çalık, Boydak, Kombassan, Yimpaş… vb.) büyümesi olacaktır. Ancak burjuva devletinde bu parti bir kere iktidara geldikten sonra işlevi sadece içinden çıkıp geldiği zümrenin değil, bütün olarak sermayenin tümünün hatta belki de öncelikle daha iri olanlarının(TÜSİAD’ın) taleplerini yerine getirmek olacaktır. Dolayısıyla burjuva devletinin niteliğinde köklü dönüşümler olmaksızın iktidarda gerçekleşecek her değişiklik (belki zaman zaman mücadeleyle elde edilen çeşitli kazanımlar olsa da bunların kalıcılığının garantisi olmayacaktır) egemen sınıfın kendi içinde yaptığı kayıkçı dövüşleri olacaktır. Örneğin Avrupa’da geçtiğimiz yüzyıl içerisinde işçiler verdikleri mücadelelerle bir devrim gerçekleştirememiş ama geniş sosyal haklar ve gelişmiş bir yaşam standardı gibi olanaklar kazanmışlardır. Ancak bu kazanımlar devletin niteliğinde köklü

değişiklikleri sağlamadığı için 2008’de başlayan ekonomik krizle birlikte egemen sınıf tarafından bu haklar birer birer gasp edilmeye çalışılmakta, patronların krizine emekçilerin hakları ellerinden alınarak çözüm üretilmeye çalışılmaktadır.

Restorasyon-ReformDevrim

Sosyal hak ve özgürlükler, demokratik uygulamalar seçim yoluyla iktidarda gerçekleşecek bir değişiklikle daha da gelişecektir yanılsaması burjuva siyaset anlayışının yarattığı yaygın bir yanılsamadır. Bütün sosyal gelişme ve haklar tepeden, egemenlerden ezilenlere bahşedilen birer lütuf değillerdir. Bunların her biri mücadeleyle direnişle bedel ödenerek kazanılmışlardır. Geçmişle kıyasladığımızda bugün sahip olduğumuz pek çok hak geçen zaman zarfında verilen mücadelelerin bir ürünüdür. Bundan sonra da kazanacağımız haklar çeşitli araçlarla yürüttüğümüz mücadelelerin ürünü olacaktır. Yani kurtuluş yalnız ve ancak bizim ellerimizdedir. Egemenlerin en önemli marifetlerinden bir tanesi bir hak mücadelesinin ortaya çıkması söz konusu olduğunda bunu yatıştırmak ortadan kaldırmak için bazı

9


baştan savma görünüşte düzenlemeler yapmayı teklif ederler. Bunlar gerçekte sorunu çözmekten uzak, sadece görünüşte sorunu çözmek için bir şeyler yapıldı denilsin diye ortaya konulan çözümlerdir. Bunlara restorasyon denir.

10

Restorasyonlar yeterli olmazsa, söz konusu mücadele çok ısrarcı ise soruna çözüm üretme noktasında biraz daha taviz vererek çeşitli reformlar gerçekleştirir. Bazı reformlar verilen mücadelenin kazanımla sonuçlanması sağlaması yanıyla değerli olabilirler. Devrime giden yolda ön açıcı olabilirler. Devrimciler açısından her reform yeni bir aşamaya sıçratılmak üzere bir fırsat niteliği taşıyabilir. Aynı şekilde burjuvazi de reform yaparak ezilenlerin yükselttiği sesi susturma derdine düşer. Bazı reformlar da adeta bir “sus payı” işlevi görerek ezilenlerin mücadelesinin sönümlenmesine de yol açabilir. Bir reformun değerli olup olmadığına karar vermemizi sağlayan da budur. Devrimciler açısından mevcut düzende yapılan sahte iki yüzlü politikanın son bulacağı yer siyasi iktidarın işçi sınıfı ve onun örgütlerince ele geçirilişi olan devrim süreci olacaktır. Devrim, yönetenlerin daha fazla yönete-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

mediği, var olan sistemin meşruluğunun yönetilenlerce sorgulandığı, yani yönetilenlerin da aynı biçimde daha fazla yönetilmek istemedikleri koşullarda ortaya çıkar. Siyasi iktidar işçi sınıfı tarafından ele geçirilir. Bu süreçte tek sınıf egemenliği oluşur. İşçi sınıfının iktidarı bugüne kadar süregelen iktidar değişikliklerinden farklıdır. Her yeni sınıf iktidarı kendi iktidarının sürekliliği için ele geçirir ancak işçi sınıfı iktidarı sınıfların ortadan kalkacağı bir süreçle sonuçlanır. Bu sürece proletarya diktatörlüğü denir. Diktatörlük kavramının kullanılması bir baskı ve zor koşuluna dayanmasından değil, kelimenin bilimsel manasında tek bir sınıfın(halkın çoğunluğunu oluşturan sınıfın) hakim olması anlamında kullanılır. Bu süreçte üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırılarak insanların birbirinin çalışmalarına el koymaları engellenmiş ve sınıfların varlığı ortadan kaldırılmış olur. Sınıfların var olmadığı bir toplumda devlete duyulan ihtiyaç da ortadan kalkacak ve devlet bürokrasisi sönümlenecektir. İnsanların kendilerini entelektüel, sosyal ve sanatsal olarak daha çok geliştirebilecekleri bir sürecin önü açı-


# Sınıflar ve Politika

lacaktır. İnsanlar elbirliğiyle üretip elbirliğiyle tüketecek bugün var olan işsizlik ortadan kalkacak herkes toplumsal ihtiyaçların karşılanma sürecine bir yerinden dahil olacaktır. Böylelikle işgünleri kısalacak ve insanlar bütün zamanlarını geçimlerini nasıl karşılayacakları sorusuna yanıt üretmek için harcamayacakları için kendilerine daha fazla zaman ayırabileceklerdir. Kendi yaşamlarının örgütlenmesinde insanlar daha fazla söz sahibi olabilecekler, toplumsal yaşam en ufak birimlere kadar o birimlerin bileşeni insanların ortak kararıyla örgütlenecektir. ____________________ [1] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Karl Marx’ın Özel Dünyası sf 5-6., Bibliotek Yayınları, 1989

11


2#

DİYALEKTİK FELSEFE

12

Giriş İnsan hem toplum yaratığıdır, hem de toplum yaratıcısıdır. Hem içinde yaşadığı toplumun gözüyle doğaya ve toplumsal olaylara yaklaşır, hem de içinde yaşadığı toplumun öznesi olarak içinde yaşadığı toplumu değiştirir. Dolayısıyla insan düşüncesi de yaşadığı toplumdan bağımsız değildir. İlk insanlar rüzgâra, güneşe, gök gürültüsüne Ay’a, Ateşe, güçlü yaratıklara tapıyorlardı. Çünkü vahşi doğa karşısında çok güçsüz kalıyor ve onları açıklamakta zorlanıyorlardı. Buzul çağlarında insanlar kendilerini donduran soğuğa

karşı ateşe ya da güneşe tapmasınlar da ne yapsınlardı. Üstelik güneş ve ateş sayesinde vahşi hayvanlardan kaçabiliyor, Yiyecek bulabiliyorlardı. İlk sınıflı toplumlar (medeniyet) ortaya çıktığında, dolayısıyla birileri fazladan çalışıp artı ürün sağladığında, kendilerine filozof denilen kişiler doğa ve evrenle ilgili soru sorma imkânı buldular. O dönem onlarda en yakıcı sorun olan vahşi doğanın ve evrenin ana maddesini bulma telaşındaydılar. Evrenin ana maddesi kimine göre hava, kimine göre su, hareket, toprak vb. olabilirdi. Çünkü o dönem ki filozofların hepsi materyalist düşü-


# Diyalektik Felsefe

nüyorlardı. Ama ne zamanki sınıflı toplum (medeniyet) iyice etkisini arttırmaya başladı işte o zaman egemen sınıfların yaygaracıları ödevlerden bahsetmeye ve bu dünya dışında başka dünyaların varlığına işaret etmeye başladılar. Platon’un yaşadığımız dünyanın aslında idealar dünyasının bir yansıması olduğunu söylemesi ve oraya işaret etmesi tam da egemen sınıfın istediği gibi ezilen sınıfları aldatmanın bir yöntemidir. Böylece ezilen sınıflar haklarını aramasın, ezen sınıflar için çalışmayı da ödev bilsinler isteniyordu. İdealizm ve formel mantık temel düşünme biçimi haline geldi. İşte ortaçağ karanlığı da böylece açılmış oldu. Dönem boyunca insanların körü körüne bilgi ve bilimden yoksun bırakılarak sadece itaat etmesi ve çalışması istendi. Tabi bunu bilgiyi tekelinde tutan kilise ve o dönemin feodal beyleri gerçekleştirdi. Coğrafi keşifler, reform ve Rönesans hareketleri beraberinde Aydınlanma döneminin ve yeni bir sınıfın ortaya çıkmasını sağladı. Burjuvazi. Burjuva sınıfı feodal beylerine karşı köylü sınıfıyla bir olup devrim gerçekleştirmek istiyordu. Bu yüzden burjuvazinin tarafını tutan filozoflar yeniden materyalist fikirler

üretmeye başladılar. İngiltere’de burjuvazi ekonomiyi hızlı geliştirerek feodaliteye karşı zafer kazandı. Bu beraberinde bilimsel çalışmalar yapan filozofları da artırdı. Fransa’da burjuvazi ezilen köylülerle bir olup feodal beylerini devirdi. Bu durum Fransız siyaset bilimcilerinin ön plana çıkmasını sağladı. Almanya’da ise aristokratlarla burjuvazi yenişemedi üstelik uzlaştı. Bu durum otomatik olarak o dönemin felsefesine yansıdı. Mesela Kant, “Burjuvazi şunu yapmalıdır” demek yerine “Akıl bunu yapmalıdır.” diyebildi. Ya da Hegel’in diyalektiği devrimci burjuvaziyi temsil ederken idealizmi ister istemez aristokratların ekmeğine yağ sürdü. Ama ne zaman ki burjuvazi kendi iktidarını her yerde sağlamlaştırdı, bu sefer yeniden tutucu, idealist; materyalizmden ve yenilikten uzak yeni bir tutumu benimsedi.

Nasıl bir Felsefe?

Marksistler eğer gerçeği (doğayı ve toplumu) değiştirmek istiyorsa, onu tanımak zorundadır. Fakat insan, doğayı ve toplumu daha (iyi+güzel) yapabilmek için, onların önce ne olduklarını, nasıl olduklarını kavramalı, doğayı ve toplumu açıklayabilmelidir. Burada da önemli olan nereye baktığınızdan ziyade, nereden ve

13


14

nasıl baktığınızdır. Öyle ki dünyadan bakan herkes her sabah güneşin doğduğunu ve belli bir süre sonra battığını görür. Bu süre zarfında sanki güneş dünyanın etrafında dönüyormuş algısı oluşur. Oysa küçük bir araştırma yapan herkes bilir ki aslında dünyanın kendi çevresinde dönüşünün bir sonucu olarak gece ve gündüz gerçekleşir. Bugün hepimizin kolayca kabul edebileceği bu gerçeği geçmişte dile getiren filozoflar bunu canlarıyla ödemek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla kullandığımız yöntem bizim doğayı ve toplumu anlayabilmemiz için çok önemlidir. En önemlisi de anlamak için hangi soruları yönelttiğimizdir.

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

Eğer biz zenginler sınıfından (burjuva) olsaydık onların felsefesine uygun sorular sorardık; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin “NİÇİN", yani hangi amaç ile olduğunu bilmek gerekir derdik. Mesela: Yağmur , Niçin yağıyor? Tarlalarımızı sulamak için! Güneş niçin doğuyor? Dünyamızı aydınlatmak için. Niçin batıyor? Gece karanlık olsun da daha iyi uyuyalım diye! Vb... İşveren ve diğer egemen sınıfların felsefesi işte hep bu “Niçin?" uğruna kan teri döker. Fakat kendi kendimize soralım: Bu “niçin”lere verilen cevaplardan, yağmurun, gün doğması ile gün batmasının ne olduklarını anlayabildik mi? Tabi ki hayır? Yok, eğer olaylara emekçilerin cephesinden ve Marksist felsefeyle bakarsak; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin “NASIL", yani hangi “SEBEP” ile olduğunu kavramak zorundayız. Mesela; yağmur nasıl, ne sebeple yağar? Havada biriken su buharı, soğuk bir rüzgâr estiği zaman, önce sis gibi bir araya birikir ve koyulaşır; sonra, daha soğuk bir rüzgâr eserse, sis haline geldiği zaman bulut adını verdiğimiz su buharı, - tencerenin kapağında soğuyan ve su olan buğu gibi,- damla damla


# Diyalektik Felsefe

yeryüzüne dökülmeye, yağmur yağmaya başlar. Güneş niçin “doğar” ve “batar?" Karpuz gibi dünya kendi etrafında fırıldak gibi döndükçe, kabuğunun bir kısmı güneşe bakar, aydınlıktır. Öteki kısmı karanlıkta kalır. Karanlıkta kalan dünyada gece, güneşe bakan kısımda gündüz var, deriz. Şimdi yağmurun, gecenin, gündüzün ne olduklarını anladık mı? Evet. Neden anladık? Çünkü o olayların, olan bitenlerin NİÇİN olduklarını değil, NASIL olduklarını; aradık ve bulduk. Demek, bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin “AMAÇ”ını değil, “SEBEBİ”ni bilmek gerektir. Şu halde bir şeyi AÇIKLAMAK: o şeyin hangi sebepten ileri geldiğini meydana çıkarmakla olur. Niçin soruları bizi amaççılığa ve idealizme, Nasıl soruları ise bizi materyalizme yaklaştırır.

Marksist felsefe

İnsan, Kimya, Fizik, Biyoloji, Genetik, Arkeoloji vb. çeşitli bilimler yoluyla dünyayı tanır. Bilimlerin her biri, “doğanın, olduğu gibi” bir yönünü inceler. Marksist felsefe ise, “doğanın, olduğu gibi, genel olarak kavranılmasıdır. Onun için her ne kadar bilimlerle özdeşleşmese de, bi-

limsel bir felsefedir. Yani Marksist felsefe bilimlerinde hareket noktasını oluşturan evrenin en genel yasalarını bulmaya çalışır. Diyalektik materyalizmin bilimlerle aynı şey olmadığını söyledik. Ama şimdi gördük ki, bilimler, zorunlu olarak diyalektiktir (çünkü bilimler evrenin en genel yasalarını tanımazlıktan gelirlerse kurulamazlar) ve materyalisttir (çünkü bilimlerin konusu maddi evrendir). O halde, diyalektik materyalizm, bilimlerden ayrılamaz. Ancak bilimlere dayanarak ilerleyebilir, onlardan sentez yapar. Diyalektik, evrenin en genel yasalarını, fiziki doğadan düşünceye kadar, canlı doğadan, topluma geçerek, gerçeğin bütün görünümleri için ortak olan yasaları inceler.

Metafizik yöntem

Bir çift sarı ayakkabı satın aldık. Belli bir süre sonunda, birçok tamirden taban ve topuk pençesinden, yamalandıktan vb. sonra, artık bunların aynı olmadığının farkına varmaksızın, hala “sarı ayakkabılarımı giyeceğim” deriz. Ama biz, ayakkabılarımızın ansızın değişmesini önemsemiyoruz, onları, hiç değişmemiş olarak, aynısı olarak kabul ediyoruz. Bu örnek, metafizik yöntemin ne ol-

15


duğunu anlamamıza yardım edecektir. Böyle bir yöntem, Engels’in deyişiyle şeyleri “kesin biçimleriyle", değişmez olarak “meydana gelmiş gibi” kabul eder. Hareket ve bunun sonucu olarak, değişmenin nedenleri de, bu yöntemin dikkatinden kaçar.

16

“Metafizik” sözcüğü, Yunanca, ötesi diye yorumlanabilen meta ve doğa bilimi demek olan fizik sözlerinden gelir. Metafiziğin konusu (özellikle Aristoteles’te), doğanın ötesinde bulunan varlığın incelenmesidir. Doğa, hareket halinde olduğu halde; doğaötesi varlık (doğaüstü varlık), değişmez ve sonsuzdur. Bazıları bu varlığa tanrı derler, bazıları ise Mutlak, vb... Yalnızca bilime dayanan materyalistler, bu varlığın imgesel olduğunu

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

kabul ederler. Ama eski Yunanlılar, hareketi açıklayamadıkları için, bazı Yunan filozofları, hareket halindeki doğanın da ötesine bir sonsuz ilke koymak zorunda kaldılar. Şu halde metafizik yöntemden söz ederken, hareketin ve değişmenin gerçeğini bilmeyen ya da bilmezlikten gelen bir yöntemi anlıyoruz. Ayakkabılarımızın artık aynı ayakkabılar olmadıklarını görmemek, metafizik bir tutumdur.

Diyalektik yöntem

Diyalektik, doğada, insan toplumunda ve düşüncede görülen genel hareket ve gelişim kanunlarının bilimidir. Diyalektiğin ilk taslağını yapmak onuru, Yunan filozoflarınındır. Onlar, doğayı bir bütün olarak anlıyorlardı. Herakleitos, bu bütünün durum değiştirdiğini öğretiyordu: biz, hiçbir zaman aynı ırmakta iki defa yıkanamayız, diyordu. Yunan filozoflarında özellikle savaşımın verimliliğini önemle belirten Platon’da karşıtların savaşımı büyük bir yer tutar: karşıtlar birbirlerini doğururlar. Diyalektik sözü, doğrudan doğruya Yunancadan gelir: dialegein — tartışmak; karşıt fikirlerin savaşımını ifade eder. Çağdaş dönemin en güçlü filozoflarında, özellikle Descartes ve Spinoza’da en parlak diyalektik


# Diyalektik Felsefe

ayaklarının yeniden yere basmasını sağlar. İdealist yönünü bir kenara atarken, materyalist bir öz kazandırır.

Formel mantık ve Diyalektik yöntem

düşünme örneklerini buluruz. Ama diyalektik yöntemi ilk kez, dâhice ifade edecek olan, büyük Alman filozofu Hegel’dir (17701831); Hegel’e göre her şeyden önce Mutlak Tin (Geist, ruh, fikir) vardı. O kendini görmek gücünü sınamak ister. Bunun içinde maddi olan doğayı yaratır. Ancak bu seferde kendi kendisiyle çelişir. Bu çelişkisini aşmak için canlıları ve nihayetinde insanı yaratır. İnsanın bilincini ve düşüncesini sürekli geliştirerek en mükemmel seviyeye geliştirmeyi hedefler. Böylece insan fikrinde yeniden eski haline dönecektir. Bu Hegel’in tarihsel süreç içerisinde çelişkiyi ve gelişmeyi barındıran diyalektiğinin ifadesidir. Buradaki en zayıf nokta ise her şeyin İdealizme yani Mutlak Tin’e bağlanmasıdır. Bu durum Hegelin diyalektiğini baş aşağı çevirir. Marks, Hegel’in baş aşağı duran İdealist Diyalektik yöntemini tersine çevirir ve

Yunan filozofları (özellikle Aristoteles), kendini yanılgılardan korumak için, düşüncenin her durum ve koşul altında izlemek zorunda olduğu birtakım evrensel kurallar ortaya koymuştu. Bu kuralların birliğine mantık adı verildi. Mantığın konusu, gerçeği araştırmada düşüncenin izlemesi gereken ilkelerin ve kuralların incelenmesidir. Bu ilke ve kurallar, bir fanteziden ibaret değildirler, insanın doğa ile yinelenen alışverişinden ortaya çıkarlar: insanı “mantıklı” kılan, insana gelişigüzel herhangi bir şeyin yapılamayacağını öğreten doğadır! İşte formel mantık denen geleneksel mantığın üç belli başlı kuralı: 1. Özdeşlik ilkesi: bir şey, kendisiyle özdeştir. Bir bitki bir bitkidir; bir hayvan bir hayvandır. Yaşam yaşamdır; ölüm ölümdür. Mantıkçılar bu ilkeyi formülleştirerek A, A’dır, derler. 2. Çelişmezlik ilkesi: bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem karşıtı olamaz. Bir bitki hayvan değildir; bir hayvan bir bitki değildir. Yaşam ölüm değil-

17


18

dir; ölüm de yaşam değildir. Mantıkçılar buna A, A-olmayan değildir, derler. 3. Üçüncünün dışarılması ilkesi (ya da üçüncü durumun dıştalanması): birbirinin karşıtı iki olanak arasında bir üçüncünün yeri yoktur. Bir varlık, ya bitkidir ya hayvandır: üçüncü olanak yoktur. Yaşamla ölüm arasında seçim yapmak gerekir, üçüncü bir durum yoktur. Eğer A ve A-olmayan birbirinin karşıtı ise, aynı bir nesne ya A’dır, ya da A-olmayandır. Bu mantık geçerli midir? Evet, çünkü yüzyıllar boyunca biriktirilmiş deneyimi yansıtır. Ama araştırma derinleştirilmek istendiği andan başlayarak yetersizdir. Gerçekten de, yukarda sözü edilen örnekleri yeniden ele alacak olursak, kesinlikle hayvanlar ya da bitkiler kategorisinde sınıflandırılamayan canlı varlıkların var oldukları ortaya çıkar. Bu varlıklar, hem biri, hem ötekidirler. Aynı şekilde, ne mutlak yaşam, ne mutlak ölüm vardır: her canlı varlık, her an ölüme karşı s a v a şımda kendi k e n d i n i yeni-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

ler; her ölüm kendi içinde yeni bir yaşamın öğelerini taşır (ölüm, yaşamın ortadan kaldırılması değildir, bir organizmanın çözülüp dağılmasıdır).

Diyalektiğin ilkeleri

# Her şey birbiriyle bağlantılıdır

“Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, birbirinden kopuk, tek başına ve birbirinden bağımsız ayrı ayrı nesnelerin ve görüngülerin (phénomène) rastgele bir araya toplanmış bir yığını olarak görmez. “Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz.. Çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir." Metafizik, kaba


# Diyalektik Felsefe

maddeyi, canlı maddeyi ve düşünceyi birbirinden ayırır; metafizikçiye göre, bunlar, mutlak olarak birbirlerinden yalıtılmış, birbirlerinden bağımsız üç ilkedir. Ama düşünce, beyinsiz var olur mu? Ve beyin, bedensiz? Fizyoloji (canlı varlığın işlevlerinin bilimi) bilinmiyorsa, psikoloji (düşünen eylemi inceleyen bilim) olanaksızdır ve bu da sıkı sıkıya biyolojiye (genel anlamıyla yaşam bilimi) bağlıdır. Ama yaşamın kendisi kimyasal süreçler bilinmeden anlaşılamaz; kimyaya gelince, o da molekülleri ele aldığında, onların atom yapılarını bulur; oysa atomun incelenmesi fiziğin alanına girer. Eğer şimdi biz, fiziğin incelediği bu öğelerin kökenini bulmak istersek, bize bu öğelerin oluşumunu gösteren yeryüzü bilimlerine kadar gitmemiz gerekmeyecek mi? Ve buradan, yeryüzünün bir parçası bulunduğu güneş sisteminin incelenmesine (astronomiye) kadar uzanmayacak mıyız? Böylece, metafizik, bilimsel ilerlemeyi engellediği halde; diyalektik, bilimsel olarak kurulmuştur. Kuşkusuz, bilimler arasında kendilerine özgü ayrılıklar vardır: kimya, biyoloji, fizyoloji, psikoloji farklı, özgül alanları inceler Bitki, örneğin havadan oksijeni

alır, ama o da havaya karbonik gaz ve su buharı verir. Ama bu, yalnızca, bitki ile ortam arasındaki karşılıklı etkinin en basit görünümlerinden biridir. Güneş ışığının sağladığı enerjiden yararlanarak, bitki, topraktan çekip aldığı kimyasal öğelerin yardımıyla kendi öz gelişmesine olanak hazırlayan bir organik maddeler bireşimi oluşturur. O gelişmekteyken, aynı zamanda, toprağı ve bunun sonucu olarak da, kendi türünün sonraki gelişmesinin koşullarını da dönüştürür. Kısaca, bitki, ancak, kendisini çevreleyen ortam ile birlikte vardır. Bu karşılıklı etki, canlı varlıkların bütün bilimsel teorilerinin hareket noktasıdır, çünkü karşılıklı etki onların varlığının evrensel koşuludur: canlı varlıkların gelişmesi, onların varlık ortamlarının dönüşümlerini yansıtır. # Her şey değişir Filozof Fontanelle, bahçıvanın sonsuzluğuna inanan bir gülün öyküsünü anlatır. Gül, bahçıvanın sonsuzluğuna niçin inanır? Çünkü gül, bahçede, hiçbir zaman başka bir bahçıvan görmemiştir. Metafizikçi de böyle düşünür: değişmeyi yadsır. Bununla birlikte deneyim bize öğretir ki, bahçıvanlar ölümlüdür,

19


20

güller de. Kuşkusuz bir gülden çok daha yavaş değişen şeyler vardır ve metafizikçi, bu durumdan, onların değişmez olduğu sonucunu çıkarır; onların görünüşteki durağanlığını mutlak sayar, şeylerden yalnız onların değişmediği sanısını veren görünümü alır: bir gül, bir güldür; bir bahçıvan bir bahçıvandır. Diyalektik yalnız görünüşte kalmaz; hareketleri içinde şeyleri kavrar: gül, gül olmadan önce bir goncaydı; açılmış gül, saatten saate, göz, onda bir değişiklik fark etmese bile, değişir. Yapraklarını ister istemez, dökecektir. Ama bundan daha az zorunlu olmamak üzere, başka güller doğacak ve sırası geldiğinde onlar da açılacaktır. Bununla birlikte pek çok kimse, Fontanelle’in gülü gibi konuşurlar: “Güneş altında yeni bir şey yok." “Her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır." “Her zaman sömürenler ve sömürülenler olacaktır." “Savaşın sonu gelmez." vb. Hiçbir şey, bu sözde bilgelikten daha aldatıcı değildir. Bu,

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

insanı, edilginliğe, işi oluruna bırakan bir güçsüzlüğe götürür. Tersine, diyalektikçi, değişmenin, her şeyin kendi içindeki bir özelliği olduğunu bilir. İşte diyalektiğin ikinci çizgisi buradadır: değişme evrenseldir, gelişme kesintisizdir. “Diyalektik, metafiziğin tersine, doğanın, dingin ve durağan, durgun ve değişmez bir durumda değil, kimi şeylerin doğduğu ve geliştiği, kimi şeylerin dağıldığı ve yok olduğu, sürekli hareket ve değişme, kesintisiz yenilenme ve gelişme durumunda olduğunu kabul eder. # Değişimin iki tipi Nicel ve Nitel değişim Suyu ısıtırsam sıcaklığı derece derece yükselir. Suyun sıcaklığı 100 dereceye vardığında, su kaynama haline geçer: su, su buharı olarak değişir. İşte iki çeşit değişiklik. Isının gitgide artması bir nicelik değişikliği oluşturur. Yani, suyun tuttuğu sıcaklığın niceliği (miktarı) artar. Ama belirli bir anda su durum değiştirir: sıvı niteliği kaybolur; gaz haline gelir (bununla birlikte kimya-


# Diyalektik Felsefe

sal yapısı değişmez). Basit nicelik (miktar) artışına (ya da azalışına), nicel değişiklik diyoruz. Bir nitelikten başka bir niteliğe geçişe, bir durumdan başka bir duruma (örneğimizde sıvı durumundan gaz durumuna) geçişe, nitel değişiklik diyoruz. Gerçekte unutulmaması gereken esas nokta budur, nitel değişiklik (sıvı halindeki suyun su buharı oluşu) bir rastlantı sonucu değildir: Zorunlu olarak, nicel değişiklik, ısının derece derece artışının sonucunda oluşur. Sıcaklık belirli bir dereceye (100 dereceye) vardığı zaman, normal atmosfer basıncı koşullarında su kaynar. Eğer atmosfer basıncı değişirse, o zaman, nasıl ki her şey birbirine bağlıysa (diyalektiğin birinci çizgisi), kaynama noktası da değişir; ama belirli bir cisim için ve belirli bir atmosfer basıncı altında kaynama noktası, her zaman aynı olacaktır. Yumurtadan civciv, Formel Mantığa kalsa, yumurta içinde gözle görülmeyecek kadar bir tavuk minyatüründen çıkar. Bugün mikroskop sayesinde böyle bir minyatür iddiası çocukları bile

güldürür. Çünkü yumurta içindeki canlı hücre, mikroskop sayesinde tavuk kadar büyütülebilir. Ama tavuk müsveddesi görülemez. Tek başına yumurta hücresi civcivin yetişmesi için yetmez. Yumurta hücresini horozun tohumlaması gerekir. Böylece iki zıt cins hücrenin birbirine girmesi, civciv yetişmesi için ilk zıtların bir araya gelmesiyle olur. Zıtları birleştirmiş yumurtanın gelişimi nasıl olur? Önce hücre ikiye, sonra dörde, vb. parçalanarak çoğalır. Bu ilk çoğalış, aynı hücre tiplerinin sayıca, nicelikçe artması ve birikmesi olur. Sonra çeşitli basamaklara ayrılmış nitelik değişiklikleriyle, hep birbirine benzeyen hücrelerden civciv organları teşekkül eder. Bütün anlatılan doğa, organizma ve toplum olayları diyalektik gelişim içinde her değişikliğin uzunca nicelik birikiminden sonra nitelik atlayışına g e ç m e k demek olduğunu ispatlar.

21


# Çelişki ve Karşıtlar Hareketin Kaynağıdır Her gerçek, harekettir, bunu gördük. O halde, hiçbir hareket yoktur ki, bir çelişkinin, bir karşıtlar savaşımının ürünü olmasın. Bu çelişki, bu savaşım, içtedir, yani ele alınan hareketin dışında değildir, onun esasıdır.

22

Biraz düşünme gösterir ki, gerçekte de, dünyada hiçbir çelişki olmasaydı, dünya değişmeyecekti. Eğer bir tahıl tanesi yalnızca bir tane olsaydı, sonsuza dek hep tahıl tanesi olarak kalacaktı; ama o, mademki bir bitki olacaktır, değişme gücünü kendinde taşır. Bitki taneden çıkar ve filizlenip ortaya çıkması, tanenin ortadan kaybolmasını içerir. Metafizikçi, onların derin birliğini, karşıt güçlerin birliğini görmeksizin, yaşam ile ölümü iki mutlak gibi birbirinin karşısına koyar. Mutlak olarak her türlü çelişkiden arınmış bir evren, kendi kendini yinelemeye mahkûm olurdu: hiçbir zaman, yeni bir şey ortaya çıkmazdı. O halde, çelişki, her değişmenin içinde vardır. Çelişki, ancak en az iki güç arasında savaşım varsa, vardır. O halde, çelişki, zorunlu olarak birbirlerine karşı olan iki ucu

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

içinde saklar: çelişki, karşıtların birliğidir. Kendiliğinde bir burjuvazi yoktur. İlkin feodal toplumun bağrında, feodal sınıfa karşı burjuvazidir. Sonra, kapitalist toplumda (daha feodal toplumun bağrında iken de) proletaryaya karşı burjuvazidir. Yani burjuvazi daha doğar doğmaz kendi mezar kazıcısını (karşıtını) yaratmıştır. Proletarya, sömürülen sınıf olarak ortadan kalkınca, burjuvazi de sömürücü sınıf olarak ortadan kalkar. Karşıtların bu ayrılmazlığı, metafizikçinin yadsıdığı nesnel bir olaydır. “Yaşam olmaksızın ölüm olmaz; ölümsüz de yaşam olmaz. ‘Üst’ olmadan ‘alt’ olmaz, ‘alt’ olmadan ‘üst’ olmaz. Talihsizlik olmazsa talihlilik olur mu? Talihlilik olmazsa talihsizlik olur mu? Kolaylık olmaksızın zorluk olmaz; zorluk olmaksızın kolaylık olmaz. Burjuvazisiz proletarya olmaz; proletaryasız burjuvazi olmaz. Kısaca, karşıtların birliğinin savaşım yoluyla olduğunu, sürdürüldüğünü ve görüldüğünü unutan bir kimse, metafizik içinde kaybolup gider. Fiziki dünyada karşıt güçlerin savaşımı evrenseldir. Çatalın paslanması gibi sıradan bir olay, demirle oksijen arasındaki savaşımın ürünüdür. Doğada hareke-


# Diyalektik Felsefe

tin başlıca temel biçimi, çekme ile itme arasındaki savaşımdır. Bu iki karşıtın, yani çekme ve itmenin birliği ve savaşımı, ister en uzak Samanyol’ları, yıldızlar ya da güneş sistemi —katı kitleler, sıvı damlalar, ya da gaz kümeleri— ister moleküller, atomlar ya da onların çekirdekleri söz konusu olsun, bütün maddi yığınların, kümelerin oluşumunu, evrimini, devamlılığını, durum değiştirmesini ve parçalanıp yok olmasını belirler. Güneş sistemini alalım: gezegenlerin, güneşin çevresindeki hareketleri, bu iki karşıtın, gezegeni güneşin üzerine düşürme eğilimindeki çekim ile gezegeni güneşten uzaklaştırmaya eğilim gösteren süredurum arasındaki savaşım olmadan anlaşılamaz.

Genişleyen ya da kasılan katı bir cismi, eriyen bir katıyı, katılaşan bir sıvıyı —buharlaşan bir sıvıyı ve sıvılaşan bir gazı— ele alalım: bu süreçler, iki karşıtın, moleküllerin çekici etki yapan yapışma kuvvetleriyle itici etki yapan ısı enerjisi arasındaki savaşım olmadan var olamazlar.

Özet

Diyalektik gelişim sırasında şu basamaklara rastlanır: Birinci basamak: Zıtlıkların Birliği Şarttır. Tez ve Antitez bir araya gelmelidir. Tavuk yumurtası ile horoz tohumu buluşmalıdır. Bu olmadıkça, gelişim için gerekli ilk NEDEN, yani asıl motor gücü, işletici zemberek ortada yok demektir. İkinci basamak: Sayı Birikimi Şarttır. Yani Tez ile Antitezin bir araya gelmesi yetmez. Bir araya gelen zıtların çarpışan canlılığı ile gelişimi sağlamasına elverişli ŞARTLARI bulmaları gerekir. Yumurta tohumlandıktan sonra sürekli 40° ısıya girmelidir. O zaman hücrelerin ikişer ikişer çoğalarak, dut meyvesindeki tanecikler gibi bir araya geldikleri görülür. Buna MORULA (Dutçuk) adı verilir.

23


Üçüncü basamak: Nitelik Sıçrayışı Şarttır. Bir an gelir ki, nicelikçe, yani sayıca değişiklik daha fazla çoğalamaz. Yumurta hücreleri Dutçuk halinde büyürken, ansızın Morula hücreleri yeni bir düzene girerler. Aralarındaki mesafe bir bağırsak içi gibi boşalıp uzar. Hücrelerin kendileri de başkalaşırlar. Böylece meydana gelen yeni biçime GASTRULA (Midecik) adı verilir. Morula’ya nispetle Gastrula bambaşka bir niteliktir. 24

Yumurta içinde kısa zamanda görülen bu değişiklikler, Doğa içinde ilk tek hücrenin yüz binlerce yılda geçirmiş olduğu gelişimlerin özetidir. Yumurta kabuğu içinde böyle sayısız yüz binlerce yılı temsil eden yığınla biçim ve nitelik değişiklikleri olur. En sonra bildiğimiz civciv bütün organlarıyla meydana gelir. Ne var ki civciv gene yumurta içindedir. Dışarıdan bakanlar için ortada henüz görünür yumurtadan başka bir şey yoktur. Civcivin ortaya çıkması için bir sıçrama daha gerekir. Yumurtanın kabuğu delinmeli, civciv dışarı fırlamalıdır. Kabuk delinmezse, içindeki yavru ölebilir.

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

Görüyoruz, yeni bir gelişim mutlaka nicelikten niteliğe atlayış ile tamamlanır. Kantite [Nicelik] ve sayı çoğalışına TEKAMÜL (Evolusyon: Evrim) denir. Nicelikten yeni bir Kaliteye [Niteliğe] atlayışa Devrim adı verilir. Evrim bir süre başarılmadıkça devrime varılamaz. Ama evrimin ardından devrim gelmezse, bütün gelişim boşa gider. Kabuğunu yarıp çıkamayan civciv cılk olur, ölür.


3#

TOPLUM ve TARİH

25

İnsan, yaşamın başlangıcından beri var olmaya çalışmıştır. Var olmaya çalışırken önüne çıkan engelleri aşmak için çeşitli araçlar, kurumlar, yapılar oluşturmuştur. Ve yüzyıllar, binyıllar süren bu çabaları birikerek bugünkü insanlığın mirasını oluşturmuştur. Bu miraslardan en önemlilerinden biri de kuşkusuz toplumdur. İnsan, varoluşundan bu yana sürekli bir toplum içinde var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Peki toplum nedir? Toplum, birtakım insanlardan oluşmuş topluluktur. Peki toplum nasıl oluşur? Toplum başta kendisini oluşturan insanlar olmak üzere

yaşadığı çevre, bulunduğu tarihsel ortamdan oluşur.

Toplumu oluşturan çevre ve tarihsel ortam nedir?

İnsan ilk önce yaşadığı toprağa, havaya kısacası coğrafyaya göre yaşamayı öğrenir. Daha sonra çevresinde bulunan insanları tanır. Bu insanlardan geçmişten gelen gelenek, görenekleri, davranış alışkanlıklarını yani tarihini öğrenir. Bunlarla birlikte yaşamasını sağlayacak, ihtiyaçlarını giderecek olan aletlerle tanışır, onları kullanmayı öğrenir. Ve son olarak da coğrafyayı, tarihi, aletleri diğer insanlarla kolektif (ortak) bir şekilde


26

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

kullanmayı öğrenerek kendi tarihini yazmaya başlar. Ama bu tarih, alet keşfi ve kolektif aksiyon dünyanın her yerinde ve her toplumda aynı anda ve belirli bir sırayla oluşmamıştır.

maya başlamıştır. Bununla birlikte daha önce gitmediği coğrafyaları gitmeye başlamış, doğayı daha derinden inceleyerek nimetlerinden daha da çok faydalanmaya başlamıştır.

İlk insanlar yaşadıkları çevreden beslenerek hayatta kalmışlardır. Bu dönemde ağaçlardan ve topraktan topladıkları besinlerle beslenmişlerdir. Bu beslenme şekli de doğal olarak bağlı bulundukları coğrafyayla ilişkili olmuşlardır. Bu dönemde insanlar kolay şekilde beslenebildikleri coğrafyalarda ikamet etmişlerdir.

İnsanlar doğadan yararlanarak yarattıkları bu zenginliklerin sonucunda çeşitli toplumlar oluşturmuştur. Bu toplumlar ve yarattıkları kolektif aksiyonla medeniyetler oluşturdular. Bu medeniyetler, kendileri gibi medeni olmayan yani barbar diye nitelendirdikleri toplumlarla savaşarak onları himayeleri altına almaya çalıştılar. Çoğu zaman bunda başarılı olsalar da, sonunda bu barbarlar tarafından yıkılarak yeni bir medeniyete ulaştılar. Ve bu savaşlar onların, yani toplumların tarihi oldular ve geleceklerine ışık tuttular.

Coğrafya

Alet

Daha sonra alet geliştirmeye başlayan insanlar doğanın nimetlerinden daha fazla yararlan-

Kolektif Aksiyon ve Tarih


# Toplum ve Tarih

Avcı-Toplayıcılık’tan Tarım’a diğerlerine göre daha iyi örgütİlk olarak ağaçlardan ve topraktan yetişen bitkilerle beslenen insanlar, daha sonra doğadaki hayvanlardan yararlanmaya başlarlar. Bunun için çeşitli av aletleri icat ederler. Fakat hayvanların yakalanması için bireysel çaba yeterli değildir. Bunun için kolektif bir çaba gereklidir. Böylece insanlar bir araya gelmeye başlayarak toplumu oluşturmaya başlarlar.

Nitekim toprağı sürmeyi öğrenerek (bu öğrenmeyi kadınlar sağlamışlardır) topraktan daha fazla yararlanmaya başlayan insanlar, toplumlarını giderek genişletmeye başlamışlardır. Bu genişleme sonucunda diğer toplumlarla iletişime geçmişlerdir. Bu iletişim zamanla savaşa dönüşmüş ve bu savaşlar ilk olarak

lenmiş toplumların zaferleriyle sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonucunda da barbarlar medeniler tarafından köle olarak alınarak çalıştırılmaya başlanmıştır.

Köleler, büyük oranda topraktan geçimini sağlayan bu toplumlarda tarımda çalıştırılmaya başlanmıştır. Böylece bu köle sahipleri, köle sahibi olmayan ve kendi tarlalarında kendileri çalışanlara göre daha zengin olmaya başladılar. Bu zenginlik arttıkça daha fazla toprak sahibi, yönetimde de daha fazla söz sahibi olmaya başladılar. Örneğin Roma’da “patrisyen” adı verilen sınıf köle sahibi olan sınıftı. Bu sınıftan insanlar, Roma Senatosu’nda söz sahibiydiler. Köle sahibi olmayan ve kendi topraklarında kendileri çalışan sınıf ise “pleb” sınıfı idi. Bu sınıftan insanlar da değil Senato’da söz sahibi olmak, Roma vatandaşı olmaları bile zordu. Nitekim bu durum köle sahibi olmayan sınıflarda gitgide yoksullaşmaya yol açtı. Böylece köle sahipleri sadece savaşlarda değil, aynı za-

27


manda fakirleşen pleblerden de köle sahibi olmaya başlamıştı. Bu durum toplumda bir tarafta köle sahipleri, diğer yanda ise kölelerin fazlalaşmasına yol açtı. Bunun sonucunda bu toplumların örgütlülükleri zayıflamıştı. Bu sırada tekrar güçlenmeye başlayan ve medenilere göre eşitliklerini ve kardeşliklerini koruyan barbar toplumların insanları, bu medeni toplumlara, onların zenginliklerinden yararlanmak için, tekrardan saldırılara başlamıştı. 28

Zaten sınıflar arasındaki zıtlığın keskinleşmesiyle zayıflamış olan köleci toplum bu saldırılarla birlikte yok olma noktasına gelmişti. En sonunda da barbarlar ‘köleci’ medenileri yenerek medeniyetlerine son verdiler. Ve “Toplumsal Devrim”i gerçekleştirerek yeni bir çağ açtılar.

Beylerden Kapitalistlere

Kendilerini köle yapan medenilerin medeniyetlerini deviren barbarlar, bu medeniyetleri kendi gelenek-göreneklerine göre yorumlayarak kabul etmişlerdir. Bu süreçte barbar akınlarından kaçanlar ise büyük toprak beylerine sığınmışlardır. Bu beylerde giderek etkinliğini artıran Papa’ya bağlıydı. İsa peygamberin ölümüyle bir-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

likte Hristiyanlık özellikle Avrupa’da giderek yayılmaya başlamıştı. İlk kez ortaya çıktığında Hristiyanlık, kölelere özgürlük ve bütün insanlara da eşit büyüklükte toprak sahibi olmayı vaat ediyordu. Böylece başta köleler olmak üzere kendi emeğiyle geçinen emekçileri yanına çekmeye başlamıştı. Her ne kadar Roma İmparatorluğu Hristiyanları zor, baskı ve ölümle engellemeye çalışsa da başarılı olamadı ve Hristiyanlık yayılmaya devam etti. Ama Roma İmparatorluğu da bu duruma daha fazla yabancı kalmayarak Hristiyanlığı resmi dini olarak kabul etti. Böylece Hristiyanlığı köle ve yoksulların eşitlikçi, özgürlükçü ütopyasından ayırarak, kendi baskı ve sömürü aracının bir aleti olarak kullanmaya başladı. Nitekim Roma İmparatorluğu’nun barbar akınları sonucunda yıkılmasıyla Hristiyanlık, toprak beylerinin yanına kaçan insanların üzerindeki etkisini daha da arttırdı. Avrupa’da tek merkezi gücün Roma’daki Papalık kurumunun olmasıyla birlikte bu etki en üst düzeye çıktı. Aynı şekilde başta Anadolu olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya egemen olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da padişahın aynı zamanda halife olması ne-


# Toplum ve Tarih

deniyle burada da dinin egemenliği üst düzeydeydi. Dinin bu kadar egemen olmasında siyasi durumdan daha etkili olan ekonomik durumun etkisi vardı. Toprak beylerinin yanına sığınan insanlar kölelikten kurtulmuşlardı ama hayatta kalmak zorundaydılar. Ve toprak beylerinin yanlarında çalışmaya başladılar. Bu topraklarda çalışanlar, elde ettikleri ürünlerin bir kısmını kendilerine alırlarken büyükçe bir kısmını ise beylerine vermekteydiler. Fakat emekçiler aynı zamanda bu toprağın demirbaşlarıydılar. Yani toprak beyi toprağını başkasına sattığı takdirde emekçi, başka bir toprakta çalışamazdı. Bu toprakta, toprağın yeni sahibi için çalışmak zorundaydı. Nitekim bu zorunluluğu da toprakların büyük kısmına Tanrı adına sahip olan Papa veyahut Allah adına hepsine sahip olan Padişah belirliy o r d u . Fakat bu düzene k a r ş ı emekçiler

sessiz kalmıyorlardı. Dinin egemen olmasından dolayı emekçiler tepkilerini mezhepler aracılığıyla gösteriyorlardı. Hristiyanlığın etkili olduğu yerlerde Münzerciler, İslamiyetin egemen olduğu yerlerde Aleviler emekçilerin eşit, özgür ve sömürüsüz yaşam isteklerini dile getiriyor ve isyan bayrağını açıyorlardı. Fakat bu isyanlar kimi zaman zafer kazansa da sonunda kaybediyorlardı. Bir yanda sömürüye karşı emekçiler ayaklanırken, diğer yandan da sömürenler bu isyanları başka kanallara akıtmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle Papa Doğu’nun zenginliklerini anlatarak emekçileri İslama karşı, Padişah da Cihad çağrısı yaparak Hristiyanlığa karşı savaşa çağırıyordu. Bunun sonucunda Haçlı Seferleri düzenleniyor, Viyana kapılarına dayanılıyor, ama olan hayatını kaybed e n emekçilere oluyordu. Bu savaşlar sadece askeri alanda

29


olmuyordu. Osmanlı’nın İpek Yolu’nu ele geçirmesiyle birlikte Avrupalılar yeni ticaret yolları keşfetmek zorunda kalmıştı. Bu keşifler coğrafi keşiflerle birlikte teknik gelişmelere de yol açmıştı. Bu gelişmelerle birlikte liman kentlerinde ticaret gelişmeye başlamış, tüccarlar ve tefeciler para biriktirerek sermaye oluşturmaya ve burjuva sınıfını oluşturmaya başlamışlardı.

30

Kelime anlamı olarak şehirde yaşayanlar anlamına gelen burjuva da, burjuva sınıfını da yani burjuvazi böyle oluşmuştu. Böylece burjuvazi biriken sermayelerini, şehirde çalışmakta olan birçok zanaat ustasını bir araya getirip manifaktür kurarak, onların emeğini sömürerek çoğaltmakta kullandılar. Daha önce şehirdeki küçük atölyelerinde ‘lonca’ olarak örgütlenerek geçimlerini sağlayan zanaat ustaları böylece aralarındaki dayanışmayı terk ederek ya zengin olup diğer ustaları çalıştırmaya ya da diğer ustalarla birlikte burjuvanın sömürüsü altında çalışmaya başladılar. Bu sırada burjuvaların sermayelerinin artmasıyla rekabet edemeyen toprak sahipleri, çareyi topraklarını bu sermayeye açmakta buldu. Böylece toprak beyleri topraklarında çalışan

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

emekçilerin hem angaryasından kurtulmuş oluyorlardı hem de kısa zamanda daha çok paraya sahip oluyorlardı. Böylece topraklarından atılan emekçilerin şehre gelmesiyle şehirdeki emekçi nüfusu artıyordu. Bu da burjuvalara manifaktürde çalışan emekçilere daha az ücret ödemelerini ve emeklerini daha da çok sömürmelerini sağlıyordu. Böylece burjuvazi emekçilerin yarattıkları daha fazla “artı-değer” ile sermayelerini büyütmeye devam ettiler. Nitekim sermayelerini büyütmeye devam eden burjuvazini gözünü doğal olarak iktidara dikmişti. Çünkü toprak beylerinden oluşan dağınık ve düzensiz sistemler sermayesini daha da artırmasının önünde engeldi. Bunun için kendi iktidarını, kendi devlet biçimini ve toplumunu yani cumhuriyeti, ulusu, milleti yaratmaktı zorundaydı ve bu ancak devrim ile “Sosyal Devrim” ile mümkündü. Bu devrimlerin ilki 1648 yılında İngiltere’de gerçekleşmiş ve burjuvazi iktidara geçmişti. Fakat insanlığa damgasını vuran ve toprak beylerini bir daha dönmemek üzere tarihin çöplüğüne gönderen devrim 1789’da Fransa’da gerçekleşmiş ve burjuvazi iktidara gelmişti.


# Toplum ve Tarih

Zorunluluktan Özgürlüğe Burjuvazi iktidara gelirken başta işçiler olmak üzere bütün ezilen kesimlere özgürlük, kardeşlik ve adalet vaat etmişti. Fakat bu vaatlerin gerçek olmadığı kısa sürede anlaşıldı. İşçi sınıfı üzerindeki baskı daha da arttı. Yaşamak için işçilerin çalışmak zorunda olması, kapitalistlerin birbirleriyle rekabet edebilmeleri için daha fazla kâr elde etme zorunluluğuyla birleşince ortaya insanlık tarihinde görülmemiş baskı, zulüm ve sömürü ortaya çıktı. Küçük yaşta çocuklar, hamile kadınlar çalıştırılmaya başlandı ve bunların birçoğu da çalışırken öldüler. Genç insanlar 16-18 saate varan çalışma sürelerinde çalıştırıldılar. Fakat bu böyle gitmedi. Özellikle İngiltere’de Çartist hareketle başlayan işçi sınıfı hareketi başta 8 saatlik çalışma süresi, daha sendikalaşma olmak

üzere mücadelesiyle birçok kazanım elde etti. İşçi sınıfı hareketi İngiltere’den diğer Avrupa ülkelerine sıçradı. Bunun sonucunda işçi sınıfının ilk uluslar arası örgütü olan Uluslararası İşçiler Derneği (I. Enternasyonal) 28 Eylül 1864’te Londra’da kuruldu. İşçi sınıfı, bununla da yetinmeyerek 1871’de Paris Komünü’nü kurarak iktidara geldi. 18 Mart 1871’de kuruluşunu ilan eden komün başta Fransa burjuvazisi olmak bütün Avrupa burjuvazisine korku salmıştı. Nitekim işçi sınıfının ilk iktidara deneyimi olan komün 73 gün dayanarak 28 Mayıs 1871’de son buldu. Fakat işçi sınıfının mücadelesi devam ediyordu. Bu dönemde Marx ve Engels’in teorik ve pratik katkılarıyla işçi sınıfı daha da güçlenmiş ve geçmiş deneyimlerden derslerini çıkarmıştı.

31


Bu sırada kapitalistler sadece kendi ülkelerini değil, başta Afrika olmak üzere dünyanın kalan yerlerini sömürmek için bir yarışa başlamışlardı. İlk önce davranan İngiltere ve Fransa dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgesi altına almıştı. Bu iki ülkeye göre geç kalan Almanya ise bu paylaşım savaşında alabildiğini almaya çalışıyordu.

32

Nitekim bu paylaşım savaşları daha büyük çapta bir savaşa, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na (1.Dünya Savaşı) neden oldu. Fakat bu savaş sırasında işçi sınıfı, kapitalistlerin paylaşım savaşına razı olmadığını göstere rek Lenin önderliğinde 24 Ekim (miladi takvime göre 6 Kasım) 1917’de Rusya’da Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdi. Bu devrim başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilenlere, sömürülenlere ışık oldu. Bu ışık 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Hitler tarafından söndürülmeye çalışılsa da, işçi sınıfının büyük direnişiyle daha da güçlü bir şekilde ışıldamaya devam etti. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya halklar ayağa kalkarak sosyalizme yürümeye başladılar. 1949 yılında Mao’nun önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti ku-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

rularak Çin’de sosyalizmin inşasına başlandı. Ernesto Che Guevera ve Fidel Castro’nun önderliğinde Küba halkı 1 Ocak 1959’da devrimi gerçekleştirdi. Vietnam halkı da Ho Chi Minh önderliğinde 8 yıl Fransa’ya, 21 yıl ABD’ye karşı savaşarak Sosyalist Vietnam’a ulaştılar. Dünyanın diğer ülkeleri de sosyalizm ve devrim mücadelelerini sürdürerek insanca yaşanılabilir bir dünyanın, özgürlüğün mümkün olduğunu bütün insanlığa gösterdiler ve başta Küba, Venezuela’da olmak üzere göstermeye devam ediyorlar. Tarih, toplumların savaşmasından, barışmasından, paylaşmasından, dayanışmasından, zulümlerinden oluşur. Kimi zaman savaş ve zulüm üstün gelse de, çoğu zaman barış, paylaşma ve dayanışma galip gelmiştir. Buz kırılmış, yol açılmıştır. Eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün hâkim olacağı bir dünya bizi beklemektedir.


4#

EKONOMİ POLİTİK

“Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.” V. İ. Lenin

Marksizmin Temel Kavramları Üzerine Marx, kapitalizmi muazzam bir “meta üretimi sistemi” olarak tanımlar. Biz de kapitalizmi anlamaya, kapitalist sistemin temel yapıtaşı olarak ifade edebileceğimiz metayı inceleyerek başlayalım.

Meta nedir?

Marx, metayı insan emeğinin mübadele (değişim) için ürettiği kullanım değerleri olarak ifade eder. Dolayısıyla bütün metaların paylaştığı ortak özellik birer emek ürünü olmalarıdır. Bunun yanı sıra Marx’ın meta üzerine

33

yaptığı tanıma dikkatle baktığımızda metaya ait iki ayrı değerin var olduğunu görürüz. Bunlardan ilki kullanım değeriyken ikincisi değişim değeridir.

Kullanım değeri nedir?

Aklımıza gelebilecek herhangi bir nesnenin, insanların herhangi bir ihtiyacını karşılayan özellikleri, o nesnenin kullanım değerini oluşturur. Yani kullanım değeri dediğimizde aklımıza ilk gelen şey insanın bir ihtiyacına karşılık olarak kullanılmasıdır. Örneğin ev, barınma ihtiyacımıza; kazak, vücudumuzu soğuktan koruma ihtiyacımıza karşılık kullanılır. Eğer


nesneler insanların herhangi bir ihtiyacına cevap vermiyor olsaydı satılamaz, dolayısıyla üretilemezdi.

34

Ancak kullanım değeri olan her şey meta değildir. Bir nesnenin meta olması için satılmak üzere tasarlanmış olması gerekir. Bunu basit bir örnekle şöyle açıklayabiliriz: Bir yakınımız tarafından örülen ve bize verilen bir kazak meta değildir çünkü satılmak üzere tasarlanmamıştır fakat bir mağazadan aldığımız kazak satılmak için tasarlandığı için meta halini almıştır. Ancak ister yakınımız tarafından verilsin, ister mağazadan alınmış olsun kazak bizim soğuk havalarda ısınma, giyinme ihtiyacımızı karşıladığı için kullanım değerine sahiptir.

Mübadele (Değişim) değeri nedir?

Piyasa ekonomisinde mübadele değeri, her şeyden önce iki ayrı kullanım değerinin karşılaştırıldığı nicel bir ilişki olarak görünür. Dolayısıyla mübadele değeri, nesneler arasında bir eş değerlilik ilişkisini cisimlendirir. Peki metaların mübadele sırasında birer eş değer olmasını mümkün kılan nedir? Yani bir çift ayakkabı ile bir ceketi birbiri ile mübadele edilebilir kılan

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

nedir? Ağırlıkları mı? Büyüklükleri mi? Bir çift ayakkabı ile bir ceket arasındaki eşitliğin temelinde bunları üretmek için harcanan toplumsal emeği buluruz. Çünkü her ikisinin de ortak özelliği birer emek ürünü olmalarıdır. Demek ki değişim değeri metaları üretmek için gerekli olan toplumsal emeğin dolaylı bir ölçüsüdür. Yani bir metanın değişim değeri, onu üretmek için zorunlu emek miktarıyla belirlenir, bu arada emek miktarı metanın üretildiği iş süresiyle belirlenir. Ancak metaların değişim değeri, metayı üretmek için herhangi bir birey tarafından harcanan emeğin niceliğine bağlı değildir. Metanın değişim değeri her bir bireysel üretici tarafından onun üretiminde harcanan emekle değil, tersine onu üretmek için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarıyla belirlenir. "Toplumsal bakımdan gerekli emek" deyimi belli bir dönemde ve belli ülkede, emek verimliliğinin ortalama koşullarında gerekli emeğin niceliği anlamına gelmektedir.

Toplumsal Olarak Gerekli Emek nedir?

Metanın değeri üretilmesi için gerekli emek miktarıyla belirlen-


# Ekonomi Politik

mekteyse buna şöyle itiraz edilebilir. Aynı nesneyi üretmek için yetenekli bir işçinin iki katı zamana ihtiyaç duyan beceriksiz bir işçi fiilen daha mı çok değer üretir? Bu itiraza cevap vermek için toplumsal olarak gerekli emek kavramını işin içine sokmak gerekir.

emek-zamanın karşılığı ödemez. (Ortalama üretkenlik koşullarının altında işleyen bir fabrika için de aynı şey geçerlidir. Ürünleri daha uzun sürede ürettiği için daha pahalıya satamaz.)

lumunda beceriksiz bir işçi, ürününü mübadele etmek üzere piyasaya geldiğinde onu yetenekli işçi tarafından yapılmış üründen daha yüksek fiyata satmayı bekleyemez. O halde çeşitli metaların değerleri arasında fiilen bir denge sağlanır. Bu denge, o metaların üreticileri tarafından harcanan emeğin ortalama, normal koşulları ile belirlenir. Dolayısıyla değer harcanan bireysel emek ile değil, Marx’ın toplumsal olarak gerekli emek dediği toplumsal ortalama ile belirlenir. (Toplumsal olarak gerekli emek zamanın uzunluğu, emek üretkenliğine göre değişir; bu üretkenlik ise, verili bir emek zamanda yaratılan ürün miktarında ifadesini bulur.)

Meta üretimi kapitalist üretimden eskidir. Örneğin feodal toplumun dağılma döneminde basit meta üretimi kapitalist üretimin doğuşunun temelini oluşturmuştu. Basit meta üretimi ile kapitalist meta üretimi arasındaki temel fark basit meta üretiminde değişimin söz konusu olması ancak artı-değerin söz konusu olmamasıdır. Ayrıca basit meta üretiminin temeli metaları üretenlerin bireysel emeği iken kapitalist sistemde meta üretimi genelleşmiş bir biçimde hâkimdir. Emek ürünü, üretim araçları ve emek gücü birer meta haline gelir.

Meta üretimi kapitalist üretim tarzıyla birlikte mi Örneğin basit meta üretimi top- başlamıştır?

Ortalama emek üretkenliğinin altında çalışan beceriksiz ya da tembel işçi, emek zaman israf eder. Piyasa, israf edilmiş bu emek zamanı toplumca gerekli olarak tanımaz; dolayısıyla bu

Emek gücü nedir?

Emek gücü bir kişinin bir mal üretirken işe koşacağı yetenek ve kapasiteye denir. Marx, işçileri, çalışma yetenek ve kapasitelerinden ayırmak için ilkine emek, ikincisine emek gücü adını vermiştir. Kapitalizmin en

35


önemli ayırt edici özelliği de emek gücünün meta haline gelmesinde yatar. Yani kapitalist sistemde emek gücü alınıp satılan bir şeye dönüşür. Emek gücü de başka herhangi bir meta (bir kazak, bir ceket,bir gömlek gibi) gibi bir fiyata alınıp satılır. Burada sermaye sahibi alıcı, işçi ise satıcıdır. Bir işçiyi işe alma da emek gücü denilen bir metanın alınıp satılmasıdır. Emek gücünün fiyatına ise ücret adı verilir.

Emek gücünün fiyatı neye göre belirlenir?

36

Emek gücü kapitalist toplumda bir metadır ve diğer metalarda olduğu gibi onun değeri de, onu üretmek ve yeniden üretmek için toplumsal olarak gerekli emek niceliğinden ibarettir. Öyle ise bu, sözcüğün geniş anlamında işçinin geçim giderleridir.

Toplumsal artı ürün nedir?

Toplumsal artı ürün, karşılıksız el konulan ürün olarak, yani üretici sınıfın ürünün bir bölümüne egemen sınıf tarafından, değişimde bedel ödemeden el koyma olarak kendini gösterir. Köle haftada iki gün köle sahibinin plantasyonunda çalışması ve sahibi bu emeğin bütün ürününü bedava ele geçirmesi durumunda, beyin bu gelirinin, toplumsal artı ürünün kökeni, yine serf tarafın-

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

dan harcanan ödenmemiş emek, bedava emek olmaktadır. Kapitalist artı değerin yani kapitalist toplumda burjuva sınıfının gelirinin kökeninin bütünüyle aynı biçimde olduğunu göreceğiz: Karşılık ödenmeden işçinin kapitalistler için harcadığı emek, Ödenmemiş, bedava emek.

Artı-değer (Artık değer) nedir?

Artı-değer, işçinin emek gücünün değeri ile işçi tarafından yaratılmış değer arasındaki farktır. Yani işçinin kendi emek gücünün değerini ürettikten sonra fazladan ürettiği ve kapitalistin karşılığını ödemeksizin el koyduğu değerdir. Sermayecinin karşılığını ödediği kısmı yani işçiye verdiği ücret yalnızca emek gücünün değerini yeniden yerine koyması için gerekli olanıdır oysa artık değer işçinin bedavaya, sermayeci için harcadığı emektir. Bu durumda artı değerin, işçi tarafından üretilen değerle işçinin kendi işgücü değeri arasındaki fark olduğu söylenebilir. Ama, işgücünün değeri nedir? İşgücü kapitalist toplumda bir metadır ve her bir diğer metanın değeri gibi onun değeri de, onu üretmek ve yeniden üretmek için toplumsal olarak gerekli emek


# Ekonomi Politik

niceliğinden ibarettir. Öyle ise bu, sözcüğün geniş anlamında işçinin geçim giderleridir. Demek ki, işgücünün geçim giderleri işgücünün değerini oluşturur. Buna göre artı değer, işgücü tarafından üretilen değer ile onun kendi geçim giderleri arasındaki farktır. İşgücü tarafından yaratılan değer, kolayca bu emeğini süresiyle ölçülebilir. Bir işçi on saat çalıştığında, on saatlik bir değer yaratır. İşçinin geçim giderleri, yani ücretinin eşdeğeri on iş saati olduğunda, artı değer yoktur. Bu, genel kuralın yalnızca özel bir durumudur: Emek ürününün tümünün, üreticiyi beslemek ve geçindirmek için gerekli ürüne eşit olması durumunda, toplumsal artı ürün yoktur. Ama, kapitalist sistemde emek üretkenliğinin düzeyi o kadar yüksektir ki, işçinin geçim giderleri sürekli yeni üretilen değerin niceliğinden daha düşüktür. Demek ki on saat çalışan bir işçinin, kendi döneminin ortalama gereksinmelerine göre yaşayabilmesi için, on saatlik bir karşılık gerekli değildir. Ücretin karşılığı her zaman, ancak işgününün bir bölümüdür. Bu bölümden fazlası, yani artı değer işçinin harcadığı, kapitalistin karşılık ödemeksizin el koyduğu ödenmemiş emektir. Aslında bu farkın olmaması durumunda, iş-

gücünün satın alınması kâr getirmeyeceğinden, hiçbir işveren işçi çalıştırmak istemez. Buna bağlı olarak fabrikadaki günlük işi iki parçaya ayırabiliriz: Gerekli Emek Zaman ve Artık Emek Zaman. Gerekli Emek Zaman, işçinin geçim giderlerini karşılamak için çalıştığı zamandır. Artık Emek Zaman ise işçinin kapitalist için bedavaya harcadığı emektir.

Üretim ve Yeniden Üretim nedir?

İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için; karınlarını doyurabilmeleri, giyinmeleri, barınmaları gerekir. Karınlarını doyurabilmeleri için; ekmek yemeleri, su içmeleri, giyinmeleri için; kumaştan elbise dokunması, köseleden ayakkabı yapılması, barınmaları için de başlarını sokabileceği evlerinin olması gerekir. Bu kişisel ihtiyaçların dışında toplu ihtiyaçlarımız diye tanımlayabileceğimiz, gereksinmelerimiz vardır. Yol, su, elektrik, köprü, demiryolu, hastane, okul, sinema gibi. Ayrıca bu toplu ihtiyaçlarımızın sağlanmasında kullandığımız makine, alet ve araçlara gereksinmelerimiz vardır. Bu ih-

37


tiyaçlarımızı karşılamak için de çeşitli ürünler kullanırız. Kısaca hayatımızı sürdürebilmemiz için biz çeşitli ürünleri tüketiriz. Yaptığımız bu faaliyete tüketim denir. Kullandığımız, tükettiğimiz ürünlere de maddi ihtiyaç denir. Üretim ise; insanların yasamak için zorunlu olan maddeleri elde etmek üzere giriştikleri toplu faaliyettir. Bu faaliyet önceden planlanması ve belirli bir amaca göre yapılmasından dolayı bilinçli faaliyettir.

38

Toplum yaşayıp gelişmek için maddi mallar üretmek zorundadır. Bunların tüketilmesi nasıl durdurulamazsa üretilmesi de durdurulamaz. Üretim sürecinin bu kesintisiz tekrarlanışına yeniden üretim diyoruz. Yeniden üretimin iki büyük türü vardır: Basit Yeniden Üretim: Bugün toplumun ihtiyacı olan maddeleri tükettik. Yarın üretim yapacağız. Ne kadar? Tükettiğimiz kadar. İnsanlar böyle her üretim süresinde tükettikleri maddeler kadar yenilerini üretirlerse, yaptıkları işe BASİT YENİDEN-ÜRETİM denir. Demek basit yeniden üretimde TÜKETİM egemen güç olur. Genişletilmiş Yeniden Üretim: Bugün toplumun ihtiyacı olan

*

Liseli

K

Devrimi Bilelim!

ıvılcım

maddeleri tükettik. Yarın üretim yapacağız. Ne kadar? Tükettiğimizden daha aşırı miktarda. İnsanlar yaptıkları her üretim süresinde tükettikleri maddelerden çok fazla, daha aşırı yeni maddeler üretirlerse, yaptıkları işe GENİŞ YENİDEN-ÜRETİM denir.

Basit ve Geniş Kapitalist Yeniden Üretim:

Basit kapitalist yeniden üretim söz konusu olduğunda, üretim süreci yenilenirken hacimde değişmeler olmaz: Artık değer, o yüzden sermayeciler tarafından bütünüyle kendi tüketimleri için kullanılır. (M-P-M) Genişletilmiş yeniden üretim halinde artık değerin bir bölümü, sermayeci tarafından ek üretim araçları alımı ve/veya fazladan işçi alma biçiminde üretim artışına yönlendirilir. Bunun anlamı artık değerin bir bölümünün önceki sermayeye eklenmesidir, biriktirilmesidir. Bunun için sermaye birikiminin kaynağı artı-değerdir. Artı-değerin kaynağı ise işçidir. Bu nedenle işçi sınıfının sömürülmesi yoluyladır ki sermaye büyür ve aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileri, genişletilmiş ölçekte yeniden üretilir. (Sermaye Birikimi) (P-M-P)


# Ekonomi Politik

Somut ve Soyut Emek Nedir? Meta ikili bir karakter sergiler: kullanım değeri ve değer. Bu ikili karakter, ona katılan emeğin ikili karakteri ile belirlenir. Emek türleri kullanım değerleri kadar birbirinden farklıdır. Öyleyse her bir kullanım değeri, belirli bir emek türünü temsil eder. Emek belirli bir biçimde harcandığı zaman somut emeği temsil eder. (demek ki somut emek ile kullanım değeri arasında bir tekabüliyet ilişkisi vardır. Kunduracılık ayakkabılara, çiftçilik patateslere tekabül eder.) Mübadele oluştuğunda, metalar arasında yapılan karşılaştırma, farklı somut emek biçimlerinin “benzeştirilip” eş değerli sayıldığı anlamına gelir. Onun için

farklı somut emek biçimleri, ortak bir özelliğe sahiptir. Her türlü somut emeğin ortak paydasının ifadesi küçüklü büyüklü bir enerji harcamasıdır. Metayı üretenlerin emeği genel olarak insanların emek gücünün harcanması olarak ele alındığında (somut biçimden soyutlanarak) soyut emek adını alır. Soyut emek metanın değerini belirler. Üretim araçlarında özel mülkiyetin hüküm sürdüğü bir toplumda emeğin bu ikili karakteri (her türlü emek hem soyut hem somuttur), üreticilerin özel emeği ile toplumsal emeği arasındaki çelişkiyi yansıtır.

39


BEŞ SATIRLA Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı. NAZIM HİKMET

Lıselı ıvılcım K


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.