EG 103. sayı

Page 1



Sermayenin çözümü seçimde...

Sermaye düzeni emeğe olduğu kadar gençliğe de düşmandır. Gençliği ardı arkası kesilmeyen iktisadi saldırılar ve bunları bütünleyen baskı ve zor uygulamalarıyla denetim altında tutmayı hedefler. Zira gençliğin taşıdığı dinamizm sermaye iktidarı açısından derin bir korku sebebidir. Özellikle dünya ölçeğinde hafızalardan silinmeyen ‘68 gençlik hareketi bu korkuyu büyütmekte, sermaye düzenini gençliğe karşı daha tedbirli olmaya zorlamaktadır. Bu tedbirler çok yönlü olup, her çeşit baskıyı, sindirme politikasını içerdiği gibi, gençliği apolitize ederek kimliksizleştirmeyi ya da düzen safına çekmeyi de içermektedir. Ancak sermaye düzeninin bütün bu çabalarını boşa düşüren, bu düzenin kendi doğasıdır. Egemenliğinin sürekliliğini işçi ve emekçi kitleler üzerindeki sömürü ve talanının sürekliliğine bağlayan bu kokuşmuş düzen, alt sınıflara mensup gençlik kitlelerinin talepleri karşısında gün geçtikçe derinleşen bir çözümsüzlükle karşı karşıyadır. Bununla paralel olarak söz konusu gençlik güçleri de artan baskı ve derinleşen geleceksizlik sorunu merkezli olarak, süregiden düzene büyük bir öfke duymaktadır. Bugün temel sorun, alttan alta biriken bu öfke ve tepkiyi büyüyen bir harekete dönüştürmektir. Önümüzde duran seçim süreci, işçi ve emekçi sınıflara mensup gençlik kesimleri açısından bu öfkeyi açığa çıkartmanın anlamlı bir vesilesi olacaktır. Bu öfkenin olabildiğine güçlü dışa vurulması ise sandıklarda çözüm arayan sermaye düzeni açısından çözümsüzlüğün tescilini ifade edecektir! Sermaye düzeni gençliğin en ufak bir talebini bile karşılamaktan aciz bir durumdadır. Bugün alt sınıflara mensup gençliğin karşı karşıya olduğu sorunların toplamı düşünüldüğünde, bu çerçevede düzenin yapabileceği hiçbir şey kalmadığı açıkça görülecektir. Gençlik düzenin tam bir acz içinde olduğunu görmeli ve beklentilerinin karşılığını sandıkta değil, kendi birleşik gücünde aramalıdır. Çünkü açık ki o sandık Pandora’nın sandığıdır. Ve içinden şimdiye kadar işçi-emekçilerin, gençliğin hayrına tek bir şey çıkmamıştır. Gençlik sandıktaki şovenizmi, faşizmi değil halkların kardeşliğini seçecektir!

Bugün içinde yaşadığımız tablo ortadadır. Sokak ortasında linç girişimlerinin meşrulaştırıldığı, sokak ortası infazların doğallaştığı, Kürt halkına dönük inkâr ve imha politikalarının savaş nidalarıyla birleştirilerek her gün yeniden ve yeniden pazara sürüldüğü bir dönemdir bu. 301 ve benzeri yasal düzenlemelerle hukuki

zemini yaratılmış olan şoven linç atmosferi, düzenin kurumlarının üstünü örtme gereği duymaksızın gerçekleştirdiği fiili uygulamalarla beslenmekte, şoven-faşist kudurganlık devlet eliyle ödüllendirilmektedir. Birkaç yılın bilânçosundan ilk akılda kalanlar düşüldüğünde bu görülebilecektir: Uğur Kaymaz (13) katledilmiş, Uğur’un katili polisler beraat etmiştir. Bu karar TC’de Kürt öldürmenin cezası olmadığının bir kanıtı olarak tarihe geçmiştir. Trabzon’da linç girişimleri yaşanmış, linç saldırısına maruz kalanlar gözaltına alınmış, terörist ilan edilmiştir. Bunun sonuçları çok geçmeden ülkenin dört bir yanında patlak veren linç girişimleri ile görülmüştür. Hrant Dink sokak ortasında 301’in hediyesi olan 3 kurşunla katledilmiş, ardından yüzbinlerin “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganları düzenin sözde iktidar ve sözde muhalefet partilerince “Hepimiz Türk’üz” tepkisiyle karşılanmıştır. En son Boğaziçi Üniversitesi’nde halkların kardeşliği temalı bir etkinlik burjuva bir gazetenin manşetine “tuhaf” olarak geçmiş, açıkça hedef gösterilmiştir. Toplumun genelindeki bu tablonun üniversitelerdeki yansımalarını görmemek için kör olmak gerekiyor. Hemen her üniversitenin demirbaşına dönüşmüş ÖGB’ler, koridorlarda cirit atan sivil polisler, kapı önüne ve bazen üniversite kantinlerine konuşlanmış çevik kuvvet ekipleri… Kız arkadaşına sarılmaktan yemekhane zamlarına karşı çıkmaya varan geniş bir yelpazede açılan soruşturmalar, neredeyse hafta bir ildeki üniversiteden haberi yansıyan sivil faşist saldırılar… Bu tablonun ortaya çıkardığı fotoğraf; YÖK amblemi önünde kol kola girmiş polis-idaresivil faşist üçlüsü oluyor! Üniversiteler de bütün bir toplum gibi kışlalaştırılıyor! Şovenizm de, faşizm de, halkların kardeşliğinin önüne set çeken, halkları katleden, halklar arasına düşmanlık tohumları eken zihniyet de işte 22 Temmuz’da “oy” atacağımız o sandıkların içinde. Tam da bu yüzden halkların kardeş olduğu bir dünya, sokak ortası linçlerin yaşanmadığı bir toplumsal yaşam, koridorlarında, amfilerinde baskının ve polislerin kol gezmediği bir üniversite için gençlik düzenin partilerini değil, özgürlüğü ve halkların kardeşliğini seçmelidir! Gençlik sandıktaki geleceksizliği ve eğitimin ticarileştirilmesini değil, eşit, parasız eğitimi ve özgür bir geleceği seçecektir!

Neo-liberal politikalar çerçevesinde yeniden yapılandırılan eğitim, alt sınıflara mensup gençlik kesimleri açısından eğitim hakkının sermaye düzeni tarafından gaspı sonucunu doğurmaktadır. Bu

Sermaye düzeni gençliğin en ufak bir talebini bile karşılamaktan aciz bir durumdadır. Bugün alt sınıflara mensup gençliğin karşı karşıya olduğu sorunların toplamı düşünüldüğünde, bu çerçevede düzenin yapabileceği hiçbir şey kalmadığı açıkça görülecektir. Gençlik düzenin tam bir acz içinde olduğunu görmeli ve beklentilerinin karşılığını sandıkta değil, kendi birleşik gücünde aramalıdır. Çünkü açık ki o sandık Pandora’nın sandığıdır. Ve içinden şimdiye kadar işçi-emekçilerin, gençliğin hayrına tek bir şey çıkmamıştır.

3


yeniden yapılandırma politikaları çerçevesinde kamusal bir hak olan eğitim hakkı, yarı kamusal bir uygulamaya kavuşturulmuş, “hizmet alan bedelini” öder mantığı bu alanda da hâkim kılınmıştır. Alt sınıflara mensup gençlik kesimleri açısından bir yandan üniversiteye giriş geleceğin tek koşulu olarak tanımlanırken, diğer yandan gün geçtikçe üniversitelerin kapıları bu kesimlere kapatılmaktadır. Milyarlık dershaneler, okullar arası eşitsizlikler, AOBP uygulaması vb. ile bu süreç emekçi kökenli liseliler açısından içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Üniversitelerde de tablo farksız değildir. Paralı eğitim uygulamaları, eğitimin yan alanlarını da kapsayarak (barınma, sağlık, yemek vb.) yaygınlaştırılmaktadır. Har(a)ç bedellerine her yıl yapılan zamlar, not çizelgesi, öğrenci belgesi vb. hizmetlerin dahi paralı hale getirilmesi, geniş bir öğrenci grubu açısından eğitimi sürdürebilmenin önünü tıkamaktadır. Artık gençlik kesimlerinin bilincinde üniversite, gelecekle eşanlamlı olmaktan çoktan çıkmıştır. Bugün azımsanamayacak genişlikte bir üniversiteli kesim derin bir geleceksizlik kaygısıyla karşı karşıyadır. Her yıl üniversiteler Türkiye’nin büyük işsiz ordusuna ellerinde diplomalarıyla yeni neferler eklemektedir. Mezuniyet sonrası iş bulabilmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu durum mesleki yeterlilik yasaları, yetkin mühendislik, sözleşmeli öğretmenlik, aile hekimliği uygulamalarıyla derinleşmektedir. Bu düzen gençliğe tek seçenek sunmaktadır. Bu seçenek ise açık bir geleceksizlikten ibarettir. 22 Temmuz’da karşımıza çıkartılacak olan sandıkların bugüne kadar bizleri bu geleceksizlik tablosu içerisine hapsetmek isteyenlerle, bu geleceksizliği derinleştirecek olanlarla ya da parlamentoda bu sorunu çözme iddiasıyla kitleleri aldatanlarla doludur. Gençliğin ise artık ne sabredecek gücü, ne boyun eğecek lüksü kalmıştır. Gençlik 22 Temmuz’da eğitim hakkına ve geleceğine sahip çıkmak zorundadır! Gençlik sandıktaki emperyalist işgal politikalarını değil, anti-emperyalist mücadeleyi seçecektir!

ABD’nin Ortadoğu’da süregelen işgal politikaları Türkiye egemenlerince açıkça desteklenmekte, pastadan pay almak telaşıyla bu emperyalist işgal planında aktif bir rol oynayabilmek için kırk türlü taklalar atılmaktadır. Gelinen yerde meclis salonlarında, kapalı kapılar ardında işçi emekçi kesimlere mensup gençliğin yaşamı üzerine pazarlıklar yapılmaktadır. Afganistan, Irak, Lübnan, Filistin emperyalist saldırganlığın sonuçlarını yaşamakta, İran, Suriye gibi birçok ülke ise namlunun ağzındadır. Sermaye düzeni ise gençlik kesimlerinden demagojik söylemlerle bu ülke halklarını katletmelerini beklemekte, karşılığı olmayan vaatlerle gençliğı kendi askeri olmaya ikna etmeye çalışmaktadır. Ancak bu çabalar boşunadır. Gençlik ABD askeri olmayı, sermaye düzeninin köle-askeri olmayı açıktan reddetmektedir, reddecektir! 22 Temmuz’da sandıktan savaş çığırtkanlığı yapanların yanında olmadığını, emperyalizme karşı mücadelenin tarafı olduğunu gösterecektir. 1 Mart’ta tezkereyi geçirmek için yırtınan, bugün laik cephe içinde şövalye rolü oynayan CHP de, Lübnan tezkeresinin imzacısı AKP de dün cepheye sürmeye çalıştıkları gençlik güçlerinden bugün oy dileniyor. Gençlik onlara yanıtını anti-emperyalist mücadeleyi seçerek er geç verecektir. Gençlik sandıktaki burjuva gericiliği ya da parlamenterist hayalleri değil düzene karşı mücadeleyi seçecek!

4

Bugün seçim sandıklarında bizlere burjuva gericiliğinden gericilik beğenmek dayatılıyor! Bugün seçim sandıklarında bizlere emperyalist işgalin suç ortaklığı, Kürt halkına uygulanan inkâr ve imha politikalarına onay dayatılıyor! Bugün vereceğimiz oylarla bizden geleceğimizi sermayenin ellerine teslim etmemiz isteniyor. Ama bizlerin boş hayallere karnımız tok! Bizim Amerikancı düzen partilerine ve çözümü burjuva mecliste gören reformist-sol partilere verilecek oyumuz yok! Bizleri geleceksizliğe mahkûm eden, işsizlik, savaş, yıkım, ticari eğitim, terör ile hayatımızı çekilmez hale getiren sermaye partilerinden sorulacak hesabımız var! Gençlik olarak, her biri mücadele bayrağını yükseltmeyi gerektiren talep ve şiarlarımız için bizi mücadeleye çağıran bağımsız sosyalist milletvekili adaylarını destekliyoruz. Tüm gençliği işçi sınıfının devrimci programı etrafında birleşmeye çağırıyoruz.


Ülkenin dört bir yanında tek yürek, tek ses:

2007 1 Mayıs’ı coğrafyamızın dört bir yanında coşkulu eylem, etkinlik ve mitinglere konu edildi. 1 Mayıs eylem ve mitinglerinin yaygınlığı ciddi bir anlam taşıdığı gibi, bu yaygınlığın birçok sendikanın, emek örgütünün ve siyasal örgütlenmenin 2007 1 Mayıs’ını merkezi olarak Taksim’de kutlama kararı almış olmasına karşın yakalanabilmiş olması bu anlamı güçlendirmektedir. Gençlik cephesinden 2007 1 Mayıs’ını tartışmaya geçmeden önce, bu 1 Mayıs’ın gerek öncesi ve sonrasıyla, gerek eylem gününün kendisi ile temel belirleyeni olan Taksim çıkışını tartışmak bir zorunluluktur. Zira bu çıkış basit anlamıyla bir yer tercihi olmaktan uzak olup, özellikle devrimci kesimler açısından 1 Mayıs yaklaştıkça düzenle girilmiş bir hesaplaşmanın, bir irade savaşının yansımasına dönüşmüştür. Gelinen yerde bugün Taksim kazanılmıştır, yani devrimci irade üstün çıkmıştır. Ancak bunun kadar önemli olan diğer bir nokta, uzun süredir yaşanan bir sıkışma kırılmış, 1 Mayıs toplumun geniş bir kesiminin gündemine oturmuş, eyleme fiziki olarak katılsın ya da katılmasın onbinlerce insan Taksim’e çıkışın başarılabilmesini arzu etmiştir. Bu basit olarak bir temenni değil, toplumsal yaşamın geniş bir ölçeğinde yaşanan alternatifsizlik, çözümsüzlük hissinin karşısında bir çıkış arayışıdır. 1 Mayıs günü Taksim Meydanı’na çıkan tüm ara sokaklar, İstanbul dışında atılan bütün “Taksim” sloganları düzenin çizdiği güç kalkanında açılmış birer gedik olarak yıllar yılı baskı ve zor politikalarıyla dizginlenmeye çalışılan toplumsal bilince yazılmıştır. İçinden geçtiğimiz süreç tek başına baskı ve zor politikalarının pervasızlaştığı bir süreç değil ama bir bütün olarak kölelik koşullarının dayatıldığı bir süreçtir. Düzen içi çatışmaların derinleştiği, şovenizmin bu çatışmalarla derinden derine beslendiği, ancak düzen içinde çatışan tarafların virgülünden noktasına kadar uzlaştıkları temel noktanın bu coğrafyadaki milyonları aşan işçi ve emekçilerin, bu kesimlere mensup gençliğin karşı karşıya olduğu azgın sömürü koşullarını beslemek olduğu bir süreçtir bu.

Böylesi bir süreçte, Taksim çıkışının anlamı da doğal olarak, katılımcıları açısından dayatılan yaşam koşulları karşısına caydırıcı-yıkıcı bir güç olarak çıkabilmek anlamını taşımaktadır. 1 Mayıs’ın hemen ardından diyebiliriz ki bir caydırıcılık yaratılmıştır, yıkıcılık içinse bu yılın kazanımlarını büyütmek sorumluluğu emeğin dünyasından yana bütün güçlerin ortak sorumluluğudur.

Gençlik cephesinden şovenizm ve faşizme karşı biriken öfkenin yansıması

1 Mayıs alanlarında gençlik kesimlerinin geçmiş yılları aşan bir yer tuttuğunu söyleyebiliyoruz. İstanbul 1 Mayıs’ı bu noktada bütünlüklü bir veriye ulaşmayı engellese de, eylem öncesi buluşma ve gün boyu süren çatışma noktalarının her birinde azımsanamayacak bir gençlik katılımının olduğu gözlemlenebildi. Burada temel soru, gençlik hareketinin bugünkü tablosunun ve 1 Mayıs öncesi gençliğin sorunları merkezli müdahalelerin zayıflığına karşın alana yansıyan tablonun arkasında yatanın ne olduğudur. Elbette Taksim çıkışının ülke genelinde yarattığı atmosferin etkisi gençlik kesimlerinin 1 Mayıs’a yüzünü çevirmesinde temel önemde bir yerde durmaktadır. Zira bu sene 1 Mayıs, Taksim iradesi dillendirildiği andan itibaren gündemleşti ve 1 Mayıs gününe dek de gündemden düşmedi. Ancak bunun ötesinde Taksim çıkışının gençlik alanında faaliyet ören öznelerin üzerinde yarattığı etkinin kendisi belirleyici oldu. Uzun bir dönemdir artık “atalet” olarak dahi tanımlayamadığımız, hatta bir takım iller açısından “yaprak kıpırdamama” boyutuna ulaşmış olan tablo 1 Mayıs’ın yaklaşması ile beraber yerini coşkulu ve büyük ölçüde birleşik bir çalışma sürecine bırakabildi. Bir dizi üniversitede 1 Mayıs’ın tarihsel ve sınıfsal anlamına vurgu yapan etkinlikler, ortak 1 Mayıs çağrıları, 1 Mayıs’a ilişkin resim sergileri, afişler, bildiriler kullanıldı. Bu tablo doğal olarak kendi

1 Mayıs toplumun geniş bir kesiminin gündemine oturmuş, eyleme fiziki olarak katılsın ya da katılmasın onbinlerce insan Taksim’e çıkışın başarılabilmesini arzu etmiştir. Bu basit olarak bir temenni değil, toplumsal yaşamın geniş bir ölçeğinde yaşanan alternatifsizlik, çözümsüzlük hissinin karşısında bir çıkış arayışıdır. 1 Mayıs günü Taksim Meydanı’na çıkan tüm ara sokaklar, İstanbul dışında atılan bütün “Taksim” sloganları düzenin çizdiği güç kalkanında açılmış birer gedik olarak yıllar yılı baskı ve zor politikalarıyla dizginlenmeye çalışılan toplumsal bilince yazılmıştır.

5


sonuçlarını, elbette sınırları olsa da, üretti. Bütün bunlar kadar önemli bir diğer nokta ise, üniversitelerde artan baskı koşulları, sivil faşist saldırılar ile ülke genelinde estirilen şovenizm rüzgarı ve anti-demokratikleşme sürecinin etkileridir. Coğrafyamızda gençlik kesimlerinin her zaman anti-faşist damarı güçlü olmuş ve bu damar onun birçok dönemde toplumsal muhalefet içerisinde temel önemde roller oynamasına da vesile olmuştur. Bu çerçevede gerek coğrafya genelinde yaşananlar; Hrant Dink cinayeti, Malatya’daki katliam vb, gerekse 1 Mayıs üzerinden sermaye düzeninin faşist yüzünün bir kez daha dolaysız açığa çıkışı, söz konusu baskı ve zor politikalarının doğrudan muhatabı gençlik kesimleri açısından 1 Mayıs alanına çıkma eğilimini güçlendiren bir etkene dönüştü.

1 Mayıs vesilesiyle gençlik hareketinin güncel tablosu

6

2007 1 Mayıs’ına ilişkin tanımladığımız olumluluklara rağmen hala bugün gençlik alanında karşı karşıya olunan saldırıların kapsamına denk bir tablonun açığa çıkartılamadığı, gençlik hareketinin sorunlarının dün olduğu gibi, aynı yakıcılıkla ve hatta derinleşerek kendini 2 Mayıs’a taşıdığı ifade edilmelidir. Gençlik kesimleri bugün bir arayış içerisindedir. Ve düzenin bu kesimlere sunabileceği ikna edici hiçbir rüşveti kalmamıştır. Bugün bu arayışa rağmen güçlü çıkışlar yaratılamamasının temelinde ise, elbette başka bazı temel önemde nedenlerle beraber, gençlik hareketi içerisindeki politik öznelerin tablosu, özcesi devrimci önderlik boşluğu yatmaktadır. Bu eğitim öğretim döneminin daha en başında, üniversitelerde ortaya çıkan eylemli süreçlerin kendisini değerlendirirken, gençlik hareketinin bugünkü tablosu ile karşı karşıya kaldığı saldırıların yarattığı gelişme dinamikleri ve taşıdığı olanaklarla arasındaki çelişkiyi tanımlamış, bu çerçevede yerel sorunlar ve en genel ifadesi ile gençliğin gelecek sorununun

kendisinin üzerinden gelişecek müdahalelerin bu çelişkinin gençlik hareketi lehine ortadan kalkmasının aracı olduğunu ifade etmiştik. Gelinen yerde bu konuda yeni bir söz söylemek yersiz, ancak 1 Mayıs’ta açığa çıkan tabloyu bu tanımlama üzerinden yorumlamaya çalışmak önemlidir. 1 Mayıs üzerinden özellikle Ankara’daki çeşitli üniversitelerde yürütülen çalışmalara dönüp baktığımızda, gençlik kesimleri ile kendi gündemleri üzerinden bağ kurabilmiş çalışmaların 1 Mayıs gibi temel bir politik gündemle birleştirilebilmesi noktasında anlamlı adımlar atıldığı söylenebilir. Beytepe Kampüsü’nde bir dönem boyunca yerelin çeşitli gündemleri üzerinden yürütülen dernek çalışmasının kendini 1 Mayıs alanına taşıması, ODTÜ’de 300 kişilik bir kortejin oluşturulabilmesi, önümüzdeki dönem açısından üzerinde düşünülmesi gereken örneklerdir. Bu örnekleri anlamlı kılan ise, söz konusu kortejlerin –özellikle Beytepe örneğinin- 1 Mayıs alanı ile sınırlı bir biraraya geliş olmayışı, aksine bir dönemlik birikimin alana yansımış olmasıdır. Gündemin gençlik hareketi ile kurduğu bağ açısından değil ama sistematik müdahale ve sürekli bir yerel çalışmanın sonuçları açısından benzer bir örnek Trabzon’daki Nükleer Karşıtı Öğrenciler çalışması açısından da ifade edilebilir. Bir dönem boyunca süren nükleer karşıtı faaliyetin kendisi, “toplum için enerji” söylemi ile bütünleştirilerek 1 Mayıs alanına taşınabilmiştir. Elbette bir takım başka örnekler de verilebilir. Ancak tablonun bütününe bakıldığında, gençlik hareketi öznelerinin büyük bir bölümünün yerel çalışmalar, yerel gündemler üzerinden bu alanlardaki dinamikleri açığa çıkartmak, süreklikalıcı bir hareketin yerel olarak da olsa adımlarını atma ısrarında bulunmak noktasının çok uzağında durduğunu görebiliyoruz. Sonuç itibariyle kurulacak bir gençlik sendikasının politika ile bağ kurmak yerine tanıtım yapması gerektiğini savunan, yahut soruşturma saldırıları karşısında üniversitelerde güç biriktirmek adına eylemsizliği teorize eden bir güçler tablosu ile karşı karşıyayız. Bu çerçevede, bakış planında bir farklılık taşımakla beraber, kendi faaliyetimizin de bir takım iller özelinde bu tablonun kırılması noktasında 1 Mayıs sürecini başarılı bir müdahale aracına dönüştüremediğini ifade etmek durumundayız.

Taksim’i kazandık, sıra hareketi büyütmekte!

2007 1 Mayıs’ı gerek toplumsal muhalefet, gerekse onun dinamik bir parçası olan gençlik kesimleri açısından umut vericidir! Şimdi gençlik hareketinin içinde özne olma iddiasındaki her kesimin üzerine düşen görev bu umudu büyütmek, bu umudu kuşanarak gençlik hareketini büyütmek için gerekli olan adımları atmak, ısrarla, inançla, sabırla gençliğin sorunları karşısında birleşik, kitlesel, devrimci ve militan bir mücadele örmenin zeminini döşemeye çalışmaktır. Bugün Taksim Meydanı’ndaki barikatlara yüklenircesine yüklenmek gereken görev bundan başkası değildir!


1 Mayıs 2007:

Günlerce sürdürülen fiili sıkıyönetim uygulamaları, Taksim’i işçi ve emekçilere kapalı tutmakta ısrarcı olan sermaye devleti tarafından azgın bir terörle 1 Mayıs günü de sürdürüldü. Sermayenin kolluk güçlerinin hemen her noktada gerçekleşen saldırılarına rağmen işçi ve emekçilerin Taksim kararlılığı kırılamadı. 1 Mayıs 2007 Taksim eylemine katılmak için işçiler, emekçiler ve devrimciler sabah erken saatlerde Dolmabahçe, Kabataş ve Beşiktaş’taki buluşma noktalarında biraraya gelmeye başladılar. Tüm engellemelere rağmen toplanma noktalarına akan binlerce insan, militan bir direniş ortaya koyarak defalarca polisle çatıştı. Gaz bombasına, polis copuna karşı Taksim istek ve iradesi galip geldi. ‘77 katliamın 30. yılında Taksim ve civarı kararlı bir 1 Mayıs kutlamasına sahne oldu.

Saat 7.30-11.00 Dolmabahçe:

Dolmabahçe’deki buluşma yerine ilk olarak Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun da içinde bulunduğu 1 Mayıs Tertip Komitesi geldi. Polis burada Tertip Komitesi’ni gözaltına aldı. Pankart açarak İnönü Stadı’na doğru yürüyüşe geçen Sine-Sen üyeleri polisin gaz bombası ve tazyikli su ile yaptığı müdahalesine direnerek dağınık halde bulunan kitlenin toparlanmasında önemli bir rol oynadı. Pankartlarını kapatmamakta direnen, aralarında Nur Süer’in de bulunduğu sendika üyeleri gözaltına alındı. Sine-Sen’den sonra polis toparlanmaya çalışan kitleye müdahale etmeye çalışırken bu sefer Topkapı işçileri pankart açarak yürüyüşe geçti. Polisin sert müdahalesine kararlı bir tutumla karşı koyan işçiler yaka paça gözaltına alındı. Hızını alamayan polis bu arada Topkapı işçilerini gözlemlemeye çalışan Radikal gazetesi muhabirini de gözaltına aldı.

Saat 8.30-10.30 Beşiktaş

Dolmabahçe’ye yürüyüşe geçmek üzere Beşiktaş’ta buluşma kararı alan birçok kurum sabah erken saatlerde buluşma yerine geldi. Saat 9.00’da toplanmaya çalışan ve ağırlığını TKP’lilerin ve Halkevleri’nin oluşturduğu eylemcilere polis müdahale etti. Müdahale sonucu birçok eylemci yaralanırken, onlarcası gözaltına alındı. Ara sokaklara çekilen eylemcilerle polis arasındaki çatışmalar yer yer devam etti. Bu süre zarfında eylemciler Beşiktaş Ihlamur Dere Caddesi üzerinde toplanmaktaydı. Polis, içinde Ekim Gençliği okurlarının da içinde bulunduğu yaklaşık 250 kişilik kitleye panzer ve yoğun biber gazı ile saldırdı. Daha sonra dağılan eylemcilerle polis arasında Şair Nedim Caddesi üzerinde çatışma çıktı. Bu çatışmalardan yaklaşık yarım saat sonra bu sefer Barbaros Bulvarı’ndan yürüyüşe geçen HKM’lilerle polis arasında çatışma çıktı

Saat 11.00 -11.45 Maçka-Gümüşsuyu

Süleyman Çelebi ve diğer emek örgütü yöneticilerinin Dolmabahçe’ye gelmesi üzerine yapılan pazarlıklar sonunda Gümüşsuyu’ndan Taksim’e yürüyüşe geçildi. Etrafta bekleyen eylemcilerin de katılımıyla yaklaşık 250 kişi Taksim Kazancı Yokuşu’na ulaştı.

DİSK üyeleri Kazancı’ya ulaşmak üzereyken, Taksim’e çıkmak isteyen 50-60 kişilik bir grup Maçka’da yol kesti. Çevik kuvvet ekiplerinin anında müdahale edemediği alana ilk olarak panzerle müdahale edilmeye çalışıldı. Bunun üzerine eylemciler panzere taşlarla karşılık verdi. Daha sonra çevik kuvvet ekiplerinin gelmesi ile çatışma ara sokaklara taşındı.

Saat 12.00-16.00 Taksim

Gümüşsuyu’ndan gerçekleştirilen yürüyüşün ardından ağırlığını DİSK üyelerinin oluşturduğu 250 kişilik kitle alkışlar ve sloganlarla Kazancı Yokuşu’na geldi. Taksim Meydanı çevresinde bulunan 2000’den fazla kişi “İşte 1 Mayıs işte Taksim!” sloganları atarak DİSK kitlesi ile buluştu. Taksim yasağı fiilen parçalandı. Kazancı Yokuşu’nda ‘77 1 Mayıs’ında katledilen 36 işçi ve emekçi anısına kısa bir anma yapıldı. Saygı duruşunun ardından kırmızı karanfiller bırakıldı. Anma etkinliğinin ardından Taksim Meydanı sayısız eyleme tanık oldu. Alanın terk edildiği sırada Devrimci 1 Mayıs Platformu bileşenlerinin bir kısmı İstiklal Caddesi’nde tekrar toplandı. Bu grubun başını çektiği yaklaşık 3 bin kişilik kitle coşkulu ve kararlı sloganlarla Taksim Tramvay Durağı’na yürüdü. BDSP, Alınteri ve Kaldıraç pankartlarının açıldığı yürüyüşte yapılan pazarlıklar sonucunda uzlaşma sağlanamaması üzerine polis kitleye saldırdı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah bu saldırıyı bizzat yönetti. İstiklal Caddesi’nde eylemin sürdüğü sıralarda Tramvay Durağı’na kurulan barikatın ardında kalan küçük bir grubun başlattığı oturma eylemi çevredekilerin de katılımıyla 200 kişiyi buldu. Polisin müdahale ettiği kitle Sıraselviler’e yöneldi. İstiklal Caddesi’ndeki ara sokaklarda ve Tarlabaşı mevkinde polis ile kitle arasındaki çatışmalar uzun süre devam etti. Polisin dağıtmaya çalıştığı kitle defalarca 200-300 kişilik gruplar halinde yeni eylemler örgütledi.

Anadolu yakası...

Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’na geçmesi engellenenler ve şehir dışından İstanbul’a alınmayanlarla birlikte yaklaşık 5 bin kişi Kurtköy’de jandarma ile çatışarak, yolun tek şeridinin trafiğe kapandığı bir eylem gerçekleştirdi. Anadolu Yakası BDSP, İLGP ve TİB-DER’den oluşan 200 kişilik kitle bu eylemin sonunda Kartal’da bir 1 Mayıs yürüyüşü ve basın açıklaması gerçekleştirdi. İstiklal Caddesi’nde binlerce kişi 1 Mayıs eylemini saatlere yaydı. 2007 1 Mayıs’ı kortejlerin ve düzenli yürüyüşlerin olduğu bir miting olmadı ama binlerce kişinin 1 Mayıs’ı içeriğine ve özüne uygun olarak kutladığı bir güne dönüşmüş oldu. Bir günde tek bir eylem değil, onlarcası yapıldı! Düzen sözcüleri tarafından “temsilcileriniz gelsin’” dayatmalarına karşın binlerce kişi ile Taksim’e girildi! 1 Mayıs’a yansıyan, alanlara çıkan, barikatlara yüklenen, polisin azgın saldırılarına karşın yüzünü Taksim’den çevirmeyen işçi sınıfının devrimci iradesinden başka bir şey değildi! 2007 1 Mayıs’ı kazanılmıştır! Bugün alanlardan yansıyan tablo eylemler boyunca coşkuyla, gururla ve inançla atılan sloganı doğrular niteliktedir: “İşte 1 Mayıs, İşte Taksim!” İstanbul Ekim Gençliği

7


Türkiye’de 1 Mayıs gösterilerinden...

1 Mayıs ülke genelinde coşkuyla kutlandı Ankara:

Ankara’da 1 Mayıs 8 bin işçi ve emekçinin katılımı ile gerçekleştirildi. Yaklaşık bir saatlik yürüyüşün ardından devrimci kortejlerin alan girdiği sırada polis destekli faşist İP çetesi ESP kortejine saldırdı. Bunun üzerine devrimci güçler tarafından İP çetesine karşı bir barikat kuruldu. Miting sona erene kadar İP 1 Mayıs alanına sokulmadı.

İzmir:

İzmir’de 2007 1 Mayıs’ı KESK ve Türk-İş tarafından örgütlendi. Türk-İş’in gerici tutumu hem 1 Mayıs’ın örgütlenmesi sürecinde hem de alanda kendini gösterdi. 10 bin kişinin katıldığı 1 Mayıs mitingi henüz bitmemişken İP’lilerin provokasyonları çatışmaya neden oldu. İP’lilerin Alınteri kortejine sataşmalarıyla başlayan gerilim ardından SDP kortejine sözlü ve fiili saldırılarıyla devam etti. Bunun ardından çıkan çatışmada İP’li karşı devrimciler püskürtülürken SDP ve Alınteri kortejlerinden de yaralananlar oldu.

Adana:

1 Mayıs’ta Adana’da Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu önünden kortejler oluşturarak Uğur Mumcu Meydanı’na doğru yüründü. Mitingte Türk-İş’in konuşmaları protesto edildi. Komünistlerin coşkulu bir kortejle yer aldığı mitinge 4 bin kişi katıldı.

Bursa:

1 Mayıs Bursa’da 2.500 emekçinin katılımıyla coşkuyla kutlandı. 1 Mayıs mitinginde yapılan konuşmalarda İstanbul’daki devlet terörü protesto edildi. Komünistler eyleme “Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği!/BDSP” imzalı pankartları ve kızıl bayraklarıyla katıldılar.

Trabzon:

Trabzon 1 Mayıs’ı bin kişilik bir katılımla gerçekleşti. Nükleer Karşıtı Öğrenciler 1 Mayıs’a, “Sermaye için değil toplum için enerji” yazılı bir pankartla ve 20 kişilik bir kortejle katıldı. Ekim Gençliği alanda “IM(F) Tipi Üniversite İstemiyoruz!”, “Emperyalizme, şovenizme karşı halkların birliği!” dövizlerini taşıdı.

Antalya:

8

Antalya’da 1 Mayıs kutlamalarında “Yaşasın 1 Mayıs!”, “Yoksulluğa, ırkçılığa ve gericiliğe teslim olmayacağız!” ortak pankartları açıldı. Eyleme yaklaşık 5 bin kişi katıldı.

Kayseri:

Kayseri’de 1 Mayıs oldukça coşkulu kutlandı. 400 kişinin katıldığı eylemde birlik ve dayanışma ön plandaydı.

Bandırma:

Bandırma’da gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamalarına bin kişi katıldı. Özelleştirme karşıtı sloganların ön plana çıktığı eyleme, özelleştirilme girişimleri ile gündemde olan Susurluk Şeker Fabrikası işçileri de katıldı.

Diyarbakır:

Sendikaların İstasyon Meydanı’nda yapmak istediği kutlamaya Valilik izin vermeyerek kentin dışındaki Fuar Alanı’nı kutlamaya açtı. Bunun üzerine kentteki kutlamalar önce Büyükşehir Belediyesi önünde davul ve halayla başladı. Ardından Dağkapı Meydanı’na yüründü.

Batman:

Batman’daki 1 Mayıs kutlamalarında renkli görüntüler oluştu. 1 Mayıs Batman Belediyesi önünde davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla başladı. Daha sonra yüzlerce kişi Sanat Sokağı’nda kutlamalara devam etti.

Yüksekova:

Hakkari’nin Yüksekova İlçesi’nde 1 Mayıs düzenlenen bir mitingle coşkulu bir şekilde kutlandı.

Doğubeyazıt:

1 Mayıs nedeniyle Doğubeyazıt Belediyesi’nin DİSK’e bağlı çalışanları tarafından belediye önünde bir etkinlik düzenlendi. Ardından İnsan Hakları Anıtı’na kadar bir yürüyüş gerçekleştirildi.

Edirne:

1 Mayıs için sendika ve kitle örgütlerinin Taksim ısrarı devleti korkuttu. Bu nedenle İstanbul abluka altına alındı. Çevre illerden 1 Mayıs’a gelenlerin otobüsleri şehre alınmadı. Edirne’den hareket eden konvoy sendikacıların geri adım atması üzerine İstanbul’a ulaşamadı. Öğrenciler kendi imkanlarıyla Taksim’e ulaşmaya çalıştılar.

Samsun:

Samsun’da 1 Mayıs kutlamaları İstasyon Mahallesi’nden Cumhuriyet Meydanı’na yürünerek gerçekleşti. Katılımın düşük olduğu mitingin gündemine düzen içerisindeki çatışmalar yansıdı.

Antakya:

1 Mayıs Antakya’nın çevre ilçelerinden gelenlerin eski Maksim Gazinosu önünde toplanmasıyla başladı. BDSP’nin 75 kişilik kortejle yer aldığı mitinge yaklaşık 1500 kişi katıldı.


Dünya’da 1 Mayıs gösterilerinden...

Yüzbinlerce işçi ve emekçi alanlara çıktı!

* Rusya‘da, başta başkent Moskova olmak üzere birçok kente binlerce kişinin katıldığı mitingler düzenlendi. Komünist Parti’nin Moskova’daki Devrim Meydanı’nda düzenlediği mitinge yaklaşık 10 bin kişi katıldı. Moskova’nın ünlü Tverskaya Caddesi’nde düzenlenen 1 Mayıs gösterisine ise yaklaşık 25 bin kişi katıldı.

* Fransa‘nın başkenti Paris’teki 1 Mayıs gösterisi, Sarkozy’e karşı miting havasında geçti. Paris’in Republique Meydanı’nda toplanan 50 bine yakın gösterici, ellerinde Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığına karşı olduğu belirtilen pankart ve dövizlerle slogan atarak yürüdü.

* Almanya’da geleneksel 1 Mayıs yürüyüşlerinde saldırı politikalarına karşı istemler ileri sürüldü. Aşırı düşük ücret politikasıyla mücadelenin öne çıktığı gösteriler yüzlerce kentte gerçekleşti.

* Çek Cumhuriyeti’nde Komünist Parti tarafından gerçekleştirilen 1 Mayıs gösterilerinde, ABD’nin ülkeye ve Polonya’ya kurmak istediği radar sistemi protesto edildi. Gösteriye 5 bin kişi katıldı. * Avusturya‘da koalisyon hükümetinin büyük ortağı Sosyal Demokrat Parti’nin başkent Viyana’da düzenlediği 1 Mayıs mitingine 120 bin dolayında kişi katıldı.

* Güney Kore‘nin başkenti Seul’de binlerce kişi alanlara çıktı. Seul Üniversitesi bölgesinde toplanan yaklaşık 7 bin kişi, Devlet Başkanı Roh Moo-hyun’un istihdam ve ekonomi politikasını, ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşmasını protesto etti. * Cakarta’da onbinlerce kişi ücretlerde artış talebiyle gösteri düzenledi. Tam bir polis kuşatması altında gerçekleşen gösteride, Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono, ülkeyi “yerel işgücünü sömüren çokuluslu işletmelere” açmakla suçlandı.

* İran‘da başkent Tahran’da düzenlenen mitinge ülkenin dört bir yanından binlerce kişi katıldı. Mitingte İran Çalışma Bakanı’nın istifası ve hapisteki sendika liderlerinin serbest bırakılması istendi.

* İtalya‘nın Torino kentinde düzenlenen 1 Mayıs gösterisi, çalıştıkları yerlerde yaşamlarını yitiren işçiler için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Torino’daki kutlamalara 100 bin kişi katıldı. * Yunanistan‘da ülkenin dört bir yanındaki kutlamalar muhafazakar hükümet karşıtı gösterilere dönüştü. Göstericiler haftalık çalışma süresinin yeniden 35 saate düşürülmesini istediler.

* Filipinler‘de, Devlet Başkanı Gloria Macapagal Arroyo’nun istifasını isteyen ve daha fazla ücret talebinde bulunan yaklaşık 5 bin kişi, başkent Manila’da bir yürüyüş gerçekleştirdi. * Tayland’ın başkent’i Bangkok’ta yaklaşık 10 bin işçi, 1 Mayıs nedeniyle düzenlenen gösteride, ücret artışı ve Eylül ayında darbe yapılan ülkede yeniden demokrasiye dönülmesi talebinde bulundu.

* Çin’e bağlı olan ve iki adadan oluşan Macau’daki gösteride, yolsuzluklara ve kaçak işçilere karşı önlem alınmasını isteyen göstericilerle polisle çatıştı. Polis havaya ateş açarak ve biber gazı kullanarak göstericilere saldırdı. * Japonya‘da, başkent Tokyo’nun merkezinde düzenlenen 1 Mayıs gösterisine yaklaşık 42 bin kişi katıldı. Japon sendikaları, 374 kentte çeşitli yürüyüşler düzenlediler.

* Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde bazı sendikaların organizasyonuyla Lefkoşa Atatürk Meydanı’nda bir miting düzenlendi. * Venezüella lideri Hugo Chavez, 1 Mayıs’ta işçilere sürpriz yaparak, asgari ücrete yüzde 20 zam yaptığını açıkladı.

* Amerika’da yüz binlerce göçmen 1 Mayıs’ta hakları için alanlardaydı. Göçmenler vatandaşlığa kabul edilme ve aileleri parçalayan sınır dışı edilmelerin durdurulması talepleriyle sokaklarda eylem yaptı. En büyük eylemler Şikago’da (150.000) ve Los Angeles’da (100.000) gerçekleşti. *İsrail işgali altındaki Filistin’de emekçiler, Batı Şeria’ya bağlı Ramallah’ta bir araya geldler. İsrail polisinin yoğun güvenlik önlemleri aldığı eylemde yer yer arbede yaşanırken Filistinliler, Kalandiye kontrol noktasına yürüdü.

* Irak’ta emekçiler, 1 Mayıs’ın geçen sene yasaklanmış olmasına rağmen, sabahın erken saatlerinden itibaren ülke genelinde sokaklara çıktı. Eylemlerin başkent Bağdat ile Basra’da kitlesel geçtiği ifade edilirken, özellikle Basra’daki yoğun kadın katılımı dikkat çekti.

9


ODTÜ’de Devrim’in ateşi sönmedi, sönmeyecek!

ODTÜ’de 11 Mayıs günü gerçekleştirilen eylemin ardından ODTÜ Stadyumu’na mumlarla “DEVRİM” yazısı yazıldı. Bir gelenek haline gelen eylem, Fizik bölümü önünden başladı, şenlik alanı ve yurtların önünden geçilerek stadyumda tamamlandı. En önde “Yaşasın devrim ve sosyalizm!” pankartının taşındığı eyleme 1500’e yakın öğrenci katıldı. Kortejlerin stadyuma girmesiyle başlayan Grup Yorum konseri sloganlarla, halaylarla coşkulu bir şekilde geçti. Saatin 20.00’e yaklaşmasıyla stadyuma “DEVRİM” yazmak için öğrenciler alana çağrıldı. DEVRİM yazısını yazmaya 2 binin üzerinde öğrenci katıldı. El ele tutuşarak büyük bir çember oluşturuldu. Ardından bütün bir çim sahaya mumlarla “DEVRİM” yazısı yazıldı. DEVRİM yazısı yazıldığı esnada tribünlerdeki öğrenciler de alkışlarla destek verdiler. Hem yürüyüşün başlamasıyla stadyuma girene kadar, hem de DEVRİM yazısı yazılana kadar tüm bir ODTÜ’ye damgasını vuran DEVRİM oldu. Genç Komünistler açtıkları “Gençliğin devrimci hareketini yükseltmek için örgütlü mücadeleye!/Ekim Gençliği” pankartı ile eyleme yaklaşık 40 kişi katıldılar.

“Katil Roketsan Beytepe’den defol!”

Beytepe’de İletişim Topluluğu tarafından düzenlenen “Kariyer günleri” konferansına çağrılan ve aynı zamanda konferansın sponsorluğunu yapan Roketsan, Beytepe öğrencileri tarafından protesto edildi 5 günlük konferans programının 3. günü, 2 Mayıs günü sabah başlayan oturumda önce Roketsan halkla ilişkiler müdürü kısa bir konuşma yaptı. Bu insanlıktan yoksun mühendisin “yıllardır bu sektördeyim ama hala bu roketler uçtukça heyecan duyuyorum” demesi üzerine konuşmasını kesip “bu roketleri nereye atıyorsunuz da bu kadar heyecan duyuyorsunuz?” diye konuşmaya başladık. Sloganlarla oturumu terk ettik. Ardından tekrar toparlanarak konferansın yapıldığı yere kalabalık bir şekilde giderek protestomuza devam ettik.

İstanbul’da TMMOB öğrenci pikniği!

10

14 Mayıs günü TMMOB’a bağlı odaların İstanbul şubelerinin Öğrenci Komisyonları düzenledikleri piknikle bir araya geldiler. Kahvaltı ile başlayan piknik programı, konuşmalarla, türkü ve halaylarla, oyunlarla devam etti. Öğle yemeğinden sonra “öğrenci komisyonlarının önemi” başlıklı bir sohbet gerçekleştirildi. Ortak çalışma kültürünün zayıfladığı, öğrencilerin oda çalışmalarından uzaklaştığı bir dönemde biraraya gelenler yapılması gerekenler üzerinden canlı tartışmalar yürüttüler. Çalışmalara yeni katılan öğrenciler beklentilerini ifade ettiler. Komisyonların çalışmalarını ve deneyimlerini aktardığı sohbette, üniversitelerde ortak çalışma yapmanın önemi vurgulandı. Piknik vesilesiyle biraraya gelen

öğrencilerin bundan sonraki sürece aktif katılması çağrısı yapılarak sohbet bitirildi. 7 öğrenci komisyonundan 55 kişinin katıldığı piknik çekilen halaylarla son buldu.

ODTÜ’de hazırlık öğrencileri yürüdü!

ODTÜ’de hazırlık öğrencileri, hazırlıkta ders geçme sistemindeki adaletsiz uygulamalara karşı kampanya örgütledi. Konuyla ilgili bir imza kampanyasına başlandı. 3 bine yakın öğrencinin okuduğu hazırlıkta bini aşkın imza toplayan hazırlık öğrencileri, topladıkları imzaları 3 Mayıs günü bir yürüyüşle rektörlüğe verdiler. Hazırlık öğrencilerini temsilen 4 öğrenci binaya girerek toplanan dilekçeleri teslim ettiler. Eylem “dilekçelerimizin takipçisi olacağız” sözleriyle son buldu.

YTÜ’de Bahar Şenliği

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde her yıl geleneksel olarak düzenlenen bahar şenliği, bu yıl da “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine!” sloganıyla gerçekleştirildi. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı şenlik, çok kısa bir zaman aralığına sıkışmasına ve şenlik sırasında yaşanan tüm aksaklıklara rağmen, YTÜ’de şenliklerin bu yıl getirilmek istenen yere karşı verilmiş bir yanıt oldu.. Şenlik, programda yer alan bazı grupların sahneye çıkamaması nedeniyle gecikmeli olarak başladı. Şenlikte sırasıyla Erdal Bayrakoğlu, Burhan Berken, Metin Kahraman ve Ehl-i Keyf sahne aldı. Ayrıca halk oyunları ekibi de bir gösteri sundu. Alana “Sermaye defol üniversiteler bizimdir!”, “Nükleere hayır, Nükleer Yasası Geri çekilsin!”, “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” pankartları asıldı.

BÜ: Hepimiz Tuhafız!

Boğaziçi Üniversitesi’nde BÜFK tarafından gerçekleştirilen “Hepimiz” isimli etkinlik Hürriyet, Takvim ve Cumhuriyet gazeteleri tarafından “tuhaf” olarak nitelendirildi. Açık bir biçimde hedef gösterilen halkların ardeşliği temalı etkinliğe üniversite yönetiminden öğrencilerine kadar geniş bir kesim sahip çıktı. , Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü önünde bir araya gelen öğrenciler, "Hepimiz Tuhafız" pankartı açarak slogan ve alkışlarla güney kampüs giriş kapısına yürüdü. Burada öğrenciler adına açıklama yapan Deniz Ali Gür, ülkede olup bitenlere seyirci kalmadıklarını, gündemdeki gelişmeleri tartışarak çeşitli etkinlikler düzenlediklerini söyledi. Son dönemdeki gelişmelere dikkat çeken Gür, son dönemde yaşananların tekelci medya ve laik anti-laik kutuplaşmasına hapsedilecek ve oldu bittiye getirilecek şeyler olmadığını ifade etti. Daha önce Hrant Dink'i anmak istediklerinde polisin müdahalesiyle karşılaştıklarını hatırlatan Gür, "folklor kulübümüzün "Hepimiz" adlı gösterisi Hürriyet, Takvim ve Cumhuriyet gazeteleri tarafından irticai ve yıkıcı bir propaganda şovu olarak karalandı" diyerek, tekelci medyanın tutumunu eleştirdi. Gür, üniversitelerine yönelik karalamaları boşa çıkaracaklarını söyledi. Eylem, "Hepimiz tuhafız" sloganlarıyla son buldu.


Sermayenin yozlaştırma mekanizmalarına karşı devrimci alternatif ihtiyacı

Bahar ayının gelişiyle beraber üniversitelerde şenlikler başladı. Genelde Mayıs ayına yayılan şenlikler aşağı yukarı tüm üniversitelerde organize ediliyor. Popüler gruplara veya şarkıcılara verilen milyarları sırtlayan sponsor firmalar şenlik süresi boyunca kampüsleri adeta işgal ediyorlar. Normal şartlar altında değil üniversitelilerin karşısına çıkmak üniversitenin çevresine bile yaklaşmaması gereken bir avuç şarlatanın şarkıcı diye sahne aldığı şenlikler öğrenci gençliğin geldiği/getirildiği noktayı açıkça ortaya koymaktadır. Bu üniversitelere hakim zihniyetin de en kısa yoldan tarifi olmaktadır. Sponsor bahanesiyle üniversite içlerine giren sermaye açısından sorun hiç de basitçe bir reklam kaygısı değil. Şirketlerin üniversitelere özellikle şenlikler sırasında gösterdiği ilgi boşuna değil. Etkin bir araç olan şenlikler öğrenciler tarafından neredeyse bir sene boyunca beklenmekte ve üniversite içinde geriye kalan tek sosyal alan olarak tanımlanmaktadır. İstisnasız tüm üniversitelerde yapılan sponsorlu şenlikler bugün kapitalizmin ideolojik mevzilerine dönüşmüş durumdadır. Bu yaklaşımın dışına çıkan en önemli örnek olan İTÜ şenlikleri geçen yıl yaşananlarla da somutlandığı üzere kendi kendini tüketse de, sırf bu şenliğin yapılmaması için valilikçe tüm şenliklerin yasaklanmaya çalışılması, durumun önemini ortaya koymaktadır. Bu sene İTÜ şenlikleri boyunca yaşanan saldırılar da bu gerçeği bir kez daha açıkça kanıtlamıştır. Sponsor desteğini arkasına alan ve sermaye açısından kendi düşünsel yaklaşımını yaşatmanın en kolay aracı olarak görülen şenlikler bugünkü şekliyle küçümsenmeyecek bir etkiye sahiptir. İçkinin en temel eğlence aracı olarak kullanıldığı şenlikler türlü rezilliklere de ev sahipliği yapıyor. İçki komasına girenlerden sokak ortasında içkinin de etkisiyle birbirlerine olan “aşklarını” açık bir şekilde ilan eden çiftlere kadar, her türlü çirkinlik bu şenliklerin alışılmış görüntüleri arasında. Tüm bu görüntülere bakıp da “ahlak zabıtalığına” soyunmak ise gelinen yerde sorunu değil çözmek tanımlamak konusunda bile yeterli bir yaklaşıma denk düşmemektedir. Yaşanan bir yozlaşma olmanın ötesinde bir dönüşümdür ve ne soruşturmalardan bağımsızdır, ne de üniversitelerin sermaye ile kurduğu bağdan. Saldırı ideolojik temellidir ve bir ayrım yaratılacaksa tam da buradan yaratılmak zorundadır. Bugün için zaten sistemin tüm araçlarıyla kuşatılan gençlik kendi kimliğini taşımaktan gittikçe uzaklaşırken, şenlikler de bir yandan bu zihniyetin yansıması olarak şekilleniyor. Zira tüm üniversitelerde bu şenlikler bizzat öğrenci kulüpleri veya toplulukları tarafından örgütlenmektedir. Aynı kulüplerin benzer bir şekilde kariyer günleri gibi etkinlikleri üniversitede hayata geçirenler

olduğunu düşündüğümüzde, karşımızda duran şeyin açık bir ideolojik saldırı olduğu net bir şekilde görülmektedir. Örneğin Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yıllardır “Yaşamak Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür, Bir Orman Gibi Kardeşçesine” sloganıyla ve kulüpler birliği tarafından organize edilen şenlikler, bugün sadece birkaç kulübün fiili etkisi altında profesyonel bir organizasyon şirketi tarafından örgütleniyor. Ancak şenliğin dışında kalan kulüplerin bu konudaki sessizliği bir yönüyle sindirilmişliği ifade etse de, temelde öyle veya böyle kabullenmişliği anlatmaktadır. Daha önceki senelerde sponsor başlığı bir tartışma iken bugün artık bu kanıksanmış bir realite konumuna gelmiştir. Yani sponsor kavramı artık öğrencilerin gözünde bir tehlike değildir. Asıl sorun da burada düğümlenmektedir. Üniversite içine taşınan bu anlayış kendine ciddi bir zemin yaratmıştır. Küçümsenmeyecek bir destekçi bulan bu ideolojik provokasyonun karşısına alternatifi koyulamadığı ölçüde arkasına aldığı güçle yoluna devam edeceğini söylemek zor olmayacaktır. Bugün üniversitelerde politika ve onun yürütücüleri açık bir sınıf ayrımı temelinde şekillenmektedir. Özellikle metropol üniversitelerinde bariz bir şekilde görülebilen bu ayrım, dün basitçe solcu ve sağcı öğrenciler temelinde rahat bir ayrıma tabi bu gerçek, bugün şenliklerle de açığa çıktığı gibi sınıfların temsilcileri üzerinden olmaktadır. Kapitalizmin yeni köle pazarı üniversitelerde kendini pazarlamaya hazır binlerce öğrenci buna uygun yaşam biçimleri oluşturmaktadır. Şenlikler de bunun doğal birer yansıması olarak ortaya çıkıyor. Örneğin ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi önemli üniversitelerde düzenlenen şenlikler tıpkı ABD ve Avrupa ülkelerinde yıllardır süren benzerlerini aratmıyor. Bu üniversitelerin sermaye açısından taşıdığı önem bir yana bu üniversitelerin öğrencileri açısından gelecek sorunun niteliğinin de farklı şekilleniyor olması bu üniversitelerde düzenlenen tüm etkinliklere damgasını vurmaktadır. Şenlikler bir sonuç olarak görülebilmelidir. Bu sonuçla savaşmak ancak onu üreten mantığın karşısına dikilmekle olabilir. Burjuvazinin popüler kültürü hayatın her alanında olumsuz anlamıyla ideoloji üretmekte ve bu ideolojik düşünce yapısı türlü yollarla kitlelerin bilinç altına yerleştirilmektedir. Kültür bir hapishaneye dönüşerek, yabancılaşma parmaklıklarının arkasına gençliği tutsak etmektedir. Faşist deyince ayağa kalkan sol, sermayenin bu temsilcilerine karşı da aynı duyarlılıkla hareket etmek zorundadır. Zira üniversiteleri kuşatan ve öğrenci gençliğin gözlerini boyayan şey hiç de faşistlerin ipe sapa gelmez ideolojik hezeyanı değil, bizzat kapitalizmin bireysel kurtuluş düşleridir. Şenliklerde kendinden menkul bir eğlence anlayışının egemenliğinin de anlamı budur.

11


“İTÜ şenliği engellenemez!”

Üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden yapılandırılması sürecinin bir gereği olarak artan baskılara ve saldırılara her gün bir yenisi daha ekleniyor. Bütün bir yıl boyunca İstanbul’un çeşitli üniversitelerinden sürekli olarak polis-idare-sivil faşist işbirliği çerçevesinde gerçekleşen saldırı haberleri aldık ve bu saldırıların büyük çoğunluğu sonucunda kitlesel gözaltılar yaşandı. 1 Mayıs 2007’de Taksim ve çevresinde yaşanan devlet terörünün üzerinden henüz bir hafta kadar geçmişken, önce Avcılar Kampüsü’nde “1 Mayıs değerlendirmesi yasak”lanmaya çalışılmış, dekanın emri ile ÖGB’ler öğrencilerin üzerine salınmıştır. Yine İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bu yıl 21.’si gerçekleştirilen Geleneksel İTÜ Şenlikleri başlamış, ancak şenlik, ilk günden itibaren rektörlüğün engelleme çabaları ve polis tehdidi altında gerçekleştirilmek zorunda kalınmıştır. Bu baskı ve tehditler ilk gün şenlik alanının öğrencilere kapatılması ve ses düzeninin içeri alınmasının engellenmesi şeklinde yaşanmıştır. Ancak devrimci, demokrat öğrenciler ses düzeni olmadan, fiili olarak şenliği başlatmışlardır. Dün ise şenlik alanındaki çadırlara yine rektörlük eliyle polis saldırtılmış, 17 öğrenci gözaltına alınmıştır. Bütün bu saldırılara ve şenliği gayri meşru gösterme, engelleme çabalarına karşın öğrenciler ısrarcı olmuş, dün tekrar bir basın açıklaması ile çadırlar kurulmuş ve deklare edilen program çerçevesinde 21. Geleneksel İTÜ Şenliği’nin kapanış programının hayata geçirilebilmesi için bugün İTÜ Maslak Kampüsü’nde toplanılmıştır. Ancak şenliğin kapanış programında bildik oyun yeniden sahnelenmiş, çevik kuvvet şenlik alanına pervasızca saldırmış, orada bulunan devrimci, demokrat öğrenciler ciddi bir biçimde dövülmüştür. Şu 83 kişi keyfi bir biçimde gözaltında tutulmaktadır. 1 Mayıs sonrasında yaşananlar bunlardan ibaret değildir. Çeşitli yer ve biçimlerde polis-idare ve sivil faşist işbirliğinin örneklerine rastlamak mümkündür. 3 Mayıs “Türkçülük Bayramı” adı altında üniversitelerin içerisine girerek provokasyon yaratan sivil faşistler, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yönetimin bilgisi dahilinde, ÖGB’ler eşliğinde ve dahası oradaki bir idari personelin aracı ile üniversiteden uzaklaştırılmışlardır. İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs’te ise devrimci, demokrat öğrencilere satır ve silah çeken

İTÜ Şenlikleri’ne saldırı

faşist güruh, bırakın gözaltına alınmayı, sivil polislerin yanında ellerini kollarını sallayarak üniversiteden çıkabilmişlerdir. Tablo açıktır! Üniversiteler üzerinde bilindik oyunlar oynanmaktadır. Toplum için bilim üretmesi gereken bu kurumlar, aksine idari kadrosuyla, örgütlenme biçimiyle, sosyal-kültürel olanaklarıyla, eğitim müfredatıyla bir bütün olarak düzenin kolluk kuvvetine dönüştürülmek istenmektedir. Bütün bir üniversite gençliğini geleceksizleştirerek kendi geleceğini güvence altına almaya çalışan sermaye düzeni, giriştiği bu harekatta ayağına dolandığını düşündüğü üniversitenin muhalif güçlerini ise oluşturduğu baskı ve terör ortamı ile etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. “Siyaseti bitireceğim” sözü rektör tarafından yüksek sesle ifade edilse de, asıl olarak üniversiteleri sermayenin politikalarına entegre etmeye çalışan bütün idari kadrolar tarafından tekrarlanmaktadır. Bugüne kadar devrimci siyaset üniversitelerde güllük gülistanlık atmosferde yürütülmemiştir. Devrimci, demokrat öğrencilere yönelik baskı ve terör uygulamaları yeni değildir. İTÜ Şenlikleri’ne gerçekleştirilen bu saldırının kendisi, İstanbul Üniversitesi’nde afişlere, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde “Yaşasın 1 Mayıs” yazısına yönelen baskı ve terörden farksızdır. İTÜ Şenlikleri’ne ilişkin birçok nokta üzerinden yöneltebileceğimiz eleştirimiz saklı olmakla beraber, bu şenlikleri sahipleniyor, üniversitelerdeki devrimci siyaseti ve üniversite gençliğini hedef alan saldırılar karşısında mücadelemizi bir an bile kesintiye uğratmayacağımızı dosta düşmana bir kez daha ilan ediyoruz. Saldırıları püskürtebilmenin yolu gençliğin gelecek mücadelesini birleşik, devrimci, militan bir temelde sürdürebilmesinden geçmektedir. Bütün devrimci, demokrat, ilerici ve duyarlı kesimler bugün bu sorumlulukla davranmak zorundadır! Baskılar bizi yıldıramaz! Polis-idare-sivil faşist işbirliğine son! İTÜ Şenlikleri engellenemez! Ekim Gençliği 8 Mayıs 2007

21. Geleneksel İTÜ Şenlikleri rektörlüğün baskısı ve polisin tehditleri altında gerçekleştirildi. Açılış günü rektörlük tarafından şenlik alanı yasaklanmış ve ses düzeninin içeri sokulması engellenmişti. Bunun üzerine şenlik bileşenleri iradi bir tutum geliştirerek, fiili bir şenlik alanı yaratmış ve şenliği, konserler de dahil olmak üzere ses düzensiz olarak başlatmıştı. 7 Mayıs günü rektörlük emriyle kolluk güçleri çadırların bulunduğu alana saldırmış, 17 öğrenci gözaltına alınmıştı. Ardından 8 Mayıs’ta bir kez daha şenliğe saldırıldı. Şenliğin son gününde sahne alan Onur Akın’ın dinletisi bitmek üzereyken kitle çembere alındı. Kol kola girerek polisin saldırısına direnen 83 kişi çevik otobüsüne bindirilerek zorla gözaltına alındı. Aynı gün polisin üniversitenin içine girmesi ve öğrencilerin gözaltı terörüne maruz kalması gerçekleştirilen bir açıklamayla protesto edildi. Şenlik alanından önce rektörlüğe, daha sonra da giriş kapısına yüründü. Basın metni okunduktan sonra basın emekçilerinin içeri alınmaması nedeniyle şenlik alanında gerçekleştirecek etkinlik kapı önünde yapıldı. Şenlik Grup Yorum’un söylediği halay parçalarıyla sona erdi. İstanbul Ekim Gençliği

12


Sermaye gençliğe saldırıldırıyor...

Baskı ve zor gençliği yıldıramaz! İÜ’de faşist saldırıya yanıt

İÜ’de sözde “3 Mayıs Türkçülük Bayramı” nedeniyle üniversiteye dışarıdan insan sokarak okulda kutlama yapmak isteyen faşist beslemeler, okuldaki devrimci öğrencilere satırlarla saldırdılar. Faşistlerin satırın yanında silah da kullandığı saldırıda iki öğrenci çeşitli yerlerinden yaralandı. Saldırının ardından üniversite öğrenciler Merkez Kampus girişinde faşist saldırıya ilişkin yaklaşık 40 kişilik bir katılımla bir açıklama gerçekleştirdiler.

YTÜ’de faşistler arka kapıdan kaçtılar!

YTÜ Davutpaşa Kampüsü’nde sözde “3 Mayıs Türkçülük Bayramı” nedeniyle İstanbul Alperen Ocakları Üniversiteler Masası imzalı bildirileri dağıtmaya kalkan sivil faşistlere müdahale edildi. Bildirinin dağıtımı engellendi. Ancak faşistler ÖGB ve YTÜ İdaresi’nce YTÜ Hazırlık müdiresinin özel aracıyla arka kapıdan kaçırıldı.

DTCF’de gerginlik!

Sözde “3 Mayıs Türkçülük Bayramı” dolayısıyla DTCF’de faşistler bir etkinlik gerçekleştirmeye kalktı. Etkinlik alanında bulunan devrimci-demokrat öğrencilerle faşistler arasında çatışma çıktı. Üniversiteye polis girdi ve devrimcilere saldırdı. Devrimci öğrenciler faşistler ve polis okulu terk etmeden okuldan ayrılmadılar. Faşistlerin ve polisin okuldan çıkmasıyla öğrenciler de kitlesel bir şekilde Sakarya Caddesi’ne bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Burada bir açıklama yapıldı.

Avcılar’da 1 Mayıs yasağı sürüyor!

2 Mayıs’ta 1 Mayıs yasakçılığı İÜ’ye taşındı. Dekanlık, 1 Mayıs ile ilgili her türlü değerlendirmenin asılması, dağıtılması vb. yasaklandığını ilan etti. Bu yasağı ilk olarak, Yurtsever Cephe ozalitlerini astığında, ÖGB ile çıkan gerginlikten öğrendik. Hemen ardından 1 Mayıs değerlendirmeleri içeren ozalitlerimizi astık. ÖGB’nin saldırgan tutumuna karşın indirmedik. Daha sonra dekan gelerek tehditler savurmaya başladı ve ÖGB’leri afişlerimize saldırttı. Direnmemize karşın ozalitlerimiz yırtılınca biz de Dekan’ı ve ÖGB’leri teşhir eden konuşmalar yaptık. Ardından 1 Mayıs yasakçılığının üniversitemize taşınan yüzünü teşhir eden bildiriler dağıttık. Dekanlığın bu konuyla ilgili bildiri dağıtmayı da yasaklayan bir fetva verdiğini yine ÖGB’lerin müdahalesi ile öğrenmiş olduk. ÖGB’nin engelleme çabalarını irademiz ve çevredeki öğrencilerin tepkileri ile püskürttük.

ÇÜ’de polis terörü!

Çukurova Üniversitesi’nde 7-12 Mayıs tarihlerinde rektörlük tarafından bahar şenliği düzenleniyor. Geçmiş yıllarda da olduğu gibi rektörlüğün düzenlediği bahar şenliğine karşı 9 Mayıs günü alternatif şenlik düzenlendi. Halaylarla başlayan şenlik polis terörü ile karşılaştı. Okulun içerisine giren çevik kuvvet polisi halay çeken

kitlenin üzerine doğru yürüyüşe geçti. Bunun üzerine halayın yarıda kesilmesi, ıslık ve yuhalamalarla gösterilen tepki sonucu polis geri çekildi. ÖGB şefi tekrar gelerek kitlenin dağılmasını, dağılmaması halinde polisin saldıracağını bildirdi. Ancak kitle polis okulu terk etmeden dağılmayacağını ve bekleyeceğini söyledi.

Cebeci’de İP’lilerin saldırısı yanıtsız kalmadı!

Cebeci Kampüsü’nde 9 Mayıs’ta öğle saatlerinde Türk bayraklarıyla stant açan İP’liler, “solcu” “ajan provokatörler” vb. ifadelerle devrimcileri hedef alan “Atatürkçü, vatansever, devrimci öğrenciler” imzalı bir bildiri dağıttılar. Devrimciler İP’lilere, söz konusu bildirileri dağıtamayacaklarını ve derhal masalarını toplamalarını söylediler ve üniversiteye organize geldikleri sopalarından da belli olan İP’lilerin saldırısı ile karşı karşıya kaldılar. Bunun üzerine çatışma çıktı. Üniversiteye panzerlerle giren çevik kuvvet de devrimci öğrencilere saldırdı. Polis ve İP’liler üniversiteyi terk etmeden önce oradan ayrılmama tutumu alan devrimciler onların çıkması ile beraber kitlesel bir şekilde Cebeci’den Yüksel Caddesi’ne bir yürüyüş gerçekleştirdi. Burada yapılan basın açıklamasının ardından sloganlarla eylem sona erdi. Bir hafta boyunca sürdürülen polis terörünü ve İP çetesinin provokasyonlarını teşhir etmek amacıyla 17 Mayıs’ta anti-faşist birlik tarafından kampüs girişinde bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Kocaeli’nde faşist saldırı

Kocaeli’nde 7 Mayıs akşamı 50 civarında faşist, 5 öğrenciye azgınca saldırdı. Saldırı sonrasında yaralananlar Kocaeli Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Faşistler hastaneyi de basarak tedavi altına alınan yaralılara tekrar saldırdılar. Polisin seyirci olduğu saldırı 9 Mayıs günü basın açıklamasıyla protesto edildi.

Van’da polis söyleşiyi bastı!

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğrenci Derneği tarafından Bahar Şenlikleri kapsamında 5 Mayıs’ta Serhat Kültür ve Sanat Merkezi’nde düzenlenen ve yazar Yılmaz Sezgin’in katıldığı söyleşiye baskın düzenleyen polis içeride kimlik araması yaptıktan sonra YYÜ’de ve değişik okullarda okuyan 15 öğrenciyi gözaltına aldı.

İTÜ şenliklerine saldırılar protesto edildi!

21. Geleneksel İTÜ Şenliği’ne iki kez polisi saldırtan ve 100’ü aşkın öğrenciyi gözaltına aldırtan rektör, basın açıklaması ile protesto edildi. 200’ü aşkın öğrencinin katılımıyla yapılan eylem yemekhane önünden Fen-Edebiyat kapısına yapılan yürüyüşle başladı, basın açıklaması ile devam etti. Daha önce İTÜ’deki gözaltıları protesto eden bildiriler dağıtan 5 öğrenci kulübü de eylemde yer aldı. İTÜ öğrencilerinin büyük tepkisiyle karşılanan bu saldırıların ardından bazı hocaların da öğrencilerle birlikte yürümesi rektöre duyulan tepkinin geniş bir zemine yayıldığını gösterdi.

133


14

Eğitim ve öğretim döneminin sonuna yaklaşıyoruz. Bu aynı zamanda ÖSS’ye sayılı günler kaldığının da habercisi. Şimdiden son sınıf öğrencileri lise binalarından ayrıldı. Dershanelerin etüt salonları yılın tüm aylarından daha kalabalık. ÖSS yaklaştıkça ÖSS stresi ile beraber, çarpık eğitim sisteminin bir uzantısı olan bu eleme sınavına karşı duyulan tepkiler de daha yüksek sesle dile getirilir oldu. Liseli gençliğin bu en temel sorununu gündemleştirebilmek için Liselilerin Sesi ikinci dönem başından bu yana yoğun bir çaba harcıyor. ÖSS’ye ilişkin metinler, ÖSS’nin teşhiri amacıyla çıkartılan -çoğunlukla yerel olmakla beraber- çeşitli materyallerle sorunun üzerine gitmeye çalışıyor. Haziran ayı artık bu çabaların ürünlerinin görüleceği zamana işaret ediyor. 3 Haziran günü İstanbul LGP’nin gerçekleştireceği “Öğrenci Sömürü Sınavı Kaldırılsın Şenliği”, 10 Haziran’da İstanbul’da “ÖSS duvarını yıkalım!” şiarı etrafında örgütlenecek miting, yine aynı tarihlerde İzmir’de ortak örgütlenecek olan basın açıklaması, bir dönemdir harcadığımız çabanın yarattığı sonuçları görebileceğimiz temel alanlar olacaktır. Tek başına sıraladığımız tarihlerde yapılacak eylemetkinlikler üzerinden bakıldığında bile, ÖSS gündemine ilişkin geçen seneleri aşan bir çalışma sürecinin örgütlenebildiğini ifade etmek mümkün. Özellikle geçmiş yıllardan farklı olarak bu sene açığa çıkan ÖSS’ye karşı muhalefette birleşik bir zemin yaratabilme yönlü bakış ve yaklaşımların anlamlı olduğunu söylemeliyiz. Liseli gençlikte ÖSS karşıtı bir bilinç yaratabilmenin, bu bilincin ilk elden sınırlılıkları olsa da eylem alanlarına taşınabilmesinin zeminini oluşturma çabası harcamak, önümüzdeki dönem açısından umut vericidir. Bu noktada Liselilerin Sesi çalışması yürüten tüm alanlarımızın üzerine çok yönlü görevler düşmektedir. İlk olarak, hangi düzeyde olursa olsun liseli gençliğin birleşik mücadelesinin zeminlerini yaratma çabası ısrarla harcanmalıdır. Bugünkü koşullarda kimi siyasal örgütlenmelerle eylemsel yan yana gelişler bile önemlidir. Kaldı ki tartışmamız hiç de siyasal yan yana gelme sınırında değil, tersine liselerimizdeki geniş kesimlerle buluşma tartışmasıdır. Bu konuda ÖSS karşıtı kampanya süreci anlamlı bir olanağa dönüşebilirse, önümüzdeki seneye deneyim bırakmanın da bir vesilesi olacaktır. Mesela okullardaki tiyatro toplulukları, müzik grupları, dergi çıkartan güçler, kendi kurumsallıkları

ile İLGP’nin açık toplantılarına çağırılabilir. Bu toplulukların özgün çalışmaları ve kimlikleri ile kendilerini temsil etmelerinin olanakları sağlanarak, bu güçlerin okullardaki mücadele süreçleri ile bağ kurmalarının yol ve yöntemleri aranabilir. İstanbul / Kartal’da Denizler anması için oluşan ortaklığın, şimdi Mayıs şehitleri anması çerçevesinde yinelenmesi, yerel bir örnek olmasına karşın ÖSS mitingi için yan yana geliş kadar önemlidir. Liseli gençlik mücadelesinin süreçlerine bakıldığında, neredeyse ‘96’dan bu yana ortak iş yapma örneklerine rastlanamamaktadır. İstanbul LGP’nin her yıl 6 Kasım sürecinde harcadığı çabayı (ki bu maalesef diğer çevrelerin ilgisizlik duvarına çarpmaktadır) dışta tutarsak, liseli gençliğin kazanılması çerçevesinde bu seneye kadar birleşik adımların atıldığı çok fazla örneğe sahip değiliz. Bu çerçevede liseli gençlik çalışmamız birleşik bir gençlik mücadelesinin gereklerini yerine getirebilmelidir. Ancak bu, liseli gençlik mücadelesine sistematik bir bakışa sahip olmadıkları gibi, örgüt konusunda da şabloncu yaklaşan çevrelerin tartıştığı merkezi platform, birlik vb. arayışları üzerinden bir birliktelik değil, tersine okullar, semtler, dershaneler düzleminde yan yana gelişler, yani çalışmanın özgün yanları ile uyumlu bir tarzda yürütülebilen bir birliktelik olmalıdır. Liseli gençliğin de birleşik kitlesel bir örgütlülüğe ihtiyacı olduğu açıktır. Ancak bugün böyle bir örgütlülüğe giden yol açık ki okullardan, dershanelerden geçmektedir. Yoksa masa başı tartışmalarla birleşik ve kitlesel bir örgütlenmenin olanaklarının yaratılabilmesi şansı yoktur. Üzerimize düşen ikinci bir görevse, liseli gençliğe ilişkin tartışmalarda karşımıza çıkan iki temel yaklaşımla mücadele etmektir. Bu yaklaşımlardan birincisi, bu alanın bir kadro devşirme alanı olarak görülmesi ve liseli gençliğin devrimci mücadelesinin geliştirilmesi yönlü her türlü çabanın yerini, liseli “gençlerin” mücadeleye kazanılmasının almasıdır. Bu yönelimi daha önceleri çokça tartıştığımız için tekrarlamayacağız. Aynı derecede önemli bir ikincisi ise, liseli gençliği bir bütün olarak apolitik görme eğilimidir. Bunun sonucu olarak, liseli gençliğin mücadele gündemleri belirlenirken, popülerlik, ilgi çekicilik gibi kavramlarla, liseli gençliğe yakıştırılan apolitizmin içine düşülmesidir. Elbette liseli güçlere kendi gündemleri üzerinden seslenmek, bu çerçevede gelişen bir mücadele perspektifi oluşturmak önemlidir. Ancak düzenin dört koldan kuşattığı, iktisadi saldırılarla geleceksizleştirirken, sosyal-kültürel saldırılarla bir bütün olarak gericileştirmeye çalıştığı liseli gençlik kesimlerine devrimci alternatifi göstermenin yolu, açık ki düzenin güçlü bir teşhirinden geçmektedir. Liselilerin Sesi bu çerçevede üzerine düşen görevleri, kendi seçtiği yolda zorluklarına rağmen ısrarlı bir biçimde yürüyerek, sürekli ve sistemli bir çalışma yürüterek gerçekleştirecektir. Biz liseli gençliğin devrimci alternatifiyiz, bunu bilerek yolumuzu yürüyeceğiz. Bunun karşısında yer alan ve enerjilerini liseli gençlik mücadelesine en ufak bir katkı yapmayacak bir biçimde tüketen her türlü eğilime karşı mücadelemizi ısrarlı bir biçimde sürdüreceğiz! (Liselilerin Sesi 16. sayısından kısaltılarak alınmıştır...)


3 Haziran’da “Öğrenci Sömürü Sınavı Kaldırılsın Şenliği”’nde buluşalım!

İstanbul Liseli Gençlik Platformu olarak ikinci dönem başında ilk adımlarını attığımız ÖSS karşıtı kampanyamız okulların kapanmasına sayılı günler kala oldukça hızlı bir sürece girmiş durumda. 3 Haziran’da İLGP olarak “Öğrenci Sömürü Sınavı Kaldırılsın!” başlıklı şenliğimiz ve hemen ardından 10 Haziran günü farklı gençlik güçleri ile birlikte gerçekleştireceğimiz “ÖSS duvarını yıkalım!” mitingi kampanyamızın da finali olacak! ÖSS’yle ilgili İstanbul genelinde 2 bine yakın dershane ve lise öğrencisi ile gerçekleştirdiğimiz referandumun sonuçları üzerinden bir kez daha gördük ki, bugün liseli ve dershaneli gençliğin geniş bir kesimi ÖSS’ye karşı. Bu karşıtlığın kendisi hiç de çocukça bir sınava girmeyi istememe kaprisinden ileri gelmiyor. Tersine, referandum yaptığımız ve sohbet etme fırsatını yakaladığımız yüzlerce liseli, bu sınavın kökeninde yatan eşitsizliğe, ÖSS sonrası kendisini bekleyen derin belirsizliğe tepkili, ÖSS’den ve eğitim sisteminin bütününe egemen olan paralı eğitimden bıkkın olduğu için bu sınav karşısında bir tutum alabilmek, geleceğini belirleyebilmek istiyor. Referandum sonrası faaliyetlerimizi çeşitli araçlarla sürdürdük. Birçok yerelde, sorunu bütün yönleriyle işlemese de ÖSS’yi gündemleştirdiği için Sınav filminin gösterimini gerçekleştirdik. Bu film gösterimleri üzerinden birçok liseli ile bağ kurma olanağı yakaladık, dahası filmin boşlukları her bir gösterimin söyleşiye dönüşmesini sağladı. Şimdi ise 3 Haziran’daki şenliğimizin çalışmalarına start vermiş durumdayız. Şenlik çalışmaları kapsamında ÖSS karşıtı bir imza kampanyasını da devreye soktuk. İmza kampanyamızı İstanbul’un dört bir yanındaki liselere taşıyacağız. Ayrıca İstanbul’un merkezi yerlerinde stantlar açarak kampanyamızı güçlendireceğiz. Şenliğimize birçok müzik grubu katılacak. Kızılırmak, Hasan Sağlam, KEOPS, Grup Göç, Yersiz Oyuncular isimli bir tiyatro topluluğu ve ÖSS karşıtı mücadelemizi konu alan bir sinevizyon gösterimi programda yer alacak. Aynı zamanda 3 Haziran Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü olduğu için “Şiirlerle Nazım Hikmet” isimli bir gösteri sunacağız. Leman dergisinden ve Eğitim-Sen’in kimi şubelerinden de destek aldığımız şenliğimiz için yaygın bir çalışma öreceğiz. Bu şenliği duymayanın kalmaması için bütün İstanbul’u afişlerimizle donatacak, binlerce bildiri kullanacağız. Ayrıca şenliğimizin davetiyelerini katılmayı dileyen herkese ulaştırmaya çalışacağız. ÖSS karşıtı mücadelede etkili bir araca dönüşeceğini düşündüğümüz şenliğimize dönük çalışmalarımızı büyütmek, geleceği kazanmak için güne yüklenmek bugün temel bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır. İLGP’liler şenliğimize sayılı günler kala bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmeliler. “Öğrenci Sömürü Sınavı Kaldırılsın Şenliği” bir dönem boyunca sürdürdüğümüz çalışmamızın sonuçlarını alacağımız, ÖSS karşıtı liseli ve dershaneli öğrencilerle buluşacağımız gün olacaktır. Bu çerçevede bütün liseli ve dershaneli dostlarımızı, ÖSS’ye karşı tüm güçleri 3 Haziran günü saat 12.00’de Muammer Karaca’da olmaya davet ediyoruz! Gelin, geleceğimizin türkülerini beraber söyleyelim! Gelin, geleceğimizi kendi ellerimizle belirleme irademizi omuz omuza güçlendirelim! İLGP (İstanbul Liseli Gençlik Platformu)

10 Haziran’da Kadıköy’de “ÖSS duvarını yıkalım!”

Geçen yılın 1 Mayıs’ında liseli gençliğin alanlara adeta akın etmesi, liselilerin eğitimin çığ gibi büyüyen sorunları karşısında artan tepkisinin bir işaretiydi. Alanda okul formalarıyla ve coşkulu sloganlarıyla liseliler büyük bir dikkat çekiyordu. Liseli gençliğin egemenlerin her türlü apolitizasyon saldırısına rağmen 1 Mayıs’a anlamlı bir katılım sağlaması, düzenin karşısına bir güç olarak çıkabilmenin olanaklarını işaret ediyordu. Bugüne kadar Liselilerin Sesi’nde defalarca, bu olanakların önünü tıkayan birçok etmene işaret etmiş ve bunlardan en önemli ikisinin, liseli gençlik alanında mücadele veren siyasal örgütlenmelerin bu alanı özgün bir çalışma alanı olarak görerek politika üretmemesi ve birleşik mücadelenin kanallarının yaratılmasında yaşanan güçlükler olduğunu ifade etmiştik. Gelinen yerde geçtiğimiz haftalarda bu konuda anlamlı bir adım atıldı. İstanbul’da bir dizi siyasal örgütlenme yan yana gelerek, ÖSS karşıtı bir mitingi beraberce emek vererek örgütleme kararı aldı. 10 Haziran günü Kadıköy’de gerçekleştirilmesi hedeflenen ÖSS karşıtı miting “ÖSS duvarını yıkalım!” ortak şiarı ile örgütleniyor. Mitingte ÖSS çok yönlü bir biçimde ele alınacak. ÖSS eşitsizliği özellikle sınıfsal, ulusal ve cinsel temelde irdelenecek. Sınıfsal temelde okullar arası eşitsizlik öne çıkartılarak, bu çerçevede meslek liselilerin özgün sorunları işlenecek. Yine bu başlık içerisinde dershaneler ve dershaneli öğrencilerin özgün durumu vurgulanacak. Bölgesel temelde yaşanan eşitsizlik başlığı altında, Kürt illerindeki eğitim ile batı illerindeki eğitim arasındaki nitelik farkı ele alınacak ve anadilde eğitim hakkının sermaye iktidarınca gaspının sonuçları işlenecek. Cinsel temelde eşitsizlik kapsamında kız öğrencilerin karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bu sorunların onların eğitim yaşamlarına ve dolayısıyla ÖSS sonuçlarına etkileri tartışılacak.

ÖSS duvarlarını yıkmak düzeni yıkmaktan geçmektedir!

10 Haziran’da gerçekleşecek olan miting İstanbul Liseli Gençlik Platformu açısından ciddi bir öneme sahip. Zira bu mitingte liseli gençliğin taşıdığı mücadele gücünün kendisinin açığa çıkarılabilmesini umuyoruz. Beraberinde önümüzdeki dönem açısından anlamlı bir ortak mücadele deneyimi kazanacağımızı düşünüyoruz. Diğer illerdeki yoldaşlarımızın da benzer tarihlerde ÖSS karşıtı birleşik eylem ve etkinliklerin gerçekleştirilmesi için çaba harcamaları gerekmektedir. Bu çerçevede İzmir’de gerçekleşecek olan ÖSS karşıtı basın açıklaması anlamlı ve yaygınlaştırılması gereken bir örnektir. ÖSS’nin nasıl çarpık bir yapı üzerinde şekillendiğini bilen, geleceğine sahip çıkma bilincine sahip bütün liseli ve dershanelileri 10 Haziran’da İstanbul Liseli Gençlik Platformu saflarına davet ediyoruz. 10 Haziran’da Kadıköy’de geleceğimizin önüne çekilen ÖSS duvarını yıkacağız! Çünkü biz biliyoruz, ÖSS’nin 5 seçeneğine karşı tek seçenek mücadele! İstanbul Liseli Gençlik Platformu

15


12 Eylül askeri faşist darbesinin öz çocuğu olan YÖK, üniversitelerin tepesine çöreklendiği günden bu yana, eğitimde gericileşmenin, üniversitelerdeki kışla düzeninin güvencesi olmuştur. Ancak faşist histeri dalgasını demokrasi ve laiklik savunusu gibi söylemlerle gizlemeye çalışmak, üniversitelerin ve başındaki kurum olan YÖK’ün boyunu oldukça aşmaktadır.

Yakın dönemde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ile beraber, sermaye düzeninin farklı klikleri arasındaki çatışmalar da derinleşti. AKP ve ordu arasında yaşanan, muhtıralara ve karşılıklı meydan okumalara varan bu çatışmada üniversiteler açık bir tutum alarak ordu eksenli bir konumlanış sergilediler. Rektörlerden ardı ardına gelen açıklamalar, üniversitelerden miting alanlarına kaldırılan otobüsler, ilgili üniversitenin yönetiminin inisiyatifi üzerinden şekillenen münferit örnekler değil, aksine üniversitelerin düzen içi çatışmadaki konumlanışının açık bir göstergesidir. Elbette 12 Eylül askeri faşist darbesinin en kurumsal aygıtlarından birisi olan YÖK’ün başında bulunduğu bir kurumun, ordu merkezli gericiliğin tarafında olması şaşılacak bir durum değildir. 12 Eylül askeri faşist darbesinin öz çocuğu olan YÖK, üniversitelerin tepesine çöreklendiği günden bu yana, eğitimde gericileşmenin, üniversitelerdeki kışla düzeninin güvencesi olmuştur. Ancak faşist histeri dalgasını demokrasi ve laiklik savunusu gibi söylemlerle gizlemeye çalışmak, üniversitelerin ve başındaki kurum olan YÖK’ün boyunu oldukça aşmaktadır. Zira üniversitelerin tarihi sistemin bir ideolojik aygıtı olarak sistemin bekası için çalışmak olagelmiştir. Bu açıdan üniversiteler sistemin değişen ihtiyaçlarına göre konumlanmak, bu çerçevede ideolojik üretim alanı olmak dışında bir misyona sahip değildir. YÖK ve ordu ile birlikte halihazırdaki dinci gericiğin kaynağı durumundaki yüksek öğretim sisteminin laikliği savunması, gericiliğe karşı mücadele ettiğini iddia etmesi ancak bir kara mizah olarak ele alınabilir.

Gericiliğin dayanaklarına karşı mücadele edilmeden “ilerici” olunamaz!

16

14 Nisan’la başlayan ve ardından devam eden “cumhuriyet mitingleri” şoven faşist kesimin başını döndürürken, son yıllarda sürekli pişirilerek toplumun önüne sürülen ulusalcılık söylemlerinin etkisi altındaki kesimlerde bir bilinç bulanıklığına yol

açmıştır. Sözkonusu mitinglere bakarak halk hareketi tanımlamalarında bulunanlar, sivil darbe ilan edenler, bütün bu mitingleri “kendiliğinden bir tepkinin dışavurumu” olarak algılayanlar, bu bilinç bulanıklığının en yoğunlaşmış örnekleridir. Ancak sözkonusu mitingler hiç de bu kesimlerin sandığı gibi bir anda ortaya çıkmamışlardır. Darbeci generalin basına yansıyan günlüklerinde, silahlı bürokrasinin “sivil toplum”un gücünü/önemini keşfettiği, özellikle de 2003’ten sonra bu alana özel bir şekilde yöneldiği ifade edilmektedir. Nitekim çeşitli adlar altında kurulan ırkçı-militarist dernek/cephe türü oluşumların tümünün başında “emekli” üst düzey ordu mensuplarının bulunması da, darbeci general günlükleriyle tam bir çakışma içindedir. Son dönem yapılan “cumhuriyeti savunma” mitinglerinde üniversite senatoları, ADD ve ADT gibi kurumlar temel bir rol oynamışlardır. Elbette tüm bu sürecin ardında genelkurmay bulunmaktadır. Miting organizasyonları ise sivil kılıklı askerler tarafından gerçekleştirilmiş ve planlanmıştır. Mitingde yapılan konuşmalar bu noktada hiçbir kuşku bırakmayacak açıklıktadır. Zira ordu güdümlü “prof” Nur Serter; “Genelkurmay Başkanı’na ‘memur’ diyen bir zihniyete karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır. Atatürk ilke ve inkılâplarıyla çatışmaktan vazgeçin, cumhuriyet kurumlarıyla uğraşmaktan vazgeçin. Dini sömürmekten de vazgeçin, Çankaya’yı kuşatma planlarından vazgeçin.” diyerek, ordunun önünde bir kez daha secdeye varmıştır. Elbette Nur Serter ilerici, devrimci gençlik güçlerinin yakından tanıdığı bir isimdir. İstanbul Üniversitesi’ndeki sorgu (soruşturma) komisyonlarının, türbanlıları “ikna” odalarının, onlarca demokrat öğretim üyesinin üniversitelerden uzaklaştırılmasının, yüzlerce öğrenciye açılan soruşturmaların, İstanbul Üniversitesi’nin amfilerinin içine dek çevik kuvvet sokulmasıyla sonuçlanan kararların altında Nur Serter’in imzası bulunmaktadır. Mitingte buram buram militarizm kokan, ordu


şakşakçılığında diğer konuşmacılara açık ara fark atan bu isim halen İstanbul Üniversitesi’nde öğretim elemanı olup, esasında YÖK’ün militer yapısının anlamlı bir özeti durumundadır. Burjuva cumhuriyetinin laik ve demokratik karakterini savunduğunu iddia edenler, hele ki bunun ordunun temel görevi olduğunu iddia edenler, açıkça yalan söylemekte ve demagoji yapmaktadır. Zira burjuva cumhuriyet tarihinin hiçbir dönemi için laiklikten söz edebilmek mümkün değildir. Onun için din ve dinsel ideoloji hep kullanılan bir araç işlevi görmüştür. Burjuva gelişmenin ihtiyaçlarına uydurulmuş biçimiyle din ve dinsel ideoloji, cumhuriyetin başından itibaren ve günümüze kadar burjuvazi tarafından bilinçli ve etkin bir biçimde kullanılmıştır. Yüzbini aşkın mensubu bulunan ve devlet bütçesinden en büyük paylardan birini alan Diyanet kurumu bunun en tartışmasız örneği olarak orta yerde durmaktadır. Fakat devletin dini etkin bir ideolojik araç olarak kullanması bunun da ötesindedir. ‘60’lı yıllardan itibaren din devletin elinde devrime karşı bir “dalga kıran”dır. ‘70’li yıllarda toplumsal muhalefet sivil faşist terörün yanı sıra güçlü bir dinsel propaganda ile püskürtülmeye çalışılmıştır. 12 Eylül faşist darbesini izleyen ‘80’li yıllarda generaller tarafından Türk-İslam sentezi resmi devlet ideolojisi haline getirilmiş, din dersleri zorunlu hale getirilmiş, imam hatipler ile resmi kuran kursları ülke çapında patlama yapmıştır. Yine yıllardır devlet tüm kurumları ile Kürdistan’da Kürt ulusal mücadelesine karşı dinsel gericiliği etkili bir biçimde kullanmaktadır. Ellerinde Türk bayrakları meydanlara çıkarak “laik Türkiye” sloganları atanlar, orduyu “laikliğin biricik savunucusu” olarak görenler bu yolla faşizmin toplumsal tabanını oluşturduklarının farkında bile değiller. Yazık ki bugün alanlara çıkan onbinlerce insanın arasında sosyal yıkım saldırıları ile köleleştirilen emekçiler, ticarileşen eğitimle, mesleki alanlardaki yeniden yapılandırmalarla geleceksizleştirilen gençler, kendilerini köleliğe, geleceksizliğe mahkum edenlerle kol kola yürüdüklerinden bihaberler.

özelleştirmelerin, kölelik yasalarının, mesleksizleştirme, geleceksizleştirme saldırılarının aynı ölçüde sorumlusudur. Her iki taraf da sözkonusu olan kardeş halkların katli için emperyalizmle işbirliği olunca ‘bu işbirliğini nasıl güçlendirir de pastadan daha büyük pay alırım’ın derdiyle omuz omuza çaba harcamaktadır. Her iki taraf da bugün ellerinde binlerce devrimcinin, Kürt halkının, bu coğrafyada emekten yana saf tutmuşların kanını taşımaktadır. Bugün üniversite kapılarını işçi ve emekçi çocuklarına kapatan, bugün işsizlik sorununun bu ölçüde derinleşmesine yol açan, bugün kardeş halkları birbirine kırdırmaya çalışan, AKP’siyle ve ordusuyla bir bütün olarak sermaye düzeninin kendisidir. Hâlihazırdaki düzenin gençliğe ne gelecek, ne de özgürlük verme şansı bulunmuyor. Yapay krizlerin ardına bakıldığında her alanda çürüyen ve çeteleşen bir düzenle karşılaşmaktayız. İşte tam da bu nedenle, düzenle cepheden çatışmaya girilmeden gelecek ve özgürlük adına tek bir kazanım elde edebilme şansımız bulunmamaktadır. Geleceğimizin gasp edildiğini anlamadan, geleceğimiz için mücadele etmeden özgür olma şansımız yoktur. Üniversiteleri şirketleştiren, bizleri müşteri haline getiren, eğitimin kendisini metalaştıran bir sisteme karşı mücadele etmeden özgürlük kazanılamayacaktır. Özgürlük bugün hiç olmadığı kadar mücadele etme zorunluluğunun ifadesidir. Ekim Gençliği

Gençliğin safı işçi sınıfının ve devrimin safıdır!

Bugün sermayenin farklı klikleri arasında oldukça ciddi düzeylere varan bir çatışma yaşandığı açıktır. Ancak bu çatışmanın taraflarını iyi okumak gerekir. AKP bugün dinsel gericiliğin temsilcisidir. Ordu ise kendi tarihine bakıldığında ikiyüzlülüğü rahatlıkla kavranacak bir laiklik savunusu perdelemesiyle şoven-milliyetçi gericiliğin temsilciliğini yapmaktadır. İşte bu, sözkonusu çatışmanın kritik noktasıdır. Zira bu coğrafyanın işçileri, emekçileri, ezilen halkları, gençlik kesimleri işte böyle bir çatışmanın tarafı yapılmak istenmektedir. Bu haliyle sözkonusu kesimler ya “gericilikten gericilik beğenerek” bir tarafa eklemlenecektir ya da devrimci bir cephe açarak her türden gericiliğe karşı duracaklardır. Bugün karşımıza derinleşen boyutuyla çıkmış olan bu düzen içi çatışmanın taraflarının aralarında ciddi bir çıkar birliği, ortaklık hukuku olduğu açıktır. Bu haliyle bugün çatışan bu güçler, sözkonusu olan işçi ve emekçileri sömüren, geniş gençlik kesimlerini geleceksizleştiren sermaye düzeninin bekası olduğunda, birbirleriyle gül gibi geçinmektedirler. İşçi sınıfı, emekçiler ve gençlik. gerici güçler arasında cereyan eden bu çatışmada hiçbir koşulda taraf olmamalıdır. Zira karşılarındaki her iki taraf da

17


Egemen ideolojinin “bilimsel” dayanakları...

18

Son günlerde ordu ve AKP arasındaki düzen içi çatışmada üniversiteler ordu yanında net bir konumlanış içindedir. Geçmiş dönemlerde de gericiliğe karşı demokratik kazanımların ve laikliğin savunucusu olarak konumlanan üniversite yönetimleri gelinen noktada gerici AKP hükümetine karşı girişilen çok yönlü saldırının etkin bir parçası durumundadır. Yakın dönemde yapılan Çağlayan ve Tandoğan eylemlerine üniversiteler tüm olanaklarını seferber ederek katılmış, ordu merkezli senaryonun etkin bir parçası olmuşlardır. Bu çerçevede üniversite siyaset ilişkisini genel hatları ile incelemek yaşanılan süreci anlamak açısından yerinde olacaktır. Üniversite hep ait olduğu sınıfa hizmet veren bir kurum olmuştur. Kapitalist gelişmenin durumuna uygun, “ideolojik ve teknik” hizmet sunan bir kurum olarak iş görmüştür. Günümüzün kapitalist toplumlarında üniversiteler ya toplumsalsiyasal sorunlarla ilgilenmekten uzak tutulmuş, teknik okul düzeyine düşürülmüş ya da ilgilendikleri toplumsal sorunları burjuva sınıfın yararları doğrultusunda süzgeçten geçirerek çok yönlü araştırma, tartışma ve toplumsal sorunlar karşısında farklı önerileri geliştirme yollarını kapatmış, amaçlandığı üzere egemen sınıfa hizmet veren bir kurum haline getirilmiştir. Şimdi Türkiye’de üniversitelerin öğrencilere ve topluma karşı nasıl bir ideolojik saldırı mekanizması geliştirdiklerini ve birçok açıklamada nasıl iktidarın hegemonyasını destekleyecek yönde açıklamalar yaptıklarını görelim. İlk örneğimiz, Kürtçe eğitim için imza kampanyası başlatıldığı dönemde, üniversitelerden bu konuyla ilgili gelen açıklamalar. Hepimizin yakından takip ettiği gibi, o dönemde yoğun bir devlet terörü ile karşılaşan anadilde eğitim talebine üniversiteler de karşı çıkmış ve bu “bölücü tehlike”yi savuşturmak için üzerlerine düşeni yapmışlardı. Rektör ve profesörler aracılığıyla yaptıkları açıklamalarda, Kürtlerin aslında Dağ Türkleri olduklarını belirtmişler ve ayrı bir kültüre

ve ayrı bir dile sahip olmanın anlamsızlığından dem vurmuşlardı. Çıktıkları televizyon programlarında da sürekli Kürtçe diye bir dil olmadığını, böyle bir dilin yazılı grameri olmadığını ve bunun sadece bir lehçe, “yöresel bir ağız” olduğunu ileri sürmüşlerdi. O dönemde yapmaya çalıştıkları “siyasi erk”in kendilerinden istediği şekilde devlet politikasını meşrulaştıracak bilim(!) yaftasıyla cilaladıkları şoven görüşlerini ifade etmeleriydi. Bu doğrultuda verilen görüşlere bir örnek olarak da, yine Ermeni soykırımı tartışmalarının yaşandığı dönemde yapılan açıklamalar gösterilebilir. Sermayenin o dönemde kitlelerin kafasını bulandırmak için gündemleştirdiği, fakat sonrasında eline yüzüne bulaştırdığı bu konuda, yine sadık uşağı üniversitelerden yardım dilemiş ve onlardan bu soykırımın olmadığına dair araştırmalar yapmasını istemişti. Gereğini eksiksiz yerine getiren öğretim üyeleri de, hızlı bir refleksle ortaya koydukları inceleme yazılarıyla, sermayeyi düştüğü beladan kurtarmaya çalışmışlardı. Yine Çernobil Patlaması’nın ardından üniversitelerin radyasyonlu çaya onay vermeleri ve deprem sırasında dönemin iktidarıyla ortak çalışmaları, egemenlerin istekleri doğrultusunda halka bilgilendirmeler yapmaları, üniversitelerin siyasal tercihlerini egemen ideolojiden yana kullandıklarına birer kanıttır. Ölü sayısının 17.000 – hatta bundan çok daha yüksek olduğu- biliniyorken, sırf “olağanüstü hal” tanımının (bu depremzedelere önemli muafiyetler getireceği için ayrıca önemliydi) önlenmesi için14.000 olarak gösterilmesi ve birçok hasarlı binaya, sırf devlete konut sorunu çıkarmamak için “sağlam” onaylarının verilmesi, bilimin ne derecede iktidar için çalıştığına birer örnektir. Ayrıca siyanürlü altın aranmasının, nükleer santrallerin kurulmasının, insan ve çevre sağlığı açısından hiçbir zararı olmayacağı doğrultusunda “bilimsel raporlar” hazırlayacak kadar alçalmış, kamuoyu önünde bunu savunarak üniversite kürsülerinde akademik kariyer yükseltecek kadar


bozulmuş ve kirlenmiş, sermayenin boyunduruğu altına girmiş üniversite görevlileri de, yine iktidarın baki kılınması için gereken ideolojik ve siyasal desteği burjuvaziye sunmaktadırlar. Üniversitelerde düzenlenen konferanslarda ve panellerde borsanın iyilikleri üzerine methiyeler düzerek, girişimcilik ruhu ve kolay para kazanmanın, kısa yoldan köşe dönmenin yolları üzerine bilimsel seminerler veren, bunu üniversitenin çağa ayak uydurmasının zorunlu adımları sayan profesör ve doçentler de aynı misyonu yüklenmektedirler. Enerjiden sağlığa, ulaşımdan iletişime birçok alanda toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyi amaçlayan projeler geliştirmeyi gereksiz sayarak, devlet üniversitesindeki dersini bırakıp özel üniversitedeki dersine yetişen, şirket davetlerinde, yemeklerinde boy göstermeyi bilim ahlakına uygun sayan, holdinglere, bakanlara, cumhurbaşkanına danışman, şirketlere kalifiye eleman olan akademisyenler de, sistemin temel politikalarının üniversite ayağını başarıyla uygulayan birer siyasetçidirler. Egemen ideolojinin üniversiteler tarafından gençliğe ve topluma empoze edilmesinin bir diğer örneği de sosyal bilimler alanında görülmektedir. Bu alanda görev yapan öğretim üyelerinin birçoğu bilgiyi bağlantısız, parçalı ve birbirleriyle açıklanamaz bir havaya sokarak kitlelerin, resmin bütününü kavramasını engellemeye çalışmaktadırlar. Bu şekilde insanların her türlü yapısal mücadeleden (bilgi ve iktidar mücadeleleri de dahil) vazgeçmeleri sağlanmakta ve toplum temel sorunlar yerine cinsiyet, din, çevre, barış gibi konular üzerinden yapılacak sistem içi direnişlere sevk edilmektedir. Materyalist açıklamalardan ısrarla kaçınılmakta, dil ve kültür gibi önemli konularda gerçeklerle uğraşılacağına, bu kavramların görüntüleriyle ilgilenilmektedir. Örneğin yoksulluğun kaynaklarına inileceğine “çöp insanları”ndan dem vurulmakta, konu alabildiğine popülerleştirilerek medya malzemesi haline getirilmektedir. Kadının kapitalizmde hem cinsiyet, hem iş gücü olarak nasıl ve neden sömürüldüğü açıklanacağına, erkek düşmanlığına odaklanan feminizme yönlendirme yapılmakta, depremin yarattığı toplumsal, ekonomik ve psikolojik yıkımların asıl nedenlerine değinileceğine teknik konulara takılıp kalınmaktadır. Dinin, sistemin gerçek sorunlarıyla bağlantı kurulmasının önlenmesinde nasıl bir afyon görevi gördüğü ortaya konulacağına, yaratılan suni laik-dinci ikilemiyle kitlelerin kafası bulandırılmaktadır. Matematik, fizik, kimya ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak vardır. İletişimde ise, okutulan kitle haberleşmesi ve hukuk ilişkisi dersinde, 12 Eylül’ün basın ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıcı ve sansürcü tutumu haklı gösterilebilmekte ve gerekçeleri sayfalarca anlatılabilmektedir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Kitle Haberleşme Hukuku isimli ders kitabında yer alan şu kısa paragraf, oldukça çarpıcıdır: “28. maddenin basın özgürlüğünü önemli bir biçimde

sınırlayan bu hükmünü 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinin durumunu dikkate almak suretiyle değerlendirmek gerekir. Ülkemizi ve milletimizi parçalamaya yönelik yayınların önlenmesi Devletimizin en doğal hakkı olarak kabul edilmelidir. Hiçbir devlet, varlığına yönelik bu tür saldırılara göz yumamaz. Anayasamızın bu alanda dahi hakim kararını gerekli görmesi, basın özgürlüğüne verdiği değeri gösterir.” Yukarıdaki örnekler şunu açıkça gösteriyor; günümüzde üniversitelerin temel görevi kapitalizmin egemenliğini pekiştirecek ve mevcut iktidarını daha da güçlendirecek çalışmalar yapmalarıdır. Sistemin onlardan tek istediği, yaptıkları araştırmalarla toplumu bu doğrultuda şekillendirmeleri ve ihtiyaç duyulduğunda hazırlanacak rapor ve projelerle sermayeyi rahatlatmalarıdır. Bu açıdan bakıldığında üniversiteler tamamiyle birer siyasal kurumdur. Şunu özellikle vurgulamak gerekir: Üniversite sorunu toplumsal sınıflar ve siyasal iktidar sorunudur. Eğer üniversitelerde bilimin toplum için, insanlığın yararı için kullanılması isteniyorsa, öncelikli olarak yapılması gereken, kâr üzerine kurulu mevcut ekonomik sistemi yıkmak ve yerine toplumsal faydayı temel alan bir sistem kurmaktır. İşçi sınıfına dayanan bir iktidar kurulmadıkça demokratik, özgür ve toplum için bilim üreten bir üniversite beklemek anlamsız olacaktır.

Üniversite sorunu toplumsal sınıflar ve siyasal iktidar sorunudur. Eğer üniversitelerde bilimin toplum için, insanlığın yararı için kullanılması isteniyorsa, öncelikli olarak yapılması gereken, kâr üzerine kurulu mevcut ekonomik sistemi yıkmak ve yerine toplumsal faydayı temel alan bir sistem kurmaktır.

19


Gençlik mücadelesi geçtiğimiz yıllarla kıyasladığımızda eylemli bir süreci geride bırakmıştır. Merkez üniversitelerinde sınırlı bir ilerici kesimin hareketliliğine dayanan eylemlilikler, zaman zaman daha geniş bir karakter kazanmıştır. Taşra üniversitelerinde ise nispeten geniş kesimlerin katıldığı eylemlilikler kısa erimli ancak alanlardaki eylemsizliği kıran ve ilerici çevrelere güven veren sonuçlar ya ratmıştır. Bu eylemsel süreçler iki temel gündemin belirleyiciliğinde gerçekleşmiştir. Birincisi ticarileşen eğitimin yerel ve genel sonuçlarıdır. Özellikle taşra üniversitelerinde nispeten geniş gençlik kesimlerini içine alan bu eylemlilikler yerel planda ortaya çıkan ticari eğitim Gençlik mücadelesi nispeten eylemli ve hareketli bir süreci geride bıraktı. Geçtiğimiz yılın ortaya çıkardığı deneyimler ve yıl içinde ortaya çıkan uygulamalarının dolaysız sonuçlarına tartışmalar, yeni dönem gençlik mücadelesinin sorun, ihtiyaç ve olanakları karşı gerçekleşmiştir. Kimi yerlerde açısından belirleyici bir öneme sahiptir. Bu önem çözücü bir sonucun ortaya çıkmış olmasında değil, hâlihazırdaki sorunların ve ihtiyaçların tartışılmaya yemekhane zamları, kimi alanlarda başlamış olmasında kendini göstermektedir. Bugün için bu tartışmaların güçlü yurt sorunu ve ulaş ım sorunu gibi saiklere sahip olduğunu, gençlik mücadelesinin birleşik gelişimi açısından olanaklar gündemler, kimi alanlarda ise kayıt yarattığını söylemek ne yazık ki olanaksızdır. Ancak yine de bu durumun kendisini anlamlı bir gelişme olarak ele almak, bunu birleşik bir gençlik mücadelesinin olanağına paraları ve benzeri paralı eğitim çevirmek ertelenemez bir sorumluluktur. uygulamaları gençlik eylemlerinin çehresini değiştirmiş, birçok Ticari eğitim kitlesel bir gençlik alanda kitlesel karakterli eylemler mücadelesi mayalıyor! gerçekleştirilmiştir. Gençliğin bu eylemsel çıkışları Gençlik mücadelesi geçtiğimiz yıllarla kıyasladığımızda eylemli bir süreci geride bırakmıştır. Merkez üniversitelerinde sınırlı bir ilerici kesimin hareketliliğine dayanan hiçbir alanda sürekli bir eylemlilikler, zaman zaman daha geniş bir karakter kazanmıştır. Taşra üniversitelerinde ise karakter kazanamamış, gençlik nispeten geniş kesimlerin katıldığı eylemlilikler kısa erimli ancak alanlardaki eylemsizliği hareketinin birer kaldıracına kıran ve ilerici çevrelere güven veren sonuçlar yaratmıştır. Bu eylemsel süreçler iki temel gündemin belirleyiciliğinde gerçekleşmiştir. Birincisi ne yazık ki ticarileşen eğitimin yerel ve genel sonuçlarıdır. Özellikle taşra üniversitelerinde nispeten geniş dönüştürülememiştir. Elbette gençlik kesimlerini içine alan bu eylemlilikler yerel planda ortaya çıkan ticari eğitim uygulamalarının dolaysız sonuçlarına karşı gerçekleşmiştir. Kimi yerlerde yemekhane zamları, ki bu sorun asıl olarak öznel kimi alanlarda yurt sorunu ve ulaşım sorunu gibi gündemler, kimi alanlarda ise kayıt paraları ve bir sorun ve yete rsizlik benzeri paralı eğitim uygulamaları gençlik eylemlerinin çehresini değiştirmiş, birçok alanda kitlesel alanına işaret etmekte, bu karakterli eylemler gerçekleştirilmiştir. Gençliğin bu eylemsel çıkışları hiçbir alanda sürekli bir karakter kazanamamış, gençlik alanlardaki sorunlar hareketinin birer kaldıracına ne yazık ki dönüştürülememiştir. Elbette ki bu sorun asıl olarak öznel bir çözümlenemediği sorun ve yetersizlik alanına işaret etmekte, bu alanlardaki sorunlar çözümlenemediği koşullarda koşullarda hareketin hareketin yerel planda oluşan olanaklarla kitlesel ve sürekli bir karakter kazanamayacağını tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. yerel planda oluşan Ticari eğitime karşı mücadeleyi konu alan değerlendirmelerimizin birinde şunları söylemiştik: olanaklarla kitlesel ve “Gençlik ticarileşen eğitimin çok yönlü sorunları ile karşı karşıyadır. Birleşik ve devrimci bir gençlik hareketinin temel dinamiğini bu gündemin gençlik içerisinde nasıl bir mücadele pratiğine konu edildiği sürekli bir karakter belirleyecektir. Bugüne kadar ticari eğitime karşı verilen mücadele temel bir kısırlık taşımış ve gençliğin geniş kazanamayacağını kesimlerinin bir mücadele gündemi haline dönüştürülememiştir. Bunun nedeni ise ticarileşen eğitim sürecinin tüm açıklığı ile ortaya çıkardığı sonuçların yeterince kavranamamasıdır.” (Ticari eğitime karşı birleşik mücadeleye!, Ekim Gençliği, sayı: 91) ortaya Ticarileşen eğitimin sonuçlarına karşı mücadele hiçbir biçimde yerel sorun ve gündemlerin darlığına koymaktadır. sıkıştırılamaz. Bu, ticarileşen eğitim sürecinin sistemin yapısal bir dönüşüm projesi olduğu gerçeği ile taban tabana

20

çelişen bir tutumun ifadesi olmakta, bu anlamı ile sistemin neo-liberal dönüşümüne karşı mücadelede aşılması gereken bir ilk durumu ifade etmektedir. Bu aşılamadığı koşullarda, sorunun kendine daralma ve bir süre sonra da zayıflama sonucunu doğuracağından kuşku duyulmamalıdır. Nitekim geçen dönem yaşanan deneyimlerde bu sorun aşılamamış, çalışmalar yukarıda ifade ettiğimiz akıbetle karşı karşıya kalmıştır. Öyleyse asıl sorunu tanımlama ticari eğitime karşı verilecek mücadelenin yöntemi ve ihtiyaçları açısından da belirleyici olacaktır. Bu, gençliğin mücadelesinin politizasyonu sorunudur. Tartıştığımız kapsamda bu sorun hiç de dışsal birtakım gündemlerle gençliğin gündemlerini birleştirmek değil, hâlihazırdaki gündemleri gerçek politik muhtevasıyla ele almak ve bu temelde gençlik mücadelesini politikleştirmektir. “Gençlik hareketini politikleştirmek, eğitim sisteminin sorunlarından kopmak anlamına gelmemektedir. Gençliği politikleştirmek bir süreç ise, bu sürecin belirleyici halkasını eğitim sisteminin sorunları oluşturmaktadır. Bugün eğitimin temel


Bir dönemin ardından…

sorunları ve bunun genel tanımı olarak ticari eğitim, sistemin temel sorunları ve saldırıları ile güçlü bağlar taşımakta, bu akademik-demokratik mücadelenin hızlı bir biçimde politikleşmesinin olanaklarını ortaya koymaktadır. “Çürüyen eğitim sistemi çürüyen düzenin aynasıdır” şiarı bugün hiç olmadığı kadar açık ve güncel tespitin özlü bir ifadesi olarak tanımlanmalıdır. İşte tam da bu nedenle ticarileşen eğitim sistemine karşı bütünlüklü bir mücadele platformu oluşturmak bugünün gençlik hareketi için yakıcı bir sorundur.” (agy)

İşte tam da bu noktada ticarileşen eğitime karşı mücadelede yerel sorunlar ve bu sorunların kaynağı durumundaki piyasalaşan eğitim sistemi diyalektik bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Yerelde ortaya çıkan dinamikler, merkezi planda eğitim sürecinin yaşadığı sorunlarla bağlanarak işlenebildiği koşullarda sorunun temel önemde bir yanı, gündemlerle ilgili olan yanı doğru bir yöntemle ele alınmış olacaktır.

Devrimci gençlik mücadelesinin temel hareket noktası: Gelecek sorunu, mesleki dönüşümler, ticarileşen eğitim!

Bugünün gençlik mücadelesi yöntemsel planda derin bir çelişki yaşamaktadır. Sermayenin saldırılarının ve dönüşümlerinin yoğunlaştığı temel bir alan olarak gelecek sorunu orta yerde duruyorken, gençlik mücadelesi içerisinde belki de en az tartışılan sorunların başında bu sorun gelmektedir. Hal böyle olunca sermaye saldırılarını yoğunlaştırmakta, ancak bu alanda bütünsel bir tepki ortaya çıkamamaktadır. Güncel plandaki sorunlara karşı verilen mücadele ise sermayenin hedeflediği ve adım adım uygulamaya başladığı dönüşümlerle bütünlüklü tartışılamadığı içindir ki, gençlik mücadelesinin politik ve birleşik mücadelesinin olanakları zayıflamaktadır. “… gençlik hareketi gelecek sorununu etkin bir biçimde işlemek zorundadır. Zira sermayenin saldırılarını bu ölçüde sistematik ve sürekli hale getirdiği bir alana dair söylenecek her söz, ortaya konulacak her çaba yeni dönem gençlik mücadelesi açısından belirleyici olacaktır. “Gençlik hareketi gençliğin sorun ve ihtiyaçlarına yanıt veren bir politik süreç oluşturmakta ciddi bir kısırlık yaşamaktadır. Bu kısırlık aşılmadığı, gençlik hareketi hedefli bir politik zeminde geniş gençlik yığınlarını harekete geçirmeye çalışmadığı ölçüde var olan sorunlarını aşma şansına sahip olmayacaktır.

“Bugün bu hedef oldukça açıktır. Gençliğin gelecek sorunu ve bu çerçevede mesleki yeterlilik saldırıları yeni dönem gençlik hareketinin temel gündemleri olmak zorundadır. Sermayenin onca politik yaklaşım ve saldırı oluşturduğu bir alanda gençlik mücadelesinin etkili bir karşı duruş örememesi, geniş gençlik yığınları ile buluşma kanallarını kendi elleri ile kapatması anlamına gelecektir. “Bugün gençlik yüzünü geleceğe dönmeli, geleceğine sahip çıkmalıdır. Ancak bu temelde halihazırdaki kapsamlı saldırı dalgası yanıtlanabilir ve sermaye politikaları karşısında politik bir gençlik muhalefeti örülebilir. Bu nedenle gençlik mücadelesi içerisindeki tüm özneler somut saldırılar karşısında etkili ve birleşik bir karşı duruş örmek sorumluluğu ile karşı karşıyadır.” (Ticari Eğitime Karşı Gençlik

Koordinasyonu 3. Toplantısı Sonuç Bildirgesi)

Geçtiğimiz dönem yapılan çalışmalar ile gençliğin ileri unsurları cephesinden sorun tartışılmaya başlanmıştır. Zira özellikle merkez üniversitelerinde bu konuda atılan başlangıç adımları mücadelenin yöntemi ve yapısını oluşturmak açısından anlamlı bir dizi deneyim yaratmış bulunuyor. Bu çerçevede İstanbul’da gerçekleştirilen Meslekler Nereye Sempozyumu bir ilk adım olarak sorunun gündemleşmesi, bir dizi ilerici çevrenin katıldığı bir tartışma ekseni oluşturması açısından anlamlı bir takım olanaklar ortaya çıkarmıştır. Bu çaba tüm eksikliklerine rağmen yeni dönem gençlik mücadelesi açısından onlarca deneyim bırakmıştır. Bu deneyimleri birkaç başlık altında toplamak gerekirse; mesleki dönüşümlere karşı geniş bir muhalefet alanı oluşturulması, meslek örgütlenmeleri ve gençlik komisyonlarını sürecin içerisinde aktive etme çabası ve öte yandan da yerel dinamikleri ortaya çıkarmaya çalışarak süreci geniş bir örgütsel ve politik platformla sürdürme kararlılığı olarak tanımlanabilir. Elbette süreç bir dizi mesleki örgütlenmenin gerici ve anti demokratik müdahaleleri sonucunda sekteye uğramış, ancak özetlenen başlıklarda asgari planda da olsa başarı sağlanmıştır. Şimdi bu çalışmanın önünde iki önemli hedef bulunmaktadır. Birincisi; sorunu işlemeyi hedefleyen tüm ilerici birikimi bir araya getirmek, öte yandan da mesleki dönüşümlerin sonuçlarını hedefli bir biçimde kitle ajitasyonu ile işlemek. Bu süreç önümüzdeki yıl geniş bir katılımla sempozyumdan daha kapsamlı, İstanbul sınırlarını aşan bir tartışma platformu ile mutlaka sürdürülmeye çalışılacaktır. Bu başarılabildiği koşullarda gelecek sorununa karşı güçlü bir mücadele odağı oluşturulabilecektir.

21


Yine bu kapsamda örülen çalışmalardan bir diğer önemli olanı ise ODTÜ’de gerçekleştirilen “Rüya Bitti” kampanyasıdır. İkinci döneme taşınamamış ve çalışmanın sonuçlarını güçlendirecek dinamik bir irade ortaya konulamamış olmasına karşılık, özellikle ilk dönem çalışmanın ortaya çıkardığı sonuçlar ve bundan da önemli olarak çalışma yöntemi gelecek için anlamlı sonuçlar barındırmaktadır. Çalışmanın aktivistleri açık kitle toplantıları ile yaygın bir kitle ajitasyonunu birlikte sürdürerek, ODTÜ genelinde binin üzerinde öğrenciyle yüz yüze sorunu tartışarak süreci örmüşlerdir. Yüzlerce afiş, yüzlerce anket, açık toplantılar, masalar, etkinlikler bu sürecin geniş bir kesimin gündemine girmesini sağlamıştır. Elbette atılan bu başlangıç adımları kitle ajitasyonunu yaygınlaştırarak, kurumsal bir faaliyet süreci hedefleyerek ve bundan da önemlisi birtakım eylemsel hedeflere kilitlenerek işlemiş olsaydı çalışmanın bütünlüklü bir başarı sağlamasının önünde bir engel bulunmayacaktı. Bu güçlü ve eksik yanlar doğru değerlendirildiği koşullarda, önümüzdeki yıl açısından onlarca deneyimin oluştuğu bir yılı geride bıraktığımızı ifade edebiliriz.

Bugünün gençlik mücadelesi yöntemsel planda derin bir çelişki yaşamaktadır. Sermayenin saldırılarının ve dönüşümlerinin yoğunlaştığı temel bir alan olarak gelecek sorunu orta yerde duruyorken, gençlik mücadelesi içerisinde belki de en az tartışılan sorunların başında bu sorun gelmektedir. Hal böyle olduğu sürece sermaye saldırılarını yoğunlaştırmakta, ancak bu alanda bütünsel bir tepki ortaya çıkamamaktadır. Güncel plandaki sorunlara karşı verilen mücadele ise sermayenin hedeflediği ve adım adım uygulamaya başladığı dönüşümlerle bütünlüklü tartışılamadığı içindir ki, gençlik mücadelesinin politik ve birleşik mücadelesinin olanakları zayıflamaktadır.

22

Dünyanın bütün dillerini konuşan bir gençlik mücadelesi için!

Gençlik mücadelesinin öne çıkan bir diğer gündemi ise sermaye düzeninin sistematik baskı ve terörüne karşı mücadeledir. Üniversitelerde derinleşen soruşturma terörü, faşist saldırılar bu başlığın eğitim alanındaki özgün sonuçlarıdır. Ancak başlığın kendisi halklar arasında şovenist bir düşmanlığın körüklendiği sistematik bir ideolojik ve fiili saldırı sürecinin dinamik bir parçasıdır. Bu anlamı ile sorun toplumda yaşanan gerici ve şoven saldırganlığın dolaysız bir yansımasıdır. Ülkenin dört bir yanında gerçekleştirilen soruşturma karşıtı eylemler, Kürt halkı ile dayanışma eylemleri, üniversitelerde gerçekleşen Newroz gösterileri; gerek yaygınlık gerekse kitlesel katılım açısından anlamlı eylemlilikler olarak yaşanmıştır. Ancak bu sürecin de belirgin bazı zaafları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Gençliği şovenizme karşı halkların kardeşliği mücadelesi ekseninde birleştirmek için harcanan çaba ne yazık ki sistematik bir kapsam ve düzeye ulaşamamıştır. Yapılan eylemlilikler dönemsel eylemler olarak kalmıştır. Bu anlamı ile eylemsel olanaklar süreklileştirilememiş, daha geniş bir kesimin aktifleştirilmeye çalışıldığı bir mücadele süreci örülememiştir. Burada temel sorun gündemlerin birbirinden kopuk ve hedefsiz bir biçimde ele alınmasıdır. Hedefli bir çalışma açık ki hedefli bir politik programı zorunlu kılmaktadır. Ancak birkaç örnek dışta tutulursa -ODTÜ’de ve Boğaziçi Üniversitesi’nde örülen sistematik çalışmalar dışında- gündemsel ve eylemsel sürekliliğin sağlanması yönlü çabalar oldukça cılız kalmıştır. Sorunun bir diğer önemli yönü ise, bu gündemlerin nasıl bir mücadele yöntemi ile ele alındığıdır. Faşist ve şovenist saldırganlığa,

sistematik devlet terörüne karşı verilen mücadele açık ki gençliğin geniş kesimlerinin gündem ve sorunları ile etkili bir biçimde birleştirilerek ele alınmalı, soruna karşı mücadele bu yaklaşımla süreklileştirilmeliydi. Bunun başarılabildiği yerlerde -örneğin YTÜ’de soruşturma saldırısı yemekhane zamları ve boykot gündemi ile etkili bir biçimde birleştirilmiştir- ilgili gündemler, etkili bir biçimde geniş kesimlerin gündemine sokulabilmiştir. Sistemin gençliğin geniş kesimlerini şovenizm ile zehirlemeye çalıştığı, gençliğin ilerici güçlerinin faşist baskı ve terör ile susturulmaya çalışıldığı bir dönemde örülecek olan mücadele açık bir politik taraflaştırma çabasını hedeflemelidir. Tekil eylemlerin, hedefsiz çalışmaların devletin sistematik müdahaleleri karşısında başarı şansı bulunmamaktadır. Geçtiğimiz dönem genç komünistlerin beş ilde gerçekleştirdikleri “Dünyanın bütün dillerini konuşuyoruz” kampanyası, merkezi bir politik yönelimin etkili bir kitle çalışması ile alana taşınması açısından anlamlı bir sonuç yaratmıştır. Yine bu beş ilde 500’e yakın öğrenciyi etkinliklerde bir araya getirmiş olmak, anlamlı bir sonucu ifade etmektedir. Çalışma kitle ajitasyonu açısından da anlamlı bir düzeyi ifade etmektedir. Sadece İstanbul’da kullanılan 5 bin afiş, 20 bin el ilanı çalışmanın yaygınlığını göstermek bakımından anlamlıdır. Çalışma yöntemi özellikle halkların kardeşliği ve şovenizme karşı mücadelede mutlaka geliştirilmesi gereken bir yöntemi ifade etmektedir. Çalışmanın eksik yanları elbette mevcuttur. Bunların başında da taşra üniversitelerine gündemin taşınmasında yaşanılan sıkışma gelmektedir. Bu durum, taşra üniversitelerinde bu gündemin taşınmasının olanaklarından çok komünist gençlik örgütünün taşra örgütleri ile kurduğu dinamik politik ve örgütsel ilişkideki yetersizliklerden kaynaklanmıştır. Bu sorun önümüzdeki yıl gerçekleştirilecek etkili bir politik ve örgütsel yönelimle mutlaka aşılacaktır.

Örgüt sorunu nedir, geleneksel hareket nerede tıkanmaktadır?

Geçtiğimiz dönemin bir diğer önemli gelişmesi, gençlik örgütlenmesi sorununa dair tartışmaların dışsal saiklere dayanarak olsa da başlamış olmasıdır. Bu durum bir takım hata ve zaafları da beraberinde getirmiştir. Gençlik mücadelesi için anlamlı bir tartışma olanağı ortaya çıkan zaaflarla sürmektedir. Sorunun temel bir yanını Genç-Sen kapsamında ortaya çıkan tartışmalar ve sonuçları oluşturmaktadır. Zira yakın dönem örgüt sorununa dair tartışmalar, tüm çarpıklığına karşın bu tartışmanın ortaya çıkardığı olanaklarla gerçekleşmiştir. Bu noktada tartışmanın başlangıç noktasındaki zaafı değerlendirmek yerinde olacaktır. Genç-Sen gençliğin öz dinamikleri ile sürdürülen, bu dinamiklere dayanarak oluşturulan bir çalışma değildir. Bu açıdan da örgütleyicilerinin ve hatta


çağrıcılarının politik eğilim ve yaklaşımlarını dolaysız olarak taşımaktadır. Bu noktada aylardır Genç-Sen çalışması içinde olan gençlik grupları cephesinden Genç-Sen projesine dönük bütünlüklü bir değerlendirme ve yaklaşımla karşılaşabilmiş değiliz. “Genç Sen sürecini biz başlattık”, “ DİSK’in olanaklarını değerlendirmeliyiz”, “öz örgütlenme olarak anlamlı bir adım olabilir”, “sendika yeni ve yıpranmamış bir biçim” vb. tartışmaların dışında bir değerlendirme ne yazık ki bulunmuyor. Bu açıdan Genç-Sen bugün için politik sürecin dışına düşmüş, gençlik mücadelesi ile politik ve örgütsel bağları olabildiğine zayıflamış gençlik gruplarının “örgütün öne çıktığı” çatısını ifade etmektedir. Ancak tablo o kadar içler acısı bir haldedir ki; onca siyasal çevrenin bir araya geldiği bir “çatı” geçtiğimiz yıl içerisinde birkaç forum ve parti dışında elle tutulur bir çalışma ortaya çıkartamamıştır. Ortaya konulan ilerici çabalar ise ya DİSK bürokratlarının ya da liberal çevrelerin müdahaleleri ile durdurulmuştur. Bu açıdan Genç-Sen bugün gençlik mücadelesinin dışındadır. Gençliğin onca gündemi ve sorunu ortaya yerde duruyorken, gençliğin sorun ve ihtiyaçlarının dışında süregiden bu “tartışmalar” politik bir gençlik mücadelesinin olanağından çok liberal yaklaşımlar açısından bir çatı işlevine doğru hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu tabloyu değiştirmek elbette olanaklıdır, ancak bu yönlü çabaların yetersizliği ve gençlik gruplarından yansıyan apolitizm bu durumun aşılmasının önündeki en temel engel durumundadır. Geleneksel hareket bugün reformist ve devrimci kanatları ile örgüt sorununda derin bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Bu kafa karışıklığı aşılamadığı koşullarda hareketin dışından dayatılan birtakım şablonların bugün olduğundan daha geniş bir siyasal çevre tarafından alkışlanacağından kuşkumuz yok. Sorun, yıllardır örgüt sorununun politik süreçlerden ve kitle hareketinden kopuk bir bakışla tartışılmasından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım örgüt sorununu gençlik mücadelesinden kopartarak onu tüm durumlar ve zamanlar üzeri bir biçime indirgemektedir. Tartışılan “gençlik örgütlenmesi sorunu nasıl çözülür?”den çok, “hangi örgütsel biçimle çözülür?” olmaktadır. Bu bakışın ortaya çıkardığı zorunlu sonuç ise “dar örgütsel şablonlar”, kitle mücadelesinden kopuk örgütsel arayışlardır. Bir gençlik örgütlenmesi kitle mücadelesinin gündelik sorun ve ihtiyaçları ile kurduğu bağ kadar, bir kitle örgütlenmesi olma özelliği gösterebilir. Bugün “yeni bir şey yaratma” hezeyanındaki reformist grupların da, sendikayı “yıpratmadan” koltuk kapma derdindeki siyasal çevrelerin de anlayamadığı bu gerçek, örgüt sorununun çözümündeki temel halkayı ifade etmektedir. Sorun ne sendikayı, ne kolektifi, ne de başka bir biçimi, gençlik hareketinin mutlak aracı olarak tanımlayamayacak bir derinlik ve kapsama sahiptir. Bu anlaşılamadığı koşullarda yapılan tartışmanın düzlemi “hayır bizim biçimimiz daha doğru”nun ötesine gidememektedir. Sorunun bir diğer yanı ise hâlihazırdaki ilerici potansiyeli ne ölçüde kapsadığı ve kapsamayı hedeflediği ile ilişkilidir. Bu kapsamda tartışılan hiç de tek başına siyasal gençlik grupları değildir. Bunları da içerisine alan bir biçimde üniversitedeki ilerici duyarlılığın

bütünüdür. Bu elbette bir çırpıda gerçekleşebilecek bir süreç değildir. Ancak bahsedilen kitlesel bir gençlik örgütlenmesi sorunu ise, bu başarılamadığı koşullarda geçmişin gençlik mücadelesinin ortaya koyduğu derslerin üzerinden atlanmış olacak, gelişen bir gençlik muhalefeti içinde tekrar benzer sorunlar karşımıza çıkacak demektir. Kitle örgütlenmesi sorununu bir çırpıda masa başında çözeceğini sanan yaklaşım, elbette ki ilerici potansiyelin bir araya gelmesinin önemi ve kapsamını kavramakta zorlanacaktır. Sorunu “örgütleri birleştirmeye” indirgediğimizi düşünmeleri de örgüt sorununa bakıştaki bu yavanlığın dışavurumundan ibarettir sadece. Zira birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorunu öznel bir sorundur, öznelerin iradi çabası ve müdahalesi ile elbette bir çırpıda başarılabilir. Ancak bu hiçbir biçimde gençlik örgütlenmesi sorununun çözüldüğü anlamını taşımamaktadır. Bu sadece bir olanağa, hareketi sıçratabilecek bir dinamiğe işaret etmektedir. İlerici potansiyeli bir araya getiren bir birleşik örgütlenme asıl hedefin, geniş gençlik yığınları ile buluşma hedefinin bir kaldıracıdır sadece. Ve hedefe, doğru bir yöntem ve bakışla ilerleyebildiği koşullarda bir anlam taşır. “Bugünün koşullarında gençlik hareketini kucaklamaya ve ilerletmeye hizmet edecek ve gerçekten kitlesel karakter taşıyabilecek bir gençlik örgütlenmesi, ancak mevcut ilericidevrimci gençlik birikimini her düzeyde kapsayan bir birleşik örgütlenme olabilir. Nasıl ki gençlik hareketinin kitlelerle birleşmeyi başarabilecek etkili bir çıkışı bugünün koşullarında mevcut güçlerle birarada dayanmayı gerektiriyorsa, aynı şekilde, gençlik hareketinin örgütlenme sorununun sağlıklı ve hareketi ilerletici çözümü de ancak bu güçleri birarada içeren bir örgütsel oluşumla olanaklı olabilir. “Bunu güç, hatta bir hayal olarak görmeye kalkmanın gerisinde, onyılların zihinlere işlemiş grupçu önyargıları ile bunun hem kaynağı ve hem de ürünü olan grupçu pratikler olabilir ancak. Unutmayalım; bu ülkede gençlik hareketinin kitlesel bir uyanış yaşadığı dönemde ortaya çıkardığı örgütlenme (Dev-Genç), tam da bu türden bir birleşik örgütlenme idi ve bu örgüt bünyesinde değişik eğilimden sol siyasal akımlar vardı. Birleşik gençlik örgütlenmesine ilişkin bu olumlu pratik, ‘70’li yılların ilk kitlesel hareketlenme döneminde yeniden ortaya çıktı. Büyük kentlerde her eğilimden sol gençlik güçlerini birarada kapsayan ve birimler düzeyinde geniş bir kitlesel desteğe sahip olan gençlik örgütlerinden sözediyoruz. İstanbul’da İYÖKD ve Ankara’da AYÖD bunun örnekleriydi. Bu örgütler tabandan gelen kitlesel bir öğrenci hareketinin dinamizmine ve desteğine dayanmakla kalmadılar, onu bir süre için başarıyla kucaklayıp daha ileriye de taşıdılar.” (Gençlik Hareketinin Sorunları, Ekim, sayı: 239, Ekim 2004, başyazı)

Yeni bir mücadele dönemi için notlar…

Yeni mücadele dönemi için gençlik hareketinin ve elbette çalışmamızın sorun ve zayıflık alanlarını tespit etmek gerekiyor. Bu başarılı olan çalışmaların genelleşmesi ve

23


yetersiz olan alanlara yüklenmekle başarılabilecektir. Bugün gençlik mücadelesi açısından nesnel olanaklar ile öznel yetersizlikler temel bir çatışma alanıdır. Çokça tekrarlandığı ölçüde anlamsızlaşan yetersizlikler, ağırlıklı olarak öznel müdahale alanında karşımıza çıkmaktadır. Bu alandaki sorunların çözümü gençlik hareketindeki tıkanıklığın aşılmasının önkoşuludur. Önümüzde, burada çerçeve olarak çizeceğimiz sorunları derinlemesine işleyeceğimiz ve tartışacağımız bir dönem olacak. Yeni dönemde üzerinde tartışılması gereken sorunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1) Gençlik mücadelesi bugün halen

Sorun, yıllardır örgüt sorununun politik süreçlerden ve kitle hareketinden kopuk bir bakışla tartışılmasından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım örgüt sorununu gençlik mücadelesinden kopartarak onu tüm durumlar ve zamanlar üzeri bir biçime indirgemektedir. Tartışılan “gençlik örgütlenmesi sorunu nasıl çözülür?”den çok, “hangi örgütsel biçimle çözülür?” olmaktadır. Bu bakışın ortaya çıkardığı zorunlu sonuç ise “dar örgütsel şablonlar”, kitle mücadelesinden kopuk örgütsel arayışlardır. Bir gençlik örgütlenmesi kitle mücadelesinin gündelik sorun ve ihtiyaçları ile kurduğu bağ kadar, bir kitle örgütlenmesi olma özelliği gösterebilir. Bugün “yeni bir şey yaratma” hezeyanındaki reformist grupların da, sendikayı “yıpratmadan” koltuk kapma derdindeki siyasal çevrelerin de anlayamadığı bu gerçek, örgüt sorununun çözümündeki temel halkayı ifade etmektedir.

24

politik bir hedef ve bu hedefle paralel sistematik bir çalışmadan yoksun bir sürüklenme yaşamaktadır. Bu durumun kendisi politik çalışma ve yönelimde ısrarı zorunlu kılar. Ancak yakın dönemde ortaya çıkan çalışma deneyimleri (genç komünistler de bu sürecin dışında değildir) bu ısrarın gösterilemediğini göstermektedir. Kitle mücadelesinde bugün için kısa dönemde etkili sonuçlar yaratmayı beklemek ne yazık ki olanaksızdır. Ancak politik hedef ve yönelimlerdeki ısrar, yaşanılan politik ve örgütsel sorunların çözümünün temel halkasıdır. Yazının üst kısmında örneklendirdiğimiz ODTÜ “Rüya Bitti” çalışması, yarattığı onca imkâna, öte yandan ise gençliğin bugün temel gündemlerinden birisini –gelecek sorununu- etkili bir biçimde tutmuş olmasına rağmen ne yazık ki ısrarlı bir çalışma yönelimi ile sürdürülememiştir. Bu gibi sorunlar aşılamadığı koşullarda gençlik mücadelesinde süregiden sürüklenme aşılamayacaktır.

2) Geniş gençlik kesimlerinin sorun ve

ihtiyaçlarını tanımlayabilmek, gençliğin gündelik yaşam alanlarında var olmak anlamına gelir. Üniversiteler içerisinde dışarıdan politika yapan propagandistler olmamak, gençlik içerisinde ne ölçüde güçlü ve etkili bir konumlanışa sahip olduğumuzla dolaysız olarak bağlıdır. Bu sorun gençlik kesimlerinin içerisinde bulunduğu alanlarda, kulüp, topluluk gibi akademik kültürel örgütlenmeler ile çeşitli alanlarda bulunan mesleki örgütlenmelerin içerisinde konumlanmak, bu örgütlenmeleri sistematik bir çalışma yönelimine sokmak anlamı taşır. Bu örgütlenmeleri gençlik mücadelesinin etkin bir aracı haline getirmek sistematik ve hedefli bir müdahaleyi zorunlu kılmaktadır. Bu alanda sonuç almak, devrimci gençlik mücadelesinin güncel hedeflerinden birisi olmak durumundadır. Sorunun bir diğer önemli yanı ise faaliyetin bu alanlarla yeterli düzeyde beslenememesinden kaynaklanmaktadır. Bir kitle çalışması süreci başlangıç aşamasında bu gibi örgütlenmelerle kurduğumuz bağ sınırlarında yaygınlık taşıyacaktır. Doğru bir politik yönelim ve sistematik bir müdahale ile sorunun çözümünün hiç de zor olmadığını, İstanbul Sempozyum deneyimi göstermiş bulunuyor.

3) Bugün gençlik faaliyetinin kitlesel tabanı taşra üniversitelerine kaymış durumdadır. Bu üniversiteleri içine katmayan bir gençlik hareketi, kitlesel bir karakter oluşturma şansına sahip değildir. Bu nesnel bir durumdur, gençliğin emekçi kökenden gelen kesimlerinin bu üniversitelerde tutulması ile ilişkilidir. Ancak bu nesnel durum temel bir çelişki doğurmaktadır. Zira bugün ve yakın bir gelecekte, taşra üniversitelerindeki mücadeleler kitlesel bir boyut kazansa dahi, gençlik hareketinin bütününü etkileyen bir düzeye ulaşamayacaktır. Bu anlamı ile merkez üniversiteler halen gençlik hareketinin de politik merkezi konumundadır. Bu durumu kavramak ortaya konulacak mücadelenin yönünü belirlemek açısından da birincil önemdedir. Taşra üniversiteleri merkezlerdeki hareketlilikten dolaysız olarak etkilenmesine karşılık, bu alanlardaki mücadele yöntemleri ve hatta gündemleri çoğu durumda merkez üniversitelerine göre özgün yanlar taşımaktadır. Bu özgün biçimleri ortaya koyamayan bir çalışmanın bu alanlarda başarılı olma şansı yoktur. Bu sorun gündemler, kitle çalışması yöntemi ve araçları gibi bir dizi alanda özgünlükler olarak ortaya çıkmaktadır. Yakın dönemde bu alanda örnek bir pratik sergileyen Trabzon çalışmamız ve oluşturduğu deneyimler yeni dönem taşra çalışmamızın çerçevesini çizmek açısından zengin veriler sağlamıştır. Önümüzdeki dönem komünist gençlik faaliyeti bu üniversiteleri politik ve örgütsel olarak kazanmanın olanaklarını yaratmak için etkili bir çaba ortaya koyacaktır. 4) Bir diğer önemli tartışma gençlik

içerisinde kültürel çalışmalardır. En sıradan üniversitede dahi rektörlük bünyesindeki kulüplerin sayısı ve bu kulüplere üye olan öğrenci sayısı dikkate alındığında, bu alanda ciddi bir arayış olduğu ve üniversiteli kesimlerin ağırlıklı olarak sosyal-ekonomik koşullarından da kaynaklansa bu arayışlarını üniversite bünyesi içerisinde karşılama çabası harcadıkları görülecektir. Üniversite bünyesindeki kültür-sanat alanlarıyla öğrenciler arasındaki ilişki esasında daha geniş bir kesimi kapsar. Çünkü bu kulüp ve toplulukların üye sayısından kat be kat fazla bir de etkinliklere katılan geniş kesimler mevcuttur. Bütün bu veriler üniversitede alternatif kültür ve sanat çalışmalarının öğrenci gençlik açısından ilgiyle karşılandığını gösterir. Zira ortada bir ilgi ve arayış vardır ve bu ilgi ve arayış başka biçimlerde karşılanmadığında, yine yoksunluğu yaratanlarca karşılanmaktadır. Birçok üniversite kültürel faaliyet olanakları olarak gençliğe yoz şenlikler dışında hiçbir olanak tanımamaktadır. Ancak bu durum alternatif kültürel çalışmaları ilgi ile karşılayan bir kesimin oluşmasını da doğurmaktadır. Bir dizi üniversitede herhangi bir devrimci müdahale olmaksızın sponsorlu şenliklere karşı kulüplerin aldığı tutum bunun bir dışavurumudur. Kendi adımıza temel sorun, kültürel çalışmaların çoğu durumda politik süreçlere bağlı ve onun belirleyiciliğinde ele alınmasıdır.


Bu ilişki bu ölçüde bir alanın belirleyiciliğinde ve onun ihtiyaçlarına dönük olarak kurgulandığında ortaya çıkan sonuç ne yazık ki başarısız olmaktadır. Bu açıdan gençlik faaliyetinin çok yönlü bir kültürel çalışma disiplini ve yönelimine ihtiyacı vardır. Sorunun bir diğer önemli yanı ise kulüp ve topluluklarda çalışmadır. Bu çalışma kültürel ve akademik olarak iki yönlü yapılmak zorundadır. İki alanın da özgün çalışma biçimleri olmakla beraber, bütünlüklü bir kulüp ve topluluk yönelimi devrimci bir gençlik mücadelesinin önemli araçlarından birisini ifade etmektedir.

5) Şimdi çalışmamızın belki de olanaklarını en az

zorladığı alanlardan birisine, yerel yayın faaliyetleri başlığına değinmekte fayda var. Bugün gençlik kesimleri kültürel ve sosyal anlamda yalnızlaşmaktadır. Yerel yayın faaliyetleri bu yalnızlığı politik bir çerçevede kırmanın önemli araçlarından birisidir. Bir yıl önce adımları atılan ve geçtiğimiz yıl yeterli düzeyde çaba harcamadığımız yerel yayın çalışmaları, geniş gençlik kesimleri ile buluşmak, onları kültürel ve politik üretim sürecinin etkin bir parçası haline getirmek için anlamlı bir dizi olanağa sahip durumda. Yerel yayın çalışmaları özellikle taşra üniversiteleri açısından paha biçilmez olanaklara sahiptir. Bu nedenle de özellikle taşra üniversiteleri açısından oluşturulacak yeni dönem yönelimi içerisinde yerel yayın çalışmaları etkili bir yer tutabilmelidir.

6) Meslek ve alan temelli çalışmalar üzerine giriş niteliği taşıyan birkaç tartışma ile devam edelim. Burada tartışmanın giriş niteliğinde kalması birkaç önemli nedenden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi sorunun tek yönlü olarak bir gençlik sorunu olmamasıdır. Zira bugün toplumcu mühendislik ve mimarlık öğrencileri ile mühendislik ve mimarlık alanı (bunun örgütlülüğü olan TMMOB’nin içerisinde) arasında, eğitim ve fen edebiyat fakülteleri ile kamu emekçileri arasında, TIP öğrencileri ile TTB ve SES vb. arasında dinamik bir ilişki kurulamadığı koşullarda gençlik merkezli yönelimin belli sınırlara sıkışacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Burada meslek ve alan temelli örgütlenmelerin yapısına dair bir tartışmadan çok, bu alanları kesen gündemlerin gençliği aşan bir kapsama sahip olması sorununu tartışmaktayız. Zira bugün gençlik bünyesinde oluşturulan herhangi bir örgütlenmenin (mesleki örgütlenmeler de dâhil olmak üzere) temel sorunu, farklı gençlik kesimlerinin birleşik mücadelesini geliştirme sorunudur. Ve buna hizmet ettiği ölçüde bir anlam ve değer taşır. Anca yine de sorun gençliği de içerisine alan bir kapsamda bir bütün olarak meslek alanları kesmektedir. Gündemsel plandaki bu birleşikliği, birleşik bir politik ve örgütsel yönelimle bütünleştirmek; bugün gençlik alanının olduğu kadar partinin de temel sorumluluk alanlarından birisi olarak durmaktadır. Yakın dönem çalışma deneyimlerimiz meslek alanları ve gençlik çalışması arasında bir köprü kurulmasının asgari politik olanaklarını tüm açıklığı ile ortaya koymuştur. Bugün temel sorun bu olanağı hedefli bir politik ve örgütsel yönelimle bütünleştirme sorunudur. Bu başarılabildiği koşullarda ortaya çıkan kazanımlar tek başına gençlik mücadelesinin değil, ilgili tüm alanlardaki komünist faaliyetin kazanımları olacaktır. Bu uzun girişten sonra birkaç noktayı daha değerlendirerek tartışmamızı sonlandıralım. Bunlardan birincisi; bugün için öne çıkmış bir örnek olarak mühendislik ve mimarlık alanındaki faaliyetin sistemli ve yaygın bir karakter kazanmasıdır. Burada yaygınlaşma hem bir dizi üniversiteye taşınmak, hem de yerel planda daha esnek bir yapıya kavuşarak bu çalışmaların geniş bir mesleki çalışma haline gelmesini sağlamakla olanaklıdır. Öte yandan ise bu yıl için hedeflenen ancak istenilen düzeyde başarılamayan merkezi politik kampanya hedefi yeni dönemde bu alan çalışmasının temel hedeflerinden birisi olmak durumundadır. Bir diğer önemli başlık ise TMMOB öğrenci örgütleri ile kurulan bağdır. Hâlihazırdaki bürokratik yönetimin tüm müdahalelerine karşılık bu alanda başarılı politik ve örgütsel sonuçlar oluşturmak kuşkusuz zor değildir. Bürokratlar ne düşünürlerse düşünsünler bizim alanımıza, gençlik mücadelesinin alanına öğrenci komisyonları ile girdikleri sürece -ki bu yönelim onlar adına bir tercih değil zorunluluktan doğan bir yönelimdir- o çalışmalar gençlik hareketinin araçları olacaktır. Bu meşruluk ve güvenle hareket etiğimiz koşullarda gençlik komisyonlarını gençlik mücadelesinin etkili birer aracına dönüştürmek hiç de zor olmasa gerek. Elbette bu başlıklar dışında sıralanabilecek ve tartışılması gereken bir dizi başlık daha bulunmaktadır. Özellikle kitle çalışması yöntemi, yapısı ve araçları eksenli tartışmaları yeni dönemin ortaya çıkardığı olanaklarla bir bütün olarak değerlendirmek anlamlı olacaktır. Burada sıraladığımız başlıklar ve tartışmalar ilgili sorunlara giriş niteliği taşımaktadır. Yaz dönemi bu tartışmaların derinleştirileceği bir döneme işaret etmektedir. Yeni dönemde amatör çalışma yöntemini etkili bir biçimde terk ederek, güçlü ve dinamik bir gelişim yaşayacağımızdan kuşku duyulmamalıdır. Bu gelişimin olanakları bugün mevcuttur. Sorun doğru bir politik ve örgütsel yönelimle bu olanakları güce çevirmektir.

Ekim Gençliği

25


Geleceksizliğe karşı birleşik mücadeleye!

“GATS ve AB Uyum Sürecinde Meslekler Nereye?” sempozyumu neo-liberal dönüşümler kapsamında mesleki alanların yeniden yapılandırılması politikalarını tartışmaya dönük atılmış anlamlı bir adım olarak geride bırakıldı. Sempozyumun ikinci gününde alınan karar doğrultusunda 5 Mayıs günü sempozyum sonrası ilk toplantı yapılmış, bu toplantıya 35 kişi katılmıştır. Bu toplantıda ağırlıklı olarak mesleki dönüşümlere karşı verilmesi gereken mücadele perspektifi tartışılmış ve daha geniş bir bileşenle 26 Mayıs günü yeni bir toplantı örgütlenmesi kararı alınmıştır. Mesleki alanlarda yaşanan dönüşümler tek tek yaşanmakla beraber, esasında sermayenin ihtiyaç ve yönelimleri çerçevesinde mesleklerin ve bu mesleklerin eğitim süreçlerinin bütünlüklü bir yeniden yapılandırılması amaçlanmaktadır. Mühendislik-mimarlık alanını kesen yetkin mühendislik uygulaması ile bugün halen genç hukukçular açısından bir tehdit olarak ifade edilen ücretli avukatlık, sonuçları itibariyle aynı içerikteki saldırının farklı isimlerle ifade edilmesidir. Gelinen yerde bütün bu uygulamaların bizleri derin bir geleceksizlikle karşı karşıya bırakacağı, bu uygulamalar sonucunda üniversite öğrencilerinin diplomalı işsiz, çalışan kesimlerin ise ücretli köleler olacağı açıktır. 13-14 Nisan tarihlerinde gerçekleştirilen sempozyum konuya ilişkin oldukça güçlü bir birikimin oluşmasına vesile oldu. Aynı zamanda bu sempozyum sürecinde açığa çıkan birleşik zeminin kendisi de anlamlıydı. Gelinen yerde bugün artık başarılması gereken, öncelikle bu saldırıların muhatabı olan en geniş kesimin yan yana gelebilmesi, bizleri doğrudan ilgilendiren bu saldırı sürecine nasıl karşı koyacağımızı beraberce tartışabilmek ve elbette bu tartışmalar sonucunda beraberce yol yürüyebilmektir. Çağrımız öncelikle sempozyuma emeği geçen tüm kişi ve kurumlaradır. Sempozyumun özellikle ikinci günü öne çıkan “bütünlüklü saldırılara karşı birleşik mücadele” yaklaşımına sahip çıkabilmek ilk elden sempozyum süreci için emek harcamış her bir kişinin ve kurumun sorumluluğudur. Çağrımız doğaldır ki sempozyum bileşeni ile sınırlı değildir. Mesleki dönüşümler karşısında ses çıkarmak isteyen, geleceğine sahip çıkma kaygısını taşıyan tüm güçler bu çağrının doğrudan muhatabıdır. Çünkü biliyoruz ki, bizler ancak birleşik bir tutum alabilirsek bu saldırıları püskürtebiliriz. Birleşik bir tutum ise ancak birleşik bir tartışma platformunun oluşturulabilmesinden geçmektedir. Bizlerin önündeki seçenek açıktır. Ya geleceksizliğe boyun eğeceğiz ya da geleceğimize sahip çıkmak için mücadele yolunu seçeceğiz. Bu konuda duyarlılık taşıyan herkesi 26 Mayıs’taki toplantıya çağırıyoruz! Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri

26

Gaye Yılmaz

“GATS ve AB uyum sürecinde meslekler nereye?” sempozyumunda yapılan konuşma...

Kapitalist sistem her zaman bütün birikim sürecinde aynı anda iki tür emeğe ihtiyaç duyar. Bunlardan birincisi bizim şimdiye kadar sadece fabrikalarda olduğunu zannettiğimiz üretken emek, yani kol emeği diye düşündüğümüz emek. Ama artık bunun kol emeği ile sınırlı olmadığı nettir; daha doğrusu sadece şimdi net değildir, Marks’ın bütün teorik çalışmalarında da bunu net bir şekilde görmek mümkündür. Ama büyük ölçüde yanlış yorumlanmış, yanlış algılanmıştır. Bir emek türü daha var; üretken olmayan emek. O da şu; üretilen metaların dolaşım döngüsüne girmesi ve ticaret üzerinden para sermayeye dönüştürülmesi lazım, aksi taktirde kapitalist birikim gerçekleşemez. İşte o dolaşım alanında istihdam edilmek zorunda olan, yani ticaret alanında istihdam edilmek zorunda olan emek; üretken olmayan emektir. Ancak, konuşmamın ilerleyen bölümünde de açacağım gibi, üretken olmayan emek sadece tüccar kapitalist tarafından istihdam edilen emekçilerle sınırlı değildir. Öte yandan, bu emek türü aynı diğer üretken olan emek gibi tüccar ve benzer diğer kapitalistler tarafından sömürüldüğü halde kapitalist için bir artı değer yaratmaz. O, üretken olan emeğin yarattığı değerden kendisine yine ücret olarak aktarılan kısımla, -kendisinin bu aktarıma doğrudan bir müdahalesi yoktur- yaşamını sürdürür. İşte üretken olmayan bu emek türü, istihdam miktarı olarak ‘60’ların ikinci yarısında oldukça yüksek durumda. Bunun temel nedeni ne olabilir? Kapitalizmin “Altın yıllar”ı boyunca çok muazzam miktarda meta üretimi süreci yaşanıyor. Bu metaların hızla para sermayeye dönüşmesi lazım. Bunun yapılabilmesi için tüccar kapitalistin, bütün dünyadaki tüccar kapitalistlerin daha fazla sayıda üretken olmayan emek istihdam etmesi gerekiyor. Peki üretken olmayan emek sadece tüccar kapitalistin altında istihdam edilen emekle sınırlı mıdır? Az önce de altını çizdiğim gibi: Hayır, elbette değildir. Finans alanında istihdam edilen emek de sermaye için değer yaratmaz. Ancak krize, yani ‘70’lere kadar finans çok gelişkin bir sektör değil, sadece bankacılığın temel belli bölümleriyle sınırlı o dönemde. Bu nedenle söz konusu dönemde o alanda istihdam edilen emeğin büyük bir maliyete yol açtığını söylememiz çok kolay değil. Ama başka bir üretken olmayan emek türü daha var. Hatırlayacağınız gibi “Altın çağ” boyunca merkez kapitalist ülkelerde refah devleti politikaları öne çıkıyor. Ve kamu hizmetleri dediğimiz, kamusal alan olarak bildiğimiz olay hızla gelişiyor. Bu alanlarda eğitimden sağlığa, ulaşıma milyonlarca emekçi istihdam ediliyor . Bu emekçiler o zamanki koşullarda hiçbir şekilde kapitalist anlamda değer üretmiyorlar. Değer üretmedikleri halde kendilerinin devletlere bir maliyeti var. Ve bu maliyet aslında ‘kolektif fon’dan, dolayısıyla da toplam kar oranından bir eksilme biçiminde kendini ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu yüksek maliyetlerin de düşürülmesi lazım. Bu iki şekilde yapılabilir. Üretken olmayan emeğin olabildiğince yüksek bir bölümü üretken emeğe çevrilebilir, kapitalist için değer üreten hale getirilir. Bunun yapılmasının mümkün olmadığı üretken olmayan emek türlerinin ise maliyeti düşürülür. Mühendislik, eğitim, sağlık başta olmak üzere bu alanlarda istihdam edilen emek aslında kolaylıkla sermaye için değer üreten emeğe dönüştürülebilen, yani farklı koşullarda istihdam edildiğinde üretken emek içerisinde kalabilen emek türleridir. Öncelikle bunun yapılması gerekiyor. Bu yapılırken bir başka şeyin daha yapılması lazım. Hiçbir şekilde üretken emeğe dönüştürülemeyecek, sürekli olarak hep sadece maliyeti olacak ve o maliyeti


hep yaratılan artı değeri azaltacak olan kesimlerin de maliyetinin düşürülmesi lazım. İşte bu maliyeti düşürmenin yöntemi noktasında, elbette tek başına etkili değil, ama GATS bunun uluslararası hukukunu, yani yasal temelini oluşturuyor. İlk defa 1973-1979 yılları arasında Tokyo raundu sırasında GATS anlaşmasının ortaya çıkacağının sinyalleri veriliyor. Dikkat ederseniz bu tarihler krizin hemen sonrası. GATS müzakereleri sırasında üye devletlere “bir sonraki turda hizmetleri, fikri mülkiyet haklarını ve tarım konusunu da GATS müzakerelerine dahil etmek zorundayız. Toplumlarınızı bugünden hazırlayın ve bunu geniş bir takvime yayarak yapmaya çalışın aksi taktirde ciddi toplumsal tepkilerle karşı karşıya kalabilirsiniz” uyarısı yapılıyor. Söz verdikleri gibi 1986 yılında başlayan Uruguay raundunun sonuna gelindiğinde, 1994 yılı Aralık ayında, GATS Hizmet Ticareti Genel Anlaşması, Trips, Fikri Mülkiyet ve Patent Anlaşması imzalanıyor. Aslında bu Trips anlaşması da hizmetler alanında son derece önemlidir. Gerçekten de krizle birlikte fikri mülkiyet katlanan bir önem arz etmeye başlamıştır. Bunun temelinde de kapitalizmin krizini aşmak için yapılmak zorunda olunan sermayenin organik bileşiminin düşürülmesi gereği yatmaktadır. Bu nedenle sermayenin değişmeyen kısmı parçalara bölünerek farklı ülkelere yatırılmak zorundadır. O döneme kadar ise şöyle bir pratik geçerli: üretken sermaye başka ülkelere gider ama teknolojisini kilit altında, kendi orijin ülkesinde tutmaktan vazgeçmez. Hem sermayeyi bölüp çeşitli ülkelerin çevrelerine yatırım halinde göndereceksiniz, hem hala o teknolojiyi kilit altında tutacaksınız. Elbette bu çok kolay değil. İşte bu yüzden yeni bir mülkiyet alanı daha tesis edilmesi, uluslararası hukukla da bu yeni mülkiyet hakkının garanti altına alınması gerekiyor. Sonuç: patent ve telif anlaşmaları, ya da orijinal adıyla TRİPs yasası. Ne yazık ki Trips yasası çeşitli çevrelerce, hem de kendini solda tanımlayan çeşitli çevrelerce sanatçının emeğinin, hakkının korunması için yapılmış bir anlaşma gibi algılandı ve yorumlandı. Oysa ki sanatçıların da %90’ı, -ki bu sadece sanatçılar için dizayn edilmiş bir anlaşma değildi, bütün kafa emeği, entelektüel emek üreticileri de şirketler altında çalışan işçileri de kapsayan bir yasadır aslında- genelde medya ve eğlence sektörü şirketlerinde ücret karşılığı çalışmaktadır. Dolayısıyla sanatçılar ve fikir emekçilerinin ürettiği her türlü sanat yapımı, formüller, onlar tarafından icat edilen makinalar, geliştirilen buluşlar, her türlü yeni buluş aslında bu emekçiler ordusunun ücretli olarak çalıştıkları şirketin mülkiyeti altında tanımlanmıştır. Bu normalde de böyledir ama Trips bunu kolaylaştırmış, uluslararası bir temele bağlamıştır. Öte yandan elbette GATS müzakereleri süreci hiç de zannedildiği gibi kolay, çatışmasız, hemen öyle üzerinde uzlaşılan bir alan olmamıştır. Müzakerelerde ilk dikkati çeken her ülkenin, her ulus devletin kendi içindeki sermayeler arası çatışma olmuştur. Bu çatışmaların öne çıkmasının nedeni, birçok üretken olmayan hizmet alanının aynı zamanda emek gücünün yeniden üretimi için gerekli olmasıdır. Eğitim, sağlık hizmetleri bunlar arasındadır. Küçük ölçekli sermayeler şöyle bir tezi savunmaktadır; “bugüne kadar büyük olan sermayelerin büyümesine yarım eden süreç emek gücünün yeniden üretimine devletin de katkı

koymasıydı. Devlet bu süreçte çoğunlukla bir bedel talep etmeksizin sağladığı kamu hizmetleri üzerinden aslında ulusal sermaye sınıfının oluşumuna dolaylı destek vermişti. Günümüzde ölçek olarak görece küçük kalan, henüz uluslararasılaşamamış firmalar da benzer bir hak talep etmekteler. Onun için kendilerine de böylesi bir olanağın tanınmasını, yani emek gücünün yeniden üretimi için şart olan alanların liberalizasyona, GATS’a dahil edilmemesini talep etmekteler. Ama büyük sermayeler de özellikle eğitim, sağlık gibi alanlarda şirketleri bulunan, ulus ötesi şirketler de ağırlıklarını koyup, bu alanların GATS’a dahil edilmesi için baskı kurdular. Bu alanlardan devletin hızla çekilmek zorunda olduğunda ısrar edip, direnç gösterdiler. Yalnızca GATS müzakereleri yüzünden 4 yıl olarak planlanan Uruguay raundu tam 8 yıl sürdü ve ‘94 yılının sonunda anlaşmayı imzalamayı başardılar. Ortaya çıkan anlaşma bugünküne oranla görece masum bir anlaşmaydı. Çünkü ulus devletlere “bütün hizmet alanlarınızı, bütün kamusal alanlarınızı GATS’a dahil etmek zorunda değilsiniz. İstisnalar alabilirsiniz. Kendiniz için stratejik gördüğünüz sektörleri dahil etmeyebilirsiniz.” denmiş, güzel bir esneklik sağlanmıştı. Bir başka avantaj daha tanınmış ve “Belli sektörlerinizi, hizmet alanlarınızı GATS’a dahil etseniz bile ‘yabancı öğretmenler, yabancı mühendisler, yabancı doktorlar benim ülkemde faaliyet gösteremez’ diyebilir ve kendi istihdamınızı koruyabilirsiniz.” denmişti. GATS’ın hiçbir yerinde özelleştirme kelimesi geçmemektedir. Özelleştirme bahsi yoktur ama anlaşmanın her satırında “ticarileştirme” kavramı geçmektedir. Gerçekten de “piyasalaştırma” ve “ticarileştirme” sözcüklerini anlaşmanın her satırında görebilirsiniz. 1994 yılında anlaşmanın tamamının bu hükümlerden oluştuğu zannedildi, ama her şey bununla bitmiyordu, olay bu kadar basit değildi. GATS’ın üç tane çok temel hüküm vardı. Bunlar büyük oranda gözden kaçırıldı, çok üstünde durulmadı o dönemde. Bunlardan bir tanesinde söz konusu anlaşmaya imza atan hiçbir devletin ileri süreçte geri adım atamaması düzenlenmişti (stand stil principle). Devletlerin “pardon” deme hakkı ortadan kaldırılmıştı. Bir diğeri; sürekli yeniden yapılandırmaya (built-in principle) dairdi. Her 5 yılda bir GATS raundları toplanacak ve toplanan yeni raundlarda geri adım atılamayacağına göre, daha ileri düzeyde liberalizasyon sağlanacaktı. Bir üçüncü genel hüküm daha vardı; az önce devletlere belli istisna ve muafiyetler alma hakkının tanındığını belirtmiştim, işte bu istisnalara 10 yıllık bir ömür biçilmişti. 10 yılın sonunda bu istisna hükümleri kendiliğinden buharlaşacaktı. Türkiye’de yakın dönemde yabancı doktor tartışması vardı hatırlarsanız, herkes AKP hükümetini falan suçladı, oysa yaşananın bununla hiç ilgisi yoktu. Bu, anlaşmada kendi kendine ortadan kalkacak bir istisna olarak zaten yer almıştı. AKP değil, hangi parti iktidarda olursa olsun bu otomatikman böyle uygulanmak zorundaydı. Toplumsal bir muhalefet, ciddi bir tepki, bütün toplumu, toplumun bütün mekanizmalarını dönüştürecek bir şey olmadığı taktirde bu böyle yaşanmak zorundaydı.

27


Fuat Ercan “GATS ve AB uyum sürecinde meslekler nereye?” sempozyumuna sunulmuştur...

28

Meslekler nereye gidiyor sorusuna cevap verme çabasının ilk uğrağı mesleklerin tarihsel gelişimine bakmak olsa gerek. Özellikle mühendislik olgusunun tüm insanlık tarihinde belirli bir önemi olmakla birlikte, esas belirleyici olduğu dönem kapitalizm olmuştur. Kapitalizm aslında sanayi devrimi ile birlikte insanların temel ihtiyaçlarının karşılama tarzlarının değiştiği/değiştirildiği bir dönemdir. Toprağın temel unsur ve sosyal ilişkilerin tarımsal ürün üzerinden biçimlendiği kapitalist öncesi toplumlardan farklı olarak, doğadan elde edilen ürünler bir işlemden geçirilerek insanların ihtiyaçlarını karşılayan bir sistem ortaya çıkmıştır. Bu sistemde tüm ilişkiler tepeden tırnağa değişmiş ve en önemlisi üretim süreci başlı başına uzmanlaşırken, üretim sürecinde üretilecek ürünün her bir aşaması yeni donanım gereken bilgi ve beceri ihtiyacını açığa çıkarmıştır. Marksist terminoloji ile kapitalist toplumda kullanım değerinden kullanım değeri üretilir ama, gerek üretim organizasyonu ve fakat çok daha önemlisi üretimin amacı tamamen değişmiştir. Yani değişim değeri, yani üretim araçlarını kontrol edenlerin kar amaçlı üretimi temel belirleyici unsur olmuştur. Değişim değerinin egemen olduğu bu toplumda üretimi gerçekleştirenin, üretilen şeyleri kendi ihtiyaçları için değil kar saiki ile gerçekleştirmesi kapitalist sistemi oldukça dinamik kılmıştır. Üretimin amacı kar olunca, sermaye birikimi olunca, üretilen metaların sayı ve miktarı zaman içinde büyük artışlar göstermiştir. Üretimin organizasyonu, üretilecek ürünün tasarımı, alt yapının oluşturulması, maliyetlerin aşağıya çekilmesi, verimliliği artırmak için teknolojik gelişmelerin sağlanması ve benzeri etkinlikler sistem içinde özel bir önem kazanmıştır. Bu zorunluluk üretimi bifiil gerçekleştiren işçi ya da mavi yakalıyı gerekli kılarken, aynı zamanda üretimin altyapısının oluşması, üretimin nitelik ve nicelik olarak geliştirilmesi ise daha bilgi donanımı gerektiren beyaz yakalıların ve bunlar içinde özel bir yeri olan mühendislik mesleğinin stratejik bir konum kazanmasına neden olmuştur. Kapitalizm diğer yandan, sermaye birikimi zorunluluğundan dolayı, oldukça dinamik bir sistemdir. Birikim süreci aynı zamanda farklılaşma, uzmanlaşma ve işbölümünün artmasına neden olduğu ölçüde, genel olarak meslekler ama özelde de ele aldığımız mühendislik alanlarının hızla değişmesine neden olmaktadır. Bu anlamda mühendislik mesleğini kapitalizmin gelişme dinamiklerine bakmadan ele alamayız. Mühendisliği tanımlayan özellik esasında kapitalizmin gelişme dinamikleridir. Mühendisler ama özellikle de mühendislik mesleğini temsil eden örgütler, mühendisliği sadece bir meslek olarak ele alamazlar.

Bu alanda gerçekleşecek değişiklikler daha çok mühendisleri ilgilendirmekle birlikte, kapitalizmi anlamaya çalışan biz sosyal bilimcileri ve dahası kapitalizmin işleyişinden olumsuz etkilenen tüm toplumsal kesimleri ama daha da çok mühendislik mesleğine girecek olan öğrenci arkadaşları yakından ilgilendirir. Bir sosyal bilimci olarak vereceğim en anlamlı örnek T.Veblen’in 1929 bunalımı öncesi mühendisleri öne çıkaran ve hatta onlara özel bir anlam atfeden analizleridir. 1917 Sovyetler Birliği’nde devrim olmuş, ama ABD’de ve Avrupa’da ise 1929 bunalımı kapıyı çalıyor, çok problemli bir dönem. Bu dönemde Veblen mühendislere bir davet yapıyor. Ne diyor? Pek tabii ki “bütün iktidar Sovyetlere” demiyor! Peki, ne diyor? Bütün mühendisler iktidara! Öyle bir ayrım yapıyor ki; işverenler artık onun ifadesiyle paralarıyla para kazanıp sabotajcı bir kişilik kazanmıştır. İşçiler ise sabah akşam işten kaytarma yollarına bakmıştır. Bu noktada sistemin can damarını tutan mühendislerdir. Mühendisler toplumda verimlilik ve üretimi arttırabilecek tek güç olarak tanımlanıyor. Analizlerinden çok şey öğrendiğim Veblen, bu konuda yanılıyordu. Yanılıyordu, çünkü mühendisler aslında kapitalist sistemde işçilere göre daha ayrıcalıklı konuma sahip olmakla birlikte, sonuçta yine sistem mantığı içinde üretim süreci üzerinde kontrol sağlayan ve bu kontrolü toplumsal düzeye taşıyan üretim araçlarının mülkiyetine sahip kesimler için çalışan ücretli kesimlerdir. Mühendislerin sistem içindeki bu konumları kapitalistler için özel bir önem taşımaktadır ve işte bu yüzden de kapitalizme özgü yapısal özellikler daha bir derinleşip belirleyici olduğunda, mühendislerden beklenti ve denetim tarzları da değişecektir. Tüm bu açıklamalardan sonra, ne oldu da bugün biz yetkin mühendisliği tartışıyoruz sorusunu sormamız gerekiyor. Zaten sorun sadece yetkin mühendislik değil, mühendisliği ilgilendiren eğitim gibi, üretim sürecinde farklılaşmalar gibi bir dizi değişiklikle karşılaşıyoruz. Aslında ilk etapta genel olarak eğitim ve istihdam alanındaki dönüşümün bütünsel yapısına ilişkin bir değişimin olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Burada bir adım atarak, bu olup bitenlerin Türkiye’de gerçekleştiğini ve bu anlamda da Türkiye’de son zamanlarda gerçekleşen değişimleri analiz etmeden, yetkin mühendislik sadece bizim mesleğe ilişkin gelişme, kalite için, buna ihtiyacımız var demek pek doğru bir ifade değil. Bu ifade ya iyi niyetli ama değişimin bütünsel bilgisinden yoksun olma ya da bu yöndeki değişimi meşrulaştırma ve hatta yasal zemini oluşturma çabalarının başka nedenleri olduğunu söylemek gerekiyor. Birinci vurgu daha çok


TMMOB’un dile getirdiği ve bence bütünsel yapıyı gözden kaçırdığı ölçüde problemli olmasına karşın yer yer haklı olduğu nokta. “Mühendisliğin bugün düştüğü duruma bakın. Mühendisliğin bugün düştüğü duruma müdahale etmek lazım” mantığından hareket ediyor. Bu noktada ikinci vurgu daha çok Türkiye’de etkin olan sol gruplar, muhalif kesimlerce dillendiriliyor. Bunu Türkiye’deki ve kapitalizmdeki yapısal dönüşümleri gündeme almadan GATS ve AB üzerine bir dil kurma çabası olarak tanımlayabiliriz. Ancak Türkiye’deki kapitalizmin kendi içsel dinamiklerini görmeden GATS’ı ve hizmet alanındaki gelişmeleri dışarıdan içeriye aktarılan bir müdahalenin aracı olarak görmek, bence gerçeğin bir kısmını göstererek, kötü niyetle yapılmamış olmasına karşın, gerçeğin üstünün örtülmesine yol açıyor. Bu yüzden “peki ne oldu?” dediğimizde yanıt bana çok açık geliyor. Cevap ise; başka yerlerde de yazdığım gibi, Türkiye’de kapitalizm oldukça önemli bir gelişme içinde, üretim sürecinde kapitalist ilişkilerin gelişmesi anlamında oldukça önemli gelişmeler gerçekleşiyor. Bu gelişmeler bir yandan gerek emek ve gerekse nitelikli emek olarak mühendisliği sermayenin gündemine, ama denetim altına alma anlamında gündemine almasına yol açıyor. İlk elden bu gündem de mühendislere ihtiyaç arttığı oranda, onların bifiil işe girdiği anda belirli bir beceriye sahip olması ve bu anlamda becerinin sağlanma koşullarını gündeme getirme, aynı zamanda mühendislerin niteliklerini bir standartlaşma ve ölçülebilme kriterleri içinde yeniden tanımlama yönünde talepler açığa çıkıyor. Bu talepler bir yandan mühendislik eğitiminin değişmesine yönelik talepler, diğer yandan mezun olanların da pratik bilgi ve beceriye sahip olmaları yönündeki talepleri gündeme getiriyor. Sadece bir örnek; TÜSİAD, hazırladığı son raporlarında, gelinen aşamanın kendi çıkarları açısından önemini şöyle açıklıyor: “Gelişme sürecinin önemli bir boyutunu ülke kaynaklarının harekete geçirilerek daha etkin bir kaynak dağılımına ulaştırmak olduğuna göre eğitim, ekonomik ve sosyal boyutları itibarıyla, dönüşüm sürecinin en düşük uyum maliyetiyle ve etkin bir şekilde yapılmasını sağlayacak araç olacaktır” (TÜSİAD, 2006). Fakat değişim sürecindeki mühendisleri sadece istihdam düzeyinde ele almak yeterli olmayacaktır, aslında aynı süreç diğer yandan farklılaşma ve uzmanlaşmayı arttırdığı ölçüde bazı mühendislerin girişimci olarak güç kazanmalarına neden oluyor. Görece daha uzun süre mühendislik yapan kesimler içinde sayıları az da olsa bu kesimler etkin. Ve bu, etkinliklerini ya kendi işlerinde yeni istihdam edilecek mühendislerden yetkinlik bekleme ya da değerlendirme ve belgelendirme işini bifiil kendilerinin yapması gibi bir talebin de varlığına neden oluyor. Tüm bu vurgulardan sonra yetkin mühendislik kavramı ve buna ilişkin gelişmeleri yukarıda anlattığımız çerçeve içinde ele almamız olası. Burada meslek etiği ve kalite gibi kavramlar öne çıksa bile, bu kavramların bu aşamada daha önceki anlamlarından daha çok kapitalist sistemin yapısal mantığı içinde yeniden biçimlendiğini belirtmemiz gerekiyor. Tabii ki meslek için gerekli donanım ve kalite öne çıkarılmalı. Ama donanım ve kalite nasıl kazanılacak, nerede kazanılacak ve kimin için kazanılacak soruları özel bir önem kazanıyor. Yetkin mühendislerden neler isteniyor? Uluslararası düzeyde bu oldukça önemli tartışmalara yol açmış. Bizde ise sorun açığa çıkmış ve fakat derinleşmemiş ve nedense derinleşmesi de pek fazla istenmiyor. Peki uluslararasında yetkin mühendislik nasıl tanımlanıyor? Çünkü bütün eğitim alanındaki dönüşüm bununla bağlantılı. Tartışmalar aşağıda tabloda da gösterdiğim gibi ilk etapta bir mühendis kişiliğine sahip olmak ya da mühendis bilgisine sahip olmak biçiminde iki ayrı düzlemde gerçekleştiriliyor. Ama daha sonra yapılan çalışmalar bu iki alanı birleştiriyor. Çeşitli ölçüm teknikleri ile kişilik ve donanım/bilgiyi birleştiren bir biçime dönüştürülüyor. Tablodan gözlemleneceği gibi, mühendislik sadece bilme ve yapmaya ilişkin değil var olmaya ilişkin kriterler dolayımında tanımlanıyor. Yetkin mühendisin bilme, yapma ve varolma

özellikleri ile birlikte: diğerleriyle rekabet etme yeteneği olabilmeli, disipline edilebilmeli, organize edilebilmeli, çok rahatça konuşabilmeli, nesnel olmalı, başkalarıyla sözleşme yapabilme yetkinliğini gösterebilmeli, kişiler arasında bağlantı kurabilmeli, ilkeli olmalı, esnek olmalı, işyerindeki başka işleri de yapabilme yeteneği olmalı, yaratıcı olmalı, değişimlerden hoşlanmalı... Esnek, ama uyumlu bir esneklik olmalı gibi özellikler sıralanıyor. Bu tarz bir kişilik için belki antropolog Gellner’in son dönem insanı için kullandığı modüler insan ifadesini kullanmak anlamlı olacak. Yani iş sürecinde sadece bir işlev değil gerekli koşullarda farklı işlevleri üstlenebilecek kişilik ve donanıma sahip olması gerekiyor. Bu özellikleri iş sürecinde meslek-içi eğitimde vermek maliyet ve zaman kaybı olacağı için kişinin kendisini bu modüler biçime sokması gerekiyor. Yani eğitim uzun erimli bilgi ve sertifika ile pragmatik işe yönelik bilgilerle donatılmalı. Fakat diğer yandan üretim ve dolaşım sürecindeki altyapı muazzam bir hızla dönüştüğü için bireylerin bu donanıma bir defa sahip olması yetmiyor, donanımlarını sürekli yenilemeleri gerekiyor. Günümüzde insan modeli olarak bize dayatılan, bizden istenen bir modüler insan olma halinin belki de en önemli bir diğer özelliği yerine konulabilirlik. Daha önce işçilerde, mavi yakalılarda gerçekleşen bu süreç, şimdi yetkin mühendislik gibi süreçlerle profesyonel mesleklerde gündeme geliyor. Yerine koyulabilirlik için standardizasyonun sağlanması gerekiyor. Standardizasyonu niye istiyor? Çünkü Ahmet’in yerine Ayşe’yi, Mehmet’in yerine Leyla’yı koyabilsin. Yani artık profesyonel mesleklerin işveren için bağlayıcı olma özelliği, yani “o olmadığında yapamayacak” özelliği ortadan kaldırılmak isteniyor. Kısaca standartlaştırılıyor. Modüler olmanın ikinci özelliği ise çok fonksiyonluluk. Son dönem iş başvurularınıza bakın. İş başvurularında eskiden bir kriter aranıyorsa, şimdi onlarca özellik alt alta sıralanıyor. Bilgisayar programı bilmek, dil bilmek, vs… Burada iki şey isteniyor. Birincisi, işyerinde sizden her an vazgeçilebilecek. İkincisi ise siz işyerinde iken birden çok fonksiyonu yerine getirebilir bir donanıma sahip olacaksınız. Ancak hem işlevsel fonksiyonel çoğulluk, hem de sizin yerinize başkasının konulabilirliği dediğimde karşımıza bir problem çıkıyor. O da şu; diploma mı sertifika mı sorunu. Aslında sistem her ikisini de istiyor. Sistem istiyor ifadesini açacak olursak; üretim ve hizmet alanındaki sermayeler işe girdiği anda işe adapte olup üretime başlayacak, ve gerekli değişikliklere göre kendini yenileyecek mühendis istiyor, birileri de bu isteğin bizzat kendisini pazarlamak istiyor. Sonuçta mühendislik öğrencileri kendilerini modüler insan/mühendis olarak imal etmek zorunda kalacaklar/kalıyorlar.

29


e-muhtıranın sarsıntıları

30

12 Eylül askeri darbesi kendi sonuçlarını üretirken doğal olarak kendini askerin silahlı gücüne yaslandırmıştı. Aslında bu 12 Eylül’le başlayan bir süreç de değildi. Militarizm üzerine inşa edilen TC zaten varlığını böyle üretiyordu. Ancak bu, faşist cunta ile mutlaklaşan bir biçim kazanmaya, sivil olan ne varsa yerini silahlı güçlere bırakmaya başladı. 28 Şubat post-modern darbesi ve son olarak da emuhtıra askerin sistem içindeki gücünü açıkça ortaya koymaktadır. Zira asker parmağını bile oynatmadan her iki süreçte de rejime balans yapmayı başardı. Bu askerin sistem içindeki yerinin ne kadar sağlam olduğunun açık bir kanıtıdır, artık yumruğunu göstermeden şöyle bir tehdit etmesi yeterli olmaktadır. Karışık güç dengeleri içinde ordu, cumhurbaşkanlığı seçimlerine açıktan müdahale etmeye çalışırken, hükümet kanadı da aynı sertlikte bir yanıt verdi. Ancak, arkasına aldığı ABD desteğiyle iddialı bir yanıt veren hükümet devletin mekanizmaları içinde elindeki tüm güce rağmen hala çaresizdir. Anayasa mahkemesinin verdiği karar ve Gül’ün cumhurbaşkanlığı hayalinin suya düşmesi, yaz ayının ortasında apar topar erken seçim sürecine girilmesi, askerin sistemi istediği anda nasıl kilitleyebileceğinin bir göstergesidir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci denemesinde de duvara çarptı. Anayasadaki ufak bir boşluktan sızılarak yapılan bu müdahale herkes açısından iyi oldu. Orduya direnme konusunda ikircikli davranan hükümet erken seçime meşru bir zemin yaratılması ile “karizmayı” kurtarmayı başarırken, asker de

cumhurbaşkanlığı makamını “koruyarak” istediğini almayı başardı. Artık kozlar sandıkta paylaşılacak. Askerin muhtırasında iki önemli vurgu noktası vardı. Birincisi 14 Nisan Mitingi ile orta sınıfların büyük desteğini arkasına alan laiklik vurgusu, ikincisi ise açıklamanın sonuna şöyle bir iliştirilmiş gibi görünen “Ne mutlu Türküm diyene” sözü olmuştur. Laiklik vurgusu üzerine dönen tartışmaların farkındayız. Mitingler düzenleniyor, 23 Nisan’a ait çeşitli görüntüler ortaya çıkıyor vb. Bunlara zaten 28 Şubat’tan aşinayız. Ancak sona eklenen Türklük vurgusu dikkat çekicidir. Türkiye’de şu an iki temel sorun üzerinden politika üretilmektedir. Tüm iç ve dış dengeler buna göre kurulmuştur. Birincisi Kürt sorunu, ikincisi ise bir sorun olarak tanımlanan laiklik olmaktadır. ABD’nin ılımlı İslam gömleğini üzerine geçiren AKP ve Güney Kürdistan üzerinden dönen tartışmalarda ordu safını açıktan ortaya koymaktadır. TÜSİAD da boşuna son birkaç aydır erken seçim çağrısı yapmadı. Genelkurmay başkanının seçilme süreci ordunun bundan sonrası için daha etkin bir rol oynayacağı gerçeğini ortaya zaten koymuştur. Tüm bunlar Ortadoğu’da yaşanan değişimlerden bağımsız değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmasını “şeriat tehdidi” ekseninde yapanlar, bu ülkedeki İslami gericiliğin kökenlerinin 12 Eylül’e dayandığının farkında değiller mi? Cuntanın generalleri gökten düşmediğine ve bu ülke her biçimiyle 12 Eylül’ün ruhuyla kirletildiğine göre değişen hiçbir şey yoktur. Anti-emperyalist ordu daha düne kadar ABD’nin ileri karakolu olarak Ortadoğu’yu gözetlemiyor muydu? Bugün Barzani ve Talabani’ye “ABD’nin kucağında oturuyor” diyenler, yıllardır o kucakta kimin oturduğunu tabii ki biliyorlar. Burjuva parlamentoda bir tiyatro izledik. Cumhurbaşkanlığı gibi devletin en üst kademesi sayılan, uğruna milyonların yürütüldüğü bir kurumla top gibi oynandı. Hatırlatmak gerekirse 12 Eylül’ün gerekçelerinden birisi de yine böyle bir cumhurbaşkanlığı seçimi olmuştu. Ancak bu sefer internet üzerinden sessiz sedasız yürütülen süreç kendi sonuçlarını üreterek şimdilik kapandı. Erken seçim (normal olsaydı 4 ay sonra olacaktı) ile kotarılan kargaşa, bir yandan toplumda laik-İslamcı ayrımını körüklerken, öte yandan Kürt düşmanlığının her türlü biçimini görmüş olduk. Şovenizmin demokratlık maskesi ile gizlendiği mitinglerde yaratılan hava muhtıraya toplumsal bir destek oluşturdu. Tüm bu toz dumanı dağıtan ise askerin net tavrı oldu. Devlet silahın emrettiğini düzen içi kurumlarıyla çözdü. Ancak 2007 1 Mayıs’ı tüm bunlara verilen bir cevaptır. Esas gücün hala ve daima işçi emekçilerde olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu tiyatro sahnesi dağıtılmalıdır, dağıtacak güç ise Taksim’i fethedenler olacaktır. S. Kurtuluş


Kenan Paşa’nın ezberi bozulmuş! “...Öğrencilere çok fazla ödev verildiğini belirten Kenan Evren, ‘Çocuklara o kadar çok ödev veriliyor ki sabahlara kadar ders çalışıyorlar. Bir an önce bu kadar çok ödev verilmesini durdurmanız lazım. Çocukların gezip oynamaya hakları var’ dedi. Evren, öğrencilerin ezbercilikten kurtarılması gerektiğini belirtti” (AA – 3/05/2007) Bilmem fark ettiniz mi, eskinin kodamanları demokrasi ve iyi niyet havarisi kesilmeye başladılar son günlerde. İlk önce Demirel ODTÜ’lüleri “ülkenin siyasi tablosu”na karşı “demokratik tepkilerini” göstermeye davet etti ve ’80 öncesinin gençlik hareketine bir gönderme yaptı. Şimdi de faşist cuntanın elini, kolunu, yüreğini, gözünü kan bürümüş “ressam”ı tonton dede rollerine bürünüyor. “Herhalde” diye geçiyor insanın aklından, “yaşlılıktan ne dediklerini bilmez oldular ya da unutkanlık baş gösterdi!” Eee, ne de olsa hafızai beşer nisyan ile malüldür! Hem ikisinin de yaşı geldi artık. Demirel 83, Evren 89 yaşında! Yirmi -otuz yıl önce söyledikleri, yaptıkları toplumsal hafızadan silindiyse, bu “eskimiş” “devlet

adamları” dünden unutmuşlardır hepsini! Faşist cuntayla birlikte ezberci eğitimi yöntem belleyenler şimdi de kalkıp çocukların sosyal gelişimlerini düşünür olmuşlar! “Kafalarını kaldırıp da, sağa -ve özellikle desola bakacak halleri kalmasın” diye düşünenler, sistemin değişmesinden dem vurur hale gelmişler. Tam ‘“Sanırım bunlar gerçekten bunamışlar!” diyecekken, birkaç yıl önce bir gazete köşesinden okuduğum bir pasaj geliyor aklıma: “Yapılan çalışmalarda yaşlılık döneminde, akıl sağlığına ilişkin diğer dönemlerden daha fazla sorun saptanamamıştır... Yapabileceklerimizi yapmış olmanın mutluluğu ve geleceği eğittiğimiz veya yetiştirdiğimiz kişilere teslim etmenin huzuru ile sağlıklı, çevremizde bizi seven ve değer veren insanlarla birlikte olmayı ummak, bunu sağlamaya çalışmak yaşlanmayı güzelleştirecektir.” (Prof. Dr. Bengü Semerci, Yaşlılık Psikolojisi, Sabah, 23/12/2004)

Artık yorum sizin!

S. Ozan

İhsan Doğramacı’ya “onur ödül”ü...

Ödül de ne! Heykelini bile dikmişlerdi!

12 Eylül’ün en tanınan belki de ikinci siması olarak İhsan Doğramacı sıklıkla gündeme gelmeyi başarıyor. YÖK’ün kurucusu ve ilk başkanı olması sıfatıyla her 6 Kasım’da ve YÖK’ün anlatıldığı her ortamda adı en az bir kere geçen İhsan Doğramacı arada da çalıntı “bilimsel” eserleriyle karşımıza çıkıyordu. Evren’in karşısında el pençe divan duruşu ve arkasına dizdiği rektörlerle birlikte 12 Eylül’ün liderine mutlak bağlılığını bildiren karelerin ardından nihayet hak ettiği “değeri” meclisten gördü. Meclis 2007 TBMM Onur Ödülü’nün Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün önerisiyle YÖK’ün kurucu başkanı İhsan Doğramacı’nın olmasına hükmetti. Elbette 12 Eylül’ün anayasası ile yönetilen bir ülkenin, faşist darbenin en sadık hizmetkarlarından birine sonunda hakkını vermesinde garipsenecek bir şey yok. Zira YÖK’ü anlatmaya çok fazla gerek yok. YÖK’ü bilen her üniversite öğrencisi O’nu kuran zihniyeti ve kurucusunu tanımış demektir. Faşist cuntanın silah başına çağırdığı bir tetikçi olarak İhsan Doğramacı doğal olarak bu darbenin zihniyetine uygun bir insandı. Üniversitelerde muhalif öğrencileri yok etme işi büyük oranda bizzat cuntanın kendisi

tarafından yürütülürken YÖK’e de faşizmi üniversitelerde kurumsallaştırmak, bu kapsamda öğretim üyelerinin “zararsız” hale getirilmesi ve paralı eğitimin hayata geçirilmesi görevi düştü. Bu büyük görevi azim ve keyifle yerine getiren İhsan Doğramacı’nın Hacettepe Üniversitesi’nin tüm ihalelerine fesat karıştırdığı tahmin edilmektedir. Kendisi bugün Türkiye’nin en tanınan şirketlerinden olan Tepe Holding’in kurucusudur. Holding’in resmi sahibi hala Bilkent Rektörü Ali Doğramacı’dır. Tepe bünyesindeki 50’ye yakın şirket, üniversitelerle en fazla iş yapan kuruluşlar olarak bilinmektedir. İhsan Doğramacı güzellemeleri arasında önemli bir yer tutan Bilkent Üniversitesi sermayenin eğitim laboratuvarı gibi kullanılmaktadır. İntihalci profesörlerin de yol göstericisidir. Neredeyse 100 yaşına gelmiş, sermaye devletine bunca hizmeti geçmiş bir insan doğal olarak ödüle layıktır! YÖK 12 Eylül’ün ve yarattığı/yok ettiği şeylerin özetidir. Ödüllendirilen de işte budur. Bilkent Üniversitesi’nin ortasına İhsan Doğramacı’nın heykelini dikenler şimdi de ödül vermişlerdir, çok görmemek lazım!

31


32

Bazen bir gün öyle olaylara gebe olur ki, sonra üzerine kitaplar yazılır, filmler çekiler, türküler yakılır… Öyle günler olur ki, bazen toplumsal hafızada oluşan bütün hasarlardan muaf tutulur. 6 Mayıs ’72, öncesiyle ve sonrasıyla böyle bir gündür işte; belleğimize kazınmış, yüreğimize işlemiş... Üç körpe fidanın katledildiği bu gün, yıllar yılı bu coğrafyada anti-emperyalist bilincin, halkların kardeşliği mücadelesinin, devrim ve sosyalizm özleminin ve inancının dışa vurulduğu bir gün olmuştur ve olacaktır. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın sermaye devletince idamının üzerinden 35 yıl geçti. 35 koca yılda coğrafyamızda onlarca katliamda yüzlerce devrimci katledildi, bir askeri darbe yaşandı, çok sayıda muhtıra verildi. 35 koca yılda coğrafyamızda yaşam koşulları ağırlaştı, açlık ve sefalet yıllar öncesi ile kıyaslanamayacak ölçüde derinleşti. Emperyalistlerin Ortadoğu’ya dönük müdahaleleri sertleşti, Türkiye’deki sermaye iktidarı uşaklıkta 35 yıl öncesine göre gözle görülür bir gelişme gösterdi. Bu 35 yıl içerisinde Sovyetler Birliği dağıldı. “Komünizm bitti” propagandalarıyla bilinçler bulanıklaştırılmaya çalışıldı. Bu sert rüzgâr kimi kızıl bayrakları turunculaştırırken, kimini düzen siyasetinin kuralları belirlenmiş alanına sürükledi. Toplumsal hafıza kayıpları, değerlerin aşındırılması ve yeni bir kuşağın yetiştirilmesi için çaba harcandı, yeni ve içinden asla bir Deniz çıkartamayacak bir kuşak… Ama 35 yıl boyunca bu coğrafyada mücadele bir an bile kesintiye uğramadı. Güvenlik sıfatı ardına gizlenmiş devlet terörüne, bilinçleri hedef alan saldırılara karşın devrim ve sosyalizm özlemi bir an olsun sökülüp atılamadı. Ve 35 yıl sonra bugün hala fabrikalarda, meydanlarda, üniversite amfilerinde Denizler boy gösteriyor!

Denizler’in hikâyesi bir dönemin hikâyesidir!

Coğrafyamızda ilerici hareketlenmelerin tarihi eskilere dayansa da, toplumsal planda yer tutan kitlesel bir hareketten bahsedebildiğimiz dönem ‘60’lara denk gelmektedir. Bu bir rastlantı değildir.

Tersine, bu dönem, dünya ölçeğinde toplumsal hareketliliğin özellikle anti-emperyalist bir temelde geliştiği, kapitalizmin yaşadığı gelişmelerin dolaysız sonucu olarak sınıf çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemi ifade etmektedir. Bu antiemperyalist mücadele ateşi, Türkiye’nin kendi iç çelişkilerinden beslenerek coğrafyamızı da sarmış ve ‘68’ler Türkiye açısından toplumsal muhalefetin büyük bir uyanış yaşadığı bir dönem olarak tarihte yerini almıştır. Anti-emperyalist bilinç temelinde yükselen bu süreç, o döneme kadar düzenin icazet sınırlarına sıkışmış olan muhalefet anlayışını yerle bir etmiş, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırıya sahne olmuştur. “‘68 dönemi, Türkiye devrimci gençlik hareketinde bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Özellikle ‘65 yılına kadar düzen içi çatışmalarda bir taraf haline getirilmiş olan gençlik mücadelesi, bu tarihten sonra düzenden köklü bir kopuş süreci içerisine girmiş, devrimci bir temele oturarak bir daha geri dönmemecesine düzen içi bir unsur olmaktan çıkmıştır. ‘65-‘80 dönemine damgasını vuran gençlik hareketi, tam da bu nedenden ötürü düzenin tüm saldırılarının ve baskılarının hedefi olmuştur. Ancak ‘60’larda atılan adımlar ve yakılan anti-emperyalist mücadele ateşi, bağrından Türkiye devrimci hareketini çıkararak Türkiye devrim tarihindeki önemli bir kesiti oluşturmuştur.”

(Gençliğin ‘68 Baharı, Ekim Gençliği, sayı:73)

68’de yakılan anti-emperyalist ateşin kendisi bütün bir toplumu sarmış, toplumsal muhalefette görülmemiş bir canlanma yaşanmıştır. Toplumun geniş bir kesimi devrim ve sosyalizm mücadelesinden yana saf tutmuş, mücadele üniversite sınırlarını aşmıştır. Sermaye düzeni açısından büyük bir korku yaratan toplumsal muhalefetin gelişmesinin önünün kesilmesi temel bir hedefe dönüşmüştür. Darbe ile gelen ’61 Anayasası ordu muhtırası ile değiştirilmiş, ülke genelinde baskı ve zor politikaları uygulanmaya başlanmıştır. Nihayet sihirli formül bulunmuştur. Toplumsal muhalefetin önünün kesilmesi için yapılması gereken burjuvazi için açıktır: Devrimci önderleri katletmek ve hareketi öndersiz yani pusulasız bırakmak!


Tiyatro perdesi açılmış, göstermelik yargılamalar (daha sonra bu yargılama süreci “bizim darbelerimiz diğer darbelerden daha demokratiktir” önermesinin ispatı olarak kullanılacak, sermaye düzeni Denizler’i yargılamadan kurşuna dizmediğini ifade ederek taktir bekleyecektir) yapılmış, idam sehpası kurulmuştur. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan darağacına çıkarılmıştır. Ancak katillerin hesabını ilk önce 6 Mayıs gecesi Denizler bozmuştur. Deniz’in kendi elleriyle boynuna geçirdiği urgan sermaye düzeninin soluğunu kesmiş, Ulucanlar Cezaevi duvarlarından dışarı taşan “Yaşasın Marksizm, Leninizm! Kahrolsun faşizm!” haykırışları hiç de son nefesini veren bir insanın sesi değil, ama ölümsüzlüğe yürüdüğünü bilen bir devrimcinin cellatlarının ölüm fermanını okuyuşu olarak kulaklara kazınmıştır. Denizler’den sonra da bu kirli hesapların asla tutmayacağı ‘70’lerin hemen ortalarında tekrar devrimci temellerde yükselişe geçen toplumsal muhalefet aracılığıyla ilan edilmiş, sermaye düzenince de bu gerçek kavranmıştır!

‘68’lerde Deniz olmak!

“‘68 devrimci gençlik hareketi tüm ideolojik zayıflıklarına karşılık gençlik hareketi tarihinde yeri doldurulamaz bir kesiti ifade etmektedir. Devrimci bir önderlik boşluğuna rağmen gençlik, el yordamıyla zayıf omuzlarının kaldıramayacağı kadar ağır bir yükün altına girme iradesini göstermiş ve tüm toplumu derinden sarsmıştır.” (Gençliğin ‘68 Baharı, Ekim Gençliği, sayı:73) İşte ‘68’lerde Deniz olmak bu ağır yükü taşıyabilme iradesini göstermektir. ‘68’lerde Deniz olmak ABD emperyalizmine karşı kararlı bir duruşun, düzenin baskı aygıtları karşısında sarsılmaz bir iradenin, düzen içi bir bataklığa hapsolmuş reformizmin karşısında düzene karşı devrim çizgisinin temsilcisi olabilmektir. ‘68’lerde Deniz olmak, devrim ve sosyalizme sarsılmaz bir bağlılıkla idam sehpasına çıkabilmek, ölümün üzerine tereddütsüz yürümek, son nefesinde cellâdının ölüm fermanını okuyabilmektir! Ve bugün için açık ki bize düşen Deniz, Hüseyin, Yusuf olabilmektir! Ve bunun biricik yolu onların bizlere devrettiği kızıl bayrağı gereğince taşıyabilmektir!

Mayıs şehitlerini anma etkinliklerinden...

“Mayıs şehitleri yaşıyor, komünistler savaşıyor!”

İstanbul: Denizler kavgamızda yaşıyorlar!

Denizler 6 Mayıs’ta BDSP, PSAKD, HKM, ESP, HÖC, EHP, Kaldıraç, Odak, ÖMP, TÖP, Devrimci Hareket, Partizan ve DTP’nin ortak örgütlediği eylem ile anıldı. Eylem saygı duruşu ile başladı. Ardından kurumlar adına ortak basın açıklaması metni okundu. Daha sonra Grup Diyar, Grup Vardiya ve Grup Yorum söyledikleri türkü ve marşlarla ‘68’lilerin mücadelelerini selamladılar. Eyleme yaklaşık 350 kişi katıldı.

İstanbul: Mücadelemiz sürecek!

6 Mayıs’ta Denizler’i anmak için Taksim Galatasaray Postanesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Ekim Gençliği, SGD, DTP Gençliği, YÖGEH, DGD, EHP Gençliği, ÖGD, DSG ve Kaldıraç tarafından yapılan eyleme 70 kişi katıldı.

İstanbul: Devrim şehitleri ölümsüzdür!

İLGP, Liseli Gençlik, SGD’li liseliler, DTP Gençliği, Sosyalizm Yolunda Devrimci Kılavuz Denizler’in ölüm yıldönümünde bir basın açıklaması örgütledi. Eylem 4 Mayıs’ta Kartal Meydanı’nda yapıldı. İLGP olarak 25-30 kişilik bir katılım gösterdiğimiz açıklamaya yaklaşık 75 kişi katıldı. Basın açıklamasına Eğitim-Sen ve Emekli-Sen de destek verdi.

İstanbul: “Mayıs şehitleri yaşıyor komünistler savaşıyor!”

18 Mayıs’ta Genç Komünistler olarak İstanbul’da Mayıs

şehitlerini anma etkinliği gerçekleştirdik. Yaklaşık 40 kişinin katıldığı anma saygı duruşu ile başladı. Daha sonra Üniversiteli Genç Komünistler’in ve Liseli Genç Komünistler’in hazırladıkları metinler okundu. Program şiir dinletisi ve sinevizyon ile devam etti. Kapanış konuşmasının ardından Grup Fırtına sahneye çıktı. Etkinliğin sonunda hep bir ağızdan Gündoğdu Marşı söylendi. Etkinlik “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganı ile son buldu.

YTÜ: Denizler anıldı

Ekim Gençliği olarak 10 Mayıs’ta YTÜ’de Denizler’in anmasını gerçekleştirdik. Anma bir yoldaşımızın açılış konuşmasıyla başladı. Ardından saygı duruşunda bulunuldu. Sonra İLGP’den bir arkadaşımız konuşma yaptı. Konuşmalardan sonra Denizler’in devrim mücadelesi açısından önemini anlatan bir metin okundu. Devrimci marş ve türkülerle sona eren etkinliğe 50 kişi katıldı.

Avcılar: Denizler’den yarınlara kardeşçe bir dünyaya!

Avcılar Kampüsü’nde tüm engelleme çabalarına rağmen 9 Mayıs’ta, “Denizler’den Yarınlara Kardeşçe Bir Dünyaya!” başlıklı bir anma etkinliği gerçekleştirdik. Ekim Gençliği, SGD, Öğrenci Kolektifleri ve DGH olarak örgütlediğimiz anmanın ardından farklı dillerde söylenen ezgilerle halkların kardeşliği temalı müzik dinletisi sunuldu. Şiirlerle başlayan etkinlikte rektörlük talimatıyla ÖGB’lerin giriştiği tüm engelleme çabaları boşa düşürüldü. Etkinliğin ikinci bölümü Grup Tanura’nın seslendirdiği Karadeniz ezgileriyle başladı. Ardından Grup Araf ve Grup Keops sahneye çıktı. Konuşmaların da yapıldığı etkinlik halaylarla son buldu.

33


Ankara: Komünistler Denizler’i mezarları başında andı!

6 Mayıs’ta Karşıyaka Mezarlığı’nda yaklaşık 400 kişi ile Denizler’in mezarı başında bir anma etkinliği gerçekleştirdik Anma, saygı duruşu ile başladı. Ardından açılış konuşması yapıldı. Devamında Ankara’dan komünistlerin ve genç komünistlerin hazırladığı metinler okundu. “Şarkışla” ve “Enternasyonal” marşları hep birlikte söylendi. Denizler’in mezarından Mahirler’in mezarına yürüyüş gerçekleştirildi.

İzmir: “Denizler yaşıyor!”

6 Mayıs günü Alınteri, BDSP, ESP, Devrimci Hareket, DHP, HÖC, İCİ, Kaldıraç, Partizan İzmir temsilcilikleri tarafından Denizler’in katledilmesinin yıldönümünde bir eylem gerçekleştirildi. Alana Gündoğdu Marşı’yla girildikten sonra saygı duruşu yapıldı. Eylem şiir ve marşlarla sona erdi. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı.

İzmir: Emperyalizme, faşizme, şovenizme karşı Deniz olunmalı!

İzmir Ekim Gençliği olarak 5 Mayıs’ta Deniz’leri bir etkinlikle andık. Anma saygı duruşuyla başladı. Açılış konuşmasından sonra şiir dinletisi yapıldı. Denizler’in son mektuplarının okunduğu etkinlik Grup Kavel’in söylediği devrimci marş ve türkülerin ardından Gündoğdu Marşı’yla sona erdi. Etkinliğimize 50 kişi katıldı.

ÇÜ: “Denizler’in yolundayız!”

Çukurova Üniversitesi’nde 7 Mayıs’ta Denizler’i andık. Ortak metnin okunmasının ardından saygı duruşunda bulunulan anma ÇÖDER müzik grubunun söylediği türkü ve marşlarla son buldu. Etkinliğe yaklaşık 60 kişi katıldı.

ÇÜ: İbrahim Kaypakkaya yaşıyor!

34

İbrahim Kaypakkaya’yı 16 Mayıs’ta Çukurova Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz bir etkinlik ile andık. Saygı duruşunun ardından etkinlik için hazırlanan ortak metin okundu. Anma şiirler ve söylenilen marşlarla sonlandırıldı. DGH, DPG, Ekim Gençliği, Gençlik Derneği ve ÇÖDER’in örgütlediği etkinliğe yaklaşık 50 kişi katıldı.

Bursa: “Devrim şehitleri ölümsüzdür!”

Denizler, 6 Mayıs günü Ekim Gençliği, DGH, DPG ve SGDF tarafından yapılan bir eylemle anıldı. Eyleme yaklaşık 50 kişi katıldı.

Kayseri: Mayıs şehitleri anıldı!

6 Mayıs’ta Ekim Gençliği olarak Mayıs ayında şehit düşen devrimcileri anmak için Kayseri İşçi Kültür Evi’nde bir etkinlik gerçekleştirdik. Denizler’e dair bir söyleşinin yapıldığı coşkulu etkinliğimiz müzik dinletisi ve şiirlerle sona erdi.

Trabzon: Denizler yaşıyor!

Denizler’in anısına 6 Mayıs günü Trabzon Gençlik Kültür ve Sanat Evi’nde bir anma gerçekleştirdik. Açılış konuşması ile başlayan anma devrim şehitleri anısına gerçekleştirilen saygı duruşu ile sürdü. Saygı duruşu esnasında Enternasyonal marşı okundu. Etkinlik Denizler’in mektuplarının okunmasının ardından şiir ve müzik dinletileri ile son buldu.

Samsun: “Deniz olunmalı!”

6 Mayıs’ta Denizler Samsun Atakum’da düzenlenen etkinlikle anıldı. Anma şiirlerle ve devrimci marşlarla başladı. Deniz’in ve Yusuf’un ailesine gönderdiği mektuplar okundu. Denizler’in idam edildiği saatte saygı duruşunda bulunulduktan sonra anma denize üç karanfil bırakılarak sonlandırıldı. Anmayı DSÖB ve BDSP örgütledi, diğer devrimci, demokrat gruplar destek verdi.

Eskişehir: Mayıs şehitleri anıldı

Mayıs şehitleri 17 Mayıs’ta Anadolu Üniversitesi’nde bir etkinlikle anıldı. Etkinliğe Grup Boran Halayı’nın sunduğu kısa bir dinletiyle başlandı. Açılış konuşmasının yapıldığı anma şiir dinletisi ve Grup Boran Halayı’nın söylediği marşlarla son buldu. Ekim Gençliği, DPG, Eskişehir Gençlik Derneği, DGH, Mücadele Birliği ve ÖDP Gençliği’nin örgütlediği etkinliğe 75 kişi katıldı.

Gazi’de Mayıs şehitleri anması

18 Mayıs’ta Gazi’de İbrahim Kaypakkaya ve Mayıs şehitlerini anmak amacıyla bir yürüyüş gerçekleştirildi. Eylemde en önde İbrahim Kaypakkaya’nın resminin olduğu pankart, arkasında Deniz, Mahir, İbo ve Dörtler’in resminin bulunduğu pankart ile “Mayıs ayı şehitleri ölümsüzdür!” şiarının yazılı olduğu pankartlar taşındı. Dörtyolda bir süre slogan atıldıktan sonra Heykel Parkı’na çıkıldı. Burada saygı duruşu gerçekleştirildi. Devrimci değerlere, mücadele mirasına sahip çıkan açıklamanın ardından eylem sona erdi. Eylemi BDSP, Partizan, ESP, DTP örgütledi, HÖC destek verdi. Eyleme 200’ü aşkın kişi katıldı.


Doğa alacaklarını toplamaya geliyor! Rosa Luxemburg’un “ Ya barbarlık, ya sosyalizm” sözü hiçbir dönemde bugünkü kadar anlamlı olmamıştı. Çağımız emperyalist işgallere ve bölgesel savaşlara tanıklık ederken, geçtiğimiz yüzyıla damgasına vuran ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan iki büyük savaş yaşanmıştı. Kapitalizmin ürettiği bu felaketlerin yarattığı yıkım akıl almaz boyutlarda görünüyor. En azından biz öyle düşünüyorduk. Ancak son dönem süregiden tartışmalar, kapitalizmin ellerindeki kanın da ötesinde bir yıkımın, ayaklar altına alınan doğal dengenin öfkesiyle büyüdüğünü hepimize gösterdi. Küresel ısınma denen felaket kapımızı çalarken artık seyredecek vaktimiz kalmadı. Doğa alacaklarını toplamaya geliyor. Gölcük depreminin ardından doldurma arazinin üstüne yapılan evler sular altında kaldığında herkes denizin intikam aldığını söylemişti. Küresel ısınma da doğanın kapitalizmden ve onu lime lime çürürken bile güzelleyen insanlıktan aldığı bir intikamdır. Küresel ısınma kabaca insanlar tarafından – insan tarafından derken bunun kapitalizm ve onun etkisi olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyoratmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artması olarak tanımlanabilir. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor. Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama tekellerin kar hırsının doğada yol açtığı yıkım, çevre kirliliği, fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, toplumlardaki tüketim eğiliminin artması vb. gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilim adamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor. 2007’nin son 150 yılın en sıcak yazını getireceği öngörülüyor. Elbette burada kayıtların son 150 yıldır tutulduğunu eklemekte fayda olacaktır. Kısacası, çok sıcak günlere doğru yelken açmış bulunuyoruz. Zenginlerin havuzlu ve klimalı evlerinde karşılayacakları kavurucu bu yeni iklim insanlığa susuzluk ve açlık olarak dönecek. En liberal ekolojist örgütler bile samimi bir panikle dünyayı kaybetmekten bahsediyor. Çevre örgütlerinin kendi çapları kadar sürdürebildikleri tartışmalar da en fazla sera gazlarının atmosfere salınımını denetlemek üzere gündeme getirilen Kyoto’ya yapılan serenatlar olabiliyor. Bu anlaşma

hiçbir derde deva olmayacaktır. Kyoto’yu uzun uzun anlatmak yerine bu anlaşmanın burjuva bilim adamlarının hazırladıkları ve petrol devlerinin canını fazla sıkmamak kaydı ile imzalanan bir anlaşma olduğunu söylemek yeterli olacaktır. Anlaşma kabaca “siz istediğiniz gibi fosil yakıtı kullanmaya devam edin ama denge için orman dikin” demektedir. “İlgili uluslararası çevre antlaşmaları kapsamındaki taahhütler ile sürdürülebilir orman düzenleme uygulamaları, ağaç dikimi ve ağaç takviyesine/desteğine ilişkin teşvikler dikkate alınarak Montreal Protokolü ile düzenlenen sera gazlarına ilişkin rezervlerin korunması ve iyileştirilmesi…” (Kyoto Protokolü, madde 2.1). Buna bile imza atmaktan imtina eden ABD ve O’nun sadık uşağı TC’yi anlatmak gerekmiyor. Kapitalizmin çarklarını durduracak tek şey bu çarkları döndürenler olacaktır. İşçi sınıfı gerçekten tarihi bir sorumluluk ile yüzyüzedir. Küresel felaketin eşiğinde insanlığın biricik umudu yine proletarya ve onun güzel günler tarifidir. “Sosyalizm öldü mü?” tartışmaları bir kenara, sosyalizm artık bir zorunluluktur. Dünyayı barbarların elinden çekip almanın vakti gelmiştir. Doğanın öfkesi kendini yok eden kapitalizme olduğu kadar onu durdurmayan insanlığadır aynı zamanda…

35


Yüzyıllar boyunca farklı birçok dini ve kültürü içinde barındıran, doğal, tarihsel ve kültürel değerleriyle Asya ile Avrupa arasında bir köprü konumunda olan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma yolunda yeni yıkımlarla baş başa bırakılıyor. Kentlerin sahip olduğu her türlü değerin rant amaçlı satıldığı, eşe dosta peşkeş çekildiği, kültür ve sanatın piyasalaştığı bir ortamda cirit atan sözde sanat sevicileri, hazırladıkları yeni yasa tasarısıyla İstanbul için büyük öneme sahip olan mekanları ve yapıları birer birer yok etmeyi planlıyorlar. Bu yapılardan biri de Atatürk Kültür Merkezi binası. Mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından tasarlanan ve 1969 yılında tamamlanan bu yapı 1317 kişilik ana salon kapasitesiyle İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk opera binasıdır. Tarihi öneminin yanı sıra İstanbul’un önemli odak noktalarından biri olan “Taksim” bölgesini tanımlayan ve anlamlandıran bir yapı konumundadır. Ancak bu yapının AKP hükümeti tarafından hazırlanan “2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” yasa tasarısı ile yıkılması planlanmaktadır. 1999 yılında dönemin kültür bakanı İstemihan Talay’ın girişimleriyle tescillenmiş kültür varlığı listesine alınan AKM binası, bugün deprem kriteri bakımından tescil kapsamı dışına alınmak istenmektedir. Bu yasa tasarısını destekleyen Kültür Bakanı Atilla Koç’un yıkıma dair gerekçeleri gerçeklikten oldukça uzaktır. Binanın tamir masrafları için astronomik rakamlar zikreden

36

Trabzon’da Nükleer Karşıtı öğrenciler nükleersiz bir dünya için buluştular!

bakan, aynı zamanda AKM binasının bazı bölümlerinin rutubet almasını da yıkımın gerekçeleri arasında sıralamaktadır. Binanın yeterli bir estetiğe sahip olmadığını ve modern İstanbul’un ruhunu yansıtmadığını dile getiren Atilla Koç, AKM binası yerine Sydney’deki opera binası gibi bir yapı vaat etmektedir. AKM’yi yıkmaya kararlı olan AKP hükümeti AKM yerine yapılacak olan kompleks için bir ön proje hazırlatmış. Bu projeye göre AKM binası ve binayla birlikte müştemilat ve otoparklar da yıkım kapsamına alınacak. Fakat yıkım bununla da sınırlı kalmıyor. AKM’den Taşkışla’ya doğru giden Mete Caddesi ve İnönü Caddesi üzerindeki binalar istimlak edilerek kompleks için arazi stoğu sağlanmaktadır. Kompleks içinde bir cami, büyük bir alışveriş ve iş merkezi yapılacak ve bu dev binanın toprak kotu altında kalan bölümü ise kongre merkezi olarak kullanılacak. Eğer yasa olduğu gibi meclisten geçer, gerekli finansmanlar sağlanır ve de projeler gerçekleşirse, 2009 yılında gerçekleşecek “IMF Kongresi” ve “Dünya Su Kongresi” bu komplekste yapılacak. 1950’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yıllarda yoğunlaşan rantçı politikaların kentlere saldırısı devam etmektedir. Bugün, 2010 yılına üç yıl kala, akıllarda tek bir soru: İstanbul kültür başkenti mi yapılmak istenmektedir, yoksa ticaret başkenti mi?

YTÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

“Radyaaktif olmamak için aktif ol!”

21 Nisan günü Nükleer Karşıtı Öğrenciler olarak bir şenlik gerçekleştirdik. Şenlik duyurusunu üniversitede ve yerelde birçok araç kullanarak yaptık. İlk olarak 500 afişi Trabzon merkezindeki mahallelerde ve üniversitede kullandık. 2500 bildiri dağıttık. Trabzon merkezinde ilk defa bu kadar güçlü bir bildiri ve afiş çalışması yapmış olduk. Yanı sıra yerel gazete ve radyolarla söyleşi gerçekleştirdik. 750 davetiye dağıtımı ile şenliğin duyurusunu güçlendirdik. Şenliğe Kazım Koyuncu’yu anlatan bir sinevizyon gösterimi ile başladık. Daha sonra Nükleer Karşıtı Öğrenciler adına kampanya sürecini ve neden nükleere karşı durulması gerektiğini anlatan bir konuşma yapıldı. Ardından Nükleer Karşıtı Öğrenciler’in çalışmasına destek veren, yoz kültüre karşı geleceğin kültürünü yansıtan Gençlik Kültür ve Sanat Evi bir konuşma gerçekleştirdi. 3 yıldır Trabzon’da yayın faaliyeti yürüten Karadeniz’de Martı Olmak Bülteni çalışanları yayın politikalarını ve nükleere karşı duruşlarını yansıtan bir metin okudu. İşçi sınıfının gençlik içerisinde bayrağını taşıyan Ekim Gençliği adına yapılan konuşmada nükleersiz bir dünyanın yolunun ancak sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadeleden geçtiği vurgulandı, mücadele çağrısı yapıldı. KTÜ İnşaat Fakültesi Hidroli Anabilimdalı uzmanı Prof. Dr. Mehmet Berkün nükleer santrallere alternatif olan enerjilerden bahseden uzun bir konuşma gerçekleştirdi. Ardından Gençlik Kültür ve Sanat Evi tiyatro topluluğu “Maskeli balo” adlı oyunu sergiledi. Nükleer Karşıtı Öğrenciler’in yaptığı genel mücadele çağrısının ardından emperyalizme karşı 1 Mayıs’ta alanlara çıkma çağrısı yapıldı. Şiirlerle zenginleştirdiğimiz şenliğimizi müzik gruplarının sahne almasıyla sonlandırdık. Halay ve horonların çekildiği nükleere karşı şenliğimize 80 kişi katıldı. Trabzon Nükleer Karşıtı Öğrenciler


Güzel günlere, Nazım’a, davaya!..

“Bıraktık acının alkışlarına 3 Haziran ‘63’ü” “Havada tüy Havada kuş Havada kuş soluğu kokusu Hava leylak ve tomurcuk kokuyor Ne anlar acılardan güzel haziran Ne anlar güzel bahar Kopuk bir kol sokakta çırpınıp durur...”

*** Şimdiki gibi değil ki o zamanlar… Renkli bir baskı ile hazırlanmıyor kitap kapakları, yaldızlı vitrinler yok. Yok; inadına hapsetmeyeceğim O’nu di’li geçmiş zamana. Geleceğe katkı sunanlara hak ettikleri gibi şimdiki zamandan seslenmek lazım. Tecridin duvarlarına yazılmış sözcükler, isyanın yedi renk ahengiyle bezenmişler. Şiire ekilen bir insan sevgisi tohumu varmış ki, hani insanın kim olduğundan bağımsız, binlere çoğalmış. Sonra dizeler akmış, akmış… Kimi zaman hasret, kimi zaman öfke, kimi zaman duvarlara isyan, zulme lanet… Sevda ise her zaman… Doğaya, insana, yarınlara… Belki de en çok insan için olan yarınlara, yarın için doğan umutlara, umudu büyüten insanlara… Sonra yazarken mutluluğun şiirini alnından süzülen tek damla ter, kapalı yerlerin o ağır kokusu, dizelerin evlerinde hoş bir sahaf kokusu… Leylak nasıl kokar, peki ya tomurcuk? Sömürünün diz boyu olduğu bu yıkılası dünya nasıl kokar? Haziran ayında çer çöp kaçar gözüme, yaşarırım. Birileri gözden kaçırır inatla. Nazım Hikmet 3 Haziran’da gözlerini yummuştur; hayattadır. Bilirim. ***

“Çıkmışım bir kavgadan vurmuşum sokaklara Sokakta tank paleti Sokakta düdük sesi Sarı sarı yapraklarla birlikte sanki Dallarda insan iskeletleri...”

En güzel hırsızlama metinlere ilham veren en dürüst şairdir Nazım. Bu yüzden O’ndan çalmadım ama O’nun anısını çaldım. Yaşamdan çaldığını kaç kişi canla başla

37


38

yaşamı değiştirmeye harcar? Kaç kişi dokunduğunda Tanya’nın kuğu boynuna gazetedeki resminden, Tanya hisseder? Kaç asılmış insan ölürken içinden Nazım’ın dizelerini geçirir? Haziran’a, Mayıs’a bu hüznü yükleyen sararmış yapraklar değil, yaprakları sarartan rüzgârdır. Rüzgârın yönünü değiştirmek gerekiyor. Ve ancak Nazım’ın mısralarında başrolü oynayanlar rüzgârla hesaplaşacak güçtedir. *** Böyle olmaz. Bilirim. Düşler kıyıya vurmadan, sözcükler son nefesini vermez. Sözcükler yaşadıkça hangi şair uslanır? Uslanmak akıllanmak değildir her zaman, büyük ozanlar bu uslandırıcı düzene inat yaramaz kalır. Ama kalır işte!.. Kalır çünkü bir şiir kurtulmuştur zamanın eskiten ve unutturan girdabından. Bir şiir asılmıştır yaşama; inatçı, haylaz, söz dinlemez. Sonra şair yaşını başını alır toprağa katar ama yüreğini atmaktan alıkoyamaz… Şair ne yapsın? O yürek zafer şarkıları söylemek istiyor inatçı! Yürek yaşıyor, şair ne yapsın? Şiir yüreği cesaretlendirir, şiir şairi cesaretlendirir. Bu cesaret şiire şairden mirastır! Şair yüreğini yanına alır. Şiir dilden dile dolanır. Şiir şairini unutmaz… Sonra karanlık günlerde, fabrika kapılarında, grev meydanlarında, sonra bir işgalin orta yerinde, bir sokak çatışmasında, büyüyen bir halayda, cezaevlerinin düzene yıkılan duvarlarında, idam sehpalarında cellâda geçirilen urganda şiir ve şair – yalnız onlar da değil – yüreklerini koyarlar iki dünyanın savaşının bir tarafına… Bir tarafta soysuzlar sınıfı… Yakmak ve yıkmak dersini iyi bellemişler… Yanlarında yakanlara ve yıkanlara tapmak dersini belleyenlerle… Bir tarafta soylular… Ama soyu unvanından değil nasırlı ellerinden gelenler... İki sınıf karşı karşıya gelmiştir. Bu yıllar önce olmuştur ve üretmekten gayri bir soyu olmayanların tarafına, 3 Haziran’da gitti sanılan Nazım çıkagelir, Nazım’ın şiiri, Hiroşimalı çocuk, Japon balıkçısı, açlık ordusu, Angina Pektoris, Beyazıt Meydanı’ndaki ölü ve Tanya (asıl adı Zoe’ymiş onun)… Ve bir Alman subayı, utancından kıpkırmızı, yaptıklarından pişman… Elinde bir makine, Kodak; subay saf değiştirir. *** Savaş başlamıştı çoktan ben katıldığımda. Küçüktüm bir ezginin sözlerinde söylemişti Nazım ilk önce. Ben ezgiyi dilime dolamıştım. Sözler beynime kazınmıştı. Sonra bir gün bir sayfada karşıma çıktı; savaş çağrısı açıktı. El yazısı değildi ama matbaa harfleri yürekten ve içtendi. Kuşandım yüreğimi, yüreğime bilincimi kattım. Sonra vatan haini olmayı göze alarak yürüdüm düşmanın üzerine. Kulaklarım çınlıyor, kafamın içinde zafer özleminin yanında hep bir ünlem beliriyor şimdi. “Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”… Nazım kendi sorusuna yanıt veriyor. Bana yol gösteriyor. Ben yürüyorum. Yanımda insanlar olduğunu görüyorum. Yol kenarında çınar ağaçları yürüyüşümüze bir zafer sonrasının geçit töreni havasını veriyor. Ve yolun sonunda gelecek görünüyor. “”Uyarına gelirse tepemde bir de çınar demişti on

yıl önce”

Demek ki on yıl sonra Demek ki sabah sabah Demek ki “manda gönü” Demek ki “şile bezi” Demek ki “yeşil biber” Bir de Memed’in yüzü Bir de güzel İstanbul Bir de “saman sarısı” Bir de özlem kırmızısı Demek ki göçtü usta Kaldı yürek sızısı geride kalanlara...”

*** Orhan Kemal’e ithafen, Nazım Hikmet’e bir şiir yazmış Hasan Hüseyin. Ahmet Arif o günlerde hayatta. Yaşama takılan şiirlerden biri işte o da… Ve ben geride kalan, ben o şiirde yürek sızısı taşıdığı söylenen, dallardaki sarı yaprakları da gören, yollara düşman tankları da bilen, insan iskeletlerinin kalp atışlarıyla büyüyen… Dünyaya Kenan Evren’in halka seslenişleriyle gözünü açmış ben… Ben geride kalanım. Ben bu şiiri her okuduğumda Nazım’dan çok üstüme alınırım. Biz sonra, bu coğrafyanın üzerine çöreklenen soysuzlara, dünyanın nimetlerini tekelleştiren asalaklara kafa tutanlar, el pençe durmak yerine diş bileyenler, soysuzların kökünü kuruttuğu dünya nimetlerini üretenler… Biz geride kalanlarız! Biz bugün savaş meydanlarındayız. Ve her birimizin yüreğinde bir ozan, her ozanımızın bir parçası Nazım...! Her kavgamızda onur var bizim… Yapı Kredi Nazım’ı sözde satın almış! Burjuvazi Nazım’ın 100. yaşında O’nu anlamış, Nazımla barışmış. Peki, hangi Nazım’ı satın almışlar acaba, yüreğimizdekini mi? Usumuzdakini yoksa? Peki, hangi Nazım’ı satın almışlar? Beni mi? Yoksa bizlerden birini mi? Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor ve burjuvazi de bunu pekâlâ biliyor. Belki sözcükleri O’nun gibi kullanamayan ama yüreği tıpkı O’nun gibi sınıfsız ve sömürüsüz dünyayla çarpan yüzlerce Nazım doğuyor, büyüyor ve kavgaya atılıyor. Nazımlar vatan hainliğine devam ediyor hala! Burjuvaziye inat, faşizme inat, bu kalleş düzene inat! Bir gün, toprağa derince kök salmış bir çınar ağacının gölgesinde dinlenmek için oturacağız uzun uzun. Sessizce ve kedersizce… Zaferle çıktığımız savaşın yorgunluğunu gideriyor olacağız. Çünkü zaferi “hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla söküp” kazanmış olacağız. Milyonlarcamız derin bir soluk alacak, aşımız olacak, aşımız, işimiz, ekmeğimiz… O zaman yeni Nazımlar çıkacak, zafere dair şiirler yazacak. Bense bir çınar ağacının gövdesine cebimde taşıdığım keskin uçlu çakıyla zaferi yazacağım. Sonra çınar ağacının biraz ilerisine, köklerinden zarar görmesin diye, bir zeytin ağacı dikeceğim… Ve bir süre herkes şarkı dinlemek yerine avaz avaz, bağıra çağıra şarkı söyleyeceğiz. Biz çok güzel günler göreceğiz! A.Eylül

* Yazıdaki bütün alıntılar Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Haziranda Ölmek Zor” şiirindendir. Şiir Nazım Hikmet’e yazılmış ve Orhan Kemal’e ithaf edilmiştir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.