Hrank Dink’in 19 Ocak’ta katledilmesi, Türkiye’de son yıllarda bilinçli olarak tırmandırılan şoven faşist kudurganlığın ulaştığı noktayı gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Sermaye iktidarı kendi açmazlarını aşmanın yolu olarak bir kez daha Türkiye halklarını birbirine düşürmeyi seçmiştir. Sistematik bir çabayla işçi ve emekçi kitlelere şovenizm zehri enjekte edilmektedir. Sakarya’da, Trabzon’da, Rize’deki linç girişimleri, TCK’nın 301. maddesi üzerinden düşünce ve ifade özgürlüğünü hedef alan hukuk terörü, hukuk terörünü takiben gelişen mahkeme önü linç girişimleri, TMY başta olmak üzere ardı ardına çıkartılan faşist yasalar, devrimci kurumlar üzerinde artan baskı ve bu kurumlara düzenlenen baskınlar, üniversitelerde artan soruşturmalar ve sivil faşist saldırılar… Bütün bunlar Hrant Dink’in katledilmesini önceleyen süreçte yaşananlardan sadece birer örnek olup, önümüzdeki süreçte bu coğrafyada yaşanacaklara da işarettir. Sermaye devletinin tarihi zaten halklara dönük düşmanlığın, kin ve nefretin katliamlara, toplu kıyımlara bürünmüş görünümleri ile doludur. Şovenizm, “milliyetçilik” duygusu(!) ve “ne mutlu Türk’üm diyene” bilinciyle(!) bu coğrafyanın insanlarının bütün hücrelerine sistemli ve bilinçli politikalarla işlenmiştir. Bütün farklılıklar düşmanlığın gerekçesi sayılmış, farklılıklar temelindeki bütün hak talepleri “bölücülük” propagandası ile püskürtülmeye çalışılmıştır. Özgür ve eşit toplum düşüncesi hangi biçim, dil ve sözcüklerle olursa olsun, hangi etnik kökene mensup kesimlerce dile
getirilirse getirilsin, bu düşüncenin savunucularına “vatan hainliği” etiketi yapıştırılmaktan geri durulmamıştır. Sermaye iktidarının kendi egemenliğini süreklileştirebilmek amacıyla ektiği şovenizm tohumları, bugün işçi ve emekçiler içerisinde dahi karşılık bulabilmektedir. Öylesine bir zehirdir ki bu, Hrant Dink’in katlinin ardından duvarlara “Hepimiz Ogün Samast’ız” yazılmış, katilin ileride afiş yapılacağı şüphe götürmez fotoğrafları resmi görevlilerce çekilmiş, düzenin tetikçisi kırmızı halılar serilmiş karşılama törenleri ile alkışlanmıştır. Öylesine bir zehirdir ki bu, tarihler boyunca halklar mozaiği olmuş bir şehir, Trabzon, bugün sermaye iktidarının pazardan tetikçi toplayabildiği bir yere dönüştürülmüştür. Ermeniliğin, Kürtlüğün en büyük küfre dönüştürüldüğü bu topraklarda, Türklükten bile daha prestijli olan Amerikalılık ve Amerikancılık, burjuva iktidarın halkların kıyımına dayalı ulus bilincinin güncel dayanaklarını yaratmanın bir vesilesi olmuştur. Uşaklık adına komşu halkalara çevrilen silahların, bu ölçüde kolay kullanılabilir olmasının ardında da, bugüne kadar onlarca katliamın gerekçesine dönüştürülmüş olan “ulusal çıkar” propagandası yatmaktadır. Sermaye iktidarı kendi coğrafyasındaki halkları sahte bölücülük paranoyalarıyla, coğrafyası dışındaki halkları ise ulusal çıkarları gereği türlü gerekçelerle düşman ilan etmiştir. Ancak onun da çok iyi bildiği üzere, bu düşmanlığın kendisi esasta kendi varlık zeminidir, doğal olarak sürekliliğinin de güvencesidir. İşte sermaye iktidarının da bildiği
Sermaye devletinin tarihi zaten halklara dönük düşmanlığın, kin ve nefretin katliamlara, toplu kıyımlara bürünmüş görünümleri ile doludur. Şovenizm, “milliyetçilik” duygusu(!) ve “ne mutlu Türk’üm diyene” bilinciyle(!) bu coğrafyanın insanlarının bütün hücrelerine sistemli ve bilinçli politikalarla işlenmiştir.
3
Karşımıza sıkı sıkıya kenetlenmiş bir biçimde çıkan burjuva gericiliği söküp atmanın yolu da aynı ölçüde kenetlenmekten, düşmanlığın, karanlığın, bu düzenin üzerine birleşik bir tarzda yürüyebilmekten geçmektedir.
4
bu gerçeği bugün bilince çıkartmak ve her türlü yalan yanlış söylemin, bütün kışkırtma politikalarının karşısına halkların kardeşliği bilinci ve bu kardeşliğin yarattığı, yaratacağı güçle çıkmak, sermaye iktidarının mezarını kazmakla eş anlamlı olacaktır.
Hrant Dink’in cenazesi ve tersten esen rüzgar
Hrant Dink’in katledilmesinin ardından onlarca ilde kitlesel eylemler gerçekleştirilmiştir. Özellikle İstanbul’da gerçekleşen cenaze töreninin kendisi gerici burjuva iktidarın dizlerini titreten bir tablo açığa çıkartmıştır. Şovenmilliyetçi söylemlerin bugün toplumun sosyal demokratları görünümündeki CHP’si tarafından faşist partiyi aratmayacak netlikte propaganda edildiği, ırkçılığa hukuki, fiili zeminin oldukça güçlü bir tarzda yaratıldığı, Ermeni sorununun bütün bu şoven-milliyetçi havanın yaratılmasında temel bir yerde durduğu bugünlerde, yüzbini aşkın kişinin “hepimiz Ermeniyiz” diyerek sokaklara dökülmüş olması, şovenizmin sermaye iktidarının karakteristiği olmakla beraber, toplumsal açıdan hızla bünye dışı edilebilecek bir zehir olduğunu da gözler önüne sermiştir. Burjuvazinin farklı siyasal eğilimlerdeki bütün temsilcilerinin aynı söylemler üzerinde ortaklaşmış olması da, sermaye iktidarının esasta Hrant Dink cinayetinden öte, düşmanlaştırma politikalarının karşısına dikilmiş olan güçten duyduğu derin öfkenin işaretidir. Sermaye iktidarı, “hepimiz Ermeniyiz” sloganı üzerine yürüttüğü her tartışma onu gülünç bir duruma düşürse de, kitlesel uyuşturucusu şovenizmi etkinleştirebilmek derdindedir. Cenaze töreninde şovenizm rüzgarı tersten ezmiş ve bu coğrafyada yaşayan farklı etnik kökenden ezilen ve sömürülen kesimlerin gücünün şovenizm girdabından kurtulup, ayakta durulabildiğinde ne ölçüde etkili olduğunu gözler önüne sermiştir. Rüzgar bir kez tersten esmiş ve
sermaye iktidarı bir an için tokat etkisi yaratan ama hala cılız olan bu rüzgarı zayıflatmak ve rotasına sokmak için kollarını sıvamıştır. Şimdi bize düşense rüzgarı büyütmek ve bu coğrafyanın her bir yerine ekilmiş olan şovenizm tohumlarını söküp atmaktır.
Karanlığı söküp atmak için “halkların kardeşliği”ni büyütelim!
Hrant Dink’in cenazesinde Rakel Dink’in kurduğu “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz” cümlesi, yakınını kaybetmiş bir insanın çektiği acıya rağmen içine girebileceği en soğukkanlı tutumun ifadesidir. Hrant Dink’in katledilmesinden geriye doğru gidip bu coğrafyada katledilen her bir kardeşimizin cinayetinin üzerine çökmüş karanlığa baktığımızda, sermaye iktidarının tetiği tutan elini gizlemekte kullandığı perde dışında bir şey görmeyeceğimiz açıktır. Karanlığı söküp atmak için halkların kardeşliği şiarını büyütmek bugün bütün devrimcilerin ortak ertelenemez sorumluluğudur. Sermaye iktidarı bu topraklarda etnik ayrımcılık yapmaksızın açlık ve sefaleti dayatmaktadır. Sömürü ve talan düzeni işçi ve emekçileri köleleştirirken etnik ayrımcılık yapmamaktadır. Gençlik kesimlerini geleceksizliğe mahkum eden bütün saldırılar, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler gençlik kesimlerine eşit bir biçimde yöneltilmektedir. Saldırırken ayrımcılık yapmayan düzen, saldırılar karşısında gelişebilecek olan tepkiye set olarak şovenizmi kullanmaktadır. Sermaye iktidarının farklı kliklerinin üzerinde bu ölçüde ortaklaştığı, birlik olabildiği başka bir başlık da yoktur. Karşımıza sıkı sıkıya kenetlenmiş bir biçimde çıkan burjuva gericiliği söküp atmanın yolu da aynı ölçüde kenetlenmekten, düşmanlığın, karanlığın, bu düzenin üzerine birleşik bir tarzda yürüyebilmekten geçmektedir.
5
Genç Sen’in İstanbul’da örgütlediği foruma katılan ve söz alan birçok kişi “örgüt sorunundaki tartışmaya neden sendikayı ön kabul alarak başlıyoruz?” haklı sorusunu dile getirmişlerdi. Elbette bu soruya elle tutulur bir yanıt verilememiş, tartışma geçiştirilerek Avrupa’daki sendikal deneyimlere işaret edilmiştir. Bizce tartışmanın düğüm noktalarından birisini bu soru oluşturmaktadır.
DİSK’in 28-30 Temmuz 2000 yılında yapılan 11. Genel Kurulu’nda, “gençlik ve sendikal hareket” üzerine alınan karara dayanılarak kuruluş çalışmaları başlatılan “gençlik sendikası” (girişimin oluşturduğu isimle Genç Sen) tartışmaları, ilerici çevrelerin bir kısmının katılımı ile devam ediyor. Burada, halihazırda pek çok belirsizlik taşıyan bu tartışmalara ilişkin görüşlerimizi örgüt sorununa giriş sınırlarında ortaya koyacağız. Bugün gençlik örgütlenmesi sorunu, tartışılmayı en fazla hak eden konuların başında gelmektedir. Ancak bu denli önemli olan soruna geleneksel hareket, geçmişin tekrarı ya da nedeni belirsiz terki dışında, elle tutulur bir yanıt oluşturabilmiş değildir. Bu nedenle, bir gölge dövüşü yapmak (DİSK bürokratları tarafından ortaya atılanları tartışma sınırlarına sıkışmak) yerine, örgüt sorununa bütünlüklü bir yaklaşımın köşe taşlarını ortaya koymaya çalışacağız. Zira sorun tek başına sendikal bürokrasinin, işi olmayan bir alana dönük bir müdahalesi değil, sorunun asli muhataplarının gençlik örgütlenmesi sorununa dönük yaklaşımlarıdır. Ancak bu çerçevede sendika tartışmaları da bir yere oturabilir düşüncesindeyiz.
Artık “sendikamız” var! “Asla yalnız olmayacaksın” Peki ama neden sendika?
6
DİSK bürokratları tarafından ortaya atılan gençlik sendikasının, nasıl bir bakışın/ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktığını tekrar bir değerlendirmeye konu etmemiz gerekmiyor. (Ekim Gençliği’nin 97. sayısında yayınlanan “Liberal sol partiye gençlik örgütlenmesi arayışı” başlıklı yazı konuya ilişkin genel bir çerçeve çizmektedir). Zira DİSK’in sınıf mücadelesi içerisindeki konumlanışı bu konuda yeterli açıklıkta fikir vermektedir.
Bugün üzerine hararetle tartışılan öğrenci sendikası nasıl bir zemine oturmaktadır? Bu soruya, konuya ilişkin DİSK’in yaklaşımları dışında, homojen bir yanıt oluşturabilmek olanaksızdır. Genç Sen’in İstanbul’da örgütlediği foruma katılan ve söz alan birçok kişi “örgüt sorunundaki tartışmaya neden sendikayı ön kabul alarak başlıyoruz?” haklı sorusunu dile getirmişlerdi. Elbette bu soruya elle tutulur bir yanıt verilememiş, tartışma geçiştirilerek Avrupa’daki sendikal deneyimlere işaret edilmiştir. Bizce tartışmanın düğüm noktalarından birisini bu soru oluşturmaktadır. Bu konuya ilişkin üzerine söz söyleyebileceğimiz tek metin Genç Sen sitesinde bulunan “Asla yalnız olmayacaksın” metnidir. Metinde bu soruya verilen yanıt, cevap oluşturmaktan çok, metnin arka planını kolaylıkla tartışmaya açabilecek niteliktedir. Metnin “Sendika Nedir? Neden Bir Sendika?” başlıklı bölümünde sendika fikri şöyle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır: “Bir kısmımız çalışma yaşamının dışında iken bir kısmımız ise sürekli çalışma, kısmi zamanlı çalışma gibi yollarla çalışma yaşamında yer almakta. Ancak ‘öğrenci sendikası’nın kuruluşu sadece bu dinamikler üzerinden tanımlanmamalı. “Neo-liberal politikalar paralelinde yeniden şekillendirilen eğitim-öğretim sistemi ‘öğrenci sendikası’nın kuruluşunu zorunlu hale getirirken, işlevselliğini de olanaklı kılmaktadır. Eğitim-öğretim kamusallık bağlamından kopartılırken gittikçe piyasalaşmaktadır. Satıcı (okul) - müşteri (öğrenci) ilişkisinin yaygınlaştırılmaya çalışılması, eğitim-öğretim kadrosunun kimliğinin piyasa ilişkileri çerçevesinde belirlenmesi hedefi, eğitim bütçesinin ayrılmasında kamusal yarar ilkesinin terk edilmeye başlanması, bizlerin ortak çıkar ve hak arayışında sendika tarzı örgütlenmeyi olanaklı kılmaktadır.”
DİSK ve öğrenci sendikası üzerine
“Öncelikle şunu belirtelim. Öğrenciler, ailelerinin ait oldukları sınıflara mensup olmalarıyla değil kendi ideolojik tercihlerine göre hareket etme özelliklerine sahiptirler. Bu bağlamda öğrenciler için ailelerinin herhangi bir sınıfa mensup olmaları ya da öğrencinin gelecekte herhangi bir sınıfa mensup olma ihtimali onun sınıfsal konumunun belirlenmesinde “mutlak” değildir! Yani üniversite öğrencisi, eğitim hayatından kaynaklanan özgün koşulları içerisinde yarı aydın karakteri taşıyan bir küçük burjuva olarak tanımlanabilir fakat bu onun kendi hayatına dair ideolojik bir tercihte bulunmasına engel değildir. Neo liberal dünyada çalışmak zorunda kalması veya yoksullaşıyor olması/müşterilik bu durumu değiştirmemekte, tersine genişleyen bir muhalefet dinamiğine işaret etmektedir. (…) Üniversite öğrencileri kitlesel anlamda kendilerini öteden beri bağımsız, demokratik, meşru, militan bir hatta demokratik kitle örgütleriyle ifade etmişlerdir. Bu, bugün de böyledir ve “geleneksel bir ezber” değil, en genel anlamda Türkiye sömürge kapitalizminin ve ülke rejiminin dayattığı bir zorunluluktur. Ayrıca komsomol benzeri örgütlenmelere ya da bürokratik yapılanmalara karşı doğrudan demokratik katılımı esas alarak gücünü ‘üniversiteli’ olmasından ve taleplerinin meşruluğundan alan bir örgütlenme pratiğidir. Elbette yasallık ya da tersi, öğrenci hareketinin ya da örgütünün hareket noktasını belirlemez. İşte bu bağlamda üniversite öğrencileri için kıstas taleplerinin/mücadele konusunun ne olduğuyla ölçülmektedir, bu noktada dernek, sendika ya da başka türlü bir örgütlenme modeli önerisinin anlamı yoktur. Ancak, düzen sınırlarına takılmama ve belirli bir siyasi yapının “kendi gündemine” göre hareket etmeme noktalarında kendi alanından doğru yürüttüğü mücadeleye ket vurmayacak ve özgürleşme idealiyle iç demokratik pratiğini/deneyimini engellemeyecek bir örgütsel model tartışması anlamlı olabilir. Eğer öyleyse üniversite öğrencilerinin ve bu ülkenin en önemli tarihsel deneyimi kuşkusuz Dev-Genç’tir. 96’da Öğrenci Koordinasyonu’dur. Bugün için neo-liberalizme karşı mücadelede en inandırıcı yapıysa, henüz gelişmeye açık özellikleriyle Öğrenci Kolektifleri’dir denilebilir.” Emperyalizme ve faşizme karşı Devrimci Gençlik Sayı 10 Ocak 2007,
Açık ki bu gerekçelendirme, yaşanan neoliberal dönüşümlerle pasif bir uzlaşmayı ifade etmektedir. Metne göre neo-liberal politikalar bir müşteri-çırak-işçi kimliği oluşturmaktadır. İşte bu yeni duruma uygun “müşterilerin, çırakların, işçilerin haklarını savunacak” bir örgüte ihtiyaç duyulacaktır. Bu örgüt ise mevcut koşullarda ancak bir “sendika” olabilir. Bu algı ister istemez neo-liberalizm karşısında “müşteri değil öğrenciyiz, herkese parasız eğitim hakkı” şiarlarını tartışmalı hale getirmektedir. Elbette burada metindeki kavrayışı tartışacak değiliz, asıl konumuz da bu değil zaten. Zira sendika fikri yanlış bir değerlendirmenin sonucu olarak ortaya çıkmamakta, tersinden ortaya konulan bir şablon örgütlenmeye gerekçe oluşturma çabasının sonucu bu olmaktadır. Bugün konuya ilişkin yürütülen tartışmalar yakın dönem örgüt tartışmalarından özü itibariyle farklı değildir. Tek fark ortaya konulan modelin yeniliği olabilir, zira bugüne kadar gençliğin karşısına çıkartılmış bir model değildir öğrenci sendikası. Ancak bu “yenilik” de, “yeni ve yıpranmamış bir araç olmasının çekiciliği ve avantajı” da öğrenci sendikasının, bugün tartışılan biçimi ile, öğrenci gençliğe tepeden sunulmuş bir örgüt modeli olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Mücadele-örgüt diyalektiği ve güncel tartışmaların gösterdikleri
Komünistlerin yıllar önce gençlik hareketi üzerine yaptıkları şu değerlendirme bugün de güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir: “Öğrenci gençlik hareketinin politikleşmesinde ve gelişiminde mesafe alınamadığı sürece, onun örgütlenmesinde de mesafe alınamaz. Gençlik hareketinin eylem dinamizmi, düzeyi, gelişme seyri ve bu seyrin değişik zamanlarda aldığı biçimler hesaba katılmadığı sürece, öğrenci gençliğin örgütlenme sorununa kendi içinde yapay müdahalelerle çözüm getirilemez. Çünkü örgütün kendisi kitlesel hareketliliğe, onun kapsamına, niteliğine, düzeyine dolaysız olarak bağlıdır”
Genç Sen
(Devrimci Gençlik Hareketi, Eksen Yayıncılık)
Bizim yıllardır vurguladığımız ve devrimci/ilerici hareketin bir türlü anlayamadığı bu gerçek, mücadele-örgüt diyalektiğinin abc’sini oluşturmaktadır. Kitle örgütleri hem kitle hareketinin gelişme dinamizminin bir ürünü ve hem de gerisin geri bu hareketi daha da geliştirmenin, biçimlendirmenin ve kalıcı mevzilere kavuşturmanın bir aracıdır. Altını çizdiğimiz temel önemde gerçek; örgüt sorununun gençlik hareketinin gelişme dinamizmi içinde ele alınması zorunluluğu, yani gençlik örgütlenmesi sorununun çözümünün gençlik hareketinin gelişimiyle olan sıkı ve kopmaz ilişkisidir. Gençlik hareketini geliştirmeye yönelik tüm öteki görev ve sorumluluklar bir yana bırakılarak, masa başı örgüt modelleriyle gençlik hareketine sözüm ona bir çıkış yolu hazırlamak, geleneksel solun tümünü kesen bir ortak davranıştır. Bunu herkes kendi bildiği tarzda ve kendi sınırlı güçleriyle uygulamaya koyduğu ölçüde, sonuç ölü doğan dar grup tekkeleri oluşturmaktan öteye gidememek olmaktadır. Bugün sendika tartışmalarına ve yapılan değerlendirmelere bakıldığında, sendika oluşumunun içinde olan ve olmayan grupların tartışmaları, geleneksel örgüt tartışmalarının dışına çıkabilmiş değildir. Sendikal örgütlülüğü öğrenci gençliğin asli örgütlülüğü olarak tanımlamak, buna uygun bir forma sokmak, öte yandan da “hayır bu asıl biçim olamaz, asıl biçim bizimkidir” demek, sorunu uzaktan yakından kavrayamamaktır. Hâlihazırda sendika üzerine tartışan tüm gruplar bu oluşumun asli biçim olup olamayacağı üzerinden tartışmaları yürütmektedirler. Bu tartışma daha baştan tarafları aynı şabloncu noktaya sürüklemektedir. Devrimci Gençlik’in düştüğü durum bu açıdan yeterince açıklayıcıdır. “Sendika” masa başı bir şablon örgütlenme olarak tanımlanırken, kendi oluşturdukları “kolektifler” günün “asli örgütlenme”si olarak sunulmaktadır. Bu arkadaşlara sormak gerekiyor; “kolektifler” nasıl bir mücadele sürecinin, kitle hareketi ile kurduğu nasıl bir bağın sonucu olarak “asli” olma nitelemesini “sendika”dan daha fazla hak ediyor? Eğer “biz hareketin içindeyiz, kampanyalar
Devrimci Gençlik’in düştüğü durum bu açıdan yeterince açıklayıcıdır. “Sendika” masa başı bir şablon örgütlenme olarak tanımlanırken, kendi oluşturdukları “kolektifler” günün “asli örgütlenme”si olarak sunulmaktadır. Bu arkadaşlara sormak gerekiyor; “kolektifler” nasıl bir mücadele sürecinin, kitle hareketi ile kurduğu nasıl bir bağın sonucu olarak “asli” olma nitelemesini “sendika”dan daha fazla hak ediyor?
7
“Öğrenci gençliğin örgütlenebileceği yeni bir kanal açılıyor. Öğrencilerin, öğrenci olmaktan kaynaklı yaşadıkları sorunları tartışmaları ve birlikte çözüm yolları üretebilmeleri bakımından imkan yaratan yeni bir araç ortaya çıkıyor. Genç Sen, yeni bir oluşumun adı ve bir ihtiyacın ürünü olarak devreye giriyor. Gençliğin, akademik-ekonomik alandaki mücadelesini büyütmeyi amaçlıyor ve bu alanda gençlik kitlelerini kapsayabilecek yeni bir mücadele örgütü olma potansiyeli taşıyor. Geniş bir kesimi kucaklama iddiasında. Tabandan kitleselleşerek, hak alma mücadelesinden kazanımlarla çıkmanın yollarını güçlendirecek bir mevzi olma olanağını taşıyor. “…Bu girişimin, DİSK’in içinden çıkmış olması ise avantajlı yanıdır. Birincisi, gençlik kitlelerinin yüzünü böyle bir araca dönmesini kolaylaştırabilir. İkincisi ise gençlik kesimi ile işçi sınıfını birleştirmenin bir aracı olabilir “…Aynı zamanda, liseli gençliğin yasal olarak örgütlenememesinin dezavantajını ortadan kaldırmanın aracı da olabilir bu sendika. Liseli gençliğin yasal olarak örgütlenme hakkı kazanması, müthiş bir enerjinin açığa çıkması demektir “…Uluslararası sözleşmelerin öğrencilere sendika kurma hakkını tanımasının sağladığı yasal olanakları kullanırken, fiili-meşru mücadelenin de bir aracı haline gelmesi, müdahale alanını genişletecektir. Öğrenci sendikası, bu topraklar için ilk deneyim olsa da, yeni ve yıpranmamış bir araç olmasının çekiciliğini ve avantajlarını gözardı edemeyiz. “… Bu bağı kurarken Genç Sen’i kendi örgütlerimize alternatif olarak görmeyeceğimiz açıktır. Zaten Genç Sen’in de gençliğin politik örgütlerine alternatif olmak gibi bir perspektifi yoktur.” www.atilim.org’tan alınmıştır.
Bugün üzerine tartışılan öğrenci sendikası gençlik mücadelesinin “asli örgütlenmesi” olarak tanımlanamaz. En “ideal” görünen bir örgütlenme modeli bile, mevcut hareketle güçlü bir bağ oluşturamadığı, bu hareketin bir ürünü olamadığı koşullarda, yaşama şansı bulamaz.
8
örgütlüyor, kitle çalışmaları yapıyoruz” diyorsanız, bugün gençlik hareketi içinde bunu en az sizin kadar başarıyla yapan örgütlenmeler mevcuttur. Bugün gençlik hareketinin hâlihazırdaki ilerici birikiminin önemli bir kesimini bünyesinde barındırmayan, bu birikimin olanaklarıyla taban inisiyatiflerine yönelmeyen bir örgütlülüğün, bırakın gençliğin asli örgütlenmesi olmasını, politik mücadelede asgari bir başarı şansı dahi bulunmamaktadır. Tartışmalarda karşılaştığımız “geleneksel” reformist yaklaşımları da ele almakta fayda var. Geçmişte “kitlenin tümünü kapsayan örgütlenme”leri savunan bu yaklaşım, bugün daha “yaratıcı” bir söylemle “pasosu olan herkese sendika” biçimini almıştır. Oysa mücadelenin en ileri düzeyinde bile örgütlülüğün dışında kalan “ilgisizler” olacaktır. Tartışmanın asıl önemli yanı ise, “bu çalışma henüz birtakım gündemleri işlememelidir, bu onu daraltır” anlayışıdır. 2001 yılında formasyon eylemleri sırasında “kitleyi kırdıracaksınız” söylemleri ile Emek Gençliği’nin “YÖK’e hayır” sloganını engellemeye çalışması bu eğilimin karakteristik bir örneğidir. Elbette gençlik hareketi her dönem, hareketin düzeyiyle uyumlu ve ihtiyaçlarını karşılayabilen çeşitli örgüt biçimleri ortaya çıkartabilir. Subjektivizme ve grupçuluğa düşmeden bu biçimleri somutlamak, hareketin durumunu ve olanaklarını en doğru bir biçimde değerlendirerek örgüt sorununa uygun çözümler bulmak devrimci önderlik sorumluluğu kapsamındadır. Ancak bu, reformist ve devrimci kanatları ile geleneksel sol hareketin örgüt modelleri şablonlarının dışına çıkılarak başarılabilir. Bugün halihazırda devrimci siyasal gençlik gruplarının güncel tartışmaya dönük ilgisi oldukça zayıftır. Çeşitli devrimci gençlik grupları, kendi dar çevreleri ile buluşma sonucunu doğuran şablonlar üretmekle uğraşmak dışında bir şey yapmamaktadır. “Gençliğin politik örgütlenmesi/akademik-demokratik örgütlenmesi” mekanik ayrımı güncel anlamını küçük-burjuva devrimci hareket açısından hala da korumaktadır. Yalnızca bu kısır tabela örgütlenmeleri eskisi kadar cesaretle savunulamamaktadır. Zira geçmişte sınırlı da
Nasıl bir sendika?
olsa kitle desteğine sahip olan bu örgütlenmeler, bugün birçok alanda yaşama olanağı dahi bulamamaktadır.
Öğrenci sendikası nasıl bir araç haline getirilebilir?
Bugün üzerine tartışılan öğrenci sendikası gençlik mücadelesinin “asli örgütlenmesi” olarak tanımlanamaz. En “ideal” görünen bir örgütlenme modeli bile, mevcut hareketle güçlü bir bağ oluşturamadığı, bu hareketin bir ürünü olamadığı koşullarda, yaşama şansı bulamaz. Bugün elbette gençlik mücadelesi içindeki ilerici birikimi asgari ölçülerde kucaklayan bir örgütlenme üstü örtülemez bir ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyaç, örgüt sorununun çözümü üzerine şablonları tekrarlayarak ya da bu şablonlara yenilerini ekleyerek karşılanamaz. “Gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verecek ve mücadeleyi geliştirmeye hizmet edecek bir birleşik örgüt yapısına kavuşması gerçekten arzu ediliyorsa eğer, öncelikle yapılması gereken, bugüne kadarki mezhepçi pratiklerin yürekli bir eleştirisini yapmak ve bunun ürünü tüm yapay ve işlevsiz sözde örgütlerden vazgeçmektir. Gerektiğinde birlikte iş yapabilen, birlikte eylem ve etkinlik örgütleyebilen ilerici-devrimci gençlik güçleri, bunu pekala birleşik bir kitlesel gençlik örgütlenmesi içinde çok daha iyi ve amaca uygun biçimde yapabilirler. İllerden başlayarak bu tür birleşik örgütler kurulabilir ve bunlar bir yandan birimler düzeyinde öğrenci birliği modeline göre örgütlenirlerken öte yandan ülke düzeyinde merkezileşme sorununu çözerler.” Bugün DİSK bürokrasisi tarafından adımları atılan “Genç Sen” de, soruna doğru bir perspektifle yaklaşılması koşuluyla, gençliğin birleşik mücadelesinin örgütlenmesinin bir aracına dönüştürülebilir. Ama bu onun sendika olmasından, bunun yarattığı olanaklardan ya da DİSK’in bu oluşum içerisindeki yerinden kaynaklanmamaktadır. Bugün Genç Sen içerisinde birçok ilerici çevrenin yer alması, henüz anlamlı bir tartışma süreci yaşanamasa da örgüt sorununa dair tartışmaların önünün açılmış olması önemlidir, birleşik mücadelenin geliştirilmesine hizmet etmesi kaydıyla bu olanak değerlendirilmelidir.
“Çeşitli muhalif çevrelerle tartışıp öğrencilere de; “biz sendika kuruyoruz gelin” demek, dışarıdan ve dayatmacı bir tutum olur. Gerçek ihtiyacın bir sendika olup olmadığı, başta öğrenci toplulukları, Öğrenci Konseyleri gibi örgütlerde yer alan öğrencilerle tartışılıp, ancak bu kesimler işin içine katılırsa bir anlam ifade eder. Eğitimin piyasaya açılması süreci ile birlikte özellikle Avrupa ülkelerindeki öğrenci sendikalarının yaptığı eylemler ve kazanımları Türkiye öğrenci hareketi tarafından da yakından izlendi kuşkusuz. Bunları ve gençliğin yaptığı çeşitli kitlesel etkinlikleri dayanak eden DİSK de “bir gençlik sendikası kurma” tartışması başlattı. Genç Sen girişimi henüz yolun çok başında ve bugün sahaya –yani üniversitelere- inmediği için yıkıcı bir tarzda eleştirmeye gerek yok. Ancak bir sendika kurulurken dayanak noktası ne olacak sorusunun açılmaya ve tartışılmaya ihtiyacı var. “Pasosu olan herkese sendika” gibi hoş ve iddialı bir sloganla yola çıkan ve “asla yalnız yürümeyeceksin” diyen Genç Sen girişimcileri henüz yolun çok başındalar.” “Bunlardan ilki ve en önemlisi ‘pasosu olan herkese sendika’” Mustafa Kahveci Genç Hayat, sayı:24
Burada bir kez daha şu noktanın altını önemle çizmek istiyoruz; bu aracın, hangi ad ve biçim altında olursa olsun, gençlik hareketinin güncel ihtiyaçlarına yanıt verebilmesi, onun kitle mücadelesi ile kurduğu ilişkiye bağlıdır. Bu bağ kurulamaz, örgüt kendi içinde amaçlaştırılırsa, “öğrenci sendikası” ne gerçek bir kitle örgütlenmesi haline gelebilir, ne de gençliğin mücadelesini geliştirmede oynaması gereken rolü oynayabilir. Bu çerçevede, gençlik sendikasının öncelikle yapması gereken işlerden biri, gençliğin güncel sorunları çerçevesinde önüne hedefler koymak, geniş gençlik kesimleri ile yerel veya genel ancak somut gündemler üzerinden birleşmeye çalışmak olmalıdır. Bu, DİSK bürokrasisinin örgütsel oluşum üzerindeki etkisini de sınırlayacak bir adım olacaktır. Bu başarılamadığı koşullarda, örgütlenme DİSK’in bürokratik mekanizmalarına sıkışacak, ilerici birikimin öğütülmesine yol açacaktır. Tartışmamıza açıklık getirmek için bir örnek verelim. Yakın dönemde DİSK ve sendika aktivistleri önlerine “sendikanın tanıtımı” eksenli bir tartışma ve çalışma koymuşlardı. Bu süreçte kesinlikle küçümsemediğimiz bazı anlamlı sonuçlar da oluşturuldu. Ancak YTÜ’de yüzlerce kişilik eylem ve etkinlikler gerçekleşirken, öğrencilerin büyük bir kesiminin destek verdiği bir boykot çalışması yapılırken, sendikanın bu süreçle bağ kurmaya, bu dinamizmi büyütmeye çalışması asli bir yaklaşım olmalıydı. Bu başarılamadığı koşullarda, oradaki gündem kaçırılmış, insanlar boykotu tartışırken “bakın arkadaşlar bizim de ne güzel bir sendikamız var” demiş olursunuz. Geleneksel yaklaşımlardan bir diğerine de yeri gelmişken değinelim. Geçmişte reformist gruplarda yaygın olan, son dönemde devrimci çevreleri de içerisine alan bir “kazanımlara kilitlenmeliyiz” tartışması yürütülüyor. Öncelikle şunu belirtelim; gündemler nesneldir, bir örgütün belirlemesinin dışındadır. Gündemleri gerçekçi bir biçimde belirlemek, yakıcı ihtiyaçları tanımlamak anlamına gelir. Bu ise örgütlülüğün gücü, durumu ve olanakları ile ilgili bir tartışma değildir. Buradan bakıldığında, bu “kazanım” tartışmasının yaratacağı sonuç ne olacaktır? Bugünün olanakları düşünüldüğünde, işçi sınıfı hareketinin etkin desteğini almamış bir gençlik mücadelesinin güçlü kazanımlar elde etmesi
olanaklı ancak zordur. Bunun sonucu, “YÖK’ün varlığına, soruşturmalara, ticari eğitime karşı” sessiz kalmak olacaktır. Bunlara sessiz kalan bir örgütlenmenin ilerici dahi olamayacağını geçerken belirtelim. Son olarak şu noktanın altını çizmek istiyoruz. Bu örgütlenmenin bugünün koşullarında öğrenci gençliğin yakıcı sorunlarını işlemesinde de akla aykırı bir yan bulunmamaktadır. Zira bugün gençlik mücadelesinin temel sorunlarından birisi de, politik öznelerin gençlik örgütlenmesinin ve mücadelesinin karşısına bir gündem yığını ile çıkmalarıdır. “Gençlik hareketini politikleştirmek, eğitim sisteminin sorunlarından kopmak anlamına gelmemektedir. Gençliği politikleştirmek bir süreç ise, bu sürecin belirleyici halkasını eğitim sisteminin sorunları oluşturmaktadır. Bugün eğitimin temel sorunları ve bunun genel tanımı olarak ticari eğitim, sistemin temel sorunları ve saldırıları ile güçlü bağlar taşımakta, bu akademik-demokratik mücadelenin hızlı bir biçimde politikleşmesinin olanaklarını ortaya koymaktadır. ‘Çürüyen eğitim sistemi çürüyen düzenin aynasıdır’ şiarı bugün hiç olmadığı kadar açık ve güncel tespitin özlü bir ifadesi olarak tanımlanmalıdır. İşte tam da bu nedenle ticarileşen eğitim sistemine karşı bütünlüklü bir mücadele platformu oluşturmak bugünün gençlik hareketi için yakıcı bir sorundur.”
Buradan bakıldığında, bu “kazanım” tartışmasının yaratacağı sonuç ne olacaktır? Bugünün olanakları düşünüldüğünde, işçi sınıfı hareketinin etkin desteğini almamış bir gençlik mücadelesinin güçlü kazanımlar elde etmesi olanaklı ancak zordur. Bunun sonucu, “YÖK’ün varlığına, soruşturmalara, ticari eğitime karşı” sessiz kalmak olacaktır. Bunlara sessiz kalan bir örgütlenmenin ilerici dahi olamayacağını geçerken belirtelim.
DPG’nin öğrenci sendikası konusundaki açıklaması…
9
“Aynı zamanda bir “hareket” olarak gelişen, taban inisiyatifi ve örgütlenmesi temelinde ilerleyen, esnek, mücadeleci ve dinamik bir sendika örgütleme anlayışımızı sendikanın hak alıcılığı ve sürekliliği açısından başat bir sorun olarak gördük, şimdiye kadarki sendikal faaliyetimizi bu temellere oturttuk. Bundan sonra da fiili mücadeleyle yolumuzu açarak, en geniş öğrenci bileşimine söz ve karar hakkı vererek, kendi hareketi içerisinde büyüyen bir sendikanın kurucu gücü olmaya da devam edeceğiz. Bu bağlamda kendimizi “sorunların somut tanımı ve gerçekçi çözümler” parantezine sıkıştırıp hayallerimizden vazgeçmeyen; “olan olması gerekendir” anlayışıyla sadece “günün” birkaç sorunuyla yetinmeyerek düzen karşıtı bir stratejik mücadele yönelimini de içeren bir sendikal ufuk taşıyoruz. Devrimci öğrenci sendikamızı “tabela” örgütü olarak algılamadık, buraya çıkan her türden oportünist, reformist, ekonomist anlayışla da mücadeleyi bundan önce olduğu gibi bundan sonra da görev bileceğiz.” Devrimci Proleter Gençlik, Sayı: 17
Bugün üniversitelerimizdeki satır, bir kez daha toplumsal yaşamda kurşuna dönüştürülmüştür. Bu kurşun hiç de iktidar sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri gibi “Türkiye”’ye sıkılmamıştır. Bu kurşun açık bir biçimde bu ülkede halkların kardeşliğini savunanlara sıkılmıştır, tıpkı satırların üniversitelerde gelecek ve özgürlük mücadelesi verenlere indirilmesi gibi.
10
Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonundan bugüne üniversitelerde sivil faşist saldırılar kesintisiz bir biçimde sürüyor. Üniversite yönetiminin ve polis teşkilatının açık desteği ile yürüyen bu saldırılar, üniversitelerde devrimci faaliyeti kesintiye uğratmanın, üniversitelerden devrimci değer ve düşünceleri söküp atmanın asli bir yoluna dönüştürülmüştür. Soruşturmalar ve tutuklamalarla beslenen bu saldırı süreci toplumsal yaşamda egemen olan şoven histerinin bir yansıması ve şoven hassasiyetleri üniversitelere de sıçratabilmenin açık birer aracıdır. Neredeyse eş zamanlı bir biçimde gerçekleştirilen faşist saldırıların yaşandığı illerin bir dökümünü yaptığımızda ortaya çıkan şudur: İstanbul ve Ankara’da birden çok üniversitede, İzmir’de, Trabzon’da, Çanakkale’de, Mersin’de, Bursa’da, Konya’da, Zonguldak’ta, Samsun’da faşist saldırılar gerçekleştirilmiş, bu saldırılarda çok sayıda devrimci-demokrat-yurtsever öğrenci yaralanmış ve sonucunda saldırıya uğrayanların büyük kısmına soruşturma açılmış, adli takibat başlatılmış, Mersin’de ise tutuklamalar yaşanmıştır. Toplumsal yaşamın bütününe yaygınlaştırılmaya çalışılan şoven duygulara sırtını yaslayan, toplumun geneline ekilmiş olan düşmanlık tohumlarından güç alan bu saldırılar bundan sonra da devam edecektir. Ancak Hrant Dink katliamının ardından açığa çıkan gerçekler bu saldırıları göğüsleme mücadelesini yürüten anti-faşist bütün kesimler için öğretici olmalıdır. Bugün anti-faşist mücadele mutlak surette antişovenizmin de propaganda edildiği bir bütünlükle yürütülebilmek zorundadır. Bugüne kadar sol hareket içerisinde kırılamayan iki uç eğilim, gerek üniversitelerde devrimci politikaların gençlik kesimlerince sahiplenilmesini sağlayabilmek açısından, gerekse toplumsal yaşamda egemen kılınmaya çalışılan şoven algıyı kırmaya dönük mücadeleye üniversitelerden güçlü bir destek üretebilmek açısından hızla kırılmak zorundadır. Bunlardan birincisi anti-faşist mücadeleyi salt saldırıların çeşitli yollarla teşhirine sınırlayan savunmacı yaklaşımın kendisidir. Böyle bir yaklaşım her bir
saldırının toplumsal bütünlüğünden kopuk kendinden menkul birer vaka olduğu algısının yaratılmasının ötesinde bir sonuç oluşturmayacağı gibi, üniversite içerisinde saldırılar merkezli bir taraflaşma yaratabilme şansından da uzaktır. İkinci eğilim ise, anti-faşist mücadeleyi sivil faşistlerle mücadeleye indirgeyen yaklaşımın kendisidir. Bu yaklaşımın sonucu, bütün bir toplumun, doğal olarak bütün bir üniversite gençliğinin sorunu olan, kaynağını şoven-milliyetçi-kafatasçı burjuva gericiliğinden alan bu saldırıların dar bir grubun sorunuymuş gibi algılanması olacaktır. Oysa herhangi bir sivil faşist saldırı karşısında örülecek mücadele, gençliğin gelecek mücadelesinin bir parçasıdır ve böyle algılanmak, böyle ele alınmak zorundadır. Ne savunmacı ve savsaklayıcı yaklaşımlarla, ne de indirgemeci ve kilitleyici politikalarla bu saldırıların önünün alınması mümkündür. Sorunun çözümü gençlik kitleleri içerisinde, Rakel Dink’in deyimiyle “karanlığın” teşhiri ile, yani şoven-gerici burjuva ideolojisinin teşhiri ile bütünleştirilmiş bir halkların kardeşliği propagandası ile mümkün olacaktır. Çünkü nasıl ki sivil faşist saldırılar bugün 3-5 çapulcunun bireysel kafatasçı algısının ürünü değilse, antifaşist mücadele de bu ölçüde önemsiz bir mesele değildir. Aksine sivil faşist saldırılar toplumun bütününe yayılmaya çalışılan şoven zehrin üniversitelerdeki yansıması, anti-faşist mücadele de toplumdaki genel gericileşmeye üretilecek bir yanıt olduğu için önemlidir. Bugün üniversitelerimizdeki satır, bir kez daha toplumsal yaşamda kurşuna dönüştürülmüştür. Bu kurşun hiç de iktidar sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri gibi “Türkiye”’ye sıkılmamıştır. Bu kurşun açık bir biçimde bu ülkede halkların kardeşliğini savunanlara sıkılmıştır, tıpkı satırların üniversitelerde gelecek ve özgürlük mücadelesi verenlere indirilmesi gibi. İşte bu yüzden bugün üniversitelerdeki tüm anti-faşist güçlerin kilitlenmesi gereken noktayı, üniversitelerde büyütülecek gelecek ve özgürlük mücadelesi ve bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olan halkların kardeşliği şiarı oluşturmaktadır.
Faşis t saldırılar v e so ruş turmalar devam ediyor!
İstanbul Üniversitesi’nde faşist saldırılara karşı öğrenci gençlik alanlardaydı!
Beşiktaş’ta bir öğrenciye sivil faşistlerin saldırmasının ardından 28 Aralık günü DİSK’in katılımıyla bir basın açıklaması gerçekleştirilmiş, açıklamaya 100’ü aşkın kişi katılmıştı. Araya tatil girdi ve tatil dönüşü saldırılar devam etti. 10 Ocak günü Edirnekapı Yurdu’nda bir öğrenci sivil faşistlerce dövüldü. 11 Ocak günü ise Öğretim Üyeleri Derneği üyeleri ile öğrenciler “ÜniversitemeÖğrencime Dokunma” şiarlı bir basın açıklaması gerçekleştirdi. 150 kişinin katıldığı açıklamadan birkaç saat sonra, Beyazıt’ta 7 devrimci-demokrat öğrenciye 20 kişilik bir sivil faşist güruh satırlarla saldırdı. Saldırı sonucunda 3 öğrenci yaralandı. 12 Ocak günü saldırıyı teşhir amacıyla bir basın açıklaması daha gerçekleştirildi. Açıklamaya 100’ü aşkın öğrenci katıldı. Açıklamanın ardından fakültelere dönüldü. Akşam fakülteden 150 kişilik toplu çıkış yapıldı. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği
Üniversitelerimizdeki satır kurşuna dönüştü! Faşizme karşı omuz omuza!
İstanbul Üniversitesi’nde son haftalarda yaşanan faşist saldırıları ve Hrant Dink’in katledilmesini protesto etmek amacıyla 22 Ocak günü Beyazıt Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklaması öncesi fakültede yürütülen çalışmalar ÖGBler ve sivil faşistlerce engellenmek istendi. Basın açıklaması esnasında bu tacizin kendisi de teşhir edildi. Açıklamaya 100’ü aşkın öğrenci katıldı. Özellikle üniversitelerde artan faşist saldırılar ve Hrant Dink’in katli arasındaki bağ vurgulandı. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği
YTÜ yönetimi hak-hukuk tanımıyor!
16 Ocak günü Yıldız Kampusü önünde NTV kanalıyla soruşturmalar ile ilgili röportaj yapan öğrenciler kampüse girmek isteyince özel güvenlikçilerin saldırısına uğradılar. Olay, okuldan atılma cezası alan bir arkadaşımızın mahkeme kararı ile okula geri dönmesine karşın, ÖGB’lerin bu kararı tanımayarak arkadaşımızı içeri almaması ile başladı. O esnada NTV muhabiri ile röportaj yapan öğrenciler, kampüs içine girmek isteyince ÖGB’lerin saldırısına uğradılar. Ancak öğrenciler bu tutum karşısında direnerek okullarına girdiler. YTÜ Ekim Gençliği
YTÜ’de futbol maçına soruşturma!
Yıldız Teknik Üniversitesi yönetimi, soruşturma gerekçesi bulmak konusunda ipin ucunu iyice kaçırmış bulunuyor. Son olarak soruşturmalara karşı yapılan bir futbol maçını gerekçe göstererek 10’dan fazla öğrenciye soruşturma açan rektörlük, traji-komik bir olaya daha imza atmış bulunuyor. YTÜ Ekim Gençliği
11
Cebeci’de faşizme geçit yok!
27 Aralık günü A.Ü Cebeci Kampüsü’nde daha önce 4 öğrenciye satırlarla saldıran faşistlerden birinin Hukuk Fakültesi’ne geldiği öğrenildi. Bunun üzerine kampüs içinde toplanıldı. Çevik kuvvet ise okulun önünde ve çevresinde yığınak yaptı. Sivil polislerle gerginlik yaşanırken faşist, polis koruması eşliğinde okuldan gizlice çıkarıldı. Polis kampusten çıkmadan okulumuzu terk etmedik. Polislerin çekilmesinden sonra, hocalarımızla beraber 80 kişi sloganlarımızla Yüksel Caddesi’ne yürüyerek toplu çıkış gerçekleştirdik.
Uludağ Üniversitesi’nde soruşturma saldırısı
Cebeci Ekim Gençliği
Dönem başında gerçekleştirilen ulaşım zammı protestoları soruşturma terörü ile karşılandı. 19 kişiye açılan toplam 22 soruşturma için saçma sapan gerekçeler gösterildi. Bilinçli olarak dönem sonuna denk gelen soruşturmaların ifade tarihi de tatil ortası.
Bursa Ekim Gençliği
KTÜ’de soruşturma kervanına katıldı!
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde 32 öğrenci hakkında sudan bahanelerle soruşturma açıldı. Genelde basın açıklamalarına katılmak gerekçeleriyle açılan bu soruşturmaların yanı sıra Öğrenci Kolektifi’nden öğrencilere kayıt paralarına karşı çıkmaları gerekçesiyle ceza yağdırıldı.
Trabzon Ekim Gençliği
Mersin'de 12 öğrenci tutuklandı, 75 öğrenciye soruşturma açıldı! Mersin Üniversitesi'nde önce faşistlerin ardından polislerin saldırısına maruz kalan ve gözaltına alınan 65 öğrenciden 12'si, 22 Aralık günü tutukladı. Mersin Üniversitesi öğrencisi 75 kişiye soruşturma açıldı. Soruşturmalar henüz sonuçlanmamasına rağmen öğrenciler üniversiteye alınmıyor.
Konya’da faşistler Kürt öğrencilere saldırdı!
Konya'da sivil faşistler, Kürt öğrencilere demir sopalarla saldırdı. Saldırıda Selçuk Üniversitesi okuyan 3 öğrenci yaralandı. Saldıranların bir kısmının kar maskeli olduğu bildirilirken, saldırıya uğrayan öğrenciler vücutlarının değişik yerlerinden darp aldı.
12
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde soruşturma terörü!
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin Ağrı Eğitim Fakültesi Kampusu’nde 2006 Newroz’u sonrasında açılan soruşturmalar sonucunda 7 öğrenciye yüksek öğretimden çıkarma, 113 öğrenciye ise bir yıl ile kınama arasında değişen çeşitli cezalar verildi.
Koç Topluluğu geçtiğimiz dönemde, Milli Eğitim Bakanlığı ile birlikte, “Meslek lisesi memleket meselesi” başlıklı bir kampanya başlattıklarını duyurdu. Kampanyanın amacını şöyle ortaya koydular: “Koç Topluluğu tarafından Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile başlatılan “Mesleki Teknik Eğitimi Özendirme Programı” çerçevesinde, olanakları kısıtlı ilköğretim mezunu gençlerin sanayi, bilişim ve hizmet sektörüne eleman yetiştiren Meslek Liseleri'ne girmelerinin desteklenmesi, staj olanağı sağlayarak, bilgi, beceri ve yeterliliklerinin artırılması ve ekonominin ihtiyaç duyduğu nitelikli ara elemanların yetiştirilmesi.” Bu kampanya ve amaç kapsamında her yıl 2 bin öğrenci olmak üzere toplam 8 bin öğrenciye burs ve Koç Topluluğu’nun alanla eşleştirilen şirketinde staj yapma olanağı verilecek. 7 yılın ardından bu öğrencilerin tümü mezun edilmiş olacak, burslar ilk yıldan mezun olana kadar, başarı kriterleri yerine getirildiği taktirde kesintisiz olarak verilecek. Burs miktarı 10 ay süreyle 50 YTL olarak verilecek ve enflasyon oranında artış sağlanacak. Bu çerçevede ilk öğrenciler seçildi ve süreç başlatılmış oldu. Sermaye medyası ve Milli Eğitim Bakanlığı da dahil birçok sermaye kurumu ve sözcüsü kampanyayı büyük bir coşkuyla karşıladı. Gazetelerde, televizyonlarda tam sayfa ilanlar ve reklamların yanında burjuva kalemşörleri Koç Topluluğu’nu alkışlamaktan geri durmadılar. Diğer holdingler için de örnek olması temennilerinde bulundular. Sermayenin attığı adımlar salt meslek liselerini kapsamıyor. Bir bütün olarak eğitim alanında köklü dönüşüm çabasının bir ürünü. Sermaye devleti uzun yıllardır eğitimde ticarileşme adımlarını atmaya, eğitimi piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Üniversitelerin üniversitesanayi işbirliği adı altında sermayenin talanına açılması, özel okulların sayılarının artırılması, paralı eğitim uygulamaları vb. bu ihtiyaçların birer ürünü. Eğitimde piyasa koşullarının yaratılması ve piyasanın ihtiyaçlarının karşılanması yolunda atılan adımların en önemlilerinden birisini ise meslek liseleri oluşturuyor. Bugün meslek liselerini
“memleket meselesi” ilan ederek atılmaya çalışılan adımın gerisinde, eğitim alanındaki bu toptan dönüşümün meslek liseleri cephesini örme ve meslek liselerini sermayenin nitelikli işgücünün karşılanabileceği yegâne alanlar haline getirme gayreti var.
1. bölüm
Kapitalist gelişme nitelikli işgücü ihtiyacını artırıyor!
Kapitalizm koşullarında sürekli gelişen teknoloji nitelikli, teknik işgücü ihtiyacının artmasına yol açıyor. Kapitalist rekabet ise bu işgücünün ucuza karşılanması ihtiyacını doğuruyor. Bu nedenle kapitalistler bu kalifiye işgücünü yaratma yolunu tutuyorlar. Gelişen teknolojiyle beraber ihtiyaç duyulan nitelikli işgücünü yaratabilmek için, işgücünü niteliğe göre sınıflandırma yoluna giden (çırak, kalfa, tekniker, teknisyen, mühendis vs.) büyük kapitalist devletler (ABD, Avrupa ülkeleri) bir dizi proje hayata geçirdiler ve hala da yeni yönelimler içerisindeler. Nitelikli işgücünü yetiştirebilmek ve sürecin maliyetini en ucuza indirmek için Mesleki Teknik Eğitim’i geliştirerek gereksinim duyulan işgücünü karşılamaya çalışıyorlar. Emperyalist devletler sermaye ihraç ettikleri bağımlı ülkelere de piyasa koşullarına göre işgücü yetiştirilmesini dayatıyorlar. Gerek bu dayatma, gerekse bağımlı ülke kapitalistlerinin nitelikli fakat ucuz işgücü ihtiyacı mesleki eğitimi “memleket meselesi” haline getiriyor. Bugün sürekli palazlanan ve emperyalizme göbekten bağımlı olan Türk burjuvazisi de dünya kapitalizminin ihtiyaç duyduğu yenilenmelere ayak uydurma gayreti içinde. Ülkede birçok alanda yatırımı bulunan yabancı sermayenin ihtiyaçları ve kendi ihtiyaçları, ucuz, nitelikli, teknik işgücünü yaratabilmesini dayatıyor. Bunun en iyi yollarından biri de Mesleki Teknik Eğitimi geliştirmek olarak görülüyor. Kısacası, bugün yapılmaya çalışılan, eğitimin piyasanın koşullarına göre yeniden yapılandırılması ve şekillendirilmesidir.
DEVAM EDECEK...
13
14
Onları hiç görmemiş olabilirsiniz. İsimlerini biliyorsunuzdur ama tanışma şerefine erişememişsinizdir. Ama eninde sonunda onları tanıma imkânını dersliklerde, amfilerde değil ama gazete manşetlerinde yakalayabilirsiniz. Gönül ister ki araştırmaları bilimsel bir yayında çıkmış olup, kendilerini makalelerinin üstündeki resimlerden tanısak… Derslere gelmemelerinin nedenleri de bununla ilişkili olarak yoğun olmaları, bilimsel, toplumsal sorunlar için uğraş vermeleri olsa. Ama ne yazık ki, böylesi bir yoğunluk, akademisyenlerimiz, profesörlerimizin yaşamlarının çok dışında. Onlar yoğunlar ama ormanları yağmalayanları aklamak, su havzaları üstüne yapılan inşaatlar için bilirkişi raporları hazırlamak gibi uğraşlarından dolayı yoğunlar. Son olarak profesörlerimizin adlarını Acarİstanbul tartışmalarında duymuş olduk. Hâlbuki konuya biraz vakıf olanların aklına ilk gelen, genelde bu tür işlerin arkasında arazi mafyasının olduğudur. Ama hayır, binlerce ağacın katledilmesini sağlayan cahil cühela, para hırsından gözü dönmüş mafya değil, üniversitelerimizde bilimsel araştırmalar yürütmesi gereken akademisyenler, profesörler… Acarİstanbul projesi için ön izni bulunan Acarlar’ın, kesin izin başvurusunun Orman Bakanlığı tarafından reddedilmesinin ardından Beykoz 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 11.12.2002’de tespit davası açılır. Heyette, Türkiye’nin “elit” üniversitelerinin uzmanları yer alır. “İnceleme ve araştırmalarını” detaylı bir rapor haline getiren heyet, mahkemeye 25.12.2002’de ‘yapı ruhsatı verilmesinde yasal açıdan bir sakınca bulunmadığı’ yönündeki raporu sunar. Ve tablo bilindiği gibi; doğal SİT arazisi içinde (Beykoz ormanı) konumlandığı için sınırlı ölçüde (%6) inşaat yapılması öngörülürken, bu sınırın %60’ları bularak “bir miktar” aşılması ve orman arazisinin yok edilerek yapılaşmanın sağlanması olur. Acarİstanbul sadece bir örnek. Ama bugün üniversitelerden kapı dışarı edilmiş olan bilimin ve böyle bir atmosferde içi boşaltılmış bilim insanı kavramının çarpıcı bir teşhiridir. Yoksa orman, tarım alanı ve içme
suyu havzası içinde kalan bölgeye F1 pistinin, Rumeli Feneri mevkiindeki devlet ormanı içinde 160 hektarlık alana bahçe duvarı ruhsatı ile Koç Üniversitesi’nin, Ömerli’deki orman ve tarım alanı üzerine sahte planlarla villalar inşa edilmesi için yasal kılıf hazırlayanlar, Bergama’da siyanürlü altın aramanın halkın sağlığını etkilemeyeceğini söyleyenler, İstanbul’un planlamasını yaparak “kentsel dönüşüm” adı altında yeni rant alanları yaratanlar bu ülkenin okumuş yazmışları. Bize çok uzakmış gibi gözükseler de, aslında çok yakın olan, derslerimize giren daha doğrusu kendileri daha “önemli” işlerle meşgul olduklarından asistanlarını gönderen profesörlerimiz… Üniversiteler toplumda her zaman güven duyulan kurumlar olagelmiştir. “İnsanlık için var olan bir kurum” imajı ciddi temellere oturmuş, toplumların bu kuruma duyduğu güven de üniversiteleri burjuvazinin ideolojik savaşı için etkin bir silah haline getirmiştir. Bu çerçevede, üniversiteleri toplumsal sistemden, sınıf ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Kapitalizmde üniversiteler hiçbir zaman özgür biçimde, toplumsal fayda için bilim üreten kurumlar olmadı. Dahası ideolojinin yeniden üretim alanlarından biri olma vasfını üstlendiler. Akademisyenler de farkında olarak ya da olmayarak bu sistemin hegemonyası altında hareket ediyorlar. Özelikle güncel planda eğitimin ticarileşmesinin giderek boyutlandığı, bilimsel araştırmaların yerini sermaye için teknoloji üretiminin aldığı koşullarda, profesörlerimiz de engin bilgilerini öğrencileriyle paylaşmak yerine, burada harcayacakları vakti, bilirkişi raporları düzenleyerek telafi ediyorlar. Tabii ki bu raporlar onlara bir villa, bir cip olarak geri dönüyor. Bilirkişi, sözlükte “konusunda uzmanlaşmış” ifadesiyle karşımıza çıkabilir. Ama kapitalizmin sözlüğünde bu sözcüğü; “nereden, nasıl çıkar sağlayacağını, işini bilen, akademik birikimini, dolara mı yoksa gayrimenkule mi dönüştüreceğini hesaplayan” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.
Mühendislik insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. Ancak sanayi devrimi ile insanlığın önüne açılan yeni dönem, karmaşıklaşan üretim süreçleri ve toplumsal sınıflaşmaya paralel olarak üretimdeki unsurlar arasındaki hiyerarşi mühendis tanımında bazı değişikliklere yol açsa da, mühendisin yetişme sürecini yeni bir tanıma soktu. Kafa ve kol emeğini ayıran kapitalizmin öncesinde üretim, tasarım ile fiili üretimi tek bir kişide topluyordu. Yani “Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, emek süreci de el emeğini kafa emeği ile birleştirmektedir“ (Karl Marks, Kapital C.I, Sol Yayınları, s.520) Üretim, bir bütün halinde üretimden sorumlu kişide başlıyor ve bitiyordu. “Her emek sürecinin sonunda, daha önceden işçinin zihninde [imgeleminde] başlangıç halinde var olan bir sonuç elde edilir”( Marx, age, s.194) Örneğin zanaatçı bütün iş sürecinin bilgi ve becerisine sahiptir. Dolayısıyla zihinsel faaliyetle bedensel faaliyet iç içe geçmektedir. Tüm denetim üreticinin kendisine aittir. Bu ilkel üretim biçimini dağıtan ise manifaktür oldu. Kapitalist işbölümünü başlatan manüfaktürde çok sayıda işçi bir sermayedarın iradesi altında ilk kez toplanıyordu. Endüstriyel işbölümü ise, makinenin devreye girmesiyle gündeme geldi. Mühendis ise endüstriyel işbölümünün ürünüdür. Artık karmaşıklaşan üretim mümkün olan en küçük parçalara ayrılarak teknoloji kullanımının en basit hale indirgenmesi esas noktayı oluşturuyordu. Maddi üretimin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması makine temeli üzerinde yükselen büyük sanayi tarafından tamamlandı. Yani üretimde “kafa emeği” ve “kol emeği” birbirlerinden ayrıldı. “İşçilerin karşısına bir başkasının malı ve egemen bir güç olarak çıkan maddi üretim sürecinin akıl ve zekâ ile ilgili yönleri, manüfaktürdeki iş bölümünün bir sonucudur. Bu ayrılma, kapitalistin tek bir işçinin karşısına, birleştirilmiş emeğin bütünlüğünün ve iradesinin temsilcisi olarak çıktığı basit elbirliği ile başlar. İşçiyi parça-işçi halinde bölük eden manüfaktür içinde gelişir. Ve bilimi, emekten farklı bir üretken güç haline getirerek sermayenin hizmetine veren modern sanayi içinde tamamlanır.”( Marx, age, s.375) Mühendise, daha doğrusu eğitilmiş bir “tasarımcıya ve denetçiye” duyulan ihtiyaç kafa ve kol emeğinin ayrıştırılmasının ardından arttı. Karmaşıklaşan makineler ve sürekli ilerleyen ve
bilim ve teknolojinin üretimde taşıdığı ağırlık mühendisin yetişmesinde daha önceden izlenen yollardan biri olan usta-çırak ilişkisini yok etti. Akademik bir eğitim zorunlu hale geldi. Açıktır ki, bu eğitimin kendisi de hiçbir zaman bu mesleğin ihtiyaçlarından, doğal olarak bu ihtiyaçların belirleyicisi olan hâkim sistemden bağımsız olmadı. Bu belirleyiciliği anlatabilmenin en kısa yolu kapitalizmin mühendise biçtiği rolü anlamaktan geçiyor. İş süreçleriyle ilgili uygulamada etkin olan düşüncelerin babası Taylor’dur. Bazı yaklaşımları güncellense de, Taylorizmin iki unsuru üretimde temel belirleyiciliklerini korumaktadır: Birincisi niteliksizleştirme, yani iş süreçlerine ait bütün bilginin, o süreçlerden arındırılarak başka bir bölümde, işletme yönetimi denilen bölümde yoğunlaşması, emek süreçlerinin niteliksizleştirilmesi; ikincisi, denetimin merkezileştirilmesi, bütün denetimin, yönetimin, inisiyatifin, karar verme süreçlerinin, iş süreçlerinden arındırılması. İş süreçlerinden elde edilen bilgiyi temsil eden, onu devralan ve o bilgiyi yeniden o iş süreçlerinin daha da rasyonalize edilmesi için kullanan kişi de mühendistir. Bu çerçevede mühendislik konusunda çeşitli tanımlamalar oluşturulmuştur. ABET (Accreditation Board of Engineering and Technology - Mühendislik ve Teknoloji Akreditasyon Kurulu) tanımı: “Mühendislik; eğitim, deneyim ve uygulama ile edinilen matematik ve doğa bilimleri bilgisinin, doğal güç ve kaynakların insanlık yararına ve sürdürülebilirlik ilkeleri dikkate alınarak ve mühendislik etiği gözetilerek kullanılması için yöntemler geliştirme uğraşıdır.” CNISF (Fransız Mühendisler ve Bilim İnsanları Ulusal Konseyi) tanımı: “Mühendis, toplumun beşeri, toplumsal ve ekonomik öğelerini göz önünde bulundurarak; belirtilmiş bir gereksinime; kararlaştırılmış rasyonel kriterlerden hareketle; mümkün olan en iyi yanıtı vermek üzere; kişiler, soyut veriler ya da maddi araçlar organizasyonu sistemini tasarlamak; gerçekleştirmek ya da işletmek için, bilimsel ya da teknik ağırlıklı bilgi ve yetenek kullanan bir ekonomik öğedir.” Biri Avrupa, diğeri ise ABD patentli iki temel tanımda da toplumsal fayda, sürdürülebilirlik gibi gösterişli cümlelere yer verilmektedir.
ODTÜ ile başlayan bu sürece hızla İTÜ, Boğaziçi ve Türkiye’de yeni üniversite tanımının “öncüsü ve laboratuvarı” Bilkent dahil olurken, birçok üniversite de katılma yönlü çabalar içerisinde. Kulağa güzel gelen akreditasyon türküsünün en sık tekrarlanan nakaratı olarak Amerikan sistemi olan ABET şu an bu işin en gözdesi konumunda.
15
16
Ancak ikisi de mühendisi edilgen bir kimlik olarak tanımlamış, ya kriterlere ya da ilkelere hapsetmiştir. İlk bakışta bilimin en etkin olarak kullanılmasından sorumlu olan mühendis açısından anlaşılabilir tanımlamalar olarak gözükse de, esasta bu kurumların aynı zamanda mühendisin yetişme sürecini, yani mühendislik eğitiminin ilke ve kriterlerini belirlemeye aday, hatta ulaşabildikleri alanlarda belirleyici kurumlar oldukları gerçeği, tanımların üzerini örten “toplumsal fayda” buğusunu dağıtmaktadır. Akreditasyon bahanesi ile başlayan daha iyi mühendislik eğitimi türküsü şu sıralar üniversitelerde de çok moda. Ulusal düzlemde bile bir akreditasyon sağlanamamışken emperyalizme akreditasyonda üniversitelerimiz sıraya girmeye başladı. ODTÜ ile başlayan bu sürece hızla İTÜ, Boğaziçi ve Türkiye’de yeni üniversite tanımının “öncüsü ve laboratuvarı” Bilkent dahil olurken, birçok üniversite de katılma yönlü çabalar içerisinde. Kulağa güzel gelen akreditasyon türküsünün en sık tekrarlanan nakaratı olarak Amerikan sistemi olan ABET şu an bu işin en gözdesi konumunda. Daha önceki tartışmalarla olan bağlantısını açıklamak için ise yetkin-uzman-profesyonel mühendislik gibi tanımlamaların Amerikan sistemi kökenli olduğunu söylemek yeterli olacaktır. ABET en yalın haliyle ABD hükümeti tarafından mühendislik derecesi veren kurumları akredite etmeye yetkili tek kurum olarak tanımlanabilir. Yani söylenenlerin aksine ABET’e akredite olamazsınız, sadece “denk” kabul edilebilirsiniz. ABET’in akreditasyon kriterlerine uyan üniversitelere verdiği belge “substantial equivalency” adıyla anılan denklik belgesidir. Çünkü esasta ABD sınırlarına hâkim kurumdur. Bu yüzden ABET’in istediği birkaç basit şartı yerine getirirseniz bu denkliği alabilirsiniz. Ancak, ABET’ten denklik belgesi alanlar aynı AB tartışmalarında olduğu gibi kandırılmaktadır veya kandırmaktadır. Bu kriterler daha iyi bir eğitimin önünü açan düzenlemeler içermemektedir. Tersine bozulan müfredatlar eğitimin yapısını tamamen değiştirmektedir. Temel mühendislik bilgisine dair derslerin saatleri, sayısı ve kredisi iki katına çıkartılırken, disiplin dersleri ya azaltılmakta ya da tamamen kaldırılmaktadır. Böylece oluşan boşluk, eğitim sonrası sürece ertelenerek yetkin mühendislik tartışmalarında uzun uzadıya söylediğimiz stajyerlik, sınav ve
yetkinlik dizgisinin içinde çözülmek istenmektedir. Akreditasyonla yurtdışında tanınan üniversitelerden mezun olanları bekleyen büyük iş olanakları olduğu söylenmektedir. Bu koca bir yalandır. Amerika’ya gidip elinizde denklik belgesine dayanan işe yaramayan bir diploma ile belki bir benzin istasyonunda pompacılık yaparsınız. Amerikan rüyası kriterlerine göre küçük de olsa o benzin istasyonunun patronu olma şansınız olmasına karşın, Kaf Dağı’nın ardındaki umutların size selamı ile yetinerek yaşamak zorunda olduğunuz onlarca yılı ABET’e ve yurdunuz yetkinlik kurumuna küfrederek geçirebilirsiniz. Yani hem ABET’li bir okuldan mezun olacaksınız –her okulun buna uyum sağlamadığını da söylemek gerekiyor- hem de gerekli şartları yerine getirip mühendis olacaksınız. Bu yalana söyleyenlerin bile inandığını düşünürsek, öğrenciler açısından yarattığı çekim kuvvetinin boyutlarını anlayabiliriz. ABET’ten denklik alan bir eğitim kurumunun bunu açıktan duyurması şartlara aykırı olduğu halde ABET’li reklamların üniversitelerin tüm tanıtım materyallerini kuşatmış durumda olması, bu belge ile bulandırılan beyinleri açıklamak için yeterlidir. Daha önce üzerine birçok şey söylediğimiz “Mesleki Yeterlilik” ile başlayan süreç temelde üniversite sonrasını anlatsa da, eğitim alanındaki yansıması da eğitimin değişen içeriği olmaktadır. ABET bu çerçevede sadece bir göstergedir. Amaç, müfredatları da “yetkin mühendislik” uygulamasına uygun hale getirmektir. İlginçtir ki bunca akredite olmuş okul ve bunların bölümleri varken Türkiye’nin hiçbir üniversitesi yapılan değişik sıralamalarda yer almamaktadır. Oysa teorik olarak sıralamada yer alan diğer üniversiteler ile örneğin bir ODTÜ denk olarak gözükmektedir. ABET, üniversitelerde sıraların veya sınıfların veya tuvaletlerin güzelleşmesinin ötesinde bir gelişmeyi öngörmemektedir. Amaç, güdükleşen bir mühendislik eğitimi ile “Mesleki Yeterlilik” uygulamasını hayata geçirmektir.
Güvercin Kasapları’nın sefaleti
Haluk G erge r
İngiliz RESPECT Partisi’nin İrlanda asıllı Genel Başkanı Gallowey, “İngiliz İmparatorluğu o denli geniş ki, üzerinde güneş batmıyor” dediğinde, babasının, “çünkü Tanrı ona karanlıkta hiç güvenmiyor da ondan” diye yanıt verdiğini anlatıyor. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından gerçekleştirilen bilinç karartması saldırısı, sağıyla-soluyla, liberaliyle-tutucusuyla, egemenlerin ve hizmetlilerinin ne denli bir insani/ahlaki karanlık içinde olduklarını bir kez daha gösterdi. Üç olgu, kendisine insanım diyenlerin gözünden kaçmamış olmalı. Birincisini, en son Mustafa Koç’tan duyduk. Bu liberal işadamı, Hrank Dink’in katlini, “Türkiye’ye atılmış bir kurşun” olarak nitelemiş. Bunu, sağdan sola, iktidarda ya da muhalefette, pek çok siyasetçi de söyledi. Gazetelerde ve televizyonlarda da, liberalinden faşistine, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler aynı savı dillendirdiler. İkinci olarak, bu Şark kurnazları, pireden yağ çıkarma misali, cenaze törenini, “dünya kamuoyuna Türkiye’yi olumlu gösteren güzel bir mesaj” olarak kullanma yolunu seçtiler. Üçüncüsü, Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere, bütün resmi, yarı-resmi ve gayrıresmi odaklar, yine sağından soluna, liberalinden tutucusuna, hatta düpedüz faşistine, “menfur olay”dan Türkiye adına ve lehine bir “diplomatik atak” oluşturmaya giriştiler. Bütün bunlar, cinayeti neredeyse kaçınılmaz kılan sosyo-politik ortamı, ideolojik-kültürel atmosferi ve ruhi şekillenmeyi yıllardır bilinçli bir biçimde oluşturanların, yani asıl sorumluların “timsah gözyaşları” ile sulandırılmış bir ortamda yapıldı. Yıllardır her fırsatta kin kusarak kaba kışkırtıcılık yapanlar, bu kez, timsah gözyaşlarıyla gözbağcılığına soyundular. Açık bir biçimde, korkmadan, lafını sakınmadan temel gerçeği ifade etmek gerekiyor: Bu ve benzeri cinayetlerin ardında, kışkırtıcı ve azmettirici olarak, kendi yasam tarzlarını, ayrıcalıklarını, düzenlerini korumak amacıyla her gün toplumu şovenizmle zehirleyen, milyonlara militarizm aşılayan odaklar var; medyada, üniversitede, siyasette, bürokraside, iş âleminde yuvalanmış düzenin sahipleri, hizmetlileri, tetikçileri var. Onlar, onyıllardır, kendi çocuklarını Amerika’da, Avrupa’da okumaya gönderirken, yoksulluk ve yoksunluktan bunalttıkları “aşağı sınıf”tan gençlerin bilinçlerini zehirliyor, ruhlarını teslim alıyor, cinayet makinelerine, kendi cinayet şebekelerinin tetikçilerine dönüştürüyorlardı. Giderek, faşist katiller üreten bir devr-i daim makinesi yarattılar; tarihini, yeni taze kanla yıkamaya yönelik hastalıklı çarpık bir mantık üzerine, kurumlarıyla, kültürüyle, araçları, egemenleri ve hizmetlileriyle, derinler derini devletiyle, psikolojik savaş aygıtlarıyla, cinayet makineleriyle Türkiye kapitalizminin düzenini böyle biçimlendirdiler... Bilerek, önceden tasarlayarak ve eyleme dönüştürerek... Hrant Dink’e sıkılan kurşunlar, “Türkiye’ye atılmış kurşun”lar değildi. Onların yarattığı, yoksulluğa, yoksunluğa, geriliğe tutsak edilmiş, şovenizme ve militarizme tapınan, şiddete müptela tetikçilerin ve asıl önemlisi, bu timsah gözyaşlarını döken egemenlerin ve hizmetlilerinin elbirliğiyle yarattıkları Türkiye’nin insanlığa sıktığı kurşunlardı Hrant Dink’in vücuduna saplanan mermiler. Bu nesnel tespitleri yapmadan, karanlıkları aydınlığa çıkarmaya olanak yok., Rakel Dink’in cenaze töreninde dediği gibi, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz.”
Yıllar önce şair (Tahsin Saraç) onları yazmıştı. Hrant Dink’in “güvercin yüreği”ndeki kana susamış güvercin kasaplarını:
Güvercin Kasapları
Yel ulur kar tozdurur bir kış Yazı yabanda şu sıra içimiz. Oysa sevmelerin ustasıyız biz Bir de alçaklıklarla kavganın. Alıcıkuş kesiliriz ve de ense kökünde Göğsümüzdeki o sıcak güvercini Kara dirgen elleriyle Boğmaya kalkışanların. Neden, güvercin kasapları, barışımıza kan bularsınız Öyle kötüsünüz ki İki gözden dört ölüm bakarsınız Tabanca gibidir tabanca Sevgilenmemiz de vuruşmamız da Ya yürek dalında patlar Ya da bir alın çatında. Ne ki çok kez dalaşmaktansa Acıdan yükünü tam almış Güçlü bir katır gibi Vururuz yalnızlık yokuşumuza. Neden yolunuz bu denli ıramış güzellikten Öyle bataklıksınız ki Bir çiçek düşü bile geçmemiş içinizden.
17
18
Bundan yaklaşık iki yıl önceydi. O zaman da Adalet Bakanı olan C. Çiçek, yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Bu, Türk milletini arkadan hançerlemektir. Keşke Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim.” (Milliyet, 24 Mayıs 2005) Bakanın bahsettiği Boğaziçi Üniversite’sinde düzenlenmesi planlanan “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” Konferansıydı. Bakanın aba altından gösterdiği sopanın ardından konferans ertelenmek zorunda kalmış, konferans aylar sonra Bilgi Üniversitesi’nde Kerinçsiz çetesinin saldırıları altında gerçekleştirilmişti. Adalet Bakanı’nın o sözleri şimdi boşlukta yankılanıyor: “Türk milletini arkadan hançerlediler.” Arkasından dökülüveriyor birer birer geçmişimizin korkunç fotoğrafları, kanları kurumamış daha... Neler, kimler yok ki o fotoğrafların arasında? Maraş katliamı ve o sırada emniyet müdürlüğü yapıyor olan içişleri bakanımız var mesela. Bahçelievler’in acısı var. Siyah beyaz televizyonda 12 Eylül’ün postalı duruyor hala. Ve sonra linççi vatandaşların milli hassasiyetleri var. Şemdinli’nin iyi çocukları, Susurluk’un Mercedes’i, satırlarıyla üniversiteleri kana boğan insan kasapları var... Şanlı Türk milletinin haysiyetini koruyan koskoca 301, milli hassasiyetlerin bekçisi medya, elhamdülillah Müslüman Bülent Ersoy, Allaha bin şükür Türk ırkından olan Sivaslı Cindy var... “Ermeni gelini gibi kırıtmak” diye deyimler, “Ermeni dölü” diye küfürler var. En sevdiklerimize aklımıza dahi getirmeye korktuğumuz eziyetleri yapan işkenceciler, Türkiye’nin gurur duyduğu caniler, kırmızı halılarla kahramanlar gibi karşılanan katiller var... Çocukluğumuzun hatırası; yan yana dizilmiş, ‘ölü olarak ele geçirilen’ teröristler var... Kurtlar Vadimiz, Polat Alemdar’ımız var... Maskeli Beşler Irak’larımız, Emret Komutanımız var. Anaokulundan itibaren beynimize kazınan düşmanlarımız ve bizleri düşmanlardan kurtaran atalarımız, vatanımızı düşmanlara karşı eli tetikte bekleyen askerlerimiz var... Ve daha buraya sığdırılması mümkün olmayan yüzlercesi, binlercesi var... Ardarda okunması dahi tahammül sınırlarını zorlayan bu liste, hayatımızın bir özeti gibi aslında. Her biri bugünümüze kalınca bir çizik atıyor. Bu kanlı korkunç fotoğraf albümünün bir yerlerine Hrant Dink’in ayakkabıları da eklendi ne yazık ki. O da boğazımızda acımızla öfkemizin birbirine karıştığı bir yumru şimdi, tıpkı diğerleri gibi. Rakel Dink “Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim...” demişti cenaze töreninde. “Bir bebekten katil yaratan karanlık”, bu fotoğrafların arasında duruyor. Kabul etmeyen, itiraz eden herkese
dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecek Polat Alemdar müsveddeleri yetiştiren, işte o karanlık. Ogün Samast’ı cezaevinde alkışlarla karşılayanlar, onunla hatıra fotoğrafları çektirenler; yeni katillerin, yeni kanlı fotoğrafların habercisi değil mi? Mesaj kutularımıza ölüm tehditleri gelmese de bu hepimize yapılan bir ölüm tehdidi değil mi? Hepimiz Ermeniyiz diye yürüyen yüzbin kişi bu ölüm tehdidine, sindirme politikasına karşı çıktı. Yüzbinlerce insan, Kurtlar Vadisi’nin puslu havasını solumak istemediklerini söyledi. Medyanın da, Başbakanın da, tüm diğerlerinin de, meseleden bir anda çark etmesi ve “Ermeni miyiz, ne münasebet” çıkışı bu büyük tepkinin yarattığı tedirginlikten kaynaklanıyor. Çünkü birileri bu kanlı fotoğrafları, bu puslu havayı çok seviyor. SHOW TV’nin böyle bir zamanda, tüm tepkilere rağmen ‘Kurtlar Vadisi Terör’ denilen ucubeyi yayına sokmasının da bundan başka sebebi yok. “Ya sev ya terk et” nidaları yükseliyor sağdan soldan. Hrant Dink, aldığı tüm tehditlere rağmen sürgüne gitmeyi seçmedi. Son yazılarından birini şöyle bitirmişti: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Ama dediği gibi olmadı. İşte yine onlar, dünya kaç bucak gösterdiler, kendilerince, hepimize. C. Çiçek’in Türk milletini sırtından hançerlediler dediği konferansın konuşmacılarından birisi de Hrant Dink’ti. Hrant Dink, konuşmasında başından geçen bir olayı anlattı. Fransa’da yaşayan yaşlı bir kadın, tatil için gittiği Sivas’taki köyünde hayatını kaybetmiş, köyden insanlar da yakınlarına ulaşması için Dink’i aramışlar ve yaşlı kadının kızı annesini almak üzere Sivas’a gitmiş. Şöyle anlatıyor Hrant Dink; “ ‘Abi’ dedi ‘Ben getireceğim ama burada bir amca var bir şeyler diyor’ dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya ‘Neden ağlatıyorsun kızı’ dedim. ‘Oğlum’ dedi ‘Bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu dedim.’ Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.” O, eşinin dediği gibi, çocuklarından, torunlarından, sevdiklerinden ayrıldı ama ülkesinden ayrılmadı. Su çatlağını buldu. Dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek isteyenlere inat, faşizme karşı omuz omuza uğurladık onu. Dünyanın her bucağında aynı acıların yaşandığını biliyoruz, ama korkmuyoruz karanlıklarından, çünkü dünyanın kaç bucak olduğunu biliyoruz. Hrant Dink’in anısına, saygıyla... H. Ezgi
Hrant Dink’in katledilmesi ülkenin dört bir yanında lanetlendi...
İstanbul:
İstanbul’da 19 Ocak’ta, 10 bini aşkın kişinin katıldığı bir eylemle, Taksim Meydanı’ndan Hrant Dink’in katledildiği AGOS Gazetesi’ne yüründü. 22 Ocak’ta Kartal’da 50, Gülsuyu’nda ise 70 kişinin katıldığı eylemler gerçekleştirildi. 23 Ocak’ta ise son yılların en kitlesel eylemi gerçekleştirildi. 100 bini aşkın kişinin katıldığı yürüyüşte AGOS gazetesi önünden Yenikapı’ya (8 km) yol yüründü. Üniversiteliler eyleme birleşik bir kortejle katıldılar. Beyazıt’ta buluşan üniversiteliler Vezneciler yolunu keserek gerçekleştirdikleri yürüyüşle eylemcilerle buluştular.
Ankara:
Hrant Dink’in katledilmesi üzerine 19 Ocak’ta düzenlenen yürüyüşe 1000 kişi katıldı. 20 Ocak’ta ise Yüksel Caddesi’nde 1000 kişilik bir basın açıklaması yapıldı. 21 Ocak’ta yine bini aşkın kişinin katılımıyla bir eylem gerçekleştirildi. 23 Ocak’ta ise Sakarya Meydanı’nda başlayan eyleme 5000’i aşkın kişi katıldı. Ayrıca 26 Ocak’ta Mamak’ta 120 kişinin katıldığı bir eylemle katliam protesto edildi.
İzmir:
19 Ocak’ta 700 kişi Büyükşehir Belediyesi’ne yürüdü. Burada Dink’in anısına mumlar yakıldı ve karanfiller bırakıldı. 20 Ocak’ta yine Büyükşehir Belediyesi’nin yanında bir eylem yapıldı. Eyleme yaklaşık 1500 kişi katıldı. 23 Aralık’ta ise 2000 kişi ile yürüyüşlü bir basın açıklaması gerçekleşti.
Adana:
20 Ocak’ta İnönü Parkı’nda toplanan 300 kişi, trafiğin tek şeridini kapatarak Hrant Dink yürüyüşü gerçekleştirdi. 23 Ocak’ta ise Çakmak Caddesi girişinde toplanan 300 kişilik kitle caddeyi kapatarak İnönü Parkı’na kadar süren bir yürüyüş gerçekleştirdi.
Eskişehir:
Hrant Dink’in öldürülmesi 20 Ocak’ta yürüyüşlü bir basın açıklamasıyla protesto edildi. Açıklamaya yaklaşık 60 kişi katıldı. Aynı gün ÖDP tarafından bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Çok sayıda kurumun destek verdiği açıklamaya 230 kişi katıldı.
Bursa:
19 Ocak günü Bursa’da AVP Tiyatro önünde bir eylem gerçekleştirildi. Oldukça coşkulu geçen eyleme 100’ü aşkın kişi katıldı.
Trabzon:
Hrant Dink’in öldürülmesi, 21 Ocak’ta basın açıklamasıyla protesto edildi. 23 Ocak günü ise geçen yıl öldürülen Rahip Andrea Santaro’nun görev yaptığı Santa Maria Kilisesi’ne yürüyüş yapıldı, bu yürüyüşe yaklaşık 100 kişi katıldı.
Samsun:
Hrant Dink’in katledilmesi Samsun’da 20 Ocak’ta basın açıklaması ile protesto edildi. Eyleme yaklaşık 50 kişi katıldı.
Zonguldak:
20 Ocak’ta Zonguldak’ta Hrant Dink’in katledilmesi ile ilgili bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Çok sayıda kurumun ortak örgütlediği eyleme katılım zayıftı.
Edirne:
21 Ocak’ta Edirne’de postane önünde basın açıklaması ve oturma eylemi gerçekleştirdi. Eyleme 200’e yakın kişi katıldı.
Kayseri:
21Aralık’ta Kayseri’de bir basın açıklaması yapıldı. İHD’nin düzenlediği açıklamaya çok sayıda kurum destek verdi.
Antakya:
Hrant Dink’in katledilmesine karşı 22 Ocak’ta Samandağı’nda Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’nden gelenlerin de katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. 23 Ocak günü ise, Antakya’da yaklaşık 450 kişinin katıldığı bir meşaleli eylem gerçekleştirildi.
Dersim:
Dersim’de Hrant Dink’in öldürülmesi yoğun kar yağışı altında protesto edildi. Eyleme 500 kişi katıldı. Açıklamanın ardından Hrant Dink anısına bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.
Malatya:
Hrant Dink’in katledilmesi, doğduğu yer olan Malatya’da da lanetlendi. 21 Ocak günü Hrant’ın doğduğu Çavuşpaşa Mahallesi’ne meşalelerle yüründü. Eyleme yaklaşık 1000 kişi katıldı.
Diyarbakır:
Hrant Dink’in öldürülmesi, 21 Aralık günü Eğitim-Sen Diyarbakır Şubesi tarafından yapılan oturma eylemiyle kınandı. 5 dakikalık oturma eyleminin ardından açıklama okundu ve eylem bitirildi.
Mersin:
Mersin de Hrant Dink için bir anma etkinliği düzenledi. Anmaya 400 kişi katıldı.
19
“Gençlik yayınlarının gençlik hareketinin sorunlarına bu yabancılaşması, gerçekte gençlik gruplarının harekete yabancılaşmasının bir yansımasından başka bir şey değildir. Haliyle bunun kendisi de ortadaki sorunların önemli bir başka boyutu durumundadır. Bunu gençlik hareketindeki kısır döngünün nedenlerinden biri olduğu kadar sonuçlarından biri olarak da görmek gerekir. Dönemsel olarak kendini gösteren hareketlenmelere zamanında, yerinde ve amaca Ekim Gençliği’nin 100. sayısı nedeniyle gençlik içerisinde devrimci yayın faaliyetinin yöntemi, sorunları ve hedefleri üzerine bir tartışma uygun düşen devrimci yaparak, bu temelde Ekim Gençliği’nin mevcut yayın çizgisini ve hedeflerini müdahalelerde bulunma başarısı tanımlamaya çalışacağız. Zira 100 sayılık açık yayın faaliyeti ve öncesinde illegal bir biçimde sürdürülen yayın faaliyeti, bu faaliyetteki süreklilik ve gösteremeyenler, çok geçmeden nitelik Ekim Gençliği’ni diğer gençlik yayınlarından ayırmakta, ortaya çıkardığı durulan ve daralan hareket devrimci yayıncılık birikimini aktarmasını, devrimci gençlik faaliyeti açısından da anlamlı kılmaktadır. gerçeği karşısında çaresizliğe Günümüzde gençlik yayınları temel bir çizgi ve misyon sorunu ile karşı ve giderek umutsuzluğa karşıya bulunmaktadır. Bu aslında yayın faaliyetlerinin hedefsizliğini aşan bir sorun düşmekte, bunun etkisiyle içe olarak, devrimci ilerici çevrelerin gençlik mücadelesi ile kurduğu bağı, bu bağın hedefsizliğini ifade etmektedir. kapanmakta, gençlik Öte yandan, geniş gençlik kesimlerinin politika ile kurdukları bağın zayıflığı, hareketinin sorunlarından devrimci yayıncılık faaliyetini bu kesimler için bir yük ya da düzensiz ve hedefsiz bir aktivite haline getirmektedir. Bugün düzenli bir yayın periyoduna, hedefli bir yayın olduğu kadar gençlik çizgisine sahip olan çok fazla gençlik yayını bulunmamaktadır. Bu durum, devrimci kitlelerinin kendisinden de gençlik mücadelesinin gelişmesi için en etkin araçlardan birisi olan devrimci gençlik yayınlarının ve bu yayınlara ilişkin tartışmaların önemini bir kat daha arttırmaktadır. kopmakta, terimin bu anlamında adeta Gençlik içerisinde devrimci yayın gettolaşmaktadırlar. Ta faaliyetinin önemi ki bu durumda Gençlik hareketinin biriken sorunlarının çözümünün temel engellerinden birisi, gençlik değişikliğe yol açacak hareketine egemen olan apolitizm ve bunun ürünü kendiliğindenciliktir. Bu sorun aşılmadığı yeni bir hareketlenme koşullarda, gençlik hareketi içerisinde politik süreci canlandıracak düşünsel bir tartışma sürecinin oluşması olanaksızdır. şu veya bu gelişmeye “Gençlik yayınlarının gençlik hareketinin sorunlarına bu yabancılaşması, gerçekte gençlik bağlı olarak bir kez gruplarının harekete yabancılaşmasının bir yansımasından başka bir şey değildir. Haliyle bunun kendisi de ortadaki sorunların önemli bir başka boyutu durumundadır. Bunu gençlik hareketindeki daha kendiliğinden kısır döngünün nedenlerinden biri olduğu kadar sonuçlarından biri olarak da görmek gerekir. baş gösterene Dönemsel olarak kendini gösteren hareketlenmelere zamanında, yerinde ve amaca uygun düşen devrimci müdahalelerde bulunma başarısı gösteremeyenler, çok geçmeden durulan ve daralan hareket kadar.
20
gerçeği karşısında çaresizliğe ve giderek umutsuzluğa düşmekte, bunun etkisiyle içe kapanmakta, gençlik hareketinin sorunlarından olduğu kadar gençlik kitlelerinin kendisinden de kopmakta, terimin bu anlamında adeta gettolaşmaktadırlar. Ta ki bu durumda değişikliğe yol açacak yeni bir hareketlenme şu veya bu gelişmeye bağlı olarak bir kez daha kendiliğinden baş gösterene kadar. Bu tipik bir apolitikleşmedir, kelimenin en tam anlamında bir kendiliğindenciliktir ve kuşkusuz her şeyden önce politikasızlığın, gençlik hareketinin durumuna, sorunlarına ve ihtiyaçlarına ilişkin sağlam ve dinamik bir bakıştan ve perspektiften yoksun olmanın bir ürünüdür.” Bir hareketin düşünsel üretimi onun politik üretiminin yansısı, aynı zamanda da politik üretimini güçlendiren temel araçlardan birisidir. Bu durum çoğu zaman gereğince gözetilmemekte, ideolojik/politik üretim ve yeniden üretim, geleceğin bir sorunu olarak tanımlanmaktadır. Oysaki bugünün gençlik hareketinin dinamik bir tartışmaya, ideolojik-politik üretkenliğe duyduğu derinlemesine ihtiyaç kör gözlerin dahi görebileceği bir açıklıktadır. Buna rağmen sergilenen duyarsızlık sorunun çözümünü zorlaştırmakta, apolitik atmosferi derinleştirmektedir. Devrimci bir gençlik yayını kendi ideolojik konumlanışı gereği bulunduğu alanın politik sorunlarını merkeze koymak, kendi başarısını bu sorunlara dönük oluşturduğu çözümler üzerinden tanımlamak zorundadır. Bu başarılamadığı koşullarda yayının temel misyonu zaafa uğrayacaktır. Yayınlar kendi işlevlerini, oluşturdukları kimlik ve bu kimlik üzerinden ortaya çıkan sonuçlar üzerinden tartışmalıdırlar. Bu açıdan devrimci yayın faaliyeti, öncelikle politik alanın sorunlarına dair devrimci çözümler oluşturmak durumundadır.
Ekim Gençliği’nin 100. sayısı…
Bugün gençlik mücadelesinin mevcut tablosunun bir ürünü, üstte bahsettiğimiz yapısal zaafların bir sonucu olarak iki eğilim öne çıkmakta, bu eğilimler devrimci gençlik yayınlarını temel misyonundan uzaklaştırmaktadır. Zaten zayıf olan devrimci gençlik yayını bilinci bu eğilimlerin etkisi ile daha da etkisiz bir biçime sürüklenmektedir. Birincisi, hareketin mevcut tablosu gerekçe gösterilerek yayınların popülerleştirilmesi, bu temelde geniş kitlelerle bağ kurmasını sağlamaktır. Bu bakış reformist veya devrimci kanatları ile geleneksel hareketteki baskın eğilimi ifade etmektedir. Elbette yayının geniş kesimlere ulaşması, bu temelde devrimci ilerici politikanın geniş kesimlere aktarılması temel bir sorundur. Ancak bu soruna dönük oluşturulan çözüm politik yönlendirici misyonun terk edilmesi ile başarılamaz. Geleneksel hareketteki bu eğilim tek başına devrimci yayın faaliyetinde karşımıza çıkmamaktadır. Kitle çalışmasında “afişler, bildiriler artık kitleler için bir şey ifade etmiyor, sol yeni yöntemler bulmalıdır” türünden söylemlerin yayın cephesinden bir tekrarından ibarettir. Ve bu söylemin sahiplerinin bulduğu en yaratıcı biçim “kokart takmak” olabilmektedir. İkincisi ise aydınca eğilim ve tartışmaların ürünü olarak, yayının, gençlik alanının özgün sorunlarından kopmasıdır. Bugün bir kısım gençlik yayını “aydınlar üzerine tartışmalar” yaparak “ülkenin aydınlanmasını”, “bu temelde bir sosyalist aydınlanma sağlayabileceğini” düşlemekte, yayını bu hedefe kilitlemektedirler. Bu eğilimin sahipleri akademik alanın elit ve entelektüel kimliğine yaklaşırken, devrimci yayın faaliyetinden koptuklarının, gençlik alanının özgün sorun ve ihtiyaçlarına yanıtsız kaldıklarının farkında dahi olmamaktadırlar. “Aydınca eğilimler ve özentiler içinde dünya ve toplum olayları üzerine olur olmaz herşeyi tartışmaya pek hevesli görünen bazı gençlik yayınlarının en az tartıştığı sorunların başında bizzat gençlik hareketinin kendi sorunları gelmektedir. Bu bile kendi başına mevcut durum hakkında bir fikir vermektedir. Daha çok küçükburjuva devrimci-demokrat bir çizgide bulunan gençlik yayınlarının durumu bu açıdan fazlasıyla umut kırıcıdır. Bunlar güya gençlik çalışmasına ve hareketine yönelik olarak çıkarılan yayınlardır. Bu özgül konumları gereği de öncelikle ve özellikle gençlik hareketinin sorunları üzerinde yoğunlaşmak durumundadırlar, başka türlü bir işlevleri ve
dolayısıyla varlıklarının bir anlamı kalmaz. Ama yineliyoruz, yıllardan beridir ve hâlihazırda, bu yayınların en az ilgilendikleri konulardan biri bizzat gençlik hareketinin kendi durumu ve sorunları olmaktadır.”
Merkezi politik bir gençlik yayını olarak Ekim Gençliği
Ekim Gençliği 15 yıla yaklaşan legal ve illegal yayın faaliyeti sürecinde, sayısız soruna, baskı ve zora rağmen ciddi bir kesinti yaşamadan komünist yayın faaliyetini sürdürme başarısı göstermiştir. Bu başarı elbette ki komünist gençlik çalışmasının olduğu kadar, bu çalışmasının ardındaki asli gücün, partinin başarısıdır. Partinin müdahaleleri ve yönlendiriciliğinin yarattığı olanaklarla komünist yayın faaliyeti, bugün gençlik alanı içerisinde anlamlı bir politik ve ideolojik birikim oluşturmuş durumdadır. Elbette bu başarı nedensiz değildir. Zira komünist hareket ilk çıkış sürecinden bu yana gençlik sorunu ile ilgilenmiş, gençlik hareketinin genel toplumsal muhalefet ve işçi sınıfı hareketi ile kurduğu ilişkiyi bütünsel bir biçimde tanımlamıştır. Bu yaklaşımların bir sonucu olarak gençlik alanına dönük çalışmalar, tüm zorlanmalara karşın başlatılmıştır. Ekim Gençliği’nin Kasım 1995’te çıkan ilk sayısında, “Dönemin devrimci önderliğini yaratabilmek” başlıklı yazıda, devrimin zaferi için gençliği düzene karşı verilen mücadeleye kazanmak hedefi açık bir şekilde konulmakta ve ardından şu iddia eklenmektedir: “Devrimin zaferini kendi cephemizden örgütlemek için başarmaya mecburuz. Başaracağız da!” Bugün halen aynı iddia ile komünist gençlik faaliyeti ve bu temelde oluşturulan yayın faaliyeti kesintisiz bir biçimde sürmektedir. Komünist bir gençlik yayını öncelikli olarak iki temel nokta üzerinden kendi konum ve kimliğini tanımlamak, bu temelde yayın çizgisini oluşturmak zorundadır. “Komünist gençliğin mücadelenin bütün dönemlerini ve alanlarını kesen en öncelikli görevi, gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmektir.” Komünist gençliğin gençlik içerisindeki misyonunun bu yalın tanımı Ekim Gençliği
21
22
yayınının siyasal çizgisini ve misyonunu belirleyen temel noktadır. Komünist gençlik örgütlenmesinin yayın faaliyeti açık ki, komünist ideolojik-politik kimliği gençlik alanına taşıma sorumluluğuna sahiptir. Bu açıdan Ekim Gençliği yayınının öncelikli hedefi gençlik içerisinde komünist politikanın yaygınlaşması, gençliğin emekçi kesimlerinin komünist politikalar çerçevesinde işçi sınıfının devrimci eyleminin ve programının bir parçası haline getirilmesidir. Ekim Gençliği tüm yayın dönemi boyunca bu temel hedefin ve misyonun taşıyıcısı olmanın haklı gururunu taşımış ve gelecekte de bu onurlu misyonu layıkıyla yerine getirmenin çabası içerisindedir. Ekim Gençliği henüz ilk çıkış döneminde temel ve güncel bir hedef olarak “dönemin devrimci önderliği yaratmak” hedefini kendine bayrak edinmiştir. Bu, onun komünist kimliği ve hedefleri ile dolaysız bir bağ taşımaktadır. Gençlik alanında komünist politikaları hayata geçirmeye çalışan bir yayın, öncelikle hareketin temel sorun ve zaaflarına çözüm oluşturmaya kilitlenmek zorundadır. İşte bu
kilitlenmenin ifadesidir “dönemin devrimci önderliğini yaratmak” iddiası. Yayının niteliğini, kimliğini ve bunların hepsinden öteye gençlik alanındaki varlığını bu özlü ifade açıklıkla tanımlamıştır. Bugün halen bu iddianın güncel taşıyıcıdır, Ekim Gençliği. Zira sorun halen çözülmemiştir. Ancak o günden bu yana yaratılan değerler bugün gelinen yerde komünist gençliği ideolojik-politik bir kimlik olarak gençlik hareketi içerisinde etkin bir yere taşımıştır. Ekim Gençliği bir ideolojik-politik kimlik olarak gençlik mücadelesi içerisindeki yerini almıştır. Elbette mükemmel olarak değil, bu iddiaların hakkını verebilecek bir açıklığa ve güvene sahip olarak. Ekim Gençliği, komünist gençlik çalışmasının merkezi politik önderlik aracıdır. Onun temel işlevi budur. Tüm diğer görev ve hedefler bu temelde ele alınmak, başarılar veya başarısızlıklar bu temelde tartışılmak zorundadır. Merkezi bir politik önderlik aracı, açık ki yerelleşmiş sorunlara sıkışarak değil, gençliğin geniş kesimlerinin sorun ve ihtiyaçlarına yanıt vermek, bu süreçte oluşturduğu politikaları
merkezileştirmek zorundadır. Merkezi gençlik yayınını bültenlerden ve diğer yerel araçlardan ayıran temel yan burasıdır. Geniş gençlik kitlelerinin politik sorunlarını tanımlamak, bu sorunları soyutlamak merkezi bir yayının temel işlevidir. O nedenle Ekim Gençliği, yerel sorunları, gündemleri, çalışma deneyimlerini işlemekle beraber, tüm bunlara merkezi politik hedefler çerçevesinde yön vermeye çalışmak zorundadır.
Daha profesyonel bir yayın için!
Öncelikle bu başlığın yol açabileceği bir takım tartışmalara açıklık getirmek yerinde olacaktır. Ekim Gençliği yayını merkezi bir yayın olarak daha profesyonel bir niteliğe kavuşmak zorundadır. Bu, komünist gençlik çalışmasının ve bu temelde yayın faaliyetinin eğitsel misyonundan uzaklaşmak değil, aksine bu misyonu daha güçlü yerine getirebilmek içindir. Zira profesyonel bir yayın çalışması, geniş gençlik kesimlerinin komünist politikalara kazandırılması, öte yandan da komünist kadroların çok yönlü eğitimi için daha etkili bir araç olacaktır. Bu elbette, yayın faaliyeti ile pratik faaliyet arasında oluşturulacak bir işbölümü anlamına gelmemektedir. Zira Ekim Gençliği herhangi bir yayın değil, komünist bir gençlik örgütlenmesinin yayınıdır. Ancak örgütün tümünden beslendiği ve onu dinamik olarak beslediği ölçüde bir değer ve anlam taşımaktadır. Mücadelenin gündelik sorun ve ihtiyaçları ile ne kadar güçlü bağ kurulursa, yayın hedeflediği misyonu o ölçüde güçlü bir biçimde yerine getirecektir. Bu anlamda Ekim Gençliği mücadelenin aracıdır, amatör ruhunu buradan almaktadır. Bu başlık kapsamında yayının bir takım sorun ve eksiklerini tanımlamaya, bu temelde yayının daha geniş gençlik kesimlerine ulaşmasının sorunlarını tartışmaya çalışacağız. Birinci nokta yayının içeriğine ilişkin yetersizlik ve sorunlardır. “Gençlik hareketinin özgün sorunlarını işlemede hala da yetersiz kalabilmesidir. Bu belli sorunlar ve gündemler üzerinden hali hazırda başarıyla yapılmaktadır. Fakat bir dizi başka sorun hala da gerekli düzeyde bir yoğunlaşmaya konu edilememektedir. Gençlik hareketinde sürmekte olan tıkanıklığı kırmanın çok yönlü sorunları, bu çerçevede kitleselleşme sorunu, örgütlenme sorunları, gençlik hareketi içinde özel bir ağırlığı olan ve önünü tıkayan reformizme karşı etkili mücadele, burada bu konuda ilk akla gelenler. Gençlik yayını iyi bir hazırlıkla bu sorunların üzerine gitmeyi başarabilirse eğer, inanıyoruz ki bu onu özel bir ilgi konusu haline getirecek, gençlik hareketi içinde ona kendine özgü bir yer kazandıracaktır.” Gençlik hareketine ilişkin güncel plandaki tüm değerlendirme ve yaklaşıma rağmen bu alandaki yetersizlikler, gençlik hareketinin güncel tablosu içerisinde şu ya da bu yayınla bir kıyaslamayı değil, kendi hedef ve amaçlarımızla aramızdaki mesafenin yetersizliklerini tanımlamaktadır. Bu sorunun çözümü kadrolaşmada alınan mesafeyle ilişkilidir. Zira
gençlik sorununun bütünsel bir bakışla kafa yoran ne kadar birikimli kadroya sahipseniz, o kadar başarılı sonuçlar oluşturabilirsiniz. Yine de bu noktada asgari olanaklara sahip olduğumuzu, ancak bu olanakları yeterince zorlamadığımızı açıklıkla belirtebiliriz. Bu açıdan, 100. sayımızla beraber, hareketin biriken sorunlarına dair değerlendirmelerimizi sistemli bir biçimde oluşturacağımız dosyalarla güncellemeye ve derinleştirmeye çalışacağız. Sorunun bir diğer önemli yanı ise yerel ve merkezi politik bütünlüğün yeterince etkili bir biçimde oluşturulamamasıdır. Ne kadar çok özgün politika oluşturabilen yerel örgüte sahip olabilirsek, bu alanlarda gençlik mücadelesinin sorunlarına ilişkin isabetli değerlendirmeler yapılabilirse, bu alanda ortaya çıkan sorunların çözümü için de öncelikli adım atılmış olacaktır. Zira dinamik bir örgütsel yapı, yerel ve merkezi politika ve bu politikaların sorunları arasında dinamik bir bağ kurabilmelidir. Örnek vermek gerekirse, faşist saldırılar ve anti faşist mücadele üzerine gençlik yayınımızda temel bir yöntemsel çerçeve çiziliyor. Herhangi bir yerelde sorun ortaya çıktığında, yayında yapılan değerlendirmede çizilen hedefler açısından ne tür adımların atıldığı, soruna ilgili alanımızın nasıl yaklaştığı bir deneyim olarak aktarılmak zorundadır. Bu sürekli bir biçimde yapılabildiği koşullarda, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verme noktasında bir bütünlük sağlanabilecektir. Yayının temel başlıklarından birisi de ülke ve dünyadaki güncel gelişmelerdir. Bu gelişmeler doğal olarak toplumun bir parçası olan gençliği de etkilemekte, gençlik mücadelesi zaman zaman – savaş dönemi olduğu gibi- bu gündemler üzerinden etkili çıkışlar yapabilmektedir. Bu açıdan yayın ülke ve dünyadaki gelişmeleri sistemli bir biçimde işlemek, bu sorunlara dair komünist politikaların, olanaklı olduğu yerlerde ise özgün gençlik politikasının oluşturulmasını sağlamak zorundadır. Bu açıdan iki temel sorunu tanımlamak yerinde olacaktır. Birincisi, Ekim Gençliği her şeyden önce bir gençlik yayınıdır ve onun temel sorunu gençlik sorunudur. Bu çerçeveden kopmadan yaşanan gelişmeleri değerlendirmek yayının öncelikli sorunudur. İkinci ise, bu gündemleri bir yığın olarak gençliğin karşısına çıkartmak yerine, gençlik mücadelesi ile kurdukları özgün ilişkinin belirleyiciliğinde bu gündemleri işlemek zorundadır. Bu ise gençlik hareketinin içsel ve dışsal gündemleri arasındaki bütünlüğü etkili bir biçimde kavramak, gençliğin karşısına hareketin ihtiyaçlarına yanıt veren bir bütünlükle çıkmaktır. Yayının sorunlarından bir diğeri ise çok yönlülük sorunudur. Komünist bir gençlik yayını devrimci hareketin tarihinden ve deneyimlerinden kültür ve sanat sorunları ve gündemlerine, bilim ve bilimsel gelişmenin verilerine kadar geniş bir alanda, geniş kesimlerin ilgisini çeken sorun ve gündemleri işlemeyi hedeflemelidir. Bu alanda bugüne kadar belli bir başarı sağladığımız kuşkusuz. Ancak önümüzdeki dönem bu noktada daha etkili adımlar atmak, yönlendirici müdahalelerde bulunmak gerekmektedir. Yayın 100. sayı ile beraber bu alanda daha kalıcı ve
Zira Ekim Gençliği herhangi bir yayın değil, komünist bir gençlik örgütlenmesinin yayınıdır. Ancak örgütün tümünden beslendiği ve onu dinamik olarak beslediği ölçüde bir değer ve anlam taşımaktadır. Mücadelenin gündelik sorun ve ihtiyaçları ile ne kadar güçlü bağ kurulursa, yayın hedeflediği misyonu o ölçüde güçlü bir biçimde yerine getirecektir. Bu anlamda Ekim Gençliği mücadelenin aracıdır, amatör ruhunu buradan almaktadır.
23
24
sürekli bir yayın çizgisi oluşturmayı hedefleyecektir. Yayının bir başka kusuru, sosyalist propaganda alanındaki zayıflık olarak kendini göstermektedir. “Sosyalist propaganda elbette olur olmaz genel ve soyut bir sosyalizm propagandası yapmak demek değildir. Bu propagandadan çok sloganlaştırma olur ve kendi başına herhangi bir somut etki yaratmaz. Sosyalist propaganda, ele alınan sosyal, politik, ekonomik ya da kültürel her sorun üzerinden kapitalizmin onulmaz çözümsüzlüğü sergilenirken, bilimin ve tarihin verilerinden yararlanarak sosyalizmin bu aynı sorunlardaki çözümlerini anlaşılır ve ikna edici biçimde ortaya koyabilmek demektir. Bu ise sorunun öneminin farkında olmanın ötesinde, sağlam bir bilimsel ve tarihsel kavrayış ve birikim gerektirir.” Dolayısıyla, bu alanda alınacak mesafe de eğitim ve kadrolaşma sorunuyla bağlantılıdır. Yayının bir diğer sorun alanına, gençliğin üniversiteliler dışındaki diğer kesimleri ile buluşma sorununa da kısaca değinelim. Bugün için gençlik yayınımız temel hedefi doğrultusunda gençliğin bütün kesimlerinin sorun ve ihtiyaçlarını olanakları ölçüsünde işlemektedir. Ancak yayın ve çalışma alanları arasında daha etkili ve dinamik bir ilişkiyi öncelikle liseli gençlikle kurabilir. Liseli gençliğin merkezi yayın faaliyeti başarılı bir biçimde sürmekte, onun gündelik sorun ve ihtiyaçlarına etkili bir biçimde bu yayın aracılığı ile yanıt verilmektedir. Ancak bu olanak, liseli gençliğin gündemlerinin, liseli gençlik çalışmasının sorunlarının Ekim Gençliği’nde işlenmesi ihtiyacını ortadan kaldırmamakta, aksine çalışmanın yaygınlaşması ile beraber bu ihtiyaç günden güne artmaktadır. Bu açıdan liseli gençlik çalışmasının gündemleri, sorun ve ihtiyaçları Ekim Gençliği sayfalarında sürekli bir biçimde yer bulmak durumundadır. Ekim Gençliği’nin liseli genç komünist faaliyete yön veren bir politik yayın organı haline gelmesi halen önemli bir sorundur. Bu başarılabildiği koşullarda, Ekim Gençliği’nin liseliler cephesinden etkin kullanımının olanakları sağlanmış olacaktır. Merkezi bir liseli yayının var olduğu koşullarda bu kullanımın ileri kesimlerle sınırlı kalması anlaşılır bir durumdur. Ancak sorun bu açıdan da etkili ve sürekli bir çözüme kavuşabilmiş değildir. 100. sayı
ile birlikte bu sorunun çözümlenmesi, Ekim Gençliği’nin daha sistemli ve hedefli bir katkı ile liseli gençlik mücadelesinin de etkili bir politik yönlendirici aracına dönüştürülmesi gerekmektedir. Tüm bu başlıkları bütünleyen son iki sorunu tanımlayalım. Bunlardan birincisi, yayına yazan yoldaşların gelişmesi, öte yandan çalışma içerisinde daha geniş bir yazar ağına ulaşabilme sorunudur. Yazarların gelişmesi bütünsel bir eğitim sürecini gerektirmektedir. Bu alanda atılacak sistemli adımlar, sorunu aşmayı kolaylaştıracaktır. Ancak sorunun çözümünde önemli olan yanlardan birisi de kişilerin kendilerini sürekli ve sistemli bir biçimde yayının ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmesi sorunudur. Bu açıdan da kolektiflerin yazarların gelişmesini sağlayıcı müdahalelerde bulunması önemlidir. Son olarak, yayının dağıtımı, okur ağının yaygınlaşması ve bu kesimle kurulan ilişkinin niteliği sorununa değineceğiz. Bu açıdan yayınımız halen ihtiyaç duyduğu başarıyı yakalayabilmiş değildir. Bu yayının tüm diğer sorunlarını kesen başlıca sorunlardan birisidir. Yayını daha geniş bir kesime ulaştırmak, yayının ulaştırıldığı okurlarla düzenli tartışmalar yapmak, bu temelde yayını ve gençlik politikalarımızı geniş kitlelerle buluşturmak yayının öncelikli hedefi olmak zorundadır. Gençlik yayınının tirajı gençlik çalışmasının gidişatıyla, çalışmanın kitleler içinde ve genel olarak siyasal yaşamda etkinliği ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Dolayısıyla sorunun kalıcı ve istikrarlı çözümü, gençlik çalışması ve etkisinin büyümesindedir, kitlelerle bağların geliştirilip güçlendirilmesindedir. Politik yayının etki alanını genişletmek, onun daha geniş çevreler tarafından izlenmesini sağlamak önemli bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır. Bu konuda bizi zorlayan birkaç noktaya açıklık getirmek gerekiyor. Yerel yayınlar, mesleki yayınlar vb. politik yayın organımızın kullanımını zaman zaman zaafa uğratmakta, hatta çalışmamızın asli aracı diğer araçlar gerekçe gösterilerek kullanılmamaktadır. Bunun anlaşılır bir yanı bulunmamaktadır. Zira Ekim Gençliği merkezi politik yayın olarak, komünist gençlik çalışmasının asli yayınıdır. Tüm öteki yayınlar, alanlara ve bölümlere ulaştırılan popüler bülten ve gazeteler, farklı misyon ve amaçlarla hazırlanan araçlardır. Bunlar arasında, zorlanma nedeni ile de olsa, tercih yapamayız. Bu temelde 100. sayımızla beraber yerel okur toplantıları yapmak, bunları süreklileştirmek hedefindeyiz. Öte yandan, açık yayın satışlarını, kent merkezlerinde, lise önlerinde ve üniversite içlerinde yaygın olarak gerçekleştirmeye çalışacağız. *** 100. sayımızla beraber yayının biriken sorunlarına çözüm oluşturmaya çalışacağız. Burada tanımladığımız sorunların çözümü, genç komünistlerin bu alanda iddialarına ne kadar uygun bir yaklaşım ve tutum sergileyeceklerine bağlıdır. Bu başarılabildiği koşullarda, komünist gençlik yayını geniş gençlik kesimlerinin etkin bir mücadele aracına dönüştürülebilecektir.
Dünyanın bütün dillerini konuşuyoruz! “Komünist bir siyasal örgüt tüm politik ve örgütsel süreçlere kendi siyasal ve sınıfsal misyonu temelinde bakmak, kadrolarının güncel pratik süreçlerde bu misyonun belirleyiciliğinde hareket etmesini sağlamak zorundadır. Bu başarılamadığı koşullarda güncel kazanımların orta ve uzun vadede süreklileşme şansı bulunmamaktadır. “Biz genel olarak devrimci değil, fakat komünist devrimcileriz. Bu fark hiç de etikete değil, fakat tümüyle dünya görüşüne, politik kavrayışa ve pratik davranışa dayalıdır. Üzerinde titremenin önemi de buradan gelmektedir. Ayrım çizgilerinin açık seçik olmasına özen göstermek, genel bir devrimci söylem ve pratik içinde kendine özgü kimliğimizin kararmasına izin vermemek, tam da komünist gençliğin gençlik hareketi içinde yerine getirmesi gereken özel önderlik rolüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İlkinde ne denli özenli ve tutarlı davranılırsa, mücadele ilişkilerine ve gereklerine ilişkin bu ikinci alanda da o denli başarılı olunabilir. Komünist gençlik kendine özgü konumunu, bunun tüm öteki sol siyasal akımlardan farkını anlamaz, sindirmez ve gerekleri doğrultusunda üzerine düşenleri yerine getirmek için yeterli çabayı ortaya koymazsa eğer, zaten gençlik hareketi içinde herhangi bir özel önderlik rolü de oynayamaz.” Ekim Gençliği yayının 100. sayısını çıkartmış bulunuyoruz. 100 sayılık bir yayın faaliyeti, 15 yıllık bir gençlik mücadelesi deneyimine denk düşüyor. Yılları bulan gençlik mücadelesi deneyimi içerisinde Ekim Gençliği, her dönem gençlik hareketi içerisinde işçi sınıfı devrimciliğinin temsilcisi olma misyonunun gereklerini yerine getirmiş, taşıdığı kimliğin sorumluluğu ile hareket etmiştir. Bugün 100. sayımızla beraber başlatmış olduğumuz kampanyanın kendisini de bu kimlik ve bu kimliğin yüklediği sorumluluğun gerekliliklerini gözeterek gündemleştirmiş bulunmaktayız. İlk olarak şu noktayı belirtmeliyiz:
“Dünyanın bütün dillerini konuşuyoruz!” şiarıyla başlattığımız kampanya çalışmamız, 100. sayı vesilesiyle girişilmiş bir yayın tanıtım faaliyetinin sınırlarını aşan bir kapsama sahiptir. Elbette yayının tanıtımı ve geniş bir okuyucu kitlesiyle buluşabilmesi de gözetilen hedefler arasındadır. Ancak kampanyanın esas hedefi, bugün dünya ölçeğinde ekilen halklar arası düşmanlık tohumlarının karşısında halkların kardeşliği şiarını yükseltmek ve gençlik alanında bu eksende bir taraflaşma yaratabilmektir.
Yaşasın halkların kardeşliği!
Halkların kardeşliği şiarını yükseltmek, halklar arası kardeşleşme bilincini yaratma mücadelesinin sürükleyicisi olmak bugün hiç olmadığı kadar güncel bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Yaşadığımız coğrafya bu ihtiyacın güncelliğini ve yakıcılığını çarpıcı bir biçimde açığa çıkartmaktadır. Sırasıyla Afganistan, Irak ve Lübnan’da yaşananlar, Filistin ve Kürdistan’da biraz önceki tarih dizgisinin bütününe yayılan katliamlar, bütün bu katliam ve kıyımın arka planını oluşturmak, meşrulaştırmak adına sermaye düzenince girişilmiş uluslararası bir yaygınlığa sahip propagandalar ve bu propagandaların yarattığı güçlü etki… Yakın dönemde Hrant Dink’in katledilmesi ve “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı üzerine süren giden tartışmalar… Bütün bunlar düşünüldüğü ölçüde, bizi bize kırdırmalarına bir dur demenin, katliamları sonlandıracak gücü açığa çıkartmanın, birlik ve dayanışmayı büyütmenin en temel yolunun güçlü bir kardeşleşme çağrısından, bu uğurda harcanacak çabadan geçtiği açıktır. Halkların kardeşliği şiarı bir temenninin formüle edilişinden çok ötededir. Bu şiar en dar anlamıyla ezilen ulusların kurtuluşa giden yoldaki kader birliğini ifade eder. Tarih emperyalistkapitalist sistem karşısında direnen halkların
25
zaferleriyle doludur. Bu direniş ve zaferler 20. yüzyılın başından günümüze kadar uzanan uzun bir zaman dilimi içerisinde yaşanmış ve yaşanmaktadır. 20. yüzyılın başında sömürgeci kölelik koşulları içerisinde yaşayan halklar Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin sağladığı muazzam itilimle her yerde emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ayağa kalktılar. Uzun ve zorlu mücadelelere, ödenen ağır bedellere karşın bu süreçte büyük bir zafer kazandılar. Aynı sahne yine 20. yüzyıl içerisinde faşizme karşı halklar cephesinden büyütülen ve anti-faşist zafere bir dizi halk devriminin de eklendiği mücadele sürecinde de canlandırılmıştır, zafer bir kez daha direnen halkların olmuştur. Yine aynı yüzyıl Büyük Çin Halk Devrimi’nden Vietnam’daki küçük insanların devleştiği direnişe, Cezayir halkının kurtuluş mücadelesinden Güney Afrika’nın kara tenli halkının ırkçılık karşısında yazdığı mücadele destanına kadar bir dizi direniş ve zafere sahne olmuştur. Dönüp bugüne baktığımızda karşımıza çıkan yine koca bir direnişin resmidir. Ortadoğu’da Filistin’in yarım asrı geçkin bir süredir sürdürdüğü direnişe aynı coğrafyada Irak, Afganistan, Lübnan halkı eklenmiş, emperyalist-kapitalist sistemin saldırdığı her alan, bu sisteme karşı mücadele bayrağının dalgalandırıldığı alanlara dönüştürülebilmiştir. Bugün Latin Amerika, bugün Nepal, bugün halklara yoksulluk ve sefaleti dayatan neo-liberal politikalar karşısında Avrupa ve Amerika’da emekçiler emperyalist-kapitalist sisteme karşı direnişe geçmektedirler.
Mücadelenin dili birdir!
“Emperyalist küreselleşmeye devrimci proletaryanın yanıtı devrimci enternasyonalizm, çözümü dünya devrimi ve sosyalizmidir. Üretici
26
güçlerin bugünkü uluslararasılaşma düzeyi, proleter sınıf mücadelesi ve proletarya devrimi için son derece güçlü bir enternasyonal temel yaratmıştır. Engeller ve sorunlar kadar, onların aşılması ve çözümü de uluslararasılaşmıştır.” (TKİP Programı’ndan alınmıştır.)
Bugün “dünyanın bütün dillerini konuşuyoruz” demek, dünyanın herhangi bir köşesinde ezilen ve sömürülen halkların mücadelesini yürütüyoruz demektir. Türkiye’de Kürt, Fransa’da Cezayirli, ABD’de kızıl ya da kara derili olmak demektir. Bugün bu şiarı sahiplenmek demek, tankla tüfekle olsun, kirli pazarlıklarla olsun ama her koşulda masa başında çizilmiş sınırları tanımamak ve halkların enternasyonal birliğini ve kardeşliğini savunmak demektir. Bugün “dünyanın bütün dillerini konuşmak”, halkları tek bir dil boyunduruğu altına almak yerine özgünlükleri ile özgürlüklerini kazanacakları mücadelenin dilini, gücünü ve kendisini yaratmak demektir. Küresel bir öğütücüye dönüşmüş olan kapitalist barbarlık sisteminin karşısına enternasyonal bir bilinçle, devrim ve sosyalizm hedefiyle çıkabilmektedir. Kampanyamız bir çağrı olarak algılanmalıdır. Dünya ölçeğinde halklar arasına çekilmiş olan bütün duvarları yıkma, ezilen halkların ve sömürülen sınıfların özgürlüğünü kazanma, gecelerinde aç yatılmayan, gündüzlerinde sömürülmeyen bir dünya için enternasyonal bir bilinçle proleter sınıf mücadelesine katılma, bu mücadeleyi büyütme çağrısıdır. Ekim Gençliği, gençliği dünyanın bütün dillerini konuşmaya çağırıyor! Ekim Gençliği, mücadelenin dilini konuşmaya çağırıyor!
Rojan, Ahmet, Agop, Pedalisa…
Munther kardeşim, Filistin sokaklarını arşınlayan adımların benimkiyle aynıdır senin. Kolunu kaldırıp atarken elindeki taşı, benim de yüreğim seninkiyle çarpar, sonra soluk alır veririz… Sefaletin dünyasıdır Filistin. Yılları bulan işgalin altında düşmanın vahşetinin panzehiri olan direniş, onurlu ve yürekli kanlarla sulanmış topraklarda yeşerir. Dante ve Ines kardeşler, kardeşim, Bilirim, dünyanıza yabancılığınızın etiketi pantolonunuzun arka cebinde taşımak zorunda olduğunuz kimlik kâğıdı değil, kara teninizdir. Yıllarca “özgürlük” heykeli gölgesinde katliamlara imza atan ülkeniz, yabancı ilan ettiği sizlere, direngenliğine yabancı oldukları babanız Sacco’ya, yabancılıkları kendi coğrafyalarında hükümsüz olan Iraklılar’a, Afganistanlılar’a işkence etmiştir. Sizse hem yabancı ilan edilmenin işkencesini çekmiş, hem de vatandaşı ilan edildiğiniz bu ülkenin katliamlarının vicdan azabını… Kardeşim Lee, Çekik gözlerinin ufak bebeklerinde yaşamın, yaşatmanın yansısını görüyorum. Gözlerinin küçüklüğüne bakınca yadırganıyor pirinç toplamaktan şişmiş ellerin… Senin ülkenin üstüne atomlar yağdırılmış, gaz bulutları sarmış dört bir yanını… Pirinç tarlaları kavrulmuş, sular çekilmiş, buhar olmuş. Senin ülkende atomlar bölünüyor ama şimdi. Ülken senin başka ülkelerdeki kardeşlerin pirinç toplayamasın diye yapıyor bunları. Ama biliyorsun ki kardeşlerinin elleri de seninki gibi… Çalışmaktan perişan, şişmiş, nasırlı o eller, güçlü kuvvetli bilekler, hayatta kalmanın ve yaşatmanın onuru… Rojan, Ahmet, Agop, Pedalisa… Coğrafyamın güzel insanları… Birbirinize düşürmeye çalışıyor sizleri, yaşamlarınızı cehennem koşullarındaki fabrikalara tıkan asalaklar sınıfı. Diliniz farklı diye… Dininiz farklı, renginiz farklı diye. Oysa aynı saatte doluşuyorsunuz fabrikalara. Aynı saatte sabahki enerjinizin bütününü tüketmiş bir biçimde fabrika kapısından dışarı taşıyorsunuz. Aynı mavi kapılı kondular, aynı kısık ateşte pişen çorbalar, aynı geçim telaşı, aynı çalışmak için yaşamak çelişkisi bekliyor sizi iş çıkışı… Ve benim güzel ülkem, Filistinim, Şilim, Vietnamım, Korem… Ellerimle gökyüzüne yıldızlar serpiştirmek istiyorum, bugün seni hapsettikleri karanlığı yarmak için… Kapitalizm denen insanlığın
öğütücü düşmanını yenmek için yüreğimi dünyanın dört bir yanına yaymak istiyorum… Kilit vurulmuş kapıları açmak, suları gürül gürül akıtmak, dünyamızda iğreti duran sınırları aşmak, insanın insana kulluğu üzerine kurulmuş sınıfları kaldırmak, bu iğrenç, bu kalleş, bu içine tükürülesi düzeni yakıp yıkmak istiyorum! Cezayirim, Kürdistanım, Nepalim, Irakım… Dünyanın bütün ezilen halkları, dünyanın bütün ezilen, sömürülen yürekleri, dünyanın bütün işçileri, emekçileri, gençleri… Bir avuç yüreksizdir tepemize çöreklenen! Bu yaşanılası dünyayı çöle dönüştüren, dostluğa, kardeşliğe tahammülsüzce saldıran, eksilten, unutturan, ezen, yakan, sürükleyen, süründüren, kirleten, yalan söyleyen, arkadan vuran, arkamızdan vuran, arkamızdan gülen, yüzümüze gülen, sefahat içinde olan, sefalet içinde bırakan, üretmeyen, ürettiklerimizin üzerine yatan, üretenleri tüketen, üretilenleri tüketen, ürettiklerimizi bize satan… Bu yaşanılası dünyayı bizler için çekilmez kılan bir avuç yüreksizdir… Oysa biz onların küresel sömürülerine inat, enternasyonal bir yürek taşıyoruz. Oysa biz; onların küresel yıkıcılıklarına inat enternasyonal bir bilinç taşıyoruz! Sadece korkunun dilini biliyor onlar. Oysa biz, dünyanın bütün dillerini korkusuzca konuşuyoruz! *** Bugün dünyanın her köşesinde insanlık kapitalizmin yarattığı çok yönlü bir çöküş ve tahribatla karşı karşıyadır. İnsanlığın öğütücü düşmanı kapitalizm, emperyalist işgallerle, katliamlarla, sömürüyle, açlık ve sefaletle gerek insanlarda gerekse doğada tedavisi zor hastalıklara yol açmaktadır. Bugün dünyanın dört bir yanında insanlar kapitalist hükümdarlığın acımasız uygulamaları karşısında yaşam mücadelesi vermektedir. Bu yaşam mücadelesinin kendisi ise kapitalistlerin elinde günlük kâra dönüştürülmektedir. Bugün üretenler, insanın dünyada yaşamayı borçlu olduğu üretken eller, beyinler, bedenler açlık ve sefalet koşulları içerisinde yaşamaya mahkum edilmiştir. Dünyanın dört bir yanında emperyalist işgaller sürmekte ve bu işgallerin gerek fiziki, gerekse sosyal ve iktisadi sonuçlarını bir bütün olarak alt sınıflar ödemektedir. Küresel ısınma kontrol edilemez bir hal almaya başlamıştır. Dünyanın ömrü her geçen gün kısalmakta, değişen bitki örtüsü, artan
27
28
sıcaklıklar, dünyamızda geri dönüşsüz tahribatlar yaratmaktadır. Özcesi insanlığın yüzyılları bulan kapitalizm esareti, dünyayı yaşanabilir bir yer olmaktan çoktan çıkartmıştır. Sokaklar bölünmüş, okullar, parklar, çarşılar, bütün alanlar iki sınıf arasında bölünmüştür. Bunun sonucunda yaşamlar bölünmüştür. İnsanlar, insana ait olan bütün değerlerle beraber pazara sürülmüştür. İnsanlara, kendilerine ait olanlar kat be kat pahalıya satılmıştır. Yaşamın merkezine oturan içi boşaltılmış estetik kaygılar üretimin ve tüketimin ama daha da önemlisi özlemlerin belirleyeni olmuştur. Yani kapitalizm kendi sürekliliğini güvence altına almak adına önüne engel olan çıkan, çıkabilecek olan ne varsa her birini yakıp yıkmış, kendi lehine düzenleyerek pazarlamaktadır. İnsanların değer yargıları, toplumcul olma arzusu, insani nitelikleri, her biri kapitalizmin doğrudan saldırılarına maruz kalmış ve adeta yeniden tanımlanmış sürümleri eğitim kurumlarıyla, medyanın görsel ve yazılı alanlarıyla ince ince piyasaya sürülmüştür. Kapitalizmin yeni dünya düzeni yalnızca bir göz bağından ibarettir. Kapitalizmin özü ve özeti olan çelişkilerin ölesiye ve öldüresiye derinleştiği günümüzde bu çelişkiler içinde ezilmek-ezilmemek, bu çelişkileri kabullenmek-kabullenmemek temel sorunu oluşturmaktadır. Hem maddi hem manevi temelde insana ve insani olan her şeye karşı süregelen savaşın adı olan kapitalizmin karşısında insanlığın kurtuluşu için sosyalizmden başka çıkar yol görünmemektedir. *** Kapitalizm insanlığın biricik düşmanıdır. Bu sömürü ve talan düzeni karşısında devrim
kaçınılmaz bir zorunluluk, devrimci mücadele insan olmanın gereği ertelenemez bir sorumluluktur. İşte Ekim Gençliği 10 yılı aşkın bir süredir, yeni Ekimler mücadelesinin gençlik alanındaki temsilcisi olma, gençliği işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin bir parçası haline getirme ve bu temelde de gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurmayı hedeflemektedir. Ekim Gençliği; çürüyen düzenin karşısında Marksist-Leninist dünya görüşü ve işçi sınıfının devrimci programının yol göstericiliğinde mücadele eden komünist bir gençlik hareketidir. Ekim Gençliği’nin bayrağı sınıfsız, sömürüsüz dünyanın, işçi sınıfının kurtuluşunun bayrağı, dili mücadelenin dilidir. Ekim Gençliği, bugün içinde yaşanılan bu talan ve yağma düzeninin karşısındaki tek bilimsel alternatif olan sosyalizmin gençlik içindeki temsilcisidir. Ekim Gençliği işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin bir parçası, onun bugüne dek oluşturduğu tarihsel birikimin güvencesi ve sahiplenicisidir. Dünya üzerinde yaşamış bütün devrimcilerin, dünya üzerinde kapitalizme karşı verilmiş bütün mücadelelerin taşıyıcıdır. Ekim Gençliği; Türkiye devrimci hareketinin bugüne kadar oluşturduğu devrimci mirasın, devrimci gençlik hareketimizin on yıllardır ödediği bedellerin üzerinden yükselmekte, tüm bu mirası ve yaratılan devrimci değerleri geleceğe taşımak için yılmadan mücadele etmektedir. Onun mücadelesi; bu topraklarda devrimin soluğu olmuş Deniz Gezmişler’in, Mahir Çayanlar’ın ve İbrahim Kaypakkayalar’ın mücadelesidir. Ekim Gençliği; çürüyen düzenin karşısında gençliğin soluğu ve mücadele bayrağıdır. Yayın hayatına ilk başladığı gün ifade ettiği “dönemin devrimci önderlik boşluğunu doldurmak” misyonu bugün Ekim Gençliği’nin 100. sayısını kutladığımız şu günlerde halen genç komünistlerin gençlik içindeki temel hedefini ifade etmektedir. Ve genç komünistler tüm azimleri ile gençlik içindeki bu sorumluluklarını yerine getirmek için mücadele etmektedirler. ’95 yılında çıkan ilk sayının Çıkarken yazısında belirtildiği gibi, “Ekim Gençliği tümüyle gençlik alanındaki birikimin ve inisiyatifin ürünüdür.” Genç komünistler, 100 sayıdır ısrarla, bütün zorlukların üstüne giderek, zaman zaman hata yaparak ama asla durmayarak uzun ve çetin olduğunu bildikleri bir yolda koşar adımlarla ilerliyorlar ve bundan sonra da ilerleyecekler! *** Biz dünyanın bütün dillerini biliyoruz. Çünkü yüreğimiz dünyanın dört bir yanında çarpıyor. Dünyanın acısını biz çekiyoruz! Dünyanın bütün dillerini biliyoruz. Çünkü bilmek istiyoruz. Somali’deki, Afganistan’daki, İngiltere’deki işçi ve emekçilerin sözlerini anlamak istiyor, yaşamlarını paylaşmak istiyoruz. Biz dünyanın bütününe dair söz söylüyor ve sesimizi duyuruyoruz. Ama bu bütün dilleri bilmemizden ileri gelmiyor. Mücadelenin dili, çeviri gerektirmiyor! 100. sayımızla bir kez daha vurguluyoruz, mücadelenin soluğu olmaya, mücadelenin dilinde konuşmaya zafere kadar devam edeceğiz!
Gençlik sorununun sermayenin yeni saldırıları ile gün geçtikte derinleştiği ve hareketin yapısal sorun ve zaaflarını aşmakta zorlandığı bir dönemde, Ekim Gençliği’nin 100. sayısı vesilesi ile gençlik çalışmamızın temel hedef ve ihtiyaçlarını tanımlamaya çalışacağız. Zira Ekim Gençliği, gençlik mücadelesi içerisindeki konumu ve misyonu üzerinden kendi gelişme sorunlarını tartışmak, bu sorunlara çözüm oluşturmak zorundadır. Kastedilen açık ki dar anlamı ile komünist bir siyasal gençlik örgütlenmesinin gelişme sorunları değil, aksine gençlik içerisinde proletarya sosyalizminin, işçi sınıfı devrimciliğinin yaygınlaşmasının sorunlarıdır. Bugün gençlik mücadelesinin temel sorunu, her vesileyle döne döne işaret ettiğimiz, devrimci önderlik sorunudur. “Amaçlanan çözümler doğrultusunda mesafe alabilmenin temel önkoşulu olan doğru devrimci çizgi, ancak böyle bir önderlik misyonu ve çabasıyla pratikte bir anlam kazanabilir. Böyle bir çizgiyi ise bugünün gençlik hareketi içinde hâlihazırda yalnızca komünist gençlik temsil etmektedir ve bu konum onun omuzlarına gençlik hareketinin tümünü kesen özel sorumluluklar yüklemektedir. Komünist gençlik kendi önderlik konum ve misyonunun gereklerini ideolojik-politik ve pratik planda en iyi, en etkin ve sürükleyici tarzda yerine getiremediği sürece, mevcut sorunların çözümü ve gençlik hareketinin sağlıklı bir çizgide ilerletilmesi doğrultusunda anlamlı bir gelişmenin yaşanabileceğini sanmıyoruz.”
Komünist gençliğin gençlik içerisindeki misyonu
Öğrenci gençlik heterojen bir sınıfsal kategoridir. Bu açıdan üniversiteli ve liseli gençlik kitleleri açısından tanımlanabilir, homojen bir siyasal/sınıfsal yaklaşımdan söz etmek
olanaksızdır. Siyasal ve sınıfsal olarak toplumun genelinde var olan sınıfsal ayrışmanın dolaysız yansımalarını taşımaktadır. Her sınıf ve sınıfın temsilcisi, gençlik alanında da kendi sınıfsal yaklaşımları ile hareket etmek durumundadır. Gençlik içerisindeki politik gruplaşmalar, toplumdaki genel politik/sınıfsal gruplaşmaların dolaysız bir izdüşümüdür. Bu tanımlamanın kendisi, gençlik mücadelesinin bugünkü gibi durgun olduğu, politik gruplaşmaların arka planının yeterince anlaşılamadığı bir dönemde siyasal/sınıfsal misyon temelli güncel görevleri ertelenemez bir sorumluluk haline getirmektedir. İşte bu noktada komünist siyasetin ve örgütlenmenin yaygınlaşması sorunu dar anlamlı bir örgütsel sorun olmaktan çıkmakta, komünist siyasal ve sınıfsal kimliğin gençlik içindeki yaygınlaşması sorununu tanımlamaktadır. “Komünist gençliğin mücadelenin bütün dönemlerini ve alanlarını kesen en öncelikli görevi, gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmektir. Bu başarılamadığı sürece, komünist gençliğin gençlik hareketi içindeki özel konum ve misyonundan söz etmenin herhangi bir anlamı kalmaz ve bu durumda sözünü ettiğimiz önderlik misyonu zaten yerine getirilemez.” Bu en yalın ifade ile gençlik alanında taşıdığımız belirleyici misyonu ifade etmektedir. Biz gençlik içerisinde siyasal bir tarafız. İşçi sınıfı devrimciliğinin, bilimsel sosyalizmin tarafıyız. Ortaya koyduğumuz tüm çaba ve enerji bunu etkin bir biçimde ve yaşamın her alanında pratiğe taşımak içindir.
29
“Komünist gençlik, temsil ettiği farklı dünya görüşü ve politik sınıf kimliği ile bunun ürünü olan politik çizgi ve değerler sistemi sorununu önemsemeli, buradan kaynaklanan farklı konum ve kimliğinin tüm öteki küçük-burjuva sol akımlarla karışmasına/karıştırılmasına karşı belirgin bir hassasiyet göstermeli, kendi kimliğini tüm öteki akımlardan özenle ayrı tutmalıdır.” Elbette burada yaptığımız tartışma soyut bir misyon tartışması değildir. Zira ideolojide, politikada, güncel pratik çalışma ve yaşam içerisinde bu misyon ve değerler sistemi kavranamadığı ve devrimci siyasal yaşamın bütününe taşınamadığı koşullarda başarılı bir siyasal çalışma yürütmek, en azından kendi siyasal misyonumuz açısından olanaksızdır. Güncel planda gençliğin birleşik mücadelesi ve örgütlenmesi sorunu tartışmaları tanımladığımız siyasal misyonla çelişmemekte, aksine organik diyalektik bir bütünlük oluşturmaktadır. Politik mücadelenin güncel olanakları/olanaksızlıkları, bizim ayrıştırıcı politik-örgütsel hedeflerimizle beraber gençlik hareketinin bütünlüklü sorunlarına kendi dışımızdaki ilerici çevrelerle beraber çözüm oluşturmayı güncel bir devrimci sorumluluk olarak önümüze koymaktadır. İşte bu noktada, siyasal misyonunun bilincinde olmayan bir siyasal gençlik örgütlenmesi “aynılaşma” sorunu ile karşı karşıya kalacaktır. Komünist bir siyasal örgüt tüm politik ve örgütsel süreçlere kendi politik misyonu temelinde bakmak, kadrolarının güncel pratik süreçlerde bu misyonun belirleyiciliğinde hareket etmesini sağlamak zorundadır. Bu başarılamadığı koşullarda güncel kazanımların orta ve uzun vadede süreklileşme şansı bulunmamaktadır. “Biz genel olarak devrimci değil, fakat komünist devrimcileriz. Bu fark hiç de etikete değil, fakat tümüyle dünya görüşüne, politik kavrayışa ve pratik davranışa dayalıdır. Üzerinde titremenin önemi de buradan gelmektedir. Ayrım çizgilerinin açık seçik olmasına özen göstermek, genel bir devrimci söylem ve pratik içinde kendine özgü kimliğimizin kararmasına izin vermemek, tam da komünist gençliğin gençlik hareketi içinde yerine getirmesi gereken özel önderlik rolüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İlkinde ne denli özenli ve tutarlı davranılırsa, mücadele ilişkilerine ve gereklerine ilişkin bu ikinci alanda da o denli başarılı olunabilir. Komünist gençlik kendine özgü konumunu, bunun tüm öteki sol siyasal akımlardan farkını anlamaz, sindirmez ve gerekleri doğrultusunda üzerine düşenleri yerine getirmek için yeterli çabayı ortaya koymazsa eğer, zaten gençlik hareketi içinde herhangi bir özel önderlik rolü de oynayamaz.”
Politika-misyon ilişkisi ve genç komünistler
30
Birleşik ve devrimci bir gençlik hareketi oluşturma çabamızın güncel bir sorumluluk olarak önümüzde durduğu bir dönemde, bu çabanın daha etkili hayata geçirilmesi elbette ki gençlik içerisinde taşıdığımız misyonun bilince çıkartılması ile mümkün olacaktır. Biz bugün birleşik ve devrimci bir gençlik hareketi yaratma
sorumluluğunu tartışmaktayız. Ancak bizim hareket içerisindeki siyasal misyonumuz hiç de bu güncel siyasal hedefle sınırlı değildir. Bu güncel hedef bizim gençlik içerisindeki temel misyonumuzu daha etkili bir biçimde hayata geçirmemizin, bugünkü yapay ayrışmalar yerine gençlik içerisinde sınıfsal temelde bir ayrışmayı başarabilmemizin olanağıdır sadece. Bugünün gençlik hareketi içerisinde genel olarak devrimci ve ilerici güçler bir bütün olarak algılanmakta ve günlük pratik içerisinde sahip oldukları ayrım noktaları yeterince kavranamamaktadır. Oysa bugün oldukça silik görünen bu ayrım noktaları genel olarak bu hareketlerin sahip oldukları sınıfsal kimliğin bir ifadesidir. Bizim temel hedefimiz bu sınıfsal ayrım noktalarını mücadele içerisinde ortaya koymaktır. Gerek reformizm gerekse de küçük-burjuva devrimciliği ile daha etkili bir mücadele ancak bu temelde gerçekleşebilecektir. Ve ancak bu temelde işçi ve emekçi kökenli gençlik güçlerini işçi sınıfının devrimci mücadelesinin bir parçası haline getirebiliriz. Birleşik ve devrimci gençlik hareketi sorununa bu temelde baktığımızda, sorunun hiç de dar anlamı ile siyasal örgütlülüklerin birliği olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Biz gençlik hareketi içerisindeki her renkten siyasal öznenin birleşmesini değil, bu özneler arasındaki ayrım noktalarını açığa çıkartabilecek bir birleşik ve devrimci gençlik hareketi yaratmayı hedeflemekteyiz. Bu ise misyonumuzu oluşturan temel farklılıkların bugünden etkin bir biçimde pratiğe taşınmasını gerektirmektedir. Zira “Komünist gençlik kendine özgü konumunu, bunun tüm öteki sol siyasal akımlardan farkını anlamaz, sindirmez ve gerekleri doğrultusunda üzerine düşenleri yerine getirmek için yeterli çabayı ortaya koymazsa eğer, zaten gençlik hareketi içinde herhangi bir özel önderlik rolü de oynayamaz.” Siyasal örgütlülüklerin apolitik bir savrulma yaşadığı bir dönemde, güncel politik hedefler ile gençlik içerisindeki siyasal misyonunun bütünlüğü nasıl sağlanabilir? Öncelikle, güncel politik mücadelenin ortaya çıkardığı sonuçlarla sınırlı bir bakışın bu bütünlüğü sağlayamayacağını söylemeliyiz. Bugün genel propagandada veya gençliğin güncel sorunlarına yaklaşımda bu farklılıkların yeterli açıklıkta ortaya çıkmadığı kolaylıkla söylenebilir. “YÖK’e hayır” derken, “parasız eğitim” isterken ilerici güçlerin tümü paralel yaklaşımları ifade etmektedirler. İşte bu noktada sorun, tartışmaları güncel politik sorun ve ihtiyaçların dışında, temel hedeflerimizle bağı içinde tanımlamaktır. Bu başarılamadığı koşullarda ya dar grupçu ve reklamcı yaklaşımlar, ya da reformizm ve geleneksel küçük burjuva devrimci hareketle aynılaşmak, kaçınılmaz iki uç sonuç olacaktır. Güncel politik gündemlerin/ olanakların ardından sürüklenmek, bu olanaklarla genel siyasal hedefler arasında bağ kuramamak apolitik sürüklenmenin dolaysız bir ifadesidir. Zira temel bir siyasal hedef oluşturmak, işçi sınıfı mücadelesine ve onun siyasal hedeflerine gençliğin alt sınıflarını kazanma mücadelesi olarak tanımlanmak zorundadır. Bunun ötesinde bir temel
hedef gençlik mücadelesini kendi içerisinde amaçlaştırmakla kalmaz, sınıfsal kimliğin ve bu kimliğin yansıması misyonun zaafa uğramasına yol açar. Gençliği kendi içerisinde, tüm bu sınıfsalsiyasal farklılıkları dışında örgütleme fikri (bu fikrin olanaksızlığı bir yana) reformist örgütlenmelerin temel bir yaklaşımı olabilir ancak. İşte bu nedenle akademik demokratik mücadele ile politik mücadele bütünlüğü, her sorun ve ihtiyaca gençliğin politikleşmesi hedef ve ihtiyacından bakmak komünist gençlik örgütlenmesi açısından bir misyon sorunu olarak tanımlanmalıdır. Bugün sap ile samanın birbirine karıştığı, oluşturulan politikaların geniş gençlik kesimleri içerisinde yeterli karşılık oluşturmadığı bir dönemde, kitleler açısından her renkten sol siyasal örgütlenme genel bir devrimci ilerici kimlikle tanımlanabilmektedir. Bu sorunu çözmek, politikaların ayrışan yanlarının ve hedeflerinin ortaya çıkacağı politik bir gençlik mücadelesi içerisinde olanaklıdır. Dolayısıyla, birleşik bir gençlik mücadelesi ertelenemez bir ihtiyaçtır.
İdeolojik mücadelenin güncel önemi
Gençlik içerisinde temel önemde bir sorun olarak etkili bir düşünsel mücadele sürdürmek ertelenemez bir sorumluluktur. Zira bugünün en temel sorunlarından birisi gençlik içerisindeki politik öznelerin sürüklendiği apolitizmdir. Yıl değerlendirmemizde “Gençlik hareketinin sorunlarını tartışmaya başladığımızda ulaşacağımız ilk veri, bir bütün olarak gençlik güçlerinin yaşadığı apolitizmdir, ki bu yıllardır işaret ettiğimiz temel önemde bir sorundur. Fakat
gelinen yerde daha önemlisi, politik gençlik güçlerinin sürüklendiği apolitizmdir. Zira bu durum hem genel apolitizmi derinleştirmekte, hem de sorunu çözümsüz bir cendere içerisine hapsetmektedir” demiştik. Sorunun öncelikli yanlarından birisi bu apolitik sürüklenmenin dışına çıkabilmek, gençlik hareketini ve mücadelesini bunun dışına çıkmaya zorlayacak politik-ideolojik bir mücadelenin kendisidir. “Çok uzun yıllardan beri gençlik hareketi saflarında bu türden bir düşünsel canlılık, tartışma ve ideolojik mücadele kültürü olmadığı için bu sorun özellikle önemlidir ve komünist gençlik kendi cephesinden bunun üzerine gitmeli, bu türden tartışmaları ve düşünsel mücadeleleri zorlamalıdır. Bu tartışmalar ve mücadeleler işin özünde toplumun, devrimin ve akmakta olan mücadelenin temel ve güncel sorunlarına ilişkin olacağı için, başarılabildikleri ölçüde gençlik hareketinin düzeyini yükseltmek gibi son derece önemli bir amaca hizmet etmiş olacaklardır. Bu son vurgudan da anlaşılacağı gibi, düşünsel ilgi, tartışma ve mücadeleler tam da devrimci gençlik hareketinin sağlıklı bir çizgide ilerletilebilmesi ihtiyacının ayrılmaz bir parçasıdır.” Elbette sorun tek yönlü olarak gençlik mücadelesinin güncel ihtiyaçları ve sorunları çerçevesinde tartışılamaz. Zira gençlik mücadelesi içerisindeki her renkteki siyasal gençlik grubunun kendi konum ve kimliğini kitlelerin karşısında açık bir biçimde ortaya koyması bu ideolojik ve politik mücadele ile olanaklıdır. Gerek reformizmle, gerek küçük-burjuva devrimciliği ile gerekse de her renkten burjuva akımla ideolojik ve politik mücadele, gençlik içerisinde komünist taraflaşma ve değerlerin yaygınlaşması için temel önemdedir.
31
Latince bir kelime olan katharsis arınma, duygusal rahatlama ve temizlenme olarak açıklanabilir. Katharsis kavramı ilk olarak Aristotales tarafından ortaya atılmış ve dramatik tiyatroda kullanılmıştır. Seyirci oyunu serim, düğüm ve çözüm üçlemesi içerisinde belli bir sırada izler ve kendini karakterlerin yerine koyar. Bütün duygusal şekillenişi karakterler üzerinden olur. Olay örgüsü içerisinde onların duyguları ile hareket eder ve oyunun sonunda bir rahatlama, arınma yaşar. Bu arınma, ya tüm bu olayların kendi başına gelmemiş olmasındandır ya da kendisini olayların akışından kopartıp sonunda yaşadığı bir temizlenme, “nihayet bitti” durumudur. Bertolt Brecht ise katharsis kavramının karşısına yabancılaşma ilkesini koyarak seyirciyi sadece seyreden konumundan çıkartıp oyunun içerisinde bir karaktere dönüştürmüştür. Böylece seyreden tüm olaylarda kendi yorumunu yapar, eleştirir, hatta değiştirmeye yönelik adımlar atar. Saddam’ın idamı aklıma bu iki kavramı getirdi. Söylenmesi gereken, ABD’nin tüm bu oyunda katharsis ve yabancılaşmayı birlikte yaşamış ve yaşattırmış olduğudur. Önce tüm süreçlere müdahale etmiştir -ki bunu olabildiğince kanlı ve saldırgan bir şekilde yapmaktadır, sonra bir ressam misali yaptığı vahşeti bir güzel seyre koyulmuştur, ardından ise eski dostunun, müttefikinin idamını seyredip, beraberindeki bilgilerin ifşa edilmemiş olmasından dolayı büyük bir rahatlama yaşamış, ruhunu “temiz”lemiştir. Bu oyunda katharsis ve yabancılaşma
32
kol koladır. Anlatmak istediğim Saddam’ın idam edilişi kimi yerde bir rahatlamadır kimi yerde de atılacak yeni tiratlar için bir adımdır. Tiyatroya ait bir takım terimler kullanıp, böyle bir anlatım seçmemdeki amaç, tüm yaşananların bir oyun izlenimi vermiş olmasındandır. Ya da bir film. Tarantino’dan bol şiddetli, bol kanlı bir film, belki de katilinin uşak olduğunu bilerek seyre daldığımız bir Alfred Hitchcock filmi. Oyunların ya da filmlerin dünyasından gerçek hayata okkalı bir iniş yaptığımızda bizde görülen katharsis durumu mudur yoksa yabancılaşma mı? *** İzlemedim hiçbir görüntüyü. Ne televizyon başında ne de internet üzerinde. İdam edeni de, edileni de bir insan kimliğine sokamadığım için görmemeyi tercih ettim. Kendimce bir inatlaşmaya gittim. İzlenmesi bu kadar dayatılan bir ölümü “izlemeyeceğim” dedi. 30 Aralık sabahı, pek uzaktan gelen bir sesle diktatörün idam edilmiş olduğunu duydum. Hiçbir haber programına bakmak istemedim. Sahte demeçlerle, intikam naralarıyla, sevinç gösterileriyle, üstü örtülü yorumlarla karşılaşmayı reddettim. Kendimce bir bekleyişe tutuldum. Ve bekledim. Bekledikçe tiksindim. Tiksindikçe okudum. Sonuçta bu dünya üzerinde yaşayan bir insan olarak söz söyleme hakkımı kullandım ve yazdım. Ne kadar da kolay oldu diye mi geçiriyorlar içlerinden acaba? Tüm dünyanın gözlerinin içine baka baka önce bir sürü
yalanla bir ülke işgal edildi, ardından gaddar diktatör, eski müttefik saklandığı delikte yakalandı. Sonra sahte bir mahkeme ve yargılama sürecinin ardından gerçekleştirilen idam. Bu oyunda gerçek olan kısım sadece 650 bin Iraklı’nın, 3 bin işgalci Amerikan askerinin ve bir diktatörün ölümü oldu… Şimdi idam üzerine birçok şey söylemek mümkün. Hem öncesine dair, hem de sonrası için. Öncelikle birkaç bilgi ile başlamak gerekiyor. Saddam’ı idama götüren süreç birçok sahteliği barındırdı içerisinde. İlk önce kurulan mahkemenin temeli işgalcilerin elleri ile atıldı. Doğallığında adil bir yargılama süreci yoktu ortada. Hukukun bağımsızlığı bu noktada sadece bir temenniydi ve o şekilde de kaldı. “Mahkeme üyeleri ve tüm hukuki ve idari işlem ve süreçler Amerikalılar tarafından belirlendi. Mahkemenin ilk iki hakimi Kürt idi, ama idam kararını veren ve kararı infaz eden özellikle Şiiler’den seçildi.” (Hüsnü Mahalli, 2 Ocak ‘07, Akşam) Beyaz Saray’ın emirleriyle işleyen bir yargı süreci anlatılan. Bunda şaşılacak bir durum yok aslında, olması gerektiği gibi her şey. Hukuk hiçbir zaman sınıflar üstü bir kavram olmadı. Ortada da işgal altında olan bir ülke ve tamamen kukla bir hükümet vardı. Doğal olarak mahkemesi de, adaleti de, hukuku da bu şekilde işledi. Bilindiği gibi Saddam Duceyl davasından ceza aldı ve infaz edildi. Yani işlediği suçlardan sadece biri. Burada en kansızı, en küçüğü gibi bir kıyaslamaya gitmeyeceğim. Sonuçta yine birçok insanın ölümüne sebep olmuştur ve canını yakmıştır. Birçok insana acı vermiştir. Burada rakamların bir önemi yoktur. Burada dikkate değer olan, diğer işlenen suçlar üzerinden hızla atlanmış olunmasıdır, herhangi bir yargılama sürecine tabi tutulmadan alelacele, telaş içinde bir idamın gerçekleşmesidir. Mesela, Halepçe’de kullandığı kimyasal silahları ABD’den aldığını söyleyememiştir ya da İran’a savaş açtığında aldığı yardımları bir türlü anlatamamıştır ya da Kuveyt’in işgalinde ABD’nin rolünü zikretmeye fırsat bulamamıştır. Tüm kelimeleri kursağında bırakılmış, öküz ölmüş, ortaklık bozulmuş ve bir diktatör yaratıcıları tarafından idam edilmiştir. O söyleyememiştir ama biz yine de biliyoruz her şeyi. Onun kelimeleri bu bilince belge niteliği katacaktı. Sadece bunun önü kesilmiş oldu. Saddam’ın idamı bir dizi garipliği ve bildik olay örgülerini de beraberinde getirdi. Şunu söylemek gerekir ki, bu topraklar üzerindeki birçok insan onun idamından ötürü büyük üzüntü duydu. Kafalarında somutlaşmış Saddam, işgal altındaki bir ülkenin “direnmiş” olan lideriydi. ABD’ye teslim olmadı. Boyun eğmedi. Kendi içinde binlerce eksikliği ve yanlışı barındırdığını bilsek de akıllarda kalan Saddam böyleydi. Ve sonuçta nefret edilen bir güç tarafından idam edildi. Üstelik bayram arifesinde, bir de şahadet getirmesine izin verilmeden... Bu ülke insanları Saddam’ın idamına gerçekten üzüldü. Çok mu garip? Vurgulanması gereken bir diğer nokta ise yine medyanın bir akbaba misâli olayın üzerine atlaması oldu. İdam, magazinsel bir hal aldı. Görüntüler sürekli yayınlandı, cellatlarıyla yaptığı konuşma merak konusu oldu, son zamanlarında ne kadar çok okuduğu ve yazdığı üzerinde duruldu, yeniden alevlenecek çatışmalardan bahsedildi. Ne kadar da heveslilerdi. Şimdi cevabını bildiğim sorular uğulduyor beynimin içerisinde. Irak’a gidecek olan demokrasi miydi? Peki yaklaşık dört yılda kaç insan ölüme gitti? Şiilerle Sünniler neden böyle düşman kesildi? Silah tüccarları çok mu kazandı?.. Cevapları ne kadar da bilindik değil mi? “Zamandanız hepimiz. Bizler onun ayakları ve ağızlarıyız. Zamanın ayakları ayaklarımızda yürüyor. Artık biliyoruz ki, kısa ya da uzun vadede, zamanın rüzgârı ayak izlerini silecek. Hiçin güzergahı mı, hiç kimsenin adımları mı? Zamanın ağızları anlatıyor yolculuğu”* diyordu bir yazar. Zaman herşeyi söyleyecek ve herşeyi söyleyen zaman bir gün Ortadoğu’nun ve pejmürde insanların karşısına geçip “sıra bizde” diyecek. “Sıra bizde” deyip tüm diktatörleri, diktatörleri yaratanları, silahları, mayınları, topları, tüfekleri, kapalı kapılar ardındaki pek suratsız kelimeleri Pandora’nın kutusuna hapsedecek ve umut salına salına, zamanla kol kola girip aramızda yürüyecek. Ne güzel! N. Asya * Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları
Dünyadan kısa kısa… Latin Amerika’da sol dalga yayılıyor
Ekvador’da devlet başkanlığı seçimini kazanan solcu iktisatçı Rafael Correa, yemin ederek görevine başladı. Correa’nın parlamentoda düzenlenen yemin törenine Chavez, Morales, Bachelet, da Silva, Ortega gibi solcu liderler de katıldı. Venezüella ise bir dizi kamulaştırmayı ülke gündeminde ilk sıraya koydu. Chavez’in yeni dönemdeki hedefleri arasında Anayasa reformu ve Değişim Bloğu’na katılacak olan yeni bir partinin kurulması yer alıyor. Bir dizi kamulaştırma projesinin yanı sıra halkın yönetime etkin katılımı için de belirli düzenlemelere gidileceği duyuruldu. Diğer yandan, Venezüella, Küba ve Bolivya tarafından öncülük edilen, işbirliği, dayanışma ve egemenliğe saygı temelinde oluşturulan Amerikalar için Bolivarcı Alternatif (ALBA) adlı entegrasyon projesine Nikaragua da katılacağını açıkladı.
“Yüzlerce cinayet emri verdim”
Kolombiyalı eski sağcı milis lideri Salvatore Mancuso, yüzlerce cinayet emri verdiğini itiraf etti. Kokain kaçakçılığıyla finanse edilen sağcı milis grupları, başta FARC örgütü olmak üzere solcu gerillalarla mücadele için yetkililerin de göz yummasıyla toprak sahipleri tarafından 20 yıl kadar önce oluşturulmuştu.
Bush’un yeni Irak stratejisi
ABD Başkanı George Bush yaptığı bir konuşmayla ülkesinin Irak’ta izleyeceği yeni stratejiyi açıkladı. Yeni strateji kapsamında Irak’a gönderilen 21 bin 500 takviye askerden 17 bin 500’ü Bağdat’ta, geriye kalanı da Anbar eyaletinde görev yapacak. Son anketler Amerikan halkının yüzde 61’inin Irak’a ek birlik gönderilmesine karşı olduğunu gösteriyor. Yapılan anketlere göre, Bush’un Irak politikasını onaylayanların oranı yüzde 26’ya düşmüş durumda.
İsrail’de öğrenci ve öğretmen eylemi
İsrail’de üniversite öğrencileri, yüksek öğrenimde harçların yüksekliğini ve bütçe kesintilerini protesto ederken, öğretmenler de maaşlarının artırılması talebiyle grev gerçekleştirdiler. İsrail Ulusal Öğrenci Birliği’nin aldığı kararı doğrultusunda, ülke çapındaki 27 üniversiteden öğrenciler, 10 Ocak günü sabah saatlerinden itibaren önemli kavşaklarda lastikler yakarak, trafik akışını engellediler.
33
Dünyadan kısa kısa…
Yunanistan’da öğretmenlerin grevi
Yunanistan’da orta ve yüksek eğitim kurumlarında görevli öğretmenler, 10 Ocak günü 24 saatlik grev gerçekleştirdi. Öğretmenler, parlamentoda görüşülen “Özel üniversitelerin açılmasını” öngören yasa tasarısını protesto amacıyla Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu’nun çağrısı üzerine greve gitti. Yanı sıra Atina’daki Sindagma meydanı, Patra, Selanik ve Girit’te protesto yürüyüşleri ile konserler düzenlendi. Ayrıca grev süresince aralarında çok sayıda üniversitenin de bulunduğu 100’ün üzerinde okulun kapalı kalacağı açıklandı.
Irak’ta savaşmayı reddeden asker!
ABD Ordusu’nda paralı askerlik yapan Hawaii’li Ehren Watada Irak’ta görev almayı reddederek dikkatleri üzerine çekti. Amerikan hükümetini suçlayan Watada konuşmasında şunları söyledi: “Birçok Amerikalı’nın Irak Savaşı konusunda yaşadıklarını aynen yaşadım. Başta Irak işgalini adil buluyordum. Sonra kandırıldığımızı anladık. Irak’ta düştüğümüz durum da ortada. Her gün Amerikan askeri ölüyor, her gün yüzlerce Iraklı ölüyor. Korkunç bir umutsuzluğa düştüm. Bu da ortak bir duyguydu. Aslında savaşı durdurmak isteyen ama elinden bir şey gelmeyen milyonların olduğunu biliyorum. Bir umut diyerek bunu yaptım. Benim yapabileceğim buydu, ben de yapabileceğimi yaptım. Bu yaptıklarımdan kaynaklı başıma gelecek her şeye hazırım.” dedi
Pentagon 100 milyar dolar ek bütçe istiyor
ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon), Irak ve Afganistan’daki savaşlarda kullanılmak üzere Beyaz Saray’dan 99,7 milyar dolar ek bütçe istediği bildirildi. İstemin kongre tarafından kabul edilmesi durumunda, bu bütçe yılı için Irak ve Afganistan savaşına harcanacak paranın 170 milyar dolara ulaşacağı kaydedildi. Ek bütçenin kabul edilmesi durumunda, ABD’nin Irak savaşı için yaptığı harcamaların toplamı 350 milyar doları bulacak.
Fransa’da binlerce öğretmen sokaklara döküldü
18 Aralık günü Fransa’nın başkenti Paris’te binlerce kolej ve lise öğretmeni sokaklara dökülerek, çalışma süresine ilişkin yeni düzenlemeyi protesto ettiler. Sendikalar, 100 bin öğretmenin haftada iki veya üç saat daha fazla çalışmasını sağlayan yeni yönetmeliği protesto ettiler. Hemen tüm kolej ve lise öğretmenleri sendikalarının çağrısı üzerine Paris’te yürüyüşe geçti. Sendikanın açıklamasına göre, lise öğretmenlerinin yüzde 53’ü, kolej öğretmenlerinin yüzde 55’i katıldı. Fransa’nın 50 farklı yerinde gösteriler düzenlendi.
34
Ge lece ksizlik saldırılarına karş ı tepkiler s ürüyor! İzmir’de sözleşmeli öğretmenler kadro talebiyle yürüdüler
İzmir Eğitim Sen 1 No’lu Şubesi, sözleşmeli çalıştırmanın son bulması, sözleşmelilerin kadroya alınması talebiyle bir kampanya başlatmıştı. Kampanya çerçevesinde toplanan imzalar 27 Ocak günü gerçekleştirilen eylemin ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderildi. Sümerbank önünde saat 11.00’de toplanan kitle sloganlar, düdükler ve alkışlarla belediye binasına kadar yürüdü. Burada Eğitim Sen Şube Başkanı ve bir sözleşmeli öğretmen konuşma yaptı. Konuşmalarda İzmir’de eğitimin gerilediği ve sözleşmeli olarak çalışan öğretmen oranının %5’ten %20’lere çıktığı belirtildi. Sözleşmeli öğretmenlerin iş güvencesiz olarak çalıştırılmasına son verilmesi, sözleşmelilerin kadroya alınması talebi dile getirildi. Yaklaşık 70 kişinin katıldığı basın açıklamasına öğretmenlerin yanı sıra ilkokul öğrencileri de katıldı. “Öğretmenimi üzme!”, “Öğretmen istiyoruz!” dövizleriyle yürüyüşte yerlerini alan öğrenciler daha sonra Yeni Kapı Tiyatrosu’yla beraber bir oyun sergilediler. Oyunun ardından PTT’ye yürüyen kitle burada imzaları Milli Eğitim Bakanlığı’na yolladı. Eylemde “Ücretli köle olmayacağız!”, “KPSS’ye, sözleşmeye hayır!”, “Kadro istiyoruz!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Savaşa değil, eğitime bütçe!” sloganları atıldı. Eylem oldukça coşkulu geçti.
Avukatlar “TBB Baronları”na karşı savaş açıyor!
Yaklaşık üç yıldır üzerinde çalışmaların sürdürüldüğü Yeni Avukatlık Yasası taslağına dönük tepkiler sürüyor. Yasa taslağı yasalaşırsa, artık avukatlar ve ücretli avukatlar ayrımına gidilecek. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin “TBB baronlarının ücretli meslektaşlarımızı barolardan tasfiye planı ve TBB’yi Ortaçağ’ın lonca örgütüne dönüştürme planının ilk adımı” olarak nitelendirdiği bu tasarı avukatları “avukatlar” ve “ücretli avukatlar” olarak ikiye ayırıyor. Söz konusu yasa tasarısına karşı Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi 31 Ocak günü bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Bayraklı Adliyesi önünde bir araya gelen ÇHD’li avukatlar adına açıklamayı okuyan Özgür Yılmazer, TBB Başkanı Av. Özdemir Özok tarafından Avukatlık Yasası’nda değişiklik yapılması talep edildiğini belirtti. Yılmazer, “Avukatlık mesleğinin geleceğine damgasını vuracak ve avukatlık mesleğinin niteliğini, yürütüş biçimini çok esaslı bir biçimde değiştirecek olan yasa taslağında hiçbir avukattan görüş alınmamıştır” diyerek, bu taslakla avukatlık mesleğinin ‘kastlara’ ayrıştırılacağını söyledi. Bu yasa tasarısının meclisten geçmemesi için ellerinden geleni yapacaklarını belirten Yılmazer, avukatların bu taslakla ücretli köleler haline getirilmek istendiğini kaydetti.
“Aile hekimi olmayacağız!” diyen doktorlar sürgün edildi!
Aile hekimliği uygulaması için pilot bölge seçilen Denizli’de yeni sistemi protesto eden çalışanlar, uzak yerleşimlerde ‘görevlendirildi’. Aile hekimliği sistemine karşı eylem yapan doktorlardan 11’i, yerel gazetelerde yayımlanan fotoğraflardan belirlenerek uzak yerleşimlere sürgüne gönderildi. Denizli Tabip Odası Başkanı Hasan Akşık, uygulamayı “sürgün” olarak nitelendirdi.
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Kemalist burjuvazi tarafından 28 Ocak 1921’de katledildiler. Onlar, bu topraklarda komünizm davası ve mücadelesinin ilk tohumunu ekenlerdi. Onlar, bu topraklarda işçi sınıfının politik temsilcileri, komünizm mücadelesinin ilk neferleriydiler. Ve onlar, Kemalist burjuvazi tarafından katledilen ilk komünistlerdi ve Türkiye devrim tarihine adlarını kanlarıyla yazdılar. *** Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı nezdinde TKP, o günün Türkiye’sinde dahi, işçi sınıfına yönelen bir politik duruşa; burjuvaziye ve iktidarına karşı net bir konumlanışa sahipti. Oluşturdukları programda net bir şekilde, sınıf perspektifi kaybedilmeden, “ekseriyeti köylü olan bir ülkede... burjuvazinin yıkılması, sınıfi ve siyasi tahakkümün mahvı ve Türkiye’de proleter devrimin gelişmesi ve şura hükümetinin kurulması!” olarak devrimi nitelemektedirler. Sosyalizmin iktisadi koşullarının henüz oluşmadığı geri bir ülke olan o günün Türkiye’sinde gerçekleşecek bir toplumsal devrim, sosyalist ekonominin inşasını ve sosyalizme geçişin ön koşullarını yaratacak olan köklü demokratik dönüşümleri gerçekleştirmek zorundadır ve Mustafa Suphi TKP’si bunların bilincindedir. Ancak sorunun asıl önemi ve anlamı, bunların burjuva demokratik bir iktidar yerine proleter bir iktidar altında gerçekleştirilmesinin amaç ve hedef olarak saptanmasıdır. Bu bakış açısının oluşmasında dönemin koşullarının belirleyici rolünü incelemek önemlidir. Öncelikle, Ekim Devrimi ile iktidarı ele geçiren Rusya proletaryası tüm dünya işçi sınıfına ve ezilen halklara umut olmaya başlamıştır. Onun yarattığı sarsıntı ve verdiği itilimle birçok ülkede sosyal-siyasal mücadeleler ivme kazanmıştır. Ekim Devrimi’nin maddi-manevi gücü ve desteği, tüm dünyada olduğu gibi Suphilerin TKP’sinde de etki yaratmaktaydı. Bu, TKP’nin oluşturulmasında, ideolojik temellerinin atılmasında ve sınıfsal bir bakış kazandırılmasında çok önemli etkiye sahip bir dönemdir. Rusya gibi geri bir ülkede Ekim
Devrimi’nin gerçekleşmiş olması, Suphiler’in böylesi muazzam bir devrim deneyimine yakından tanıklık etmeleri ve Bolşevikler’in eşsiz birikiminden faydalanma şansı bulmaları, bu döneme dair unutulmaması gereken noktalardır. Bu sağlam devrimci perspektif Mustafa Suphiler’e o günün Türkiye’sinde sürmekte olan ulusal kurtuluş mücadelesini devrimci sınıfsal bir bakışaçısı ile değerlendirmek ve burjuva önderliğin karşısına proleteryanın bağımsız devrimci çizgisi ile çıkmak olanağı sağladı. Bağımsız işçi-köylü örgütlenmeleri temelinde devrim mücadelesini geliştirmeyi hedefleyen Suphiler, “Türkiye’nin kurtuluşunun, dünyanın kurtuluşu ile, yani beynelmilel sermayenin mahvedilmesi”yle olanaklı olacağını söylemekteydiler. Bu bakış açısıyla, dünya devrimi mücadelesine Türkiye’den de bir cephe açarak katkıda bulunmak hedefindeydiler. Komünistler daha partinin kurulması aşamasında, İstanbul’daki fabrikalarda işçi semtlerinde çalışmalara başlamışlardı. TKP’nin kuruluş kongresinde M. Suphi’nin açıklıkla dile getirdikleri çok önemlidir: “Arkadaşlar, bir zamanlar bir hayal halinde telakki olunan komünizm, bugün, Rusya’da meydana getirdiği hayat ile, kurduğu yeni hükümet biçimi ile, Kızıl Ordusu ile işçi, köylü halk içerisinde kuvvetlendirdiği örgütlenmesiyle şarkın ve bütün dünyanın mazlum millet ve sınıflarına pek büyük ümit veriyor. Bolşevizmin
35
36 İLGP Devrim Okulları’nı gerçekleştirdi
İLGP ara tatilde 3. Devrim Okulları’nı gerçekleştirdi. Gaziosmanpaşa, Esenyurt, Anadolu Yakası ve Sefaköy bölgelerinde 3’er gün olarak gerçekleştirilen Devrim Okulları’nda eğitim sorunları, gençlik hareketi tarihi ve ikinci dönem çalışma gündemleri tartışıldı. Devrim Okulları’na 60’ı aşkın liseli katıldı.
İzlGP-G: Sesimiz şimdi daha güçlü!
İzmir’de ara tatilde “Paralı eğitim ve eğitimin ticarileştirilmesi” ve “disiplin yönetmelikleri konusunda seminerler gerçekleştirildi. Ayrıca Karşıyaka Çarşı yoluna “Savaşa değil, eğitime bütçe” kampanyasının masası açıldı. Kampanya masasına ve militan satışa ilgi yoğundu ve bir saat içinde 180 imza toplandı.
“Karneler çürüyen sistemin aynasıdır!”
İLGP 28 Ocak’ta Taksim Galatasaray Postanesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasında eğitim sistemindeki çürüme ve bu çürümenin yarattığı sonuçlar teşhir edildi.
yeryüzündeki toplumsal devrime nasıl esaslı bir dayanak olduğu meydana çıkıyor. Türkiye’deki son vak’aları tetkik etseniz, gelen arkadaşları dinleseniz, partimize gönderilen mektupları görseniz, memleketimizin son ümidinin bolşevizmde olduğu kanaatini anlarsınız. “Arkadaşlar, büyük Rus devrimi son üç sene zarfında olağanüstü örnekler görmüştü. Hiç kimsenin ümit etmediği halde Rusya proletaryası evvela bir devrim ordusu vücuda getirdi ki cihanı hayran bıraktı. İşte bu devrim şimdi demir ellerini şarka uzatıyor. Türkiye Komünist Partisi kongresi Rusya’dan uzanan bu demir elleri tutabilecek kuvvetler yetiştirecek ve partimiz yalnız Türkiye’de değil, bütün şarkta devrimin bayraktarı olacaktır...” İşte TKP tam da bu bilinçle kuruldu. Marksizm-Leninizmin, proleter sosyalizminin, Bolşevizmin bir temsilcisi olarak kuruldu. Bakışıyla ve çok kısıtlı pratiğiyle de olsa bunu somut olarak gösterdi. Bugün onlardan devralınan mirasa layık olabilmenin temel koşulu, sınıf bakışaçısıyla hareket etmek ve proleter devrim çizgisini savunmaktır. Burjuva sınıf iktidarına karşı net bir tutum alabilmek, işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifiyle hareket etmek, Ekim Devrimi’nin birikim ve deneyimlerinden en iyi biçimde Basın metninin okunmasının ardından büyük boy hazırlanmış karne gösterilerek, bu karnenin Hüseyin Çelik şahsında burjuva eğitim sisteminin bütün sorumlularına verildiği ifade edildi. Açıklamaya 20’yi aşkın liseli katıldı.
“Savaşa değil eğitime bütçe”
İLGP’nin gerçekleştirdiği “Savaşa değil, eğitime bütçe” kampanyası kapsamında 10 Aralık’ta Sefaköy İLGP, 14 Aralık’ta ise GOP İLGP basın açıklaması gerçekleştirdi. Eğitime ayrılan bütçenin azlığı ve sermaye iktidarının emperyalist uşaklığının teşhir edildiği basın açıklamalarına 50’ye yakın liseli katıldı.
İLGP kampanyası sona erdi
“Savaşa değil eğitime bütçe!” başlığıyla kampanya yürüten İLGP’liler 23 Aralık günü bir basın açıklaması ile kampanyayı sonlandırdıklarını duyurdular. Açıklamada eğitime bütçeden ayrılan payın düşüklüğü vurgulandı. Sermaye iktidarının bu konudaki ikiyüzlü politikaları teşhir edildi. İşgal politikalarına harcanan milyarların eğitime harcanması gerektiği vurgulandı. Eyleme yaklaşık 40 kişi katıldı.
yararlanmaktır. Bugün komünist devrimciler olarak anılan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını katleden Kemalist burjuvaziye lanet okumak kendi başına yeterli değildir. Bunu onların devrimci ideolojik mirasını bugünün tarihi koşullarına yaratıcı biçimde uyarlamakla birleştirebilmektir asıl önemli olan. Suphiler’in ulusal kurtuluş mücadelesini işçi ve emekçi köylülüğün devrimci iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele almaları, kendi dönemlerine göre temel önemdedir. Onlar sınıfsal devrim perspektifi ve enternasyonalist bakış ile hareket etmekte idiler. Ulusalcı bir bakışa zerre kadar itibar göstermeyen Suphiler, bunu, “Memleketimizin son ümidi Bolşevizmdir!” diyerek ve Türkiye’nin geleceğini tüm dünyada kapitalizmin proleter devrimlerle yıkılmasında gördüklerini açıklıkla ifade ederek göstermişlerdir. Devrim ve komünizm şehitleri olarak Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bizlere bıraktığı mirasa, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyüterek ve onları bu mücadelede yaşatarak sahip çıkacağız. O büyük gün geldiğinde, Suphi ve yoldaşlarıyla omuz omuza savaşacağız. Onbeşler ölmez!, devrim davası yenilmezdir!
R. U. Kurşun
Liselerden haberler
Erdal Eren kavgamızda yaşıyor!
Erdal Eren’in katledilişinin yıl dönümünde liseli gençlik bir çok ilde anma etkinlikleri örgütledi. İstanbul İLGP, 5 ayrı bölgede 250’yi aşkın liselinin katılımıyla salon etkinlikleri gerçekleştirdi. Ankara’da ise üç ayrı etkinlik örgütlendi. Tuzluçayır ve Mamak’ta gerçekleştirilen anma etkinliklerine toplamda 30 liseli katıldı. Üçüncü etkinlik ise üniversiteliler ve liseliler tarafından ortak bir biçimde gerçekleştirildi. Trabzon Gençlik Kültür ve Sanat Evi’nde ise 16 kişinin katıldığı coşkulu bir anma yapıldı. Adana’da gerçekleştirilen etkinliğe ise 30 kişi katıldı. Bursa’da siyasal gençlik gruplarıyla gerçekleştirilen ortak anma etkinliğine yine 30’u aşkın kişi katıldı.
Yapı Kredi’ye borcumuz yok!
Nazım’ın şiirlerinin bedeli kanla, canla, sevdayla ödenmiştir!
Yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye’mde Türkçemle yasak
(11 Eylül ‘61 Nazım’ın otobiyografisinden...)
Bu ülkenin görünmeyen duvarlarına ucu kılıçtan keskin sözcükler savurmak yasak çünkü. Sızdırmaz duvarların görünmez gölgeleri ile savaşmak yasak… Kalem kılıçtan keskindir ya, işte en çok bundan yasak güzel günlerin müjdeciliğini manzuma dökmek… *** Nazım Hikmet, bu coğrafyanın gelmiş geçmiş en büyük şairi. Büyüklüğü sözcüklerinden ileri geldiği kadar, insanlık için çarpan yüreğinden, mücadeleci yaşamından gelen şairin değerleri bugün ayaklar altına alınıyor. Yaşadığı dönemde O’nu vatan haini ilan ederek yaşadığı topraklardan sürenler, bu topraklarda ona cezaevi dışında meskeni çok görenler, bugün O’nun üzerinden rant sağladıkları yetmiyormuş gibi, bir de kârlarına kâr katabilmek adına, “bizim” olan, yani bu coğrafyanın işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının olan Nazım’ı tekellerine almaya cüret ediyorlar!
Ve insanlar, ah, benim insanlarım, yalanla besliyorlar sizi, hâlbuki açsınız, etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız. Ve beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan. İnsanlar, ah, benim insanlarım, hele Asya’dakiler, Afrika’dakiler, Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik adaları ve benim memleketlilerim, yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız, elleriniz gibi meraklı, hayran ve
gençsiniz. İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, Amerikalım benim, uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, ellerin gibi tez kandırılır, kolay atlatılırsın...
Nazım Hikmet’in kitaplarının yayın hakkını eline alan Yapı Kredi, bu kez bir adım daha ileri giderek Usta’nın şiirlerinin internette kullanılmasını yasakladı. Bedele bağlanmış olan şiirler, ancak bu bedel Yapı Kredi’ye ödenir ve izin alınırsa yayınlanabilecek. Nazım Hikmet’in yaşamı boyunca aralıksız sürdüğü mücadelesinde düşmanı olanlar, Nazım’ın düşman olduğu aşağılık sermayedarlar utanmadan Nazım’ın adını ağızlarına aldıkları gibi, daha önce “Vatan haini” diyerek yasakladıkları ozanımızı, şimdi de “tekellerine” almaya çalışarak yasaklıyorlar. Bu, Nazım’ın komünist kimliğine, mücadelesine, değerlerine dil uzatmak, bu topraklarda Nazım’ın sevdasını paylaşanlara, Nazım’ın şiirlerinin başkahramanlarına meydan okumaktır. Oysa Nazım yıllar önce yanıtını vermiştir onlara.
Siz vatanperversiniz, siz yurtperversiniz, ben yurt hainiyim, vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan, tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üstleri,
Amerikan donanması, Amerikan topuysa vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.
Bu metin Nazım için yazılmamıştır. Bu metin öncelikle Yapı Kredi’ye inat ve kendi değerlerimize sahip çıkma bilincimizin gereği olarak kaleme alınmıştır. Nazım’ın şiirlerini bedele bağlayanlar unutmasınlar, o şiirlerin her bir sözcüğü için bu topraklarda yüzlerce bedel ödenmiştir. Nazım’dan önce de, Nazım’dan sonra da… Paradan kat be kat değerli bedellerdir bunlar. Özgürlük için özgürlüğümüzle ödenmiş bedeller, sevdamız için sevdalarımızdan ödenmiş bedellerdir bunlar… Nazım’ın da size borcu yok, Nazım’ın şiirlerinin güzel insanlarının da… Şimdi bir kez daha Yapı Kredi şahsında bütün bu asalaklar sınıfına inat;
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...
Ve istediğiniz sansürü uygulayın, istediğiniz yasağı koyun! Nazım bizim!
37
Bertolt Brecht...
Bütün perdeler yeni bir dünya için açılıyor! 38
Ben bir oyun yazarıyım Gördüğümü gösteririm Nasıl alınıp satıldığını gördüm insan pazarlarında insanların Fabrika kapılarından içeri giren işçiler gördüm ve kapı yüksekti Ama dışarı çıktıklarında bükülmüştü belleri O zaman şöyle dedim kendi kendime Her şey değişmede Ve her şey sadece kendi zamanına göre…
Kimimiz onun nasıl bir sanatçı, her şeyden önce nasıl bir dava adamı olduğunu pek yakından bilirken, birçoğumuz adını bile şu ana kadar hiç duymamışızdır. Evet, O, Bertolt Brecht, gerçek ismiyle Eugen Bertolt Brecht. Hayatını devrimin kaçınılmazlığına adamış, sanatını bu davanın bir aracı olarak benimsemiş bir devrimcidir. O bir şairdir, oyun yazarıdır, kuramcıdır; ama o bütün bunların ötesinde insanlığın kurtuluşunun tek yol göstericisi olarak tanımladığı Marksizmi sahneye taşıyan, bilimsel sanatı var edenlerdendir. Çağdaşları gibi sanatı bir avuç zengin budalanın himayesine bırakmamış, aksine işçi sınıfının aydınlanmasında yok sayılamaz bir unsur olarak nitelendirmiştir. Bu doğrultuda bilimsel tiyatro anlayışını geliştirmiştir. Epik tiyatro diye adlandırılan bu buluş özü itibariyle Hegel ve Aristotales’in tiyatro tanımlamalarını yerle bir eden (Hegel ve Aristotales tiyatroyu seyircilerin ‘düzen karşıtı’ özelliklerinden arındırılması için bir araç olarak görürler) ve kapitalizmin dolayısıyla sınıflı toplumun eleştirisini yapan bir kuramdır. Brecht 10 Şubat 1896 yılında Almanya’nın Augsburg kentinde dünyaya geldi. Babası bir kâğıt fabrikasının müdürüydü. Zengin bir aileden gelmesine rağmen sahip olduğu tüm burjuva değerlerine karşı çıkmaktaydı. O dönemde henüz Marksizmle tanışma sürecine girmemiş olsa da dünyada bir şeylerin ters işlediğine emindi. 1917’de annesinin isteği üzerine Münih’e tıp okumaya gitti. O dönemde sürmekte olan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda sağlık görevlisi olarak gezici hastanede görevlendirildi. Bu sırada savaşa karşı beslediği nefret, onun Marksizmle tanışmasını sağladı. Bu buluşma Brecht’in yaşamında bir dönüm noktasını ifade ediyordu. Çünkü kurulu düzene karşı beslediği nefreti artık bilimsel bir açıklama ve çözümleme yöntemiyle buluşturmuş ve kendini sosyalizmin tek kurtuluş yolu olduğuna ikna etmişti. Sosyalist gerçekliğin zorunluluğuyla kendini ve dolayısı ile sanatını mücadeleye adamaya karar verdi. Ancak bu dönemde Naziler’in iktidarı ele geçirmesi ile Almanya’da çalışma olanağı kalmayan Brecht için sürgün dönemi başladı. Önce İsviçre’ye, Danimarka’ya, Finlandiya’ya ve sonra Sovyetler üzerinden
Amerika’ya geçti. Amerika’da oyunları sergilenmeye başlandı. Ama Amerikan burjuvazisi Brecht’in eserlerinden öyle tedirgin oldu ki sonunda sahnelenmesini yasakladı. O dönemde ABD’de komünist avı başlatılmıştı ve Brecht’i de tutuklamak istediler. Önce İsviçre’ye, 1948’de ise Doğu Almanya’ya geçti.
Brecht olmak
Brecht’in neden Brecht olduğunu anlamak için öncelikle onun diyalektik-epik tiyatro kavramını incelemek gereklidir. Bu tiyatro kavramı kendi alanında o güne kadar süregelmiş olan tüm burjuva kalıpları yıkar. İşçi sınıfının önündeki, azgınca sömürüyü gizlemeye çalışan perdeyi yok eder. Kafası her gün biraz daha boşaltılan, kimliksizleştirilen insanları yeniden yaşama ve mücadeleye döndürmeyi amaçlar. Kapitalist düzenin insanlığa dayattığı her şeyi alt üst eder. Sistem tarafından, kendi çürümüş ‘kültürünü’ koruyabilmek adına, belirlenen ‘güzel’(estetik) kavramını yıkar geçer ve yerine yararlılık kavramını getirir. Bunun anlamı üretilen herhangi bir eserin biçimsel tüm özelliklerinden önce, sınıf savaşımında kimin safında yer aldığıdır. Diğer bir deyişle burjuva çıkarlara mı yoksa proleter kurtuluşa mı hizmet ettiğidir. Fakat bu yaklaşım Brecht’in eserlerinin estetikten uzak olduğu düşüncesini yaratmamalıdır. Tersinden yeni bir estetik anlayış geliştirmiştir. Bu yenilik yaklaşımı Brecht’in yeniyle eski arasındaki uzlaşmaz çatışmayı gözler önüne sermesinin de bir başka yöntemidir aslında. Brecht tarafından açıklığa kavuşturulan günümüz dünyasının günümüz insanına anlatılabilir olmasının en anlamlı yollarından biri dünyanın dönüştürülebilir olarak tasvir edilmesidir. Brecht’e göre görünenin ardındaki gerçeği göstermek, burjuva gerçekçiliğiyle ve burjuva tiyatro algısıyla mümkün değildir. Tam tersine bu algıyı kıracak bir tiyatroya ihtiyaç vardır. Günümüz burjuva tiyatro anlayışının da sıkça kullanmaya çalıştığı, özünde Brecht’in geliştirdiği, kitleleri düşündürmeyi, içinde her gün biraz daha yalnızlaştırıldığı düzeni sorgulatmayı amaçlayan yabancılaştırma efekti, tam da yeni tiyatro algısının yani diyalektik-epik tiyatronun temellerinden biridir. Bu teknik, beyni burjuva pislikleriyle doldurulmuş kitlelerin tüm bunlardan arınmasını sağlar. Yerine sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele bilinci hareketlendirmeyi hedefler. Her ne kadar çarpıtılmaya çalışılsa da bizler Brecht’i sınıf mücadelesini yükseltmeye çalışan devrimci bir sanatçı olduğunu biliyoruz ve devrettiği bayrağı onurlu bir biçimde taşımaya devam edeceğiz. sE. Emek