EG 107.sayı

Page 1



AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinden başarıyla çıkmasının sonuçları geride bıraktığımız bir dönem boyunca etkisini ciddi bir biçimde hissettirdi. Dışarıda ABD’nin, içeride ise TÜSİAD’ın desteğini arkasına alan AKP, işçileri, emekçileri ve gençliği hedef alan topyekün saldırılarını hızlandırdı. Bir yandan neo-liberal saldırı politikaları çerçevesinde ciddi adımlar atılırken, diğer yandan sistematik bir kadrolaşma politikası uygulamaya konuldu. Yine bu süreç içeride ve dışarıda Kürt halkına dönük saldırganlığın tırmandırıldığı, ülkenin bütününe şovenist bir atmosferin hakim kılınmaya çalışıldığı bir süreçle bütünleştirildi. Sağlık hakkının gaspından paralı eğitim uygulamalarına kadar bir dizi kalemde neoliberal uygulamaların taşları döşenirken, şovenist histeri emekçilerden gelebilecek tepkilerin yönünü değiştirmekte, türbansa bu saldırı atmosferinin üstünü örtmekte temel bir araç olarak kullanıldı, halen daha kullanılıyor. Açıktır ki, bu sürecin kendisi gençlik hareketi açısından önemli bir eşiği ifade ediyor. Zira gerek yeni seçilen YÖK başkanının eğitimin paralılaştırılmasına ilişkin yaptığı açıklamalar, gerekse türbanla ilgili yapılan yasa değişikliği, üniversitelerin yeni yapılanmasının resmini çizdiği gibi, gençlik hareketinin de temel gündemlerine işaret ediyor. Önümüzdeki dönemde eğitimin ticarileşmesi doğrultusunda hızlı adımların atılacağı açık. Ve yine bugünden görülebildiği kadarıyla, eğitimin ticarileşmesi karşısında oluşabilecek birleşik bir tepkinin önü, ayaklara türban dolanarak bugünden alınmak isteniyor. Bu bağlamda gençlik hareketi içerisinde konumlanan bütün ilerici ve devrimci güçlerin temel görevi, neo-liberal saldırılar dizisi karşısında uyanık olmak ve bu saldırılara karşı birleşik bir mücadeleyi yükseltmektir. Zira bugün salt dinsel gericiler tarafından değil, ama Baskın Oran, Murat Yetkin gibi sol maskeli liberaller tarafından da dillendirilen paralı eğitim modeli gençlik kesimlerini ciddi bir geleceksizlikle karşı karşıya bırakabilecek bir saldırının alarmını çaldığı kadar, gençlik hareketinin yıllardır

beklediği silkinmeyi yaratacak ölçüde yakıcı bir gündeme de işaret etmektedir. İşte bu yüzden süreci bir eşik olarak görmek ve gençlik hareketinin bu eşiği atlayabilmesi için ayaklara dolanacak bütün engelleri aşmayı da esas görev olarak yüklenmek şarttır. Artık neo-liberal uygulamalara bir an önce geçiş dışında hiçbir çıkış yolu kalmamış olan sermaye düzeninin, önümüzdeki süreçte, gerek Kürt halkına dönük saldırganlığını artıracağı, gerekse devrimci güçlerden ve her nevi muhalefetten şiddet ve zoru esirgemeyeceği ortadadır. Ancak, bugün uygulanan ve bundan sonra da uygulanacağından şüphe duyulmaması gereken bu baskı ve zor politikalarının gerisinde derin bir korku olduğu gerçeği unutulmamalıdır. İşte bu yüzden gençlik hareketinin yüzü bir bütün olarak, üzerine gidilmesinden korkulana, üzerine gidilmesi engellenmek istenene, yani neo-liberal politikalara, özelde eğitimin ticarileştirilmesine döndürülmeli ve diğer gündemlere ilişkin görev ve sorumluluklar, her türlü saldırı ve zora verilecek yanıt bu özden koparılmadan ele alınmalı, Mart gündemleri de dahil tüm olanaklar bu çerçevede şekillendirilmelidir.

Ticarileşmede son aşama: Paralı eğitime topyekün geçiş!

Yeni YÖK Başkanı’nın görevine gelir gelmez yaptığı açıklamanın eğitimin paralılaştırılması ile ilişkili olması şaşırtıcı değildir. Zira bu sözler “bir ne dediğini bilmez”in aldığı riskin değil, aksine bu hedefle koltuğa getirilmiş bir kuklanın görevini hakkıyla ifasının bir ürünüdür. Öyle ki, YÖK’ün kurulduğu günden bu yana üniversiteler için planlanan gelecek budur ve bugünlere bir anda gelinmemiştir. Geride bıraktığımız son birkaç yıl içerisinde üniversitelerde artan baskı koşullarının ve soruşturmaların kendisi de bu hedeften kopuk ele alınamaz. Yusuf Ziya Özcan’ın bugün bu cümleleri rahat rahat sarf edebilmesinin gerisinde elbette çok yönlü belirleyenler söz konusudur. Bunlardan bir tanesi, adım adım sermaye düzeninin her

Gençlik hareketi içerisinde konumlanan ilerici, devrimci güçlerin bu örtü tartışması içerisinde tutacağı tek taraf kendi geleceğinin tarafıdır. Ve geleceğe giden yolun türbanın uzağından yakınından geçmediği açıktır. Bugün gençlik kesimlerini türbanın yanında ya da karşısında taraf olmaya çağırmak devrimcilerin, sosyalistlerin, ilericilerin işi değildir. Bugün CHP’si ile AKP’si ile düzen bu işi yerli yerince yapıyor. Gençlik hareketinin öznelerinin işi, gençlik kesimlerine türbanın gizlediğini göstermek, parasız eğitim hakkı için, daha doğru ifadesiyle geleceği için mücadeleye çağırmaktır.

3


Fransa’da 40 bin üniversitelinin eğitim giderlerini karşılamak için fuhuş yapıyor olduğu gerçeği, paralı eğitim modelinin vaat ettiği nitelikli eğitim ve “güvenceli” geleceğin en özlü ifadesidir. Bu haliyle denilebilir ki, alt sınıflara mensup gençlik kesimlerine fahişelik dayatılmaktadır. Bu geleceği değiştirmek ve yeniden yazmaksa, yalnızca ve yalnızca örülecek etkili bir gençlik mücadelesinin elindedir.

4

kademesinde kadrolaşan koyu bir gericilik gerçeğiyse, diğeri ve daha önemlisi, gençlik hareketinin bir dönemdir sıkıştığı ve bir türlü aşamadığı dar ve etkisiz tablodur. Sermaye düzeni üniversitelerde yaşanan ticarileşme sürecinde yeni bir aşamaya geçiş yapmak ve deyim yerindeyse yarı kamusal bir hizmet olarak tanımladığı eğitimi artık bir bütün olarak özelleştirmek niyetindedir. Burada ileri sürülen tezlere bakıldığında, sosyal yıkım saldırılarının bütünündekilerle hemen hemen aynı olduğu görülecektir. Alt sınıflara daha nitelikli bir eğitim sunulması için herkesin eğitim maliyetinin karşılaması ve karşılayamayanlara da diğerlerinin yarattığı olanaklarla burs sağlanması vb... Bu gerekçeler SSGSS tartışmaları incelendiğinde aynen oradan da okunabilir ve buraya uyarlanabilir. Ancak, böyle bir sistemin yaratacağı sonucu bugünden en kesin haliyle görmek mümkündür. Fransa’da 40 bin üniversitelinin eğitim giderlerini karşılamak için fuhuş yapıyor olduğu gerçeği, paralı eğitim modelinin vaat ettiği nitelikli eğitim ve “güvenceli” geleceğin en özlü ifadesidir. Bu haliyle denilebilir ki, alt sınıflara mensup gençlik kesimlerine fahişelik dayatılmaktadır. Bu geleceği değiştirmek ve yeniden yazmaksa, yalnızca ve yalnızca örülecek etkili bir gençlik mücadelesinin elindedir.

Türban gençliğe kurulmuş tuzağın üstünü örtmektedir!

Türkiye’deki islami gericiliğin palazlanmasının baş aktörü ordu ve ordudan beslenen Kemalist klik bir yanda, ABD’den icazet aldığından bu yana aslan kesilmiş dinsel gericilik diğer yanda... Türkiye’deki islami gericiliğin önünü açan ordunun laiklikliği ne kadar inandırıcılıktan uzaksa, bugün muhalif güçlere baskı ve zoru dayatanların, 301, TMY vb. bir dizi anti-demokratik yasanın mimarlarının demokrasi ve özgürlük adına türbanı savunması aynı ölçüde inandırıcılıktan uzaktır. Gençliğin asıl bakması gereken, türban tartışmalarının gerisinde, Kürt halkına düşmanlık başta gelmek üzere tüm saldırı yasaları konusunda sağlanmış olan uzlaşmadır. Dolayısıyla, bugünkü taraflaştırma çabasının gerisinde gençlik için, işçi ve emekçiler için, ezilen halklar için hayırlı tek bir yan bulunmamaktadır. Gençlik hareketi içerisinde konumlanan ilerici, devrimci güçlerin bu örtü tartışması içerisinde tutacağı tek taraf kendi geleceğinin tarafıdır. Ve geleceğe giden yolun türbanın uzağından yakınından geçmediği açıktır. Bugün gençlik kesimlerini türbanın yanında ya da karşısında taraf olmaya çağırmak devrimcilerin, sosyalistlerin, ilericilerin işi değildir. Bugün CHP’si ile AKP’si ile düzen bu işi yerli yerince yapıyor. Gençlik hareketinin öznelerinin işi, gençlik kesimlerine türbanın gizlediğini göstermek, parasız eğitim hakkı için, daha doğru ifadesiyle geleceği için mücadeleye çağırmaktır. Önümüzde gençliği gelecek mücadelesine çağırmanın olanaklarını fazlasıyla taşıyan bir Mart ayı var. Mart ayına bu perspektifle yüklenmeli, karşımıza dikilecek engelleri büyük bir kararlılıkla aşarak, parasız eğitim, özgür ve güvenceli gelecek mücadelesini büyütmeliyiz! Bugün gençlik sermaye düzeninin sandığı gibi seçeneksiz değil! Gericilikten gericilik beğenmekle karşı karşıya da değil! Hepsi aynı kaynaktan beslenen bu gericilik yatağını kurutmak için, özerkdemokratik üniversite ve paralı eğitim için birleşik devrimci mücadeleye!


Genç-Sen gerçekleştirdiği Kurucu Genel Kurul ile kuruluş çalışmalarını sonlandırmış oldu. Oluşturulan tüzük ile sendikanın örgütsel yapısı en azından bir sonraki genel kurula kadar belirlenmiş durumda. Bu haliyle, henüz etkin bir taban inisiyatifi oluşturmamış “bir örgütlenme” olarak tüzüksel normlarını oluşturmuş ve işleyişini belirlemiş bulunuyor. Daha önce konuya ilişkin olarak şu görüşleri dile getirmiştik: “Gençlik hareketinin verili durumu, örgüt ve birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorununu tüm yakıcılığı ile karşımıza çıkartmaktadır. Bu parçalı ve dağınık gençlik mücadelesine ilerici güçlerin biraraya geldiği bir zeminde politik ve örgütsel bir tutum almak, ilerici bir adım, olumlu bir gelişmenin ifadesi olacaktır. Genç-Sen bu açıdan gençlik içinde oynayabileceği misyonu yerine getirebildiği koşullarda, açık ki desteklenmesi gereken bir çaba olacaktır. Ancak bugünkü kitle dışılık GençSen’in oynayabileceği bu olumlu misyonu tartışmalı hale sokmakta, onu henüz doğum aşamasında etkisizleştirmektedir. Gençlik mücadelesi ile Genç-Sen ilişkisi açısından asıl sorun budur. Sorun çözümlenmediği koşullarda, birleşik bir mücadelenin olanakları, örgüt sorunu çerçevesinde anlamlı olabilecek bir takım tartışmalar süreç içinde heba edilecek, kaybeden oldukça sınırlı olanaklarla yürüyen gençlik hareketi olacaktır.” (Ekim Gençliği, “Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik

örgütlenmesi için!”, sayı:105)

Genel kurul öncesinde olasılıklar üzerine yaptığımız bu eleştiri genel kurul sonrasında bir gerçeklik halini almış, gelinen yerde ise Genç-Sen içindeki bir eğilim açısından kendini açık bir biçimde ifade etmiştir. Bu kapsamda genel kurul ve önceleyen süreci değerlendirmek, hareket içinde ve birleşik bir örgüt anlayışı ile süreci etkin bir tarzda ve tüm gerici eğilimlere karşı örgütlemek devrimci ve ertelenemez bir sorumluluktur. Taban inisiyatifine dayanmayan anti-demokratik bir Genel Kurul

Bir örgütlenmenin taban inisiyatifini açığa çıkartmayı esas alan bir örgütsel inşayı hedeflemesi, gençlik hareketi ve gündemleri ile bağ kurabilmesini, buna uygun bir örgütsel anlayışa sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu süreç ise mücadele alanlarında olmayı, gençliğin somut mücadele gündemleri üzerine söz söylemeyi zorunlu kılar. Bu açıdan Genç-Sen 1.5 yıllık kuruluş süreci pratiğinde gençlik mücadelesi ile nasıl bir eksende ilişki kurmuştur? Açık ki, etkisiz birkaç etkinlik ve toplantı dışında alanlara dönük tek bir tutarlı pratiğin yürütücüsü olamamıştır. Hareketin dönemsel

5


Bugün için GençSen’i birleşik bir mücadele örgütü olarak tanımlamak olanaksızdır. Zira ortada ne elle tutulur bir mücadele, ne de birleşik bir örgütlenme hedefi vardır. DİSK açısından hedeflenen, kendine yakın liberal anlayışlarla bu örgütü kurmaktır. Bir kısım siyasal çevreler açısından ise hedef , DİSK’le kulis yaparak ortaya çıkan örgütsel sonuçtan “koltuk” kapmaktır. DİSK elbette kendi bürokratik-liberal çizgisinin bir izdüşümü olarak sınıf içindeki pratiğini gençlik içinde tekrarlamak derdindedir. Bu açıdan anlaşılırdır ve bir iç tutarlığı bulunmaktadır. Ancak bir dizi gençlik örgütlenmesi açısından DİSK sınırlarında bir tutarlılıktan dahi söz etmek mümkün değildir. Zira tüm genel kurulu ve kuruluş sürecini MYK seçimlerine indirgemek ve bu çerçevede hareketin güncel ihtiyaçlarından kopmak, açık bir iddiasızlığın ve iradesizliğin dışa vurumudur.

6

gündemlerini pratik bir çabayla bütünleştirmek, bu çabanın ortaya çıkartacağı birleşik mücadele ve örgütlenme anlayışını genel kurula ve kurucu sürece taşımak, bugün birleşik bir örgütlenme anlayışının olmazsa olmazıdır. Ancak böyle bir bakışla taban inisiyatifi yaratılabilir ve birleşik bir örgütlenme süreci geliştirilebilir. “Bir kitle örgütlenmesi hareketle kurduğu bağ ölçüsünde gelişebilir. Hareketin nesnel sorunlarına Genç-Sen hangi düzlemde çözüm oluşturmaya çalışmaktadır? Kendini bulunduğu alan içinde konumlandırmayı başaramayan bir örgütün yaşam şansı yoktur.” (Ekim Gençliği, agy) eleştirisi, bu temelde bir anlam kazanmaktadır. Bu olgusal gerçekler gözönüne alınmadığında, tabana dayanmayan, bu temelde ortaya çıkan bir birleşik çaba yerine birkaç çevrenin ilkesiz pazarlıklarına sıkışan bir genel kurul süreci ortaya çıkar. Nitekim Genç-Sen Kurucu Genel Kurulu’nda yaşanan da tamı tamına bu olmuştur. Bugünün gençlik hareketinin ortaya çıkardığı ilerici birikimi kucaklama iddiası ise sorunun bir diğer yanıdır. Genç-Sen Genel Kurulu öncesinde bu önemli sorunun altını kalın bir biçimde çizerek şunları söylemiştik: “Şunu açıklıkla belirtebiliriz ki, bugünün gençlik hareketinde hareketin biriken sorunlarına dönük herhangi düzeyde bir çözüm arayışı, ilerici güçlerle birleşmeyi bir tercih değil zorunluluk haline getirmektedir. Kendi içine daralmış, bugüne kadar ortaya çıkan olanakları ve ilerici birikimi yok sayan ya da bünyesinde toparlamak için etkin bir çaba ortaya koymayan herhangi bir örgütlenmenin kitle mücadelesini geliştirmede ve kitleleri örgütlemede bir başarı şansı bulunmamaktadır.” (Ekim Gençliği, agy)

Burada tanımlanan, etkili bir taban çalışmasına dayanan birleşik bir çaba ve her eğilimin kendini açıkça ifade edebileceği bir demokratik işleyiştir. Genç-Sen, genel kurulu önceleyen süreçte, birkaç liberal çevrenin (kastedilen MYK’ya seçilen siyasetlerdir) kulisleri dışında, tek bir birleşik çaba ortaya koymamıştır. Bırakalım alanlardaki ilerici güçleri biraraya getirme çabasını, kendini siyasal gençlik gruplarına dahi açamamıştır. Genel kurulu önceleyen süreçte sendika bürokrasisinin bildiğimiz oyunlarıyla süreç oldu bittiye getirilmiş, elle tutulur ve hedefli tek çaba “sorunsuz” bir genel kurul süreci için harcanmıştır. Buraya kadar işaret ettiklerimiz üzerinden bakıldığında, bugün için Genç-Sen’i birleşik bir mücadele örgütü olarak tanımlamak olanaksızdır. Zira ortada ne elle tutulur bir mücadele, ne de birleşik bir örgütlenme hedefi vardır. DİSK açısından hedeflenen, kendine yakın liberal anlayışlarla bu örgütü kurmaktır. Bir kısım siyasal çevreler açısından ise hedef , DİSK’le kulis yaparak ortaya çıkan örgütsel sonuçtan “koltuk” kapmaktır. DİSK elbette kendi bürokratik-liberal çizgisinin bir izdüşümü olarak sınıf içindeki pratiğini gençlik içinde tekrarlamak derdindedir. Bu açıdan anlaşılırdır ve bir iç tutarlığı bulunmaktadır. Ancak bir dizi gençlik örgütlenmesi açısından DİSK sınırlarında bir tutarlılıktan dahi söz etmek mümkün değildir. Zira tüm genel kurulu ve kuruluş sürecini MYK seçimlerine indirgemek ve bu çerçevede hareketin güncel ihtiyaçlarından kopmak, açık bir iddiasızlığın ve iradesizliğin dışa vurumudur. Gençlik hareketi bu küçük hesapları ancak ilkelere dayalı açık bir mücadele ile aşabilir. Devrimci temellerde bir birleşik hareket ve örgütenme

kendisini ancak bu kamburdan kurtararak inşa edebilir. Genel kurulun demokratik bir genel kurul olduğu, herkese söz hakkı tanındığı, “başkansız bir örgüt” kurarak bu demokratik yaklaşımın somutlandığı iddialarına da kısaca da olsa yanıt vermek gerekiyor. Demokrasi, genel kurul anında herkese söz hakkı tanınmasıyla biçimsel olarak gerçekleştirilebilecek bir süreç değildir. Süreci tabanın katıldığı açık ve yerel toplantılar üzerinden örgütlemeden, buralarda genel kurulun gündem tartışmaları yapılmadan demokrasi üzerine koca koca sözler söylemek ancak burjuva avanakların işi olabilir. Eğer burjuva demokrasisinin biçimsel sınırlarında bir tartışma yürütülüyorsa, elbette buna diyecek birşeyimiz yok, zira çürümüş parlamenter sistem de benzer bir biçimsel demokrasi ile işlemektedir. Genç-Sen genel kurul öncesinde genel kurul gündemleri üzerine tartışma yürütmüş müdür? Bu tartışmayı kamuoyu karşısında açık bir biçimde yapmış mıdır? Alanlarda genel kurula giderken belirlenen gündemler ve öneriler üzerine dinamik bir tartışma yürütülmüş müdür? Çoğaltılabilecek tüm bu soruların ortak yanıtı kocaman bir hayırdır. Demokrasi biçimsel bir ihtiyaç değil, kitle mücadelesini geliştirmenin ve kitleyi etkinleştirmenin bir aracıdır. Bu kapsamda tanımlanıp tartışılabilir. Bugünün hareketinin ihtiyacı olan da budur. Birileri koltuk sevdasıyla ve yasal bir sendika hayali ile tartışmayı “tüzük” tartışmasına sıkıştırıyor olabilirler. Bu onların kendi tercihleridir. Ama bunu dayatmak, kulislerle bu kararı aldırmak, tartıştırmamak, tartışanları engellemek, kurultay öncesindeki temel işleyiş biçimi olan koordinasyonu dağıtarak bunu gerçekleştirmek başka bir şeydir. Burjuva demokrasicilik oyunlarıyla gençliğin uyutulmasına izin vermeyeceğiz.

Tüzük tartışmaları: Hareketin ihtiyaçlarını kavramaktan yoksun ilkesiz pazarlıklar

Bahsedilen bir kitle örgütlenmesi ise, tüzüksel normlar hareketin ihtiyaçlarına yanıt vermek için oluşturulur. Yürütülen siyasal çalışma ve atılan örgütsel adımlar belli normlar oluşturmayı zorunlu kılar. Bu açıdan normlar örgütlenmenin hareketle kurduğu bağın bir sonucudur ve hareketi geliştirme iddiası çerçevesinde bir anlam taşır. Bir örgüt düşünün, henüz kitle mücadelesinin sorun ve ihtiyaçları ile pratikte karşılaşmamış, ancak kendine “avukatlara onaylatılmış” bir tüzük hazırlatmış. Böylesi bir örgütlenmenin hareketle kurduğu bağ ne olabilir? Böylesi bir tüzük neyin ihtiyaçlarına yanıt verir, mücadelenin hangi sorunlarını çözer? Bugün kurucu genel kurul sonrası ortaya çıkan tüzüğün bu sorulara verebileceği tek bir yanıt yoktur. Tüzük iki temel hedef doğrultusunda oluşturulmuştur. Birincisi, henüz başlangıçta yasal bir cendereye sıkıştırılan örgütün yasallığını güvenceye almak, ikincisi ise 1.5 yıl boyunca kulis faaliyeti dışında tek bir çaba harcamayan bir dizi liberal gençlik grubunu ve DİSK’i örgüte tümüyle hakim kılmaktır. Bu hedefler görünürde başarılmıştır. Nitekim ilkesiz pazarlıklarla bir MYK oluşturulmuş, öte yandan ise sürecin yasal boyutunun sorunsuzca


sürmesi için “avukatlarla yasal uyumluluğu” tartışılarak hazırlanmış tüzük kabul edilmiştir. Bu tüzüğü hazırlayan ve genel kurul salonunda fütursuzca savunanlara sormak gerekiyor. Hareketin hangi sorununa çözüm üretiyor masa başında oluşturduğunuz bu tüzük? Bu konuda tek bir gerekçelendirme çabanız var mı? Tüzüğün oluşturulma süreci 5-6 siyasetin 300-350 kişilik tabanı dışında nasıl bir tartışmaya konu edildi? Oluşturulan tüzüğün maddelerini tartışmak daha önce de söylediğimiz gibi anlamsızdır. Çünkü örgütsel normları tartışmaya, bu normları belirleyen hareket-örgüt ilişkisine gözünüzü kapayarak başladınız mı, ortaya biçimsiz bir yığın çıkar. Gerçek yaşam, masa başında oluşturulmuş kurallarla bağlı kalmaz. Bugün ortaya çıkan tüzüğün gerçek yaşamla, mevcut mücadele ile uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmuyor. Ancak, karşımızdaki ilkesiz pazarlıkları ve belkemiksiz siyaset anlayışını tanımlamak açısından tüzük tartışmalarına dair kimi örneklere değinmek yerinde olacaktır. Bunlar içinde en etkileyici olanı, tüzükte anadilde eğitim hakkının tanınmasına ilişkin tartışmadır. Bu tartışmada, tüzüğü hazırlayan gruplardan birisi olarak SGD, “mücadele programında bu gündemi işleyebiliriz, tüzük için gerekli değil” demiş; diğer hazırlayıcı grup EHP ise daha açıkyürekli davranarak, “Eğitim Sen bu nedenle kapatıldı, şimdi biz de aynı sonuçla mı karşılaşalım?” deme pervasızlığında bulunmuştur. Buradaki ilkesel çerçeve nedir? Geniş Kürt gençlik kesimlerinin haklı ve meşru talebini yasallık adına yok sayan bir yaklaşımın birleşik devrimci bir mücadele oluşturma şansı bulunabilir mi? Bu tartışmayı Genç-Sen içindeki bir eğilimin çürüyüşünü gösteren temel bir veri olarak kabul etmek haksızlık olarak tanımlanabilir mi? Genç-Sen’deki koltuk pazarlıklarının Genel Kurul’a gülünç bir biçimde yansıyan en açık örneği ise, hiçbir gerekçelendirmeye dayanmadan 11 kişi olarak önerilen MYK’nın 13’e çıkartılması oldu. Hareketin ihtiyaçlarına dair hemen hemen hiçbir söz söylemeyen tüzüğe dair söz almış bir kişi, MYK’nın 11’den 13’e çıkarılması ile ilgili bir önerge sundu ve ardından doğal olarak yöneltilen “niye 13 de 15, 17 vb. değil? Bu önerge gerekçelendirilmeli” talebine “daha iyi olur, bence daha çok da olabilir ama 13 yeterli” diyerek yanıt verme rahatlığını kendinde buldu. Kürsüye çıkan zat bu rahatlığı nasıl bulmuştu? Elbette arkasına aldığı DİSK bürokrasisi ile süreç boyunca koltuk sevdasıyla bu bürokrasiyi doğrudan etkinleştiren siyasal gençlik gruplarından değil mi? MYK seçimleri ilkesiz pazarlıkların canlı

bir belgesi olarak kayıtlara geçmiş oldu. Önerinin sahibi ise, bu sözde seçilmiş MYK’da bir koltuk sahibi olarak, önerisinin neden “yeterli” olduğunun anlaşılmasını sağladı. Örnekleri uzatmak yersizdir. Zira ortadaki tartışma ilkesiz pazarlıklar üzerine kurulmuştur. Ortaya çıkan tüzüğün ve seçilen MYK‘nın hareket açısından hiçbir anlamı ve bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Hareketin ve birleşik mücadelenin olanakları birilerinin koltuk hesaplarına terk edilemez.

Etkin, birleşik ve politik bir odaklaşma güncel zorunluluğu!

Genel kurul süreci ve öncesinde iki ana eğilim kendini belirgin bir biçimde ortaya koymuştur. Bu eğilimlerden birincisi üstte uzun uzadıya sonuçlarını tartıştığımız genel kurula egemen eğilimdir. Aşılmadığı koşullarda Genç-Sen’in gerçek bir kitle örgütü haline dönüşebilme şansı bulunmamaktadır. Bugün bu eğilimin karşısında konumlananların, eksiklerine karşın önemli bir olanak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira genel kurul süreci, taban çalışmasından uzak duran çevrelerin tabansızlığını da açık bir biçimde gözler önüne sermiştir. Etkin ve birleşik bir taban çalışması, ilkelere dayalı açık bir taraflaşma, bu liberal eğilimin temsilcilerinin koltuk sevdalarını kursaklarında bırakmaya yeter. Sürecin işleyişinin kapalı kapılar ardında ve kulislerle sürdürülüyor olması bugüne kadar etkin bir muhalefet zemini oluşturmayı engellemekteydi. Bu dönem gerçekleşen genel kurul ile aşılmış bulunuyor. Bir taraf kendi politik hedefini ve pratiğini belirgin bir açıklıkla ortaya koymuş, tüm ilkesizliği ile bunu genel kurula egemen kılmayı başarmıştır. Bundan sonra bu eğilimin yapabilecekleri, tanıtım etkinlikleri düzenlemek ve üye kayıt masaları açmak olacaktır. Öte yandan, bir diğer önemli nokta, bu eğilimin aynı zamanda artan baskı ve zor koşulları karşısında üniversitelerden salonlara çekilen bir eğilim olduğudur. Doğal olarak bu eğilim bir mücadele örgütü inşa etmenin adımlarını atmak yerine, icazet almaya oynayan bir pazarlık örgütünün peşinden koşacaktır. Süreci tersine döndürecek olan, bu ilkesiz küçük hesapların karşısına kamuoyuna açıklanan etkin bir politik taraflaşma ile çıkmaktır. Bu noktada öncelikli muhatap açık ki devrimci siyasal gençlik örgütlenmeleridir. Genç-Sen içinde bulunan/bulunmayan tüm gençlik gruplarını GençSen içinde etkin bir taban muhalefeti yaratılması

Süreci tersine döndürecek olan, bu ilkesiz küçük hesapların karşısına kamuoyuna açıklanan etkin bir politik taraflaşma ile çıkmaktır. Bu noktada öncelikli muhatap açık ki devrimci siyasal gençlik örgütlenmeleridir. Genç-Sen içinde bulunan/bulunmayan tüm gençlik gruplarını Genç-Sen içinde etkin bir taban muhalefeti yaratılması doğrultusunda biraraya getirmek başlangıç adımının hedeflerinden biri olmalıdır.

7


Birleşik devrimci bir gençlik hareketi ve örgütü için!

8

doğrultusunda biraraya getirmek başlangıç adımının hedeflerinden biri olmalıdır. Bu kapsamda geniş bir tartışma platformu hızla oluşturulmalı ve bu tartışma platformu dönemin başında daha geniş bir ilerici muhalefetin katıldığı açık forumlar şeklinde kendini inşa etmelidir. Zira tabana dayalı muhalefetin kendini birleşik bir örgütsel zeminde inşa etmesi ve açık ilkesel bir politik kimlikle kamuoyu karşısına çıkması, Genç-Sen’in bütününde yaşanabilecek dönüşümün de başlangıç adımıdır aynı zamanda. Bu taraflaşma kapsamında altını önemle çizmemiz gereken birkaç noktayı başlangıç açısından tanımlayalım: * Genç-Sen’i hareketin ihtiyaçlarına yanıt veren bir örgütlenme haline getirmek için birleşik muhalefet ekseni oluşturmak, * Bu birleşik muhalefet çabasının hedefini, genel kurul ve seçimler değil, taban inisiyatifi oluşturmayı hedefleyen, gençliğin güncel sorun ve gündemlerini işlemeye çalışan biçimde ele almak, * Siyasal gençlik örgütlenmelerinden başlayarak süreci geniş bir ilerici-devrimci kesimin tartışmasına açmak, * Genç-Sen içinde dinamik bir muhalefet ve çalışma ekseni oluşturmak için örgütsel bir koordinasyon oluşturmak, * Forumlar üzerinden Genç-Sen’in bugüne kadar oluşturmaktan özenle çekindiği tartışma platformalarını kamuoyuna açık bir biçimde gerçekleştirmek, bu kapsamda gençlik hareketinin ve örgütlenmesinin sorunlarını da içine katan bir eksende geniş bir tartışma zemini oluşturmak, * Genç-Sen içinde tartışılacak ve önümüzdeki dönem yürütülecek faaliyetin politik ve pratik çerçevesini oluşturmak, * Kendini açık bir taraf olarak, genel çerçeve netleştiğinde kamuoyuna açıklamak... Bu adımlar Genç-Sen içindeki ilkesiz taraflaşmanın karşısında açık bir politik taraf olarak örgütlenmek için öncelikli adımlardır. Bu adımlar etkin bir biçimde atıldığı, dinamik bir tartışma süreci oluşturulduğu koşullarda, önümüzdeki gerici barikatların birer birer yıkılacağından kuşkumuz yok. Nitekim, bizim de parçası olduğumuz yetersizliklerden kaynaklı olarak, Genel Kurul sürecinde etkin ve politik bir taraflaşma tüm çabalara karşın başarılamamıştır. Oysa genel kurul sürecinde ortaya çıkan ayrışma henüz başlangıç sürecinde kendini açık bir biçimde ortaya koymuştu. Etkin ve birleşik bir taraflaşma gerçekleştirilemediği için, genel kurulda süreci etkileyen bir muhalefet ve buna uygun bir sonuç ortaya çıkarılamamıştır. Burada tanımlanan bir müdahale çabasıdır. Bugün dinamik bir tartışma zemini dahi birleşik bir hareket oluşturma çabasında paha biçilmez bir önem taşımaktadır. İlkesel bir çerçevede hareketin ihtiyaçları ekseninde bir politik odaklaşma sağlanmadan GençSen’i etkin bir araç haline getirmek mümkün değildir.

Genel kurul sürecinde ve öncesinde genel kurulu bir oldu bittiye getiren tutumlar genel kurulun birleşik bir tartışma zeminine dönüşmesini de engellemiştir. Genç komünistler olarak sürece yeterli bir ilgi ve devrimci bir taraflaşma çabası açısından etkin bir tutumla hazırlanmadığımızı açıklıkla belirtmeliyiz. Sürecin işleyen hiçbir mekanizmasının olmaması bizi sınırlayan bir rol oynamıştır. Ancak müdahale etmekte zorlandığımız kapalı kapılar, kulis faaliyetleri geride kalmıştır. Genç komünistler önümüzdeki süreçte, Genç-Sen’i kitle mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt veren birleşik bir örgütlenme haline getirmek için etkin bir çaba ortaya koyacaklardır. Bu kapsamda Genç Komünistler aşağıdaki hedefler çerçevesinde hareket edeceklerdir: * Genç-Sen’i birleşik bir gençlik mücadelesinin aracına dönüştürmek, * Genç-Sen’in sınırlarını aşan bir kapsamda birleşik gençlik hareketi ve örgütlenmesi sorununu tartışmak, bu kapsamda gençlik içinde dinamik bir politik tartışma süreci örgütlemek, * Ticari eğitime ve geleceksizliğe karşı gençliğin kitlesel mücadelesini örgütlemek, * Gençliğin ve ülkenin öne çıkan gündemlerini etkin ve birleşik bir çalışma biçiminde işlemek, * Kitlesel bir gençlik örgütlenmesi için taban inisiyatifini açığa çıkartacak bir çalışma tarzını birleşik bir biçimde oluşturmak, * Birleşik bir gençlik hareketi hedefli etkin bir politik taraflaşmanın adımlarını atmak. Genç-Sen’in bugüne kadarki pratiği liberal bir önderliğin sınırlarına sıkışmasından kaynaklanmaktadır. Bu zayıflık üzerinden birleşik bir çabayı anlamsızlaştırmak elbette büyük bir hata olacaktır. Zira tüm eksiklerine rağmen ortada birleşik bir örgütlenme olanağı vardır ve sorunlar devrimci bir önderlik ve müdahale ile aşılabilir. Bugün hangi saiklerle olursa olsun buna burun kıvırmak, görmezden gelmek birleşik bir gençlik mücadelesinin olanaklarına sırt çevirmek anlamına gelecek, dar grupçuluğun ifadesi olacaktır. “Bugün öğrenci hareketine etkin ve yolaçıcı bir müdahale tam da bu parçalı güçlerin birleşik bir örgütlenme ve pratik içinde seferber edilebilmesinden geçmektedir. Bu nesnel bir imkan olduğu kadar nesnel bir ihtiyaçtır da. Nesnel bir imkandır diyoruz; zira öznel planda birçok grup arasında bölünmüş olsa da sözkonusu olan yılların mücadelesi içinde öğrenci hareketinin oluşturduğu ilerici-devrimci birikimdir ve nesnel varlığı ile gerçekte ona aittir. Nesnel bir ihtiyaçtır diyoruz; zira öğrenci hareketinin bu öncü birikimine dayanmak, geniş öğrenci kitlelerine etkin ve başarılı bir yönelimin olmazsa olmaz koşuludur. Bu gücü toplamı içinde birleşik bir kuvvet olarak harekete geçiremediğimiz ölçüde, hiç değilse bugün için geniş gençlik kitlelerinde yankı uyandıracak ve destek bulacak bir gençlik mücadelesi geliştiremeyiz.” (Ekim, Gençlik Hareketinin Sorunları, sayı: 239, Ekim 2004)

Bu kapsamda ilk adım olarak gençlik örgütlenmesi sorunu ve Genç-Sen’e pratik/politik müdahalenin sorun ve olanaklarını doğru bir temelde değerlendirmek, bu müdahalenin pratik biçimlerini ortaya çıkartmak gerekmektedir. Bugüne kadar ortaya koyduğumuz değerlendirmeler ışığında tüm yerellerin bulundukları illerdeki Genç-Sen pratiklerine etkin müdahalenin sorun ve olanaklarını tartışarak ikinci döneme hazırlanmaları gerekmektedir. Genç komünistlerin Genç-Sen içindeki konumlanışı, dönemin acil ihtiyacı ve hedefi olan birleşik bir gençlik hareketi ve örgütlenmesinin geliştirilmesi doğrultusunda olacaktır. GençSen’in, yapısal zaafları aşılmadan, böyle bir araç haline gelmesi olanaksızdır. Ancak etkin ve birleşik bir faaliyetin dönem içinde bu zaafları aşacak sonuçlar yaratacağından da kuşku duymuyoruz.

Ekim Gençliği


Ciddiyet, samimiyet ve ilkelere dayalı bir mücadele, devrimci bir akım ve örgütün olmazsa olmaz nitelikleridir. Ancak günümüz gençlik gruplarının önemli bir kısmı gençlik hareketinin yılları bulan darlığı ve çıkışsızlığının, öte yandan da bağlı oldukları siyasal yapının yapısal zaaflarının bir sonucu olarak, belirgin bir ciddiyet ve samimiyet sorunu yaşamaktadırlar. Bugün ağırlıklı olarak sözkonusu olan, günü kurtarma çabasının bile artık görülemediği, devrimci mücadelenin dışına sürüklenmiş bir siyasal gençlik grupları tablosudur. Bunu belirleyen, hareketin ihtiyaçlarının ötesinde grupsal çıkar ve kaygılar, çoğu durumda hiçbir tutarlı mantıkla açıklanamayacak yön ve tutum farklılıklarıdır. İlkeler, buna dayalı bir mücadele... Mücadelenin her adımında buna uygun bir konumlanış ve tutum... Devrimci bir örgütlenmenin ciddiyetini belirleyen temel ölçüt budur. Bu ölçütten yoksunsanız, siyasal mücadelede yönünüzü belirleyen doğrultudan yoksun kalırsınız. Bu sizi ciddi ve tutarlı bir yapı olmaktan alıkoyar. Bir de bu durumun üzerini örtmek için belirgin bir çaba harcıyorsanız, gölge dövüşleri yaparak günü kurtaran tartışmalarla yolunuzu yürüyorsanız, samimiyetiniz de tartışmalı bir hale gelecektir. Atılım’ın 189. sayında “Genç-Sen maratonu başladı” başlıklı bir değerlendirme yayınlandı. Değerlendirme ana hatları ile SGD ve Atılım çevresinin genel kurul sürecini, öte yandan ise ortaya çıkan eğilim ve taraflaşmayı tartışmak/tanımlamak isteği ile kaleme alınmış. Nitekim metin bu başlıklara dair de belli başlı açıklamalarda bulunuyor. Ancak metnin sıradan bir okuyucunun dahi dikkatini çekecek yanı, olgusal bir takım gerçekleri değerlendirmekten çok kendini açıklama çabasına girişmiş olmasıdır. Bu durum anlaşılırdır. Zira genel kurul, Atılım‘ın “objektif haber anlayışı”nın üzerini tek bir metinle örtemeyeceği tutarsızlıkları, bir kez daha üstü örtülemez bir biçimde dışa vurmuştur. Atılım’ın ortaya koyduğu eleştirilerin ve tanımlamaların doğruluğunu devrimci bir ilkesellikle tanımlamaya çalışmak, ilkelerden yoksunluğun kanıksandığı gençlik hareketi içinde birçokları için anlamsız görülebilir. Ancak bizim için önemli olan kimin ne anladığı değil, gerçekler ve ilkelerdir.

SGD ve Atılım çevresi gençlik hareketi içinde neyi savunuyor?

“Genç-Sen’i önemseyen ve bu işe emek harcamak isteyenler”in dönem boyunca anlamlı sonuçlar oluşturduğunu düşünenler, Genç-Sen içinde nasıl bir pratiğin ve tartışmanın temsilcisi olmuşlardır? Bu çevre açısından Genç-Sen, henüz başlangıçta kitle mücadelesi dışında tanımlanmıştır. Geçtiğimiz yıl boyunca yapılan tartışmalarda SGD çevresi suya sabuna dokunmadan, tek bir pratik-politik çaba harcamadan, kuruluş sürecinin yürütülmesini tartışmıştır. Zira Genç-Sen içinde bizim de dahil olduğumuz; süreci alanlarda örgütlemek, tabanın inisiyatifine dayanan bir çalışma süreci hedeflemek ve gençliğin öne çıkan gündemlerini birleşik bir tarzda belirlemek tartışmalarının karşısında, neredeyse tüm süreç boyunca SGD çevresini bulduk. Bu karşıtlıkta etkin bir desteğe sahip olduklarını da belirtmemiz gerekiyor. Zira DİSK bürokrasisi için de hedeflenen ana hatları ile buydu: Kısa bir tanıtım, ardından ise hızla kendine yakın anlayışlarla bir genel kurul süreci örgütlemek. Bu noktada SGD hızlı bir kulis çalışması ile bu anlayışta ortaklaşacağı yol arkadaşlarını da bulmuş oldu: SDP, EHP, Anti kapitalist... Sonrasında pratik çaba olarak tanımlanacak tek iş, sorunsuz bir genel kurul ile koltukların paylaşılması çabasıdır. Elbette bu süreç etkili bir “emek harcayarak” geçirilmiş olabilir. Ancak burada bizi ve doğallığında gençlik hareketini ilgilendiren bir yan bulunmuyor. Zira bazıları koltuk kapma sevdasıyla, DİSK bürokrasisi ve liberal gençlik çevreleri ile ilkesiz bir birlikteliğin “yoğun pratiğini” sergiliyorlar diye bizim de aynı pratik süreçte yer almamızı beklemeleri kendi ciddiyetsizliklerinin bir dışavurumu olabilir ancak. YTÜ’de örgütlenen yemekhane boykotuna destek çağrımızı yanıtsız bırakanları, “Meslekler nereye sempozyumu”nun örgütlenme sürecine katılım çağrımıza ayak direyenleri, üniversite önlerinde soruşturma terörüne karşı mücadele ederken bu temel gündemi tartışmak ihtiyacı dahi duymayanları beklemek gibi bir niyetimiz hiç olmadı. Tartışmalar yapıldı, sonuç belirlendi ve biz gücümüze

9


Şimdi Atılım ve SGD çevresine sorulması gereken asıl soruya geçelim: Bu çevre gençlik hareketi içinde güncel planda neyi savunuyor? Yıllardır tekrarlanan ve bizim bir türlü karşılaşamadığımız “kitlelere hücum” perspektifi mi hareketin biriken sorunlarına dair çözüm yaklaşımı? Ya da “sosyalist aydınlanma” hayalleri ile kurdukları, şimdi ise işletmekte bile zorlandıkları Sosyalist Gençlik Dernekleri mi hareketin sorunlarını çözecek olan?

10

güven temelinde pratik faaliyetimizi yürütmeyi sürdürdük. Ötesi bizim işimiz olamaz, olamazdı. Şimdi Atılım ve SGD çevresine sorulması gereken asıl soruya geçelim: Bu çevre gençlik hareketi içinde güncel planda neyi savunuyor? Yıllardır tekrarlanan ve bizim bir türlü karşılaşamadığımız “kitlelere hücum” perspektifi mi hareketin biriken sorunlarına dair çözüm yaklaşımı? Ya da “sosyalist aydınlanma” hayalleri ile kurdukları, şimdi ise işletmekte bile zorlandıkları Sosyalist Gençlik Dernekleri mi hareketin sorunlarını çözecek olan? Başlangıçta belirttiğimiz gibi, ciddiyetsizlik bir tercih değil, bir yoksunluktur. İlkelerden ve ilkesel hassasiyetlerden yoksunsanız, hareketin sorun ve ihtiyaçlarını tanımlamaktan yoksunsanız, yaşam size ciddiye alınır bir örgütlenme olma şansı tanımaz.

SGD çevresinin siyasal pratiği: Bir rüzgar gülü siyaseti

Atılım ve SGD çokça alışık olduğumuz bir el çabukluğu ile genel kurul sürecinden yansıyan birtakım sorunlardan sıyrılmak derdindedir. Alıntılıyoruz: “Anadilde eğitim bir diğer tartışma konusu... Sosyalist gençlerin anadilde eğitim konusundaki tavrı, bugüne kadar ortaya koyduğu pratiklerle sabittir. Nitekim sosyalist gençler, 2002’de anadilde eğitim kampanyasının destekçisi değil örgütleyicisi olmuşlar, sonraki yıllarda üniversitelerde Kürdoloji bölümünün açılması yönünde çalışmalar yürütmüşlerdir. En son, kurucu genel kurulda GençSen’in de bu yönde bir tutum benimsemesi için uğraş vermişlerdir. Bu talebin, sendikanın ‘amaç ve ilkeler’ini tarif eden metinde yer alması için özel bir gayret sarf etmişlerdir. Sonuçta, Genç-Sen Kurucu Genel Kurulu başarı ile gerçekleştirildi. Şimdi ne yapmalı? Genç-Sen’in kampüslerde ve tek tek fakültelerde canlanmasına hizmet eden hazırlık çalışmaları, tanıtım kampanyasına evriltilmeli, öğrenci sendikasını daha geniş gençlik kitlesiyle buluşturmak için seferber olunmalı. Bu sorumluluk, herkesten önce sosyalist gençlerin omuzlarındadır.” Asıl sorun “Anadilde eğitim bir diğer tartışma konusu...” olarak ifade edilen noktadır. Yanıtlanması gereken konu ise tüzüğe bu maddeyi koymaya SGD’nin neden karşı çıktığıdır. Buna yanıt vermek için başlanmış bu koca alıntıda bir yanıt bulunuyor mu? Yine değerlendirme metninin bütününe hakim olan o savunmacı yaklaşımla ama biz geçmişte bunu yaptık denilmekte, “sonuçta Genç-Sen Genel Kurulu başarı ile gerçekleşti” denilerek anlaşılmaz bir ciddiyetsizlikle yaşanan sıkışmanın üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Yani bir basınçla yanıt arayışına girişilmiş, söyleyecek bir şey bulunamayınca da sorun evelenip gevelenmiştir. Atılım açısından bu yeni bir ciddiyetsizlik örneğidir. Bir açıklama yapmak yerine, her zaman tercih ettiği gibi tartışmayı yok saysaydı daha akıllıca olurdu. Metinden yansıyan koca bir ciddiyetsizliktir... SGD anadilde eğitim gibi temel önemde bir konuyu insanların gündemine sokmak, tartıştırmak ve bu gündem ekseninde genel kurulu açık bir tutum almaya çağırmak yerine, “talebi amaç ve ilkeler metninde tartışırız” demekle yetinmiştir. Peki neden çokça önemsenen tüzükte anadilde eğitim talebinin geçmesine karşıt bir tutum açıklamıştır SGD? Açık ki sorun, yeni durum ve bunun oluşturduğu dengelerdir. DİSK’le kulisler yapıp samimiyetinizi

onlara açıklamak için ikna edici bir çaba harcıyorsanız, temel sorun olarak genel kuruldan MYK seçilmeyi koymuşsanız, iş Kürt sorunu karşısında tutum almaya gelince günün ihtiyaçları ile ilkesel çerçeve arasında sıkışıp kalırsınız. Zira bu DİSK’in onlarca örnekle sabit şoven çizgisi ile ilkelere dayanan bir tartışmayı göze almak demektir. Yine “yasal” bir eksene sıkışan hatta hazırlanan tüzükte yasal çerçevede ortaya çıkan uyumsuzlukları düzeltmeyi, bu açıdan tüzüğü düzenin müdahaleleri karşısında tartışmaya açmayı taahhüt etmiş iseniz, zaten başlangıçta bu yasalcı boyunduruk anadilde eğitim talebini tüzüğe koymanıza engel olacaktır. Aynı konu üzerine söz alan EHP temsilcisinin söylediği “Eğitim-Sen bu nedenle kapatıldı, şimdi biz de aynı sonuçla mı karşılaşalım” sözleri politik bir iflası tanımlamakla beraber en azından samimi bir ifade olarak değerlendirilmelidir. Burada Kürt sorunu gibi temel önemde bir sorun karşısında düşülen durum bizi hiç şaşırtmamıştır. Zira hiçbir dönem bu çevrenin Kürt sorunu karşısında ilkelere dayalı bir yaklaşımı, buna uygun bir pratiği bulunmamıştır. Sorun Kürt hareketinin kuyruğunda ve onun dümen suyunda bir siyaset arayışıdır. Buna uygun olarak kendini konumlandırma çabasıdır. Şimdi ise öncelikli yan DİSK’in kuyruğunda ve dümen suyunda bir siyaset arayışıdır. Ve ona uygun konumlanıştır. İlkeler mi? Geçiniz! Bunun ne önemi olabilir ki? İşte SDG çevresinden genel kurul süreci ile bir kez daha yansıyan budur.

Kuyrukçuluk ve ciddiyetsizlik üzerine son sözler

Şimdi Atılım’ın yapmaya çalıştığı iki temel eleştiriyi kısaca da olsa yanıtlayalım. Oluşturduğumuz önergeleri geri çekme nedenimizi açıkladığımız, bunu genel kurul sonrasında haklı çıkartan onlarca anti demokratik tutum örneği bulunuyorken, eleştiriniz neyi hedeflemektedir? Eğer değerlendirmelerimize dair bir tartışmanız varsa ve elbette bunu yapacak bir cesaretiniz, bekliyoruz? Ama bunu yapmadan ve kendi tutumunuzu dahi gerekçelendiremeyen bir metinle kalkıp bizi eleştirmeye kalmak bir başka ciddiyetsizlik örneğidir. DPG’nin çekilmesi sonrasında Ekim Gençliği de genel kurul sürecini terk etmiştir. Bu konuda DPG’nin tutumu elbette bütünsel bir doğruluk taşımıyor, zamanlama ve üslup açısından eleştirilebilir. Biz bir takım yanlışları kullanmak derdi ile hareket etmiyoruz, etmeyiz de. Bu noktada çıkışımızı belirleyen asıl neden, DPG’nin yürüttüğü tartışma zeminine gösterilen tahamülsüzlüktür. Bunu saldırgan biçimlere taşımaktır. Zaten demokrasicilik oyunu oynanan genel kurulun birleşik bir tartışma olanağına ve farklı düşüncelere verdiği saldırgan yanıttır. Zira bizim için bugünkü biçimiyle GençSen’den daha önemli olan gençlik içinde dinamik bir tartışma süreci oluşturmaktır. İlkesizliği yaşam biçimi haline getiren bir siyaset, genel kurul sürecine ve öncesine dair kalkıp bizi eleştirme ve hatta “kuyrukçuluk” ve “ciddiyetsizlikle” suçlama cesareti göstermektedir. Siyasal literatürde olmasa da sosyal yaşam içinde “aptal cesareti” denen bu olsa gerek. Ekim Gençliği


Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet mitingleriyle tırmandırılan “laik/anti-laik” taraflaşması, geçtiğimiz günlerde ortaya atılan “türban ile üniversiteye girme/girememe” tartışmalarıyla birlikte yeniden karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan düzen içi taraflaşmaya paralel bir biçimde kamuoyuna açıklamalar yapılmakta, üniversitelerde ardı ardına imzalar toplanmakta, ülke gündemi bu soruna sıkıştırılmak istenmektedir. Düzen içi taraflardan liberal “aydınlar”a ve hatta “sosyalist” olma iddiasındaki kimi siyasal yapılanmalara kadar tartışmanın yürütücüleri, “laiklik”, “din ve vicdan özgürlüğü”, “demokrasi ve insan hakları” vb. üzerine nutuklar atmakta, toplum bu iki taraftan biri olmaya zorlanmaktadır. Taraflardan biri kadının özgürlüğünü, genel hak ve özgürlükleri kılık-kıyafet “serbestliğine” indirgemekte, diğerleri “şeriat geliyor“ hezeyanları ile sözde laiklik savunuculuğuna girişmekte, “gericiliğe karşı aydınlanmanın bayrağı”nı yükseltmektedir. Oysa, bugün ABD emperyalizminin işbirlikçisi ve islamcı sermayenin temsilcisi AKP, türban tartışmalarında ters düştüğü TÜSİAD da dahil olmak üzere, bütünüyle sermaye sınıfının çıkarlarını korumakla ve sistemin devamlılığını sağlamakla yükümlüdür. Yanı sıra emperyalist-kapitalist sistemle ilişkiler çerçevesinde, her inançtan işçi ve emekçiyi içine alacak biçimde, sosyal yıkım politikalarını pervasızca uygulamaktadır. “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atanlar ise büyük bir çelişkiyi yaşamaktadırlar. Çünkü bu ülkede laik bir sistem yoktur ve hiç olmamıştır. “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” amacıyla kurulmuş Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum ortada iken, devlete bağlı ve maaşlı onlarca imam ve din adamı mevcut iken, imam hatip liselerinin sayısı her geçen gün artarken, ilkokuldan liseye kadar zorunlu din dersi uygulaması yürürlükte iken laiklikten bahsetmek mümkün değildir. Vurgulanması gereken noktalardan biri de, her dönem “göreve çağrılan” ve “laikliğin koruyucusu” olarak görülen ordunun temel görevinin mevcut sömürü sistemini koruma ve kollama olduğu ve en önemlisi, bu ülkede dinsel gericiliğin bu denli güç kazanmasının önünün bizzat bu ordu tarafından açıldığıdır. Amerikan emperyalizminin “yeşil kuşak projesi” ve bu doğrultuda karşımıza çıkarılan “Türk-İslam sentezi”, bizzat 12 Eylül askeri-faşist darbesi ile ordu tarafından hayata geçirilmiştir. Zorunlu din dersi uygulamasından imamhatiplerin pıtrak gibi çoğalmasına kadar birçok uygulama o dönemle birlikte ordu eliyle hayata geçirilmiş, böylece ABD

patentli “ılımlı islam projesi”nin zemini döşenmiştir. Ve en önemlisi, bugün laiklik/anti-laiklik tartışmaları ile kitlelerin bilinçleri bulandırılırken, üniversite gençliğini, işçi ve emekçi kitleleri ilgilendiren birçok kritik yasa ve saldırı bir bir hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.

Dinsel gericilik karşısında komünist tutum

“Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk ‘entelektüel’ bir sorun gibi ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfların bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.” (Lenin, Sosyalizm ve Din, Eriş Yayınları)

Burada sorunun nasıl ele alınması gerektiği çok özlü bir biçimde ortaya konulmaktadır. Komünistler dine ve dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi, sorunu besleyen nesnel-toplumsal koşullardan bağımsız ele almazlar. Dinsel gericiliği sürekli besleyen maddi-toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadıkça sorunun kalıcı bir tarzda çözülemeyeceği bilimsel gerçekliğinden hareket ederler. Bu tutum elbette hiçbir biçimde dinsel gerici ideolojiye karşı mücadeleyi tali plana itmemekte, sorunu önemsizleştirmemektedir. Burada önemli olan, sınıf mücadelesinden kopuk bir tarzda ortaya konulan “tepeden din yasaklamacılığı” gibi “burjuvazinin ekmeğine yağ sürecek” tutumlardan kaçınabilmektir. Komünistler dinin devletten tümüyle ayrılmasını, devletin dine kişisel vicdan ve inanç özgürlüğü bağlamında yaklaşmasını, dini eğitimin ortadan kaldırılmasını savunmaktadırlar. Öte yandan, tartışmanın türbana indirgenmesine karşı çıkmakta ve tepeden bir yasaklamayla topluma nüfuz etmiş dinsel gericiliğin ortadan kaldırılamayacağı bilinciyle hareket etmektedirler.

11


Emekçiler gerici güçlerin peşine takılmayı reddetmelidir!

İşçi sınıfı ve emekçilerin gündemi; saldırı furyasına karşı direniş olmalıdır!

12

TBMM Genel Kurulu’nda 9 Şubat’ta yapılan ikinci tur oylamada, 103 ret oyuna karşılık 411 oyla kabul edilen kanunla türbanın yükseköğretimde serbest bırakılmasının yolu açıldı. Dinci-gerici AKP ile ırkçı-faşist MHP ortaklığıyla kabul edilen yasa, cumhurbaşkanı tarafından onaylanırsa, dinci gericilik önemli bir mevzi kazanmış olacak. Tabii dinci gericiliğin Çankaya tepesini denetlediği gözönüne alındığında kanunun onaylanma ihtimali yüksektir. Nitekim bazı üniversiteler şimdiden kapılarını türbanlı öğrencilere açmış bulunuyor. Dinci-gerici cephenin bu adımıyla türban etrafında dönen tartışma daha da alevlenirken, destekçilerini sokaklara çıkaran taraflar kararlılık gösterisinde bulundu. Ancak gerici güç odakları arasındaki bu çatışmada dinci-gerici cenahın üstünlüğü ele geçirdiği gözlenmektedir. Irkçılık histerisi yayıldığında faşist partiyle aynı kulvarda buluşan “sol kılıklı” milliyetçiler şaşkınlık içinde görünmektedir. Zira AKP, faşist partinin desteğini alarak taarruza geçmiştir. Bu gelişmeler, faşist partinin kendilerine yaklaştığını savunan “sol kılıklı” milliyetçilerin foyasını ortaya çıkarmıştır. Olaylar gösteriyor ki, faşist parti yerli yerinde dururken, bu çevreler faşist partiye yaklaşmıştır. Perinçekçi İP’in MHP’yle ittifak kurmasında olduğu gibi, faşist parti bir kez daha onları hayal kırıklığına uğratmıştır. Zira bu ülkede hem faşist cenah dinci gericiliğe yakın olmuş hem dinci-gerici cenah ırkçılıkla malul olmuştur. AKP-MHP ittifakının bu kritik evrede kolaylıkla sağlanması, büyük ölçüde bu doku yakınlığıyla da ilgilidir.

Laikliğin bekçisi olduğunu öne süren cenahı asıl güçsüz kılan ise generallerin son günlerdeki suskunluğudur. Dinci-gericiliği denetim altında tutmak için “postmodern darbe” yapan, “emuhtıra” yayınlayan generaller, son gelişmelerle pek ilgili görünmüyorlar. İkinci NATO ordusuna “ilerici” payeler biçen, dahası bu fantaziye inanarak “postal”dan medet umanların derin bir düş kırıklığına yuvarlandıkları kesin. Kürt halkı üzerine bomba yağdırmakla meşgul olan Amerikancı generaller ile “türbana özgürlük” için cihat açan Amerikancı AKP’nin zımni bir anlaşmaya varmış olmaları ihtimal dışı değildir. Zira Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay İkinci Başkanı’nın geçen Kasım ayında Beyaz Saray’da huzura çıkmasından sonra taraflar arasındaki çatışma belli bir dengede tutulmuştur. Bu koşullarda tarafların bazı konularda karşılıklı tavizler vermesine dayalı, yeni dengeleri gözeten zımni bir anlaşmaya varmaları önünde bir engel görünmüyor. Taraflar arasında zımni bir anlaşma sağlanmış olsa bile, gerici güç odakları arasındaki çıkar çatışmaları devam edecek, emekçiler yine cenahlardan birinin peşine takılmak istenecektir. Bu arada bazı sol kurum ya da çevrelerin dincilaik çatışmasında dolaylı da olsa taraf olma eğilimi sergilemeleri, kafa karışıklığının daha da artmasına hizmet edecektir. Hem türban savunucusu hem türban karşıtı kesimler farklı çevrelerde taraftar bulabilmektedir. Dinci gericilerle onlara yedeklenenler türbanı savunmanın özgürlüğü savunmak olduğunu öne sürerken, karşı cephede olanlar ise, türbana karşı


çıkmanın laik-demokratik kazanımlara sahip çıkmak anlamına geldiğini iddia ediyor. Tarafların tartışmalarında işçi sınıfına, emekçilere, ezilen Kürt halkına yer yoktur. Ekonomik-sosyal kazanımların gaspına, demokratik hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına ses çıkaran olmadığı gibi özelleştirme saldırısına karşı çıkan da yok. Sendikalaştıkları için patronların bekçi köpekliğini yapan kolluk kuvvetlerinin saldırısına uğrayan işçilere destek veren taraf olmadığı gibi, Kürt halkının tepesine bomba yağdırılmasını da hep birlikte alkışlıyorlar. Bunun böyle olması taraflar adına kaba bir riyakârlık gösterisi yapıldığını ortaya sermekle birlikte, şaşırtıcı değildir. Zira bu bilinçli bir sınıfın, burjuvazinin tüm kesimlerinin kölelik ve yağma düzeni kapitalizmi savunma içgüdülerinin kaçınılmaz sonucudur. Onlar özgürlüğü de, demokrasiyi de kendileri için istiyorlar. Yani emekçilerin ürettiği artıdeğerin yağmasından daha büyük bir pay alma özgürlüğü peşindedirler. Biliniyor ki, kapitalistler için sömürüde sınırsız özgürlük olduğu yerde, işçi sınıfı ve emekçiler için kölelik vardır. O halde, en basit demokratik hakkı kullanma özgürlüğü bile, ancak emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarına nasıl yansıdığına bakılarak ölçülebilir. Diğer bir ölçüt ise, işçi sınıfıyla ezilenlerin davasını savunan siyasi güçlerin, yani devrimci hareketin faaliyet yürütme özgürlüğüyle ilgilidir. Bu ölçüt üzerinden bakıldığında, ne dinci-gerici cenah, ne postaldan medet uman ancak hayal kırıklığına uğrayan “laik” cenah demokrattır. Zira taraflar, hem işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının giderek kötüleşmesine yol açan neo-liberal saldırıya destek veriyor, hem de devrimcileri “terörist” kategorisine yerleştirip her tür haktan mahrum bırakılmasını savunuyorlar. Genelde işçi sınıfı, daha özel planda ise sınıfın ileri kesimleri bu sahte ikilemi reddetmelidir. Taraflardan birinin peşine takılmak, işçi sınıfının cellatlarının hizmetine girmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Taraflardan biri sömürü ve köleliğe karşı direnmeyi değil avuç açmayı önerirken, öbürü ırkçışoven zehirle işçi sınıfının birliğini parçalamaya gayret ederek aynı amaca hizmet ediyor. Biri dinsel aidiyeti öne çıkarırken, diğeri ulusal aidiyeti öne çıkarıyor. Yani her iki taraf da, işçi sınıfının sınıf kimliğinin, sınıf aidiyetinin yozlaştırılması için uğraşıyor. Demek oluyor ki, taraflar hem işçilerin birliğini baltalamaya hem de halklar arası kardeşliği yıkmaya çalışıyorlar. Unutmamak gerekir ki, bu uğursuz çabaları bilinçli olduğu kadar planlıdır da. Çünkü onlar başka bir dünyanın, kapitalizmin kokmuş karanlıklar dünyasının mensuplarıdır. İşçi sınıfıyla ezilenler, asalak kapitalistlerin ve onlar adına siyaset yapanların peşine düşmekten özenle kaçınmalıdırlar. Bunun yolu kendi sınıfının davası uğruna mücadele etmeyi başarmaktan geçiyor. Egemenler karşımıza iki gerici bayrakla çıkıyorlar. Onları elimizin tersiyle itmek, işçi sınıfı ve emekçilerin kızıl bayrağı altında birleşerek yanıt vermek gerekiyor. Sömürücü sınıflardan ya da onların çıkarlarını temsil eden düzen partilerinden medet ummak, egemenler arası çatışmada bir tarafın kuyruğuna takılmak, tam bir aymazlık olacaktır. Böylesi bir aymazlığın yaratacağı sonuç ise kölelik içinde çürümek olabilir ancak.

Elbette işçi sınıfı ve emekçilerin en azından öncü bilinçli kesimleri, egemenlerin kurduğu bu tuzakların farkındadır. Fakat saldırıların boyutu göz önüne alındığında, farkında olmak yetmez. Bu bilinci emekçiler arasında alabildiğine yayarak eylemli mücadeleye kanalize etmek gerekir. Sınıf devrimcileri, başlayan bahar sürecini bu bilinci işçi sınıfıyla emekçilere taşımanın bir olanağına çevirebilmelidirler. İşbirlikçi sermaye iktidarının ekonomik-sosyal, ideolojik-politik saldırısının hedefindeki emekçiler saldırılara karşı mücadelenin öznesi haline getirilebilmelidirler. Bu amaçla emekçileri uyarmak, bilinçlendirmek, örgütlemek, daha da önemlisi eylemli mücadelenin asli unsurları haline getirmek büyük bir önem taşımaktadır. Hem düzenin pervasız saldırılarına karşı etkili bir yanıt vermek, hem de devrim ve sosyalizm davasını güçlendirmek, bu alanda sağlanacak başarıyla bağlantılı olacaktır. (Sosyalizm için Kızıl Bayrak, Sayı: 2008/07, 15 Şubat ‘08)

13


Doğramacı ve Gürüz geleneğinin temsilcisi: Yusuf Ziya Özcan...

Üniversite-sermaye işbirliğinde girilecek yeni aşama!

14

6 Kasım 1981 tarihinde kurulan ve kurulduğu günden bu yana üniversitelerin çok yönlü bir biçimde düzene entegrasyonu görevini üstlenen YÖK, yeni başkanına kavuştu. Sermaye düzeninin bu kilit kurumuna, yine sermaye düzeninin kilit isimlerinden biri getirilmiş oldu: Yusuf Ziya Özcan... Şimdilerde bu isim üzerine düzen içi taraflaşmada laiklik postu giymiş klik tarafından fırtınalar kopartılıyor. Ancak bu esip gürlemeler bir kenara bırakıldığında, Yusuf Ziya Özcan’ın, “temiz” siciliyle, sermaye düzeninin rahatça YÖK’ü teslim edebileceği bir isim olduğu da açıkça görülüyor. Önümüzdeki dönemde üniversitelerin yapısında bir dizi değişiklik olacağı bugünden öngörülmeli. Elbette YÖK aynı YÖK, elbette değişen bu kurumun misyonu değil. Değişen YÖK başkanlığı kapısındaki isim tabelasından ibaret. Ancak Yusuf Ziya Özcan’ın neo-liberal politikaların hız kazandığı bir dönemde bu ulvi görevi üstlenmiş olması da, artık bir takım adımların daha hızlı atılacağının, 27 yıllık üniversiteleri sermayenin denetimine bırakma serüveninin doruk noktasına ulaşacağının yeni bir göstergesi olarak değerlendirilmeli. Nitekim çiçeği burnunda YÖK başkanının arka arkaya yaptığı açıklamalar da bu tespitin ilk göstergesi.

Düzen içi taraflaşmada YÖK krizi ve AKP’nin stratejik hamlesi

Sermaye düzeninin farklı klikleri arasında süregelen denge, AKP’nin 22 Temmuz seçim başarısı üzerine ciddi bir sarsılma yaşadı. Devlet bürokrasisinin üç önemli koltuğuna kurulan AKP, dengenin yeniden kendi aleyhine eşitlenmemesi

için kritik noktalarda oldukça hassas adımlar atmaktan geri durmuyor. Türk-İş’ten Merkez Bankası’na, düzen içerisinde farklı misyonlarla öne çıkan bir dizi kurumu denetimi altına alan AKP iktidarı, ordu eksenli kliğin dengeyi yeniden eşitlemedeki temel kozu olan Kürt sorunundan da ABD’den operasyon izni kopartarak sıyrılmış oldu. Yine TÜSİAD ile arasını hoş tutma yaklaşımından asla taviz vermeyen AKP iktidarı, SSGSS yasa tasarısına hız kazandırmak başta olmak üzere TÜSİAD’ın tehditkar mektuplarla hatırlattığı bir dizi meselede de adım atmaktan geri durmadı. YÖK Başkanı ataması da AKP’nin bu toplam stratejisi ile uyumlu bir hamle olarak kayıtlara geçmiş oldu. YÖK Başkanlığı’na getirilen isim, gerek TÜSİAD içerisindeki konumlanışı, gerek ABD ile kurduğu kurumsal düzlemdeki ilişkileri, gerekse “terörle mücadele” merkezli orduyla kurduğu dirsek teması ile sermayenin farklı kliklerinin sözcülerinin üzerine çok rahat söz söyleyemeyeceği bir isim. Elbette CHP kanadı hala Özcan’ın sicilinde yer alan ve islamla ilgili olan araştırmalar üzerinden fırtınalar kopartmaya çalışsa da, yeni YÖK Başkanı, TÜSİAD’ın, ABD’nin, özellikle de Türkiye’nin eğitim politikasındaki dönüşümler noktasında çoktan geri sayımı başlatmış ve bunu türlü raporlarla ilan etmiş İMF, DB, TÜBİTAK gibi kurumların güvenini yıllar öncesinden kazanmış bir kimlik. Bu haliyle AKP bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Bir yandan neo-liberal dönüşümleri bütünlüklü hayata geçirme noktasında üstlendiği görevi düzen içi tartışmalarla yavaşlatmaktan kaçındığını ortaya koyan AKP, diğer yandan üniversitelerde yaşanacak dönüşümleri zora sokabilecek,


engelleyebilecek potansiyel bir gençlik hareketinin de önlemini, kurumun başına “sosyal hareketlilikle baş etme” konusunda stratejist sıfatı taşıyan bu ismi getirerek almış oldu.

Her taşın altından Özcan çıkıyor!

Yusuf Ziya Özcan’ın akademik özgeçmişinin dökümü, üniversite-sermaye işbirliğinin Türkiye’deki tarihçesine denk düşüyor. 1973’te Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra devlet bursu ile Chicago Üniversitesi’ne devam eden Özcan, burada yüksek lisans ve doktorasını tamamlıyor. “Türkiye’de sosyal tabakalaşma ve sosyal hareketlilik” üzerine hazırladığı tez ile doktor ünvanı alan Özcan 1981’de, yani YÖK’ün kurulduğu ve darbenin çocuğu bu kurum aracılığıyla üniversitelerde öğretim elemanlarını hedef alan bir cadı avının başlatıldığı yılda, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde öğretim elemanı olarak göreve başlıyor. Özcan’ın öğretim elemanlığı ile başlayan ve bugün YÖK Başkanlığı’na uzanan kariyer yolculuğu olabildiğine tutarlı. Özcan, akademi ile kurduğu ilişkiyle paralel olarak sermaye ile kurduğu ilişkileri de geliştirerek, “liberal islamcı”, başka bir deyişle gerici ve sermaye uşağı statüsüne uygun bir biçimde konumlanmış ve bu konumlanış bugün onu YÖK’ün, Doğramacı ve Gürüz’den sonra bu kuruma en yaraşır başkanlarından biri yapabilmiştir. Sicilinde İslam’ın kalkınmaya engel olup olmadığı, Nakşibendi tarikatının çok yönlü incelenmesi vb. içeriklerde bir dizi çalışma bulunan Özcan, ayrıca “terör” sorunu ile her zaman özel olarak ilgilenmiş, Türkiye’deki sosyal hareketlilik, etnik kökenler ve bir dizi yanıyla polisler üzerine çok sayıda araştırma yapmıştır. Özcan’ın kurumsal özgeçmişi de çarpıcıdır. Kendisi 2004 yılından bu yana TÜSİAD bünyesinde Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma Grubu Sekreterliği’ni yürütmekte ve kurumun NATO temsilciliğini sürdürmekte, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı sıfatını taşımakta, Uluslararası Hukuk ve Politika (UHP) dergisinde Yazı Kurulu üyeliği yapmakta ve aynı zamanda RTE’nin danışmanı olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile beraber İstanbul Valiliği Danışma Kurulu Üyeliği’ni de sürdürmektedir. Dünya Bankası ve AB işbirliğinde bir dizi projeye de imza atmış olan Özcan, ayrıca ODTÜ’ye polis konumlanması noktasında harcadığı yoğun emekle de tanınmaktadır. Engin akademik çalışma arşivi arasında, 2003 tarihli “Üniversiteye Giriş ve Yüksek Öğrenim Reformu Araştırması” başlıklı bir “rapor” da bulunmaktadır!

Mücadele artık ertelenemez!

YÖK Başkanı seçimlerinin öneminin sembolik olduğu ortadadır. Ancak düzenin attığı adımlar bütünlüklü okunup, Özcan’ın bugüne kadar düzen içerisindeki konumlanışı ile birleştirilince, karşımıza YÖK’ün yıllardır öğrenciler için adım adım geliştirdiği müşteri

statüsünün tescillendiği ve sermayenin üniversitelerde “polis korumasıyla” cirit attığı bir tablo çıkacaktır. Bu tablonun ilk sinyali yine YÖK’ün yeni başından gelmiştir. Özcan, üniversitelerde özgürlük ortamının tesisi için türbana serbestlik tanınmasını savunan ilk açıklamasının ardından ikinci açıklamasını da yapmış ve bu açıklamayı saf temennilerle birleştirerek sempati toplama yoluna gitmiştir. Üniversitelerin paralılaştırılmasını savunan açıklama, Özcan’ın “devlet üniversiteye para vereceğine öğrenciye versin”, “üniversiteler bilimin üretildiği kurumlar olsun”, “üniversiteler her açıdan özgür olsun, bunun koşulu mali özerkliktir” cümleleriyle süslenmiş, “bütün dünyada bu zaten böyle” yalanları ile cilalanmıştır... Gerçekten de yüksek öğrenim sistemi ciddi bir tehditle karşı karşıyadır. İhsan Doğramacı’nın zamanında YÖK’ü kurarak temellerini attığı, Kemal Gürüz’ün raporlarla süslediği sürece, Yusuf Ziya Özcan artık “bitir” direktifi ile giriş yapmıştır. Kurulmak istenen, işçi-emekçi çocukları için üniversite kapılarının bütünüyle kapandığı, eğitimin kâra endekslendiği, gericiliğin bütün koridor ve amfilerde hakim kılındığı, polisin demirbaşa dönüştüğü bir yüksek öğretim sistemidir. Üniversite öğrencilerine müşterilik statüsü, eğitim-öğretime ise bütünüyle sermayeye hizmet dayatılmaktadır. Çok açıktır ki, Özcan tarafından dillendirilen öğrenci bursu vaatleri, koca bir yalandan ibarettir. Yüksek öğrenimin paralı olması, milyonların eğitim hakkının gaspından başka bir anlama gelmemektedir. Burs adı verilen sadakalar, varolan eşitsizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı gibi, geleceksizlik bataklığına itilen gençlik kesimlerinin önüne sahte bir umut ya da bir sus payı olarak atılan aldatmacadan ibarettir. Özcan tarafından dile getirilen bilimsel eğitim, bilimi, teknolojiyi ve bilgiyi üreten beyinlerimizi sermayeye peşkeş çekmenin başka bir söyleniş biçimidir. ODTÜ’de üretilen füze boyaları, bu düzenin bilimi nasıl kavradığının ibretlik bir belgesidir. Ve yine çok açıktır ki, Özcan’ın özgür üniversitesi, en fazla öğrencilerinin ne yiyeceğine ve ne giyeceğine karar verebileceği üniversiteyi tanımlamaktadır. Yoksa üniversiteleri polis bahçesine dönüştüren, sosyal hareketliliğin her türlüsünü “terör” olarak addeden bu zihniyetin başka bir tür özgürlükle uzaktan yakından işi olamaz! Ve son olarak yine açıktır ki, dünyanın bütünü hiç de Özcan’ın iddia ettiği gibi değildir! Dünyanın dört bir yanında üniversiteler ve eğitim benzer bir tasfiye saldırısı ile karşı karşıyadır ama Fransa’da, Yunanistan’da ve dünyanın dört bir yanında öğrenciler geleceklerine sahip çıkma bilinciyle mücadele etmektedir. Özcan, dünyayı referans göstererek yolunu düzlemeye çalışıyorsa şimdiden söyleyelim; bu çabalar nafiledir! Bu saldırılar da er ya da geç püskürtülecektir. Sermaye düzeninin bu kapsamlı saldırısına karşı gençlik güçleri yüzünü birleşik devrimci bir mücadelenin ihtiyaçlarına dönmelidir. Kapsamlı saldırıları püskürtecek yegane yol budur!

Gerçekten de yüksek öğrenim sistemi ciddi bir tehditle karşı karşıyadır. İhsan Doğramacı’nın zamanında YÖK’ü kurarak temellerini attığı, Kemal Gürüz’ün raporlarla süslediği sürece, Yusuf Ziya Özcan artık “bitir” direktifi ile giriş yapmıştır. Kurulmak istenen, işçi-emekçi çocukları için üniversite kapılarının bütünüyle kapandığı, eğitimin kâra endekslendiği, gericiliğin bütün koridor ve amfilerde hakim kılındığı, polisin demirbaşa dönüştüğü bir yüksek öğretim sistemidir. Üniversite öğrencilerine müşterilik statüsü, eğitim-öğretime ise bütünüyle sermayeye hizmet dayatılmaktadır.

15


Liberal solun Gregor Samsa’sı: Baskın Oran S. Kızılırmak

ezber bozan incilere bir değinmeliyiz. Bir yerde bir takım ezberler bozuluyorsa, öncelikle bu ezberlerin var olması gerekir. Oran’ın yapmak istediği, Gregorlaşarak sola bir imaj giydirme çabası tam da budur. O solun ezberini bozmaktadır çünkü sol ezbercidir. O solun cesaret edemediğini söylemektedir çünkü solun gerçekçi olmaya, eski alışkanlıklarının dışında laf söylemeye cesareti yoktur. Elbette buradaki yaklaşım bizim açımızdan bir niyet sorunu değil. Baskın Oran, tam da olduğu gibi, yani bir liberal gibi, sol kimliği tahammül edilemez, basit, ezberci bir kimlik olarak yargılamaktadır.

Bozulan son ezber: Emekçi çocukları üniversite okumak zorunda değil!

16

“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Bu sözlerle başlayan dönüşüm, Kafka’nın yabancılaşmayı ve bireyi irdelediği ünlü eserinde anlatılır. Olayın kahramanı Gregor Samsa, nesneleştirici hayatın kabullerinden sıyrılıp kendisine ve çevresine dışarıdan baktığında, kendisini aynı zamanda bir böcek olarak bulur. Toplumsal yabancılaşmayı ele alan eser özünde sürüden ayrılanın trajedisini anlatır. Bir de bu kitaptaki mekanizmayı tersinden okuyarak, daha doğrusu yazarak, ezber bozduğunu düşünenler var. Gregorlaştıkça zaten bir bağları ve etkileşimleri olmayan dünyayı ezberler ve sıradanlıklar dünyası olarak itham edebileceğini düşünenler… Oysa tek başına Gregorlaşmak, içinde bulunmadığınız dünyayı mahkum etme yetisini size sağlamaz. Maalesef ki buradaki dönüşüm ya da Kafka’nın deyimi ile böcekleşme, tamamen bireysel bir süreci ifade etmektedir... ‘90’larda TÜSİAD adına hazırladığı “demokratikleşme paketi” ile adı öne çıkan Baskın Oran, Kürt sorunundan AB sürecine, demokratikleşmeden milliyetçiliğe kadar kendi içinde tutarlı bir liberal siyasal platformun temsilcisi olagelmiştir. Tabii liberalizmin sol demek olduğunu kendisine kim söylemiştir bilemiyoruz, fakat bu siyasal platformla birlikte kendisi solun “ezber bozan” baskın sesi olma iddiasındadır. Özellikle “solun ortak adayı” olarak kamuoyunun karşısına çıkarıldığından bu yana... Elbette kendisinin böylesi yanılsamalar dünyasına dalmasında ve gerçek kamuoyuna sol adına kabul edilemez bir imaj yansıtmasına sebep olan solun tablosunu burada ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Ama önce şu

Yeni YÖK başkanı niyetini açıkça ortaya koyan ve hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyen bir açıklama ile çıktı kamuoyunun karşına: “Herkes üniversite okumak zorunda değil. Parasız üniversite eğitimi bizden başka dünyanın neresinde görülmüş. İlla okumak isteyen yetenekli gençler var ise biz onları burslandıralım (borçlandıralım). Çalışmaya başlayınca biz onlardan tahsil ederiz bu meblağı.” Burjuvazinin dolaysız temsilcisi olan Yusuf Ziya Özcan’a söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Neticede dervişin fikri ve zikri birlik arz ediyor. Fakat hemen bu açıklamanın ardından “ezber bozan” çıkıyor sahneye. Kendi ezbersizliği burjuva liberal siyaset alanından geleni yansıtmaktan ibaret olan ve bu yönü ile gerçekten bilimsel terimi ile ezbersiz ve eşdeyimi ile de hafızasız olan safi ayna, Özcan’ın tezlerini aynısıyla yansıtıyor. Merak eden, 13 Ocak tarihli Radikal İki’nin manşetine bakabilir (Bedava üniversite ezberi). Ay güneşten gelen ışığı yansıtırken hepimiz, gecemizi aydınlatan o parlaklığı ay ışığı olarak isimlendiririz. Bu geçmiş zamanların alışkanlığıdır, o zamanlar bilimsel gerçekler bilinmiyordu. Fakat bugün burjuva liberal tezleri, ben solcuyum hatta sosyalistim diyen birisi bize yansıtırken, solun ezber bozan tezlerini ürettiğini düşünüyor ve inanmamızı bekliyor. Halbuki bilim ne kadar gelişti!..

Burjuvaziden yansıyan sol eğitim modeli

Baskın Oran’ın üniversiteye dair ilk tezi: “Üniversite paralı olur fakat bir ihtiyacı olup talep eden dört yıl burs alır”. Tabii özellikle belirtelim, fazla değil dört yıl, bitirdin bitirdin bitiremedin!.. Hemen ardından bunu gerekçelendiren ikinci tez geliyor: “Para üniversitelere tahsis edilir”. Tamamıyle burjuvaziye ait olan bu tezlerin uzun uzun burada aktarmayı gerekli görmediğimiz açıklamaları da aynı sınıfsal-siyasal aidiyeti ifade ediyor (tabi ezber bozan sol adına). Ve elbette en


masum gerekçe, üniveristeler kendi finansmanını sağlasın ki, emekçi çocukları asıl o zaman okuma fırsatı bulsun! Peki devletin gereğince desteklediği ve hayli de pahalı olan vakıf üniversitelerinde emekçi çocukları mı okuyor?

Kafka Oran’a yol göstersin!

Madem söze Kafka ile başladık, devam edelim. Baskın Oran neden eğitimin, finansman sorunu olan bir ticari alan olmadığını düşünemiyor? Neden toplumsal üretim sürecine hazırlanan emek gücünün toplumsal değerle finanse edilmesi gerektiğini düşünemiyor? Neden insanların eğitim umutları, ailelerinin verecekleri paralara ya da altına imza atacakları senetlere bağlansın? Neden bir türlü vergilendirilemeyen büyük burjuvaların, rüşvetçi/rantçı bürokratların varolduğu, korkunç gelir uçurumlarının yaratıldığı bir toplumda, üniversitelerin nasıl ayakta kalabileceğinin yanıtını eğitim hakkı talep eden gençlerde arıyoruz? Neden burjuvazi tüm topluma şov yaparak milyonlarca doları bir gecede bomba halinde dağlara dökerken, üniversiteler için hiçbir çıkış yolu bulunamıyor? Ve neden Bay K geçebileceği kapının önünde bir ömür beklerken, geçebileceğine inanmadığı için bir kez bile yeltenmiyor? Bize ezberci, hayalperest denebilir. Biz Bay K’ya söyleneni söyleyeceğiz: “Deneseydin geçerdin, kimse sana geçemezsin demedi, önünde hiçbir engel yoktu.”

Konuşana değil konuşturana bak!

Herkes kendi adına konuşur. Bizi bu yazıyı yazmaya iten ise, tam boy bir burjuva liberalinin sol adına konuşması. Yani milyonlarca işçi ve emekçi adına, çalınan artı değer adına... Teferruata inildiğinde, birçok başlık üzerinden yapılacak tartışma toplamında özet olarak buradan yapılmalıdır. Baskın Oran bu düzen adına konuşuyor. Kürt halkının haklı öfke ve özgürlük mücadelesinin nasıl bastırılacağını, Kürt adının parlamentoda bir tabela haline nasıl getirilebileceğini anlatırken, bu düzen adına konuşuyor. Nasıl ki TSK bu düzen adına vuruyorsa, o da bu düzen adına konuşuyor. AB yolunun nasıl açılacağını, bu konuda emekçileri ikna etmek için türlü güzellemeleri, içi boş temennileri bu düzen adına anlatıyor. AB sermayesi ile bütünleşecek burjuvalar adına... Üniversitelerin nasıl ve neden paralılaştırılacağını anlatırken, 27 yılda üniversiteleri kışlaya çeviren, ticarileştiren YÖK adına konuşuyor. Daha ne diyebiliriz? Kısacası, bu zatı tüm emekçilerin karşısına sol diye, umut diye, alternatif diye çıkarıp konuşturanlar utansın! Tabii liberal tasfiye aşamasına gelmiş geleneksel sol hareket bu eylemi uygulamaya bir başladığında, sık sık kullanma ihtiyacı olacaktır. Bütün bir tarihi bunu gösteriyor, “ezber bozanların” söylediklerine bakarsak yarınları da… Özetle, emeğin, sınıfın ve dolayısıyla onun kurtuluş mücadelesinin içinde olmayan, bu yönlü bir bakışı olmayanın sol ile bir ilgisi yoktur. İktisadi ve siyasi anlamda sol içinde olmayan Gregor Samsa’nın böcekleşmesi, sol için bir şey ifade etmez.

Fahişeleştiren düzene çanak tutmak!

A. Eylül

Kendine Laura D. ismini seçen genç kadın anlatımına şu sözlerle başlıyor: “Adım Laura. 19 yaşındayım. Filoloji öğrencisiyim ve eğitim masraflarımı ödemek için fahişelik yapmak zorunda kaldım. Bu durumda olan yalnız ben değilim. Sanırım benim durumumda olan 40 binden fazla kız öğrenci var. Her şey garip bir şekilde, nerede biteceği ve bu işin hesabını kendime nasıl vereceğimi düşünmeden başladı. Ağzımda gümüş kaşıkla doğmadım. Hiçbir zaman lüks ve refah içinde yaşamadım. Ama bu yıla kadar da herhangi bir şeyin eksikliğini de duymadım. Öğrenme isteğim ve üniversite yıllarımın yaşamımın en güzel ve sorunsuz yılları olacağına dair inancım vardı. Üniversite hayatımın ilk yılının tam ve gerçek bir kabusa dönüşeceğini hayal bile edemezdim.” (Benim Sevgili Araştırmalarım) Fransa’da üniversite eğitimi oldukça pahalı ve bu sorun, yakın zamanda Türkiye’de de sanki sihirli bir değnekmiş gibi lanse edilen burs sistemi ile aşılmaya çalışılıyor. Eğitimin paralılaştırılması sürecinin bir ürünü olarak Fransa’da bugün üniversiteye kayıtlı olan 2.2 milyon öğrencinin %45.5’i çalışarak okuyor. Yine yapılan araştırmalara göre, 225 bin üniversiteli eğitim giderlerini karşılayabilmekte zorlanıyor. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu 40 binden fazla öğrenci ise eğitim giderlerini fuhuş yaparak karşılıyor. Öğrencilerin fuhuş yaparak geçimlerini sağlamalarının gerisinde elbette kapitalist toplum düzeninin aşındırdığı değer yargılarının, bireycileşmenin ve yabancılaşmanın da dolaysız etkileri sözkonusu, ancak temel etkenin maddi olanaksızlıklar olduğu açık. Zira Laura D. örneğinde de görüldüğü gibi Fransa’da burs almak çok kolay değil. Not ortalaması vb. kriterlerin yanısıra farklı kriterler de devreye giriyor. Örneğin babası işçi, annesi ise hasta bakıcı olan Laura D., temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmasına rağmen, burs alabilmek için fazla zengin bulunuyor. Fransa’da yayınlanan ve “Benim Sevgili Araştırmalarım” ismini taşıyan bu çarpıcı öz yaşam öyküsü ile gündeme oturan konunun Fransa’ya özgü olmadığını bilmek için ise alim olmak gerekmiyor. Hafızalarımızı biraz zorlayarak bir 10 yıl geriye gittiğimiz zaman, burjuva medyada ODTÜ’lü genç kadınların eğitim giderlerini karşılayabilmek için fahişelik yaptıklarını ilan eden haberleri hatırlayabiliriz. Bu haliyle sorunun evrensel olduğu ve eğitim alanında neo-liberal politikalar etkinleştiği ölçüde derinleştiği açık...

Laura D.’nin adını silip, yerine Ayşe, Fatma yazın...

Sermaye düzeninin bugün geniş gençlik yığınlarına vaadedebilecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Bu, Türkiye’de de, Fransa’da da böyledir. Gençlik yığınları bir yandan meta düzeninin değer yargıları ile adım adım ahlaki bir çöküntünün içine itilirken, diğer yandan geleceksizlik içerisinde kıvranmaktadır. Dünyanın

17


Sermaye düzeni fahişeleştiriyor! Baskın Oran ise sermaye düzeninin daha geniş kesimleri fahişeleştirmekten başka bir işlev taşımayan paralı eğitim tezlerini savunarak ve savunmanın da ötesinde güzelleyerek, sermaye düzeninin fahişelik dayatmasına aracılık yapıyor! Baskın Oran’ı solun ortak adayı olarak tanımlayan ve peşine takılanlarsa bütün bunlara nesnel olarak çanak tutuyor.

18

hemen hemen bütün gelişmiş kapitalist toplumlarında eğitimin paralılaştırılması süreci hızlandırılmıştır. İşçi ve emekçi çocukları eğitim giderlerini karşılayabilmek için çok ağır bedeller ödemektedir. Sermaye düzeni gençlerin önüne ucuz emek sömürüsünden beden sömürüsüne geniş yelpazede bir seçenekler yığını sunmaktadır. Ve bu seçeneklerin çıktığı kapı ise ya intihar ya da her cinsten köleliğin içselleştirilmesi olmaktadır. Gelinen yerde eğitim giderlerini karşılayamadığı için birkaç yıl önce intihar eden Özkan’la ya da silah sanayii için çalıştırılan ODTÜ’lü öğrenciler ile fahişelik yaparak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan üniversiteliler arasında niteliksel bir fark tanımlamaya çalışmak, beterin beteri var tesellisinden öte bir anlam ifade etmeyecektir. Türkiye’de bugün resmen tartışılmasa da Laura D. ile aynı koşullarda yaşayan binlerce üniversite öğrencisinin bulunduğu bir gerçek. Ve yine çiçeği burnunda YÖK Başkanı’nın açıklamalarına bakarak önümüzdeki yıllarda bu sayının katlanarak artacağı günyüzü gibi ortada. Laura D.’nin yaşam öyküsü de bu yüzden kapitalist barbarlığın, sermaye düzeninin fahişeleştiren yüzü olarak okunmalı ve kavranmalıdır.

Düzen fahişeleştiriyor, Baskın Oran aracılık yapıyor!

“Benim Sevgili Araştırmalarım” kitabı ile ilgili tartışmalar, tam da Türkiye’de paralı eğitim modellerinin sol maskesi takmış liberaller tarafından teorize edildiği ve güzellendiği günlere denk geldi. Bu eş zamanlılık, 22 Temmuz seçimlerinde reformist solun genişçe bir kesiminin, nasıl bir siyasal-toplumsal model etrafında kenetlendiğinin gözler önüne serilmesi açısından da oldukça yararlı oldu. Zira “solun ortak adayı”, ezilenlerin sesi olma iddiasındaki Oran, yeni YÖK Başkanı eğitimin paralılaşması ile ilgili birkaç cümle kurar kurmaz, hızla paralı eğitim

savunuculuğuna soyundu ve Laura’ları fahişeleştiren Avrupa modelini güzelleye güzelleye bitiremedi. Baskın Oran’ın 13 Ocak tarihli Radikal İki ekinde yer alan yazısının başlığı konuyu özlü bir biçimde anlatıyor: “Bedava üniversite ezberi”... Seçim süreci boyunca bir yandan solun değerlerinden nemalanarak bu değerlere üstü açık bir saldırıyı başlatan Oran, 13 Ocak tarihinde kaleme aldığı bir yazı ile, seçim dönemi boyunca “işgücünden” faydalandığı gençler için nasıl bir gelecek kurguladığını özlü bir biçimde ifade etmiş oldu. Burjuvazinin tezlerinin bir tekrarından ibaret olan bu yazıda yeralan önermelerle Laura D’nin öz yaşam öyküsü kısaca karşılaştırıldığında, bir ay kadar önce Gregor Samsa olarak nitelediğimiz Baskın Oran’a daha ağır bir “sıfat” yakıştırmak gerekiyor. “Üniversite paralı olur ama isteyene, ihtiyacı olana 4 yıl burs verilir!” Baskın Oran’ın sözkonusu yazısının özetini ve ciddiye alınır tek tezini bu cümle oluşturuyor. Zira Oran, burjuvazinin yıllardır uygulamak için taklalar attığı bu tezi emekçi gençlerinin yararınaymış gibi sunma acizce çabasına girişerek, “burs alan öğrenci, ‘bursum kesilir’ diye daha çok ders çalışır” vb. cinsinden saçma sapan gerekçelerle ortaya atıyor. Sonuç olarak, yazının özeti mahiyetindeki bu tek cümle, Laura D.’yi fahişeliğe iten sürecin de ilk halkasını oluşturuyor. Evet, sermaye düzeni fahişeleştiriyor! Baskın Oran ise sermaye düzeninin daha geniş kesimleri fahişeleştirmekten başka bir işlev taşımayan bu tezlerini savunarak ve savunmanın da ötesinde güzelleyerek, sermaye düzeninin fahişelik dayatmasına aracılık yapıyor! Baskın Oran’ı solun ortak adayı olarak tanımlayan ve peşine takılanlarsa bütün bunlara nesnel olarak çanak tutuyor. Bu tabloda kendini sorgulaması gerekenler, seçim dönemi boyunca bu çirkef politik düzleme eklemlenenlerdir. Zira buradaki politik düzlem, emeği de, bedeni de üç kuruşa satabilecek cinstendir!


TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı hazırlık sürecine dair...

Kurultay öğrencilerin iradesini yansıtmalıdır!

Kurultay hazırlıkları başladı

Geçtiğimiz Temmuz ayında TMMOB merkez yönetimi tarafından TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’nın yapılacağı açıklanmış, ancak daha sonra herhangi bir adım atılmamıştı. Gerek çeşitli şube yönetimlerinden, gerekse de öğrenci üyelerden gelen, kurultayın akıbetine ilişkin sorular cevapsız kalmıştı. Akla ilk gelen kaygı, ya gerçekleştirileceği açıklanan kurultayın fiilen yapılmayacağı ya da öğrenci iradesinin yansıtılmadığı, aksine yok sayıldığı bir “formalite etkinliği” düzenleneceğiydi. Bu durum, mevcut TMMOB yönetimini az çok tanıyan her ilerici unsurun benzer kaygıları taşımasına neden oldu. Gelinen yerde, İstanbul’da faaliyet gösteren bazı öğrenci komisyonlarının girişimleri sonucunda, kurultaya dönük tartışmalar, öğrenci üyeler nezdinde başlamış oldu. İstanbul’daki şube öğrenci komisyonları tarafından oluşturulan birliktelik, tüm aksaklıklarına ve eksiklerine rağmen, mühendislik ve mimarlık öğrencilerinin birlikte tartışabilmesi, üretebilmesi ve harekete geçebilmesi hedefiyle yola çıktı. Bu kapsamda gündemine aldığı konuların başında da TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı yer aldı. Kurultaya dair somut bilgi edinme çabasında benzer süreçlerden geçildi ve sonuçta mevcut bileşenle kurultaya ilişkin somut adımlar atılmasına karar verildi. İlk olarak diğer illerdeki öğrenci üyelerle iletişime geçildi ve kurultay içeriğinin ve yönteminin tartışılabileceği bir merkezi toplantı yapılması hedeflendi. Bu süreçte karşılaşılan en büyük engel, birliğin toplamını kesen seçim süreçleri ve bu süreçlerde karşılaşılan müzmin “iş görememezlik” durumu oldu. Bu tablo bürokratik düzlemde konuyla ilgili bir ilerleme yaşanmasını engellese de, öğrenciler cephesinden tartışmalar “beklemeye” alınmadı ve süreç işletilmeye devam edildi. İstanbul bileşeninin tartışmaya başladığı, kurultay hazırlık çalışmaları kapsamında bir yerel çalıştay fikrinin ortaya çıkması, bu yönde atılan olumlu bir adım olarak belirtilmelidir. Mart ayı içerisinde gerçekleştirilmesi hedeflenen merkezi toplantıyla da, kurultay hazırlık çalışmalarının olanaklı tüm yerellere taşınması planlanmaktadır.

Gençliğin gündemlerinin tartışıldığı bir kurultay süreci için

Kurultay’da gençliğin gündemlerin etkin bir biçimde işlenmesinin önemi açıktır. Öğrenci gençliğin temel gündemleri tüm çeşitliliğiyle kurultaya taşınabilmeli, ön sürecinde etkin bir tartışmaya konu edilebilmelidir. Neo-liberal politikalarla birlikte eğitimde yaşanan dönüşümlerin yanı sıra mesleklerde yaşanan dönüşümler de önemli bir başlık olarak kurultay gündemindeki yerini almalıdır. Tartışılması gereken gündemlerin başında, eğitimin

ticarileştirilmesi sürecinin kopmaz bir parçası olarak karşımıza çıkan müfredat değişiklikleri, diplomalardan çıkarılan ünvanlar vb. sonucunda giderek anti-bilimsel bir içeriğe bürünen üniversite eğitimi ve geleceksizlik sorunu yer almalıdır. Mezuniyet sonrasında karşımıza çıkan yetkin mühendislik ise sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz teknik elemanları üretecek temel saldırı pozisyonundadır ve bizlere, eğitimin niteliğindeki belirgin zayıflığın çözümü olarak sunulabilmektedir. Diğer yandan, mevcut toplumsal sorunlar da kurultay vesilesiyle işlenebilmelidir. Gençliğe dayatılan suni gündemler ve taraflaşmalar ortaya konulabilmeli, uzun bir süredir yaratılan şoven atmosfere karşı halkların kardeşliğinden yana tutum açıklanabilmelidir.

Taban inisiyatifini açığa çıkartmak için!

TMMOB 2. Öğrenci Üye Kurultayı’na ilişkin ilk açıklamamızda da belirttiğimiz gibi; “Bizler öğrenci üye kurultaylarının, örgütlenme süreciyle birlikte değerlendirilmesi gereken, gerçek değerinin ön tartışma süreçlerinde yattığı, yani salt kurultay anından ibaret olmayan etkinlikler olduğunu düşünüyoruz. Kaldı ki TMMOB yönetiminin öğrenci üye kurultayının yapılacağına dair açıklamasında da ifade ettiği, ‘söz, yetki, karar süreçlerinde öğrencilerin de olduğu özerk ve demokratik üniversite için birlikte tartışma ve üretme ortamını yaşama geçirme’ amacının da başka bir şekilde hayata geçirilemeyeceğini düşünüyoruz.” Süreç, iyi niyet temennileriyle ilerliyor gibi gözükse de, bürokratik mekanizmalar tarafından öğütülmesi tehlikesi de varlığını korumaktadır. Yaptıkları yapacaklarının teminatı sayılabilecek mevcut yönetim anlayışının muhtemel engellemelerine prim vermeden öğrencilerin kendi yollarını yürüyebilmesi gerekmektedir. Tabii burada kastedilen, salt mevcut yönetimle bir karşıtlık ilişkisi geliştirmek değil, ihtiyaç ölçüsünde bunu da kapsayacak şekilde, taban inisiyatifini ve iradesini etkin bir biçimde açığa çıkarma iradesi ve bunu gerçekleştirebilme çabasıdır. Unutulmamalıdır ki, esas olan mühendislik-mimarlık öğrencilerinin temel belirleyen olduğu, herhangi bir sınırlamaya gidilmeden ya da temsil yetkisi gözetilmeden örgütlenme sürecine tüm tabanın katılımını hedefleyen bir kurultay çalışmasıdır. Tabandan kasıt tüm mühendislik, mimarlık ve planlama öğrencileri olduğu ölçüde, çalışmanın hedef alanı da üniversiteler olabilmelidir. Sürecin yürütücüsü olma iddiasındaki tüm komisyonların hedeflerine alması gereken temel çalışma alanı budur. Öğrencilerin yaşam alanlarında kuşatılması, tartışmaların ve temel karar alma süreçlerinin bu saikler gözetilerek oluşturulabilmesi gerekir. Somutlayacak olursak, kurultay hazırlık çalışması üniversitelerde örgütlenen, katılım sınırlaması bulunmayan, forum ve benzeri kitle toplantılarıyla yürütülmelidir. Bu yöntem hem kurultay gündemlerinin mümkün olan en geniş bileşen tarafından tartışılabilmesini sağlayacaktır, hem de henüz sınırlı olanaklarla ilerleyen komisyon çalışmalarının gerçek zeminine oturması yönlü bir adım olarak anlam kazanacaktır. Karar alma süreçlerinde dikkat edilmesi gereken en temel nokta ise, yerellerde alınan kararların, merkezi kurultaya ilerleyen süreç boyunca taşınabilmesidir. Taban inisiyatifinin ve iradesinin açığa çıkarılabilmesinin, kurultayın gerçek işlevini yerine getirebilmesinin başlıca güvencesi budur.

Toplumcu Mühendislik Mimarlık Öğrencileri

19


Gençlik

Her açı

Günün temel devrimci görev ve sorumluluğu, geniş kitlelerle bağ kurmayı hedefleyen sistematik ve etkin bir politik faaliyettir. Bundan uzak durulduğu koşullarda, hareketin biriken sorunlarını aşmak, halihazırdaki tüm siyasal gruplar birleşse dahi, olanaksızdır. Zira, gençlik kitleleriyle bağları önemli ölçüde zayıflamış olan, çalışma yürütecek militan kadrolardan dahi yoksun bulunan grupların biraraya gelmesi kendi başına hiçbir sorunu çözemez. Bu elbette siyasal gençlik gruplarından başlayan bir birleşik gençlik mücadelesini ve Gençlik hareketi yılları bulan bir daralma içinde. Son birkaç yıldır örgütlenmesini önemsizleştirmek belki de en zayıf ve etkisiz dönemini yaşıyor. Uzun yılları bulan bu gerileme, gelinen yerde, devrimci/sol grupları gençlik mücadelesinin anlamına gelmez. Zira “görünür etkisiz özneleri haline getirmiş bulunuyor. Bu tabloya yol açan etkenleri ve gelecekte bugünkü kısır döngüden ortaya çıkan sonucu tartışıp tanımlamak, sorunun çözümü doğrultusunda atılacak adımlarda hareket noktamızı da belirleyecektir. Zira halihazırdaki çıkış için başkaca bir yol ve imkan kısır ve hedefsiz pratikler hareketin sorunlarının çözümü önündeki en büyük görünmediğine göre, bu engeldir. Şimdi hareketin mevcut tablosunu kısaca da olsa tanımlamaya çalışalım. mücadeleyi inatçı bir biçimde vermekten başka da bir çözüm Gençlik hareketi, olanaklar, sorunlar yolu yoktur ortada.” (3) Ancak Yıllardır devam eden neo-liberal saldırı politikaları eğitimin ticari bir faaliyete bu birleşikliğin ilkelere dayalı, dönüşmesini hızlandırmış, öte yandan mesleki alanlarda yaşanan dönüşümler ve hareketin biriken sorunlarına kamunun yaygın tasfiyesi gençliğin geniş kesimlerini işsizlik ve geleceksizlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Tüm bunlar geçmiş dönemlerle kıyaslanamaz bir biçimde müdahale eden, pratikgençlik sorununu derinleştirmiştir. Bundan dolayıdır ki, yükseköğretim gençliği de politik çözümler oluşturan bugün ‘70’li ve ‘80’li yıllarla kıyaslanamaz genişlikte mücadele olanaklarına sahiptir.“Yani gençlik sorununu siyasal planda geçici olarak çözen burjuvazi, aynı sorunu bir birleşiklik olması iktisadi, sosyal ve kültürel alanda geçmiş dönemle kıyaslanamaz ölçüde ağırlaştırmıştır.”(1) Üniversite eğitiminin yaygınlaşması ile birlikte, bugün yükseköğretim sistemi içinde gerekmektedir. Başarılı yüzbinlerce öğrenci bulunmaktadır. Çoğu zaman bu değişimin yönünün üst sınıflar gençliği bir gelişme ancak böyle lehine olduğu, yüksek öğrenim alanında işçi ve emekçi çocuklarında bir daralmaya yolaçtığı düşünülmektedir. Kuşkusuz üniversite sayısındaki artış yükseköğretimin niteliğini düşürmekte, sağlanır. Bugün bir fakat tam da bunun kendisi, özellikle taşra üniversitelerinde emekçi çocuklarının sayısında artışa dizi siyasal gençlik yolaçmaktadır. Üst sınıflara mensup gençlik elit üniversitelere, emekçi çocukları ise ağırlıkla taşralardaki niteliksiz üniversitelere kaymaktadır. Bu, gençlik mücadelesinin kitle tabanının grubunun başarısız genişlediğini göstermektedir. kaldığı asıl alan da Dolayısıyla, “yüksek öğretimde işçi ve emekçi çocukları gün geçtikçe azalıyor” yaklaşımı metropollerle sınırlı bir gerçeği tanımlamaktadır. Zira sistem “Gecekondu üniversitelerini tüm burasıdır.

komünist

20

Türkiye’ye yaygınlaştırarak, taşradan büyük kentlerin üniversitelerine emekçi çocuklarının akışını büyük ölçüde sınırladı. Böylece geçmiş dönemlerde gençlik hareketinin merkezini ve lokomotifini oluşturan büyük kentlerin bu özellikleri belirgin biçimde zayıfladı.”(2) Bu, hareketin sorun alanlarının başında gelmektedir. Zira sistem işçi ve emekçi çocuklarını yükseköğretim içine belli bir yaygınlıkta çekmekle birlikte, onları taşranın boğucu sosyal ve kültürel atmosferi içine hapsetmektedir. Bunun lise eğitimi düzeyinde bir “yükseköğretim”le ve sistematik bir baskı ve terörle birleşmesi, işçi-emekçi kökenli gençlik kesimlerini hareketsiz kılmaktadır. Bu durum, temel bir çelişkiyi tanımlamak açısından oldukça önemlidir. Gençlik hareketinin kitlesel tabanı taşralara kaymış olmakla beraber, hareketin politik olanakları, gençlik mücadelesini aşan bir dizi toplumsal-sınıfsal nedenden kaynaklı olarak, hala da metropollerde bulunmaktadır. Hareketin kitle tabanı ile politik olanakları arasındaki bu çelişkinin çözümü, gençlik hareketini sürükleyecek bir sınıf hareketinin gelişmesine bağlıdır. Bugünün gençlik hareketi siyasal bir sınıf hareketinin önderliğine ekmek ve su kadar muhtaçtır. Ancak yine de bu veri, sorunu kendi içinde çözmese de, komünist bir gençlik örgütlenmesi için taşra üniversitelerinin önemini anlatmaktadır. Gençlik mücadelesi açısından bir diğer önemli handikap, geniş gençlik kesimlerinin sol/devrimci söylemden belirgin uzaklığıdır. Sınıf hareketinin geriliği aşılamadan ve siyasal gericiliğin üniversitelerdeki etkisi kırılamadan bu sorunu çözmek, hareketin mevcut tablosunda belirgin bir değişim yaratmak olanaksızdır. Bu açıdan, bugünün gençlik mücadelesinin temel sorunu politizasyon sorunudur. Gençliğin toplumun diğer kesimlerinden dolaysız olarak etkilenen yapısı, özellikle dışsal gündemler üzerinden gençlik mücadelesinin eylemsel çıkışlarını zaman zaman sağlasa da, bu politizasyon dışsal hareketin kapsamına dolaysız olarak bağlı kalmaktadır. (Bu duruma en belirgin örnek Irak savaşı dönemindeki savaş karşıtı eylemsel süreçtir. Türkiye’deki ve dünyadaki savaş karşıtı eylemlerin etkisi ile ortaya çıkmış, bu hareketlerdeki geri çekilmeyle hızla sönümlenmiştir.)


k hareketi, olanaklar, sorunlar...

ıdan daha güçlü bir

t gençlik örgütü için!

Burjuva ideolojisinin gençlik üzerindeki etkinliği, sol/devrimci siyaset ve muhalefet zeminini önemli ölçüde daraltmaktadır. Bugün denilebilir ki, yakın geçmişin ilerici olanaklarının önemli bir kısmı düzen ve onun sahte kutuplaşmasına bırakılmış durumdadır. Kemalist-ulusalcı söylemin üniversitelerdeki belirgin yaygınlığı, devrimci söylemle buluşabilecek bir duyarlılığı dolaysız bir biçimde düzene yedeklemiştir. Kendi gerici kimliklerini sahte bir antiamerikancılıkla gizleyen bu ulusalcı-şoven kesimin etkinlik alanının yaygınlığı -örgütsel boyutları ile olmasa da-, aynı anlama gelmek üzere sol/devrimci söylemin darlığını ve etkisizliğini göstermektedir (Şoven saldırganlık karşısında “halkların kardeşliği” eylemleri belli bir darlıkta kalırken, üniversite senatolarının ve ulusalcı örgütlenmelerin örgütlediği eylemler binlere ulaşabilmiştir). Öte yandan, önemli bir olanak olan Kürt gençliğinin siyasal önderliği tarafından gençlik sorununun dışına çekilmiş olması, mücadeleyi daraltan bir diğer önemli etkendir. Sonuç olarak, sol/devrimci söylemden etkilenen gençlik kesimleri üniversitelerde oldukça daralmıştır. (‘07 6 Kasım eylemlerine ülke çapında yaklaşık ikibin civarında öğrenci katılmıştır). Geçmiş yıllarda siyasal gündemlerden ve eylemsel süreçlerden etkilenen belirli bir gençlik kesimi bulunmaktaydı. 6 Kasım vb. eylemlere katılan, anti-faşist süreçlerde yeralan bu unsurlar, siyasal gençlik gruplarına belirgin bir güvensizlik duymakla beraber, sol devrimci söylemden önemli ölçüde etkileniyordu. Ancak bugün sol duyarlılık açısından bu ilerici olanaklar önemli ölçüde yok olmuştur. Son dönemde yürütülen tüm çalışmalarda, politik söylem tarzı kadar, hatta zaman zaman daha belirleyici olarak kitleyle doğrudan iletişim kanalları (çeper örgütlenmeler, mesleki alan örgütlenmeleri, kulüpler, topluluklar vb.) faaliyetin başarısını belirlemektedir. Politik çalışmaların etkinlik alanındaki bu daralma, çok yönlü bir konumlanışı ve çalışmayı (politik kitle ajitasyonu, örgütlenme çalışması, sosyal ve kültürel çalışma) bir zorunluluk olarak karşımıza çıkarmış durumdadır.

Hareketi örgütleyeceklerin pratiği ve politik odaklaşma ihtiyacı

Yakın dönem değerlendirmelerimizde bu tartışma geniş bir yer tuttuğu için, siyasal gençlik gruplarının hareket içindeki konumlanışını ana hatları ile ele alacağız. Öncelikle siyasal gençlik gruplarının önemli bir kısmını kesen temel zayıflıkları tanımlamakla başlayalım. Bugünün gençlik hareketi için tanımlanabilecek en temel zayıflık, politik kimlik alanında yaşanmaktadır. İlkesel olan herşeyi yok sayan, günün ihtiyaçlarını bile tanımlamaktan yoksun, bu açıdan apolitizmin ve ilkesizliğin içinde hızlı çürüyüşünü sürdüren bir siyasal gençlik grupları tablosu ile yüzyüzeyiz. Bu tablo içinde politik bir odaklaşma yaratmanın, ilkelere dayalı bir birleşik mücadele ve örgütlenme sürecini örgütlemenin oldukça zor olduğu açıktır. Bu; geçtiğimiz yılların onlarca yerel ve merkezi pratiğinin ortaya koyduğu bir gerçektir. Özellikle Genç-Sen Genel Kurulu’ndan yansıyanlar, yaşananın sadece apolitizm olmadığını, bir dizi siyaset şahsında açık bir çürüme yaşandığını tüm açıklığıyla gösteriyor. Öyle ki, bu çürüme bir dizi siyaset şahsında artık geri dönülmez bir boyut kazanmıştır. Yapılması gereken, bu liberal kimliği, bu çürümeyi hareketin toplam kimliği haline getirmeye çalışanlara karşı hareketi devrimcileştirme mücadelesine yüklenmektir. İlkelere dayalı bir mücadele, birleşik kitlesel bir gençlik hareketini geliştirebilmek açısından büyük bir önem taşımaktadır. Günün temel devrimci görev ve sorumluluğu, geniş kitlelerle bağ kurmayı hedefleyen sistematik ve etkin bir politik faaliyettir. Bundan uzak durulduğu koşullarda, hareketin biriken sorunlarını aşmak, halihazırdaki tüm siyasal gruplar birleşse dahi, olanaksızdır. Zira, gençlik kitleleriyle bağları önemli ölçüde zayıflamış olan, çalışma yürütecek militan kadrolardan dahi yoksun bulunan grupların biraraya gelmesi kendi başına hiçbir sorunu çözemez. Bu elbette siyasal gençlik gruplarından

21


Genç komünistler, Genç-Sen deneyimi çerçevesinde, hareketin sorun ve ihtiyaçlarına çözüm oluşturulması doğrultusunda etkin bir çaba sergileyeceklerdir. Birleşik devrimci bir gençlik hareketi ve örgütlenmesini hedefleyen örgütlenmelerin etkin bir taraf haline gelmesi için üzerlerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getireceklerdir. Halihazırda devam eden bu ortak çabanın başarısından kuşku duymuyoruz. Kendi liberal kimliklerinin hareket içindeki tek kimlik olduğunu sananlara, hareketin ihtiyaçlarına yanıt veren ilkesel bir taraflaşmanın ne anlama geldiğini anlatacağımızı da büyük bir güvenle ifade edebiliriz.

22

başlayan bir birleşik gençlik mücadelesini ve örgütlenmesini önemsizleştirmek anlamına gelmez. Zira “görünür gelecekte bugünkü kısır döngüden çıkış için başkaca bir yol ve imkan görünmediğine göre, bu mücadeleyi inatçı bir biçimde vermekten başka da bir çözüm yolu yoktur ortada.” (3) Ancak bu birleşikliğin ilkelere dayalı, hareketin biriken sorunlarına müdahale eden, pratik-politik çözümler oluşturan bir birleşiklik olması gerekmektedir. Başarılı bir gelişme ancak böyle sağlanır. Bugün bir dizi siyasal gençlik grubunun başarısız kaldığı asıl alan da burasıdır. Bugün güncel planda Genç-Sen üzerinden ortaya çıkan birleşik örgütlenme pratiğini de bu temel önemde sorunlarla bütünlük içinde tartışmak zorundayız. Genç-Sen halihazırda hareketin öznelerinin tutumu ve pratiği açısından bir turnusol işlevi görmektedir. Bu açıdan, yukarıda tanımladığımız sorunları aşmak, ancak ve ancak etkili bir politik mücadele ile sağlanabilir. Genç komünistler, Genç-Sen deneyimi çerçevesinde, hareketin sorun ve ihtiyaçlarına çözüm oluşturulması doğrultusunda etkin bir çaba sergileyeceklerdir. Birleşik devrimci bir gençlik hareketi ve örgütlenmesini hedefleyen örgütlenmelerin etkin bir taraf haline gelmesi için üzerlerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getireceklerdir. Halihazırda devam eden bu ortak çabanın başarısından kuşku duymuyoruz. Kendi liberal kimliklerinin hareket içindeki tek kimlik olduğunu sananlara, hareketin ihtiyaçlarına yanıt veren ilkesel bir taraflaşmanın ne anlama geldiğini anlatacağımızı da büyük bir güvenle ifade edebiliriz.

Her açıdan daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için!

Komünist gençlik, gençlik hareketi içindeki özgün konum ve kimliğinin gereği olarak, kendi etkinlik alanını geliştirmenin çok yönlü sorunlarını mutlaka etkili bir biçimde tartışmak ve aşmak için çok yönlü bir çaba ortaya koymak durumundadır. Hareketin biriken sorunları, harekete devrimci öncü müdahalenin pratik-politik önemini gün geçtikçe arttırmaktadır. Bu müdahaleyi yapabilecek asli güç ise genç komünistlerdir. Komünist gençlik örgütlenmesinin her açıdan güçlendirilmesi, sadece kendisi için değil, daha önemlisi, hareketin sorunlarının çözümü için de belirleyici önemdedir. “Bugün gençlik içindeki siyasal öznelerden yansıyan derin bir apolitizm ve kendiliğindenciliktir. Yıllardır hep gençlik kitleleri apolitizmle suçlanmış, bu durum siyasal örgütlülüklerin kendi apolitizmini örtmenin bir dayanağı haline getirilmiştir. İlerlemeyen, kendini üretemeyen geriye düşer ve yok olur. Bu, devrimci diyalektiğin temel ilkesidir. Bugün siyasal gençlik gruplarından yansıyan da bu yok oluştur. Tüm yetersizliklerimize karşın bizi bu sürecin dışında tutan temel neden, örgütsel olanaklar değil politik-ideolojik üretkenliğimiz ve bunun ürünü ısrarlı ve hedefli pratiğimizdir. Bugün gençlik sorunu çerçevesinde güçlü bir politik konumlanışa sahibiz. Gençlik alanında taşıdığımız bu ideolojikpolitik sürükleyici kimliği güçlü bir örgütsel kimlik ve gelişme ile bütünleştirmek... Sorun kendi adımıza bu noktada düğümlenmektedir. Bunu başardığımız koşullarda ‘dönemin devrimci önderliğini’ de yaratmış olacağız.” (4)

Komünist gençliğin yeni dönemde üzerine en fazla yoğunlaşacağı başlık, politik düzeyimiz ile örgütsel düzeyimiz arasındaki açı farkını kapatmak olacaktır. Bu noktada öne çıkan sorunları belli başlıklar altında tartışarak, yeni dönem çalışmasının yönünü ve örgütlenme hedeflerini temel yanları ile belirtmeye çalışalım.

Merkezi örgütsel düzeyimizi güçlendirme sorumluluğu:

Komünist gençlik örgütlenmesinin güçlenmesi herşeyden önce, onun politik-pratik önderliğinin ve merkezi müdahale kapasitesinin güçlenmesi demektir. Bu başarılamadan kalıcı bir gelişme sağlamak olanaksızdır. Bu sorunun çözümü ise etkin bir kadrolaşma politikasından geçmektedir. Bu komünist bir gençlik örgütlenmesi için bir kat daha önemlidir. Hem kendi faaliyetini politik-pratik olarak güçlendirerek sürdürebilmesi, hem de partinin çeşitli çalışma alanlarına donanımlı kadro aktarımını güvenceye alabilmesi ancak etkili bir kadrolaşma politikası ile sağlanabilir. Merkezi bir örgütlenmenin yerel çalışmalara daha etkili müdahalede bulunması ancak kadrolaşma düzeyini güçlendirmesi ile mümkündür. Örgütsel gelişmenin tek yanlı bir yaygınlaşma olmadığı, bu yaygınlaşmayı güvenceye almak için niteliksel bir gelişme gerektiği açıktır. Tam da bu nedenle hedefli bir kadrolaşma politikasının sorunlarını genel ve yerel planda tartışmalıyız. Kadrolaşma sorununu, bir kısım genç yoldaşımızı tek yanlı olarak sınıf çalışması pratiğine sokarak çözemeyeceğimiz açıktır. Elbette genç komünistlerin sınıf çalışması içinde deneyim kazanabilmeleri, bu yönde bir pratik içine girebilmeleri gerekiyor. Ki son yıllarda bu yönlü pratiğimizde belli bir zayıflama yaşanmıştır. Seçim çalışmasının yoldaşlarımıza kazandırdığı çok yönlü deneyimin olumlu sonuçlarını gözönünde bulundurarak bu sorunu daha sistemli bir biçimde ele almalıyız. Fakat bunun kadrolaşma gibi çok yönlü ve kapsamlı bir sorunun çözümü için yeterli olmayacağını bilmeliyiz. Çözümün en önemli yanı, sistematik ve çok yönlü bir eğitimdir. İdeolojik-politik eğitimden pratik ve örgütsel eğitime kadar devrimci eğitim sorununu çok yönlü olarak ve sistematik bir biçimde çözmek durumundayız. Partinin bu yönlü müdahalesi ve değerlendirmeleri dikkatlice incelendiği, orada tanımlanan kapsam etkin bir denetimle hayata geçirildiği koşullarda sorunun önemli bir yanı aşılmış olacaktır. Sorunun diğer bir yanı etkin bir organsal işleyiş ve bunun ürünü işbölümüdür. Zira kadrolaşmanın en önemli boyutu örgütsel kimlikteki gelişim ve bunu destekleyen bir politik kimliktir. Bu gelişimin sağlanacağı asıl alan ise örgüt ve onun organlarıdır. Bu nedenle organsal işleyişi geliştirmek sürekli bir eğitim ve kadrolaşmanın da güvencesi olacaktır. Sorunun bir diğer boyutu ise ihtiyaca yanıt verebilen nitelikte bir organlaşmadır. Bu, çalışmanın yaygınlaşması için de kritik bir önem taşımaktadır. Sorunu şu şekilde tanımlayalım: Bir alanda bir politik kitle faaliyeti yürüyor ve yeni güçlere ulaşıyorsunuz. Ulaşılan bu yeni güçleri örgütlemek, çalışmanın gelişmesinin temel adımıdır. İşte tam bu noktada, bu güçleri doğru tanımlayan, kimin nasıl bir örgütsel düzeye uygun olduğunu belirleyen ve bu yeni katılımlarla beraber çalışmamızı yaygınlaştıran


bir çizgi ortaya koyabiliyor muyuz? Bugüne kadarki pratiğimiz bu alanda başarısız kaldığımızı gösteriyor. Bizde genel olarak genişleme, yeni faaliyet alanlarına açılmak, işbölümünü güçlendirmek için bir olanak olarak değerlendirilemiyor. Çoğu durumda yeni genç insanların önünü açacak örgütsel adımları atmakta, işbölümü yapmakta zorlanıyoruz. Yeni dönemde kadrolaşma pratiği ortaya koyacaksak eğer, her örgütsel birim çeper örgütler sorununa doğru bir temelde çözüm bulmak durumundadır. 3 kişiyle yürüttüğümüz bir faaliyeti, örgütlenme sürecinin sonucunda 8-10 kişi olmamıza karşın geliştiremiyorsak, bu yeni katılımlar olanak olmaktan çıkacaktır. Bu nedenle çevresini iyi tanıyan, doğru müdahalelerde bulunan ve mutlaka her süreçte komünist faaliyetin can damarı olan çeper örgütlenmeler oluşturan bir bakışla hareket etmek zorundayız. Kalıcı bir gelişme de, kadrolaşma da ancak böyle başarılabilir. Sorunun merkezi faaliyet açısından temel yanına da kısaca değinelim. Yukarıda bahsettiğimiz sorunlar önemli ölçüde merkezi faaliyet için de geçerlidir. Bu alanda da daha profesyonel bir işbölümü ve organlaşma acil bir ihtiyaçtır. Faaliyetin temel alanlarından (komünist yayın faaliyeti vb.) politik faaliyet biçimlerine kadar (Genç-Sen, mühendislik-mimarlık çalışması vb.) organlaşma ve işbölümü mutlaka başarılabilmelidir. Bu açıdan yeni dönemde temel hedefimiz, bu alanları etkili organsal işleyişlere kavuşturmak olacaktır.

Politik faaliyeti çok yönlü örgütleme sorumluluğu:

Politik faaliyet alanında önemli başarılar elde etmemize, anlamlı sonuçlar almamıza karşın belirgin bir yetersizlikle de karşı karşıyayız. Faaliyetimiz birçok çalışma alanında önemli ölçüde propaganda-ajitasyon çalışması olarak kalmakta, etkili bir örgütlenme süreci ile bütünleştirilememektedir. Öncelikle çalışmamızın bu tek yönlülüğünü mutlak suretle aşmalıyız. Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz gibi, bugün faaliyetin başarısı, her adımda örgütlenmek, kalıcı veya geçici örgütlenmeler oluşturmaktır. Bunun dışında “çok etki yaratan pratikleri” sınama olanağımız bulunmuyor. Sınayıcı alan örgütlenmedir, başarı bu alandaki gelişmedir. Sorunun bir diğer önemli yanı ise faaliyetin

tekyönlülüğüdür. Yazımızın giriş bölümündeki tanımlamamızı hatırlatarak sorunu somutlamaya çalışalım: “Son dönemde yürütülen tüm çalışmalarda, politik söylem tarzı kadar, hatta zaman zaman daha belirleyici olarak kitleyle doğrudan iletişim kanalları (çeper örgütlenmeler, mesleki alan örgütlenmeleri, kulüpler, topluluklar vb.) faaliyetin başarısını belirlemektedir. Politik çalışmaların etkinlik alanındaki bu daralma, çok yönlü bir konumlanışı ve çalışmayı (politik kitle ajitasyonu, örgütlenme çalışması, sosyal ve kültürel çalışma) bir zorunluluk olarak karşımıza çıkarmış durumdadır.” Yakın dönem çalışma pratiklerinin genel bir değerlendirmesi yapıldığında, çoğu durumda faaliyetin başarısının gerisinde, politik gündemden daha çok sosyal ve örgütsel ilişkileniş olduğu ortaya çıkmaktadır. Kısa bir örnek bu açıdan açıklayıcı olacaktır: Bir faaliyet alanı yaklaşık bir ayı bulan bir yerel kampanya yürütüyor. Bu süre zarfında neredeyse her aracı kullanarak yaygın bir kitle çalışması örgütlüyor. Faaliyetin sonucunda, ilerici güçlerdeki daralmadan ve sol söylemin gençlik alanındaki etkinliğinin sınırlarından kaynaklı olarak ancak 3-5 kişiye ulaşıyoruz. Öte yandan, hedefli bir biçimde alt sınıfların derslerine giren, burada açık bir kimlikle örgütlenme faaliyeti yürüten, kulüp ve topluluklar içinde çalışma yürüten yoldaşlarımız ise, bu aynı faaliyet döneminin sonucunda onlarca insanı çalışmanın parçası haline getirebiliyor. Bu örnek oldukça önemlidir ve tüm çalışma alanları üzerine dikkatlice düşünmelidir. Son iki yıllık pratiğimiz politik ajitasyonun sınırlarını ortaya koyarkan, yoğun bir emek harcayarak insanlara ulaşan, insanların yaşam alanlarına inen bir faaliyetin dinamik ve güçlü sonuçlarını onlarca örnek üzerinden göstermiş bulunmaktadır. Yeni dönem çalışmamız, bu örnekleri mutlaka yaygınlaştırabilmelidir. Politik yeterliliklerimiz bu alanda etkin sonuçlar almanın da güvencesidir. Şunu açıklıkla belirtmeliyiz ki, kimileri bu önemli sorunu politik faaliyetin, gençlik hareketinin gündemlerinin dışına düşerek çözmeye çalıştılar. O dönem genç komünistler, bu tutumun ilgili güçleri hareketin dışına düşüreceğini, bunun ise bir yok oluş olacağını açık bir biçimde ifade etmişti. Devrimci eleştirilerimizin haklılığını bugün bir dizi gençlik örgütlenmesinin düştüğü durum kanıtlamıştır. Öyleyse, politik çalışmamızı ve pratiğimizi zayıflatmadan, aksine bu güçlü yanımıza dayanarak,

23


Komünist gençlik çalışması açısından bugün en önemli alanları taşra üniversiteleri, meslek yüksek okulları ve yurtlar oluşturmaktadır. Komünist gençlik faaliyeti, diğer tüm akımların gençlik faaliyetlerinden farklı olarak, işçi ve emekçi sınıflardan gelen gençlik güçlerine ulaşmak zorundadır. Bu noktada özgün yanları ile bu üç alan -taşra üniversiteleri, yurtlar, meslek yüksek okulları- komünist gençlik faaliyetinin temel örgütlenme alanlarıdır.

eksik kaldığımız alanlara yüklenmek zorundayız.

Taşra üniversiteleri, öğrenci yurtları ve meslek yüksek okulları:

Komünist gençlik çalışması açısından bugün en önemli alanları taşra üniversiteleri, meslek yüksek okulları ve yurtlar oluşturmaktadır. Komünist gençlik faaliyeti, diğer tüm akımların gençlik faaliyetlerinden farklı olarak, işçi ve emekçi sınıflardan gelen gençlik güçlerine ulaşmak zorundadır. Bu noktada özgün yanları ile bu üç alan -taşra üniversiteleri, yurtlar, meslek yüksek okulları- komünist gençlik faaliyetinin temel örgütlenme alanlarıdır. Taşra üniversitelerine dönük tartışmalarımız elbette ki boşuna değil. Zira bugün bu alanlar, örgütlenmenin ve açık politik faaliyet yürütmenin tüm zorluklarına karşın, faaliyetin genişleyeceği, kitlesel olanaklara sahip olacağımız temel önemde çalışma alanlarıdır. Son yıllarda merkezi olanaklarımızın belirgin darlığı nedeniyle yaygınlaşmakta ve derinleşmekte zorlandığımız bu alanlara ilişkin daha güçlü ve etkili bir yönelim oluşturmanın sorunları mutlaka yeni dönemde çözümlenmek ve aşılmak zorundadır. Tüm ilgimizi bu alandaki olanakları güçlendirmeye vermek, buradaki politik-pratik örnekleri yaygınlaştırmak yeni dönemin başlıca hedefi olacaktır. Taşra üniversitelerine yönelik çalışma iki yönlü bir önem taşımaktadır. Bir yanı gençlik çalışmamızın kitleselleşmesi ve yaygınlaşması, diğer yanı ise parti çalışmasının bu alanlara yaygınlaşmasında oynayabileceği roldür. Taşra üniversiteleri çalışmasında diğer alanlara göre daha önemli olan insanlarla birebir ilişki kurma kanallarını etkin bir biçimde zorlamak (ev ziyaretleri, sınıflardaki politik çalışmalar vb.), olanaklar ölçüsünde bu zeminde çeper örgütlenmeler (eğitim grupları, çalışma grupları vb.) oluşturmaktır. Önemle gözetilmesi gereken bir diğer yan ise, politik faaliyetteki darlığı iyi düşünülmüş araçlarla kırmaktır. Bunun en etkili araçlarından birisi yerel yayın faaliyetleridir. Doğru bir tarzda örgütlenmiş yerel yayın pratiklerinin yüzlerce öğrenciye dolaysız olarak ulaşan bir ajitasyon aracı, öte yandan da oluşturduğu kurumsal işleyiş (dağıtım ve yayını örgütleme) ile politik bir örgütlenmenin ilk adımı olduğunun bilincinde olmalıyız. Bu nedenle özellikle yerel yayın faaliyetlerine gereken ilgi mutlaka gösterilmelidir. Bu alanda özellikle sosyal ve kültürel çalışma biçimleri belirgin bir ağırlık taşımak durumundadır. Politik olanakların darlığı, öte yandan bu alandaki çok yönlü kültürel ve sosyal olanaksızlıklar, kültürel ve sosyal üretimi bir kat daha önemli kılmaktadır. Taşraya yönelik çalışma bu alana gereken önemi göstermeli, bu noktalarda çözücü adımlar atabilmelidir. Diğer iki başlık olan meslek yüksek okulları ve yurtlar ise, henüz faaliyetimizin en deneyimsiz olduğu alanlardır. Bu iki önemli çalışma alanına dair değerlendirmeleri çok yönlü bir deneyim oluşturmak için yayınlarımızda işlemek zorundayız. Nitekim bir ildeki MYO faaliyeti, diğer bir ildeki yurt faaliyeti ilk değerlendirmelerini yapmış bulunmaktadır. Bu örnekleri yaygınlaştırmak, ortaya çıkan ilk deneyimleri faaliyetimizin toplamına maledebilmek gerekiyor. *** Yeni dönemde gerek gençlik hareketinin biriken sorunlarına, gerekse de birleşik örgütlenme ve mücadele olanaklarına daha etkin müdahale için temel şiarımız “Her açıdan daha güçlü bir komünist gençlik örgütlenmesi!” olacaktır. Bu, çalışmamızın niteliğini ve niceliğini güçlendirme çağrısıdır. Halihazırda bu sorunu çözmek için başlangıç olanaklarına sahibiz. Önemli olan, doğru bir yaklaşımla bu olanakları gerçeğe dönüştürmek, hareket içinde pratik olarak etkin bir güç olabilmektir.

Genç Komünistler

24

(1) (TKİP Merkez Yayın Organı Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004, Başyazı) (2) (TKİP Merkez Yayın Organı Ekim, Sayı: 216, Temmuz 2000, Başyazı) (3) (TKİP Merkez Yayın Organı Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004, Başyazı) (4) (Ekim Gençliği, Sayı 105, Aralık 2007, Gençlik içinde işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını daha güçlü dalgalandırmak için!)


Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun 5. Toplantısı’na çağrı! Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun 5. Toplantısı 23 Şubat 2008 tarihinde İstanbul’da toplanıyor. Onlarca üniversiteden katılımın hedeflendiği Koordinasyon toplantısında -gündem önerilerine açık bir biçimdetemelde iki başlık tartışılacak. Birinci oturumda Koordinasyon bileşenleri yeni dönem gençlik hareketinin gündemlerini tartışacak. Bu çerçevede Koordinasyon toplantısının daha verimli ve güçlü geçebilmesinin tüm katılımcıların üzerine düşen bir sorumluluk olduğunu belirtmeliyiz. Koordinasyon toplantısına katılmadan önce, ilgili oturum başlıklarına ilişkin olarak sistematik bir okuma ve tartışma sürecinin yapılabilmesi gerekiyor. Bu bağlamda sunabileceğimiz öneriler şunlardır: * Öncelikle yeni YÖK Başkanı’nın açıklamaları ve kimi liberallerin bu açıklamaları gerekçelendirmeleri dikkatli bir biçimde okunmalı ve tartışılmalıdır. Zira eğitimdeki neo-liberal dönüşümler planında önemsenmesi gereken bu açıklamalara paralel uygulamalar yeni dönem gençlik hareketinin temel bir gündemini oluşturacaktır. * Konuya ilişkin okumaları bütünleyen bir tarzda ticari eğitim sorununun derinleşen kapsamı, özelde paralı eğitim saldırısı, sermaye düzeninin pratik hattı ile bütünleşen bir biçimde tartışılabilmelidir. Önden yürütülecek tartışmalar Koordinasyon toplantısına düşünsel bir zenginlik katacaktır. * Koordinasyon toplantısında bir dizi üniversitenin biraraya geliyor olmasının verdiği avantajı kullanarak, üniversitelerde ticari eğitim sorununa ilişkin ortaya çıkan gelişmeler ve deneyimler aktarılabilmelidir. Yeni dönemin gündemlerinin güçlü bir biçimde tanımlanabilmesinde sözkonusu gelişme ve deneyimlerin önemi açıktır. * Üniversiteler merkezli yürüyen türban tartışmaları ve bu sorunun üniversitelere yansıyan sonuçları Koordinasyon toplantısına taşınmalıdır. Koordinasyon toplantısının ikinci oturumunda, birleşik bir gençlik örgütlenmesi deneyimi olarak Genç-Sen’in bugünkü tablosuna devrimci bir müdahalenin koşulları, yöntemi ve pratik hattı tartışılacaktır. Bu başlığın Koordinasyon toplantısında güçlü bir tartışmaya konu edilebilmesinin önemi açıktır. Burada sağlanacak açıklık, bugün gençlik hareketi açısından önemli bir olanağı ifade eden bir birleşik gençlik örgütlenmesini güçlendirme çabası üzerinden ele alınmalıdır. Bu konudaki ön hazırlık oldukça önem taşımaktadır. Ön hazırlık için sunabileceğimiz öneriler şunlardır:

1- Koordinasyon toplantısına katılacak olan tüm yerellerin Genç-Sen Genel Kurulu’na ilişkin yapılmış değerlendirmeleri okumaları, bugün GençSen içerisinde yaşanan politik taraflaşmanın anlaşılabilmesi açısından önemlidir. 2- Hemen hemen tüm üniversitelerde Genç-Sen ile ilgili çeşitli adımlar atılıyor. Atılan adımlar, gerek ele alınan gündemler, gerekse faaliyetin örgütlenme yöntemi ile birlikte bütünlüklü olarak tartışılabilmelidir. 3- Her üniversiteden katılacak unsurların, GençSen’e yerel ölçekte hangi gündemsel çerçevede ve hangi yöntemsel bütünlükle müdahale etmeyi düşündüklerine ilişkin bir tartışmayı Koordinasyon’a taşımaları geliştirici olacaktır. Bu konuda Koordinasyon’a katılacak her yerelin bir tebliğ hazırlaması işlevsel olacaktır. Bu tebliğler, toplantı sonunda Koordinasyon’un sonuç bildirgesini hazırlamakla görevlendireceği komisyonun güçlü bir bildirge hazırlayabilmesi açısından da kolaylaştırıcı ve yol gösterici olacaktı.r

*** 23 Şubat günü gerçekleştirilecek toplantı, bir dönem boyunca ticari eğitime karşı yürütülecek mücadelenin gerek gündeminin oluşturulması, gerekse Genç-Sen zeminindeki müdahalenin çerçevesinin tanımlanması bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu olanağı güçlü bir değerlendirmenin zeminine çevirebilmek, bugün gençlik hareketi içerisinde ticari eğitime karşı tutum alan duyarlı bütün unsurların ortak sorumluluğudur. Bu gündemlere duyarlı her kişi ve kurumu Koordinasyon toplantısına katılmaya ve düşüncelerini ortaya koymaya çağırıyoruz. Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 14 Şubat 2008

25


Liseli gençlik yeni bir mücadele dönemine girdi...

İstanbul Liseli Gençlik Platformu kurultaylara hazırlanıyor! Yeni bir dönemin başındayız. İlk döneme baktığımızda, önemli çalışmalar örgütlediğimizi söyleyebiliriz. “Yalanlarınızı da alın gidin!” kampanyasının yürütüldüğü dönem boyunca anlamlı deneyimler kazandık. Doğal olarak, birinci dönem çalışmamızın bu birikim ve deneyimleri üzerinden ikinci dönem çalışmamızı şekillendireceğiz.

Geçmişin deneyimleri ışığında geleceği örgütlemeye!

“Liseli gençlik alanındaki hareketsizlik ve dağınıklık tablosu içerisinde, uzun soluklu bir kitle çalışmasına dayanan, liseli gençliği harekete geçirmeye yönelik kanalları oluşturmayı ve yerel dinamiklerle bağ kurmayı hedefleyen sistematik bir çalışma örülebilmiştir. Kampanya faaliyetinin ortaya çıkardığı imkanlardan bağımsız olarak, bu yönelimin kendisi hedefli bir politik faaliyetin göstergesidir.” Liselilerin Sesi’nin 20. sayısında yer alan bu tespit, bir yandan çalışmamızın güçlü olan yanına vurgu yaparken, diğer yandan zayıf kalan yanını işaret etmektedir. Lise çalışmamız her dönem liselere politik faaliyeti taşımayı esas almış, kitle çalışmasında ısrar etmiştir. Bu ısrar güçlenerek sürecektir. Ama bu dönem zayıf kaldığımız yana, yani politikayla buluşturduğumuz liselileri örgütlü bir mücadelenin parçası kılma noktasına yüklenmek sorumluluğu ile yüzyüzeyiz. Örülen ısrarlı çalışmanın somut sonuçlar yaratması zorlanmalı, süreç içinde açığa çıkarılan dinamikler örgütlü hale getirilmelidir. Birinci dönem yaşadığımız bu zayıflığı aşamadığımız koşullarda, çalışmanın sonuçları, sarf ettiğimiz emeğin çok gerisinde kalacaktır. Bu tartışmalar ışığında ikinci dönem çalışmamız, örgütlenme sorununa çubuk büken, belirlenen politik hatta yürütülecek kitle çalışmasının sonuçlarını örgütlenmeye kanalize eden üç ayrı alan çalışması üzerinden şekillenecektir.

Meslek liseliler sömürüye karşı bir adım ileriye!

26

Meslek liseliler, döne döne tartıştığımız liseli gençliğin paralı eğitim, geleceksizlik gibi sorunlarının yanı sıra, üretim sürecine katılmalarının getirdiği sorunlarla boğuşuyorlar. Ucuz emek sömürüsüyle genç yaşta tanışan meslek liselileri hedefleyen özgün bir çalışma tartışmasını yıllardır yürütüyoruz. Son iki yıldır ilk adımlarını örmeye çalıştığımız “meslek liseliler” çalışmasına, bu sene kurultayı hedefleyen güçlü bir yönelimle başlıyoruz.

Amacımız bu alanda kalıcı çalışmaların ilk ayaklarını örmektir. İLGP’nin çalışma yürüttüğü tüm bölgelerde seçilen pilot Endüstri Meslek Liseleri çalışmanın ilk taşınacağı yerler olacak. İlk olarak güçlü bir propaganda çalışması ile meslek liselileri sorunlarını sahiplenmeye çağıracağız. “Meslek Lisesi” bülteni bu çalışmada temel bir aracımız olacak. Bu çalışmanın etkisi üzerinden elde ettiğimiz imkanlarla birçok meslek lisesine seslenen bir süreç öreceğiz.

Paralı eğitime geçit vermemek için liselilerin sesi yükseliyor!

Paralı eğitim saldırılarının artık pervasızca savunulduğu bir dönemden geçiyoruz. Zaten paralı olan üniversite eğitimi için milyarlardan bahsedilerek, liselilere geleceksizlikten başka bir seçenek bırakılmıyor. İşçi ve emekçi çocukları eğitim sürecinden iyice dışlanıyor. Liseli gençliğe sorunlarına sahip çıkmaları yönünde çağrı yaparak, liselileri devrimci bir taraflaşmaya yönlendireceğiz. Yusuf Ziya Özcan’ın açıklamalarını ve hâlihazırda süren paralı eğitim uygulamalarını somutlayan bir teşhir çalışmasından sonra liselileri kendi talepleri ekseninde taraf olmaya çağıracağız. Daha sonra paralı eğitim ve geleceksizlik başlıklarını, yerellerin özgünlükleriyle derinleştirerek, “İLGP Lise Kurultayı”na hazırlanacağız.

ÖSS düzeninin yarış atı olmak istemeyenler örgütleniyor!

Dershane öğrencilerinin temel sorunlarından biri arada kalmış kimlikleridir. Ne lise ne de üniversite öğrencisi olmayan, sayıları 1.5 milyonu bulan bir öğrenci topluluğu her gün okula gider gibi MEB’e bağlı dershanelere gidiyor. Fakat öğrencilik haklarından yoksunlar. Dershanelere yönelik çalışmamız, öğrencilik haklarından biri olan paso talebi ile başlayacak. Özel bir bültenle (196. Dakika) başlattığımız çalışma, öncelikle paso istemini yükseltecek, ardından imza kampanyasıyla bu çalışma sonlandıracak. Bu çalışma pratiği ile ivme kazanacak olan faaliyetimiz ÖSS gündemi üzerinden şekillenecek. Bu alanda da çalışmaları “Dershane Kurultayı”na taşıyacağız.

Kurultayları örgütlerken…

Kurultay çalışmalarının, faaliyetimizin güçlü yönlerine yaslanarak zayıf yanlarını aşma noktasında


önemli bir imkan olacağını düşünüyoruz. Ama unutmayalım ki, kurultay sihirli bir değnek değildir. Yukarıda tanımladığımız sorunların aşılmasında mesafe almak, kurultayların ön hazırlık süreçleriyle doğrudan ilişkilidir. Kurultaylarla, liseli gençliğe kalıcı örgütsel mevziler kazandırmak ve var olanları güçlendirmek hedeflenmelidir. Bir bütün olarak kampanya çalışmalarımız, liseli gençliğin örgütsel alanda yaşadığı boşluk sorununu ele alırken, diğer yandan politikalarımızı liselilere daha güçlü taşımamızı sağlayacaktır. 2006 yılında yürüttüğümüz Liseli Gençlik Kurultayı çalışması bize çok anlamlı deneyimler bırakmıştır. Bu deneyim birçok zayıf yanımızı aşmamızı kolaylaştırmıştır. Liseli gençlik güçlerimizin yoğun politika tartışmaları, yerel tebliğ hazırlıklarına gözle görülür bir biçimde yansımıştır. Kurultay Hazırlık Komiteleri, İLGP Çalışma Grupları, çıkarılan yerel fanzinler, alan bültenleri (Meslek Liselilerin Sesi) vb., örgütlenme araçları olarak şekillenmiştir. Yerel tiyatro, müzik grupları ile kurumsallaşmanın diğer ayakları oluşturulmuştur. Kurultaylara hazırlık çerçevesinde tüm alanlarımızda, okulların açılmasıyla birlikte çalışmalarımız başladı. Güç ve olanaklarımızın sınırlarına takılmadan tüm alanlarımızda ilişki ağımızı genişletmek, örgütlülüklerimizi oturtmak için yoğun bir takvim oluşturduk. Var olduğumuz okullarda faaliyetimizi daha da derinleştirme ve çalışmamızı yeni okullara taşıma iddiasıyla hareket ediyoruz. Binlerce afiş, bildiri, kuş ve bültenle liselilere seslenecek, mücadelede taraf olmaları için çağrımızı dört bir yandan yükselteceğiz. Hedefimiz, İLGP çalışmasının olmadığı alanlarda İLGP’yi anlatabilmek ve bulunduğumuz alanlarda kalıcı mevziler yaratabilmektir.

Özgürlük ve gelecek mücadelesini yükseltiyoruz!

Çok yönlü ve yaygın bir çalışma sürecine kurultay hazırlıklarıyla girmiş bulunuyoruz. Nisan’ın 2. haftasında yapılması düşünülen kurultayları, kurultayın sonuçlarını taşıyacağımız 1 Mayıs çalışmaları ve hemen sonrasında birleşik bir hatta ele alacağımız ÖSS karşıtı kampanyamız izleyecek. Haziran ayının sonuna kadar uzun soluklu ve tok bir çalışma örmeyi hedefliyoruz. 2. dönemde, zayıflıklarımızı ve sınırlılıklarımızı aşma hedefiyle iddialı bir çalışma pratiği öreceğiz. Lise çalışmamızda yeni bir evreye ulaşmak, bütün bu dönem boyunca yürüteceğimiz faaliyette sağlayacağımız başarıya bağlı olacaktır.

Üniversitelerde soruşturma terörü!

Ege Üniversitesi:

Üniversiteler dönemi soruşturmalarla kapattı. Ege Üniversitesi’nde dönem içerisinde gerçekleştirilen YÖK karşıtı eylem, Ali Serkan Eroğlu anması ve ardından gelişen saldırılar gerekçe gösterilerek devrimcidemokrat öğrencilere soruşturma açıldı. İnceleme ve soruşturma kurulu başkanı rektör yardımcısı Prof. Dr. H. Haluk Baylas’ın imzasını taşıyan yazıda şunlar söyleniyor: “27/12/2007 tarihinde Üniversitemiz Kampüsü’nde saat 08:10’dan itibaren gerçekleşen ve Gıda Kafe’de devam eden bir dizi izinsiz öğrenci faaliyetine katılma eyleminiz nedeniyle Rektörlük Makamı’nın 31/12/2007 tarihli ve B.30.2.EGE.0.00.00.01/119 sayılı onayı ile hakkınızda disiplin soruşturması açılmıştır.” “06/11/2007 günü saat 11:30 sıralarında Kampus içi 1 No’lu Yemekhane önünde başlayarak, aynı gün devam eden YÖK’ü protesto eylemine katılmanız nedeniyle Rektörlük Makamı’nın 17/12/2007 tarihli ve B.30.2.EGE.0.00.00.01.113 sayılı onayı ile hakkınızda disiplin soruşturması açılmıştır.” Soruşturmanın tebligatı kapalı zarflarda ve zimmetli olarak öğrenci işlerine gönderilmiştir. Bölümlere duyurusu yapılmayan soruşturmalar için her öğrenci ayrı ayrı çağrılmış ve zarflar imza karşılığı teslim edilmiştir. Öğrenci işleri soruşturma açılan öğrenci sayısı ve kimler hakkında soruşturma açıldığını açıklamaktan kaçınmıştır. Soruşturma terörü dönem sonuna getirilerek, tepki örgütlenmesinin önüne geçilmek istenmektedir. Öğrenciler 21 Şubat günü savunma yapılması amacıyla rektör yardımcılığına çağrılmıştır. Gözaltılar, soruşturmalar, baskılar bizi yıldıramaz!

Ege Üniversitesi/Ekim Gençliği

Uludağ Üniversitesi:

6 Kasım çalışmaları çerçevesinde ortak olarak çıkarılan fanzin dağıtımı sırasında iki Ekim Gençliği okuru ve bir SGD’li öğrenci gözaltına alınmış ve 56 YTL’lik para cezası kesilmişti. Sonraki süreçte gözaltına alınan öğrencilere, “kimlik göstermemek, görevli memura trip atmak ve üst aratmamak” bahanesiyle soruşturma açıldı. Özellikle final döneminde açıklanan soruşturma sonucunda öğrenciler 1 haftadan 6 aya kadar uzaklaştırma cezası aldılar. Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü’nün tüm baskılarına rağmen çalışmalarımız ikinci dönemde de güçlenerek sürecek. Uludağ Üniversitesi/Ekim Gençliği

27


ÖKM’ye yönelik saldırılar ve birleşik mücadelenin önemi!

Baskıcı ve yasakçı uygulamaların artık gelenek haline geldiği İstanbul Üniversitesi’nde Öğrenci Kültür Merkezi’nin (ÖKM) gerekçesiz ve süresiz kapatılması ile bir dönem daha bitti. ÖKM, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sosyal ve kültürel üretim yapabildiği, tartışabildiği, tüm fakültelerine ortak olarak girebildiği bir alandı. 19 Aralık gündeminden politik filmlerin sergilenmesine kadar bir dizi etkinlik etrafında yüzlerce öğrenci ÖKM aracılığı ile yan yana getirilebilmişti. Tam da bu yüzden hedef haline geldi. Senenin başında Felsefe Kulübü’nün yapmak istediği panel engellenmek istenmiş, Halkbilim Kulübü’nün yapacağı İnsan Hakları Haftası etkinlikleri iptal edilmiş, tatil döneminde yapılabilecek tadilat eğitim dönemine denk getirilmişti. Son olarak, önce faşistlerin silahlı tehditi, sonra Edebiyat Fakültesi’ne yönelik bir faşist saldırı yaşandı ve bu gerginlikler üzerine İstanbul Üniversitesi Senatosu ÖKM’yi kapattı. Son derece planlı ve iyi oynanmış bir senaryo duruyor karşımızda.

28

ÖKM’nin kapatılması karşısında ilerici güçler harekete geçmekte gecikmedi. Kulüpler olarak süreci değerlendirmek ve müdahale edebilmek için toplantılar yaptık. Toplantılarda iki farklı tutum ortaya çıktı. Bir yönelim, süreçte faşistlerin oynadığı rolü atlayarak, polis-idare işbirliğini önemsemeyen, sadece kültür merkezi ve sanat üretimine yapılan saldırılar ekseninde bir çalışma şeklinde karşımıza çıktı. Diğeri ise, bizim de temsilcisi olduğumuz bütünlüklü yaklaşımdı. Süreci ele alırken faşistlerin bugüne kadar toplumsal muhalefet karşısında oynadıkları rolün ve polis-idare işbirliğinin öneminin atlanmaması gerektiğini, sürecin üniversitelerde yaşanan toplam dönüşümden bağımsız olmadığını, bunların kültür-sanata yönelik saldırılarla birleşik bir çalışmaya konu edilebileceğini ortaya koyduk ve süreci toplam saldırılarla birlikte örmek noktasında bir birliktelik sağladık. Bu çerçevede bir eylem kararı alındı.

Eylemin ön sürecini, sınav haftasına gelmesine rağmen, etkin bir şekilde örmeyi başarabildik. Yaygın bildiri dağıtımı, öğretim görevlileri ile görüşerek onları da sürece katma çabası, basın ayağının asgari oranda örülebilmesi eyleme katılımı güçlü kıldı. Yaklaşık 500 öğrencinin katılımı ile coşkulu bir eylem gerçekleştirildi. Daha sonrasında ÖKM kulüplerinin temsilcilerinin ve ÖKM Başkanı Cengiz Çakmak’ın da bulunduğu bir toplantı yapıldı. ÖKM’nin açılacağı, fakat faşistlerin etkinlik gösterdiği Türkçe Yaşam Kulübü’ne belirli saatler arasında iki gün istenen odanın verilmesi koşuluyla bunun olabileceği açıklandı. Tiyatro Kulübü dışındaki kulüpler bunu kabul etmeyeceklerini söylediler. Yoğun tartışmaların ardından okulun tatile girmesiyle birlikte bu konu belirsiz kaldı ve ÖKM açıldı. Üniversitedeki dönüşümleri hayata geçirebilmenin yolu devrimci, demokrat öğrencileri etkisizleştirmekten geçiyor. Birbiri ardına gerçekleştirilen sivil faşist saldırılar, polisin üniversiteye ve dolayısıyla devrimci faaliyete müdahalesi, ardından açılan soruşturmalar bunu hedefliyor. ÖKM’nin kapatılması da bu çerçevede önem taşıyor. Muhalefete yönelik yoğun saldırıların olduğu bir dönemde üretim yapan bir alanın saldırının dışında kalması beklenemezdi. İstanbul Üniversitesi yönetimi bir kez daha hizmet ettiği sınıfın çıkarlarına uygun hareket etmiştir. Üniversiteye yerleştirilen kameralar ve kapıdaki özel güvenlik şirketleriyle başlayan, Mesut Parlak’ın ardı arkası kesilmeyen pervasız açıklamalarıyla süren, okulun içinde cirit atan sivil polisler ve faşistlerle tırmandırılan saldırılar, ve nihayet ÖKM’nin kapatılması... Tüm bu saldırılar birbirini bütünlemektedir. İlerici güçlerin ÖKM eylemi üzerinden bu saldırılara karşı sergilediği birliktelik anlamlıdır. Baskı ve saldırıların göğüslenmesi açısından bunun önemi yeterince açıktır. Kulüplerin dönem dönem birlikte etkinlikler örgütleyebilmesi için adımların atılması, çalışmaların kampüslere taşınması, öğrencilerin ÖKM’yi daha fazla sahiplenmesini sağlayacaktır. Ortak tutum alma noktasında belli yönleriyle eksik kalındığını da belirtmeliyiz. Kulüpler arası iletişimin ve tartışma kültürünün geliştirilebilmesi için çaba harcanmalı, gerici yaklaşımlar mahkûm edilmelidir. Yaşanan süreçte kulüplerde çalışması olmayan politik güçlerin sürece müdahalesi sınırlı olmuştur. Bunu aşabilmek için adımlar atılmış ama geç kalınmıştır. Üniversitedeki tüm güçlerin sürece aktif katılımı noktasında bugünü aşan bir çaba ortaya konulmalı, bunun yol ve yöntemleri aranmalıdır. ÖKM sürecinde gerçekleştirilen birliktelik eksikleriyle birlikte olumlu bir pratiği işaret etmektedir. Bu eksikleri giderme noktasında daha fazla çaba sergilemeli, saldırıların kapsamına rağmen, duruma müdahalede oldukça fazla olanağa sahip olduğumuzu unutmamalıyız. İÜ Ekim Gençliği


ÖKM saldırısına karşı kitlesel eylem!

İstanbul Üniversitesi Beyazıt yerleşkesinde bulunan ve yıllardır üniversite öğrencilerinin alternatif sanat alanında önemli bir mevzisi olan Öğrenci Kültür Merkezi geçtiğimiz ay bir komplo ile kapatılmıştı. Faşistlerin açtığı bir kulübün devrimci öğrencilere karşı sergilediği provokatif tutumları bahane eden rektörlük ÖKM’nin kapısına kilit vurmuştu. İÜ Öğrencileri ve İÜ ÖKM Kulüpleri, ÖKM’nin kapatılmasına karşı 18 Ocak günü İÜ İletişim Fakültesi önünden ana kapıya bir yürüyüş gerçekleştirdiler. “ÖKM’yi a-ça-ca-ğız!/İÜ Öğrencileri” pankartının açıldığı eylemde “Kültür-sanata zincir vurulamaz!”, “Polisidare işbirliğine son!”, “Kariyer merkezi değil, kültür merkezi istiyoruz!”, “Karanlığa teslim olmayacağız1”, “AKM, Taksim Sahnesi, Muhsin Ertuğrul, ÖKM... Şimdi sıra nerede!” ve “ÖKM’yi geri istiyoruz!” dövizleri taşındı. Yürüyüş ve eylem boyunca “ÖKM’yi geri istiyoruz!”, “Tüccar rektör üniversiteden defol!”, “Sermayenin uşağı rektör istifa!”, “Herkese eşit, parasız eğitim!”, “F tipi üniversite istemiyoruz!”, “Sermaye defol üniversiteler

izlendi. Oyunun ardından basın açıklamasına geçildi.“İÜ Öğrencileri olarak tarihimizde hiç yaşamadığımız kadar karanlık günler içerisindeyiz” sözleriyle başlayan açıklamada ÖKM’nin kapatılması protesto edildi ve ÖKM’nin bugüne kadar gerçekleştirdiği etkinlikler anlatıldı. Açıklama şu sözlerle sona erdi:“Biz ÖKM kulüpleri ülkemizi ve üniversitelerimizi karanlığa boğmak isteyenlerin sergiledikleri bu oyunlara seyirci kalmayacağız. ÖKM’yi açacağız! Ülkemizde ve üniversitelerimizde özelleştirmelere, faşistlere ve gericilere geçit vermeyeceğiz!” Sanatçı Orhan Aydın da eyleme destek verdi. Yaptığı konuşmada,“Çünkü orası dün bizimdi, bugün sizin, yarın sizden sonra geleceklerin. Yani orası üniversite gibi insanlığın ortak evidir. İnsanlığın ortak evine kilit vuranlar tarihte hep kötü anılıyorlar...” dedi. Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem, söylenen marşlar ve çekilen halayların ardından sona erdi.

İLGP’den Devrim Okulları!

İstanbul Liseli Gençlik Platformu olarak ara tatil döneminde İstanbul merkezli bir devrim okulu gerçekleştirdik. Lise çalışmamızı geliştirmede devrim okulları bizim için önemli bir yerde duruyor. Tatil sürecini devrimci bir eğitime konu etmek biz devrimci liselilerin gelişimi açısından önem taşıyor. Burada yürüttüğümüz tartışmaları alanlarımıza, çalışma pratiğimize yansıtabildiğimiz ölçüde, bu, toplam çalışmamızı güçlendiren bir rol oynuyor. Bu yıl da, birinci dönem kampanyamızın sona ermesinin ardından, “Devrim Okulları”nın ön hazırlığını yapmaya başladık. Gündemlere dair derlemeler yaparak, tartışmalara önden hazırlanılarak gelinmesini, böylece tartışmaların daha verimli geçmesini amaçladık.

Kapitalizmin bilimsel eleştirisi

Devrim Okulları’nın ilk gününde “Kapitalizmin bilimsel eleştirisi” başlığını tartıştık. Sunum, diyalektik ve materyalist tarih kavramlarının tartışılmasıyla başladı. Sonrasında sınıflı toplumların oluşum sürecinden başlayarak kapitalist üretim ilişkilerinin oluşumuna kadarki toplumsal gelişme sürecinin bir anlatımı yapıldı. Toplumsal gelişmenin hep ileriye doğru olduğu, toplumların alt aşamalardan üst aşamalara doğru bir gelişim çizgisi izlediği, sosyalist toplumun ancak bu nesneltarihsel gelişme üzerinden varlık bulabileceği vurgulandı.

Devrimci kimlik, devrimci yaşam

“Devrimci kimlik” ve “Devrimci yaşam” sunumu, ideolojik kimlik, örgütlü kimlik ve devrimci kimlik ara başlıkları üzerinden şekillendi. İlk olarak, verili durumda düzen içerisinde bir taraflaşmanın zorunluluğuna dikkat çekildi. “Düzen yönelttiği saldırılar ile bu taraflaşmayı zorunlu kılarken, bir yandan da düzen karşıtı bir taraf olunmasının önüne geçmeye

bizimdir!”, “Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganları atıldı. Beyazıt Meydanı’nda ilk olarak ÖKM Sahnesi, “Meso’nun önlenemez yükselişi” adlı oyunu sergiledi. İÜ Rektörü Mesut Parlak’ın göreve geldiği ilk günden itibaren okuldaki öğrencilere açtığı soruşturmaları, verdiği cezaları, imza attığı özelleştirmeleri konu alan oyun ilgiyle

çalışmaktadır” denildi. İdeolojik kimlik ara başlığı altında, “Düşünen ve savaşan militan” tanımlaması üzerine bir tartışma yürütüldü. Çalışmanın her unsurunun, çalışmanın pratiğine katkı sunmanın yanı sıra, hem kendi gelişimi hem de çalışmanın gelişimi açısından, düşünsel yoğunlaşma ve ideolojik eğitim sürecine önem vermesi gerektiği vurgulandı. Ardından “Örgütlü mücadele neden gereklidir?”, “Örgüt zorunlu bir ihtiyaç mıdır?” sorularının tartışılması ile örgütlü kimlik tartışmasına geçildi.

Liselerde gençlik çalışmasının sorunları ve yeni dönem

Liselerde gençlik çalışmasının sorunları ve yeni dönem tartışmasına, lise öğrencilerinin gençlik içerisinde tuttuğu yer ve bünyesinde taşıdığı devrimci dinamiğe vurgu yapılması ile başlandı. Ardından kendi lise çalışmamızın deneyimleri üzerinden, liselerde devrimci faaliyetin ve kitle çalışmasının sorunlarını tartıştık. Yeni döneme ilişkin olarak ise, bir yoldaşımız, İLGP’nin ikinci dönem izleyeceği çalışma hattının genel çerçevesini çizdi. Ardından çalışmanın hangi gündemlerle ve nasıl yürütülmesi gerektiğine dair tartışmalar yapıldı. Devrim Okulu içerik olarak başarılı bir çalışmaya konu edilmiş oldu. Ara tatilin böylesi bir eğitim süreci ile değerlendirilmiş olması, ikinci dönemde yürüteceğimiz çalışma açısından önemli bir yerde durmaktadır. Elbette Devrim Okulları çalışmasının eksiklikleri de sözkonusudur. Bu kendisini esas olarak ilişkilerimizi çalışmaya katmada zayıflık olarak ortaya koymuş ve bu da çalışmanın yerel ayaklarının oluşturulmasını güçleştirmiştir. Esenyurt İLGP’nin gerçekleştirdiği çalışma bu açıdan olumlu bir örnek olmuştur. Esenyurt İLGP, merkezi “Devrim Okulu” başlıklarının tamamını yerel çalışması ile birleştirerek, üç günlük bir devrim okulu süreci oluşturmuş ve bu sayede tartışmalarımızın daha geniş bir alana taşınmasını olanaklı kılmıştır. Esenyurt İLGP deneyimi diğer alanlar tarafından da tartışılmalı, gerek dönem içi eğitim faaliyetlerinin organize edilmesi, gerekse önümüzdeki yaz sürecinde bu örnek pratiğin yol göstericiliğinde bir çalışma hedeflenmelidir.

İstanbul Liseli Gençlik Platformu

29


Sıkılan üç kurşunun ardından…

“Yaşasın halkların kardeşliği!”

Her şey silahtan çıkan üç kurşunla başlamadı. Sermaye devletinin kirli tarihi, yıllardır körüklenen ırkçı-şovenist propaganda, bu üç kurşunda somutlandı sadece. Bu üç kurşundan sonra yılan hikâyesine dönen, bu memleketin hiç de yabancı olmadığı bir dava süreci daha başladı. Devletin kirli ilişkileri, korunmak istenenler, kurban verilenler, gizli belgeler, hasıraltı edilenler bir bir döküldü ortaya. Dava sonuçlanmasa da her şey gün gibi ortadaydı. “Derin devlet” dedikleri, aslında sermaye devletinin ta kendisiydi ve bir kez daha sahne almıştı.

Devleti aklama çalışması

Hrant’ın katledilmesinin hemen ardından katil hızlıca bulunuvermiş, suçlu “adalete” teslim edilmişti. 17 yaşındaki tetikçi Ogün Samast, bu cinayetin gerisindeki ilişkilerin, simaların hasıraltı edilebilmesi için önce ortalığa salınmış, sonra da devletin kendini temize çıkarma aracı olarak yakalanmıştı. Ardından, Hrant’ın kanı daha yerde kurumamışken İstanbul Emniyet Müdürü bir açıklama yaptı. “Cinayetin siyasi bağlantısı yok, örgüt bağlantısı yok, katil milliyetçi duygularla cinayeti işlemiş!” diyerek, cinayetin üstünü nasıl örteceklerinin hesabını yaptıklarını ortaya koydu. Ancak bir yıl içinde gördük ki, bu olayın içinde “örgütlenmemiş” kimse kalmamıştı!

Dava sürecinin ortaya çıkardığı kirli ilişkiler

30

Bir yıllık zaman diliminde Hrant’ın cinayetine ilişkin bir sürü belge ve bilgi ortalığa saçıldı. Cinayet öncesinden başlayarak, Hrant’ın katledileceğinin devlet tarafından bilindiği ortaya çıktı. Hrant dosyasının her satırında, devlet görevlilerinin alabildiğine açık öldürme planları yaptıkları, yapanları yönlendirdikleri, delilleri sakladıkları, yanlış bilgi verdikleri ve açıktan Hrant’ı tehdit ettikleri anlaşıldı. Özelikle geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan bir telefon görüşmesi, MİT, emniyet, jandarmaya ve Alperen Ocakları arasındaki ilişkiyi tüm açıklığıyla gözler önüne serdi. Hrant’ın cesedi daha kaldırımdayken, cinayetin azmettiricilerinden Erhan Tuncel ile onu arayan istihbarat polisi Muhittin Zenit’in yaptıkları telefon görüşmesinden, bu cinayet planın tüm ayrıntılarının Zenit tarafından bilindiği ortaya çıktı. Ancak bu da

Zenit’in ceza almasına yetmedi, Zenit de diğerleri gibi görevine devam etti. Trabzon İl Jandarma Komutanı Ali Öz, Pelitli Jandarma İstihbarat örgütü, Trabzon Terörle Mücadele Şubesi’ndeki polisler, İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve İstihbarat Daire Başkanlığı gibi kabarık bir liste Zenit gibi “aklandı”. Aklanmak bir yana, bunların bir kısmı, bugün İstanbul 14.Ağır Ceza Mahkemesi’nde yürümekte olan davaya delil ve belge sunan kişiler durumundalar. Cinayet yerindeki görüntü kayıtları, bu cinayetin önceden bilindiğini gösteren Trabzon ve İstanbul’da yapılan yazışmalar, telefon görüşmeleri ya gizlilik gerekçesiyle imha edildi ya da bunlara hiç ulaşılamadı. Yargılama öncesi ve sonrası yaşananlar kontrgerilla devletinin açık kanıtıydı. Sermaye devletinin “yüksek menfaatleri”ni korumak için gereken yapılmıştı!

Kahramanlaştırılan tetikçi

Ogün Samast’ı 19 Ocak’ta Halaskargazi Caddesi’ne getiren neydi? O’nun Hrant’ı vurma güç ve cesaretini bulabilmesinin gerisinde ne vardı? Burjuva cumhuriyetinin tarihi inkâr ve imha tarihidir. Bu coğrafyada halkalara Türkleşme ya da yok olma arasında bir seçim yapmaları dayatılmaktadır. Asimile edilemeyenler yok edilmektedir. Bu politika ilkokul çağından itibaren ince ince işlenir. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” propagandasıyla gençlik zehirlenmeye çalışırırken, “öteki” dedikleri, “vatan haini”, “yediği tabağı pisleyen nankör” ilan edilerek düşmanlaştırılır. Hrant Dink bir Ermeni’ydi, “bölücü”ydü, “öteki”ydi. Tıpkı Kürtler, Rumlar vb. gibi… Yani katli vacipti. Bu coğrafyanın halklarına yıllar yılı dayatılan ırkçı-şovenist politikalar, şırınga edilen “milliyetçi” hassasiyetler Ogün Samastlar’ı yaratmıştır. Bundan sonra onların cesaretlendirilerek tetikçiliğe hazırlanmaları gerekmekte, bu da çok zor olmamaktadır.

Sermaye devleti tüm kurumlarıyla saldırıyor!

Cinayetin ardından tepkiler çığ gibi büyüdü. Hrant’ın cenazesi yüzbinler tarafından sahiplenildi. “Hepimiz Ermeni’yiz!” sloganı güçlü bir biçimde yükseltilince, karşıt propaganda devreye sokuldu. Sıra medyadaydı. Şovenizmi tırmandırma konusunda sınır tanımayan, tetikçi katilleri, mafya kabadayılarını kahraman olarak parlatan dizilere yer verme konusunda birbiriyle yarışan tekelci basın bu konuda da üstüne düşeni yerine getirdi. Bir bebekten katil yaratan kapitalizm karanlığı, ayakta kalabilmek için halkları birbirine karşı düşmanlaştırıyor. Düzen, kurumları eliyle bu düşmanlığı pekiştirerek sömürüyor, semiriyor. Türk halkı köleleştirilmek, belleksizleştirilmek, onursuzlaştırılmak isteniyor… “Ötekiler” inkar ve imha ediliyor… Oysa düşman, bu coğrafyanın halkları değil, düzenin ta kendisidir!


Ergenekon operasyonu ve buzdağının görünen yüzü!

Ümraniye’de ele geçirilen bombalara ilişkin başlatılan soruşturma, yeni bir Susurluk vakasını daha gündeme getirdi. Basına yansıyan ismiyle “Ergenekon” çetesine yapılan operasyon, Susurluk kazası, Danıştay baskını, 301 eylemleri ile tanınan isimleri hedef aldığı gibi, bugüne kadar reddedilen JİTEM gerçeğini de ortaya çıkarıyor. Düne kadar korunan, pek çok olayda ismi geçtiği halde ifadelerinin alınmasına bile gerek duyulmayan örgüt bileşenlerinin bugün önümüze atılması, bahsedildiği gibi devletin içine kadar sızmış çeteleri tasfiye etmeden, bir“bağırsak boşaltma”dan mı ibaret?

Kirli olan tüm kurumlarıyla devletin kendisidir!

Susurluk kazasını izleyen süreç hatırlanırsa, devletin üst kademelerinde görev alanların kirli işleri/ilişkileri sözde açığa çıkarılmış, bir iki “günah keçisi” ile olayların devlete mal edilmesi engellenmişti. Benzer tablolar, Şemdinli bombacılarının yargılanma sürecinde, Danıştay baskınında, Hrant Dink cinayeti araştırmalarında da yaşanmıştır. Zanlıların açıktan korunması, olayları araştıran savcıların soruşturulması, basına yayın yasağı getirilmesi gibi önlemler devlet eliyle alınmıştır. Bugün Ergenekon çetesi üyelerinin isimlerine baktığımızda, Susurluk skandalı ve sonrasındaki pek çok olayda geçen isimler olduğunu görüyoruz. Susurluk’ta ifadesi dahi alınmayan Veli Küçük’ün bugün tutuklanmış olması, Türkiye’nin geldiği nokta açısından önemli bir adım olarak değerlendirilebilir mi? Nasıl oldu da devlet yıllardır pis işlerini yaptırdığı kişileri, bazı mensuplarını bu kadar kolay gözden çıkardı? Hükümetin ordu ile yeni bir çatışma anlamına gelen türban meselesini gündemin baş sırasına oturtmadan önce, bu operasyonla elini güçlendirdiği söylenebilirse de, sorunun bunun ötesinde olduğu anlaşılmaktadır. Fethullahçı gericilerin mevzisi olarak bilinen emniyetin, ordunun kolladığı çocukları hapse götüren operasyonlarının ardından ordunun bir tepki ortaya koymaması oldukça dikkate değerdir, genelkurmay başkanı ordu “bir suç örgütü” değildir demekle yetinmiştir. Bu operasyonda Ergenekon çetesinin “ABD karşıtlığı”nın önemli bir rol oynadığı, bizzat burjuva medya tarafından dile getirilmektedir. Bu, Amerikancı ordunun tepkisizliğini de açıklamaktadır. Amerikancı ordu ile iyi bir Amerikan uşağı olan hükümetin bu operasyondan dolayı karşı karşıya gelmemiş olması, burjuva medyada ortaya dökülenler ve tüm yorumlar, bunun basit bir

temizlik operasyonu olmanın ötesine geçtiği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu çete kendi boyunu aşan işler yapmaya kalkmış, zaten toplum nezdinde de yeterince deşifre olduğu için, tasfiye edilmelerinde fazla bir güçlük yaşanmamıştır.

Küçük’ten büyük itiraflar

İstanbul Terörle Mücadele Şube (TEM) ekipleri tarafından gözaltına alınan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün özenle koruduğu binlerce sayfalık arşivine el konulduğu söyleniyor. Sorgusu sırasında evinden çıkan belgeler hakkında konuşan Küçük şunları söylemektedir: “Ben JİTEM’in kurucusu olarak biliniyorum. Kanunda yeri olan bir birimdir. Bu bende bir meslek hastalığı olarak niteleyebileceğim arşivleme alışkanlığından dolayı bana görev sırasında değişik yerlerden ulaşan belgeleri dosyalayarak muhafaza ettim. Emekli olduktan sonra da bu şekilde gelen belgeleri arşivledim. Evimde bulunan gizlilik niteliği yüksek olan belgeleri arşivlemem, karakterimin ve alışkanlığımın bir yansımasıdır. Evimde, gündemdeki Ergenekon, Lobi gibi belgelerin orijinal nüshalarının çıkması da arşivleme hastalığımdan kaynaklanmaktadır.” Küçük bir yandan arşiv merakından bahsederken, bir yandan da devletin yıllardır “yok” dediği JİTEM’in varlığını birebir kurucusu olduğunu belirterek kabul ediyor, devlete ait gizli belgelerin varlığından söz ediyor. Tabii ki bu belgelerin içeriği açıklanmıyor.

Sonuç

JİTEM’in kurucularından Veli Küçük, beraberinde “devlet adına” çete kuran üst düzey görevlilerle birlikte yakalanmış olsa da, operasyon sırasında ele geçirilen bilgilerin, devlete ve silahlı kuvvetlere ait gizli belgelerin içeriği hakkında hiçbir bilgi verilmemesi, operasyonun bugüne kadar tutuklanan 15 kişiyle sınırlı kalacağına işaret ediyor. Başta Veli Küçük olmak üzere tutuklu kontracıların, elbette devlet adına işledikleri suçlardan değil, TCK’nın 313’üncü maddesinin 1. fıkrasında tanımlanan, “Halkı, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı bir isyana tahrik”ten suçlanması da, operasyonla neyin hedeflendiğini anlatıyor. Sonuç olarak, her zaman olduğu gibi, bugüne kadar devlet adına işlenen hiçbir kirli iş ve cinayet, ucu kontrgerilla örgütlenmesine uzanan hiçbir ilişki sorgulanmayacaktır.

31


“Zafer her yerde sosyalizme

Onbinlerce kişi R. Luxemburg ve K. Liebknecht’i andı...

aittir!”

Her yıl geleneksel olarak Berlin’de gerçekleştirilen ve Almanya’nın en büyük politik gösterisi olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht anması, bu yıl da Ocak ayının ikinci haftasında, 13 Ocak 2008 tarihinde gerçekleştirildi. Alman polis devleti, her yıl yaptığı gibi bu yıl da, her türlü kirli saldırı ve rezilce provokasyona başvurdu. Önce, besleyipkoruduğu neo-nazi çetelerini, bu yürüyüşe karşı bir yürüyüş izni almak üzere harekete geçirdi. Bununla da kalmadı, ırkçı partiyi harekete geçirerek, 1944 yılında idam edilen KPD yöneticisi ve sendikacı Anton Saetlow’un adının verildiği, Berlin’in Lichtenberger ilçesindeki meydanın adını değiştirme girişiminde bulunmasını sağladı. Alman devleti ve polisinin tüm çabalarının biricik amacı, ortamı mümkün olduğunca germek, terörize ederek korku yaratmak, böylece yürüyüşe ve diğer etkinliklere katılımı engellemekti. Ancak bu kirli oyunlar bu kez de başarıya ulaşmadı. Bu yılki yürüyüşe, geçen yılkinden daha fazla, yaklaşık onbin kişilik bir katılım gerçekleşti. Sabahın erken saatlerinden başlayarak gerçekleştirilen anıt mezar ziyaretine de her yıl olduğu gibi onbinlerce insan katıldı. Alman burjuvazisi ve devleti, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i unutturamayacaktır. Zira, dün olduğu gibi bugün de, sosyal devrim korkusu onun yakasını hiç bırakmayacaktır. Rosa’nın sözleri ile, “Devrim hala açık duran mezarların üzerinden, ‘zaferlerden’ ve ‘yenilgilerden’ geçerek, kendi büyük hedeflerine doğru fırtınalar içinde yürüyecektir.”

Dünya işçi sınıfı ayakta!

İşçi sınıfı dünyanın dört bir yanında grevlerle, direnişlerle hak arama mücadelesini sürdürüyor. Farklı ülkelerden işçiler benzer saldırılara karşı ortak sınıf çıkarları için direniyor! Ocak ayında bu türden pek çok grev ve direniş yaşandı...

Belçika’da Ford işçileri grevde

17 Ocak günü öğleden sonra Ford işçileri Belçika’nın Genk kentinde kendiliğinden başlayan bir eylem ile iş bıraktılar. İşçiler kendilerine dayatılan yüksek tempoda çalışmayı protesto ederek daha yüksek ücret talebini yükselttiler.

Meksika’da maden işçilerinin grevi

Meksika’nın en büyük bakır madeni Cananea’da işçiler 30 Temmuz 2007’de greve çıkmıştı. Grev düşük ücretlere, güvenlikten yoksun ve sağlıksız koşullara karşı gerçekleşmişti. Grev 11 Ocak günü illegal ilan edildi ve polis saldırısı ile dağıtıldı. Bu baskıları protesto etmek için 25.000 maden işçisi 8 saatliğine greve gitti.

Yunanistan limanlarında iki günlük grev

Yunanistan’da Atina (Pire) ve Selanik limanlarında liman işçileri Ocak ayının üçüncü haftasında iki günlük grev yaptılar. İşçiler grevleriyle bir kez daha hükümetin limanları özelleştirme planlarını protesto ettiler.

Nijerya’da çelik işçilerinin grevi

Nijerya’da Ajaokuta Steel Company’de çalışan çelik işçileri de Ocak ayının üçüncü haftasında iki günlük greve gittiler. Grev Kasım ve Aralık ayında ödenmeyen maaşlarını derhal ödenmesi talebiyle gerçekleştirildi.

Barbados’ta grev başarı ile sonuçlandı

Karibik Adalarından Barbados’ta telekomünikasyon tekeli Cable and Wireless’te çalışan 700 kişi 4 Aralık’ta greve gitti. Grev başbakanın talep ettikleri %12,5 luk ücret artışını ve geride kalan 10 yıllık ödemeleri kabul etmesi üzerine 11 Ocak’ta sona erdi.

Yeni Zelanda’da liman işçileri kazandı

Yeni Zelanda’da Napier limanında bir hafta süren grev ile süresiz olarak çalışan 25 işçinin ve 60 mevsimlik işçinin işten atılmaları engellendi.

32

Finlandiya’da paketleme firmasında grev

9 Ocak günü Finlandiya’da paketleme malzemeleri üreten Walki firmasında 400 kişi greve gitti. İşçiler 600 kişinin çalıştığı fabrikalarında çalışanların üçte birinin işten atılmak istenmesini protesto ettiler.


Ekim Devrimi’nden bize kalanlar…

Sosyalist eğitimin mimarlarından biri:

Anton S. Makarenko

Büyük Ekim Devrimi’nin getirdiği kazanımların en önemlilerinden biri olan eğitim hakkının kullanımı konusunda fikir edinmek için temel başvuru kaynaklarının başında Anton Makarenko ve eserleri gelmektedir. Bunun nedenlerinden biri, sosyalist yeni düzenin kendine verdiği görevin niteliğiyse, diğeri ve daha önemlisi, onun uslanmaz devrimci kişiliği ve bundan ayrı ele alınamayacak olan sınıf kimliğidir. Bir eğitimci oluşuna bakıp, kolayından, küçük burjuva damgası vurmadan önce, içine doğduğu ve yetiştiği ailenin hangi sınıfın içinde olduğuna bakmak gerekiyor. Bunun tek başına yeterli olmadığı, sonradan farklı bir sınıf kimliği de edinilebileceği biliniyor. Ancak Makarenko’nun ailesinden bağımsız bir kimlik edineceği dönem genç bir öğretmen olarak çalışmaya başladığı yıllar- Ekim Devrimi’nin öngünleri olduğundan, O, bu edinimin devrimcilik tarzında olduğunu, yaşamı ve fikirleriyle kanıtlamış bulunuyor. Baba Semyon Makarenko bir demiryolu işçisiydi. Anton ise önceleri parlak öğrenci, iyi bir eğitimci ve sonraları ise iflah olmaz bir devrimcidir. Dolayısıyla, devrimin ardından, yeni düzenin kurulması ve gelişmesinin en önemli ayaklarından birini oluşturan eğitim işinde görevlendirilir. Hem de en zor alanlarından birinde. O’nun bir eğitimci olarak hem gelişmesi, hem de tarihin o güne dek kaydettiği en ileri başarılara imza atması da bu zor görevi omuzlamasıyla mümkün olur. Görev, suçlu çocuklardan sosyalist kişilikler yaratmaktır.

Aslında bu, ilk başta belki sadece Makarenko’nun bir hayali olabilirdi. Çünkü bu alanda kaydedilmiş bir tek başarı bile bulunmadığı gibi, eski toplumun bu çocukları eğitmek ve topluma kazanmak gibi bir niyeti de olmamıştı. Tüm dünyada olduğu gibi, Rusya’da da çocuk suçluların yeri çocuk hapishaneleriydi. Sosyalist yeni devletin, aslında onun adına yeni eğitim yönetiminin, bu olaya son derece -ama sadece- hüsnü niyetle el attığını ise, Makarenko’nun başına gelenler göstermektedir. Hüsnü niyet, bu çocuklara acımakta, onları sokaklardan ve ıslahevlerinden kurtarmak istemekteydi. Ancak iyi niyet tek başına sonuç almaya yetmiyordu. Böyle bir alanda başarı kaydetmek içinse, eski sistemden kalma tek bir deney bile yoktu. Nasıl olsun ki!? Bu çocuklar, kapitalist sistemin bizzat oluşturduğu toplum tortularıydı. Böylece Makarenko, onlara sadece acımanın yetmeyeceği bilinci ve sosyalist toplumun kuruluşu coşkusuyla işe girişti. Yeni yöntemler, devrimci yöntemler geliştirmeye çalıştı. Masabaşı teorisyenleri yöntemleri yüzünden O’nunla önce dalga geçtiler. Ardından da okulun yönetiminden aldılar. Ne var ki, 1920’den ‘28’e kadar, yani sadece 8 yıl süren bu eşsiz deneyim meyvelerini vermeye başlamıştı. Sokaklardan toplanan veya ıslahevlerinden yollanan -veya Gorki Kolonisi’nin ünü yayıldıktan sonraki dönemde evinden kaçıp sığınan- çocuklardan, pırıl pırıl komsomol üyeleri, başarılı üniversite öğrencileri yetişmiş, yani, başlangıçta belki Makarenko’nun bile sadece

Ayşe Aydın

Makarenko’nun, kendi kimliği ve çabalarıyla ortaya koyduğu en önemli gerçeklerden biri, sosyalist sistemde eğitimin sadece hak olmadığı, aynı zamanda ve daha önemli olmak üzere devlet cephesinden bir görev olarak algılandığıdır. Bu, elbette, başka pek çok konuda da böyledir, ama, burada konumuz eğitim olduğu için sadece bu alan üzerinden örneklersek; eğitimi, büyük-küçük istisnasız herkes için temel, vazgeçilmez, engellenemez bir hak olarak tanımak yetmez. Bunu böyle tanımlayanın samimiyeti, bu şekilde kullanma imkanlarını da yaratıp yaratmadığıyla ortaya çıkacaktır.

33


34

hayal edebileceği gerçekleşmişti. Başına gelen hiçbir şey, Makarenko’yu yolundan ve fikirlerinden caydıramadı ama. O, artık yönetici olmadığı başka okullarda çalışmaya, fikirlerini geliştirmeye ve uygulamaya devam etti. Bir başka ifadeyle, sosyalizmin kuruluşu sürecinde kendisinden beklenen görevleri gerçekleştirmeye... O gün, O’nun yöntemlerine karşı çıkan eğitim yöneticilerinin masabaşı teorileri, Makarenko’nun sıcak pratiğin içinde geliştirdiği devrimci yöntemlerin karşısında eriyip yok olmaya mahkumdu, öyle de oldu. Bugün Makarenko’nun adı ve eserleri tüm dünyada, sadece sosyalist eğitimcilerin değil, diğer eğitim emekçilerinin ve her devrimcinin dilinde dolaşırken, onların adını bile hatırlayan bulunmuyor. Bu sadece, Ekim Devrimi’nin üstünden 90 yıl geçtikten, tüm kazanımları yere çalındıktan sonra, bugünün dünyasında böyle değil. Kuşkusuz, Sovyet eğitim yönetimi de ondan öğrenmeyi bildi ve yeni eğitim sistemini kurarken yararlandı. Makarenko’nun fikir ve deneyimlerinden yararlananlardan biri de, taze cumhuriyetin ilerici eğitimcilerinden Hasan Ali Yücel’dir. Suçlu değil ama, daha ziyade yoksul köylü çocuklarının eğitimi düşünülerek kurulan -ve çok kısa zamanda, ilk meyveleri görülür görülmez tasfiye edilen- Köy Enstitüleri’nin, Makarenko’nun koloni ve komünlerinin ancak karikatürü olabilecek niteliklerine rağmen, nasıl bir eğitim kalitesi tutturabildiğinin somut kanıtları ise, bu okullarda yetişmiş çok sayıda değerli yazar, şair ve düşünürdür. Makarenko’nun, kendi kimliği ve çabalarıyla ortaya koyduğu en önemli gerçeklerden biri, sosyalist sistemde eğitimin sadece hak olmadığı, aynı zamanda ve daha önemli olmak üzere devlet cephesinden bir görev olarak algılandığıdır. Bu, elbette, başka pek çok konuda da böyledir, ama, burada konumuz eğitim olduğu için sadece bu alan üzerinden örneklersek; eğitimi, büyük-küçük istisnasız herkes için temel, vazgeçilmez, engellenemez bir hak olarak tanımak yetmez. Bunu böyle tanımlayanın samimiyeti, bu şekilde kullanma imkanlarını da yaratıp yaratmadığıyla ortaya çıkacaktır. Makarenko’nun koloni ve komünleri başta olmak üzere, sosyalizmin kurduğu eğitim sistemi içinde, sadece çocuk ve gençler için değil, öğrenmek isteyen herkes için yer vardır. Eğitim için herhangi bir ücret ödenmesi sözkonusu olmadığı gibi, eğitim masrafları devlet ya da kurumlar aracılığıyla sistem tarafından karşılanmıştır. Üstelik sosyalist Sovyetler Birliği’nin eğitim hizmetlerinden sadece Sovyet vatandaşları değil, hemen tüm sosyalist halk cumhuriyetleri, bundan da öteye, genel olarak dünyanın dört bir yanından eğitim amacıyla gelen herkes yararlanabilmiştir. Tıpkı parasız sağlık hizmetinden turistlerin bile yararlanabildiği gibi. Bir öğretmen ve okul yöneticisi olarak suçlu çocuklardan sağlam karakterli sosyalist insan yetiştirmeyi başaran Makarenko, bir eğitimbilimci olarak, çocuk eğitiminin okulda başlayıp orada bitmediğini çok iyi biliyordu. Özellikle okul öncesi dönem çok önemliydi. Nitekim O’nun koloni ve komünlerindeki zorluklar da bu “önceki dönem”in yarattığı zorluklardı. Bu nedenle okul öncesi eğitim konusuna da kafa yoran Makarenko’dan bugünün ana-babalarına armağan çok değerli iki kitap daha kalmıştır. Dahası, koloni ve komünlere ait deneyimlerin ele alındığı kitaplar da sadece eğitimcilere değil aynı zamanda ana-babalara hitap eder. Makarenko’dan öğrenecek pek çok şey var. Ve ondan öğrendiğimiz herşey, Ekim Devrimi’nin değerini ve yeni Ekimler ihtiyacının yakıcılığını gösterecek. Makarenko’nun Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında, iki ciltlik Yaşam Yolu (Payel Yay.), Ana Babaların Kitabı (Sorun Yay.), Ailede ve Okulda Çocuk Eğitimi (Sorun Yay.), Kulelerde Bayraklar (Evrensel Yay.) vardır. Ayrıca, Ceylan yayınlarının çıkardığı Makarenko Yaşamı ve Eserleri isimli çeviri derleme de, O’nu, anılarıyla kitapta yer alan öğrencilerinin ağzından, yani ilk ağızdan tanıma imkanı sunması açısından iyi bir başvuru yapıtıdır. Onlarca kitap yanında bu çevirilerin çok sınırlı kaldığı açıktır. Ne var ki, O’nu ve sosyalist eğitim sorunlarını anlamak için bu kadarı bile yetmektedir.

(Sİ Kızıl Bayrak, sayı: 43, 9 Kasım ‘07)


“Kentsel bölüşüm”ün son odağı:

Sulukule dönüşüyor!

“Kentsel dönüşüm”, son dönemde adını sıkça duyduğumuz, kente dair her müdahalenin altından çıkan bir kavram. Ortaya çıkışıyla kentsel rehabilitasyon, iyileştirme, güçlendirme, koruma gibi alt başlıkları barındıran kavram, günümüzde özellikle belediyelerin “yenileme” anlayışına sıkışan bir biçimde karşımıza çıkıyor. Son yıllarda “kentsel dönüşüm” adı altında ortaya atılan projeler incelendiğinde, kentin ortasında kalmış emekçi semtlerinin, gecekondu bölgelerinin “yasallaştırma” bahanesiyle, kullanıcısıyla birlikte değiştirilmek istendiğini görüyoruz. Yine bugüne kadarki örnekler gösteriyor ki, bu değişim-dönüşüm sonucu ortaya çıkan değer maliyetinin kat be kat üstünde alıcı bulduğundan, “girişimci” yeni kar alanları oluşturmak için kenti dönüştürürken, belediyeler de bu ortaklığın çıkarlarını koruyan resmi muhataplar olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta, tabiatı gereği dönüşümü kaçınılmaz olan kentler için asıl sorun da anlaşılıyor!

Kentler ne için, neye dönüşüyor?

Kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizle ortaya atılan, Türkiye’de ise 24 Ocak kararları ile hayat bulan neo-liberal politikalar, eğitim, sağlık gibi temel hizmet alanlarında belli düzenlemeleri öngörürken, kentlerin yeniden yapılandırılması çerçevesinde de belli dönüşümleri hedeflemektedir. “Mekan” kavramı yeniden tanımlanırken, kentler de bu tanımlamayla birlikte yapılandırılmakta, markalaştırılarak alınıp satılabilir bir metaya dönüştürülmektedir. Türkiye’de bu dönüşümü İstanbul üzerinden okuduğumuzda, 2010 yılında dünya başkenti olma yolundaki kent için “İstanbul Manhattan olacak!” söylemlerinin ortaya atılması, Zaha Hadid gibi ünlü mimarlardan proje istenmesi, kentin ortasında kalmış ve oluşturulan “vizyona” uymayan gecekondu alanlarının, işçi-emekçi semtlerinin “temizlenmesi”, tüm bunları gerçekleştirmek üzere de hukuki altyapının oluşturulması bu yönde kendini göstermektedir.

Sulukule dönüşümün eşiğinde

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve TOKİ işbirliğiyle Fatih’te 620 ev, bir otel, bir ticaret, kültür ve eğlence tesisini içeren Sulukule Yenileme Projesi, Kültür ve Tabiat Varlıkları Yenileme Kurulu tarafından 2007 yılı sonunda onaylandı. Mahalleliden 8 Mayıs’a kadar evlerini boşaltması isteniyor. Proje hayata geçirildiğinde, 5000 kişi yerinden edilmiş olacak. Her ne kadar Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir projenin her aşamasını mahalleliye danışarak gerçekleştirdiklerini, projenin kimseyi zarara uğratmayacağını ifade etse de, mahalle sakinleri projeyi basından öğrendiklerini, oldu bittiye getirildiklerini vurguluyor. Hukuki yollara başvuran mahalleli, karşılarına çıkartılan “acele kamulaştırma” yasası ile evlerinin yasal olarak ellerinden alındığını ancak, kapalı kapılar ardında zenginlere satıldığını söylüyor. Mustafa Demir ise bugüne kadar 620 hak sahibinden 400 tanesiyle protokol imzaladıklarını belirterek, “Kanun gereği bizimle gelip uzlaşmayan 220 hane sahibi artık bu projeden yararlanamayacak. Biz kendi değer tespit komisyonumuzun onların mülkiyetleri için belirlediği rayiç bedelin yüzde 20’sini bankada kendi adlarına bloke ettirip, yolumuza devam ediyoruz.”

açıklamasını yapıyor. Bunun anlamı, bugüne kadar belediye ile anlaşmayan 200 hane sahibi istese de istemese de çıkartılıyor. Pazarlık yapma şansı verdiğini belirten belediye bundan sonra kendi belirledikleri miktarı zorla verip evleri zorla boşaltacağının sinyallerini veriyor. Kiracıların durumu ise belirsiz. Proje kapsamında 40 km uzaklıktaki Taşoluk’ta 320 YTL kira ile oturulabileceği öngörülüyor. Ancak halihazırda 100-150 YTL kira vermekte zorlanan aileler için oldukça yüksek bir maliyeti işaret eden Taşoluk bir çözüm oluşturmuyor. Kaldı ki pek çok aile düzenlenen kuralarda ismi çıkmadığı için bu “çözüm”den de yararlanamıyor.

Sulukule’yi savunmak!

Bugün pek çok sivil toplum örgütü, akademik çevreler Sulukule’yi yaşatmak, Roman kültürünün sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla çalışmalar düzenliyor. Basında Sulukule’ye dönük ilgi artarken, Avrupa Birliği, UNESCO fonları kullanılarak alternatif projeler hazırlanıyor. Sulukule’nin özgün durumuna dikkat çekilerek, buradaki durumun herhangi bir gecekondu yıkımından farklı olduğu vurgulanıyor. Bölgeye uzun yıllar önce yerleşen Romanlar’ın tapu sahibi olması temel farklılık olarak ortaya konuluyor. Oysa, Sulukule barındırdığı kültürel değerleri ile öne çıkan bir bölge olsa da, açıklanan anket sonuçlarına göre kent yoksullarının yoğun olarak yaşadığı bir bölgeyi de tanımlıyor. Temel geçim kaynağını oluşturan Devriye Evleri (eğlence evleri) ‘94 yılında kapatıldıktan sonra mahallelinin kayıt dışı işlerde çalıştığını, tamamının yoksulluk sınırının altında yaşadığını görüyoruz. Yenileme Projesi tam da bu sebeple, “çöküntü bölgelerini düzenlemek” amacıyla ele alınıyor. Bu anlamda girişimci ve belediyeler açısından her gün bir yenisi eklenen dönüşüm projeleri ile bir bütünlük de arz ediyor. Sulukule’nin özgün durumuna çekilen dikkat ise, kentin bütününe dönük politikaya karşı ortak mücadele zemini oluşturmanın önüne geçiyor. Öte yandan, çalışmaları süren alternatif projelerde, sosyal fonlar ile mevcut kullanıcıyı koruyacak, mülkiyet ilişkilerine dokunmayacak önlemler alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Her ne kadar hedeflenen yenileme günümüz şartlarında mümkün gözüküyorsa da, bu çözümün, alandaki rantın artmasına, kiraların ve konut bedelinin yükselmesine mevcut kullanıcının değişmesine sebep olacağı göz ardı ediliyor. Özetle, tekil müdahalelerin çözümsüzlüğü ortaya çıkıyor.

Sonuç yerine

Sulukule örneğinde olduğu gibi, mülkiyet üzerinden şekillenen alternatif çözümler, somut bir karşılık üretmeyeceği gibi, bölgede yaşayan kiracıların ve sayıları artan evsizlerin barınma hakkını da açıkça gasp edecektir. Bu yüzden, verilecek mücadele öncelikle, devletin herkesin barınma hakkını güvence altına alması talebi üzerinden şekillenmeli, sistemin oluşturduğu işsizlik, sosyal güvencesizlik, geleceksizlik gibi sorunlara karşı bir mücadele hattı ile birleşebilmelidir. Sulukule’yi yaşatmak, ancak sorunun kaynağı doğru anlaşıldığı oranda mümkün olacaktır.

35


Türkiye Facebook’ta rakip tanımıyor!

Yalnızlığın ve yabancılaşmanın kazandırdığı istatistiksel başarı!

Türkiye birkaç ay içerisinde Facebook’a kayıtlı üye sayısı üzerinden dünyada ilk beşe girdi, Avrupa’da ise ikinci oldu. Birkaç ay içerisinde 850 bin kayıtlı kullanıcıya ulaşan Türkiye’nin bu “başarı”sının gerisinde ise koca bir toplumun yalnızlığı yatıyor... Yoksa internet kullanımının yaygınlığı, bilgisayar kullanan kişi sayısının çokluğu vb. gerekçeler, Türkiye’nin bu istatistiki “başarı”sını açıklamaya yetmiyor...

Yalnızlığa karşı girişilen amansız mücadele!

Facebook sitesi en özlü ifadesiyle bir arkadaşlık sitesi. Ancak çöpçatan siteleri vb.’inden çeşitli farklılıklar gösteriyor. Bu sitede -elbette binlerce istisnası olduğu bilinse de- temelde insanlar yeni arkadaşlıklar aramıyorlar. Daha çok yaşamlarının çeşitli dönemlerinde çeşitli düzeylerde tanışan insanlar, birbirlerini arıyorlar! Önce herkes kendisine internet üzerinden kişisel bir web sayfası hazırlıyor. Kendi ile ilgili bilinmesinde sakınca duymadığı kimi bilgileri yazdıktan ve kendi fotoğrafını siteye koyduktan sonra, arama motoruna sırayla isimler yazarak, bulabildiklerini kendi sayfasına arkadaş olarak kaydetmeye başlıyor. Bu genellikle Facebook kullanıcısı olduğu bilinen isimlerle başlıyor. Ardından üniversite, lise, ortaokul ve hatta ilköğretime kadar uzanıyor. Sonra daha önce sokakta bir kez merhabalaşılan, arkadaşımın arkadaşı denilen, yolda görülse iki dakika durulup sohbet edilmeyecek insanlar da listeye eklenerek yalnızlığa karşı girişilen meydan okuma süreci tamamlanıyor. Günümüz toplumlarında çalışma koşulları, sosyal-kültürel dokudaki bozulma ve yozlaşmanın sonucu olan yalnızlaşma ve yabancılaşmanın bugün ulaştığı noktanın en özlü ifadesi olan bu site, insanların yaralarını sarmak için sığındıkları bir liman gibi. Yıllarca sesini duymadıkları, yüzünü bile hatırlamakta güçlük çektikleri kimi insanlara ulaşarak (bir-iki mesajdan sonra o insanlarla tek bir kelime konuşmayacak olsalar bile) bugünün acı gerçeklerinden kaçmanın yolunu arıyorlar. Kısacası Facebook, yabancılaşma ile gerici bir uzlaşma zemini üzerinden yalnızlığa karşı girişilmiş sonuçsuz bir mücadele... İnsanı bir sandalye ve bilgisayar ekranına mahkum eden bu meşguliyet zararsız bir hasret giderme gibi görünse de, sonuçta nostaljik bir boğulmayı da beraberinde getiriyor...

Geçmişe duyulan özlemin kaynağı bugün!

36

Facebook kullanıcıları ile bir anket yapılsa, muhtemelen ulaşılacak olan en temel veri hemen hepsinin “geçmişi aradığı”

olacaktır. Kullanıcıların büyük bir kısmı “geçmişi özlediklerini” ifade edeceklerdir. Geçmişe duyulan özlemin gerisinde ise doğrudan bugün yatmaktadır. Yaşadığımız düzende insanların güncel olarak mutlu olabilmelerini sağlayan çok az şey sözkonusu. Yorgunluklar, yoğunluklar, yalnızlık, yabancılaşma, paylaşımsızlık, üretimsizlik vb. bugün dün olduğundan daha güçlü bir biçimde kendini hissettiriyor. Türkiye’nin Facebook kullanıcılarının profiline dikkat edildiğinde, bu sitenin gençler arasında olduğu kadar orta yaşlı kesimler arasında da gözle görülür bir yaygınlığı olduğu fark edilecektir. Öyle ki Türkiye bu konuda da liste başı... İşte bunun gerisinde, her Ramazan Bayramı’nda çekilen reklamlarda ele alınan “nerede o eski bayramlar” teması yatıyor. Kısacası, Facebook kullanıcılarının, aradıkları bir isimden, bir arkadaştan öte kendi mutlu çocuklukları, öğrencilikleri, geçmişleridir... Ya da kişinin çeşitli çarklar arasına sıkışmadan önceki yaşanmışlıkları...

Türkiye’nin facebook “başarısı” rastlantı değil!

Türkiye’nin Facebook’taki “başarısı”na şaşırmamak gerekiyor. Hele ortayaşlıların Facebook’a duydukları ilgiye hiç... Özellikle orta yaşlı küçük burjuva kesimler bu site aracılığıyla faşist askeri darbe yıllarında yitirdiklerini arıyorlar. Onların çocukları ise darbe sonrası yıllarda yaşamanın yarattığı erezyonla aslında ne aradıklarını bile tam olarak bilince çıkartamıyorlar. Facebook Türkiye’de neredeyse bir milyon insan için bir anı defteri... Arkadaşlık listesinde artan sayı bir övünç kaynağı adeta! Facebook Türkiye’de neredeyse bir milyon insan için cesur oldukları bir arena! Normal yaşamda alamadıkları bir dizi tutumu, politik yaklaşımı rahatça ifade edebildikleri bir “kürsü”!.. Örneğin sınırötesi operasyona dönük kitlesel bir ses çıkmazken, Facebook’ta şovenizme karşı oluşturulan farklı grupların üye sayısı neredeyse onbinlerle ifade ediliyor. Yine politik görüşünü sosyalist, komünist, sol vb. tanımlayanların sayısı dünya ölçeğinde çok ciddi bir yekûnü oluşturuyor. Kapitalizm hep hücre tipi yaşamı dayatıyor ve bu yaşamın içerisine hapsettiği insanları oyalamak için önlerine kimi oyuncaklar çıkartıyor Şimdi ise bunun adı “PC tipi yaşam”... Ve bu kez karşımıza çıkartılan oyuncak binlerce insanı aylarca oyalayabilecek cinsten! Bu oyuncak geçmişimiz! Ancak esas sorun da burada başlıyor! Bizler geçmişimizle oyalanır ve kimi zaman sevinir, kimi zaman özlemle iç çekerken, elimizden kayıp giden geleceğimiz oluyor!


Nazım’a ve değerlerimize sahip çıkıyoruz!

Yaşamak fiilinin gelecek zamanı çoğu zaman ölmek oluyor... Çoğumuz açlıktan, yokluktan, yoksunluktan... Susmaktan çoğumuz! Çoğunluk ölüyor, bir avuç insanın hizmetinde yaşarken… Ölümlerden doğanlar ise özgürlüğü haykırıyor. Susturulmak isteniyor, susmuyorlar. Cezalandırılıyorlar, yasaklanıyorlar, sürgüne gönderiliyorlar. Sürgünden dile getirilen hasret, kelimelerde yer buluyor. O bu topraklara hasret... Bu topraklar ise özgürlüğe, düşündüklerini özgürce haykırmaya hasret... Yıllarca uğruna savaşılan, bir parça özgürlük için kan dökülen bu topraklar, açlığın, yoksulluğun, sömürünün olmadığı günlere, özgürlüğü savunan şairlere hasret… Senelerce yasaklanıyor şiirler, kitaplar yakılıyor, gömülüyor, saklanıyor... Bir şair yıllar önce sürgüne gönderiliyor. Bu topraklarda bir “hain” dolaşıyor sokaklarda. Düşünüyor, konuşuyor, yazıyor... “Bir Ankara Gazetesi’nde üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla yazılıyor: Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor!”. Cevabı “Evet,” oluyor Nazım’ın, “Ben vatan hainiyim!” Bu yasaklanmış günlerin karanlığı arasında bugün sermaye Nazım’ın şiirleriyle kendini aklamaya çalışıyor. Ancak bu kara “aklıkta” Nazım’ı sahiplenme cüretini gösterenler şiirleri kendi kar hırslarına alet ediyor. Yapı Kredi Yayınları şahsında açığa çıkan bu el koyma hadisesi üzerine Nazım’ın şiirlerinin telif hakkını alanların açıklaması Nazım’ın şiirlerinin “bedeli ödenmeden” okunamayacağı oluyor! Bu sene de YKY, “Bu Hasret Bizim” başlığıyla, Nazım’ın ve Vera’nın Moskova’daki yaşamına ait kişisel eşyaları ve özel belgelerinden oluşan bir sergi düzenledi. 19 Ocak-22 Mart 2008 tarihleri arasında Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nda Nazım’ın daktilosundan cüzdanına, takım elbiselerinden oyuncaklarına, plaklarından imzaladığı kitaplarına kadar birçok kişisel eşyası sergileniyor. Her şeyi metaya dönüştüren bu düzen insanı ve insana ait

bütün değerleri de pazara sürmekten geri durmuyor! Bugün Nazım Hikmet şahsında yapılan da budur. Sermaye dün yok etmeye çalıştığı, yasakladığı değerlerimizi bugün bir bir boyunduruk altına almaya çalışıyor. Değerlerimizi dün her yol ve yöntemle yok etmeye çalışanlar, bugün piyasalaştırıp altını boşaltma çabasındalar. Düzenin devrimci değerleri yok etme politikası Nazım Hikmet’te bir kez daha hayat buluyor. Önce yasaklanan şiirler, bu şiirleri okuyanlara açılan soruşturmalar, bu şiirleri sahiplenen öğrencilerin okullarından atılması, ardından YKY şahsında ortaya konulan bu “sahip çıkma” aldatmacası... Bütün bunlarda açığa çıkan tek şey “sahip çıkma” adına içini boşaltma çabası oluyor. Nazım bir komünistti, şiirleri ve yaşamı mücadelesinin bir belgesiydi. Bu şiirleri düzen tarafından kabullenilmedi, Nazım sürgün hayatına mahkum edildi. Şimdiyse Yapı Kredi şahsında sermaye düzeni, sözde sanata ve sanatçıya duyarlılığının göstergesi olarak Nazım’ın hayatını sergiye dönüştürdü. Nazım’ı sürgüne mahkum eden, yasaklayan bir düzenin kilit bir kurumu olan YKB’nin ne yapmayı hedeflediği açık, ama bunu başaramayacağı da... “Ben sadece ölen babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim ve bir kavganın adsız neferiyim!” sözlerinden anladığımız gibi, adı önemli değildi onun, bu kavgada bir sıra neferiydi. Nazım, mücadelelerle dolu yaşamıyla Nazım olmuştu. Şiirleri, bu düzene inat yaşam bulmuştu. Hayatını, düzenin tüm saldırılarının karşısında düşüncelerinden vazgeçmeden geçirmişti. Nazım’ın düşünceleri ve mücadelesi, ona ait eşya ve belgelerin sermayenin camekânlı binalarında sergilenmesiyle değil, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim” çağrısı büyütülerek sürdürülecektir! T. Karanfil

“Sermaye Nazım’dan elini çek!”

Nazım Hikmet’in eserlerinin telif hakkını alarak, Nazım’ın şiirlerinin internette yayınlanmasını bile önlemeyi kendine borç bilen sermaye kuruluşu YKY, bu kez de “Bu Hasret Bizim” başlığı ile bir sergi düzenleyerek, Nazım ve Vera’nın Moskova’daki yaşamına ait kişisel eşyalarına “el koydu”. Yapı Kredi şahsında sermaye düzeninin devrimci değerlerin içini boşaltma saldırılarına karşı İÜ Kamp-üs dergisi ve YTÜ Amatör gazetesi, 19 Ocak günü Taksim’de bulunan YKY önünde Nazım’a sahip çıktı ve “Bu hasret sizin değil! Bu hasret bizim!” dedi. “Sermaye Nazım’dan elini çek! Bu hasret bizim/İÜ Kamp-üs dergisi ve YTÜ Amatör gazetesi” pankartının açıldığı eylemde, “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala!”, “Yazılar susmaz, yazarlar sussa da!”, “Sermaye Nazım’dan elini çek!”, “Yapı Kredi’ye borcumuz yok!” ve “Değerlerimizden elinizi çekin!” dövizleri taşındı. Yapılan açıklamada, yaşadığı dönemde Nazım’ın vatan haini ilan edilerek bu coğrafyadan sürüldüğü, bu topraklarda cezaevi dışında bir meskenin ona çok görüldüğü söylenerek, sermayenin bugün O’nun üzerinden rant sağlamaya çalıştığı ve bununla da yetinmeyerek Nazım’ı tekellerine almaya cüret ettiği ifade edildi. Açıklama Nazım’a sahip çıkmanın ancak ve ancak O’nun mücadelesine sahip çıkarak mümkün olabileceğinin vurgulanması ile son buldu. Basın açıklamasından sonra Nazım Hikmet’in “Vatan haini” ve “Güneşi içenlerin türküsü” şiirleri okundu. Eyleme çevreden alkışlarla destek verildi. Açıklamaya 30 kişi katıldı. İÜ Kamp-üs dergisi / YTÜ Amatör Dergisi

37


Tüketim ama ille de tüketim! Bu toplumda kadın/erkek denildiğinde cisimleşen nasıl çarpık cinsiyetçi bilincin dikte ettikleriyse, devamında gelen tüm görüntüler, kavramlar, kavranamayanlar da bu cinsiyetçi-ataerkil bilincin hamurundan üretilir. Ve bu toplumda herkesin sevgisi kendinedir! Bu yüzden tek yüzlüdür sevgiler. İkinci bir yüzü yoktur. Fakat bu yaşanılan ve hiç de yaşanılası olmayan dünya düzeninde her şeye ikinci bir yüz giydirilir. İkiyüzlüdür bu dünya, insanlar, hayatlar... Bu ikiyüzlü durumdan sevgi de nasibini alır elbet. Aslında en çok da o alır. Paketlenir, afişe edilir, sömürülür, kırmızıya bulanıp bulanıp çıkarılır. Kırmızı ama ille de kırmızı olmalıdır!

Bir 14 Şubat vardır, bir de gerisi…

Her şeyin günübirlik tatlara indirgendiği bu sistemde, bir 14 Şubat vardır, bir de hikâyesi… Ama bu hikâye kimsenin umrunda değildir. O kimseler paketin ağırlığına, gülün kırmızılığına, tek taşın büyüklüğüne bakar. Zaten diğeri işin hikâyesidir! O 14 Şubat’larda insanlar sevgiye değil, tüketmeye açtır. Gerçekte de açtır, açıktadır ama kapitalist dünya pazarladığının satın alınmasını ister. Hakkıdır! Çünkü bu dünyada her şeyin bir fiyatı vardır. Sonra kadınlar gelir, kadınlar gider, erkekler gelir, erkekler gider. Gidip gelip, alır. Gözleri küçülür, elleri büyür, beyni küçülür, kalbi büyür, kendi küçülür, hırsları büyür... Ha babam alışveriş yapılan bu dünyada insanlar en çok “sevdiğim” demekten çekinir. Eprimiş kelimeleri kırmızıya bulayıp bulayıp dillendiriverir... Bu bir masal olsa ya mesela... Kızıl renk bir çocuğa sarılmış arkadaşı kırmızının bu haline acılanır, öfkelenir. Tanrının karşısına çıkar ve insanoğluna sövüp sayar, dünyaya inmek istediğini söyler. Tanrı da büyüktür hani... Ee tanrı bu ya, kızılın bu hoyratlığına, kendini bilmezliğine kinlenir. Kızılı, arkadaşı çocuğun içine saklar ve öyle dünyaya indirir. Bu yüzden artık bütün çocukların öfkesi kızıldır...

Bir 14 Şubat hikâyesi...

38

14 Şubat öncesi... Bahardan kalma şakacı bir kış günü, biraz güneş, biraz yağmur, üstüne bir miktar kar, biraz kadın, biraz adam, çokça kırmızı, ama ille de kırmızı...

Caddenin bir ucundan başlayıp bitimine kadar bütün vitrinlere tek tek baktı sevgili. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordu. O gün geldiğinde sevgilisinin elinde kocaman bir paket olmasını hayal ediyordu. Tüm vitrinleri içine alan, özenle sarılmış, büyük, kırmızı kurdeleli bir paket. Paketi tutan eli zaten biliyordu. Bilmediği paketin içindekiydi. Ne de heyecanlı bir hayaldi bu böyle. Sonra diğer elini düşündü. O taraf da boş olmamalıydı. Kocaman bir buket hayal etti şimdi de. Gülümsedi. Kırmızı güllere tutulmuş bir kola sahip olmak nasıl da gurur vericiydi. Sonra sağına baktı insan, soluna baktı insan, her yer insan, hep insan... Hepsinin ne kadar da yalnız ve hayalsiz olduğunu hissetti ve kendi hayalinin peşinden gitmeye devam etti. Ve 14 Şubat akşamı... Sevgili kapıyı çalar ve sunturlu bir paketle girer içeri. Zorlanır taşımakta, ağırdır alabildiğine. Bu ağırlık, bekleyen ve uman sevgiliyi mutlu eder. Saldırır pakete. Açar, açar, yırtar, açar ve sonunda... Bir duvar! Kırmızı tuğlalarla örülmüş, muazzam bir duvar çıkar, kırmızı kurdeleli, ağır mı ağır paketin içinden. Kaldırır duvarını yerinden, yükler sırtına sevgili, koyar diğer duvarlarının yanına... Gece devam eder. Sonra sabah olur. Yeni bir gün, yeni duvarlara gebe başlar alelacele.

Bir 14 Şubat bedduası

Bence 14 Şubat’ta bütün sokak lambaları söndürülmeli, tüm sokak başlarında mum satıcıları belirmeli... “Abi bir tane almaz mıydınız?” , “Peki, siz abla güzel sevgilinin hatırına”... Ortama bir parça romantizm katılır böylece. Hem zaten son gelen elektrik zamlarında sokak lambalarının masrafı da bize çıkartılacak. Hiç olmazsa bir gün paramız cebimizde kalır. “Gel abi, abla gel, sevgililer günü hatırına, kokulu mumlar, ekmekten ucuz!” Sudan ucuz demek istemedim. Bilerek yaptım. Ekmeğe zam gelecek ya! Şimdi en büyük bedduamı; “Be hey sarsak insanlık; Sevgisiz kalın emi!” Demek istiyorum, diyemiyorum. Her kelimem gidip çocukların paçasına takılıyor, gözümün önüne kızılı saklamış çocuklar geliyor, susuyorum… Çok laf etmeye gerek yok, en iyisi siz silin beyninizden bu satırları, gidip kendinize “özelleştirilmiş” bir gün edinin. Bolca var etrafta, önce sevgili olun, anne olun, baba olun... Ve bir “gün” edinin kendinize. Sonra da bir bardak soğuk su için harcadığınız hayatın üzerine...

Ve muamması...

“can canı sever bunun ötesi yok çocuk.” / Arkadaş Z. Özger Ötesi yalan, ötesi boşluk, sağım kırmızı, solum kalpli yastık, önüm cüzdan, arkam kredi kartı... Eee, sobe çocuk. Aşk olsun emi! N. Asya




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.