EG 111. sayı

Page 1



Yeni dönem mücadele gündemleri ve komünist gençliğin görevleri...

Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi için mücadeleye! Düzen açısından burjuva klikleri arasında çatışmanın alevlendiği bir dönemden geçiyoruz. Toplum bu çatışmayla kutuplaştırılmaya çalışılırken, her türden gericilik hızla yayılıyor. Bunun dolaysız sonuçları gençlik üzerinde de görülüyor. Gençlik, kendi sorunlarından uzaklaştırılırken, sözde laik/anti laik kanatlar arası çatışmada kullanılmaya çalışılıyor. Bu, kendi politikalarını topluma kabullendirmede ustalaşan burjuvazinin çabası kadar, sol adına söz söyleyen liberal, reformist çevrelerin düzene yedekleme “yeteneği” ile de gençlik üzerinde etkili oluyor. Tam da böyle bir dönemde, gençliği kendi talepleri doğrultusunda mücadeleye çağırarak, bu çerçevede taraflaştırmak önemli bir yerde duruyor. Gençlik bir yandan ırkçı, şoven, dinci politikalarla düzene yedeklenmeye çalışılırken, diğer yandan mesleki dönüşümler, eğitimin ticarileştirilmesi, geleceksizlik gibi saldırılarla yüzyüze bırakılmaktadır. Düzenin gençliğe verebileceği tek şey her türden gericilik ve geleceksizliktir.

Ticarileşen eğitim ve üniversiteler Ticari eğitim bugün gençlik kesimlerinin karşı karşıya kaldığı sorunların başında gelmektedir. Paralı eğitim saldırısıyla işçi ve emekçi çocuklarına üniversite kapıları kapatılırken, üniversiteler birer ticarethane gibi işletilmekte, öğrenciler de para kazandıran birer müşteri olarak görülmektedir. Okula atılan ilk adımdan üniversiteye gelene kadar bireysel bir ihtiyaç olarak tanımlanan eğitime milyarlar harcanmaktadır. Yıllar boyu verilen zorunlu bağışlar, dershanelere oluk oluk akan paralar meşrulaştırıldığı içindir ki, üniversiteye gelindiğinde de har(a)çlar çoktan kanıksanmış olmaktadır. Paralı eğitim saldırısının yeni döneme ilk yansıması, yakın zamanda %10 oranında zamlandığı açıklanan har(a)çlardır. Bununla birlikte önümüzdeki dönemde de özelleştirme saldırısının devam edeceği, birçok üniversitede yemekhane, yurt, öğrenci servisleri gibi hizmetlerin sermayeye peşkeş çekilmesi sağlanarak, zamların artarda sıralanacağı açıktır. Ticari eğitim uygulamaları ve üniversite kapılarının sermayeye sonuna kadar açılması, yeni dönemde de gençlik mücadelesinin temel gündemlerinden biri olacaktır. Tüm bu saldırıları sistemin toplam saldırılarından koparmadan, kendi özgünlükleri ile ele alabilmeliyiz.

Mesleki dönüşümler ve geleceksizlik saldırısı Hâlihazırda toplum içerisinde yaygın bir görüş olan “üniversite mezunu olmak kendini kurtarmaktır”, “üniversite eşittir bireysel kurtuluş” sözlerinin hayalden öte anlam taşımadığı bugün çok daha açık olarak görülmektedir. Toplumun ezici bir çoğunluğu, geçmişe göre daha keskin bir şekilde, emek-sermaye çelişkisinden etkilenmekte, işsizlik gün geçtikçe büyüyen bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu süreç içerisinde üniversite mezunlarının toplum içerisindeki görece ayrıcalıklı konumu da ortadan kalkmıştır. Sermaye kendi ihtiyaçları çerçevesinde üniversiteleri arka bahçesi haline getirirken, tek tek mesleklere dönük saldırıları da hayata geçirmektedir. Böylece sermayeye ucuz işgücü yaratılmakta, birçok bölüm işlevsizleştirilmektedir. Sosyal bilimlerin tasfiyesi, formasyon hakkının

3


gaspı gibi örneklerle birlikte yetkin mühendislik, stajyer avukatlık, sözleşmeli öğretmenlik gibi uygulamalarla gençliğe diplomalı işsizlik ve geleceksizlik dayatılmaktadır. Geçtiğimiz sene “Yetkin İnşaat Mühendisliği Yönetmeliği” ile yetkin mühendislik saldırısında bir adım atılmış, bunun bayraktarlığını yapan İnşaat Mühendisleri Odası sürece önde başlamıştır. Açılan davanın sonuçlanmasıyla uygulama durdurulmuş olsa da, önümüzdeki dönemde hızla hayata geçirilmeye çalışılacaktır. Birçok meslekte de hayata geçirilen bu saldırılar ciddi sonuçlar yaratmaktadır. Saldırının somut yansımalarını teşhir ederek, buna karşı bir muhalefeti örmek büyük bir önem taşımaktadır. Karşı karşıya kalınan saldırı bir mesleğin ayrıcalıklarının tırpanlanması, toplumdaki konumunun zedelenmesi olmadığı gibi, mücadele perspektifi de bu sığlıkta ele alınmamalıdır. Sermaye düzeninin bu saldırısının arka planını ve meslekte ortaya çıkan sınıfsal ayrımları ortaya koyabilmeliyiz. Bu saldırı ile düzenin gençliğe vaat ettiği, ucuz iş gücü olmakla işsiz olmak arasında seçim yapma özgürlüğüdür.

Emperyalist saldırganlık Geçtiğimiz ay Gürcistan ordusunun Güney Osetya’ya saldırmasıyla gelişen olaylar, Rusya’nın beklenenin ötesinde bir hız ve şiddette yanıt vermesiyle savaşa dönüşmüştü. Kısa süren Kafkas savaşı sonrasında Rusya askerlerini Gürcistan’dan geri çekmişti. Ancak çekildiği gün Güney Osetya ile Abhazya’nın “bağımsızlığını” kabul ettiğini ilan etmesi, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçleri kızdırmıştı. Sonrasında “insani yardım” taşıma iddiasıyla ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e demir atması sürece yeni bir boyut kazandırdı. Çatışmanın derinleşmesi, Kafkasların ve dünyanın birçok coğrafyasının yeni emperyalist savaşlara gebe olduğunu göstermektedir. Boğazların ABD-NATO savaş gemilerine açılması, Ankara’daki işbirlikçilerin olası bir savaşta suç ortaklığına girme olasılığını arttırmaktadır. Bu ise, bir yandan kardeş halkların katledilmesi, öte yandan ise içerdeki en ufak muhalefetin ne pahasına olursa olsun sindirilmesi anlamına gelecektir. Kafkasya’daki gelişmelerin yanında Ortadoğu’daki hesaplar ve olası bir İran savaşı da anti-emperyalist mücadelenin gündemini oluşturmaktadır. Emperyalist saldırganlığa ve gerici çatışmalara karşı mücadeleyi yükseltmek, önümüzdeki dönemde gençliğin sorumluluklarından biri olacaktır.

Gericilikten gericilik beğenmeyeceğiz!

Düzen içi çatışmada her türlü gericiliğe karşı alternatif taraf olarak çıkabilmek, gençliği devrimci politikalar üzerinden taraflaştırmaktan geçmektedir. Attığımız her adımı gençliği devrime kazanma hedefiyle atmalıyız. Bir bütün olarak düzeni hedefleyen bir politik hatta hem dinsel gericiliğe, hem de liberalizme ve ulusalcı gericiliğe karşı gençliği sosyalizmin kızıl bayrağı altında mücadele etmeye çağırmalıyız.

4

Düzen güçleri kendi iç çatışmalarında gençliği bir taraf olarak yanlarında görmek istiyorlar. Sözde laik ve anti-laikler olarak kapışanlar, piyasalaşan eğitimde, gençliğe geleceksizliğin dayatılmasında, emperyalizme uşaklıkta, Kürt halkına yönelik imha ve inkârda ise ortaklaşıyorlar. Saldırılar söz konusu olduğunda, burjuva düzen gericiliği cephesi olarak kol kola yürüyorlar. Sözcülüğünü yaptıkları sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda da, her biri kendi cephesinden gençlik üzerindeki etki ve denetimlerini artırmaya çalışıyor. Bir taraftan “türbana özgürlük” denilerek, “eğitimin önündeki tüm engeller kalksın” denilerek, dinsel gericiliğin önü açılmaya çalışılıyor. Bir taraftan da “şeriat gelecek” denilerek milliyetçilik körükleniyor. Ergenekon ile devletin çeteleşen yüzü bir kez daha ortaya çıkarken, “devletin içindeki çeteler temizleniyor” yalanlarıyla kontralaşmış devlet aklanmaya çalışılıyor. Gerek düzen ideolojisinin gençlik içerisinde yaygınlaştırılması, gerekse reformist solun düzen içi kamplaşma karşısındaki tutarsızlığı, geçtiğimiz dönem dinci gericiliğin ve “ulusalcı” cenahın gençlik üzerinde etkili olmasına neden olmuştur. Türkiye’nin dört bir yanında “ulusalcı” cenahın örgütlediği eylemlere binlerce üniversiteli katılmıştır. 12 Eylül’le birlikte apolitikleşen, sorgulamayan ve düşünmeyen bir gençlik yaratıldığı döne döne söylenir. Bir yanıyla doğrudur. Ancak apolitik tanımı eksiktir. Geçen dönem yaşanan eylemler ve süreçler göstermektedir ki, gençlik düzenin ideolojisinden etkilenerek düzen politikalarının dolgu malzemesi haline gelebiliyor. Burada sorun, düzenin ideolojisini yaymadaki başarısı kadar, sol adına konuşan reformistlerin sergilediği tutarsızlıktır. Örneğin TKP, “bağımsızlık ve laiklik” adına düzen içi çatışma karşısında tutarlı bir duruş sergileyememiş, “cumhuriyetin ilerici birikimlerini korumak” adına “sözde değil özde” iddiasıyla ortaya çıkabilmiştir. Reformistler dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi onu yaratan toplumsal-maddi koşulları dışlayarak ele almakta, sermaye düzeninin bütününü değil, salt AKP’yi hedef tahtasına çakarak kitlelere yanlış hedefler göstermektedirler. Öte yandan, liberallerin demokrasi adına AKP ile aynı safta yer almaları, “kontr-gerillanın ortadan kalkmasında ilk adımlarının atıldığı” hayallerini yaymaları da bilinç bulanıklığına yol açmıştır. Salt “darbe” karşıtlığını kendisine politik eksen alanlar, demokrasi adına açıkça burjuvazinin safında yer almaktadırlar. Tüm bunlar, önümüzdeki dönemde gençliği devrimci politikalar etrafında saflaştırmanın önemini göstermektedir.

Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi için! “Gençlik hareketinin temel sorunu birleşik bir mücadele ve örgüt anlayışından uzak olmasıdır. Birleşik mücadele gençlik içinde çoğu durumda eylemsel bir süreç olarak kalmakta, bu ise mücadeleyi kalıcı olarak geliştiren sonuçların ortaya çıkmasını engellemektedir. Bu anlamı ile birleşik ve kitlesel bir gençlik hareketi geliştirmenin ilk adımları ancak hareket içindeki devrimci özneler cephesinden etkin bir birleşiklik sağlanarak atılabilir. Bugünün gençlik hareketi içinde tek başına ilerici,


devrimci gençlik güçlerinin birleşik mücadelesi sorunun çözümü olmamakla birlikte, sorunun çözümü doğrultusunda atılmış anlamlı bir adım olarak tanımlanmalıdır.” Özlü bir şekilde ifade edildiği üzere, düzenin politik etki alanını kıracak olan etkin bir devrimci politik hat ile gençlik içerisinde bunu gerçekleştirebilecek politik bir birliktelik ve mücadeledir. Bugün Genç-Sen üzerinden gençlik hareketinin birleşik örgüt sorununa çözüm bulunduğunu iddia edenler, vurguladığımız temel noktayı gözden kaçırmaktadırlar. Burada tanımladığımız birleşiklik, tek başına siyasal grupların bir araya gelmesi değil, politikada, hedeflerde ve düzenin politikalarına karşı alternatif oluşturmada birleşik bir hattın örülebilmesidir. Bu da doğru bir bakış açısına dayalı etkin, sürekli ve çok yönlü bir politik faaliyetin örülebilmesiyle mümkündür. Tüketici iç tartışmalar, bürokratik engellemeler, “tüzüksel normlar” olarak karşımıza çıkan dayatmalar, bırakalım devrimci politik bir hatta ortaklaşılmasını, hiçbir karar alınamayan toplantılarla GençSen’in önünü tıkanmaktadır. Bu aşılamadığı koşullarda, Genç-Sen gençlik hareketinin önüne engel olarak çıkacaktır. Bizim için sorunun çözümünün temel halkası, birleşik devrimci bir politik hatta mücadelenin örülmesidir. Mümkün olan en geniş bileşenle mücadelenin sorunları tartışılabilmeli, gençlik hareketine dair sorumluluk taşıyanlarla birlikte yürünmelidir. Bu, elbette Genç-Sen içerisinde canlı tartışmalar ve politik taraflaşmalar anlamına gelecektir. Bizi devrimci politika ve pratikten alıkoyan her türlü tutumun karşısında olmalı ve bunlara takılmadan kendi yolumuzda yürüyebilmeliyiz. Genç-Sen içindeki çalışmamızda bizim için bağlayıcı olan, Genç-Sen’in çalışmanın önüne engel olarak çıkan normları ve ilkesiz birlikteliklerin ürünü MYK’nın tutumu değil, gençlik hareketine karşı duyduğumuz devrimci sorumluluktur.

Gençliği devrime kazanmalıyız! 12 Eylül askeri-faşist darbesiyle “Gençlik sorununu siyasal planda geçici olarak çözen burjuvazi, aynı sorunu iktisadi, sosyal ve kültürel alanda geçmiş dönemle kıyaslanamaz ölçüde ağırlaştırmıştır”( Ekim, sayı: 239, başyazı). Burjuvazi gençlik sorununu çözme yeteneğine sahip değildir, dolayısıyla gençlik üzerindeki etki ve denetimi geçici olmaya mahkûmdur. Sorun her geçen gün daha da ağırlaşmakta, geleceksizlik bir kabûs gibi gençliğin üzerine çökmektedir. Doğru ve tutarlı bir politik çizginin savunucuları olan genç komünistler, bu gerçekliğin bilinciyle sözlerini çok daha güçlü söyleyebilmelidirler. Düzen içi çatışmada her türlü gericiliğe karşı alternatif taraf olarak çıkabilmek, gençliği devrimci politikalar üzerinden taraflaştırmaktan geçmektedir. Attığımız her adımı gençliği devrime kazanma hedefiyle atmalıyız. Bir bütün olarak düzeni hedefleyen bir politik hatta hem dinsel gericiliğe, hem de liberalizme ve ulusalcı gericiliğe karşı gençliği sosyalizmin kızıl bayrağı altında mücadele etmeye çağırmalıyız. Gençlik içerisinde bilimsel sosyalizmin temsilcileri olarak, devrimci önderlik misyonuyla hareket etmeliyiz. Bu bilinçle hareket etmek demek, işçi sınıfının devrimci programının gençlik içerisinde karşılık bulması, politikada, örgütlenmede sonuçlarını üretmesi demektir. Bu bilinçle hareket etmek demek, birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma hedefiyle yeni dönemi kazanma iddiası ve bakışı demektir. Bu iddia ve bakış genç komünistlerde vardır. Şimdi sorun bunu gençlik içerisinde somutluğa kavuşturmaktır. Bu bilinçle yeni dönemi karşılamak için, ileri!

5


Ergenekon, düzen içi çatışmalar ve gençlik

Çatışmanın yarattığı toz duman, her kadar kalın bir perde de olsa bizleri önümüzü görmekten alıkoymamalı. Evet, bugün bir taraf olmak zorunluluktur. Ama

Geçtiğimiz aylarda AKP kapatma davası, Anayasa Mahkemesi’nin türban düzenlemesini iptal etmesi ve “Ergenekon operasyonu” ile düzen içi çatışmanın çeşitli safhalarına tanık olduk. Yıllardır süren düzen içi iktidar mücadelesi, AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinden başarıyla çıkması ile iyiden iyiye kızıştı. Taraflar arsındaki çatışma zaman zaman derinleşirken, sonrasında uzlaşı ile sonuçlanıp yatışıyor ve bir sonraki çıkışa kadar belli bir dengeyi koruyor. Düzen içi bir dalaşma olmanın ötesinde bir anlamı olmayan bu çatışma, çeşitli kılıflara sokularak, değişik anlamlar yüklenerek, bilinçlerimiz bulandırılmaya çalışılıyor. “Laik” düzenin savunucusu olarak methiyeler düzülen ordu merkezli laik kanatla, liberaller tarafından demokrasi havarisi olarak lanse edilen dinci gerici kesim, düzen içi güç mücadelesinin tarafları durumunda. Çatışmanın zaman zaman sertleşmesinin, özellikle AKP tarafından yapılan hamlelerin bu kadar cüretkâr olabilmesinin gerisinde, AKP’nin bir hükümet partisi değil bir iktidar partisi olma çabası vardır. “Dinci partinin 22 Temmuz’dan beri birbirini izleyen bir dizi hamle yapması onun artık hükümet olmaktan öteye bir iktidar gücü olmaya soyunduğunu, devleti adım adım ele geçirmeye, bunun bir parçası olarak idari, hukuksal ve siyasal yapıyı kendine uyarlamaya, toplum yaşamına buna uygun bir şekil vermeye çalıştığını gösteriyor.” (Rejim krizinde yeni safha, Ekim, sayı: 251) Çatışma işte bundan dolayı bu kadar sert yaşanıyor. Çatışan güçler arasında dengenin sağlanmasında esas etmenin ise ABD emperyalizmi olduğu biliniyor. AKP’nin en önemli dayanaklarından birinin ABD’nin halen sürmekte olan desteği olduğunu söyleyebiliriz. AKP, bugüne kadar emperyalist efendinin her alandaki istem ve beklentilerine en iyi biçimde yanıt vererek, istediği desteği aldı ve almaya devam ediyor. Diğer önemli bir etmen ise, AKP’nin bugün tek başına hükümet kurabilecek düzeyde güçlü bir oy desteğine sahip olmasıdır. Tekelci büyük burjuvazinin ihtiyaçlarını en iyi bir biçimde karşılayabilmesinin gerisinde aynı zamanda parlamentodaki koltuk sayısı ile tek başına hükümet kurabilmesi vardır. Bu sayede hiçbir hükümetin gerçekleştirmeyi başaramadığı saldırılar dinci gerici hükümet eliyle gerçekleştirilmiştir. AKP, gelinen yerde etkin bir tekelci sermaye kesimi haline gelen dinci Anadolu büyük burjuvazisinin özel çıkarlarının temsilcisi olsa da, bir bütün olarak tekelci burjuvazinin karlarına kar katan politikaların uygulayıcısı olmuştur. AKP döneminde hayat bulan azgın ve kuralsız sömürü, burjuvazinin TÜSİAD’cı kanadının da hiç değilse bir dönem için desteğini almasını sağlamıştır. Büyük burjuvazinin dinsel gerici kanadının temsilcisi olan AKP, hükümette bulunduğu yıllar boyunca kadrolaşma planında da önemli bir mesafe alarak, gücünü pekiştirmiştir. “Bugün hükümet ve meclisin ötesinde, cumhurbaşkanlığı, polis teşkilatı, bürokrasinin önemli bir bölümü, YÖK ve üniversitelerin kayda değer bir bölümü, medyanın önemli bir bölümü dinci partinin elinde ve hizmetindedir.” (Rejim krizinde yeni safha, Ekim, sayı: 251) Tüm bu dayanaklar üzerinden AKP peş peşe ataklar yaparak, mevziler kazanarak ilerlerken, Anayasa Mahkemesi’nin kararına toslamıştır. Bir ilk uzlaşma zemini aramanın ardından “Ergenekon operasyonu” gündeme getirilmiştir.

gençlik kendi talepleri ardında taraf olmalıdır. Gençlik geleceğinden yana taraf olmalıdır. Gençliğin yeri özgürlüğün, devrimin ve sosyalizmin tarafıdır!

6

Ergenekon bir çatışma olduğu kadar bir uzlaşıdır da! Türban düzenlenmesinin Anayasa Mahkemesi tarafından 2’ye karşı 9 gibi net bir çoğunlukla iptal edilmesi, AKP cephesinden kapatma davasına ilişkin kaygıları arttıran bir nedendi. Kararın ardından AKP “demokrasi”, “yargının bağımsızlığı” kavramlarını ağzından düşürmez oldu. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının siyasal olduğundan dem vurdu. Laik cephe tarafından ise bu karar büyük bir sevinçle karşılandı. Uzun süre savunmada kalan bu kesim, AKP’nin uzlaşma arayışlarını cevap vermedi. Ergenekon operasyonu Yargıtay Başsavcısı’nın kapatma davasına ilişkin sözlü iddianamesini sunacağı güne denk getirildi. İki eski orgeneralin tutuklanması ile sonuçlanan operasyon AKP’nin olanaklarını bir kez daha göstermiş olsa da, operasyonun aynı zamanda ABD onayı ile gerçekleştiği süreç içinde ortaya çıktı. Dönemsel olarak çatışan taraflar arasında denge kurmada ABD’nin belirleyici olduğunu ifade etmiştik. Ergenekon operasyonunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Ergenekon operasyonu “darbecilerle hesaplaşma” olarak ifade edilse de, iddianamenin açıklanması ile birlikte, bu operasyonun yerleşik düzenin taşlarına hiçbir şekilde dokunmadığı daha bir net şekilde gözler


önüne serildi. Bu operasyon, laik cephenin ordu içindeki bir kanadına yöneliktir. Bu kesimi hedef tahtasına çakan ise, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi gündemler üzerinden, ABD-AB politikaları ile tezatlık oluşturacak ölçüde bir şovenist tutum içerisinde olmalarıdır. Düne kadar kontrgerillanın en önemli kadroları olarak iş gören askerler, özellikle ABD emperyalizminin politikalarına karşı çatlak sesler çıkardıkları için gözden çıkarılmışlardır. Yani AKP bu operasyonla, ABD’ye belli konularda muhalefet eden ve kendisine karşı da bir takım tertipler içinde olan bu kontr-gerilla artıklarını etkisizleştirmiştir. Düzenin bekasını sağlamada önemli bir yerde duran ordu da emperyalist çıkar ve politikalara uyum ve hizmette AKP ile aynı kulvarda hareket etmektedir. “Fakat düzen içi dalaşmanın etkin bir tarafı olarak en büyük handikabı, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu gibi geleneksel ‘milli’ sorunlardır. Bu konularda emperyalist dayatmalara uyum sağlamakta zorlanması, yaşanan çatışmada ABD’nin desteğini almasını zora sokmakta, bu konularda uyuma hazır dinci partiye ise tersinden önemli bir avantaj sağlamaktadır” (Düzen içi dalaşma ve devrimci sınıf çizgisi, Kızıl Bayrak, 2008/28) Ordunun, üst düzeyde görevlerde bulunmuş emekli generaller gözaltına alınıp tutuklanırken sessiz kalması, bilinçli bir tutumun ifadesidir. Bu tutuklamalarla ordu prestij kaybetse de, amerikancı generaller orta vadede ellerini güçlendirecek bir “sessizliği” tercih etmişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz “milli” sorunlar karşısında azgın bir şovenist tutum içerisinde olan bu kanat, generalleri iki açıdan açmazda bırakmaktadır. Birincisi, şoven bir tutumla ABD’nin kimi politikalarına karşı çıkarak amerikancı orduyu zor durumda bırakmaktadır. İkincisi ise, bu kanadın “mili” sorunlar üzerinden ABD’ye karşı çıkan söylemlerinin ordu saflarında etki bulabilmesi, bunun bir basınca dönüşmesidir. Son operasyonlara verilen “sessiz” desteğin gerisinde bu iki etken vardır. Ordunun tepesini tutan Amerikancı generaller “ulusalcı” safradan kurtularak, emperyalist efendileriyle ilişkilerde daha rahat bir konum kazanmışlardır.

AKP, çürümüş ve kokuşmuş düzenin organik bir parçasıdır! Ergenekon operasyonu kapsamında sunulan iddianame öncesi yine “koro” devreye girdi. Ergenekon, darbecilere karşı bir hesaplaşmaya dönüştürülecek, ordunun düzen üzerindeki vesayeti ortadan kaldırılacak, derin devlet tasfiye edilecekti... Tüm bunları yapabilme misyonu “demokrasi mücahidi” AKP’ye atfedildi. Medya üzerinden yürütülen bu kampanya kendi sonuçlarını da yarattı. AKP düzen içi bu gerici taraflaşmada belli bir kesimi kendisine yedekleyebildi. Fakat iddianame, devletin kirli işlerini ve darbeci geleneğini değil, yalnızca AKP hükümetine karşı belli girişimleri ve bunu da yalnızca belirli sınırlar içinde hedef aldı. Ergenekon’un TSK ve MİT ile herhangi bir ilişkisinin olmadığı büyük harflerle, kalın puntolarla her fırsatta ifade edildi. Dolayısıyla, AKP’nin çeteleşmeye karşı çıktığı, Ergenekon operasyonu ile çeteleri temizlediği iddiası boş bir safsatadır. AKP hem büyük sermayenin bir kesiminin temsilcisidir hem de emperyalist güçlerle çok yönlü bir işbirliği içindedir. O her bakımdan, çürümüş ve kokuşmuş burjuva düzenin organik bir parçasıdır. Çeteleşmiş devlet de, bu çürüme ve kokuşmanın ürünüdür. Derin bir yapısal kriz içinde debelenen Türkiye kapitalizmini ayakta tutabilmek ancak kontralaşmış bir devlet eliyle mümkün olabilmektedir. AKP hükümetinin temsil ettiği ve bir parçası olduğu asalak burjuvazinin çıkarları, çeteleşmiş sermaye devletinin daha da tahkim edilmesini gerektirmektedir. AKP’nin Ergenekon operasyonuyla yaptığı da esasta bu olmuştur.

Çatışan tarafların kaldırdığı toz duman gerçeklerin üzerini örtemez! Bugün üniversiteler ve gençlik de düzen içi bu çatışmanın tarafı haline getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz dönem türban tartışmaları ile somut olarak gördüğümüz, burjuvazinin bu konudaki başarısıdır. Bizleri kısır tartışmalar içerisinde oyalamak ve gençliğin paralı eğitim, gelecek vb. sorunlarının üzerini örtmek! Gençliğin dinamizmini gerici tartışmalar içerisinde tüketmek! Gençliğin özlemlerine yanıt veremeyen, gençliğe hiçbir şekilde gelecek vaat edemeyenler, kendilerine demokratlık ve laiklik sıfatlarını yakıştırıyorlar. Peki, dinci-gerici kimliği ile demokrasi savunuculuğu yapan AKP, 1 Mayıs’ta Taksim’i azgın bir şiddet uygulayarak emekçilere kapatan değil midir? Peki, AKP’nin karşısında “laik”lik savunusu yapan ordu, kendi elleriyle imam hatipleri yaygınlaştırmadı mı, din derslerini zorunlu uygulama haline getirmedi mi? Soruşturmalar ve cezalarla devrimci, demokrat öğrencilerin eğitim haklarını elinden alan bir bütün olarak ordusuyla, hükümetiyle, düzen partileriyle, YÖK’üyle sermaye devleti değil midir? Emekçilerin her türlü hak alma eylemine saldıran, eğitimi ticarileştiren, kardeş halkları birbirine kırdıran, topluma yönelik tüm saldırılarda bütün çatışmalarını bir tarafa iterek beraber hareket edenler, bizi kendi gerici çıkarları için taraflaştırmaya çalışmaktadırlar. Çatışmanın yarattığı toz duman bizleri önümüzü görmekten alıkoymamalıdır. Evet, bugün bir taraf olmak zorunluluktur. Ama gençlik kendi talepleri ardında taraf olmalıdır. Gençlik geleceğinden yana taraf olmalıdır. Gençliğin yeri özgürlüğün, devrimin ve sosyalizmin tarafıdır!

7


R e k t ö r l ük se ç i m l eri v e d e m o krasi t a rt ı ş m ası

21 üniversite rektörünün görev sürelerinin dolması üzerine gerçekleşen rektör atamaları Ağustos ayında tamamlandı. Aralarında Boğaziçi, Çukurova, Gazi, İstanbul Teknik, Ortadoğu Teknik, Trakya ve Yıldız Teknik gibi üniversitelerin bulunduğu rektör atamalarında ön plana çıkartılan listelerdeki sıralamanın değiştirilmesi oldu. Kadrolaşma telaşı içindeki AKP iktidarının süreçten kazançlı çıktığı görülüyor. Toplumda laik/anti-laik kamplaşmasının devamı ve bir anlamda rövanşı olarak ifade edilen rektör seçimleri sözde laik kanat tarafından anti-demokratik olarak nitelendirildi. Çok geçmeden bu kanatta yer alan öğretim üyelerinin istifa haberleri basında yer almaya başladı. Taraflardan biri listelerdeki sıralamanın değiştirilmesini eleştirirken, diğeri önceki seçimlerde Ahmet Necdet Sezer’in kendine yakın isimleri atadığını belirterek, “dün size bugün bize” şeklinde açıklamalar yapmayı tercih etti. Demokrasi adına yapılan tüm bu tartışmalarda ilk göze çarpan ise, iki tarafın da üniversite ve demokrasi kavramlarını kullanırken, demokratik üniversite ve önündeki en önemli engel olan YÖK’ü bu tartışmaların dışında bırakarak, sorunu kendi çıkarları çerçevesinde tanımlamaları oldu. Sonuç olarak, tüm bu süreç, rektörlük seçimlerinde yarışanların kişiler değil, kişilerin arkasındaki çıkar odakları olduğunu gözler önüne serdi. Üniversitelerde rektörlük seçimleri vesilesiyle gündeme gelen bu tartışmaları ele alarak; üniversitenin işlevini ve özerkdemokratik üniversite talebini tartışmak, yeni döneme dair mücadele yönteminin belirleyebilmek için zorunlu bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor.

Üniversitenin tanımı ve işlevi

8

Öncelikle belirtilmesi gereken, üniversitelerin, toplumsal sistemden, sınıf ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacağı, sınıflar üstü bir kurum olmadığıdır. Üniversite tüm tarihi boyunca mevcut üretim ilişkilerinin ve egemen toplumsal sınıfın hizmetinde, onun ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum olarak karşımıza çıkar. Tarihi içinde değerlendirdiğimizde, üniversitenin feodal dönemde tümüyle dinin; batıda Hıristiyanlık’ın, doğuda ise İslam’ın etkisi ve kontrolü altında var olduğunu, skolastik ve idealist bir yaklaşımın taşıyıcılığını yaptığını söyleyebiliriz.

Siyasal iktidarın el değiştirdiği burjuva devrimle birlikte, toplumsal-iktisadi koşullardaki dönüşümün üniversiteyi de dolaysız olarak etkilediğini, iktidar-üniversite ilişkisinin de yeniden tanımlandığını görüyoruz. Bütün bir kapitalist gelişim döneminde üniversite, kapitalist toplumsal düzenin ideolojik olarak yeniden üretilmesi işlevini yerini getirmiş, her dönem burjuva düzenin ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum olarak iş görmüştür. Buradan bakıldığında, üniversitelerin bugüne kadar mevcut iktidar ilişkilerinden bağımsız, toplum için bilim üreten kurumlar olduğu, ancak şimdilerde AKP iktidarı ile birlikte bunun aksinin oluşturulmaya çalışıldığı savının çürüklüğünü görmek zor olmayacaktır. Özellikle kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, bir bütün olarak eğitim sisteminin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütlendiği, üniversitelerin sermayenin arka bahçesi haline getirildiği, mevcut tüm iktidarların da bu süreci geliştirdiği düşünüldüğünde, bugün yeni yönetimle birlikte üniversitenin temel konumunun değişmediğini, bu işlevi bugün farklı çıkar odakları ile sürdürdüğünü görmek gerekmektedir. TKP ve Öğrenci Kolektifleri gibi, politikasını sermaye düzeninin bütününden koparılmış bir AKP karşıtlığı üzerinden şekillendiren çevrelerin düştüğü yanlış, kendini tam da bu noktada göstermektedir. Rektör atamalarının ardından cumhurbaşkanının, “Üniversitelerimizin Strateji Belgesi'ne uygun olarak yükseköğretim alanında Avrupa Birliği standartlarının yakalaması, bilimsel seviyenin yükseltilmesi ve araştırmageliştirme alanında dünya ile yarışacak bir düzeye ulaşılması amacıyla daha fazla çaba…" şeklindeki talebi, dinci gericiliğin temsilcisi AKP iktidarının da üniversiteler üzerinden öncelikli hedefinin, kendi sınıfsal konumu gereği, üniversite-sermaye ilişkisinin geliştirilmesi yönünde olduğu ortadadır. AKP hükümeti, üniversitelerde dinsel gerici kadrolaşmadan başarı sağlayıp sağlayamamasından bağımsız olarak, kendisinden önceki “laik” hükümetlerin yaptığını yapmakta, üniversitelere yönelik saldırı politikalarını hayata geçirmektedir. Dinsel gericilerin rektörlük seçimlerinde kazandıkları mevziler ise yalnızca, bir bütün olarak burjuvazinin üniversiteleri tam bir arka bahçe haline getirme hesaplarını kolaylaştırmaktadır. AKP diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da saldırı politikalarını daha pervasız bir biçimde uygulamaktadır.

Liste tartışmaları ve “mağdur”ların sözde demokratik üniversite talebi Rektörlük seçimleriyle birlikte bir kez daha burjuva demokrasisinin sınırlarını görmüş olduk. Öyle ki, üniversitelere, sadece akademik unvana sahip kişilerle sınırlı da olsa, rektörlerini seçmeleri hakkını veren sistem, YÖK yasası ile ellerinden alınmıştır. 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun 13. maddesine göre, öğretim üyelerinin oylarıyla seçilen üç rektör adayı YÖK’e bildiriliyor; YÖK uygun gördüğü değişiklikleri


yaparak listeyi cumhurbaşkanına iletiyor; cumhurbaşkanı da her üniversite için kendine göre bir seçim yaparak atamayı tamamlıyor. Bu durumda, üniversitede yapılan seçimin bir anlamı kalmadığı gibi, siyasal iktidarın kadrolaşması önünde de hiçbir engel kalmıyor. Dolayısıyla, bir önceki seçimde benzer şekilde atananların bugün adaletsizliklerden bahsetmeleri gülünçtür. Gazi Üniversitesi’nde yaşananlar bu açıdan çarpıcıdır. 2004 yılındaki seçimlerde dönemin cumhurbaşkanı Sezer, oyların yüzde 73’ünü alan Prof. Rıza Ayhan’ın yerine ikinci olan Prof. Kadri Yamaç’ı atamış, Ayhan bu atamayı gayri meşru bulduğunu ifade etmişti. Bu seçimlerde ise o dönem gayri meşru olarak nitelendirdiği bir biçimde atanan Ayhan, “O dönemde güzel güzel bundan istifade ettiyseniz, bu sefer de kabul etmek zorundasınız.” demiş, kendi yaşadığı “haksızlığı” hemen unutuvermişti. Bugün atamaları protesto eden rektör adaylarının pek çoğunun bu sistemden yararlandığı ve çıkarlarına ters düşmediği ölçüde uygulamayı savundukları ortadadır. Onlar için sorun uygulamanın kendisi değil, kimin çıkarına hizmet ettiğidir.

“Özerk-demokratik üniversite!” talebinin önemi Bugün düzen içi çatışmada “mağlup” çıkmış kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda demokratik üniversite talebini dillendirmesi tam bir samimiyetsizliktir. Çünkü demokratik üniversite talebi özerklik kavramından ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin üniversiteler üzerindeki denetiminin sınırlanmasını sağlayacak olan özerklik ise - kapitalist sistemde tam bir özerklik mümkün değildir- öncelikle YÖK gibi baskıcı kurumların alaşağı edilmesini gerektirir. Üniversite bileşenleri için söz, yetki, karar hakkını ifade eden demokratik üniversiteden bahsedebilmek için, aynı zamanda özerk üniversiteyi de savunmak, bir bütün olarak YÖK düzenini reddetmek gerekmektedir. “Demokratik üniversite; öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve tüm üniversite çalışanlarının yönetimindeki üniversiteyi anlatır. Üniversite, bu üç bileşenin bir araya geldiği bir organizasyon tarafından yönetilmelidir... Rektörlerin seçimle göreve gelmesi üniversiteyi daha demokratik yapmayacak, rektörün öğretim görevlileri üzerinde daha sıkı bir denetim kurması sonucunu doğuracaktır… Demokratik üniversite, üniversitenin tüm bileşenleri için tam bir örgütlenme özgürlüğü tanımak zorundadır. Bu örgütlenme özgürlüğü yalnızca sendikal örgütleri değil, politik örgütleri de kapsamalıdır. Ayrıca üniversitelerde politik çalışma yürütmenin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır.” (Bir slogan ve ötesi... “Özerk-Demokratik Üniversite”, Ekim Gençliği, sayı:67) Kuşkusuz “özerk-demokratik üniversite” talebi, tüm diğer temel demokratik talepler gibi burjuva düzen sınırları içine sığan bir taleptir. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi, burjuvazinin egemenliği koşullarında gerçek anlamda bir özerk-demokratik üniversite mümkün değildir. Ama burjuvazinin üniversiteler üzerindeki tahakkümünü sınırlamak bakımından önem taşımaktadır. Kapitalist toplum koşullarında tüm temel demokratik talepler işçi ve emekçilerin zorlu mücadeleleriyle elde edilebilmiştir. Örneğin, bu düzende bir hak olarak tanımladığımız “parasız eğitim”, tam da bu zorlu mücadelelerin ürünü olarak, burjuvaziden koparılıp alınmış bir haktır ve emekçilerin mücadelesinin gerilemesiyle birlikte saldırının konusu haline getirilmiştir. Dolayısıyla, mevcut toplumsal düzen aşılmadan, bu hak ve özgürlüklerin kalıcı bir biçimde kazanılabilmesi mümkün değildir. “Sosyalizmde üretim ve zenginlik kamunun elinde ve hizmetinde olacağı, böylece üniversitelerin mülkiyet tekeline elinde tutan bir avuç asalak yerine toplumun ezici çoğunluğunun çıkarlarına hizmet etmesinin genel koşulları yaratılacağı için, tarihte ilk kez olarak gerçekten demokratik bir kurum olabilecektir.” (age)

Yeni dönemle birlikte, söz yetki karar hakkı için mücadeleye! Üniversitelerde öğrenci gençliğin mücadelesine soruşturma ve cezalarla karşılık veren, disiplin kurullarını birer baskı aracı olarak kullanan, üniversiteye polis sokarak öğrencileri gözaltına aldıranlar ya da tüm bunlara sessiz sedasız ortak olanlar bugün kendi çıkarları için demokrasi talebini dillendirmektedir. Üniversiteler üzerindeki en büyük baskı aracı olan YÖK’ü karşılarına almadan, anti-demokratik uygulamalara ses çıkarmadan demokrasi mücadelesi verdiklerini savunanlar tam bir ikiyüzlülük içindedirler. Dinsel gericiler de sözde laikler de gerçekte aynı saflardadırlar. Düzen güçlerinin kendi iç çatışmalarında gençlik bir taraf değildir ve olmayacaktır. Üniversiteleri sermayenin arka bahçesi haline getiren, her türlü hak arama mücadelesinin karşısında ortak hareket edenlere karşı gençliğin görevi özerk-demokratik üniversite talebini yükselterek, söz, yetki, karar hakkı için mücadele etmek olacaktır!

9


Anti-faşist mücadelenin sorunları ve faşizme karşı mücadele Faşist sermaye devletinin muhalif güçlere yönelik saldırıları her geçen dönem biraz daha yoğunlaşıyor. Üniversiteler de bu saldırılardan nasibini alıyor. Gençliğin gelecek arayışına yanıt veremeyen sermaye, gençliğin kendi talepleri etrafında gelişebilecek mücadelesinin önüne geçebilmek için sürekli baskı ve zor yöntemlerini devreye sokuyor. Saldırılar kimi zaman bizzat devletin kolluk güçleri ve üniversitenin ÖGB’leri eliyle gerçekleştiriliyor. Kimi zaman da sivil faşistler kullanılarak muhalif güçler üzerinde terör estiriliyor. Saldırıların hemen ardından polis eliyle hazırlanmış listeler, üniversite yönetimleri tarafından ilerici, devrimci güçlere yönelik açılan soruşturmalara dönüşüyor. Saldırılar okuldan uzaklaştırmalar ve atmalarla, tutuklamalarla daha da derinleştiriliyor. Bu saldırıların bir ayağı olan, mücadelenin belirli dönemlerinde karşı karşıya kalınan faşist saldırılar, üniversitelerdeki devrimci ve demokrat gençliğin gündeminde ağırlıklı bir yer tutuyor. Özellikle saldırıların yoğunlaştığı dönemlerde, gündem tamamen faşist saldırılara kilitlenip kalabiliyor. Bu noktada üniversitelerde yaşanan faşist saldırılara karşı örülecek mücadele hattı da önemli bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Saldırıların kapsamı ve siyasal gençlik grupları

10

Faşist saldırılar üzerinden ortaya çıkabilen mücadele dinamizminin ileriye taşınamamasının bir nedeni, gençlik hareketinin bugün içinde bulunduğu darlık ve parçalanmışlıksa, diğer bir nedeni de politik gençlik gruplarının anti-faşist mücadeleye bakışlarındaki sınırlılıktır. Faşist saldırılar ancak hangi amaçla gerçekleştirildiği ve neye hizmet ettiği açık bir biçimde ortaya konulduğu ölçüde püskürtülebilecektir. Faşist saldırılar ele alınırken, sermayenin üniversitelere yönelttiği saldırılar ve üniversiteli gençliğin bundan kaynaklanan sorunları bütünlüklü bir biçimde teşhir edilebilmelidir. Bu temel üzerinde şekillenen mücadele ile üniversitelere ısrarlı bir politik faaliyet taşınmalıdır. Geride bıraktığımız yıl başta Ankara, İstanbul, Eskişehir, Antalya, İzmir ve Adana’daki üniversiteler olmak üzere birçok üniversitede yaşanan sivil faşist ve polis-ÖGB eliyle gerçekleştirilen saldırılar gençliğin gündeminde önemli bir yer tuttu. Saldırıların yoğun olarak yaşandığı dönemlerde refleks bir takım tepkiler geliştirilip, yaşanan saldırılara karşı kitlesel eylemli çıkışlar ortaya konuldu. Bu eylemlilikler saldırıların püskürtülmesinde önemli bir rol oynadı. Fakat geneldeki anlayış, faşist saldırları kendinden menkul bir süreç olarak algılamanın ötesine geçemediğinden, buradan gelen duyarlılık ve ortaya çıkan mücadele dinamikleri ileriye taşınamadı. Faşist saldırılar sonucu oluşan birliktelikler birleşik bir örgütlenme olarak kendini var edemediği sürece, gençliğin ileri kesiminin kendilerini genel mücadele süreci içerisinde var edebilecekleri bir zemin hayat bulamayacaktır. Birleşik bir gençlik mücadelesini geliştirmeyi hedeflemeyen ve saldırıların teşhir edilmesini, cezalandırma ve tek başına eylem örgütlemeye indirgeyen tartışmalarla bir mesafe almak mümkün olamayacaktır. Genç komünistler birçok vesileyle sorunu açık bir biçimde ortaya koyarak değerlendirmişlerdir: “Öte yandan bu faşist saldırganlık ekonomik bir arka plana sahiptir. Sermaye her dönem faşist terör ile iktisadi planda hedeflediği dönüşümleri hayata geçirmeye çalışmıştır. On yıl ara ile gerçekleştirilen darbelere dönülüp bakıldığında, bu açıklıkla görülecektir. Bugün emperyalist-kapitalist sistemle kurduğu kölelik ilişkilerini iyice pekiştiren burjuvazi özelleştirme, kentsel dönüşüm projesi vb. saldırılarla yaşadığı sorunları aşmak, neoliberal dönüşümleri gerçekleştirmek derdindedir. Bu dönüşümlerin önemli bir ayağını da üniversiteler oluşturmaktadır. Bu nedenle sermaye her dönem kullandığı yolu kullanmaktadır: Önce muhalefet dinamiklerini ez, sonra hedeflenen dönüşümleri gerçekleştir! Bu açıdan gençlik hareketi, üniversite gençliğini de hedef tahtasına koyan neoliberal uygulamalara karşı mücadele ile faşist saldırılara karşı mücadele görevlerini yaratıcı bir biçimde birleştirebilmelidir… Anti-faşist mücadele için bu iki yan özellikle önem taşımaktadır. Zira faşist saldırganlığı kendi başına ele almak, onu tanımlayamamak ve ona karşı bir kitle hareketi geliştirme dinamiklerini ve zeminlerini daha başlangıçta kaybetmek anlamına gelmektedir.” (Kızıl Bayrak, 3 Eylül 2005) Türkiye kapitalizmin krizinin derinleşmesine paralel olarak sermaye devletinin saldırıları da yoğunlaşarak artacak, öğrenci gençlik de bu saldırılardan nasibini fazlasıyla alacaktır. Devrimci gençlik grupları, faşist saldırılar karşısında alınacak tutumu net bir biçimde ortaya koyup, mücadeleyi buradan şekillendirme sorumluluğu ile yüzyüzedir. Genç komünistler önümüzdeki dönemde, sorunu bütünlüklü bir biçimde ortaya koyarak, saldırı süreçlerinin salt anti-faşist söyleme sıkıştırılmaması, faşist saldırıların sermayenin üniversitelere yönelik saldırılarıyla bağının kurulması ve mücadelenin bu zeminde şekillendirilmesi için etkin bir çaba harcayacaklardır.


Soruşturma saldırısına karşı örgütlü mücadeleyi yükseltmeye! Yaz süreci öğrencilerin üniversiteden uzak olduğu bir dönem olsa da, üniversitelerde kararlar alınmaya devam edildi. Öğrencilere dönük saldırılarda, öğrenciler üzerinden yapılan hesap kitapta tatil bir kenara bırakıldı. Rektörlük seçimleri sonrasında demokrasi havarisi kesilenler, yaz döneminde soruşturma üzerine soruşturma açarak demokrasi anlayışlarını bir kez daha ortaya koydular. Soruşturma terörü devam ederken, bir yandan da af hazırlıklarıyla gençliği düzene bağlama telaşına girdiler.

Soruşturmaların ardı sıra planlananlar Üniversitelerde her dönemin koşullarına uygun saldırı politikaları karşımıza çıkıyor. Verilen eğitimle sorgulamaktan, düşünmekten uzak insan yaratılırken, kameralardan turnikelere, kimlik kontrollerinden ÖGB terörüne uzanan denetim mekanizmaları ile öğrenciler sindirilmeye ve silikleştirilmeye çalışılıyor. Bunların yetmediği yerde faşist saldırılara, çevik kuvvete, soruşturma yağmuruna, okuldan uzaklaştırıp atmalara varan saldırılar hayata geçiriliyor. Geçtiğimiz yıl soruşturma üzerine soruşturma açan üniversite yönetimleri yaz döneminde de saldırılarına devam ettiler. Kayıt döneminin başlamasıyla cezaları bir bir öğrenmeye başladık. Çarpıcı bir örnek Ankara Üniversitesi’nde yaşandı. Geçtiğimiz yıl “bir sene okuldan uzaklaştırma” cezası alan bir okurumuz, dönemin başlamasıyla bu cezanın 3,5 yıla dönüştüğünü öğrendi. Dönem boyunca açılan tüm soruşturmaların şimdilik sonuçlanan cezalarının toplamı 3,5 yıla vardı. Dönemin başlamasıyla bu soruşturmaların cezalara dönüştürülmüş halleri birçok üniversitede karşımıza çıkacaktır. Uzaklaştırma ve okuldan atmalarla devrimci ve demokrat öğrencileri üniversitelerin dışında bırakarak devrimci faaliyeti engellemeyi hesaplamaktadırlar. Üniversite yönetimleri soruşturma terörüne mücadelenin önünü kesmek için başvuruyor. Tepkinin açığa çıkmaya başladığı süreçlerde öncüleri üniversiteden uzaklaştırarak yükselecek mücadeleyi kırıyor. Ve ardı ardına saldırı paketleri açılıyor, baskı koşulları, yasaklar artıyor, sermaye üniversitelerde cirit atıyor. Bugün politik faaliyetin sınırlandığı üniversitelerde uzaklaştırılan veya atılan öğrenciler devrimci-demokrat kimliğin taşıyıcısı olanlar olsa da saldırının kapsamı tüm öğrenci gençliği kapsıyor. Hedefledikleri tek başına devrimci öğrencileri kapı dışarı bırakmak değildir. Bu soruşturma furyasının ardından üniversitelerde piyasalaştırma ve ticarileştirme saldırıları yoğunlaştırılarak hayata geçiriliyor.

Soruşturma karşıtı mücadelenin önemi Soruşturmalar YÖK düzeninin dolaysız bir yansımasıdır. Gençliğin hak arama mücadelesine karşı, siyasal faaliyete karşı, eşit ve özgür bir dünya düşüncesine karşı bir saldırı olduğu yerde cevabımız da bu yönlü olmalıdır. Böyle bir saldırıya, dönemin sessizliğinde boğularak ve mücadeleyi sadece hukuksal bir çerçeveye sıkıştırarak yanıt üretemeyiz. Hukuksal mücadele soruşturma karşıtı mücadelenin bir ayağı olabilir. Kendi hukuksal çerçevelerini bile nasıl yok saydıkları elimizde bir teşhir malzemesine dönüşebilir. Ama kesinlikle mücadelenin temel ekseni buraya sıkıştırılmamalıdır. Soruşturmalar tek başına “ceza verme” saldırısı olarak karşımıza çıkmadığına göre, soruşturma karşıtı örülecek mücadele de tek yönlü ele alınmamalıdır. Soruşturma ve cezalara karşı söylemimiz tek başına “soruşturmalara hayır”, “cezalar geri çekilsin” darlığında olmamalıdır. Arka planıyla bağ kurmadan ele alındığında, saldırının asıl boyutuna karşı bir mücadele örgütlenemez. Soruşturmaların sadece ona maruz kalanların sorunu olmadığını döne döne anlatmalı, toplumsal muhalefete yönelik sindirme politikalarının üniversitelerden bir yansıması olduğunu vurgulamalıyız. Bize düşen görev, öğrenci gençliğe soruşturmaların gerçekte neyi hedeflediğini anlatmak, geniş bir kesimle birlikte soruşturma karşıtı mücadele yürütmenin zeminini yaratmaktır. Birçok üniversitede geniş bir kesimi kapsayan bu saldırıya karşı ortak bir tutum geliştirmeli, ortak bir mücadele hattı örmeliyiz.

Soruşturmalar YÖK düzeninin dolaysız bir yansımasıdır. Gençliğin hak arama mücadelesine karşı, siyasal faaliyete karşı, eşit ve özgür bir dünya düşüncesine karşı bir saldırı olduğu yerde cevabımız da bu yönlü olmalıdır.Politik kimliğe ve yeni bir dünyayı yaratma mücadelesine dönük bu saldırıya karşı ne dönemin sessizliğinde boğularak ne de bu mücadeleyi sadece hukuksal bir çerçeveye sıkıştırarak bir yanıt üretemeyiz.

11


Soruşturma saldırısına yanıtımız: Sosyalizmin bayrağı daha da yukarı!

12

Sermaye düzeni kendisine muhalif ilerici ve devrimci öğrencilerin her türlü sesini susturmak için soruşturmalarla, kameralarla, ÖGB'si ve polisi ile bir baskı ortamı oluşturmuş durumda. Her geçen gün artan bu baskı doğrudan devrimci hareketi ve gençlik hareketini hedef almaktadır. Birçok üniversite gibi Ankara Üniversitesi’nden yansıyan tablo da bundan farklı değildir. Geçen bir yıl boyunca onlarca öğrenci soruşturmalara maruz kalmıştır. Hatta okul yönetimi soruşturma terörünü öylesine arttırmıştır ki, öğrenciler aynı gün aynı saatte birden fazla soruşturmaya girmek zorunda kalabilmiştir. Öğrenciler tartaklanmış, hatta ÖGB'ler tarafından silah çekilmiştir. Bu saldırılar öylesine pervasızlaşmıştır ki, dönemin sonunda öğrencilerde büyük bir tepki yaratmış, yüzlerce öğrenci kampüste birçok eylem gerçekleştirmiştir. Ancak gözünü kar hırsı bürümüş sermaye düzeni toplum için bilim üretmesi gereken kurumları bir ticari şirket ve eşit, bilimsel ve parasız eğitimi savunan öğrencileri ise ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle mücadele eden devrimcileri uzaklaştırmalarla, baskı ile yıldırmaya çalışmakta, böylece üniversitelerde sermayenin işini daha da kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Bu kapsamda birçok üniversitede karşılaştığımız gibi Ankara Üniversitesi’nde Ekim Gençliği faaliyeti de hedef durumuna gelmiştir. Ankara Üniversitesi’nde okuyan bir Ekim Gençliği okuru bir genç komünist olarak üniversitemde bir süredir politik mücadele yürütüyorum. Bu sebeple birçok baskılara maruz kaldım. Geçen yıl bir yıllık uzaklaştırma aldım. Buna rağmen okula girerek, devrimci gençlik hareketini geliştirme, devrim ve sosyalizm bayrağını daha da yükseltme mücadelesini sürdürdüm. Biliyordum ki bana verilen bir yıllık ceza şahsıma değil, devrimci faaliyete kesilmeye çalışılan bir cezaydı. Bizler onların tahayyül ettiği üniversite

AŞlerin yerine, kapıları tüm emekçi çocuklarına sonuna kadar açılan, içinde bilimin üretildiği, sermayenin değil toplumun ihtiyaçlarına yanıt üretebilen bir üniversite kurma hedefiyle hareket ediyoruz. Onların adına “disiplin” kuralları dedikleri yığınca madde yalnızca kendi hukuksuzluklarını, çarpıklıklarını meşrulaştırmaya yarıyor. Bana verilen ceza da dekanlık-polis işbirliği sonucu, sermaye sınıfının yasa ve çıkarları doğrultusunda verilmiştir. Yani biz devrimcilerin gözünde en ufak bir hükmü yoktur. Çünkü, işçi sınıfının devrimci iktidarı için emekçileri ve gençliği mücadeleye katma amacındaki bizler, kendi sınıf çıkarlarımızın öngördüğü şekilde davranıyoruz. Ve bizim sınıf çıkarlarımızın gereklilikleri onların çürümüş hukukuna hiçbir zaman sığmamıştır ve bundan sonra da sığmayacaktır. Cezalı olduğum geçen bir yıl boyunca, hakkımda tekrar tekrar soruşturmalar açılmış, defalarca gözaltılar olmuştur. Okula girerken, okul içinde, okul dışında gözaltı terörü devam etmiştir. Bahar dönemi boyunca hakkımda açılan birçok soruşturmada uzaklaştırma almama rağmen, cezalı olduğum halde okulda olmam, hatta “okula girme suçu”nu defalarca işlemem yüzünden tekrar tekrar cezalar verildi. Şu an toplam 3,5 yıl uzaklaştırma cezası almış bulunuyorum. Düzenin biz devrimci öğrencilere saldırılarını bu kadar pervasızlaştırmaları kuşkusuz çaresizliklerinin bir yansımasıdır. Biz gençlikten gelecekte bekledikleri sermayenin pisliklerine, onursuzluklarına ortak olmamızdır. Oysa bunun karşısında işçi sınıfının yanında saf tutan, eşit, özgür, aydınlık bir geleceği kazanabilmenin ışığını görmüş olan bizlerin bu saldırıları sineye çekmesi beklenemez. Ekim Gençliği faaliyeti, ne dekanlığın, ne polisin, ne de kokuşmuş sermaye iktidarının icazetiyle yürütülmektedir. Ekim Gençliği faaliyeti meşruluğunu bilimsel sosyalizmden, işçi sınıfının 200 yıllık mücadelesinden almaktadır. Bulunduğu her yerde devrim ve sosyalizm bayrağını her ne pahasına olursa olsun en yükseklere çıkarmaya kararlıdır. Bu mücadeleye yöneltilen tüm saldırılar boşa düşürülecektir. Kendi yasalarıyla bizleri soruşturanlar, uzaklaştırmaya çalışanlar, çürümüş ve kokuşmuş düzenlerinin tarihin çöplüğüne gömülmesini engelleyemeyeceklerdir. Ankara Üniversitesi’nden Bir Ekim Gençliği Okuru


Eğitimin sisteminin çarpık yüzü:

ÖĞRENCİ AFFI

Sonunda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ten beklenen öğrenci affı müjdesi geldi. 2008’in Ekim ayında meclis gündemine girecek olan öğrenci affı yaklaşık 800 bin öğrenciyi ilgilendiriyor. Yapılan hesaplara göre, bunun hemen hemen yarısı aftan yararlanabilecek.

Affın kapsamı hala tartışılıyor! Affın kapsamının nasıl belirleneceği henüz net değil. Bakanlık bu doğrultuda bürokratlarına emir vermiş durumda. Milli Eğitim Bakanlığı ile YÖK arasında yazışmalar sürüyor. YÖK’ün öğrenci affını çeşitli boyutlardan inceleyeceği ve bu incelemeleri bir rapor haline getireceği açıklandı. YÖK, hazırlayacağı rapor ile beraber taslak görüşünü Milli Eğitim Bakanlığı'na bildirecek. Söz konusu rapor doğrultusunda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir taslak hazırlanarak Bakanlar Kurulu'na sunulacak. Taslağın onaylanması halinde “Öğrenci Affı Yasa Tasarısı” TBMM gündemine getirilecek. Taslağın Eylül ayı ortasında Bakanlar Kurulu'na sunulması, kurulun onaylaması halinde en geç Ekim ayına kadar Meclis’e gönderilmesi bekleniyor.

Hükümetin ve YÖK’ün şirin gözükme çabaları! Milli Eğitim Bakanlığı ile YÖK yoğun bir faaliyet içerisinde. Özellikle 12 Eylül askeri faşist darbesinin üniversitelerdeki postal izi olan YÖK, bu konudaki çalışmalarıyla “büyük bir takdiri” hak ediyor. Okullarımızı ticarethaneye çevirip bizleri birer müşteri haline getiren, üniversitelerimizi sermayenin arka bahçesi haline getirmek doğrultusunda “büyük başarılara” imza atan YÖK, “öğrenci affı”ndan bahsediyor! Bir yandan sorgulamayan bireyler yaratmaya uğraşırken, bir yandan da düşünen ve sorgulayanları ÖGB ve polis copuna, soruşturmalara ve cezalara boğan YÖK, üniversite kapılarını öğrencilere açma iddiasında! Öğrenci aflarıyla öğrencileri ne kadar “önemsediğini” göstermeye çalışıyor! Diğer yandan, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de YÖK gibi öğrencilere şirin gözükme çabasında. Yaklaşan yerel seçimler öncesi öğrenci affını gündeme getirerek hükümetin Anayasa Mahkemesi’nden dönen türban hamlesini başka bir hamleyle kapatmaya çalışmaktadır. Kısaca, “biz türbanı serbest bırakamadık, ama türban yüzünden eğitimini tamamlayamamış kardeşlerimize bir fırsat daha verelim” demektedir. “Toptan affetme” operasyonundan yaş da kuru da yararlanacaktır! YÖK düzeninin gözünde okulla ilişiği kesilmiş olan öğrenciler, ya okullardaki “sorunlu” (devrimci-demokrat öğrenciler) ya “tembel” (aldığı dersleri gereken sürede veremeyen öğrenciler) ya da “okula herhangi bir katkı sunamayan”lardır (haracı ödeme güçlüğü çeken öğrenciler). Üniversitelerinden atılmış öğrenciler, kasaları dolduracak banknotlar olarak geri döneceklerdir. “Ne yazık ki” af, farklı nedenlerle atılmış bu öğrencilerden “suç potansiyeli’ taşıyanlarını da kapsamaktadır.

25 yılda 11. af geliyor! 1983 yılından bu yana 10 öğrenci affı çıkaran TBMM, 11. af için hazırlık yapıyor. 10. öğrenci affı görüşmelerinde “bu son olsun” diyenler, bunun son olmayacağını en iyi kendileri biliyorlardı. Veriler gösteriyor ki, 11. öğrenci affı da son olmayacak. Eğitim sistemindeki çarpıklıklar devam ettikçe, eğitim ticarileştirilip okullar ticarethane öğrenciler müşteri oldukça, okullardaki gerici müfredat devam ettikçe, öğrenciler para basan birer darphane olarak görüldükçe, çıkarılan öğrenci afları üzerinden siyasi rant elde etmek isteyen zihniyet var oldukça, her yeni çıkan af okullara öğrenci değil de harç parası olarak döndükçe vb., çıkarılan hiçbir öğrenci affı “son af” olmayacaktır. Çürüyen düzenin çürüyen eğitim sisteminde her zaman yeni aflara ihtiyaç duyulacaktır.

Affedenleri affetmemeliyiz! Bu noktada üniversite gençliğinin önünde önemli görevler durmaktadır. Böyle ucuz numaralarla öğrenci gençliğe şirin gözükmeye çalışan sermaye uşağı AKP ve onun yardakçısı YÖK’ün bu kirli hesaplarını boşa düşürmeliyiz. Üniversitelerimizi demokratik, bilimsel ve özerk kurumlar haline getirmek, söz, yetki, karar hakkı alabilmek için mücadeleyi yükseltmeliyiz. Affedenleri Affetmiyoruz! Özerk, Demokratik, Bilimsel Üniversite İstiyoruz!

13


Aylardır gazete manşetlerini, televizyon programlarını meşgul eden, üzerine saatlerce tartışılan, eylemler düzenlenen bir konu var: Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek’in “ODTÜ arazisindeki 45 binanın kaçak olması” sebebiyle yıkılacağını açıklaması. Aylardır bu konu üzerinden tartışmalar, eylemler devam ediyor. Burada asıl mesele ise, Gökçek’e bu güveni veren ile onun karşısında söz söyleyenlerin arkasındakinin aynılığı: Sermaye!

İ. Melih Gökçek’i hatırlayalım... Ankara’yı havuzlar ve köprüler kenti yapan bir belediyecilik örneği... “Kentsel Dönüşüm” adı altında Dikmen’i, Şentepe’yi, Pursaklar’ı, Mamak’ı sermayeye açan, talan eden bir belediyecilik... Binlerce gecekonduyu yıkan ve binlercesini de yıkmaya hazırlanan, işçi ve emekçileri binbir türlü yalanla evsiz bırakan bir belediye başkanı... “Trafiği rahatlatacağım” diyerek inşaat şirketlerinin kasalarını dolduran, yıllardır trafik sorununu daha da katmerleştiren... Bayramlarda, seyranlarda, bazen de kafasına estiğinde çocuklara top, tetris, bebek dağıtan, halkı kömürle-erzakla kandıran bir başkan...

Su sorununa “çözüm” önerileri! Ankara’da barajların boş olduğu bilinirken kılını kıpırdatmayan, yumurta kapıya dayanınca Kızılırmak suyuna saldıran, haftalarca Ankara’yı susuz bırakan, özellikle emekçi mahallerine 15 gün su vermeyen, şimdilerde ise musluklardan su yerine çamurlu ve zehirli su akıtan bir belediye başkanı. Peki susuzluğa karşı önerilerine ne demeli? “Halı yıkamayın, banyo yaparken altınıza leğen koyun sonra tuvalette kullanırsınız; diş fırçalarken, tıraş olurken musluğu kapatın”... Başkan da evinde böyle yapıyormuş. Ve her gün 3 litre musluk suyu içiyormuş, sağlığını buna borçluymuş. Peki, bir golf sahası 15 bine yakın insanın bir yıllık su ihtiyacı kadar su harcarken, belediyenin golf sahası yapma projelerine ne diyeceğiz. Peki, bir akrabasının bir su şirketinin sahibi olmasına ne demeli. Suda arsenik olmadığına dair palavralar... Dahası Kızılırmak suyunu şebekeye verdikten 15 gün sonra açıklaması ve “daha önce açıklasaydım ideolojik saldırılarla herkes hasta oldu haberleri yapılırdı” demesi... “Bakın kaç gündür Kızılırmak suyu içiyoruz, kimse ishal olmadı” açıklaması... Ancak unutmayalım ki, arsenik ishal yapmaz, kanser yapar. O da 15 günde olmaz, daha uzun sürede kendini gösterir. Demek ki Ankara’daki 4 milyonu aşkın insan kanser riskiyle yüzyüze...

Gökçek-ODTÜ kavgası!

14

Bir de tüm bu sorunların kesiştiği bir Gökçek-ODTÜ kavgası var. Bu kavga ODTÜ’nün bilirkişi olduğu davalardan “suda arsenik çıktı çıkmadı” araştırmalarına kadar uzanıyor. En sonunda da


Gökçek’in ODTÜ’deki kaçak 45 binayı yıkma isteğinde toplanıyor. Peki Gökçek’in sergilediği pervasızlığın gerisinde ne var? Elbette, gücüne güvendiği bir sermaye çevresi var. O sermaye çevresi için değil midir bu politikaların hepsi? Rantsal dönüşüm ulusal uluslararası inşaat şirketlerinin çıkarı için, su kavgaları su şirketlerinin çıkarı için, yapılan havuzlar, parklar, köprüler elbette ki sermayenin çıkarları içindir... ODTÜ’yle olan kavgaya gelince ise, ODTÜ rektörlüğü doğru yolda yürüdüğü için değil, dayandığı sermaye çevresinin çıkarlarını koruduğu için Gökçek’e karşı çıkıyor. Peki, doğru söylediği şeyler yok mu? Elbette ki var. Gökçek’e göre bilime daha yakın olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bilimi sermayenin çıkarları için kullandıklarını unutmadan... Gökçek, binalar kaçak diyor. Evet, birçok ODTÜ binası kaçak olabilir, hatta iki sene öncesine kadar meclis binası da kaçaktı. Birçok belediye binası, kamu kurumu da... Ama burada sorun binaların kaçak olması değil, binaların ODTÜ arazisinde olması. Kentsel Dönüşüm projeleri kapsamında Eymir Gölü manzaralı evler, daha doğrusu villalar yapıldığını herkes biliyordur. Gökçek’in derdi Eymir Gölü’nü bu villalara arka bahçe yapmak, bu villalarda oturanların istediği gibi burayı kullanmasını sağlamak. Öyle ya, milyon dolarlık evlerde oturup da gölü kullanmamak olmaz! Peki, ODTÜ ne diyor: “Zaten herkes ODTÜ arazisine istediği gibi girebilir. Halka açık bir yerdir. Sadece girişleri kontrol altına alıyoruz”. Peki şimdi sormak lazım: “ODTÜ öğrencileri arkadaşlarını dahi okula sokamazken ODTÜ arazisinin neresi halka açıkmış?” Tabii herkes durduğu yerden politika yapıyor. Gökçek 45 binayı yıkmak istiyor. ODTÜ rektörü ise “burası bir bilim yuvası, dünyanın sayılı üniversitelerinden, burada bina yıktırmayız” diyor. Aynı rektöre sormak lazım; “son 2-3 senede alış-veriş merkezi inşaatı dışında bir bina inşa edildi mi?” Topluluk barakasının yerine alış-veriş merkezi yapmak isteyen ve öğrenci topluluklarını oradan çıkartmak isteyen de kendileri değil zaten! Peki, öğrenciler, Kültür Kongre Merkezi’ni öğrenci etkinlikleri için kullanabiliyor mu? ODTÜ arazisi sermayeye peşkeş çekilirken, sermayenin çıkarları için Teknokent kurulurken, savaş (onların deyimiyle savunma) sanayi için silah üretilirken, yazılım yapılırken neredeydiniz? Biz söyleyelim: “Bizzat işin içindeydiniz!” Şimdi bu çıkar kavgasında öğrencileri yanınızda görmek mi istiyorsunuz? Hani okuldan attığınız, uzaklaştırmalarla eğitim haklarını engellediğiniz, jandarmayı üzerlerine saldırttığınız öğrencileri... Daha çok beklersiniz! ODTÜ öğrencisi kimin kim olduğunu, neyin neden yapıldığı bilmektedir. Melih Gökçek’in de Rektör Ural Akbulut’un da kendi sermaye çevrelerinin çıkarı için söz söylediğini görmektedir. ODTÜ öğrencilerinin alış-veriş merkezlerini, kendi kullanamadığı ancak polislere eğitim aldırtılan binaları, teknokenti savunacak hali yoktur.

Yüzlerce öğrenci “ODTÜ bizimdir!” diye haykırdı Yaz boyunca ODTÜ Öğrencileri üniversitelerini savundular. Belediyenin önünde ve okulda gerçekleşen eylemlerde,“Gökçek ODTÜ’den elini çek!”, “Yağma yok, talan yok, Gökçek’in ODTÜ’de işi yok!”, “ODTÜ bizimdir, bizim kalacak!”, “ODTÜ değil Gökçek yıkılacak!” sloganları ile tepkilerini gösterdiler. Eyleme kendi propagandasını yapabilmek amacıyla gelen CHP genel başkan yardımcısı Yılmaz Ateş ise kovuldu. ODTÜ’lünün gözünde AKP ile CHP arasında hiçbir fark olmadığı, neo-liberal politikalarda ortaklaştıkları yüzlerine haykırıldı. Gökçek’in elini ODTÜ’den çekmesi bizim için yeterli değildir. Bir Gökçek gider bir başkası gelir. Akbulut’un da artık rektör olmaması önemli değildir. Bir Ural gitmiş, başka bir Ural gelmiştir. Belediye açısından da, rektörlük açısından da sermayenin çıkarları değişmemiştir. Sermayenin kanlı elleri ODTÜ’dedir. Tuzla’da, kot taşlama atölyelerinde, madenlerde, işçilerin ölümüne neden olan sermaye; ODTÜ teknokentinde NATO’yla, İsrail ve ABD ordusu ile antlaşmalar imzalayarak silahlara, helikopterlere yazılım yazan sermaye; bizleri sözleşmeli öğretmenlik, yetkin mühendislik ile geleceksizliğe mahkûm eden sermaye; kantinlerimizi özelleştiren, attığımız her adımdan para kazanmaya çalışan sermaye olduğu yerde durmaktadır. ODTÜ’lünün söyleyecek sözü de, savaşacak gücü de bitmemiştir: ODTÜ bizimdir, bizim kalacak! Sermaye elini ODTÜ’den çek! Ekim Gençliği / ODTÜ

15


Kapitalizm: Har(a)cını ödeyebilmek için her an ölebilmek

Yalnızca Hüseyin’in değil senin de hikâyendir! Ölüm onu sabaha karşı yakaladı. Sabaha karşı uyumuyordu, ayaktaydı. Hatta belki de günün onun için elzem olan kısmının ortasında. Düşündüğünüz gibi değildi. Gece bir yerlere eğlenmeye gitmemişti. Para kazanması gerekiyordu. Ama ailesini geçindirmek için değil, öğrenim hayatına devam edebilmek için... Hüseyin’in hikâyesi bu. Aslında üniversite okuma çabasında olan milyonlarımızın... Belki bu hikâyeler aynı zamanda geçmiyor, aynı hüznü, zorluğu, alışılagelmişliği ve aynı sonu taşımıyor. Hepsinde birer ince ayrım var. Hüseyin’in hikâyesi, Fransa’da yüksek öğrenimini devam ettirebilmek için fahişelik yapan Fransız kadın öğrencilerin hikâyesi. Hüseyin’in hikâyesi, çocuğunun kayıt parasını ödeyemediği için okul çatısını onarırken hayatını kaybeden babanın hikâyesi... Peki ya bizim hikâyelerimiz! Ya da bu sayfada Hüseyin’i anlatmamızın sebebi hikâyenin korkunç sonuyla mı ilgili? Bizim hikâyelerimiz yazılmaya, anlatılmaya değmeyecek kadar sıradan mı? Hüseyin bir üniversite öğrencisi. Muğla Üniversitesi Matematik Bölümü son sınıf öğrencisi. Aslında İstanbul’da ikamet etmiyor. İstanbul’a yaz aylarında iş bulup, okul masraflarını karşılayabilmek için gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Trafik Müdürlüğü'nden iş alan taşeron firmada çalışmaya başlamıştı. İşi, Hal Yolu'ndan Esenler Otogarı girişine, hız yapan sürücülere Elektronik Denetleme Sisteminin varlığını göstermek ve onları uyarmak için 'EDS' yazmaktı. Hüseyin’i ölüme götüren kaza da, saat 02.00 sıralarında Esenler Otogarı girişinde meydana geldi. Hüseyin, 1 Eylül günü iş arkadaşlarıyla beraber zeytin, peynir ve koladan oluşan sahur yemeklerini yemek için, eşyalarını taşıdıkları kamyonetin önüne oturdu. Bu sırada, virajlı yoldan otogar istikametine hızla ilerleyen bir otomobil kontrolden çıkarak bariyerlere çarptı. Daha sonra ise işçilerin üzerine yöneldi. Hüseyin olay yerinde can verdi. Haber bültenlerini, gazetelerin üçüncü sayfalarını bir günlüğüne işgal edebilecek sıradan bir haber! Belki arkada hüzünlü bir fon müziği ile aşırı hız yapan Barış yerden yere vurulur, Hüseyin’in katledilişi Barış’ın üstüne yıkılır. Katlediliş! Evet, bu sözcük hiç de ağır kaçmıyor. Kapitalizm, Hüseyin’i katletti. Silahlanmaya, eğitime ayrılan bütçenin yüzlerce katını ayıranlar, eğitime ayrılan bütçeyi her geçen yıl düşürenler, bu miktarın aslan payını da vakıf üniversitelerine verenler Hüseyin’i katletti. Hüseyin’i, neo-liberal eğitim politikaları ile üniversiteleri sermayenin ihtiyaçlarına açanlar katletti. Yemekhaneleri özelleştirenler, ulaşımı özelleştirenler, öğrencilerin barınma sorunundan nemalanlar, eğitim hizmetlerini bir bütün olarak ticarileştirenler Hüseyin’i katletti. Hüseyin’in katledilişinin asıl sorumlusu, onu arabasıyla ezen sürücü değil, onu harç parasını kazanabilmek için iş güvenliği olmadan çalışmak durumunda bırakan sistemin kendisidir.

Hüseyin’in katili üniversiteleri ticarethanelere dönüştürenlerdir!

16

Üniversite eğitimi alabilmek için öğrenim bedeli istenmesi üniversite eğitiminin parasız bir hak olmaktan çıkmasına yol açarken, gelecek yıllarda Hüseyin’inkine benzer daha nice hikâyeler duyacağız. Evet, eğitim her açıdan sermayenin kar hırsına açılmış durumda ve bunun pratik yansımalarını her alanda hissedebiliyoruz. “Devlet üniversitelerinde, üniversitelerin kendi olanakları ile üretilen ve öğrencilere eğitim süreçlerinin birer parçası olarak sunulması gereken hizmetlerin yerini giderek kar elde etme amacıyla üretilen ve öğrencilere para karşılığı ‘satılan’ hizmetler alıyor. Öğrencilerin zorunlu ihtiyaçları para kaynaklarına dönüşüyor. Bugün öğrenciler için beslenme, sağlık, ulaşım ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak bir zorlanma alanıdır. Ayrıca öğrenci belgesi, kimliği, transkript vb. birçok belge de ücrete tabidir. İkinci öğretimlerin oluşturulması, yaz okullarının açılması gibi uygulamalarla artık öğrenciden hangi yolla daha fazla para koparırız düşüncesi hâkim hale gelmiştir.” (Ekim Gençliği, sayı: 105, Kasım '07) Yarın Hüseyin’in hikâyesi aklımızdan silinip gidecek. Peki, her gün karşılaştığımız bu sömürüye ses çıkarmadığımızda, Hüseyin’in katledilişinin sorumluluğunu taşımayacak mıyız?


Tehditlere yanıtımız insanlığın gelecek mücadelesini yükseltmek olacak! Hayallerinizi aralayın şimdi. Pembe sis tablosunu kaldırıp sizi “yaşamın yeşil ağaçları”yla tanıştıracağız. “Üniversiteye bu kapıdan girilir” pankartının önüne, büyük hayallerle ve büyük bir maratonda milyonlarca öğrenciyi geçerek geldin. Hoş geldin! Bu maratondan çıkıp eline “kazandınız” belgesini aldığından beri aynı sesler yankılanıyor etrafında: “Sakın ha olaylara karışıyım deme, arkadaşlarını iyi seç, her yere gitme sakın! Bak sen okumaya gidiyorsun unutma!”... Ailenin durumuna göre değişebilecek sözler de sarf ediliyor: “Biz de yaptık zamanında, bir şey kazanılacaksa biz de çıkarız seninle sokaklara, ama yıllardır olmuyor. Sen önce kendi geleceğiniı kazan, sonra ne istiyorsan yaparsın…” ‘80 sonrası kuşağın, yani bizlerin hiç de yabancı olmadığı sözler bunlar. Anlatılan o “büyülü” kapıdan -bölümün o fakültede değilse- bir defa girebileceksin. Çünkü bu üniversitede fakülteler arası geçiş yasağı var. Arkadaşlarınla aynı binanın ortasında buluşabileceksin ama aynı kapıdan giremeyeceksin. Yan tarafında tel örgüleri anımsatan ve üzerinde “polis” yazan demir yığınlarını geçerek, eline tutuşturulan kâğıt parçalarını alarak ilerliyorsun. Eline ulaşan ilk bildiri (her sene olduğu gibi) gençlerimizi, yani bizleri “korumak” amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yazılmış “uyarı” metni. Metnin genelinde, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün sitesinde “terörizm” üzerine yazılanların özeti var. Gençlerin bir arayış içerisinde olduğundan ve ideolojinin buna alet edildiğinden, gençliğin dinamizminin bu “beyin yıkayıcılar” tarafından kullanıldığından bolca bahseden ve “iyi niyetli tavsiyeler”le bitirilen gayet masum bir metin! “Devletimizin şefkatli yüzü” yine karşımızdadır. Oysa o “şefkatli yüz” yıllardır bizim üzerimizde... Üniversitemizde eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim isterken, fakülteler arası geçiş yasağı kalksın derken, Halepçe Katliamı’nı unutmayacağız derken... Hatta halay çekerken bile kendimizi soruşturma odasında “ideolojik halay çekmekten” suçlanır bir halde bulabiliyoruz. “…‘Düşünce ek, eylem biç’ sözünden hareketle, ülkemizde faaliyet yürüten terör örgütleri, zehirli terörizm aşısını önce zihinlere yapmaktadırlar. Zihinlerde yapılan tahribatlar, zamanla insanların ruh dünyalarına nüfuz ederek eylem haline dönüşmektedir. Bunu,‘Kalem fikir vermezse, kılıç kesmez’ sözü çok güzel ifade etmektedir…” Burada yazılanlar, ilkokula başlayan öğrencilere her sabah şovenizm zehrinin yudumlatılmasını hatırlatıyor. Her sabah yalnızca “Türk” olduğunu hatırlayan ve bu yüzden de “doğru” olduğunu düşünen küçük beyinleri... Eğitim müfredatında “milli güvenlik” gibi bir dersin var oluşunu... Bütün komşularının O’nu bölmeye çalıştığını... Daha birçok şey hatırlatabilir bu yazılanlar. Bugünkü yoğun baskı ve devlet terörü de zaten, hatırlamayalım, anlamayalım, sorgulamayalım diye değil mi?

Bir de tüm toplumu uyutma yöntemleri var. Sahte kamplaşmalar, taraflaştırmalar, türban tartışmaları... Bu liste dönem dönem değişir... Susurluk gider Ergenekon gelir... Derin devlet derinleştikçe derinleşir... Eğer bir “uyarı” niteliğinde elinize verilen kâğıtları okumazsanız eğer, çaresi var korkmayın. Size bunları hatırlatacak özel güvenlikleri, kameraları, çeteleri var... Bunlarda mı yetmedi? O zaman öğrenci görünümlü sivil polisleri var... Bunların da kar etmediği yerde copu, silahı, gazı var... 17 yaşındaki Erdal Eren’i, bir gecede yaşını büyüterek asması var... Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı bildirideki açık tehdite yanıttır mücadelemiz. Taraf olma çağrısıdır, taraf olduğu fark edip hareket etme çağrısıdır! Bizler onurlu bir yaşamın savaşımını veriyoruz, bizlerden öncekiler gibi. Bugünkü kazanımlarımızın onların mücadelesi sayesinde olduğunun bilinciyle, geleceğimiz için mücadele ediyoruz. Üzerinden geçtiğin meydanda kan izleri kurumamış hala, görüyor musun? Bir yandan slogan sesleri geliyor$ “Kahrolsun emperyalizm, kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz!” Duyuyor musun? Vedat Demircioğlu’nun, 16 Mart’ta katledilenlerin, Denizler’in, aynı inanç uğruna atan binlerce kalbin mirasını hissedebiliyor musun? Ülke geleceğini bizlere emanet edenlere açık bir yanıttır mücadelemiz. İnsanlığın geleceğini omuzlarımızda hissediyoruz! G. Umut

17


12 Eylül, “darbe karşıtlığı” ve gençliğin görevi “Terör dün de 17 can aldı.” “Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, DGM’ler kurulmadan üretim artmaz dedi.” 11 Eylül 1980 tarihli günlük basında yer alan bu iki haber, o günlerin karmaşası arasında kanıksanmış olsa da, bir gün sonraki postal seslerinin ve yıllarca sürecek olan saldırıların habercisi niteliğindeydi. Bu iki haber 12 Eylül öncesi Türkiye’sinin iki resminin de somut haliydi. Birincisi 12 Mart askeri muhtırasıyla devrimci önderlerin idamı ile durdurulmaya çalışılan toplumsal muhalefetin, ikincisi ise neo-liberal politikalar ekseninde işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını daha da büyütmeye çalışan sermaye sınıfının resmi. Sermaye devletinin tüm çabalarına rağmen toplumsal muhalefet bastırılamıyor, aksine daha da büyüyor ve gelişiyordu. Önü kesilemeyen bu devrimci yükseliş 12 Eylül faşist askeri darbesi ile karşılandı. Sözkonusu olan, bugün “ darbeciler yargılansın” çığlıkları atanların bir kısmının düşündüğünün tam aksine, 3-5 faşist generalin değil, sermaye sınıfının ve emperyalistlerin işçi ve emekçilere yönelik toplam bir saldırısıydı. Amaç, yükselen ve gelişen devrimci muhalefeti kırmak, içine düştüğü ekonomik bunalımı aşmak için gerçekleştireceği sosyal yıkım saldırılarını uygulayabilmekti. Ve 12 Eylül 1980… Sabahın 5’inde insanlar sokağa çıkma yasağıyla, büyük bedeller ödenecek karanlığa uyandılar. 18 Eylül günü devlet başkanlığını üstlenen Orgeneral Kenan Evren ülkeyi “kurtarmıştı”! Darbeyle 24 Ocak Kararlarını hayata geçirmenin, neo-liberal dönüşümler ile sosyal yıkım saldırılarını gerçekleştirmenin zemini düzlenmişti. Artık “sosyal devlet” tümüyle rafa kaldırılacak, hak ve özgürlükler gaspedilecek, bu doğrultuda Anayasa ve yasal düzenlemeler yapılacaktı. 8 Kasım 1982 günü, sözde bir referandumla, %90 oyla darbe anayasasına “evet” denildi. Sosyal yıkım saldırılarının temeli atılmış, örgütlülükler dağıtılmış, devletin tüm kurumları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılacak birer “değneğe” dönüşmüştü. Devlet kontr-çetelerinden emniyetine, ordusundan adalet mekanizmalarına, üniversitelerinden basın kuruluşlarına tüm kurumlarını tam bir sindirme ve baskı aracı olarak kullanmaya başladı. En önemli baskı araçlarından biri ise, gençliğin geleceğini karartan YÖK oldu. 6 Kasım 1982’de kurulan YÖK ile birlikte eğitim sistemi hipnoz seanslarına, üniversiteler cezaevine, öğrenci

18

gençlik ise araştıran, sorgulayan, düşünen bir gençlikten çok nasıl programlanırsa öyle çalışan birer makineye dönüştürülmeye çalışıldı ve bu büyük oranda da başarıldı. Üniversitelerde politik faaliyetler yasaklandı. Gençliğin devrimci dinamizmi yoz kültürle yok edilmeye çalışıldı. Sözde “özerk-demokratik” üniversitelerde, sistemin yarattığı sahte gündemler gençliğe dayatılarak, yarı-aydın bu kesime “politikleşme” hakkı verildi. Örneğin, bugün olduğu gibi, türban ve laiklik tartışmalarında gençlik bir taraf olmalıydı. Üniversiteler “laikti ve laik kalacaktı”. Gençlik “türbana özgürlük-laiklik” karmaşası içinde boğuşurken, YÖK-sermayeordu şeytan üçgeni yarattıkları bu başarılı manzarayı kutluyorlardı. Çünkü baki olması gereken tek bir şey vardı, o da sermayenin iktidarıydı. Darbeden sonra imam hatip liselerini kendi eliyle açan ordu, bu kez laiklik taraftarı olmak zorundaydı. Gençlik elbette taraf olmak zorundadır. Fakat bize bugün dayatılan biçimiyle değil, gerçek özgürlüğü kazanmak için taraf olmalıdır. Bugün gençliğin en büyük sorunlarının başında geleceksizlik, paralı eğitim, akademik özgürlük gibi başlıklar gelmektedir. Bu yüzden gençlik düzen içi tartışmalara ve taraflaşmalara yedeklenmemeli, kendi öz talepleri etrafında birleşerek mücadele etmelidir. Sistemin işçiler, emekçiler ve gençliğe yönelik topyekûn saldırılarını hayata geçirebilmek için tezgahladığı darbenin sorumlularının yargılanmasını istemek sınırlarını aşamayan bir mücadele, sadece o dönemin yöneticilerine faturayı kesmek, sermayenin egemenliğini sürdürmesine olanak sağlamak anlamına gelecektir. Fakat bugünlerde bir darbe karşıtlığıdır gidiyor. Dönemin darbe borazanlarını çalanlar, alkış tutanlar, bugün “sol”un darbelere karşı net tutum almadığını iddia ediyor ve eleştiriyor. Bunun yanında bir de, darbecilerle kol kola girip solu darbeye karşı tutum almıyor diye suçlayan sözde sosyalistler var. Bu tutum egemenlerin dalaşında bir yerde durmak, taraf olmak anlamına geliyor. Cumhuriyet mitinglerinde “şeriat geliyor” diye solun ulusalcı bir çizgiye kayması, bugün de “darbe geliyor” diye liberal bir dönüşüm yaşaması ve demokrasi çığlıkları atması, tam da sistemin istediği taraflaşmanın gerçekleştiğini gösteriyor. Kendini sol muhalefetin bir öznesi olarak gören reformist solun bu taraflaşmada durduğu yeri sorgulamak gerekiyor. Egemen güçlerin iç dalaşmasında bir aralık bulup bu sahte taraflaşmalarından birine yedeklenenler, aynı gerici güçler işçilere, emekçilere ve gençliğe karşı tek yumruk halinde saldırya geçtiklerinde ise, bu kez de hiçbir biçimde düzeni aşmayan


söylemlerle ortaya çıkmakta, kitleleri düzen içi hayallerle oyalamaktadırlar. Bugün işçiler, emekçiler ve gençlik “ya şeriat ya darbe” veya “ya darbe ya demokrasi” masallarını reddetmeli, tarafını kendi çıkarları üzerinden belirlemelidir. Çünkü özünde yazılan tek bir senaryo var ve hepsinin yazarı aynıdır: Emperyalizme göbekten bağlı, kendi sefil çıkarları doğrultusunda her şeyi yapabilecek ve her türlü anlaşmaya imza atabilecek olan sermaye sınıfı! Bu gerici sınıf kendi içinde dalaşırken, işçi sınıfı, emekçiler ve gençlik karşısında tam bir birlik içinde hareket etmekte, baskı ve sömürüyü

tam bir birlik içinde hayata geçirmektedir. Gençliğin taraf olacağı tek yer işçi sınıfının devrimci mücadelesi olacaktır. Bunun içindir ki, egemen sınıfın derinleşen krizinde taraf olmak yerine bunu bir olanak olarak görmeli, düzen karşıtı devrimci bir muhalefeti örmeliyiz. Üstünden 28 yıl geçse de, bu ülkede tarih hala 12 Eylül’dür. 28 yıldır içinde bulunduğumuz bu karanlığı parçalamak ise işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadeleyi yükseltmesiyle olacaktır. Gençliğe düşen de bu mücadelede yerini almaktır.

Giderek silikleşen toplumsal hafıza ve 12 Eylül Yaratılan korkunç tablonun ressamlarından biri olmak sırça köşklerde resim yapmaya benzemiyor olsa gerek. “Genç Bakış” programına müzmin paşamız Kenan Evren konuk oluyor ve ülkemizin bir üniversitesinde “tartışma” yapılıyor. Geçmişte kaldığı için net olarak hatırlayamasak da sarf edilen sözler aklımızda. Üniversiteli arkadaşlarımız o kadar ilgisiz ki konukla, başka konular soruyorlar “paşamıza”. Ve “paşa” sonunda dayanamıyor giriyor söze: “Yahu sorsanıza… İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım. Evet, itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar? Onlar yapıyorlardı. Çünkü 12 Eylül’den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkûmlar hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler filan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik. Bu müessif olaylar oldu. Ama tespit ettiklerimizi yakaladık. Hatta sanırım bir polisle, bir astsubay mahkûm oldu. Hem her ülkede işkence var. Bakın bugün bile bizde var. Amerika da yapıyor mapusanedeki Iraklılara… Ama başlarına diktiğimiz teğmenler işe yaradı. Onlara İstiklal Marş’ımızı söylettiler. Sabahları hani ilköğretimde söylerler ya her sabah Türküm, çalışkanım falan diye onları söyletirlerdi…” Bu “masumane” açıklamadan sonra suratımıza yerleşen tebessüm resmedilir “paşamız” tarafından… Giderek silikleşen toplumsal hafıza yeniden yapılanma sürecine girmiş bulunuyor. Geçmişin devrimcileri efsaneleştirilip masal kahramanına dönüştürülüyor. Elleri kanlı “paşalar” ellerindeki kanı kırmızı boya ile kapatmaya çalışıyor. 12 Eylül faşist darbesi yükselen işçi ve emekçi hareketini, devrimci mücadeleyi ve bununla birlikte tüm toplumu baskı altına almaya, sindirip ezmeye yönelik yapılmıştır. Bir de saldırının psikolojik boyutu vardır ki, bu günlerin yaratılmasında önemli rol oynayanları bile fazlasıyla dumura uğratıyor. Aynı toplumsal hafızanın, bilincin, öfkenin dumura uğratılması gibi. Serol Teber toplama kampları ve yarattığı psikolojik etkilerden bahsederken birkaç noktayı vurguluyor: “Modern devlet terörü etkisindeki insanın, tarihsel, kültürel ve özyaşamöyküsel sürekliliğinden koparılışının serüvenini sergilemektedir... İnsan, burada, uygulanan şiddete rağmen hala ‘arta-kalıp yaşayabiliyorsa’ hem toplumdan ve hem de kendi öz benliğinden koparılmakta, kişiliği parçalanmaktadır. Bu koşullarda ortaya çıkan vahşi korkunun da etkisiyle, toplumsal bir varlık olarak insanın diğer insanlar ile olan ilişkileri geri-dönüşsüz biçimlerde bozulmakta... İnsan artık kendisini ‘bir başkası’ olarak duyumsamaktadır...” Modern devlet terörünün uygulanış biçimleri farklılaşsa da, etkileri bakımından aynı sonuçları doğuruyor. Toplumun kendini ifade ettiği, örgütlendiği, haklarını aradığı tüm kurumlar dağıtılmış, devlet kendisini, herhangi bir hareketliliği her an bastırabilecek ve kontrol altında tutabilecek şekilde yapılandırmıştır. Sistem için, birbiriyle iletişim kuramayan, yalnızlaşmış, korkan, birbirinden yalıtılmış “bireyler” topluluğu yaratılmak istenmiştir. Bugün 12 Eylül yalnızca “basit bir darbe” olarak değerlendirilemez. 12 Eylül’ün yarattığı izleri büyüterek taşıyan bir sistemde yaşıyoruz. Yaşamın her anında hissedilen korkunun, yılgınlığın, 1 Mayıslar’da atılan gaz bombasının, Desa’da, Çapa’da, Unilever’de hâkim olan sefalet koşullarının, tersanede yaşanan ölümlerin adıdır 12 Eylül. Pop-Star yarışmalarından toplumdaki yabancılaşmanın resmi olan “evlendirme programları”na dek izleri olan darbenin adıdır 12 Eylül. Bugün eğer gerçekten 12 Eylül ile hesaplaşmak istiyorsak, oklarımızı yalnızca birkaç generalle değil bu düzenin kendisine çevirmeliyiz. Yaşamın her anında korkuyu, yılgınlığı hissedenlere umudu, 1 Mayıslar’da alanları kızıllaştıranları, Desa’daki Emine ablaları, Çapa Hastanesinde hala direnen onurlu işçileri, tersanelerde işçilerin birliği için mücadele edenleri, ölüm oruçlarında ölüme yürüyenleri anlatmalıyız... 12 Eylül’le hesaplaşmanın yolu umudu yeşertmekten, mücadelenin yolunu açmaktan geçiyor.

19


Bugün Genç-Sen içerisinde ağırlığı ve aynı zamanda “yönetimi” oluşturan liberal-reformist blok, Kurucu Genel Kurulu önceleyen bir yılı aşkın sürede ve sonrasında hareketin sorunlarına hiçbir ilgi göstermemiştir. Pratikte sınanma ve etkin kitle bağlarını geliştirme diye bir sorunları olmayanlar, başısonu “tüzük” olan bir cendereye sıkışıp kalmışlardır: Kendine daha baştan “yasalcıicazetçi” bir sınır belirleyen, işin erbabı

Yeni dön Birleşik bir ve

sendika bürokratlarının “öncel deneyimlerinden” faydalanılmış ve hukukçulara “yasal uyumluluğu gözetilerek”, “özenle” hazırlatılmış bir tüzük! Taban iradesini önemsemek, onu açığa çıkartmaya olanak sağlayacak kanalları yaratmaya çalışmak ve buradan yükselecek bir kuruluş sürecini örgütlemek… Tüm

Birleşik bir gençlik örgütlenmesi olanağı çerçevesinde ele aldığımız ve bu çerçevede müdahalede bulunduğumuz Genç-Sen sürecini, geçtiğimiz dönem oldukça kapsamlı tartışmalara konu etmeye çalıştık. Gençlik hareketi içerisindeki ilerici-devrimci birikime dayanan ve geniş gençlik kesimlerini kucaklayan bir birleşik örgütlenme ihtiyacı hala yakıcı bir biçimde varlığını koruyorken, Genç-Sen süreci de, liberal-reformist “yönetici” bloğun bugüne değin sergilediği tüm engelleyici tutumlarına rağmen, yeniden bütünlüklü bir değerlendirmeye tabi tutulabilmelidir. Bu noktadan hareketle, geçtiğimiz süreçte her açıdan önem taşıyan tartışma başlıklarını, kimi tercihi tekrarlarla birlikte, yeniden ele alacağız. Ayrıca, yeni dönem gençlik mücadelesi açısından, genel kurul gibi yakın somut gündemlerle birlikte, sorun ekseninde komünist gençliğin tutumunu ortaya koyup, bütünlüklü bir devrimci müdahale ihtiyacı üzerinde durmaya çalışacağız.

Birleşik, kitlesel bir örgütü hareket içinde yaratmak!

bunlar, sınırları ve Geçmişten günümüze siyasal gençlik grupları cephesinden gençlik örgütlenmesi sorunu hep “örgüt modeli” sorununa indirgenerek tartışılmıştır ve hala da ısrarla bu eksende ele alınmaktadır. “Öğrenci dernekleri”nden “koordinasyon”lara kadar pek çok yöntemlerle daha “model” tartışılırken, pratiği de belirleyecek olan esas tartışmaların üzerinden atlanmaktadır. Bu sığ, mekanik ve bir o kadar da kolaycı yöntemin birçok örneğine Genç-Sen’e dair baştan çizilmiş bir değerlendirmelerde de sıkça rastlanmaktadır. Kimileri tarafından Genç-Sen “yeni ve örgütsel iddia için yıpranmamış bir araç” olarak sunulmakta ya da “işçileşen öğrencilerin kitlesel olarak örgütlenebilecekleri tek araç” olarak tanımlanmakta, kimileri tarafından ise tam tersinden, “bu oldukça “lüzumsuz” iş sendikayla olmaz, bu mevzii öğrenci dernekleridir” denilmekte ya da “öğrencilerin örgütlenebilecekleri asıl öz örgütlülükler kolektiflerdir” iddiasıyla çıkılmaktadır. ve hatta “tehlikeli” Süregelen tartışma açısından en temel sorun, birleşik, kitlesel bir örgütlenmenin ancak bir şeyler! hareketlilik içinde hayat bulabileceğini ve yine ancak bu zemine dayanan etkili ve dinamik bağlar üzerinden gelişebileceğini kavrayabilmektir. “Hiç şüphe yok ki, hareketlilik-örgüt diyalektiği tanımlanırken, hareketin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek, deneyimler ışığında yönelinecek örgütsel müdahaleleri dıştalamak, sığ ve dar bir bakışın ifadesi olacaktır. Burada dikkat çekilmeye çalışılan sorun, sendika veya diğer örgütlenme modellerinin gençliğin örgütlenme sorununa, asli bir öz örgütlülük yaratma sorununa kendi başına bir çözüm olarak sunulmasıdır. Bugün için Genç-Sen, doğru bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, gençliğin mücadelesinin örgütlenmesinde belli bir rol oynayabilir, ifade edilen ihtiyaçlara yanıt verecek bir örgütlenme haline getirilebilir. Fakat bunun bir sendikanın kurulmasıyla gerçekleşmeyeceği açıktır. Ancak gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebildiği, bu temelde etkin bir kitle çalışmasına yönelebildiği, geniş gençlik kitleleri ile güçlü ilişkiler kurmayı başarabildiği, yoğun bir emek harcamayı gerektiren zorlu bir çalışmanın gereklerini yerine getirebildiği ölçüde ve böyle bir sürecin sonunda, bir gençlik örgütlenmesi olarak oynaması gereken rolü oynayabilecektir.” (Öğrenci Sendikası Deneyimlerine Genel Bir Bakış, Ekim Gençliği, Sayı:106 ) Özcesi, Genç-Sen’e dair tartışmalarda karşımıza hareket-örgüt diyalektiğini dışlayan “ön kabul” ve “yöntem”lerle çıkılmaktadır. Bu yaklaşımı, pratik süreçlerde bürokratik dar grupçu tutumlar ve reformizme karşı devrimci odaklaşma zorunluluğunun yok sayılması tamamlamaktadır.

“koltukları” ifade ettiğimiz

20

Tüzüksel normlara sıkışan bir hareket-örgüt anlayışı Bugün Genç-Sen içerisinde ağırlığı ve aynı zamanda “yönetimi” oluşturan liberal-reformist blok, Kurucu Genel


nem ve Genç-Sen süreci... gençlik örgütlenmesi sorunu e devrimci görevler Kurulu önceleyen bir yılı aşkın sürede ve sonrasında hareketin sorunlarına hiçbir ilgi göstermemiştir. Pratikte sınanma ve etkin kitle bağlarını geliştirme diye bir sorunları olmayanlar, başı-sonu “tüzük” olan bir cendereye sıkışıp kalmışlardır: Kendine daha baştan “yasalcı-icazetçi” bir sınır belirleyen, işin erbabı sendika bürokratlarının “öncel deneyimlerinden” faydalanılmış ve hukukçulara “yasal uyumluluğu gözetilerek”, “özenle” hazırlatılmış bir tüzük! Taban iradesini önemsemek, onu açığa çıkartmaya olanak sağlayacak kanalları yaratmaya çalışmak ve buradan yükselecek bir kuruluş sürecini örgütlemek… Tüm bunlar, sınırları ve “koltukları” ifade ettiğimiz yöntemlerle daha baştan çizilmiş bir örgütsel iddia için oldukça “lüzumsuz” ve hatta “tehlikeli” şeyler! “Demokrasi, genel kurul anında herkese söz hakkı tanınmasıyla biçimsel olarak gerçekleştirilebilecek bir süreç değildir. Süreci tabanın katıldığı açık ve yerel toplantılar üzerinden örgütlemeden, buralarda genel kurulun gündem tartışmaları yapılmadan demokrasi üzerine koca koca sözler söylemek ancak burjuva avanakların işi olabilir. Eğer burjuva demokrasisinin biçimsel sınırlarında bir tartışma yürütülüyorsa, elbette buna diyecek bir şeyimiz yok, zira çürümüş parlamenter sistem de benzer bir biçimsel demokrasi ile işlemektedir.” (Genç-Sen Genel Kurulu ve Sonrasına Dair Bir Çerçeve, Ekim Gençliği) Kitle mücadelesini geliştirmek hedefi taşıyan bir örgütlenme, harekete müdahalesini ve bu eksende faaliyetlerini düzenleyebilmek için elbette belli işleyiş normlarına sahip olacaktır. İfade edilen işleyiş normları, söz konusu örgütün sürece müdahalesine, ortaya çıkan ihtiyaçlara her anlamda yanıt verebilmeyi hedefleyebilmelidir. Burada mücadelenin ihtiyaçları ile normlar arasında diyalektik bir bağ vardır. Bu bağ gözetilmediğinde, tüzük adına yalnızca bürokratik ve mücadele dışı normlar yığını çıkmaktadır. “Bahsedilen bir kitle örgütlenmesi ise, tüzüksel normlar hareketin ihtiyaçlarına yanıt vermek için oluşturulur. Yürütülen siyasal çalışma ve atılan örgütsel adımlar belli normlar oluşturmayı zorunlu kılar. Bu açıdan normlar örgütlenmenin hareketle kurduğu bağın bir sonucudur ve hareketi geliştirme iddiası sınırında bir anlam taşır. Bir örgüt düşünün, henüz kitle mücadelesinin sorun ve ihtiyaçları ile pratikte karşılaşmamış, ancak kendine ‘avukatlara onaylatılmış’ bir tüzük hazırlatmış. Böylesi bir örgütlenmenin hareketle kurduğu bağ ne olabilir? Böylesi bir tüzük neyin ihtiyaçlarına yanıt verir, mücadelenin hangi sorunlarını çözer? Bugün kurucu genel kurul sonrası ortaya çıkan tüzüğün bu sorulara verebileceği tek bir yanıt yoktur.” (Genç-Sen Genel Kurulu ve Sonrasına Dair Bir Çerçeve, Ekim Gençliği ) Bu yaklaşım tüm pratik süreçlerde karşımıza çıkmaya devam etmiştir. Bütünüyle anti-demokratik bir işleyişe dayanan ve demokrasicilik oyunu arkasına gizlenmeye çalışılan kulisler ve koltuk pazarlıklarıyla hatırlarda kalan bir ‘kurucu’ genel kurulla Genç-Senbir çırpıda “ete kemiğe bürünmüş”tür. Genç-Sen içerisinde konumlanmış olan liberal-reformist blok tarafından kuruluş sürecinden bugüne değin ısrarla sürdürülen “mücadele dışılık”, ideolojik platformlarının da dolaysız etkisiyle, artık bir “kimlik” haline gelmeye başlamıştır. Kurucu Genel Kurul’u önceleyen süreçteki yöntem adeta kalıcılaştırılmış, geride bıraktığımız bir yıllık süreçte etkili bir politik söylem ve bunu tamamlayan örgütsel bir gelişme için hiçbir iradi çaba ortaya konulmamıştır. Süreç içerisinde devrimci öznelerin ve kimi samimi unsurların ortaya koyduğu çabalara rağmen, toplamında bakıldığında, tablo çok fazla değişmemiştir. Bu durum, gençlik mücadelesi içerisindeki birçok güç açısından Genç-Sen sürecini tartışmalı hale getirmiştir.

21


“Gençlik hareketinin verili durumu, örgüt ve birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorununu tüm yakıcılığı ile karşımıza çıkartmaktadır. Bu parçalı ve dağınık gençlik mücadelesine ilerici güçlerin bir araya geldiği bir zeminde politik ve örgütsel bir tutum almak, ilerici bir adım, olumlu bir gelişmenin ifadesi olacaktır. Genç-Sen bu açıdan gençlik içinde oynayabileceği misyonu yerine getirebildiği koşullarda, açık ki desteklenmesi gereken bir çaba olacaktır. Ancak bugünkü kitle dışılık Genç-Sen’in oynayabileceği bu olumlu misyonu tartışmalı hale sokmakta, onu henüz doğum aşamasında etkisizleştirmektedir. Gençlik mücadelesi ile Genç-Sen ilişkisi açısından asıl sorun budur. Sorun çözümlenmediği koşullarda, birleşik bir mücadelenin olanakları, örgüt sorunu çerçevesinde anlamlı olabilecek bir takım tartışmalar süreç içinde heba edilecek, kaybeden oldukça sınırlı olanaklarla yürüyen gençlik hareketi olacaktır.” (Ekim Gençliği, “Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik örgütlenmesi için!”, Sayı:105)

Demokrasicilik oyunu ve bürokratik mekanizmalar

22

Genç-Sen’e hâkim kılınmak istenen liberalreformist politik platformun belirlediği sınırların dışına çıkan her çaba, bürokratik mekanizmalar içerisinde boğulmaya çalışılmıştır. Kendi kaygı ve korkularını kitlelere mal etmeye çalışan ve reformist ideolojik platformları gereği kitleleri politikleştirmeyi başka bir “aşamaya” havale eden eğilimler için tüzüksel normlar çoğu defa “ek dayanaklar” olmuştur. “İzin almadan afiş yapmayalım”, “Soruşturma almış birinin bizim adımıza konuşması uygun düşmez, şirin gözükmeyiz” gibi yaklaşımlara birçok kez “tüzüğe uygun değil, yapamazsınız” söylemleri eklenmiştir. Taban inisiyatifinin açığa çıkarılmaya çalışılması, öznelerin siyasal süreçlerin ve işleyişlerin içerisine doğrudan girmesi, etkin pratik ön süreçlerin örülmesi… Bunları geçiniz! Sorunlara hareketin ihtiyaçları çerçevesinde bakmak ve bu eksende dinamik tüzüksel normlar oluşturmak iradesi yerine demokrasicilik oyunu ve bürokratik mekanizmalar yığını! Mevcut durumuyla, pratikte sınanmamış, kitle tabanından ve iradesinden yoksun bir kitle örgütlenmesi! “Salt çoğunluk olmadığı için toplantı yapılamaz, toplantı yapılsa da karar alınamaz”, “Materyal çıkartmak için salt çoğunluğu sağlamamız gerek”, “yedi kişilik bir yerelsiniz, temsilciler meclisine bir kişi gönderebilirsiniz”, “söz hakkınız var oy hakkınız yok”, “geriye kalan toplantı katılımcılarının oy hakkı da söz hakkı da yok” vb... Kısacası, iş yapmayı engellemeye yönelik sistemli bir bürokratik mekanizmadır oluşturulan. Öncesinde de ifade ettiğimiz gibi, bu sorunların bütünlüklü bir tarzda aşılması, gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verecek ve mücadeleyi geliştirmeye hizmet edecek bir

birleşik örgütlenme iddiasının gerçeklik kazanabilmesi açısından olmazsa olmazdır.

Devrimci politik odaklaşma ihtiyacı ve Genç-Sen’e devrimci müdahale zorunluluğu Genç-Sen’in yaşadığı zayıflığı aşabilmesinde devrimci öznelerin iradi çabaları önemli bir yerde durmaktadır. Bir kitle örgütlenmesi içinde elbette farklı ideolojik platformlar dolaysız bir biçimde yer alacaktır. Söz konusu örgütlenme içerisinde “birlik-eleştiri-birlik”e dayanan bir politik mücadele ise devrimci tutum açısından ilkeseldir. Ve aynı devrimci tutum, reformizm ve onun yıkıcı etkisiyle de ideolojik bir mücadeleye girmekle yükümlüdür. “Devrimci ve reformist anlayış, sınıfsal temelleri olan temel bir politik ayrışma noktasıdır. Bu açıdan hareketin ve örgütlenmenin her adımında bir dizi yaklaşım ve pratik üzerinden gün be gün bu ayrışma kendini ortaya koyar. Bizim yıpratmaya çalıştığımız ise birleşik örgüt değil, bu örgütteki reformist tahribatın kendisidir. Birleşik mücadele ve bu birleşik mücadelenin devrimci karakterde sonuçlar oluşturması için mücadele etmek temel bir zorunluluktur. Bu açıdan bize salık verilen anlayış bize her dönem uzak olmuştur. Birlik, mücadele, birlik anlayışı gerçeklerin üzerini örtmeyi değil açık bir tutumla siyasal ve devrimci doğruları ortaya koymayı zorunlu kılar, hangi sınırlarda ve gerekçeyle olursa olsun reformizmle uzlaşmayı değil. Bu açıdan reformizmle örgütsel olarak aynı kitle örgütünün bir parçası olmak, aynılaşmak ya da zaman zaman uzlaşmak anlamına gelmemektedir.” (Gençlik örgütlenmesi sorunu / Genç-Sen ve Tutumumuz Üzerine, Ekim Gençliği )

Yeni dönem ve genel kurul süreci çerçevesinde komünist gençliğin tutumu Tüm zorlanma alanlarına rağmen, ortaya koyulan pratik-politik hat çerçevesinde genç komünistler, Genç-Sen sürecine önümüzdeki dönemde de müdahale edeceklerdir. Ancak bu müdahale, birleşiklik temelinde mücadele etmenin olanakları çerçevesinde, buna uygun alanlarda ve zeminlerde gerçekleşecektir. Bununla beraber genç komünistler, bulundukları tüm yerellerde kendi politik faaliyetlerini ısrarlı ve yoğun bir biçimde sürdürmeye devam edeceklerdir. Dönem boyunca Genç-Sen’e hâkim olan mücadeleden uzaklık ve kitle dışılığa rağmen, çalışma içerisindeki devrimci öznelerin bir dizi alandaki etkin müdahalesiyle, kimi kısmi hareketlilikler oluşturabilmiştir. Genç komünistler açısından müdahalenin yöntemine dair yapılan tartışmalar, diğer devrimci özneleri de içine katma çabasıyla birlikte, “Birleşik, Kitlesel, Devrimci Bir Genç-Sen İçin Mücadele Platformu” iddiasıyla sürdürülmüştür. Bu eksende atılmış olan adım, örgütsel bir


ayrışmanın değil, ifade edilen çerçevede devrimci bir politik odak oluşturmanın ve bu eksende bütünlüklü müdahaleleri yapabilmenin bir aracı olarak tanımlanmıştır. “ ‘Birleşik, Devrimci ve Kitlesel bir Genç-Sen için Mücadele Platformu’ Genç-Sen’in gençlik hareketinin ihtiyaçları ile uyumlu, birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik örgütlenmesi olarak ele alınması gerektiği yaklaşımıyla hareket edecek, bu temelde bir pratik çabanın yürütücüsü olacaktır. ‘Birleşik, Devrimci ve Kitlesel bir Genç-Sen için Mücadele Platformu’, Genç-Sen’in daha baştan icazetçi-yasalcı, anti-demokratik ve bürokratik bir temele sıkıştıran eğilimler karşısında, taban inisiyatifine dayanan, gençlik hareketinin gündemlerine müdahale temelinde kendini var eden bir Genç-Sen oluşturmak için etkin bir çaba ortaya koyacaktır. Genç-Sen’i taban inisiyatifine dayanan, birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik örgütlenmesi haline getirmeyi hedefleyen her anlayışla politik ve pratik olarak bir araya gelmenin yol, yöntem ve araçlarını geliştirmeyi hedefleyecektir. Bu çerçevede GençSen içinde pratik-politik bir taraflaşma güncel ve ertelenemez bir sorumluluktur. ‘Birleşik, Devrimci ve Kitlesel bir Genç-Sen için Mücadele Platformu’, var oldukları tüm üniversitelerde, Genç-Sen’i, mücadeleyi ve taban inisiyatifini esas alan bir örgütlenme biçimine dönüştürme etkin çabasını harcayacaktır. Gençlik hareketinin ihtiyaçlarının karşısına çıkabilecek bürokratik, uzlaşmacı, tüzüğü dayatan engellemelerin karşısına çıkacaktır.” (Birleşik, Kitlesel ve Devrimci Bir Genç-Sen İçin Mücadele Platformu, 1. Toplantısı) Burada söylenenler, önümüzdeki süreç açısından da geçerlidir. Yine de, önümüzdeki dönemde Genç-Sen sürecine yapılacak müdahalenin genel çerçevesiyle birlikte yakında gerçekleştirilecek Genel Kurul sürecine ilişkin belli noktalara işaret etmek gerekmektedir. Öncelikle, Ekim ayı sonunda yapılması düşünülen Genel Kurul, devrimci politik odaklaşma ile birlikte ele alınabilmeli ve somut müdahale alanları tanımlanabilmelidir. Genel Kurul süreci, ancak etkin bir politikpratik ön süreç örülebilirse başarılı olabilir. Tartışmanın öncelikle bu kapsamda yapılması gerekmektedir. Eylül ayının üçüncü haftasında yapılacak Temsilciler Meclisi toplantısından başlanarak, ortaya konan yaklaşımların hayata geçirilmesi için tüm güç ve olanaklar seferber edilebilmelidir. Öncelikle Genel Kurulun ileri bir tarihte yapılması sağlanmaya çalışılmalıdır. Zira liberal-reformist blok, Kurucu Genel Kurul sürecine benzer bir biçimde, taban inisiyatifini ve katılımını hiçe sayan, etkili bir ön süreci dıştalayan, “oldu-bitti”ye sıkışan göstermelik bir Genel Kurul

örgütleme çabasındadır. Bununla birlikte, tarih üzerine bir değişim söz konusu olmasa bile, taban iradesini açığa çıkartacak, demokratik işleyişe dayalı bir genel kurulun gerçekleşmesi için azami çaba sarf edilmelidir. Gençlik hareketinin, örgütlenmesinin ve Genç-Sen örgütlülüğünün sorunlarının etkin bir biçimde tartışmaya konu edildiği bir süreç yaşanabilmelidir. Tüzüksel normlara sıkışan ve hareketin ihtiyaçlarını esas almayan anlayışlar, genel kurul sürecini delegasyon usulüne dayalı sınırlı bir katılımla örgütlemek niyetindedir ve bunu da “mevcut tüzükte böyle diyor” sözleriyle gerekçelendirmektedir. Tarihinden bağımsız olarak, herkesin katılımına açık bir genel kurul örgütlenmesi için net bir tutum sergilenmelidir. Bir önceki değerlendirme yazımızda da belirttiğimiz gibi, “Genç Sen’in içinde veya dışında bulunan siyasal anlayışlarla ortak bir eksende Genç Sen Genel Kurulu’na dönük tüzük ve mücadele programı hazırlığı başlatılmalı, bu tartışmalar hızla Genç Sen’in içine ve ilerici güçlere açılan bir çerçeveye sokulmaya çalışılmalıdır. Bu noktada ortak bir devrimci tutumla genel kurula hazırlanmak ve devrimci Genç-Senliler’in etkin bir birleşik tutum alması için yaygın bir hazırlık ortaya koymak oldukça önemli bir yerde durmaktadır.” İfade edilmeye çalışılan, mevcut tüzüğün başkasıyla değiştirilmesi değildir. Sorun, GençSen içerisinde dinamik bir tartışmayla güncel ihtiyaçlara yanıt oluşturacak bir normlar bütününün oluşturulması sorunudur. Kurucu genel kurulla birlikte karşımıza çıkarılan “tüzük”, mücadele dışı normlar yığını olarak hazırlanmıştır. Bunun karşısında yeni tüzük süreci ise, yerellerin etkin katılımıyla, mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verecek, örgütü dinamik bir işleyiş içine sokacak bir anlayışla oluşturulmalıdır. Bugüne değin temel alınan “yasalcılık-icazetçilik” yerini gençlik mücadelesinin ihtiyaçlarını temel alan “fiili mücadele-meşruluk” anlayışına bırakabilmelidir. Genel Kurulun bir diğer temel görevi, GençSen’i, gençliğin güncel mücadele talepleri ekseninde, özellikle piyasalaşan eğitime ve geleceksizlik saldırısına karşı bir mücadele odağı haline getirmek için etkili bir mücadele hattı oluşturmaktır. Genel Kurulda yapılacak tartışmalarda sonraki sürece dair somut belirlemeler yapılabilmeli, gelişen politik süreçlere müdahale yöntemleri, etkin kampanya süreçleri vb. tanımlanabilmelidir. Yeni mücadele döneminde genç komünistler, Genç-Sen sürecini yukarıdaki bakış açısıyla ele alacaklar, birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi ve örgütlenmesi yaratma hedefiyle etkin bir müdahale çabası içinde olacaklardır.

Tüm zorlanma alanlarına rağmen, ortaya koyulan pratikpolitik hat çerçevesinde genç komünistler, Genç-Sen sürecine önümüzdeki dönemde de müdahale edeceklerdir. Ancak bu müdahale, birleşiklik temelinde mücadele etmenin olanakları çerçevesinde, buna uygun alanlarda ve zeminlerde gerçekleşecektir. Bununla beraber genç komünistler, bulundukları tüm yerellerde kendi politik faaliyetlerini ısrarlı ve yoğun bir biçimde sürdürmeye devam edeceklerdir.

23


Kafkaslarda emperyalist savaş üzerine 7 Ağustos 2008 günü belki de birçok insan televizyonunu açtığında Pekin Olimpiyatlarıyla karşılaşmayı umuyordu. Ancak ABD’nin Kafkasya taşeronluğunu üstlenen Saakaşvili önderliğindeki Gürcistan yönetiminin Güney Osetya’ya yağdırdığı bombalarla karşılaştılar. Özellikle Pekin Olimpiyatlarının açılışıyla aynı güne denk getirilen bu faşist saldırı, Gürcü yönetiminin kaba hesaplar yaptığını gösteriyordu. Gürcistan, NATO’ya girebilmesi için önüne konulan “toprak bütünlüğü” ödevini tüm dünyanın gözleri Pekin’deyken sessiz sedasız gerçekleştirmek istiyordu. Gürcistan’ın da ABD’nin de beklemediği bir şekilde Rusya’nın tepkisi oldukça sert ve hızlı oldu. Olay kısa sürede Rusya ve Gürcistan arasında bir savaşa dönüştü. Batılı emperyalistlerden yardım dilenen Saakaşvili birkaç kuru laf dışında bir şey bulamayınca, Rusya’dan ateşkes talep etmek zorunda kaldı. ABD’nin Kafkasya’ya yönelik planlarının ve Rusya’nın bu planlara verdiği sert tepkinin bilançosu 3 binden fazla ölü, binlerce yaralı ve evlerini terk etmek zorunda kalan onbinlerce Oset ve Gürcü oldu. Emperyalistlerin ve gerici burjuva rejimlerin kirli hesaplarının en ağır faturasını yine bölgenin işçi ve emekçileri ödedi.

Emperyalistlerin klasikleşen kirli oyunu

24

Emperyalistlerin benzer bir oyunu yakın zamanda Balkanlar’da da oynanmıştı. Yozlaşmış Sırp rejiminin bünyesindeki halklar üzerindeki baskılarını fırsat bilen ABD ve NATO, Balkanlar’a “özgürlük” getirmek için Balkan halklarının üzerine bomba yağdırmıştı. Gerici Sırp rejiminin geri çekilişi üzerine Kosova’ya 100 bin NATO askeri konuşlanmıştı. 2008’in Şubat ayında ise Kosova’da ABD bayraklarıyla “bağımsızlık” ilan edilmişti. Bu süreçten geriye, Sırbistan’dan bağımsız fakat bir o kadar da emperyalizme bağımlı Kosova, ya da bir NATO üssü kalmıştı. Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, başta ABD olmak üzere birçok ülke Kosova’yı tanıdıklarını açıkladı. Bunun üzerine Kosova’yla aynı konumda olan kimi etnik topluluklardan “bizi de tanıyın” sesleri yükseldi. Tabii ki bu seslere aldırış eden olmadı.

Emperyalizmin ikiyüzlülüğü Kosova’yı bahane ederek Balkanlar üzerindeki egemenliklerini pekiştiren Batılı emperyalistler, kendi koydukları uluslararası yasaları da çiğneyerek Yugoslavya’yı bomba yağmuruna tutmuşlardı. Aradan geçen 9 seneyi NATO himayesinde geçiren Kosova, yine NATO ve ABD himayesinde bağımsızlığını ilan etmiş, batılı emperyalistlerde kendilerine üs görevi gören bu ülkeyi tanımışlardı. Meşhur 1244 sayılı BM kararı* çiğnenmiş, Rusya da bu duruma itiraz etmişti. Sıra Rusya’ya geldiğinde ise, Rus emperyalizmi hasımlarından daha hızlı hareket etti. NATO’nun sınırlarına dayanmak istemesinden rahatsız olan Rusya, iki hafta içinde hem Gürcistan’ı vurdu hem de Abhazya ve Güney Osetya’yı tanıdı. Bu sefer itiraz sırası ABD ve AB’deydi. ABD Dışişleri Bakanı Rice Rusya’nın yaptığının cezasız kalmayacağını söylerken, bunun nasıl yapılacağını kendisi de bilmiyordu. AB şefleri Rice kadar sivri konuşmamaya çalıştılar. Avrupa’nın petrol ihtiyacının üçte birini, doğalgaz ihtiyacınınsa beşte üçünü Rusya’dan karşılıyor olmaları, dillerini fazla sivriltmemeleri için yeterli bir nedendi. Onlar da Abhazya ve G. Osetya’nın tanınamayacaklarını, bunun uluslararası yasaların ihlali olduğunu söyleyerek Rusya’yı kınadıklarını açıkladılar. Oysa daha önce kendileri aynısını yapmışlar, kendi yasalarını çiğneyip Kosova’yı tanımışlardı. Kosova ile Abhazya ve G. Osetya’nın tanınması sorununuda sergilenen tutumlar, emperyalistlerin ve diğer gerici devletlerin ikiyüzlülüklerini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu sadece ABD, AB ve Rusya için değil, Türk devleti ve Doğu Avrupa’daki işbirlikçi rejimler için de geçerlidir. ABD, AB ve Rusya kendi nüfuz mücadeleleri nedeniyle bu tutumları sergilerken, Türk devleti gibileri de sırf uşaklıklarından Balkanlar’da Sırplara yönelik bombardımana katılır, Kosova’yı tanır ya da Gürcistan’ın “toprak bütünlüğü”nü savunurlar. Halkların ulusal özgürlük mücadeleleri emperyalistleri hiçbir zaman ilgilendirmez. Kuzey Kürdistan’da verilen mücadeleye karşı emperyalistlerin aldığı tutum bunun en bariz örneğidir. Onlar yalnızca stratejik alanlarda


Emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltelim!

bulunan ve devrimci bir çizgide bulunmayan halk mücadelelerini kullanmak yoluna giderler. NATO’nun Kosova’da, Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’da yaptığı gibi. Emperyalistlerin ve onların işbirlikçi uşaklarının ikiyüzlülüğünün gerisinde emperyalist odakların nüfuz mücadeleleri vardır. Karadeniz ve Kafkaslar özgünlüğünde ise, enerji koridorlarını denetimine alma yarışı vardır. Gürcistan ve Ukrayna’daki “renkli devrimler”in, ardından bu ülkelerin NATO’ya alınmak istenmelerinin gerisindeki hesap, Rusya’nın kuşatılması ve enerji koridorları üzerindeki denetimdir. Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze kalkanı yerleştirilmek istenmesi de Rusya’yı kuşatma planlarının bir parçasıdır. Bu kuşatma karşısında Rusya da kendi nüfuz alanlarını korumaya çalışmaktadır. Gürcistan harekatı gerçekte Rusya’nın bir savunma hamlesidir.

İşbirlikçi Türk burjuvazisinin tutumu Ankara’daki işbirlikçiler de en az hamileri kadar ikiyüzlü ve halklara düşmandır. Başta Kürt halkı olmak üzere tarih boyunca mazlum halkların karşısında yer almıştır. ‘60’lı yıllarda bağımsızlığı için bir milyona yakın kayıp veren Cezayir halkına karşı sömürgeci Fransa lehinde oy kullanan Türk devleti, Filistin direnişine karşı da siyonizme destek sunmaktadır. Rusya-Gürcistan savaşı ve sonrasında gelişen olaylar, işbirlikçi Türk burjuvazisini tam bir açmaz içerisine sokmuştur. Ne ABD’ye karşı çıkabilmekte ne de Rusya’ya karşı net bir tavır koyabilmektedir. ABD ve NATO gemilerine boğazları açmak zorunda kalan Türk burjuvazisi, Rusya’dan gelebilecek tepkilerde de çekinmektedir. Çünkü Türk burjuvazisinin en önemli ekonomik partneri Rusya’dır. Son bir yıl içinde Rusya ile ekonomik ilişkiler, Almanya’yı da aşarak birinci sıraya yükselmiştir. Ayrıca enerjide büyük ölçüde Rus doğalgazına bağımlılık da Türk burjuvazisini ürkütmektedir. Kafkas devletlerini “İstikrar Platformu” vb. adlarla biraraya getirmek gibi gülünç projelerle ortaya çıkmalarının gerisinde bu bağımlılık vardır ve bu girişim efendisi ABD tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştır.

Son yaşananlar tümüyle emperyalist nüfuz mücadelelerinin ürünüdür. Emperyalistler kendi egemenlik alanlarını genişletmek peşindedirler, hiçbir zaman halkların özgürlükleriyle ilgilenmezler. Irak’a, Afganistan’a bombalarla getirilen özgürlük ortadadır. Onların sorunu halkları özgürleştirmek değil, işbirlikçi uşak devletler yaratmaktır. SSCB bünyesinde yeryüzünün en geniş halklar birliği gönüllülük temelinde hayata geçirilmiştir. Kafkasya’da da onlarca halk ve topluluk barış içinde ve kardeşçe yaşamıştır. Ne zaman ki bu halkların başına gerici burjuvalar çöreklenmiştir, işte o zaman halklar arasına düşmanlık tohumları ekilmiştir. Irkçılığı, etnik düşmanlıkları ve savaşları kapitalizm döne döne üretmektedir. Biz komünistler eşitlik, özgürlük ve gönüllülük temelinde halkların birliğini savunuyoruz. Ancak, faşist rejimlerin yaşandığı Gürcistan ve Türkiye gibi emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olan ülkelerin halklarının birliği şiarının hiçbir iktisadi-toplumsal temeli yoktur. Gerçek çözüm ulusların özgürlüğünde, eşitliğinde ve gönüllü birliğindedir. G. Osetya ve Abhazya halklarının gerçek özgürlüğü de ancak bu eksende tanımlanabilecektir. Son yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı ilerici, devrimci ve komünist gençliğe önemli sorumluluklar yüklemektedir. Emperyalistlere ve onun işbirlikçilerine karşı mücadele her dönemkinden daha fazla önem taşımaktadır. Zira bölgemiz emperyalist nüfuz mücadelelerinin kızıştığı bir alan durumundadır. Emperyalist gerici güçler arasındaki çelişki ve çatışmalar her geçen gün sertleşmektedir. Sefil çıkarları için bölgeyi bir kan deryasına çevirme hesapları yapan ABD emperyalizmi, sadık uşağı Türk devletini bu politika doğrultusunda bir taşeron olarak kullanmak istemektedir. ABD emperyalizmine göbekten bağımlı işbirlikçi Türk burjuvazisi de, tüm açmazlarına rağmen, ABD dayatmalarına boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Böyle bir süreçte ABD ve NATO savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine izin vermek, bölge halklarına tam bir ihanettir. “Boğazlardan NATO gemilerine geçit yok!”, “Emperyalistler, işbirlikçiler 6. Filo’yu unutmayın!” şiarlarıyla geniş gençlik kesimlerini anti-emperyalist mücadeleye çekme görev ve sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Boğazları NATO’ya açan Ankaralı işbirlikçilerin 1 Mart’taki gibi kazalar yapmasını ancak işçilerin, emekçilerin ve gençliğin birleşik, militan mücadelesi sağlayabilir.

* 1999'da kabul edilen 1244 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı, Kosova'nın BM tarafından yönetilmesini ve güvenliğinin NATO tarafından sağlanmasını öngörüyor. Aynı karar, eski Yugoslavya’nın Kosova üzerindeki egemenliğini de tanıyor.

“Boğazlardan NATO gemilerine geçit yok!”, “Emperyalistler, işbirlikçiler 6. Filo’yu unutmayın!” şiarlarıyla geniş gençlik kesimlerini antiemperyalist mücadeleye çekme görev ve sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Boğazları NATO’ya açan Ankaralı işbirlikçilerin 1 Mart’taki gibi kazalar yapmasını ancak işçilerin, emekçilerin ve gençliğin birleşik, militan mücadelesi sağlayabilir.

25


Yiyici asalakların dalaşması neyi yansıtıyor?

Burjuva toplumunda devlet, bir bütün olarak sermaye sınıfının elinde işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir baskı ve egemenlik aracı olmak temel işlevinin yanısıra, sermaye grupları arasında sömürü ve rant kaynaklarının bölüşümünde de özel rollere sahiptir. Bu rol Türkiye gibi sermaye sınıfının tarihsel olarak devletin olanaklarıyla beslenip palazlandığı bir ülkede özellikle belirgindir.

26

AKP hükümeti ile TÜSİAD’ın en büyük oligarklarından Doğan Grubu arasındaki yeni dalaşma bir anda düzen siyasetinin ana gündemi haline geldi. Tarafların karşılıklı olarak yazılı ve görsel sermaye medyasını neredeyse yarı yarıya ellerinde tuttukları ve burjuva muhalefet partilerinin de dalaşmada taraf haline geldikleri gözönüne alındığında, bu sonuç şaşırtıcı da değildir. Dalaşmanın bir anda bu boyutlara ulaşmasında taraflar adına yeni çıkışların en üst düzeyden yapılmış olması var. Doğan Grubu’nun medya üzerinden ve yolsuzlukları konu eden kontrollü saldırısını AKP ve hükümet adına başbakan doğrudan yanıtlayınca, bunu da çıkarcılık ve vurgunculukla suçladığı hasmına karşı savaş ilanına çevirince, olay bir anda çığrından çıktı. Kaba şantaja dayalı bu savaş ilanına karşı cepheden grubun başı bizzat yanıtladı. O da kendince şantaja meydan okudu ve bugüne kadar gizli sürdürülmüş kirli çıkar ilişkileri hakkında bazı iddialar attı ortaya. Şimdi taraflar bir yandan karşılıklı olarak birbirlerini çıkarcılıkla, şantajcılıkla, vurgunculukla ve ahlaksızlıkla suçlarken, öte yandan birbirlerinin hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, vurgunlarını, bu gibi durumlara uygun düşen ifadeyle, kirli çamaşırlarını bir ucundan da olsa ortaya dökmekle meşguller. Ortaya dökülenler halen son derece sınırlı olmakla birlikte yine de önemli öğeler içeriyor. Aydın Doğan’ın medya gücünü pazarlık ya da şantaj aracı olarak kullanarak hükümetlerin sağladığı kolaylıklarla önemli vurgunlar vurduğunun aslında bir haber değeri yok. Bu, bu ülkede yaşayan ve politik yaşamı izleyen hemen herkes tarafından artık iyi kötü biliniyor. Daha önemli olanı bizzat başbakan tarafından “bizim Çalık”lara sunulanlar hakkında ortaya dökülenler. Aynı şekilde, başbakanın öfke patlaması halinde tehditler ve şantajlar savururken, bugüne kadar işi “saygıyla”, “gizli” biçimde götürelim demiştik ama artık böyle olmayacak diyerek, alışılmış patavatsızlığı ile tüm toplum önünde açığa vurduğu gizli ve kirli çıkar ilişkileri gerçeği. Yine de bu çatışmanın güncel boyutları ve kendi dar sınırları üzerinde durmak fazlaca anlamlı değil. Ayrıca buna gerek de yok; zira çatışma halen kontrolden çıkmış bulunduğu için taraflar bunu özel yorumlar ve açıklamalar gerektirmeyecek bir açıklıkta kendileri zaten yapıyorlar. Bunun bir çıkar ve rant paylaşımı kavgası olduğu, öteki her şeyin buna kabaca alet edilmeye çalışıldığı ifade uygunsa ayan beyan ortada. Fakat halen olup bitenlerin kendi sınırlarının ötesindeki anlamı önemlidir; zira bizzat bu çatışma üzerinden özel bir yeni evresini izlemekte

olduğumuz rejim krizinin temeldeki nedenlerini, aynı anlama gelmek üzere sınıfsal mantığını anlamak bakımından, halen yaşanmakta olanlar son derece açıklayıcıdır. Buradaki açıklayıcılık buna ilişkin devrimci tahlili kolaylaştıran veriler sunmasında değildir, bu daha baştan yeterli açıklıkta zaten yapılmıştır. Yeni olan, bunun taraflar tarafından da bu denli kaba biçimde açığa vurulması, dolayısıyla devrimci tahlilin bu denli açıklıkla doğrulanmasıdır. Ekim’in rejim krizini konu alan yazılarında daha önce de başvurduğumuz “Rejim Krizinde Yeni Safha” başlıklı önemli değerlendirmesinde, AKP’nin rejim krizine dönüşen gücünün kaynakları altı madde halinde özetleniyor ve bunların dördüncüsünde, bu son dalaşmanın kendinden öteye anlamına da ışık tutan şu görüşler dile getiriliyordu: “Dördüncüsü, sırtını dayadığı özel tekelci gruplardan alınan güçtür. AKP bugün bir bütün olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyor olsa da, bu onun burjuvazinin bir kesiminin (son 30 yıl içinde palazlanan ve bugün artık etkili bir tekelci sermaye kesimi haline gelen dinci ya da muhafazakar Anadolu büyük burjuvazisi) özel çıkarlarını da temsil ettiği gerçeğini değiştirmez. Nitekim siyasal sahnede laiklik-şeriatçı kutuplaşması adı altında olup bitenler, gerçekte tekelci büyük burjuvazinin iki ana grubunun sömürü ve yağmada daha etkin bir konum elde etmek için yürüttükleri bir iç iktidar mücadelesinin siyasal yansımasından başka bir şey değildir. AKP’nin arkasında bugün özel bir güçlü tekelci sermaye kesimi vardır ve tam da bu sayede bu kesim günden güne daha da güçlenmekte, bu durum başta TÜSİAD olmak üzere geleneksel tekelci sermaye kesimlerini gitgide daha çok rahatsız etmektedir. Fakat öteki kesim de elde ettiği politik avantajlara dayanarak iktidarda daha etkin bir konum kazanmak üzere halen hırsla yüklenmektedir. Türkiye’de dinsel gericiliğin feodal, yarı-feodal öğeler ile geleneksel orta burjuva katmanlara dayalı olarak sistemin eteğinde ve büyük burjuvazinin uyumlu bir eklentisi olduğu dönem artık geride kalmıştır. Bu kesim kendi içinden güçlü tekelci gruplar çıkarmıştır ve bunlar halen devlete hakim olmak ve topluma kendi iktidar mevzilerini güçlendirecek biçimler vermek çabasındadırlar. AKP bunun taşıyıcısıdır ve kendine özgü sınıfsal gücü aynı zamanda buradan gelmektedir. Özetle dinsel gericilik artık egemen burjuva gericiliğinin kitleleri denetim altında tutmakta yararlandığı bir yan eklentisi değil, fakat sistemin etkin ve asli bir öğesidir, giderek de hakim öğe olmak isteği ve çabası içindedir...” (Ekim, Sayı: 251, Mart 2008, Başyazı). Sürmekte olan rejim krizinin bütün bir sınıfsal


özü ve mantığı burada yeterli açıklıkta özetlenmiştir. Buradan bakıldığında güncel dalaşmanın anlamı da bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Yaşananların gerisinde dün ve bugün “bizim Çalık”lara cömertçe sunulanların, yerine göre Aydın Doğanlar’dan esirgenmesi vardır. “Bizim Çalık”lar istediklerini kolayca almaktadırlar, zira onlar AKP’nin ve dolayısıyla bugünkü hükümetin arkasındaki özel sermaye gruplarıdır. AKP’nin hükümet olmasının olanaklarından elbette en iyi onlar yararlanacaklardır. Aydın Doğanlar ise alacaklarını birçok durumda alabilseler bile, “bizim Çalık”larla karşı karşıya kaldıkları durumlarda çoğu kere kaybetmektedirler. AKP, bugünkü koşullarda işçi sınıfı ve emekçilere karşı “bir bütün olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarını” en iyi şekilde temsil eden ve bunu da izlediği politikalarla kanıtlayan bir partidir. Bunun sonuçlarından büyük burjuvazinin tüm kesimleri en iyi biçimde yararlanmış, AKP dönemi onların cirolarını ve karlarını misliyle katladıkları bir dönem olmuştur. Bugün karşı karşıya geldiği o aynı Doğan Grubu bu partinin hükümet olduğu dönemde ve 2007 yılı itibariyle tam dört kat büyümüştür. Doğan Grubu’nun vasalı olduğu Koç Grubu ise 2010 yılı için koyduğu hedeflere daha 2005 yılında ulaşmış, holdingin cirosu 5 yılda (2002-2007) tam 5.5 kat büyümüş, bu sayededir ki dünyanın en büyük 500 şirketi sıralamasında 168 basamak birden atlayarak 190’ıncı sıraya yükselmiştir. İşin bu yanında herhangi bir sorun yoktur. AKP bu açıdan bir bütün olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin hizmetindedir. Bu çerçevede büyük burjuvazinin bütünü tarafından desteklenmekte, bugün için hala da vazgeçilmez görülmektedir. Fakat öte yandan AKP, “islami sermaye” denilen yeni yetme, hırslı ve vurguncu, hızla büyümek isteyen, bu çerçevede hükümet ve devlet gücüne hakim olmanın ne demek olduğunu da iyi bilen belli sermaye gruplarının özel çıkarlarını temsil etmektedir. Büyük burjuvazinin kendi iç ilişkileri, demek oluyor ki çıkar çelişmeleri ve çatışmaları sözkonusu olduğunda, AKP’nin siyasal gücü ve hükümet olanakları öncelikle bu sermaye kesimlerine hizmet etmektedir. Tüm sorun işte buradan çıkmaktadır. Burjuva toplumunda devlet, bir bütün olarak sermaye sınıfının elinde işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir baskı ve egemenlik aracı olmak temel işlevinin yanısıra, sermaye grupları arasında sömürü ve rant kaynaklarının bölüşümünde de özel rollere sahiptir. Bu rol Türkiye gibi sermaye sınıfının tarihsel olarak devletin olanaklarıyla beslenip palazlandığı bir ülkede özellikle belirgindir. SabahATV’nin bulunmaz koşullarda kime peşkeş çekileceği, Mersin’de rafineri kurmak olanağının “orayı bizim Çalık’a verdim” kolaylığı içinde hangi sermaye grubuna sunulacağı buna sıkı sıkıya bağlıdır. Nitekim son dalaşmanın da buradan patlak verdiği bizzat tarafların beyanlarıyla gözler önündedir. Doğan Grubu büyük Hilton arazisi vurgunu için istediği imar iznini alamayınca, rafineri kurmak olanağını da “bizim Çalık”a kaptırınca, aylardır dosyası elinde bulunan Deniz Feneri skandalını gürültüyle gündeme getirme yoluna gitmiş, tüm kıyamet de buradan kopmuştur. Boğazına kadar yolsuzluğa ve rüşvete batmış olmak bugün

AKP’nin en zayıf yanıdır. Kapatma davasıyla onu hırpalayan, antilaik eylemlerin odağı ilan edenler, buna rağmen onu istedikleri yönde sınırlamakta ve oy desteğini zayıflatmakta başarısız kalınca, şimdi çözümü bu zayıf halkaya yüklenmekte buluyorlar. Bu doğrultuda kullanabilecekleri bolca malzeme bulacaklarına kesin gözüyle bakılabilir. Daha şimdiden ortaya dökülenler bunu gösteriyor. AKP 6 yıldır tek başına hükümet partisidir ve bundan daha uzun bir süredir de belediyelerin büyük bölümüne egemendir. Bu ona kamu olanaklarını yandaş sermaye gruplarına dilediğince peşkek çekme olanağı verdi. Onu denetim altına almak ve sınırlamak isteyenler, bundan böyle, biriken büyük vurgun, yolsuzluk ve rüşvet olaylarından yüklenecekler. Sorunun bu yanı Doğan Grubu’nu aşmaktadır ve işin doğrusu o konumu buna en az uygun olan sermaye grubudur. Zira kendisi de boğazına kadar pisliğin içindedir, dalaşmanın borsa üzerinden anında kendisine faturaya dönüşmesi de bundandır. Tayyip Erdoğan’ın bu gruba yönelik ölçüsüz tehdit ve şantajlarının gerisinde de bu vardır. Sorun Doğan Grubu’ndan öteye TÜSİAD’da simgelenen büyük burjuvazinin geleneksel kesimlerinin sorunudur.* Kapatma davasını belirli bir uzlaşma zemininde bir sonuca bağlamanın AKP’de esasa ilişkin bir değişiklik yaratmadığını ve onun politik gücünü yandaş sermaye grupları için daha belirgin biçimde kullandığını görmek bu kesimi giderek daha etkili arayışlara itecektir. Ordunun tepesindeki son değişim ve bunu izleyen belli tutumlar onlara bu konuda ek olanaklar sağlayacak gibi görünmektedir. Ekonomide büyüyen sorunlar ile Gürcistan krizinin yolaçtığı dış politika açmazları AKP’yi kıskaca almanın olanaklarını ayrıca çoğaltmaktadır. Fakat en önemli sorun AKP’nin oy desteğini zayıflatmaktır, bu olmadıkça onu denetlemenin güçlükleri sürecektir. Bunun yolu ise en zayıf halkadan, ortaya dökülecek yolsuzluk ve rüşvet dosyalarından geçmektedir. Halihazırda olup bitenler bunun yalnızca bir ilk açılışıdır. Yıllardır sürmekte olan rejim krizi, düzenin temel kurumlarını siyasal yönden yıpratan bir süreç olarak da işledi. İç dalaşmanın kendisi kadar bu vesileyle ortaya saçılıp dökülenler bir bakıma bunu kendiliğinden sağladı. Fakat devrimci hareketin ve toplumsal muhalefetin çok yönlü zayıflığı ve yeteneksizliği nedeniyle bundan devrimci amaçlar doğrultusunda gereğince yararlanılmadı. Rejim krizi şimdi yeni bir boyut kazanıyor. İç dalaşmaya tarafların birbirlerinin vurgunlarını, hırsızlıklarını, yolsuzluklarını karşılıklı olarak sergilemeleri ekleniyor. İşçiler ve emekçiler arasında etkin ve verimli bir siyasal bilinçlendirme çalışması için şimdi koşullar çok daha elverişli. Bu durumda tüm sorun ilerici-devrimci güçlerin bundan yararlanma gücüne ve yeteneğine kalıyor. * Ekim’in andığımız değerlendirmesi, kapatma davası sürecinde TÜSİAD’ın hesaplı tutumuna ilişkin değinmelerini şöyle sürdürmektedir: “... Bu, icraatının ilk beş yıla yaklaşan döneminde AKP’nin hizmetinden tepe tepe yararlanan ve büyük kârlar devşiren büyük burjuvazinin bu geleneksel kesiminin gelinen yerde dinci partinin devlete egemen olma girişiminden artık rahatsızlık duymaya başladığının bir göstergesidir. Sömürü ve saldırı politikalarını hayata geçirmek sözkonusu olduğunda AKP onlar için hala da vazgeçilmezdir ve bugünün koşullarında alternatifi de yoktur, bunu yineliyoruz. Fakat onlar dinci partinin 22 Temmuz’dan beri sergilediği girişimlerden de rahatsızdırlar ve belli sınırları aşmaması gerektiği konusunda hassastırlar. Bu sınırların aşılmasının, yaratacağı öteki sorunların ötesinde, AKP’yi özel biçimde arkalayan yeni yetme tekelci gruplara sömürü ve yağmada özel avantajlar kazandıracağının ve kendi durumlarını ise zora sokacağının bilincindedirler. Halen de çatışan tarafların üzerinde durmaya, tarafları uzlaşmaya ve gerilimi yatıştırmaya çağırarak üst hakemlik konumun korumaya çalışsa da, gerçekte TÜSİAD giderek bu çatışmaya belirli bir ağırlık koymak eğilimindedir. Dinci partinin pervasızlığı onu buna gitgide daha çok zorlamaktadır...” (www.kizilbayrak.net sitesinde alınmıştır.)

27


“Yalancının daniskası”ndan nükleer dersleri Stronsiyum 90 acayipleşti havalar bir güneş, bir yağmur, bir kar. atom bombası denemelerinden diyorlar stronsiyum 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete kapısını çaldığımız büyük hasrete kendi kendimizle yarıştayız gülüm ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm

Nazım HİKMET

Hazırlamış oldukları bilimsellikten uzak yalan raporlarla bir enerji darboğazı hikayesi uydurmak, halkı kandırmak, nükleer santral ihalelerini oldu-bittiye getirmek, önlerine çıkacak her türlü engeli aşmak için tek gecelik yasalar çıkarmak, nükleer karşı çıkan her sesi bastırmak için azgın polis terörü estirmek... Bunlar, başbakanın nükleer santral kurmak için denediği yollardan birkaçı... İşte tüm bunlar başbakanın nükleer santral kurma işi için her yolu deneyerek, bu uğurda her yolu mübah sayarak çalıştığının, kendi deyimiyle nükleer santralin daniskasını yaptığının resmidir.

Türkiye nükleerde ısrar ediyor!

Geçtiğimiz günlerde Sinop nükleer karşıtı bir etkinliğe daha ev sahipliği yaptı. Avrupa’nın dört bir yanından gelen çevreye duyarlı gençler, her yıl farklı bir yerde, farklı bir konu ile düzenledikleri “Ekotopya Kampı”nı, “Yenilenebilir ve Alternatif Enerjiler” konu başlığı ile bu yıl 9-23 Ağustos tarihleri arasında Sinop Sarıkum’da gerçekleştirdiler. Ancak kamp, atölyeleri ve içeriğinden çok, basına yansıyan şiddet görüntüleri ve beraberindeki ilginç tartışmalarıyla beynimize kazındı. Temiz ve nükleer santralsiz bir dünya isteyen gençlerin Sinop Valiliği önünde gerçekleştirdikleri pasif direnişte, kolluk güçleri tarafından ite kakıla gözaltına alınmalarını ekranlardan hep birlikte izledik. Aynı tarihlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da memleketi Rize’de, çevre ve çevreciler üzerine literatüre geçecek açıklamalarda bulunmasını izledik aynı ekranlardan. Erdoğan, Rize’de hidroelektrik santrallere karşı çıkanları “boş vakitlerini değerlendirenler” olarak nitelerken, kendisini de “çevrecinin daniskası” ilan etti. İşte bu sözlerle derin tartışmalar da başlamış oldu. Meslek odaları, çevre örgütleri ve çeşitli demokratik kurumlar bu sözlere yanıt olarak anlamlı tepkileri ortaya koydular. Günlerce Türkiye gündeminde önemli bir yer tutan bu “çevrecinin daniskası” sözüne biraz daha derinden bakmak istiyoruz.

Düzenin sözcülüğüne soyunan akademisyenleri bir kenara bırakırsak, pek çok bilim adamı nükleer enerji kullanımının yolaçabileceği felaketleri ortaya koymaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre nükleer güç üretiminin, içinde bulunduğumuz on yılın sonuna doğru en yüksek değerine ulaşacağı, ardından kademeli olarak azalacağı öngörülmektedir. Günümüzde işletimde bulunan reaktörlerin %40’nın 2030’a kadar emekliye ayrılacağı dikkate alındığında, nükleer güç üretiminde büyük bir azalmanın gerçekleşeceği ifade edilmektedir. Avrupa ülkelerinin nükleer santrallerden vazgeçiyor olduğu tezi, doğru ancak yetersizdir. Batılı emperyalistler kendi topraklarındaki santralleri kapatırken, Türkiye gibi ülkelerde bu santralleri desteklemektedir. Türkiye’de de 1970’lerden bu yana süren tartışmalarda, nükleer lobiler ile uluslararası sermayesinin dayatmasından öte anlam taşımayan santraller halka “enerji ihtiyacı” olarak yutturulmaya çalışılmaktadır. Bugün Sinop’ta ve Akkuyu’da (Mersin) nükleer santral çalışmaları devam etmektedir. Türkiye Atom Enerjileri Kurumu (TAEK) aylardır Sinop’ta incelemelerde bulunurken, Akkuyu ile ilgili lisans çalışmaları ve davalar devam etmektedir. Hükümet nükleer santraller ihalesinde şirketlerden gelen süre uzatma talebini reddederek işi hızlandırmaya çalışırken, bu nedenle Sabancı Grubu ve yabancı şirketler ihaleden çekilebileceklerini açıklamıştır. Şimdi gözler 24 Eylül’de yapılacak olan ihaleye çevrilmiş durumdadır.

Neyin “daniskası” yapılıyor?

Yeni Çernobiller kapıda!

Daniskasını yapmak; bir işi her yolu deneyerek gerçekleştirmek anlamına geliyor. Bu tanımlamaya bakıldığında, aslında başbakanın kendi adına çok da yerinde bir tespit yaptığını görüyoruz. Sonuç itibariyle, nükleer santral kurmak adına her yolu denemiştir ve denemeye de devam etmektedir. İhaleler, anlaşmalar, torba yasalar, yalanlar ve de baskılar…

Çernobil kazasından payını almış bir ülke olan Türkiye daha Çernobil’in yaralarını saramamışken Sinop-Akkuyu hazırlıkları sürdürülmektedir. Açıktır ki, bir nükleer patlama ya da radyoaktif sızıntının geri dönüşü yoktur. Ancak gözünü para hırsı bürümüş düzen bekçisi “daniska çevreciler” bunları göz ardı etmekte ve açıkça yalan söylemektedirler.

28


6–7 Eylül…

Bir saldırının anatomisi Eylül ayı kimileri için üzüntüyü ve acıyı, kimileri için ise bir görevi layıkıyla yapmış olmanın mutluluğunu ifade ediyor. Her Eylül ayı, içinde yaşadığımız topraklardaki devleti ve sistemi tekrar tekrar sorgulamak için bir fırsat aslında. 6–7, 12, 26 * Eylül. Farklı yıllarda yaşanan farklı olaylar olsa da, unutmaya ve unutturulmaya izin verilmeyecek tarihlerdir. “Birden ortalık karıştı, sesler yükseldi...” “Ellerinde bir liste ile geldiler.” “Herkes alkışlıyordu, ben de çok korkmuştum. Rum olduğum anlaşılmasın diye ben de onlarla beraber bağırıyor, alkışlıyordum.” Bu cümleler 6-7 Eylül’ü yaşayan binlerce kişiden sadece üçüne ait... Korkuyu, endişeyi, acıyı anlatmak için daha fazlasına gerek yok zaten. Geçen 53 yıl içinde 6-7 Eylül olayları üzerine birçok kitap yazıldı, çeşitli araştırmalara konu edildi. Biz de bu tarih üzerine en kestirme ve yalın cümleyi kurmak istersek; 1955 yılının 6-7 Eylül’ünde, İstanbul ve İzmir’de eş zamanlı olarak başta Rumlar olmak üzere Ermeni, Musevi azınlığa karşı sistemli saldırılar gerçekleştirildi. Saldırıların başlangıç kurgusu basitti. Mustafa Kemal’in Selanik’teki evine bomba atılmıştı, bunu yapan hainlerin yanına kalmamalıydı, Türk’ün gücü dosta düşmana gösterilmeliydi. Günler öncesinden kimi gazeteler eliyle saldırının zemini hazırlanmaya başlanmıştı. Saldırının başladığı gün ise İstanbul Ekspres gazetesi devreye girdi. 2. baskısını yaparak olayların daha da ateşlenmesi görevini yerine getirdi. Katliamın gerisinde bir CİA örgütlenmesi olan Özel Harp Dairesi vardı. Bizler paşaların geçmişte yedikleri haltları sonraları ifşa etmelerine alıştık ya, böyle bir ifşa da, 1955 yılında Özel Harp Dairesi’nde görevli, eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajdan geldi: “6-7 Eylül olayları da bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." 6-7 Eylül’ün bir kontr-gerilla provokasyonu olduğunu, bizzat örgütleyenler tarafından açıkça ilan edilebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Böylece, daha sonraki yıllarda Kürt halkına karşı çok daha pervasız bir biçimde kullanılan insanlık dışı kirli savaş yöntemleri bu ülkenin insanlarına kanıksatılmaya çalışılıyor. 6-7 Eylül öncesinde hanelerin, dükkânların listesi tek tek çıkarılmış, Mustafa Kemal’in evine bomba atıldığı haberinin yayılmasının ardından Kıbrıs Türktür Cemiyeti Taksim’de bir miting düzenlemiş, polis gelişen olaylara ya seyirci kalmış ya da bizzat öznesi olmuştur. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın, Başbakanı Menderes’in, Dışişleri Bakanı F.Rüştü Zorlu’nun ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in bilgi ve onayı ile bu olaylar gerçekleşmiştir. Olayların sonunda 4214 dükkân-mağaza, 1004 ev, 73 kilise, 26 okul, 16 ayazma, 2 manastır, 2 mezarlık, 110 lokanta, gazino, pastane, 37 eczane ve muayenehane, 21 fabrika, 18 fırın, 23 depo hasar görmüştür. Yaşanan korku ve acının hesabını tutmaya ise kimsenin gücü yetmez. Öyle ki, İstanbul’da 200-300 bin arasında olan azınlık nüfusu şimdilerde yüzlerle ifade edilmektedir. 6-7 Eylül, Türk devletinin katliamcı karakterini açıkça ortaya seren bir tarih olarak, unutulmayacak ve unutturulmayacaktır.

Unutmamak ve unutturmamak için dipnotlar: 24 Aralık 1978 Maraş katliamı: Alevilerin ve solcuların yaşadığı evler belirlenir, ülkücülerin gösterimini yaptığı “Güneş ne zaman doğacak” filmi sırasında, tesiri zayıf bir bomba patlar. Bombalama olayı sol görüşlü insanların üzerine atılır. Devamında gerçekleştirilen saldırılarda onlarca insan katledilir... 12 Eylül 1980 askeri darbesi: 1 milyon 683 kişi fişlendi, bilerce insan işkence tezgahlarından geçirildi, 49 kişi idam edildi, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi... 2 Temmuz 1993 Sivas katliamı: 37 insan Sivas’ın Madımak otelinde yakılarak katledildi. Günler öncesinden camilerde toplantılar yapılmış, çeşitli bildiriler kaleme alınıp insanlara dağıtılmıştı. Çevre şehirlerden bir takım insanlar provokasyon amacıyla getirilmişti Polis ve asker saldırganları dağıtma değil bizzat yardım etme görevine soyundu. 26 Eylül 1999 Ulucanlar katliamı: Bir yıl öncesinden planlanan katliam sonucu 10 devrimci tutsak öldürüldü... Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız!

29


Devrimci tutsaklar ölüme terkediliyor...

Yaşam hakkını savunmak için sesimizi yükseltelim! “F tipi hücreler ve cezaevlerinin durumuna ilişkin bugüne kadar birçok şey yazılıp çizildi. Doğal olarak, cezaevlerinin insanlık dışı durumu ve tutsaklar üzerindeki etkilerine dair söz söyleyenlerin büyük çoğunluğu devrimciler, ilerici kuruluşlar, odalar ve derneklerdi. Nasıl ki dün hücre tipi hapishanelere geçiş süreci bir katliamın fotoğrafıysa, bugün F tiplerinde tutsakların yaşadıkları da insanlık onurunun yok edilmeye çalışılmasının fotoğrafıdır. F tipi hücrelerde işkenceler, hak ihlalleri her geçen gün artarak sürüyor. İçerdekiler durumlarını duvarların arkasına ulaştırmak için çabalıyorlar. Tutsakların yükselttiği bu ses toplumun büyük bir kısmının ilgisizliği ya da habersizlik duvarına çarpsa da, en son gerçekleşen ölümler kısa bir süre için de olsa gözlerin tekrar cezaevleri gerçekliğine çevrilmesini sağladı. Bu çevirmenin nedeni ne olursa olsun, Türk devletinin durduğu noktayı gözler önüne sermektedir. Bu noktanın ne olduğuna geçmeden önce F tipi ile neyin amaçlandığını ve hücrelerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini kısaca hatırlatmak istiyoruz. F tipi zindanlar, tecrit ve tretman uygulamalarıyla birlikte esas olarak devrimcilere yöneltilmiş bir saldırıdır. Faşizmin devrimcileri yıldırarak teslim almak, siyasal kimliklerini yoketmek için uyguladığı bir “rehabilitasyon” politikasıdır. Sermaye devleti yalnızca tutsak almanın, işkenceden geçirmenin, zindanlara yığmanın devrimcileri teslim almak için yeterli olmadığını görerek, sistematik bir baskıya yönelmiştir. Devrimci tutsakları birbirinden ayırıp yalnızlık içinde tecrit etmek, baskı ve terörü derinleştirerek sistematik kısıtlamalara başvurmak bu “rehabilitasyon”un bir bölümünü oluşturmaktadır. Hücrelere gelince, Türk Tabipler Birliği’nin tecrit ortamının tıbbi sonuçlarına dair raporunda şu bilgiler yer alıyor: Görme alanında daralma, işitme duyusunda azalma, sinirsel tipte sağırlık, kulak çınlaması, tümör büyüme hızının artışı, viral enfeksiyonların yarattığı tahribatta artış, erken menopoz, algı ve duyu bozuklukları, agresif etki, saldırgan davranış, güvensizlik, sosyal ilişki kalitesinde azalma, depresyon, uyku bozuklukları, işitsel-görsel halüsinasyonlar, çevreye ve karşı cinse ilgi kaybı, izolasyon şartlarında artan stres yükü ve beslenmeyle ilintili olarak çeşitli tabloların ağırlaşması... Sağlam olarak cezaevine giren bir kişinin yüzyüze kalabileceği sağlık problemleri bunlar. Peki, çeşitli rahatsızlıklarla cezaevi koşullarında bulunan tutuklulara ya da hükümlülere ne oluyor? Bu sorunun cevabını dair birkaç örnek: 1) Kuddusi Okkır Ergenekon operasyonu kapsamında 20 Haziran 2007'de tutuklanarak cezaevine konuldu. Kanser hastasıydı. Cezaevinde durumu iyice kötüleşmiş ve ölümünden sadece birkaç önce tahliye edilmişti. 2) Siirt Cezaevi'nde bulunan 77 yaşında ki Ali Çekin 29

30

Temmuz günü yaşamını yitirdi. Ali Çekin karaciğer kanseriydi. Bürokratik engeller yüzünden bir türlü tahliye edilmedi. 3) Mardin Cezaevi’nde bulunan Abdülaziz Ekinci Parkinson hastası. Cezaevinde gardiyanların şiddetine maruz kalıyor. Ailesi birçok kez savcılığa suç duyurusunda bulundu. 4) Siirt E tipi Cezaevi’nde bulunan İnayet Mete felçli bir hasta. İnayet Mete’nin İHD’ye gönderdiği mektuba göre;koroner ve miyokardit kalp hastalığı, polinöropati, bel fıtığı, boyun fıtığı, omurilik zedelenmesi, karaciğerde siroz, hiperlipidemi, yüksek kolesterol, yüksek trigliserid, mide ülseri, hemoroit, gravitasyonel egzama, kronik egzama hastalıkları bulunuyor. İnayet Mete hala tahliye olmuş değil. 5) İzmir Kırıklar 2 Nolu F Tipi Cezaevi'nde bulunan A. Samet Çelik lösemi hastası. İlik nakli olabilmesi için tahliye edilmesi gerekiyor. Samet Çelik hala tahliye edilmiş değil. 6) Sincan F Tipi Cezaevi'nde bulunan Erol Zavar mesane kanseri. Bugüne kadar 15 ameliyat geçirdi. Erol Zavar ısrarla cezaevinde tutuluyor. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere, hasta tutsaklar devletin bilinçli bir tutumuyla ölüme terkediliyorlar. Tüm bunlar yaşanırken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,


“kayıp trilyon” davasında suçlu bulunup ev hapsine mahkûm edilen ve cezasını Altınoluk’taki yazlığında “çeken” Necmettin Erbakan’ı hastalıkları sebebiyle affetti. Sermaye devleti özellikle devrimci tutsakları ölüme terk ederken, Gül’ün “Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek ya da kaldırmak” yönlü yetkisini devrimci tutsaklar için kullanmayacağı çok açık. Nitekim Abdullah Gül bu durum karşısında, “Cumhurbaşkanı’nın istediği kişiyi affetme hakkı yok. Ben, istediğim kişiyi ‘getirin affedeyim’ diyemem. En çok önem verdiğim konu adil olmaktır. Örnek verilen isimlerden çoğu tutuklu, mahkemeleri devam ediyor. Hükümlü olmayan kişileri affedemem” diyor. Oysa, Sincan F Tipi Cezaevi'nde Erol Zavar, Bergama M Tipi Cezaevinde Afyon Korkmaz, Diyarbakır E Tipi

Cezaevindi Aynur Epli, Antalya E Tipi Kapalı Cezaevi'nde Gazi Dağ, Kırıklar 1 Nolu F Tipi Cezaevinde Menduh Kılıç, Siirt E Tipi Kapalı Cezaevinde İnayet Mete, Hediye Çekin ve Kırıklar 2 Nolu F Tipi Cezaevinde A. Samet Çelik (isimler www.bianet.org adresinden alınmıştır) hükümlüler. Burjuva siyasetçilerin bu tür manevralarına, çifte standartlarına ve ikiyüzlülüklerine elbette şaşırmak gerekmiyor. Onlar tam da sınıfsal kimliklerine uygun bir tutum içindeler. Bu kokuşmuş düzenin Cumhurbaşkanı elbette yetkisini devrimciler için değil hırsızlar, hortumcular, yağmacılar, rüşvetçiler vb.leri için kullanacaktır. Hasta tutsakların zindanlarda ölüme terkedilmelerinin önüne geçebilmenin biricik yolu, dışarıda güçlü bir sesin yükseltilmesinden geçiyor.

1 Eylül Dünya Barış Günü

Gerçek ve kalıcı barış sosyalizmle gelecek! 1 Eylül 1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgal etmesiyle 2. Dünya Savaşı başlamış oldu. 55 milyon insanın katledilmesi ve milyonlarca insanın yaralanmasıyla sonuçlanan bu vahşetin başlangıç tarihi, SSCB öncülüğünde kurulan Dünya Barış Konseyi tarafından, savaşın yıkımını unutturmamak için Dünya Barış Günü olarak ilan edilir. Bu tarihten itibaren 1 Eylül, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinde, savaşın kapitalist kökenini vurgulayan bir gün olarak kutlanmaya başlanır. Doğu Bloku ülkelerinin sınırlarını aşan bir biçimde kutlanmaya başlayan 1 Eylül Barış Günü, kavram kargaşası yaratarak kitlelerin kafalarını karıştırmayı hedefleyen sistemin efendileri tarafından da hak ettiği ilgiyi görür ve 21 Eylül’de alternatif olarak kutlanmaya başlanır. Artık 21 Eylül yüzlerce ülkede içi boş barış gösterilerine sahne olmakta, savaşların sorumluluğunu taşıyan Birleşmiş Milletler tarafından “bir günlük ateşkes” çağrılarıyla bezenmektedir.

Kapitalizm savaş demektir, barış sosyalizmle gelecek! Kapitalizmin krizleri, ekonomik çıkar çatışmaları karşımıza savaş olarak çıkmaktadır. Çıkarları doğrultusunda kan dökmekten geri durmayan kapitalist sistemin uygulayıcıları da sahte bir barış söyleminin ardına saklanarak kendilerini aklamaya çalışmaktadır. Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan Afrika’ya ve Kafkasya’ya kadar dünyanın dört bir yanında emekçilerin kanını emerek kendini var eden sistemin burjuva ideologları, içi boş barış mesajlarıyla savaşların gerçek kaynağını çarpıtmaya ve barış kavramının sınıfsal özünü gizleyerek emekçilerin bilincini bulandırmaya çalışmaktadır. Her işgal döneminde BM, NATO gibi savaş aygıtları dünya barışının koruyucuları ilan edilir. Kamuoyuna barış mesajları verilirken halklar katledilmeye devam edilir. Oysa Filistin’den Irak’a, Afganistan’a emekçiler, ezilen halklar onları iyi tanımaktadır. İsrail’in yıllardır bölgede estirdiği teröre tek bir laf etmeyen BM’nin Ortadoğu halklarına söyleyebileceği tek bir söz yoktur. Irak’ı, Afganistan’ı ve geçmişte dünyanın dört bir köşesini kan gölüne çeviren ABD güdümündeki bir örgütün, barış kelimesini dillendirmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Emperyalist savaşın kaynağını ve sınıfsal özünü hiçbir zaman unutmamak gerekir. Çağımızdaki tüm savaşların kaynağında kapitalizmin onulmaz çelişkileri, emperyalistler arası çıkar çatışmaları yatmaktadır. Bu nesnel gerçeği esas almayan, kapitalizme karşı çıkma cesareti gösteremeyen hiçbir güç gerçek bir barış talebi yükseltemez. Lenin, “Devrimci eylem lehine bir propaganda olmaksızın, barış hayalleri sadece savaş karşısındaki dehşeti ifade eder ve bunun sosyalizmle hiçbir ortak yanı yoktur.” der. Komünistler barış istemini devrimci bir bakışaçısıyla yükseltirler. Bu istemin elde edilmesinin yolunun işçi ve emekçilerin iktidarı hedefleyen mücadelesinden geçtiğini ortaya koyarlar. Sahte barış söylemlerini dile getirenlerin gerçek yüzlerini açığa çıkarır, sınıfsal içeriğinden koparılmış bir barış istemini reddederler. Silahlardan arınma çağrısı değil, silahları savaşları yaratan kapitalist sisteme yöneltme çağrısı yaparlar. Emperyalist savaşları engelleyebilmek için, devrim ve sosyalizm bayrağı altında savaşırlar. “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.” (Lenin). Zira, gerçek ve kalıcı bir barışın yolu, döne döne savaş üreten bu sistemi tarihe gömmekten geçmektedir.

31


Karma Polis!? Karma Yasası Hinduizm ve Budizm gibi doğu inançlarında önemli yeri olan bir terimdir. Anlamı hayli karmaşık olmasına rağmen basitçe bir nedensellik kuralı olarak tanımlanabilir. Bu kavrama göre kişinin yaptığı hiçbir hareket sonuçsuz kalmaz ve bir şekilde kişiyi etkileyecek sonuçlar üretir. Türkçedeki “Ne ekersen onu biçersin” atasözü, bu kavramın anlamını açıklamak için uygun düşer. Kuşkusuz ki mistisizm ve idealizm ile beslenen bu kavram, zaman zaman kendi anlamından uzaklaştırılarak hayata “renk” katan bazı tesadüfleri açıklamak için de kullanılır.

Karma polisi iş başında! Bu örneklerden biri de geçtiğimiz günlerde İzmir’de meydana geldi. Avukat Amaç Kaya Bornova İlçesi Manavkuyu’daki bir restoranda avukat arkadaşı Yiğit Bebek ile birlikte yemek yiyip futbol maçı izledi ve gece 03.00 sıralarında da lokantadan dışarı çıktı. Çantasını arkadaşının arabasında unuttuğunu farkeden Kaya, Bebek’in aracını otoparktan çıkarmasını beklemeye başladı. Bu sırada yanına gelen polisler ise kendisini şüpheli görmüş olacaklar ki Kaya’dan kimliğini göstermesini istediler. Durumu anlatmaya ve arkadaşı geldikten sonra kimliğini gösterebileceğini söylemeye çalışan Kaya, polisler tarafından inandırıcı bulunmadı ve gözaltına alınarak emniyete götürüldü. Arkadaşı Bebek’in kimliğini getirmesi ve Kaya’nın avukat olduğunu belirtmesi de gözaltı işlemini engelleyemedi. Hikayenin geri kalanı ise bildik bir karakol hikayesi şeklinde cereyan etti. 8-9 polis Kaya’nın üzerine çullandı, yere düşen Kaya tekmelenmeye devam edildi hatta bir polis yerdeyken kafasına bastı. Dayak seansı Kaya’nın nöbetçi amir ile görüşme isteği üzerine bir kez daha tekrarlandı. Kaya amirle görüşmesinin ardından ise salıverildi. Bu sırada karakola gelen arkadaşı Yiğit Bebek’de saldırıya tanık oldu ve polisten birkaç küfür yiyerek nasibini aldı. Kaya’ya işkence yapan polisler, son yıllarda moda olduğu üzere onun dayak yerken görüntülerini çekmekten de geri durmamışlardı.

Karma yasası nerede?

32

Saldırıya uğrayan Avukat Amaç Kaya’nın kimliği ise olaya bambaşka bir boyut kattı. Hatırlanacağı üzere Manisalı 16 genç 26 Aralık 1995’te “yasa dışı örgüt üyesi” oldukları gerekçesiyle geceyarısı evleri basılarak gözaltına alınmış ve karakolda günlerce işkence görmüşlerdi. Yaşları 14 ila 16 arasındaki gençlerin davası yıllarca sürmüş ve ancak 14 Mart 1997’de beraatları ile sonuçlanmıştı. İşkence yapmak suçundan yargılanan 10 polis ise Manisa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından suçsuz bulunmuşlardı. Bunun üzerine Yargıtay kararı bozmuş ve yıllarca süren davada nihai karar ancak zamanaşımı

süresinin dolmasına üç ay kala 2003’te verilmişti. İşte bu davada işkenceci polislerden üçünü savunan avukat, başta anlattığımız hikayenin başkahramanı Amaç Kaya’dan başkası değildi. Kaya işkenceci polisleri savunmak için birbirinden adi yalanlar uyduran, belki gençlerin birbirine işkence yaptığını, belki kafalarını duvara vurduğunu, belki kaza sonucu duvardan düştüğünü iddia eden, hatta onların “terör örgüt”lerine üye olduklarını iddia edebilmek için türlü kanıtlar bulmaya uğraşan polis avukatlarından yalnızca biriydi. Uğradığı saldırıdan sonra açıklama yapan Kaya polislerden “Asıl görevleri vatandaşın huzur ve güvenini sağlamak olan ancak aksine davranan bu kişiler” diyerek bahsediyordu. Manisa’da savunduğu müvekkilleri için acaba ne düşünüyordu bunu söylerken. Orada dayak yiyen başkaları olduğunda polisler görevini yapıyor yalanına sarılmıştı belki de… Karakolda olduğu sırada kendini kurtarmak için Manisa davasında polisleri savunduğunu da sıklıkla söylemişti Avukat Kaya, ancak polisler ya inanmamışlar, ya da fazla ciddiye almamışlardı.

Şimdi ne olacak? Avukat Kaya kendisini darp eden polisler hakkında dava açacağını söyledi ve ceza almaları için elinden geleni yapacağını beyan etti. Bundan sonraki süreçte, eğer Kaya bir şekilde vazgeçmez ya da vazgeçirilmezse polisler hakkında dava açacak. Emniyet ise tıpkı Manisa davasında olduğu gibi söz konusu polisleri tespit edemeyecek. Yapılan tespitin ardından polisler kendilerine tıpkı Amaç Kaya gibi bir avukat tutacak ve tuttukları avukat bu hikayenin mağduru Amaç Kaya’nın alkolü olduğuna, polislere küfür ettiğine ya da belki dış mihraklar hesabına çalıştığına dair pek çok kanıt öne sürecek. Darp izlerinin kendisini merdivenden attığı için oluştuğunun da polislerin ifadelerinde yer alması yüksek ihtimal. Sonra dava yerel mahkemece düşürülecek ve Yargıtay’a taşınacak. Belki zaman aşımına düşmeme konusunda Manisa Davası kadar şanslı olmayacak ve unutulup gidecek. Ne denilebilir ki Karma! ( www.kizilbayrak.net sitesinden alınmıştır.)


Türkiye’den... Türkiye’den... Türkiye’den... Unilever önünde birleşik mücadele adımı… Türk-İş Şubeler Platformu’nun grev ve direnişlerle dayanışma çağrısı ile Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu 27.08 tarihinde Gebze’de Unilever depoları önünde yaptıkları kitlesel eylemle direnen işçilerin yalnız olmadığını haykırdılar.Unilever önünde yüzlerce işçinin katıldığı eylemde Basın-İş Sendikası İstanbul Şubesi, Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde devam eden grevinden işçiler, Düzce’de direnişte olan Deri-İş Sendikası üyesi DESA işçileri, Balıkesir Susurluk’ta sendikal örgütlenme mücadelelerini sürdüren Tek Gıda-İş Sendikası üyesi Yörsan işçileri direniş coşkularıyla eylemde yer aldılar. Eyleme ev sahipliği yapan TÜMTİS üyesi direnişçi Unilever işçileri eş ve çocuklarıyla beraberdiler. Eylem boyunca kitlenin en önünde yer alarak direniş sloganlarını atan ve ayları bulan direnişlerine rağmen diriliklerini koruyan direnişçi işçiler dikkat çektiler.

Tersanelerdeki direniş ateşini Taksim’de İş cinayetlerini teşhir edebilmek için tersane işçileri Taksim’deydi. “Artık ölmek istemiyoruz Patronlar sarayda işçiler mezarda! / Tersane İşçileri Birliği Derneği (TİBDER)” pankartının açıldığı yürüyüşte iş cinayetlerine karşı duyulan öfke gür sloganlarla dile getirildi.Tersane işçileri en önde, üzerinde filika katliamında yaşamını yitiren Emrah Varol, Ramazan Ergün ve Ramazan Çetinkaya’nın fotoğrafları bulunan temsili tabutu taşıdılar. Tersane işçileri, “Taşeronluk sistemi kaldırılsın”, “Ağır ve tehlikeli işkolu yönetmeliği uygulansın”, “Semtlerden tersanelere servis konulsun”, “GİSBİR’den hesabı işçiler soracak”, “Önlem alınsın ölümler durdurulsun”, “Yolu yok kurtuluşun isyanı seçmedikçe”, “Sınıfa karşı sınıf savaşı”, “Ücretler arttırılsın ve ana firma tarafından ödensin”, “Artık yeter ölmek istemiyoruz”, “Tersaneler cehennem işçiler köle kalmayacak” dövizlerini taşıdılar.

Taksim’de Desa mağazası önünde eylem... 66 gündür Sefaköy’de ve 131 gündür Düzce’de süren Desa Deri fabrikaları önündeki sendikal örgütlenme mücadelesi DESA mağazaları önünde gerçekleştirilen eylemlerle devam ediyor. Deri-İş Sendikası İstiklal Caddesi üzerinde Halep Pasajı’ndaki Desa önünde eylemdeydi. Desa ürünlerini tüketmeme çağrısı yapılan eyleme Türk-İş İstanbul şubeler Platformu bileşenleri de destek verdi. “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “Yaşasın Tuzla Desa mücadelemiz!”, “İşçiler birleşin sömürüye son!” dövizlerinin taşındı.

İETT'de iş yavaşlatma eylemi Hizmet-İş Sendikasına bağlı İETT çalışanları iş yavaşlatma eylemi yaptı. ''Çalışanların maaşlarının zamanında yatırılmaması'' sebebiyle 12 Ağustos’ta İstanbul'daki tüm otobüs hatlarında 07.00-09.00 saatleri arasında iş yavaşlatmaya gidildi. Sendika maaşların zamanında yatırılmasını talep ettiklerini, ancak ''yetkililerin buna duyarsız kaldığını'' söyledi.

Makinistlerden baskılara tepki Adana’da makinistlere uygulanan baskılara ve cezalara karşı DEMARD Adana Şubesi, TUS Adana Şubesi ve BTS Adana Şubesi tren garında ortak bir basın açıklaması düzenledi. Açıklamada, “Son dönemde bölgemizde yapılan tren programları ve sayısı; hat ve istasyonların kapasitesi, personel sayısı, çeken (lokomotif) ve çekilen (vagon) araçların durumu dikkate alınmadan belirlenmektedir. Bundan dolayı trenlerin işletilmesinde her gün yeni bir sorunla karşılaşılmaktadır. Bölge müdürlüğü yaşanan bu sorunları yasa ve yönetmelikler çerçevesinde çalışma koşullarını da dikkate alarak çözmesi gerekirken özellikle faal personel üzerinde baskı ve ceza uygulayarak trenleri işletmeye çalışmaktadır.” denildi.

İSKİ’de sendika düşmanlığı! UNO işçileri direnişte! Tüm Bel-Sen üyeleri sendikal tercihlerinden dolayı İSKİ’nin baskı ve sürgünleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Kimi üyeler işleri-ikametgah yeri arasında 200 km yol gidip gelerek sürgün işkencesi çekiyor. KESK İstanbul Şubeler Platformu Aksaray’daki İSKİ binası önünde gerçekleştirdiği eylemle KESK’e bağlı Tüm Bel-Sen üyelerinin İSKİ’de yaşadıkları baskıcı uygulamaları protesto etti. Öğle saatlerinde İSKİ binası önünde toplanan Tüm Bel-Sen üyeleri ağırlıklı kitle “Baskınlar sürgünler bizi yıldıramaz!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Sınıfsal cinsel sömürüye son!”, “Taşerona değil emekçiye bütçe!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganlarını attı.

Uzun bir süredir Tek Gıda-iş Sendikası'nın örgütleme çalışması yürüten işçilerden 10’u geçtiğimiz günlerde işten atıldı. UNO’da patron tarafından Öz Gıda-İş Sendikası fabrikaya getirilmeye çalışılmakta ve Tek Gıda-İş Sendikası'na üye olan işçiler zorla istifa ettirilmeye çalışılmaktaydı. Baskılar geçtiğimiz hafta işten atma saldırısına dönüştü. 2 Eylül günü fabrika önünde direnişe geçen 10 işçiye, arkadaşları da servislerden inerek destek sunuyorlar.

33


Dünyadan... Dünyadan... Dünyadan... Dünyadan... Brezilya’da otomobil sektöründe grevler Brezilya’da otomotiv sanayi bölgesi olan Sao Paulo’da, General Motor, Honda, Toyota ve Daimler işçileri 3 Eylül günü 24 saatliğine işi bıraktılar. İşçiler yüzde 18.83 daha fazla zam talepleri için greve gittiler. Daha öncesinde başlayan VW, Renault ve Nissan işçilerinin grevi ise hala sürmekte.

Polonya’da 30 bin işçi yürüdü... Polonya’nın başkenti Varşova’da 30 bin işçi daha fazla ücret için yürüdü. İşçiler ücretlerin artan hayat koşullarına göre ayarlanmasını talep etti.

İsviçre’de "Herkese Kalma Hakkı!" İsviçre’de “Bleiberecht Für Alle” (Herkese Kalma Hakkı İnisiyatifleri) kâğıtsızların konumunun yasallaşması talebi ve yabancıların haklarına yönelik insanlık dışı saldırıları protesto etme amacıyla 13 Eylül’de başkent Bern’de kâğıtsızlarla dayanışma yürüyüşüne çağrı yaptı. 2006’da çıkan gerici yasa ile, yabancıların kısıtlı olan hakları daha da sertleştirilmiş veya tümden ortadan kaldırılmıştı.

Strasburg’da GM’de bir günlük grev Strasburg’da Amerikan tekeli General Motor işletmesinde çalışan 1260 işçi bir günlüğüne iş bıraktı. İşçiler eylemleri ile işyerlerinin satılma planlarının bir parçası olarak yaşanan işten atmaları protesto ettiler. İşçiler, GM tekelinin işyerlerinin korunması garantisini vermemesi halinde eylemlerini sürdüreceklerini duyurdular.

Fransa’da öğretmen ve öğrencilerin eylemleri Fransa’da öğretmen ve öğrenciler yeni öğrenim yılının başlaması ile birlikte yeniden sokakları fethe hazırlanıyorlar. Eğitim sendikaları hükümetin 2008 bütçesinden 11 bin 200 iş birimi, 2009 bütçesinden ise 13 bin 500 iş biriminin kaldırılmasını protesto etmek için 11 Eylül’de ulusal eylem çağrısı yaptı. Öğretmenlerle birlikte özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin de Eylül ayından itibaren alanlara çıkması bekleniyor.

Tayland'daki protestolar yayılıyor

34

Tayland'da hükümet karşıtı protestolara kamu hizmetinde çalışanları temsil eden sendikalar da katıldı. Sendika yetkilileri, hükümet dairelerinin elektrik ve suyunun kesilmesini sağlamayı ve demiryolu, havayolu ve karayolu ulaşımı ile telekomünikasyonun engellenmesini hedefliyor.

Meksika’da maden işçileri iş bıraktı! Gümüş ve altın üretiminin yapıldığı Guanajuato, Zacateas ve Durango eyaletlerinde maden işçileri, ülkenin sağcı devlet başkanı Felipe Calderon’un Pazartesi günü yıllık raporu açıklamasının ardından sağlık, üniversite ve petrol işçilerinin bu politikalara karşı düzenlediği yürüyüşe destek olmak için birer saat iş bıraktılar.

Hamburg’ta 1 Eylül yürüyüşü... 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle 2 Eylül günü "Hamburger Form" tarafından bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşün en önünde “Hamburger Formu / Irkçılığa ve sosyal hak soygununa, savaşa ve işgale karşı ortak olarak, uluslararası çapta insanlar olarak haklarımız için mücadele ediyoruz!” pankartı yer aldı. Yürüyüş sırasında sık sık “Afganistan işgaline son!”, “Irak işgaline son!”, “Emperyalistler derhal Afganistan’dan ve Irak’tan defolun!”, “Kafkaslar’daki savaşa hayır!”, “Yaşasın 1 Eylül Dünya Barış Günü!” sloganları atıldı. Yol boyunca devrimci şarkılar ve marşlar söylendi.Yürüyüşe yaklaşık 500 kişi katıldı.

Maocu lider Nepal başbakanı… On yıl süren gerilla savaşıyla monarşiyi tarihin çöplüğüne atan NKP/M’nin lideri Prachanda, oyların yüzde 80’ini alarak başbakan seçildi. Nepal Birleşim Komünist Partisi-ML ile Madheshi Janadhikar Forumu (MJF) Prachanda’ya destek verdi. Sembolik bir kurum olan cumhurbaşkanlığı makamını ele geçiren liberal burjuva Kongre Partisi ise, başbakanlık seçiminde ağır bir yenilgiye uğradı. Monarşinin yıkılmasından sonra Nepal’de başbakanlığın en yetkili makam olduğu hesaba katıldığında, liberal burjuvazinin yönetimdeki etkisinin sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Prachanda, halka öncelikle toprak reformu sözü verdi. Nüfusu 26 milyondan fazla olan Nepal’de halkın yaklaşık yüzde 80’i geçimini tarımdan sağlıyor.

Hırvatistan tersane işçilerinden grev uyarısı Hırvatistan Metal İşçileri Sendikası (SMH) ve tersane işçilerinin örgütlü olduğu sendikalar, hükümetin sendika temsilcileriyle görüşmeyi kabul etmemesi durumunda greve gidecekleri uyarısında bulundular. SMH Başkan Yardımcısı Vedran Dragicevic, hükümetle en son görüşmenin Mayıs ayında yapıldığını ve bu görüşme sonrasında işçilere tersanelerle ilgili tüm konularda karar hakkı tanınacağı sözü verildiğini, fakat sendikaların Mayıs ayından beri hükümete sundukları görüşme talebine karşı herhangi bir cevap alamadıklarını söyledi. SMH’nin 4500 üyesi bulunuyor. Tersanelerde ise 5000’i taşeron olmak üzere toplam 16.500’e yakın işçi çalışıyor.


Fabrika çalışması deneyimi üzerine içerisinde sınıf devrimcisi olma misyonuyla hareket etmek, sınıfla bütünleşerek taşıdığımız küçük burjuva kimliği aşmak bize düşen temel görevlerdir. Fabrika çalışmasına dönecek olursak, bu çalışma pratiği hayatımıza bir disiplin kattı. Günün yaklaşık 10 saatlik dilimini fabrikalarda geçirdiğimizi düşünürsek, farklı devrimci ihtiyaçlarımızı karşılayabilmemiz için bize çok sınırlı bir zaman kaldı. Bu sınırlı zamanı verimli ve disiplinli bir şekilde örgütleyebilme sorumluluğuyla karşı karşıya kaldık. Bu ihtiyaçların giderilmesi tek başına bizim bireysel çabalarımızla değil, kolektif bir yaşam içerisinde, örgütlü bir zeminde gelişebilecekti ve çabamız da bu gerçeklik üzerinden şekillendi. 24 saatlik zaman dilimini bir planlama dâhilinde değerlendirmek ve bunun sürekliliğini sağlamak, kısa sürede yaşamımızda olumlu alışkanlıklar olarak yer buldu. Bundan sonra da bu alışkanlıkları sürdürebilmek noktasında ortaya koyacağımız irade, yaz çalışmasının bize kattığı anlamlı bir sonuç olacak. Fabrika çalışması bize ayrıca “kaybedecek çok şeyi olan” Genç komünistler olarak, gençlik içerisinde işçi sınıfının (işe yaramayacak bir diploma, 4 yıl boyunca bizi avutan devrimci bayrağını dalgalandırma ve sınıfın öncülüğünde pembe hayaller, çürümüş düzenden hala beklentimizin gerçekleştirilecek proleter devrim mücadelesinin bir parçası olması, vb.) biz üniversitelilerin, “zincirlerinden başka olma sorumluluğuyla hareket ediyoruz. Tüm güç ve kaybedecek bir şeyi olmayan” milyonlarca işçinin yanında imkânlarımızı bu bilincin ışığında seferber etme sorumluluğu neden saf tutmamız gerektiğini yeniden sorgulamamıza ve her geçen gün daha da yakıcı bir biçimde kendini dayatıyor. daha yalın yanıtlar ortaya koymamıza vesile oldu. Yaz sürecini de bu hedef doğrultusunda Peki, bu tercihi yapmak neden bu kadar önemli bir yerde değerlendirmemiz gerekiyor. Üniversitelerin kapanmasıyla duruyor? Çünkü biz ya kapitalizmin kar hırsı yüzünden tüm kampuslarda yürüteceğimiz faaliyetler oldukça sınırlı kalıyor. insanlığın giderek yok oluşuna seyirci kalacağız ve biz de Fakat biz politik faaliyetimizi yalnızca bulunduğumuz alan giderek yok olacağız, ya da sosyalizmin bayrağına sarılacak, üzerinden sınırlamıyoruz. Genç komünistler olarak, farklı sermayenin saltanatını yıkıp insanca yaşanabilir bir dünya alanlar üzerinden kendimizi geliştirmek, yeni sorumluluklar kuracağız. üstlenmek, devrimle daha fazla bütünleşmek sorumluluğuyla Tercihini işçi sınıfının ve sosyalizmin bayrağını daha hareket etmemiz gerekiyor. yükseklere çıkarmaktan yana koyan biz genç komünistler, bu Bu yaz dönemini bu hedefler doğrultusunda fabrika yaz sürecini de ortaya koyduğumuz iddianın gereklerine çalışması üzerinden değerlendirmiş bulunuyoruz. Fabrika uygun olarak örgütlemiş olduk. Fabrika çalışması, devrimci çalışmasının, içimizdeki en büyük düşmanımız olan küçükmücadelemizde bir eşik noktası oldu. Yüzümüzü işçi sınıfının burjuva zaaflarımızdan arınmak, bireysel yaşamımızı örgütlü aynasına tutarak, durduğumuz noktada sahip olduğumuz yaşama tabi hale getirmek ve nihayetinde partinin çizgisiyle kimlikle, geri ve eksik kalan yanlarımızla yüzleştik. Şimdi bu bütünleşmek açısından bizlere ileriye dönük bir adım yüzleşmenin ortaya çıkardığı sonuçları bulunduğumuz her attırdığını söyleyebiliriz. Öte yandan bu deneyim bizim için alanda daha ileriye taşımalıyız. Üniversitelerimize bayrağını taşıdığımız işçi sınıfını daha yakından tanımanın döndüğümüzde, partili kimliği, gençlik içerisindeki devrimci bir aracı oldu. Günde en az 10 saatlik çalışma süreleriyle, misyonumuzu en üst düzeyde yaşatma çabasına sarılmalıyız. ücretleri ödenmeyen mesailerle vb. karşımıza çıkan bir dizi Bu yaz sürecinin bize kattığı olumlu sonuçlar ancak sorunla düzenin azgın saldırılarını yakıcı bir şekilde yaşadık. sürekli bilinçte tutulduğu ve daha da ileri taşındığı noktada Sermayenin gözünde işçilerin bir makineden farksız olduğu, anlamlı olacaktır. Önümüzdeki süreçte bu sorumlulukla tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serildi. hareket edeceğiz. Biz üniversitelilerin geleceği de işçi sınıfının önderliğinde Bir Genç Komünist / Ankara yürüyecek devrimci mücadele ile şekillenecek. Bu mücadele

35


Habib Gül ve Ümit Altıntaş...

Onları anmak, daha fazla anlamak ve savaşmaktır! 26 Eylül sabahı Ulucanlar top sesleri, makineli tüfekler ve barut kokusuna uyandı. İnsanlık tarihi bir kez daha utancın ve onurun savaşına tanıklık ediyordu. Tarih boyunca birçok kez karşı karşıya gelen iki karşıt sınıfın temsilcileri bu kez Ulucanlar’da karşı karşıyaydı. Her defasında direniş ve insanlık onurunu yücelten ve yükselten devrimciler ve sınıf devrimcileri vardı namlunun ucunda. O dönem ekonomik-politik çıkmazından kurtulmanın yollarını arayan sermayenin faşist iktidarı ve emperyalist efendileri kirli hesabı aylar öncesinden yapmıştı. O sabah harekete geçen faşist devlet terörü Habip Gül ve Ümit Altıntaş yoldaşların da aralarında olduğu on yiğit devrimciyi Ankara’nın göbeğinde katletti. On’lar kendilerinin ve devletin fiziki gücünün en başından farkındaydılar ve ellerindeki sınırlı olanaklarla silahlara, bombalara karşı çoktan başlamışlardı hazırlanmaya. Çünkü zaferi kazandıracak olan ne silahlar ne de bombalardı! Asıl olan devrimci iradeydi. Faşist devletin saldırıyla hedeflediği, toplumun öncüleri olan devrimcilerin kimliğiydi. Ve Ulucanlar direnişine kadar gözaltılarda, işkencelerde düşmana her defasında diz çöktüren Habip yoldaş, saldırıdan yaklaşık sekiz ay önce bir yazısında “Sermaye devletinin ‘koordine merkezleri ve icra organları’ bir kez daha yenilgiyi tadacaklardır… Bedel ödeyerek kazandığımız mevzileri, bedel ödeterek koruyacağız” diyerek, düşmana devrimci tutsaklar adına en tok yanıtı vermişti. Devrimci kimlik ve devrimci iradenin gücünü, sosyalizme olan sarsılmaz inancı bir kez daha görecekti düşman Ulucanlar cezaevinde, 26 Eylül günü… Kürt-Alevi kökenli Nevzat Çiftçi, ilkokul mezunu bir demirçelik işçisidir. Unutamadığı iki anısı arasındadır hareketle tanıştığı gün. Diğeri ise özgürlük eylemini yapacağı sırada vazgeçen birinin ahmaklığı... Kısa sürede hareketle bütünleşmiş, pek çok gözaltı ve tutuklama yaşamıştır. Üzerinde yakalanan sahte kimliği sahiplenen Habip Gül, süreç içinde partinin önder kadrolarından biri olmuştur. Yazıları ve teorik-politik değerlendirmeleri yoldaşları tarafından aranan Tekoşin’dir artık o. Fedakarlık, direnç ve sosyalizm özlemi Habip’in mütevazı kişiliğinde anlamını ve yerini bulur. Faşizmin zindanları, açlık grevler,i işkenceler, ailesini ve çocuklarını görememek, kısacası dava uğruna yaptığı her şey, bedel ödemek değil tersine daha fazla özgürleşmektir onun için. Bu kararlılığın

36

arkasında yatan güç ise, Partiye olan sarsılmaz güveni, sosyalizme olan inancıdır. Bu inancını düzenin mahkemelerinde şöyle özetlemiştir: “Benim savunmamda yer alan ve iddianamede de altı çizilmiş olan ‘ÇÜRÜMÜŞ DÜZENİNİZİ VE KOKUŞMUŞ DEVLETİNİZİ YIKACAĞIZ’ cümlesine gelince. Bu cümleyi, benim SOSYALİZM idealimi ve bu düzen karşısında konumlanışımı çok net olarak ifade ettiği için, bilinçlice kullandım. Ben örgütlü bir devrimciyim, bir komünistim. Nasıl ki sınıfsal konumunuz gereği, tarih siz yargıçlara, mensup olduğunuz sermaye sınıfının sömürü, soygun, zulüm ve vahşetine toplum nezdinde ‘meşruluk’ sağlama, işçi sınıfı ve emekçileri cezalar yoluyla yıldırıp boyun eğmeye zorlama görevi yüklemişse; aynı tarih bana da, sınıfsal konumum gereği, sizin de mensubu olduğunuz sermaye sınıfının saltanatını yıkma ve benim sınıfsal çıkar ve özlemlerimi ifade eden ‘SOSYALİZM’i ve ‘KOMÜNİZM’i kurma sorumluluğu yüklemiştir. İşte sizin düzeninizi ve devletinizi yıkmak, bu tarihsel sorumluluğum çerçevesindedir. “Bugün artık daha güçlüyüz, çünkü özlemlerimizin kurmayı ‘PARTİMİZİN AYAK SESLERİ DAHA ŞİMDİDEN DUYULUYOR!’” Ümit yoldaş vurulduğunda Habip’i ağlatan ve yoldaşlarını korumak için mermilerin üzerine yürüten bu güçtür. Çok değil belki birkaç gün öncesinde sosyalizmin ülkesinde birlikte hayal kurduğu, caddelerinde, sokaklarında birlikte dolaştığı, sorunları çözmek için canla başla birlikte çabaladığı, verilen her emekte, alınan her santim yolda büyük bir payı olan, özlemlerimizin kurmayı partimizin “düşünen ve savaşan” öncü militanlarından Ümit yoldaştır vurulan. “Geceyle batmayan güneş”... Bu üç sözcük, her devrimciye çok şey anlatmalıdır Ümit yoldaş hakkında. Ümit yoldaş, ‘91 yılında hareketle ilişkiye geçmiş ve gençlik çalışması içerisinde hızla ilerlemiştir. Teorik-düşünsel gücü kısa sürede dikkat çeken Ümit yoldaş, en başından itibaren hareketin ve devrimin çıkarları doğrultusunda yenilenmeyi başarmıştır. Dinamizmini, düşünsel-pratik gücünü kavganın en zor dönemlerinde devrimin ve partinin çıkarları için seferber etmiştir. 27 yaşında şehit düşen Ümit Altıntaş yoldaş, partinin merkez komite üyesidir.


Yoldaşlık duygusunu ve o bağı öyle güzel anlatmıştır ki Ümit yoldaş, “yoldaşlık gerektiğinde üzerine gelen kurşunları bile paylaşmaktır” diyebilmiştir. Sosyalizme olan inancı, partiye ve yoldaşlarına olan bağlılığı söyletmiştir bunu ona. Yaşamı boyunca da öyle sevmiş, değer vermiş, sahiplenmiş, mutluluklarını olduğu gibi sıkıntılarını da paylaşmıştır yoldaşlarıyla. Bunu göstermekten ve karşısındakine hissettirmekten kaçınmamıştır. Söylediklerinin lafta kalmadığını Ulucanlar katliamında en ön saflarda dövüşerek dosta düşmana kanıtlamıştır. Okuduğu Yıldız Teknik Üniversitesi’nde 5-6 metre yüksekliğindeki duvara yazılama yaptığında, şaşkınlıktan bunun nasıl yapılabileceğini düşünenlere cevabı ise, “Yaratıcılığın sonu isyanın sınırı yok!” olmuştur. Bütün bunlardan, bu iki yoldaşın kapasitelerini nasıl ve ne için kullandıkları, kendilerini hangi ihtiyaçlara göre eğittiklerini görebiliyoruz. İşçi Nevzat’tan devrim işçisi Habip Gül’e, orta sınıf mensubu bir aileden gelen öğrenci Ümit’ten “partinin özü ve özeti” Tuna’ya… Bütün yönleriyle devrimci kimliği yoğuran, pekiştiren ve cisimleştiren örnekleri görüyoruz karşımızda. Katilleri “öldürdük” diye sevinedursun, onları anlayarak her gün daha fazla yaşatacağız! Şehit yoldaşlarımızı daha fazla tanımak, onların yaşamından öğrenebileceğimiz çok şey olduğunu bilmek ve bize bıraktıkları değerleri daha ileri taşımak için daha çok çaba harcamak sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Onları ancak bize bıraktıkları mirası sahiplenerek, tanıyarak ve anlayarak yaşatabiliriz.

Bir tarihin canlı tanığı: Ulucanlar Neleri görmedi o soğuk duvarlar, neleri işitmedi avludaki kavak ağacı... Ulucanlar cezaevi ya da diğer adıyla Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nın tarihi 1920’lere dayanır. 1923 yılında askeri depo olarak yapılmış ve 1925’te cezaevine dönüştürülmüş. Üç çeyrek asırı geçkin yaşamında bir zaman yolculuğuna çıksak kimleri görmeyiz ki. 1970’lerle hızlanan Türkiye’deki siyasal yaşam ve devrimci mücadeleyle beraber bir han oldu adeta devrim yolcularına Ulucanlar... Denizler MarksizmLeninizmin yüce ilkelerini yaşattılar son nefeslerinde ve avlusunda haykırdılar Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini... Yılmaz Güney Duvar filminin konusunu Ulucanlar’dan aldı... Uçurtmayı Vurmasınlar filminin mekânıydı kadınlar koğuşunun avlusu. Erdal Eren’in yiğitçe ölüme gitmesine tanıklık etti aynı kavak ağacı... Saymakla bitmeyecek zengin bir devrimci siyasal ve kültürel mirasa sahip bir cezaevi Ulucanlar. Ama aynı zamanda nerede devrimci değerler yükseliyorsa orada insanlık işkenceyle sınanıyordur. Zorbalık, zulüm ve idamlar kol geziyordur. Madalyonun öbür yüzünde kimler yoktu ki... Kontr-gerilla şefleri, ‘99’daki faşist katliamın tetikçileri... Nice idamlara, işkencelere, zulme şahitlik ettiyse Ulucanlar, bir o kadar da yiğitlik destanlarına konu oldu. Direnişin, onurun, devrimci değerlerin ne demek olduğunu gördü duvarları. Tarih ‘96’yı gösteriyor... Ölüm Orucu direnişi F tipi hücre saldırısını püskürtüyor. Ölüm oruçlarında şehit düşenler bayraklaşıyor Ulucanlar’da da ve bu yiğitlikle bayraklaşıyor Ulucanlar... Yıl ’99... Faşist sermaye devleti yönünü ve hedefini iyi saptamış: “Toplumsal muhalefet en ileri ucundan, Ulucanlar’dan kırılacak”! Ulucanlar Ulucanlar olalı böylesi bir katliam görmedi. Topuyla, tüfeğiyle, kimyasal gazlarıyla, iş makinalarıyla bir katliam gerçekleştiriyor, tarihi işçi-emekçi kanı üzerinden yükselen devlet... Bu katliam insanı insan yapan bütün erdemlerin direncine çarpıyor ve Ulucanlar’daki devrimci tutsakların destanı yazılıyor. Ulucanları Ulucanlar yapan belki ‘99’du ama o bütün bir tarihiyle devrimci siyasal mücadelenin tanığıydı. Duvar, avlu ve kavak ağacı olmaktan çıkarak insan iradesinin, devrimci değerlerin sembolü haline geldi zamanla. Bundan dolayıdır ki, sermaye devleti vaktiyle topuyla, tüfeğiyle yapamadığını sinsice yollarla başarmaya çalışıyor. Ulucanları bir kültür-sanat kompleksine çevirerek kan ve can bedeli yaratılan değerleri bozmak, yozlaştırmak, anlamından koparmak istiyor. Zannediyor ki, Ulucanlar’ın duvarlarını yıkarsa sergilediği vahşet unutulacak, kavak ağacını sökerse insanlar idamları hatırlamayacak... Bir de türkü tutturmuş Ulucanlar tarih oldu diye. Oysa görecek zamanı geldiğinde, işçiler ve emekçiler sermaye düzeni ve devletinin duvarlarını yıkarken, görecek kimin tarih olduğunu... K.Deniz

37


2010 Avrupa Kültür Başkenti : Sermayeye yer açmak Kapitalist üretim, doğası gereği kuralsız ve kendi sonunu hazırlayan bir hızda sürerken, hayatın her alanında ciddi dönüşümlere ihtiyaç duymaktadır. Eğitimden sağlığa, tüketim alışkanlıklarından eğlence sektörüne kadar hayatın her alanını işleyişine uygun biçimde düzenler. Kent ölçeğinde baktığımız zaman, bu düzenlemelerin fiziksel alanlara ihtiyaç duyacağı açıktır. İnsanların hafta sonu izinlerini dev alışveriş merkezlerinde, ellerine geçen parayı harcayarak geçirmeleri dayatılan bir alışkanlık ise, bu alışkanlığın istenilen şekilde gerçekleşmesi için de kentin mekânsal anlamda düzenlenmesi, bu alışveriş merkezlerine parseller ayrılması gerekmektedir. Bu küçük örnekten yola çıkarak, günümüzde dünya kentlerinin, sermaye sahipleri tarafından şekillendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Sermaye ihtiyaç duyduğu fiziksel alanları gerek doğayı tahrip ederek, gerek tarihi mirasa zarar vererek uzun yıllardır gerçekleştiriyordu. Ancak kapitalizmin tehdit ettiği her kent gibi İstanbul da bugün çok daha kapsamlı bir yıkım ile karşı karşıya. Zira hemen hemen tüm kentler, kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için belli dönemlerde sancılı bir takım yıkımlar ile karşı karşıya kalırlar. Özellikle İstanbul gibi tarihi geçmişi olan büyük kentlerde mevcut yapılı çevrenin yeniden düzenlenmesi, bir başka deyişle “kentsel dönüşüm” söz konusu olduğunda, binlerce insan zorla yerlerinden edilerek yaşam alanlarından, işlerinden, kültürlerinden uzaklaştırılıyor. Sulukule ve Tarlabaşı gündemde en çok yer alan konular. Bunlar şehrin gerçek anlamda kalbinde yerlerdir. Buralarda yaşayanların ödeyebilecekleri miktar, yatırımcıların biçeceği değerin yanında neredeyse hiçtir. Yani ortada büyük bir rant sorunu vardır. Bu da, barınma hakları burjuvazi tarafından hiçe sayılan yoksulların yerlerinden edilmesi demektir.

2010 Avrupa Kültür Başkenti: İstanbul Sermaye, kentlerin kendi gerçekliğini maskeleyerek ortaya tozpembe bir fotoğraf koymaya çalışır. Olimpiyatlar sebebiyle en son Çin’de tanıklık ettiğimiz bu durum güncel bir biçimde önümüzde duruyor. Etkinlik için hazırlanan yapılar medya ve sermaye uşaklarına göre Çin’in değişen yüzü idi. Çin modern bir devlet olarak dünyaya gücünü gösteriyordu. Ne var ki gerçek gösterilmeye çalışıldığından çok farklı idi. Zira etkinliğin gözdesi olmuş “Kuş Kafesi” adlı stadyum yapısı gerçekten de emperyalist sömürünün zenginliğine yaraşsa da, bir yandan kameralara yakalanmaması için cepheleri dev örtüler ile örtülen yoksul bakımsız binalar ve mahalleler de aynı ülkedeydi. İşçilerin insanlık dışı çalışma koşullarında tamamladıkları tüm bu gösteriş yanında açlık ve yoksulluk ülkede devam etmekteydi. Bugün İstanbul da, 2010’u aynı ikiyüzlülük ile karşılamaya hazırlanıyor. Gerçekleştirilmek istenen dönüşüm kültürel zenginlik, tarihsel birikim gibi gösterişli cümlelerle maskelenirken, tıpkı Çin’deki bakımsız binaların üzerinin örtülmesi gibi, “steril kültüre” aykırı ne varsa üstü örtülüyor, hatta ortadan kaldırılıyor. Sulukule’de dünyaca tanınmış Roman müzik geleneğini yaşatanların şehrin dışına sürülmesi, Tarlabaşı’nın bugünkü kullanıcılarından yok pahasına satın alınarak yok edilmesi… Kısaca 2010’a yakışmayan ne varsa ya yok edilecek, ya gözden uzağa itilecek. Yani İstanbul, kültür başkenti olurken, bu kültürü yaratanlar görmezden gelinecek. 2010, ne şehrin arkeolojik zenginliğini (2010 kapsamında acele ile Marmaray’a kurban edildi) ne kültürel zenginliğini (Sulukule bilinen en eski Roman yerleşimi, doğal olarak Roman kültüründe insanların yaşadıkları çevre ve o çevrede birbirleri ile kurdukları ilişki belirleyici iken dönüşüm projesi ile bu yok ediliyor) ne kentin ortak tarihinde bir dönemi ifade eden Tarlabaşı ve mimarisini korur. Tarlabaşı’nda mimari esasen Osmanlı veya İslam mimarisinin dışındadır. Çünkü sahipleri imparatorluğun müslüman olmayan vatandaşlar idi. Ne var ki bir döneme ışık tutarak tarihsel bir önem taşır ve kentin kimliğinin oluşmasında tartışmasız rol oynamış başta Rum ve Ermeni ailelerin unutulmaması gereken anılarına sahiplik yapar. Ancak burjuvazi tam bir aymazlıkla kendince bir mimarlık, kültür ve tarih yaratmaya uğraşır.

2010 İstanbul: Emperyalist kültürün, finansın ve ekonominin kalbi Bu yaşananlar ne rastlantısaldır ne de hesaplanamayan bir hata. Bunlar tıpkı sosyal hakların yasalarca sistematik bir biçimde gasp edilmesi gibi, sömürünün kentte mekânsal olarak da devam etmesidir. İnsanların zorla yerlerinden edilmesi, ortak mirasın kepçeler ile yok edilmesidir. Ortaya konan düzenleme, boşalan yerlere öngörülen iş merkezleri, korunaklı siteler ve pahalı dükkânlar ile şehrin bölümler halinde işçi ve emekçilere, o zenginlikleri üretenlere yasak edilmesidir. Varsıl ve yoksul arasında kalınlaşan fiziksel çizgilerinsınırların kalıcılaşmasıdır. Yani kavganın sınıf karşısında mekânsal olarak da saldırganlaşarak, barbarca sürmesidir. 2010 ile yaratılmaya çalışılan iyimser tablodan faydalanacaklar ise finans ve ekonomi devlerinden başkası olmayacaktır. 2010, düzenin arzuladığı kültürü ve kenti yaratma çabasında bir adım, bizler için de adaletsizliğin kentte mekânsal anlamda artarak sürmesidir.

38




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.