EG 112. sayı

Page 1



Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 6 Kasım’da mücadele alanlarına

Gençlik bugün hiç olmadığı kadar geleceksizlik saldırısıyla yüzyüzedir. Kapitalist düzenin krizi, meclisten geçirilen ve yürürlüğe konan SSGSS yasası, ırkçı-şoven kudurganlıkla bilinçlerin teslim alınmaya çalışılması bu düzenin biz gençliğe hiçbir gelecek sunamayacağının göstergeleridir. Laikdinci taraflaşmalarına bizleri alet etmeye çalışanlara karşı gençliği gelecek ve özgürlük özlemiyle, devrim ve sosyalizme kazanmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Bu bilinçle 6 Kasım alanlarına çıkmalı, düzenin üzerimizdeki kara bulutunu mücadelenin rüzgârıyla dağıtmak için harekete geçmeliyiz.

Büyüyen kriz, büyüyen geleceksizlik! Kapitalizm büyük bir kriz içerisinde debeleniyor. Faturayı işçi ve emekçilere ödettirerek kokuşmuş savaş ve sömürü düzenini devam ettirmek için elinden geleni yapıyor. Düzenin efendileri çöken bankalar ve sermaye devleri için dünyanın dört bir yanında kurtarma planları yapıyor. “Ekonomi tıkırında” lafazanlıklarına karşın Türkiye’nin de krizden dolaysız olarak etkilendiği açıktır. Borsanın düşmesi üretimi de etkilemekte, işsizler ordusunun sayısı gün be gün artmaktadır. Kapitalizmin gençliği diplomalı işsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm etmesi, yetkin mühendislik, sözleşmeli kölelik, stajyer avukatlık, aile hekimliği gibi uygulamalarla mezuniyeti anlamsız kılması, çalışanları ise sefalet koşullarına mahkûm etmesi, bu düzende hiçbir gelecek umudunun olmadığının yalnızca birkaç örneğidir. Süregelen geleceksizlik saldırılarına meclisten geçirilerek uygulamaya konan SSGSS yasası ile bir yenisi daha eklenmiştir. Emeklilik bir hayal haline getirilmiş, sağlık hakkı gaspedilmiştir. “Düzenin sözcüleri bile kapitalist rejimin krizinin ‘dünyayı cehennemin eşiğine taşıdığını’ söylüyorlar. Dünyayı bu cehennemden kurtarmanın yegâne yolu, kapitalizmi cehennemin dibine sürüklemekten geçiyor.” (Kızıl Bayrak, sayı: 2008/40, 10 Ekim 2008). Kriz gençliğin gelecek sorununu daha da derinleştirecek, eğitimin ticarileşmesi daha da boyutlanacaktır. Gençliğe kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğunu, sosyalizmin ise her zamankinden daha güncel bir ihtiyaç olduğunu anlatmalıyız. 6 Kasım’da, “Krizin faturası kapitalistlere!” diyerek, krizin sonuçlarının omuzlarımıza yüklenmesini reddetmeliyiz.

Kürt halkına yönelik ırkçı-şoven saldırganlığa karşı yaşasın halkların kardeşliği! Kürt halkına yönelik ırkçı-şoven saldırganlık her geçen gün tırmandırılmaktadır. Balıkesir örneğinde olduğu gibi, devletin planlı bir şekilde yürüttüğü düşmanlaştırma politikası, imha ve inkâr saldırısı, Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmayı, ona boyun eğdirmeyi hedeflemektedir. Irkçı-şoven gericilikle toplum sersemletilerek, düzene yedeklenmeye çalışılmaktadır. Kürt halkının haklı mücadelesine dönük kirli savaşa, geçtiğimiz günlerde meclisten geçirilen tezkereyle yeni bir boyut kazandırılmaktadır. Bize düşen görev, Kürt halkının haklı taleplerini ve özgürlük mücadelesinin desteklemek, Türk ve Kürt gençliğinin düzene karşı ortak mücadelesini örebilmektir. Kürt gençliğinin özgürlüğe kavuşmasının tek yolunun, mücadelenin ortaklaştırılmasından geçtiğini anlatabilmektir. Kürt halkına yönelik saldırılara, düşmanlaştırma ve etnik taraflaştırma politikasına karşı “Eşitlik, kardeşlik, Kürt ulusuna özgürlük!” şiarı, 2008 6 Kasım’ında yükselteceğimiz şiarlardan biri olmalıdır.

Birleşik, kitlesel ve devrimci bir 6 Kasım süreci için mücadeleye!

Her yıl önemle vurguladığımız gibi, 6 Kasım takvimsel bir eylemlilik olarak ele alınmamalı, politik bir eylemlilik süreci olarak örülmelidir. 6 Kasım süreci, gençliğe yönelik saldırılara karşı ortak bir mücadele hattının örülmesinin ve mücadelenin alanlarda güçlendirilmesinin bir manivelasına dönüştürülmelidir. Bunu başarabilmek, ilerici ve devrimci gençlik güçlerinin birleşik, kitlesel ve devrimci bir 6 Kasım örgütleme sorumluluğuyla hareket etmeleriyle olanaklıdır. 6 Kasım bir sürecin sonu değil, gençlik mücadelesinin bir basamağı olarak ele alınmalıdır. 6 Kasım süreci her yerelde, gençliğin önünü açacak ve mücadeleyi bir adım ileriye taşıyacak bir şekilde planlanmalı ve hayata geçirilmelidir. Bu ise, öğrenci gençliğin yaşam alanlarına politikanın ötesinde, eylemlerin taşınmasıyla başarılabilir. “Birleşik bir 6 Kasım süreci çerçevesinde üniversitelerde yoğun ve ısrarlı bir faaliyet örülmeli, yanı sıra kitle inisiyatiflerini açığa çıkarabilecek araçlar tanımlanabilmelidir. Yalnızca siyasal gençlik gruplarının örgütlü güçlerine daralan bir 6 Kasım eylemini aşabilmek için bu son nokta ayrı bir önem taşımaktadır” (Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 6. Toplantısı Sonuç Bildirgesi) 6 Kasım eylemlilikleri her yerelde örgütlenebilmelidir. Kimi yereller için kazanılmış mevzilerin kalıcılaşması, kimi yereller için ileriye taşınması, kimi yereller içinse mevzi kazanma hedefiyle hareket edilmelidir. Her yerelde fiilimeşru eylemler örgütlenmeli, bir takım gerici kaygılara, “rahat eylemler”, “insanların korkusuzca katılabileceği eylemler”, “çatışmasız eylemler” anlayışına karşı durulmalıdır. “Bu seneki 6 Kasım eylemi için de eylem alanına ve eylem tarzına yönelik biçimsel tartışmaların yapılması olasıdır. Genç-Sen’in çağrıcılığını yapacağı bir Türkiye merkezli 6 Kasım mitingi önerisi henüz somutlanmış olmasa da, bu tür tartışmalardan biri olmaya adaydır. Geçmiş tartışmalarda ‘insanların daha rahat katılabileceği eylemler’ türünden argümanlar ileri sürülebilmiş, ‘üniversitelerde afiş asmanın anlamı yok’ yaklaşımları sergilenebilmiştir. ‘Sorunsuz’ bir eylem süreci örgütleme anlayışının ürünü bu tür tartışmalar teşhir edilmelidir. 6 Kasım, gençliğin güncel mücadele taleplerini işleyen ve geniş gençlik yığınlarının eylemsel sürece doğrudan katılabildiği birleşik, kitlesel, militan bir biçimde hayata geçirilmelidir. Bu eksen üzerinden inşa edilecek yerel fiilimeşru eylemler, Türkiye merkezli bir miting tartışmasının sonucundan bağımsız olarak, mutlaka örgütlenebilmelidir. Eylemsel süreçte, gençliğin mücadele gündemleri üniversiteler temelli işlenebilmeli, yerel ayakların oluşturulması doğrultusunda müdahaleler yapılabilmelidir.” (Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 6. Toplantısı Sonuç Bildirgesi) Önümüzdeki süreçte genç komünistlere düşen görev, kapitalizmin çelişkilerinin biriktirdiği tepkileri yeni bir dünya özlemi ve mücadelesiyle birleştirebilmek, gençliğin özgün sorunlarını düzenin teşhirine konu edebilmek ve gençliğin örgütlenme sorununu politik ve ilkesel ortaklıklarla çözüme kavuşturma iradesini ortaya koyabilmektir. 6 Kasım sürecinde yürüteceğimiz çalışma da bu hedeflere bağlanacaktır. Bu hedefler doğrultusunda güne yüklenmeli, geleceği kazanmalıyız! Ekim Gençliği

3


YÖK’ün karanlığına karşı mücadeleyi yükseltelim! “Kuzu gibi olun diyorlar, büyüyüp gelişince koyun gibi gütmek için sizi” Can Yücel

Tüm bunlar karşısında gençliğin öncelikli görevi, YÖK’e ve onun antidemokratik uygulamalarına karşı mücadele ederken, bu mücadelenin sisteme karşı mücadeleyle bağlarını kopartmadan ilerleyebilmek olmalıdır. Gençlik ancak, eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim hakkı için mücadele ederek ve bu mücadeleyi işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirerek YÖK’ten ve bir bütün olarak bu sistemin karanlığından kurtulabilir.

4

Kuzu gibiydik önceleri, çocukluğumuzun terkedilmiş ilkokullarında tahta sıralarda düşünmemeyi, konuşmamayı, boyun eğmeyi öğretmeye çalıştılar bize. Yerimize düşünecek, yerimize konuşacak birileri vardı nasılsa. Şimdi büyüdük ve binbir hayalle geldiğimiz üniversitede koyun gibi güdüyorlar bizi. Yerimize düşünenler, yerimize konuşanlar şimdi farkına bile varmamıza izin vermeyecek kadar sinsice, her gün her dakika ne yapacağımızı fısıldıyorlar kulağımıza. Ve bugünümüz, geleceğimiz onların ellerinde. Dört bir taraftan kuşatılmış geleceğimiz. Yasalarıyla, yönetmelikleriyle, disiplin cezalarıyla… Bakıyorlar, besliyorlar! Ve en yararlı hale getirmeye çalışıyorlar bizi insanlığa, ülkemize, topluma. Peki, nasıl yapıyorlar bunu? Nasıl böyle ustaca, usulca ve hatta böyle güzelce süsleyerek herşeyi, bizi birer koyun sürüsü gibi güdüyorlar yıllardır. Bize koyunluğumuzu bile farkettirmeden... Bizim koyunların hikâyesi 1980 askeri faşist darbesiyle başlıyor aslında. O dönem yükselen toplumsal muhalefet ordunun ve emperyalistlerin işbirliğiyle bastırılıyor. Devrimciler, işçiler, muhalif ilerici öğrenciler katlediliyor, tutuklanıyor, devlet destekli çeteler tarafından sokaklarda binlerce insan vuruluyor. Ve tabii ki böylesi bir dönemin ardından yetişecek yeni neslin “uslu” durabilmesi, onlar için özel, çeşitli önlemler almayı gerektiriyor. 12 Eylül döneminin cumhurbaşkanı Kenan Evren, yine aynı dönem yaptığı bir konuşmada, ‘80 darbesinin etkilerinin iki kuşak sonra görülmeye başlanacağını söylüyor. Ve yavaş yavaş biz minicik kuzular dinlemeye başlıyoruz sözlerini, 12 Eylül’ü yaşamış, sindirilmiş, korkutulmuş büyüklerimizin de baskısı altında. Peki, nasıl dinletiyorlar bize sözlerini? Öncelikle 6 Kasım1981’de “Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren kişiler yetiştirmek!” amacıyla Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kuruluyor. YÖK’ün asıl amacı, tam da tanımlandığı gibi devletine bağlı, sistemin, sermayenin çıkarlarına sonuna dek hizmet edecek, artık bize ilkokul yıllarından itibaren öğretilmeye başlanacak olanların dışına çıkmayacak bireyler yetiştirmek. Tüm bunları hızlıca gerçekleştirmek için biçilmiş bir kaftan olan İhsan Doğramacı 12 Eylül Askeri Konseyi tarafından ilk YÖK başkanı olarak atanıyor. Bu amaç doğrultusunda icraatlarına başlıyor. Binlerce öğretim üyesi ve yardımcısı kovuluyor, üniversite özerkliği tümüyle rafa kaldırılıyor, tek yetkili rektör kılınıyor, paralı eğitimin önü açılıyor, binlerce öğrenci okuldan atılıyor, binlercesi okuldan uzaklaştırılıyor, yönetimlere düzene uygun kişiler atanıyor, kitaplar yasaklanıyor... Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi YÖK, üniversiteleri bilimsel her türlü öğeden ve düşünen sorgulayan ve mücadele eden öğrencilerden temizleme, bunun yerine koyun gibi güdebileceği, uyumlu, karşı çıkmayan, derslerinden ve kendinden başka hiçbir şey düşünmeyen, her türlü sömürüyü sindirebilen bir gençlik yaratma görevini başarıyla yerine getirmiş bulunuyor. Bugün de YÖK bir dizi uygulamayla baskıcı ve gerici koşullar yaratarak, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda icraatlarına devam ediyor. Ama kurulduğu dönemden farklı olarak bunu bugün, üniversiteleri çağdaşlaştırdığını, yasakları kaldırdığını, üniversiteleri bilimin ve özgürlüğün yuvası haline getirdiğini iddia ederek ve bunları bizlerin de içselleştirebilmesini sağlayarak yapıyor. Üniversitelerin kapılarını sermayeye sonuna kadar açıyor. Bilimsel araştırma ve teknolojik gelişme adı altında büyük şirketlerle ve bunların yurtdışındaki ortaklarıyla anlaşmalar yapıyor. Onların ihtiyaç duyduğu konularda araştırma-geliştirme (AR-GE) projeleri hazırlatıyor, bilim ve teknolojiyi tümüyle burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda kullanıyor. Üniversiteleri büyük şirketlerin yan kuruluşları haline getiriyor, en başarılı öğrencileri bu şirketlerde burjuvaziye hizmet etmeye teşvik ediyor. Devlet üniversitelerine kaynak olmadığını iddia ederek bütçeden ayrılan payı düşürebiliyor, ancak özel üniversitelere bedava arazi tahsis etmekte gayet cömert davranabiliyor. İşte tüm bunlar bugün üniversite-sermaye işbirliğinin geldiği noktadır ve YÖK yeniden yapılandırma kılıfıyla bu işbirliğinin üniversitelerdeki dayanağını oluşturan kurumdur. Bugün de YÖK kuruluş amacından sapmadan, üniversiteleri bilimsel eğitimden ve bundan yana kadrolardan temizlemeye devam ediyor. Üniversitelerdeki devrimci ve ilerici öğrenciler üzerinde büyük bir baskı aygıtı rolünü de üstlenmiş olan YÖK, muhalif tüm unsurları denetim altına almaya çalışıyor. Anti-demokratik uygulamalarla öğretim üyelerini ve öğrencileri hizada tutmak için elinden geleni yapıyor. Egemen sınıfın ideolojisinden farklı düşünen öğrencilerle mücadele edebilmek için kampüslere polisi ve güvenlik birimlerini sokarak, öğrencileri potansiyel suçlu olarak gördüğünü kanıtlıyor. Cumhurbaşkanı tarafından atanan son YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan son derece rahat bir


biçimde, diğer ülkelerde eğitimin paralı olduğunu, ülkemizde de paralı olması gerektiğini söyleyebiliyor. Bir öğrencinin “Herkes üniversite mezunu olmalı mı?” sorusuna YÖK başkanı şu cevabı veriyor: “Hayır, olmamalı. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. İsteyene 8-10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu… ABD’de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, hiç kimseyi üniversiteye taşımamak. Sadece belli sayıda insanı taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür.” Asıl amacının üniversiteleri demokratik, özgür, çağdaş her türlü baskıdan kurtulmuş yerler haline getirmek olduğunu söyleyen Özcan, kısa bir süre sonra bu açıklamayı yapıyor. Bu örnekler üniversite-sermaye işbirliğinin hangi boyutlarda olduğunu gösteriyor. Üniversitelerimiz bugün kapitalizmin bekçilerinin elbirliği ile birer ticarethaneye dönüştürülüyor. Herşeyiyle egemen sınıfın ideolojisini güçlendiren, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden, akademik taleplerimizi engelleyen, özgürlüklerimizi kısıtlayan ve bizleri geleceksizliğe mahkûm eden yerler haline getirilmeye çalışılıyor. Tüm bunlar karşısında gençliğin öncelikli görevi, YÖK’e ve onun anti-demokratik uygulamalarına karşı mücadele ederken, bu mücadelenin sisteme karşı mücadeleyle bağlarını kopartmadan ilerleyebilmek olmalıdır. Gençlik ancak, eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim hakkı için mücadele ederek ve bu mücadeleyi işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirerek YÖK’ten ve bir bütün olarak bu sistemin karanlığından kurtulabilir.

Anadilde eğitim için mücadeleyi yükseltelim! Her eğitim-öğretim yılıyla Kürdistan’da yeni bir asimilasyon dönemi de başlar. Haftayı açan ve kapatan İstiklal Marşı’ndan her sabah okutulan andımıza kadar her şey “varlığını Türk varlığına emanet etme”nin beyne kazınmasıdır. Yeni eğitim dönemine, TZP Kurdi’nin (Kürt Dil Hareketi) başlattığı “Edi bese, Kürt diline eğitim hakkı tanınsın” kampanyası çerçevesinde ders boykotlarından yürüyüşlere kadar birçok eylemle başlandı. Kürdistan’da ve birçok metropolde ilk ve orta öğretim öğrencileri bu yıla başlarken, asimilasyon ziline değil boykot çağrısına kulak verdiler. Kürdistan’ın birçok il ve ilçesinde “Edi bese em perwerdahiya bı zimane xwe dıxwazın!” (Artık yeter, anadilde eğitim istiyoruz!) şiarı yükseltildi. “Zimane me çanda me ye!” (Dilimiz kültürümüzdür!), “Zimanê me rumeta me ye!” (Dilimiz onurumuzdur), “Em zımane xwe duxwazın!” (Dilimizi istiyoruz!) sloganları binlerce kişi tarafından sıkça haykırıldı. Batman’daki yürüyüş sonrasında bir konuşma yapan öğrenci Rezan Bilir’in, “Ben yine anadilimi evde bırakıp okula gideceğim. Öğretmenlerimiz yine bizimle yabancı dille konuşacak. Bir saniyeliğine durun ve düşünün, kendinizi benim yerime koyun ve çocuklarınızı bizim yerimize koyun, bakın ne kadar zor olacak her şey.” sözleri, sömürgeleştirilmiş bir coğrafyanın anadilde eğitim özlemini anlatmaktadır.

Yasaklı bir dil: Kürtçe! Bir halkın dilini yasaklamak, onu susturmaktır. Bir halkın dilini yasaklamak, kültürünü unutturmaktır. Bir halkın dilini yasaklamak, tarihini silmektir. Bir halkın dilini yasaklamak, onu yok etmeye çabalamaktır. Sermaye cumhuriyeti kuruluşundan itibaren “tek dil, tek millet” anlayışıyla hareket ederek, yaşamın her alanında bunu yaygınlaştırmaya çalıştı. Resmi dil Türkçe ilan edilerek, bu coğrafyada yaşayan diğer ulus ve milliyetler daha başından görmezden gelindi. “Birlik- beraberlik”i sağlamak adı altında, Kürt ulusu ile diğer azınlık milliyetleri boyunduruk altına alma, asimile etme hedefiyle hareket edildi. Burjuva cumhuriyetin ilanından bu yana Kürt halkına dönük imha, inkâr ve asimilasyon politikaları uygulanıyor. Bunun bir ayağı olarak anadilde konuşma ve eğitim görme yasaktır. AB uyum süreci adı

5


altında yasal bazı değişiklikler yapılsa da, özünde Kürt diline dönük baskıcı, yasakçı zihniyette hiçbir değişim olmamıştır, bu topraklarda Kürtçe hala yasaklıdır. Kürt halkı kendi dilini konuştuğu için saldırılara uğramaktadır. Kürt aydın ve yazarlarına Kürtçe kullandıkları için davalar açılıp tutuklama kararları çıkarılmaktadır. İmralı’da Kürtçe konuşma yasaklanmakta, F tiplerinde Kültür Bakanlığı bandrollü Kürtçe kaynak toplatılmaktadır. Eğitim-Sen gibi kimi kurumlar, tüzüklerinde anadilde eğitim maddesi bulunduğu için kapatılmayla karşı karşıya kalmaktadır. Bir etkinlikte ismi Rojda olan bir kız çocuğu şiir okuyacağı için etkinlik iptal edilebilmektedir. İsmi Berxwedan olan bir kimseye, yedi yıldır, ismindeki ‘x’ ve ‘w’ harfleri bahane edilerek kimlik verilmeyebilmektedir.

Sadece anadil eğitimi değil, anadilde eğitim! İnsanın düşünebilmesi, anlayabilmesi, sorgulayabilmesi, kavrayabilmesinde anadilinde eğitimin önemi tartışmasızdır. Tüm bilimsel araştırmalar, zihinsel gelişim ve başarı açısından anadilde eğitimin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa bu ülkede çok sayıda çocuk, yedi yaşına gelip okula gittiğinde, ilk defa duyduğu bir dille eğitim görmek zorunda kalmaktadır. Anadil ana kucağından itibaren öğrenilen dildir. Bir çocuk eğer birinci sınıfa başladığında kulağına ilk defa çalınan bir dilde eğitim görmek zorunda kalırsa, ne gibi zorluklar yaşayacağı yeterince açıktır. Anadilde eğitim hakkı, yaşanan birçok eşitsizliğin yanısıra gasp edilmektedir. Eğitimin ticarileşmesi yakıcı bir sorun olarak gençliğin karşısında dururken, bu sorun Kürdistan’da daha özgün boyutlar taşımaktadır. Kürdistan’da eğitim sermaye düzeni tarafından bir asimilasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Yatılı bölge okulları bu noktada önemli bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Yaşam alanlarından koparılan genç beyinlerin önce ana dillerini konuşmaları yasaklanmakta, sonra resmi ideoloji ile eğitilmektedir. Geçmişlerini unutmaları istenmekte, bütün bir tarihleri silinmeye çalışılmaktadır. Bugün sermaye devletinin “kırıntılar verebilirim” yaklaşımına paralel olarak, anadil eğitimi ve anadilde eğitim söylemleri üzerinden laf cambazlığı yapılmaktadır. Oysa Kürt halkının anadil eğitimine ihtiyacı olmamalıdır. Kendilerine ait olan bir dili öğrenmeye, anadil dersi, kursu vb. görmeye ihtiyaçları kalmamalıdır. Ancak sermaye düzeninin imha, inkâr ve asimilasyon politikaları sonucu milyonlarca Kürde anadili dahi unutturulmuş durumdadır. Bugün Kürt halkı eğitim-öğrenimi kendi dilinde görme talebini yükseltmektedir. Açıktır ki, Kürt halkının son derece haklı ve meşru olan bu talebi, televizyonlarda birkaç dakikayla sınırlı göstermelik programlarla üzerinden atlanacak bir talep değildir. Kürt halkının, bilimi, felsefeyi, sanatı vb. kendi dilinde kavrama ve çözümlemeye ihtiyacı vardır. Sadece anadili öğrenmeye dönük bir eğitim ile bunun mümkün olamayacağı açıktır.

Anadilde eğitim için mücadeleye! Kişi için eğitim nasıl temel bir ihtiyaçsa, bunu kendi dilinde görmesi de aynı ölçüde ihtiyaçtır. Ne var ki, Kürt hareketinin bu talep çerçevesinde ortaya koyduğu söylemler sıkıntılıdır. Kürt hareketinin geldiği noktayla birlikte, anadilde eğitim talebini dillendirme biçimi ve mücadelede izlenen çizgi düzen sınırlarına hapsolmuş durumdadır. Anadilde eğitim talebi yükseltilirken AB kriterlerinin dayanak gösterilmesi ve AB’ye uyum sürecinde Türk devletinin anadil talebini kabul etmemesinin kendisi için eksi puan olacağının ifade edilmesi bunun ifadesidir. Sermaye devleti Kürt halkının birçok talebi gibi anadilde eğitim talebi karşısında da gerici tutumunu sürdürmektedir. Yıllardır asimilasyon politikalarıyla Kürt halkının karşısına dikilen sömürgeci devletten, kendisine umut bağlar bir şekilde çözüm beklemenin hiçbir gerçekçi yanı yoktur. Anadilde eğitim talebi hem baskı ve asimilasyona karşı mücadeleyle birlikte ele alınmalı, hem de hem fırsat eşitsizliği üzerinden eşit ve parasız eğitim talebiyle birleştirilmelidir.

Gerçek özgürlük ve eşitlik sosyalizmde! Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesinin gerçek ve kalıcı çözümü sosyalizmle mümkündür. Ulusların eşitliğini, özgürlüğünü, gönüllü birliğini sağlayacak olan sosyalist toplum, her dilin korunmaya alınmasının da garantisi olacaktır. Bu nedenle, anadilde eğitim talebi yükseltilirken, bunun düzene karşı bir mücadele hattı ile bütünlenebilmesi gerekmektedir.

6


Meslek yüksek okullarına çifte diploma uygulaması…

Sömürü alanları makyajla “yenileniyor”!

Gelişen teknoloji kas gücüne dayalı üretimi büyük oranda kaldırırken,

daha karmaşık bir yapıya bürünen makineler nitelikli işgücünü ertelenemez bir ihtiyaca dönüştürdü. Kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyinde ser-

mayenin kalifiye eleman ihtiyacı da her geçen gün artmaktadır. Bu ihtiyaç bugün onbinlerle ifade edilirken, bu açığın bir an önce kapatılabilmesi, nitelikli eleman ihtiyacının bir an önce çözülebilmesi, sermayenin önünde bir sorun olarak durmaktadır.

Sermaye devletinin orta vadeli planları ile beraber, nitelikli

işgücü kaynağı olarak gördüğü meslek liselerini ve meslek yüksek

okullarını, son yıllarda “meslek lisesi memleket meselesi” türünden

argümanlarla daha çekici bir hale getirmeye çalıştığı ortadadır.

Bununla beraber, gençliğin gözünü boyayıp bu alanlara yönlendirerek, eği-

tilmiş “ucuz işgücü” ihtiyacını karşılamayı hedeflemektedir.

Bu nedenle gençlik meslek yüksek okullarına çekilmeye çalışmakta, bu okulları daha cazip hale getirme yönünde yeni bir proje

hazırlanmaktadır. Bu yeni proje hayata geçirilmeden önce, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ve YÖK üyelerinden oluşan bir heyet, 5-17 Ekim 2008 arasında incelemelerde ve görüşmelerde bulunmak üzere ABD’ye gidecek.

Proje çerçevesinde YÖK, meslek yüksek okullarına yönelişi artırmak amacıyla, lisans programlarından sonra bu okullarda da çifte

diploma uygulaması başlatmayı, meslek yüksekokulu öğrencilerinin yaz okulu için yurtdışına gitmelerini sağlamayı planlıyor. 2 yıllık bu okullardaki bazı programlarda, bir öğretim yılı Türkiye’de bir öğretim yılı ABD’deki okullarda okunacak ve mezun olacak öğrencilere çifte diploma verilecek. Böylece meslek yüksekokulu mezunlarınn diplomalarının uluslararası alanda tanınması ve yurtdışında çalışa-

bilmesi olanaklı olacak. Bu kapsamdaki okulların programlarının ABD’deki programlarla denkleştirilmesi çalışmalarının da başlatılması planlanıyor. Ek olarak burs sağlanması ve yaz döneminde Amerika’da staj imkânı yaratılması da hedefler arasında.

MYO’ların ve meslek liselerinin nasıl bir sömürü alanı olduğu, gerek okul kapsamında uygulamalı derslerden gerekse stajlarda

öğrencilerin emekleri üzerinden elde edilen karlardan biliniyor. MYO’lar üzerinden yapılan yeni planlamalara da buradan bakmak

gerekiyor. Sermaye yalnızca bu sömürü alanını daha nitelikli hale getirebilme yönelimi içinde. Gerçekleştirilmek istenen uygulama ilk bakışta olumlu gibi gözükse de, bunun bir gerçekliğinin olmadığı bilinmelidir. Staj ve burs imkanının kimlere sağlanacağı açıktır.

Okullarında ve fabrikalarda sömürüye ses çıkaranlar bu imkanlardan yararlanamayacağına göre, başını öne eğip işine bakanların sınırlı bir kesimi bundan yararlanabilecektir.

Diğer yandan, “çifte diploma” uygulamasının yurtdışında iş bulabilme açısından da bir karşılığı olmayacağı açıktır. Hem Avrupa’da

hem de Amerika’da işsizlik oranı her geçen gün artarken, sermaye kendi coğrafyasındaki işçi sınıfını işsizlik ve düşen ücretlerle terbiye

ederken, “yabancı”ların bu ülkelere girişleri giderek sınırlandırılırken, “çifte diploma” ancak duvarlarda süs olarak bir anlam taşıyabilir. Göz boyamaya çalışan sermaye devletinin asıl derdinin, kendisinin eğitilmiş ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak, kalifiye eleman

açığını kapatmak olduğu açıktır. Bu uygulamayla kalifiye eleman sayısı bir an önce çoğaltılarak, onlara düşük ücretle çalışma dayatılabilecektir.

Sermaye devletinin işçi ve emekçi çocuklarının gelecek umutlarına cevap verme olanaklarından yoksun olduğu, apaçık bir gerçek

olarak orta yerde durmaktadır. Gözboyamayı amaçlayan projelerle bu gerçeği değiştiremezler. Nasıl ki bugün üniversite mezunları işsizlik oranında ön sıralarda iseler, meslek yüksek okulu mezunlarını bekleyen akibet de farklı olmayacaktır.

7


“Felsefe Grubu Dersleri Taslağı” ile müfredat dini hurafelerle doldurulacak...

Yeni bir “millileşme” projesi!

Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı “Ortaöğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu” ile artık milli güvenlik, milli coğrafya, milli tarih derslerimize milli felsefe ve milli psikoloji dersleri eklenecek. İlk bakışta komik gelse de, ne yazık ki söz konusu olan ne bir iddia ne de soğuk bir şaka. Şovenizm zehrini genç beyinlere yeteri kadar enjekte edememiş olacaklar ki, zaten ezberci ve anti-bilimsel olan ortaöğretim ders müfredatını daha da gericileştiriyorlar.

Nasıl millileşiyoruz?

8

Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın 20092010 eğitim öğretim yılında okutulacak felsefe dersleri için hazırladığı taslakta, felsefenin de diğer dersler gibi evrensellikten ve bilimsellikten nasibini almamış bir ders olarak baştan düzenlenmesi öngörülüyor. İlköğretimde uygulanan “Yapılandırmacı Eğitim Modeli”nin (YEM) bir benzerini liselerde hayata geçirmek isteyen TTKB, AKP gericiliğinden aldığı güçle “felsefe grubu” derslerinde önümüzdeki yıllarda değişiklikler yapmayı planlıyor. Bu dersler psikoloji, mantık ve sosyolojiyi de kapsıyor. Düzenlemeler TTKB’nin isteğiyle, Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde oluşturulan bir kurul tarafından yapılıyor. Oysa Erciyes Üniversitesi bünyesinde, ne sosyoloji ne psikoloji ne de diğer ilgili bölümleri barındırıyor. Bu da şunu kanıtlıyor: Bu ülkede siyasal iktidarın yandaşı olmak, akademik hiçbir altyapı olmaksızın iş yapmaya yetiyor da artıyor! Felsefe kitabı taslağındaki örnekler artık, filozofların metinleri yerine dine dayalı dogmalarla ve Muhammed’in hadisleriyle geçiştirilecek. Örneğin öğrenciler “felsefe nedir?” sorusuna “Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e nasihati”ni okuyarak karar verecek. Psikoloji, gözlenebilen, ölçülebilen insan ve hayvan davranışlarını inceleyen bir bilim olmaktan çıkarılıp, “insanın ruh hali” tanımlamasına indirgenecek. Öğrencilerden, “siyaset ve felsefe” çerçevesinde, “Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır” hadisi üzerine kompozisyon yazmaları istenecek. Diğer bir etkinlik önerisi ise şöyle: Öğretmenin sınıfa bir kitabı gösterip “Yazarı

olmadan bu kitabın var olması mümkün mü?” diye sorması ve tanrının varlığını kanıtlaması beklenecek. Hiçbir dogmaya bağlı kalmadan kişiyi düşünmeye ve sorgulamaya sevk etmesi gereken felsefe dersi, böylece din kültürü ve ahlak bilgisi dersindeki hurafelerle doldurulacak. Taslakta göze çarpan diğer bir nokta ise, kapitalizmin ve kapitalizm öncesi iktisadi ekonomik sistemlerin sınıfsız olduğunu kanıtlamaya çalışması. Taslakta “toplumsal sınıf”ın gerçek anlamı, kendisinden başka her türlü kelimeyle -katman, tabaka vb.- örtülmeye çalışılıyor. Kapitalizm, sosyalizm gibi ekonomik sistemlere yer verilmeyen felsefe taslağında, mutlu evliliğin sırlarının öğrenciler tarafından tartışılması isteniyor. İnsanoğlunun tüm bilimsel bilgi birikimi allak bullak edilerek çarpıtılıyor. Mantık dersinde insanın yaradılış özellikleri anlatılırken, bilgi kuramı dersinde Newton’un yerçekimi kanununu, Arşimet’in kaldırma kuvvetini “tesadüfen” bulduğu savunuluyor. Eğitim müfredatından yansıyan bu çürümenin gerisinde, her türden gericiliğin ve faşizmin kaynağı olan sermaye sınıfı ve onun emek sömürüsü üzerinde yükselen kapitalist düzeni durmaktadır. Bu düzenin sahipleri yalnızca “ekonomik” hayatı şekillendirmekle kalmaz, “akademik” hayatı da şekillendirir ve kendi kirli çıkarlarına alet ederler. Kendi hizmetinde “bilim insanları”nı yaratırken, yeni nesilleri de çarpık eğitim-öğretim sistemi ile şekillendirmeye çalışırlar. Özgür bilimin yerine teokrasinin kutsal saydığı dogmalar, aklın ve mantığın yerine ezber ve ikna geçer. Seneye biz liselilere “ders kitabı” diye sunulacak taslak, sermaye sınıfının eğitim alanında yarattığı tahribatı çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. Özgürlüğümüz ve geleceğimiz için örgütlenip, mücadele ederek, tüm bunlara “dur” demeliyiz.

İzmir Liseli Gençlik Platformu’dan bir liseli

(Liselilerin Sesi’‘nin Ekim 2008 tarihli 24. sayısından alınmıştır...)


Zafer direnen Tadal işçisinin oldu!

Tadal işçilerinin Ankara Üniversitesi Cebeci Kampusü’nde 26 Eylül günü başlattıkları yemek boykotu daha sonra diğer fakültelere de yayılmıştı. Tadal işçileri 13 Ekim günü Ankara Üniversitesi mediko önünde bir basın açıklaması yaptılar. Açıklamada Ankara Üniversitesi rektörlüğünün Cuma günü kendisiyle görüşmeye giden işçilere sergilediği tutum eleştirildi. 100 kişinin katıldığı açıklamada “Yaşasın örgütlü mücadelemiz!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Tadal işçisi direnişin simgesi!” sloganları atıldı. Buradan toplu bir şekilde yürüyüş ve sloganlarla Cebeci Kampusü’ne geçildi ve bir toplantı gerçekleştirildi.

Cebeci Kampüsü’nde coşkulu toplantı 10 Ekim Cuma günü işçiler ve bir avukattan oluşan heyet talepleri görüşmek üzere Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne gitmişlerdi. Rektörlüğün yalnızca kendi belirlediği iki işçiyle görüşeceği iletilmiş, bu dayatmayı reddeden işçiler görüşme yapmadan geri dönmüştü. İşçilerin kararlı duruşu karşısında rektör, Cuma gününden sonra geri adım atarak, işçilerin belirlediği heyeti kabul edebileceğini söyledi. Bunun üzerine 13 Ekim günü bir heyet daha rektörle görüşmeye gitti. İşçiler taleplerden en ufak taviz vermeyerek, taleplerin hepsi kabul edilmediği taktirde boykotu daha da güçlü sürdüreceklerini belirttiler. Bu tutum karşısında da rektörlük geri adım atarak, tüm talepleri kabul edeceklerini ve bunları imzalanacak sözleşmeye ekleyeceklerini duyurdu. Aynı saatlerde Cebeci Kampüsü’nde de işçiler, öğrenciler ve OLEYİS’in katılımıyla bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantıya OLEYİS Kocaeli temsilcisi de katılarak bir konuşma yaptı. Bu süreçten sonra işçilerin hızla sendikalaşma çalışmalarına başlaması gerektiğini, OLEYİS’in bu konuda elinden geleni yapacağını söyledi. Sendikanın tek başına her şeyi çözecek bir sihirli değnek olmadığını, sendikayı varedecek olanın işçilerin mücadelesi olduğunu vurguladı. Rektörlüğe görüşmeye giden heyetin gelmesiyle toplantı coşkulu bir atmosfere büründü. İşçiler toplantıya “Zafer direnen emekçinin olacak!” sloganıyla girdiler. Salondakilerin de slogana katılmasıyla coşku daha da arttı. İşçiler uzun süre ayakta alkışlandı. Toplantının devamında, sürece destek vermek için gelen SES temsilcisi ile Nakliyat-İş temsilcisi söz alarak Tadal işçilerinin yanında olduklarını ifade ettiler.

Zafer direnen Tadal işçilerinin! Toplantının bitiminde Tadal işçileri ile Tadal yemek şirketi ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü arasında bir görüşme gerçekleşti. Yaklaşık üç saat süren görüşmede, Rektörlük ve Tadal Yemek Şirketi, işçilerin bütün taleplerini kabul ettiklerini ve bu taleplerin hazırlanacak şartnameye ekleneceğini söyledi. Toplantı sürerken, işçiler ve öğrenciler birlikte çıkacak sonucu beklediler. Görüşmeye giden heyetin gelip tüm taleplerin kabul edildiğini açıklaması işçiler ve öğrenciler arasında büyük bir coşku yarattı. Boykotun sonlandırılmasına karar verildi. Bu direnişin anlamlı bir sonucu da işçilerin sendikalaşmaları konusunda somut adımlar atılmış olmasıydı. Boykot sürecine katılan tüm işçiler OLEYİS’e üyelik başvurusu yapacaklar ve yeterli sayıya ulaşıncaya kadar da çabalarını sürdürecekler. Tüm fakültelerde boykotun kazanımla sonuçlandığını anlatan bildiriler dağıtılacak. Daha önceki görüşmelerde bir şenlik yapma kararı alınmıştı. Ankara Üniversitesi Meclisi bir toplantı daha yaparak şenliği örgütleme çalışmalarına başlayacak. Tadal işçilerinin Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ve Tadal Yemek Şirketine kabul ettirdiği talepleri: * Taşeron TADAL’ın işten çıkardığı işçilerin tamamının yeniden işe alınmasını ve işsiz kaldıkları süredeki kayıplarının telafi edilmesini istiyoruz. * İşçilerin sürgün edilmesine son verilmesini istiyoruz. * İşçilere haftalık 45 saatlik çalışmanın dışında yaptıkları fazla mesailerin ücretlerinin verilmesini istiyoruz. Zorla fazla mesai yaptırma uygulamasına son verilmesini istiyoruz. * İşçilere yönelik, küçümseyici ve onur kırıcı davranışlara son verilmesini istiyoruz. * Bu yıl yapılacak yemek ihâlesinin şartnâmesinde, işçilerin iş güvencelerinin ve insanca yaşayabilecekleri ücret almalarının açıkça düzenlenmesini istiyoruz. * Kaliteli, sağlıklı ve doyurucu yemek istiyoruz.

9


10

Ulus’ta meydana gelen bombalamadan sonra kolluk kuvvetlerinin elini güçlendirmek ve terör devleti uygulamalarını arttırmak amacıyla Polis Vazife ve Selahiyatları Kanunu’nda (PVSK) yeni düzenlemeler yapılmıştı. Gelinen yerde bunlar yeterli görülmüyor ve bazı maddelerinde yeni düzenlemeler talep ediliyor. PKK’nin Aktütün Karakolu’na yaptığı saldırı sonucu 17 asker öldü. Bu olaydan sonra şoven saldırganlık bir kez daha tırmandırıldı. Burjuva medyada ölen askerlerin ailelerinin duygusal konuşmaları yayınlanmaya başlandı. Yaşanan bu gelişmenin ardından, Genelkurmay Başkanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı hükümetten, terörle mücadelede zaafiyete yol açtığı gerekçesiyle PVSK’nın 5. maddesinde değişiklik yapmasını istedi. PVSK’ya 2007 yılında eklenen “durdurma ve kimlik sorma” düzenlemesi, tekrar değiştirilmek istenen maddeler arasında. Bakan Şahin’in yaptığı açıklamada beş yeni düzenlemeden bahsediyor. * Güvenlik güçlerine, “şüphelendiği kişiden elbisesini çıkartmayı isteme” ve “aracın içerisini arayabilme” yetkilerinin tanınması, * Operasyona çıkan askerlere, polis ve jandarma tarafından kullanılan kolluk kuvveti yetkisinin tanınması. Jandarmaya, teröristlerin takibini yaptıkları olaylarda, polisin kuvvet alanında da yetki kullanma izni verilmesi, * Kolluk kuvvetlerine, konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda acil durumlarda hâkim kararı olmaksızın arama yapma yetkisi verilmesi, * En fazla dört gün olarak belirlenen gözaltı süresinin uzatılması. Gözaltına alınan kişilerin sorgularında avukat bulundurulması uygulamasının gözden geçirilmesi, * Cep telefonu kullanılarak gerçekleştirilen bombalı saldırıların önüne geçilebilmesi için bazı bölgelerde cep telefonu kullanılmasının süreli olarak engellenebilmesi. Bu düzenlemelerin ilk hedefi Kürt halkıdır. Yıllardır baskı ve işkencelerle, terör uygulamalarıyla bastırılmak istenen Kürt halkı yeni uygulamalarla susturulmak istenmektedir. Kürdistan dağları “terörle mücadele” adı altında her gün bombalanmakta, operasyonlar kesintisiz olarak sürmektedir. Kürt halkı her türlü yetkiyle donatılmış kolluk güçleriyle kontrol altında tutulmak istenmektedir. Ancak bu yasaların hedefinde sadece Kürt halkı yoktur. Hedef alınanlar aynı zamanda işçi ve emekçilerdir, onların öncüsü olan devrimcilerdir. Son aylarda işçi ve emekçilere yönelik saldırılar, işkenceler, sokak ortasında atılan dayaklar, polis kurşunuyla hayatını kaybedenler bunun göstergesidir. Tekstil işçisi Halit Çelebi kendisine kimlik soran sivil giyimli kişilerin kimliklerini görmek isteyince sokak ortasında dakikalarca dövüldü. Polislerden birinin parmağı Halit Çelebi’nin gözüne girdi. Kan revan içinde kalan Çelebi hastane yerine karakola götürüldü. İşkence burada da devam etti. 26 yaşındaki Levent Özsoy, geçmişte birliktelik yaşadığı kız arkadaşının şikâyeti üzerine ifadesi alınmak üzere karakola götürüldü. Karakolda polisler tarafından tekme, tokat ve coplarla, iki saat boyunca aralıklarla dövüldü. Parkta dolaşırken polislerden sigara isteyen 19 yaşındaki Yasin Kırbaş’ın, polislerin öfkelenip vurması sonucu omuriliği parçalandı. Polis Sivas’ta dur ihtarına uymayan bir aracı takibe aldı. Polis, kaçmaya çalışan araca ateş açtı ve aracın sürücüsü Turan Özdemir göğsünden vurularak öldü. İstanbul Sarıyer’de “Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm İçin Yürüyüş” dergisinin satışını yaparken gözaltına alınan ve tutuklanan 29 yaşındaki Engin Çeber, önce karakolda daha sonra ise götürüldüğü Metris Hapishanesi’nde gördüğü işkence sonucu beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetti. Bunlar yalnızca son iki ay içerisinde yaşanan birkaç örnek... Genelkurmay Başkanlığı’nın PVSK’da talep ettiği düzenlemeler gerçekleşirse, terör devleti uygulamaları artarak devam edecektir. Sadece Kürt halkı değil, tüm işçi ve emekçilerin yanısıra mücadele yolunu tutan gençlik de bundan payına düşeni fazlasıyla alacaktır. Polis devleti uygulamalarını, baskı ve terörü boşa çıkarmanın biricik yolu, saldırı yasalarına karşı demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmekten, devrimci mücadeleyi büyütmekten geçmektedir.


Evrim teorisi ve dogmatik düşüncelerin eleştirisine yasak!

İnternet günümüzde bilgiye ulaşabilmek bakımından kritik bir yerde duruyor. Kitlelerin farklı bilgilere ulaşabilmesi daha önce hiç bu kadar kolay olmamıştı. Zamanında zor bulunan kitaplar, ulaşılamayan kaynaklar bugün internet yoluyla ilgililerin erişimine açıktır. Ancak bu işin bir yönü. İnternet aynı zamanda, diğer iletişim araçları gibi, sistemin ideolojisinin ve kültürünün propagandası ve kendini üretmesi için de etkin bir biçimde kullanılıyor. Sanal ortamda paylaşılan bilgilerin güvenirliği ve bu paylaşımın kontrolsüzlüğü ise ayrı bir sorun. Bunların yanısıra bir de denetleme aygıtları ile yüzyüze kalınıyor. İçerilen malzemenin çokluğu denetimi çoğu kez boşa düşürecek nitelikte. Buna rağmen, özellikle Türkiye’de internet sitelerine erişimin engellenmesini öngören yasaklar giderek artıyor. Yazarlara dava açan, yayınları toplatan veya filmleri sansürleyen kontrol mekanizması sanal ortamda da işliyor. Şiddet ve ırkçılık içeren, insanları ayrımcılığa ve düşmanlığa yönlendiren sitelere yönelik bir yaptırım uygulanmazken, bazı sitelere erişim engellenebiliyor. YouTube ilk defa kullanıcıların erişimine kapatıldığında insanlar epeyce şaşırmıştı. Özellikle Atatürk’e yönelik hakaret içeren videolar nedeniyle bu yasak önce tekrarlandı, şimdi ise sürekli bir hal aldı. Sözkonusu sitede kullanıcılar istedikleri videoları paylaşabiliyorlar. Farklılıkların düşmanlıklara neden olarak gösterildiği bir dünyada, ayrımcılıklardan beslenen hakaretlerin sarf edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Ne var ki, Atatürk’e ilişkin hakaret içerikli videolar hakkında karar veren mahkemeler, sıra kardeş Ermeni veya Kürt halklarına hakaret eden, düşmanlık propagandası yapanlara geldiğinde ise aynı tutumu almıyorlar. İnsanların çeşitli baskılardan dolayı kendilerini ifade etmede ciddi zorluklar yaşadığı bir ülkede, internetin çoğunlukla kişisel bir ifade aracına dönüşmesi anlaşılabilir. Ancak aynı zamanda, önemli bir bilgi paylaşım aracıdır da. Richar Dawkins bir evrim kuramcısıdır. “Tanrı Yanılgısı” adlı kitabını Türkiye’de yayımlayan Kuzey Yayıncılık’ın sahibi Erol Karaaslan, geçtiğimiz Mart ayında, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla dava edilmiş, ancak mahkeme, “kitap yasaklamanın düşünce özgürlüğünü özünden sınırlayacağını” belirterek Karaaslan’ın beraatine karar vermişti. Buna rağmen, Adnan Hoca olarak bilinen ve Harun Yahya ismini kullanarak birçok konuda islami düşünceleri çarpık biçimde kullanarak çalışmalar yürüten Adnan Oktar başvurusu üzerine açılan dava sonucu, Dawkins’in internet sitesine erişim engellenmiştir. Türk Telekom, siteye erişimin yasaklandığı ibaresinin altına şu ana kadar mahkeme kararına dair bir bilgi eklememiştir. Canlıların varlığını tanrı inancı ile açıklayan fikirlere karşı bilimsel araştırmaları nedeniyle din düşmanı ilan edilen Dawkins’in sitesinin kapatılması türünden bir yasaklamayla yüzyüze kalan bir başka site ise, yazar Turan Dursun adıyla varlığını sürdürmekteydi. Bu site de aynı şekilde tanrı inancını ve dini sorgulamaktadır. Tahmin edilebileceği gibi, bu site de aynı belirsiz mahkeme kararı ile kapatılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, her iki siteye de erişimin yasaklanmasının tek başına “din karşıtlıkları” üzerinden yapılmadığıdır. Konuyu bir yobazlık-din karşıtlığı olarak ele almak, fikir paylaşımına yönelik bu tek yönlü uygulama, toplumun tümünü hedef alan yasakçı-sansürcü zihniyeti görmekten alıkoyacaktır. Zira Turan Dursun adı ile hizmet veren site dini bir dünya görüşüne sahip kullanıcılar tarafından da takip ediliyordu. (Sitenin içindeki anket sağlıklı bir kaynak olmasa da bize yine de fikir verecektir.) Ve sitede oluşturulan bir platformda kullanıcılar kendi görüşleri doğrultusunda çeşitli tartışmalar yapabiliyorlar ve dogmatik fikirleri sorguluyorlardı. İnternet ortamında bu yasaklar yaşanırken, evrim teorisine ilişkin bilgiler dünyanın birçok yerinde de, ya ders kitaplarından çıkartılıyor ya da yaratılış teorisi ile birlikte, aralarındaki bilimsel yöntem farklılıkları hiçe sayılarak veriliyor. Böyle öğrenciler bilimsel bir teorinin inkarı ile karşı karşıyalar, dahası ilahi işleyiş bilimin esaslarına denkmiş gibi gösteriliyor. İnternet siteleri üzerinden yasaklamalarla düzen kendi gerici ideolojisini, kültürünü daha etkin bir biçimde yaymaya çalışıyor. Gelişen teknoloji egemenler tarafından insan hayatını kolaylaştırmak içinmiş gibi yansıtılmaya çalışılırken, gerçekte ırkçı, gerici, şoven ve anti-bilimsel düşünceler yayılarak, toplum bir karanlığa mahkum edilmek isteniyor.

11


Üniversitelerden... Genç-Sen yeni dönemi adliyede açtı Genç-Sen hakkında açılan kapatma davasına 24 Eylül günü İstanbul 6. İş Mahkemesi’nde devam edildi. Duruşma öncesinde mahkeme önünde basın açıklaması yapan Genç-Sen üyeleri, 2008-2009 eğitim ve öğretim yılını mahkeme koridorlarında karşıladıklarını belirterek, burada sembolik olarak akademik yıl açılışı yaptılar. Sirkeci Tramvay Durağı’ndan Sirkeci’deki 6. İş Mahkemesi önüne sloganlarla yürüyen Genç-Sen üyeleri, yürüyüşün sonunda bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Yürüyüş ve eylem boyunca, “Parasız eğitim parasız sağlık!”, “İnadına sendika inadına Genç-Sen!”, “Asla yalnız yürümeyeceksin!”, “Sendika hakkımız engellenemez!”, “Birlik dayanışma öğrenciye sendika!”, “Örgütlenme hakkımız engellenemez!”, “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” sloganları atıldı.

Eskişehir’de Genç-Sen eylemi Genç-Sen’e açılan kapatılma davasına dönük bir eylem de 24 Eylül günü Eskişehir’de gerçekleştirildi. Basın açıklamasında şunlar söylendi: “12 Eylül’ün çocuğu YÖK’e karşı, çetelerin üniversitelerdeki uzantılarına karşı, üniversite harçlarına yapılan %10 zamma, ulaşım ve barınmadaki sorunlara karşı mücadele edecek üniversitelerimizde ve ülkemizde demokrasi mücadelesini yürüteceğiz.” Açıklamanın sonunda Genç-Sen’in mücadelesinin duruşma salonlarında ve okullarda devam edeceği vurgulandı.

Edirne’de kapatmaya karşı basın toplantısı Trakya Üniversitesi Genç-Sen Temsilciliği, 24 Eylül günü DİSK Genel-İş’te bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında hazırlanan ortak basın metni okundu. Bu hukuksuz uygulamaların Genç-Sen’in mücadele azmiyle boşa düşürüleceğine vurgu yapıldı.

Ankara: “Genç-Sen kapatılamaz!” Ankara Genç-Sen 24 Eylül günü Yüksel Caddesi’nde kapatma davasıyla ilgili bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada, kapatma davasının 12 Eylül karanlığının günümüzdeki yansıması olduğuna dikkat çekildi. Bu zihniyetin yok edilmesi gerektiği belirtilerek, YÖK’e, çetelerin okullardaki uzantılarına, harçlara yapılan zamlara karşı mücadelenin sürdürüleceği vurgulandı. “Bizim asıl dayanağımız üyelerimiz ve öğrencilerdir. Genç-Sen duruşma salonlarında ve okullarda mücadelesine devam edecek” denilerek basın açıklaması bitirildi.

Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun 6. toplantısı

Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu’nun 6. Toplantısı 21 Eylül günü gerçekleştirildi. Çeşitli üniversitelerden gelen katılımcılar, yeni dönem gençlik mücadelesinin gündemleri, gençlik örgütlenmesi sorunu ve Genç-Sen sürecine dair etkili tartışmalar yaptılar. Toplantı koordinasyonun amaç ve işlevini ele alan açılış konuşmasıyla başladı. Gençlik hareketinin mevcut parçalı ve dağınık tablosunun etkin bir politik müdahaleyle aşılabilmesi ihtiyacına ve koordinasyon bileşenlerinin gençlik hareketi gündemlerine dair ortaya koyacakları somut müdahalelerin önemine değinildi. Koordinasyonun bu çerçevede etkin bir tartışma aracı olabilmesinin anlamı üzerine yapılan vurgunun ardından oturum başlıklarının tartışılmasına geçildi. Tartışmalar iki oturum halinde, belirlenen alt başlıklar üzerinden gerçekleşti. Toplantıda “Ticari eğitim ve üniversiteler”, “Mesleki dönüşümler ve geleceksizlik”, “Düzeniçi çatışmalar ve gençliğin tutumu”, “Antidemokratik uygulamalar, soruşturmalar ve baskılara karşı mücadeleye”, “Faşist ve şovenist gericilik karşısında halkların kardeşliği mücadelesi”, “Emperyalist saldırganlık ve anti-emperyalist mücadele”, “Birleşik bir 6 Kasım süreci ve eylemi”, “Yeni dönem ve Genç-Sen süreci” üzerinden etkin tartışmalar yapıldı.

12


YTÜ eylemlerle açıldı! Yıldız Teknik Üniversitesi’nde akademik yıl açılışı 8 Ekim günü gerçekleşti. Açılış devlet erkânı ile birlikte gerçekleştirilirken, törene öğrenciler çağrılmadı. Dahası yönetim olası bir protesto gösterisini engelleyebilmek için çeşitli önlemler alma yoluna gitti. Akademik yıl açılışı YTÜ’nün sitesinden duyurulmuş, fakat katılımcıların kim olacağına dair bir açıklama yapılmamıştı. Okuldaki politik güçlerle ortak olarak örgütleyeceğimiz bir çalışma ile bu durumu teşhir etmemiz gerektiğini ifade ettik. Gençlik hareketinin dağınık tablosu ve apolitik yaklaşımlar sonucu önerimiz yanıtsız kaldı. “TKP’li Öğrenciler”le ortak bir eylem yapmayı önerdik fakat eylemi salt AKP karşıtlığı üzerinden örgütlemek istemeleri üzerine ortak bir eylem zemini yaratılamadı. TKP’li Öğrenciler tek başlarına hareket ederek açılışın yapılacağı Oditoryum’a girmek istedi. İzin verilmemesi üzerine Tonoz Kafe önüne dönerek, burada olayı teşhir eden bir konuşma yaptılar. Ardından giriş kapısı önüne kadar yürüyüp basın açıklaması gerçekleştirdiler. Üniversitenin asli bileşenlerinden yalıtılmış bir şekilde “akademik yıl açılışı” yapmak isteyenlerin demokrasi söylemlerine karşın, YTÜ’nün nasıl bir tablo ile açıldığını teşhir eden Ekim Gençliği imzalı bir çalışma ile bu durumu protesto ettik. Üniversitelerin %10 harç zammıyla açılmasının ticarileşen eğitimin en somut göstergelerinden biri olduğunu, öğrencilerin yemek, ulaşım ve barınma gibi sorunlarının çözümsüzlüğünü, YTÜ’de düşüncelerini ifade etmek isteyen öğrencilerin sistematik bir biçimde soruşturma terörü ile karşı karşıya kaldığını, üniversite gençliğinin düzen içi taraflaşmanın içine çekilmek istendiğini ele alan bir duvar gazetesini yaygın olarak kullandık, aynı içerikli bildiri dağıtımları gerçekleştirdik. Açılış etkinliğinde sözümüzü söylemek için Oditoryum’da konuşmak istedik. “AKP, YÖK, MGK, TÜSİAD… Sermaye defol üniversiteler bizimdir! Söz, yetki, karar hakkı istiyoruz!/Ekim Gençliği” şiarlı ozalitimizi açtık ve sloganlarla Oditoryum önüne geldik. “Yer yok” yalanıyla içeri sokulmadık. Oditoryum önünde konuşamayacağımızı bildiren özel güvenlik ve çevik polisi zor kullanarak bizi oradan uzaklaştırmaya çalıştı. Israrımız üzerine fiziki müdahale ile karşılaştık. Polis terörünü sloganlarla protesto ederek, üniversiteleri YÖK’e, gerici taraflaşmalara ve çetelere bırakmayacağımızı ifade ettik. YTÜ Ekim Gençliği

Çukurova Üniversitesi’nde gözaltı terörü! Okulun açılmasıyla birlikte üniversiteye yığınak yapan sivil polisler “suç teşkil eden” öğrencileri yıldırmaya çalışıyorlar. Böylece okuldaki devrimci faaliyeti bitirmeyi hedefliyorlar. Bu konuda ellerinde valilik kararı bulunduğunu söyleyen ve önümüzdeki dönemde okulda hiçbir politik çalışmaya izin vermeyeceklerini ifade eden kolluk güçlerinin bu tutumu, saldırının sadece okul idaresinin keyfi tutumu olmadığını, gerisinde devrimci harekete dönük sistematik bir saldırı politikası olduğunu ortaya koyuyor. Bayram sonrasında afiş asan iki TKP’li öğrenciyi gözaltına alarak para cezası kesen kolluk güçleri, 8 Ekim günü de afiş asan devrimci-demokrat öğrencilere saldırdılar. Hafta başında bir araya gelen öğrenciler, üniversitedeki saldırıları ortak bir tutumla püskürtebilmek için bir eylem programı çıkarttılar. Dar grupçu bakışı nedeniyle TKP ile ortaklaşılamadan, diğer kurumlarla 8 Ekim günü ortak afişler asıldı. Afişlerin anfi kantinine asılmasının ardından müdahale etmeye gelen ÖGB ve sivil polisleri teşhir eden, diğer öğrencileri bu saldırılara karşı tutum almaya çağıran konuşmalar yapıldı. Anfi kantini önünde toplanan ÖGB ve sivil polis ordusu kantin içerisinde bulunan öğrencileri dışarı çıkararak afiş asan öğrencileri gözaltına almak istedi. Bu esnada saldırıyı teşhir eden konuşmalar yapıldı. Saldırıya geçen kolluk güçleri, Ekim Gençliği, Adana Gençlik Derneği, Öğrenci Kolektifleri, SGD, DGH ve ÖEP’ten 8 öğrenciyi gözaltına aldılar. Saldırı sırasında içeride bulunan TKP’li öğrenciler, daha önce saldırı karşısında birlikte karşı konulacağını ifade etmiş olmalarına rağmen, tutum almayarak kantinden çıktılar. Gözaltına alınan öğrenciler iki saat sonra para cezası kesilerek serbest bırakıldılar. Çukurova Üniversitesi Ekim Gençliği

Beytepe saldırıyla açıldı Üniversitenin açıldığı 22 Eylül günü ÖGB’ler, yıllardır özgürce astığımız afişlerin izinli olmadığını gerekçe göstererek indirmeye çalıştı. TKP ve Öğrenci Kolektifleri’nin afişlerinin indirilmesine devrimci ve demokrat öğrenciler tarafından verilen sert tepkinin üzerine ÖGB geri adım atmak zorunda kaldı. Bunun ardından Hazırlık Bölümü’nde açılan SGD masasına saldırarak bir arkadaşımızı ağır şekilde darp ettiler.

13


Yüzeyakın robokop ve bir panzerin geldiği hazırlık binası önünde bir barikat örüldü ve beklenilmeye başlandı. Biri Öğrenci Kolektifi’nden diğeri ise TKP’li olan iki kişi bu sırada rektörlük genel sekreteriyle görüştü. Görüşme esnasında TKP ortak inisiyatifi hiçe sayarak barikatın derhal açılacağını ve sorun yaratmayacaklarını belirtti. Barikatın açılması üzerine jandarma üniversiteden ayrıldı. 23 Eylül günü üniversitemizde “Söz, eylem, örgütlenme hakkımız engellenemez!” şiarlı afişler yapıldı ve hazırlık binasında masa açıldı. ÖGB saldırısını ve üniversiteye jandarmanın girmesini teşhir eden bildiriler dağıtıldı. Öğle saatlerinde yemekhane önünde bildiri dağıtımına devam edildi ve hazırlıkta yaşanan saldırı tüm üniversiteye duyuruldu. Beytepe Ekim Gençliği

İTÜ’de yeni dönem faaliyeti İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yeni dönemin başlamasıyla birlikte üniversite gençliğinin karşı karşıya kaldığı saldırı gündemlerini işlemeye başladık. Maslak Kampusü’nde geçtiğimiz haftadan itibaren düzen içi çatışmalarda taraflaştırılmaya çalışılan gençliği geleceği ve özgürlüğü için mücadele çağırırken, har(a)çlara gelen %10’luk zamları gündemleştirerek ticari eğitime karşı mücadeleye çağıran afişler kullandık. Eğitimin ticarileşmesini, üniversitelerde devirimci faaliyete dönük soruşturma saldırısını, düzen içi çatışmaları, yaz döneminde gerçekleşen rektörlük seçimlerini teşhir eden bildirilerimizi dağıttık. Ekim Gençliği satışı gerçekleştirdik. İTÜ Maçka Kampusü’nde hazırlık sınıflarına dönük çalışmamıza da başladık. ÖSS duvarının ardındaki üniversite yaşamını anlatan ve yeni dönemde de karşı karşıya kalınan sorunları işleyen bildiri dağıtımı gerçekleştirdik. 12 Eylül günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı İTÜ açılış töreninde İTÜ Öğrenci Kolektifi üyesi 18 öğrencinin gözaltına alınması, 15 Eylül günü yaklaşık 400 İTÜ öğrencisinin katıldığı eylemle protesto edildi. Eylemde “İTÜ’yü AKP’ye bırakmayacağız!” , “Rektörünü de al git!” pankartları açıldı. Öğrenciler, “Polisin ipleri AKP’nin elinde!”, “Şahin’nin ipleri AKP’nin elinde!”, “AKP’ye bırakma İTÜ’ye sahip çık!”, “AKP elini üniversiteden çek!” sloganları eşliğinde Rektörlük binası önüne yürüdü. Rektörlük binası önünde 12 Eylül günü gözaltına alınan öğrencilerden Neval Kösedağ yaşanan saldırıyı anlatan kısa bir konuşma yaptı. Açıklamanın ardından atılan sloganlarla eylem sona erdi. İTÜ Ekim Gençliği

MSGSÜ’de Che anması Ernesto Che Guevara, katledilişinin 41. yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde anıldı. 9 Ekim günü “MSGSÜ Öğrencileri” olarak yaptığımız anmada bir arkadaşımız Che’yi anlatarak, emperyalizmin dil, din, ırk tanımadan dünyanın pek çok yerinde saldırılarını sürdürdüğünü söyledi. Che’nin de yaptığı gibi “Dünya halklarının kurtuluşunun ancak sosyalizm için emperyalizme karşı savaşmakla gerçekleşebileceğini” anlatan bir konuşma yaptı. Öğrencilerin destek ve alkışları ile anmamız son buldu. MSGSÜ Ekim Gençliği

EÜ’de faaliyetler sürüyor Ege Üniversitesi döneme ticari eğitim saldırıları, soruşturma terörü ve faşist saldırılar eşliğinde girdi. Bu yeni dönemde EÜ Ekim Gençliği olarak çalışmalarımızı başlattık. Hazırlık binasında “Ege Üniversitesi’ne hoş geldin!” başlıklı bildirilerimizle yeni öğrencilere “merhaba” dedik. “Artık üniversiteyi kazanmak geleceğini kurtarmak anlamına gelmiyor. Üniversiteyi kazanmakla hayallerimiz, rüyalarımız gerçekleşmiyor. Rüyalarımızı gerçek

14


kılabilmek için rüyadan uyanmak ve geleceğimizi çalanlara ‘dur’ diyebilmek gerekiyor” içerikli bildirilerimizi yaygın biçimde kullandık. Aynı gün faşistler hazırlık binasına ölen askerler için 8 Ekim günü yapacakları yürüyüşün afişlerini astı. Bunun üzerine devrimci demokrat öğrenciler olarak afişlere müdahale edildi. Yürüyüşle ilgili gerçekleştirilen toplantıda, faşistlerin yürüyüş güzargahında Edebiyat Fakültesi’nin de olduğu, olası bir saldırıya karşı Edebiyat Fakültesi’nde masalar açılarak beklenilmesi gerektiği kararına varıldı. Alınan karar doğrultusunda masamızı açtık ve olası saldırıya karşın hazırlıklarımızı yaptık. Ancak açılan tek masa Ekim Gençliği masası oldu. Devrimci demokrat öğrenciler öğle saatlerine doğru toplandığı sırada, faşistler yaklaşık 50 kişilik bir grupla fakülteleri dolaştılar. Geçen sene ölen askerler üzerinden yarattıkları etkiyi bu sene yaratamayıp öğrencileri arkalarına alamadılar. EÜ Ekim Gençliği

DEÜ “Bu pisliği devrim temizler!” Okulların açılmasıyla birlikte üniversitemizdeki faaliyetimize “Bu pisliği devrim temizler!” başlıklı bildirilerimizi kullanarak başladık. Ergenekon operasyonunu, AKP’nin kapatılma davasını, Deniz Feneri yolsuzluğunu ele alan bildirimizde, öğrenci gençliğin de bu gündemler üzerinden taraflaştırılmak istendiğini işledik. Geçtiğimiz yıl türban tartışmaları üzerinden yaratılmaya çalışılan laik-anti laik kutuplaşmasının bu dönemde de kendisini farklı gündemlerle gösterdiğini vurguladık. Materyallerimizi İktisat, Hukuk, Güzel Sanatlar, MühendislikMimarlık Fakülteleri ile Yabancı Diller Yüksek Okulu’na taşıdık. Bir yandan bildirilerimizi ulaştırırken diğer yandan da Ekim Gençliği dergimizin son sayısının satışını gerçekleştirdik. DEÜ Ekim Gençliği

İstanbul Üniversitesi faaliyetlerinden… İÜ’de yeni dönem çalışması üniversitenin açılmasıyla birlikte başladı. Emperyalist saldırganlığın Ortadoğu ve Balkanlar’dan sonra Kafkasya’ya sıçradığı, ticari eğitim uygulamalarının hız kazandığı, gerici ve baskıcı uygulamaların arttığı şu günlerde, Ekim Gençliği olarak Hukuk, İktisat, Edebiyat Fakülteleri’nde ve Yabancı Diller Bölümü’nde, savaşı ve paralı eğitimi teşhir eden bir faaliyet örgütledik. Yaygın afiş ve bildiri çalışmasında “Susmak onaylamaktır!” şiarıyla sermaye devletine karşı öğrencileri taraf olmaya çağırdık. Hafta boyunca kullandığımız bildirilerimizle, emperyalist savaşa, üniversitelerdeki anti-demokratik uygulamalara, bizleri bekleyen işsizlik ve geleceksizliğe, üniversite öğrencilerinin düzen içi gerici taraflaşmalara alet edilmesi oyunlarına karşı sesimizi yükselttik. İktisat Fakültesi’nde kullandığımız “Ticari Eğitime Hayır, Müşteri Değil Öğrenciyiz!” şiarının yazılı olduğu pulları “çevreyi kirlettiğimiz” bahanesiyle sökmeye çalışan ÖGB’lerin karşısında gösterdiğimiz kararlı tutumla onlara geri adım attırdık. Ardından daha kalabalık gelen ÖGB güruhu yaptığımız çalışmanın yasal olmadığını söyledi. Biz de onların yasalarını tanımadığımızı söyledik. Ajitasyon konuşmasıyla antidemokratik uygulamaları teşhir ettik. İÜ Ekim Gençliği

her defasında ayakta kalmayı başarmıştır. Sadece tribünlerdeki yazı değil, devrime olan inanç ve mücadele ruhu da bugünlere taşınmıştır. ODTÜ öğrencisini her önünden geçişinde kendine bağlayan yazı, her yıl mumlarla binlerce öğrenci tarafından tekrar yazılmaktadır. Son iki senedir yazıya yönelik saldırılar sıklaştı. İki defa “R” harfi karalanmaya çalışıldı. Her ikisinde de yazı öğrenciler tarafından temizlense de orijinali gibi olmamıştı. 10 Ekim günü, 40. yılında yazıyı yeniden yazmak için biraraya gelen bine yakın öğrenci, hazırlık binasının önünden başlatılan yürüyüşle stada doğru yöneldi. ODTÜ, devrim ve sosyalizm sloganları ile çınladı. Söylenen marşlar ile ODTÜ’nün devrimci ruhu yeniden canlandırıldı. “Yaşasın devrim ve sosyalizm” ve“Neo-liberalizme ve gericiliğe karşı ODTÜ öğrencileri” pankartlarının arkasında yürüyen kitle DEVRİM’e sahip çıkmak için biraraya gelmişti. Bölümlerin arasından geçilerek Rektörlüğün önündeki 9 Direk Anıtı’nın önüne gelindi. Burada 2 Aralık 1977’de ODTÜ’ye atanan faşist rektör Hasan Tan’a karşı yürütülen 9 aylık boykottan sonra rektörlük önünde bir eylem gerçekleştirilmiş. Bu eylemde faşist rektörün okula işçi olarak aldığı kontr-gerilla kamplarında eğitilen ülkücü işçiler öğrencilere ateş açmış ve kitlenin üzerine el bombası atılmış. Bir devrimci öğrenci yaşamının yitirmiş. Bu katliamdan sonra olayın olduğu yere 9 aylık boykotu temsilen 9 direk dikilmiş. Bu anıtın önünde yapılan saygı duruşunun ve yapılan konuşmanın ardından yurtlar bölgesine ve ardından stada doğru yürüyüş devam etti. İnşaat, Mimarlık ve Kimya bölümlerinden öğrencilerin çabası ile yazının ana hatları belirlendi. Yazının yazılmasına emek harcamak isteyen yüzlerce öğrenci yazıyı tekrar yazdı. Sloganlar, halaylar ve marşlar eşliğinde yazı yazıldıktan sonra, öğrenciler Kızılırmak, Ezginin Günlüğü ve Yaşar Kurt’un katılacağı ve ODTÜ’nün devrimci tarihinin anlatılacağı sinevizyonun gösterileceği şenliğe gittiler. Çeşitli üniversitelerden 5 bine yakın öğrencinin katıldığı şenlik daha çok konser havasında geçti. Alkol tüketiminin yaygın olduğu konserde, her ne kadar sloganlar ve konuşmalar politik olsa da, kendi içinde çelişen bir tablo söz konusuydu. Konsere Ankara Üniversitesi’nde işten atılan, ücretleri ödenmeyen ve şu anda iş bırakmış olan TADAL işçileri de geldiler. Coşkulu bir şekilde işçileri sahiplenen sloganlar atıldı. Ekim Gençliği olarak masa açarak onlarca gazete ve dergi satışı gerçekleştirdik. Gerçekleştirilen eylemle ODTÜ öğrencileri, DEVRİM yazısına, devrim ve sosyalizm mücadelesine sahip çıktıklarını bir kez daha gösterdiler. ODTÜ Ekim Gençliği

ODTÜ’de tribünden ve yüreklerden silinemeyen DEVRİM! ODTÜ’de stadyumun adının bugün hala DEVRİM STADI olarak anılmasına neden olan DEVRİM yazısı 40 yıl önce 6 devrimci öğrenci tarafından tribünlere yazılmıştı. Alpaslan Özdoğan, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Mete Ertekin ve Mustafa Yalçıner tarafından yazılan yazı bugün hala durmaktadır. Tribündeki yazı silikleşse de, iki darbe görse de ve rektörlük ve faşist örgütlenmeler tarafından silinmeye çalışılsa da

15


Gençlik hareketi ve fiili-meşru mücadele!

Gençlik hareketi uzun bir dönemden beri içinde bulunduğu darlığı ve tıkanıklığı aşamamaktadır. Hareketin parçalı tablosu içerisinde dönem dönem ortaya çıkan birliktelikler yalnızca eylem birliktelikleri olarak kalmaktadır. Bu süreçlerin ileriye taşınamaması gençlik hareketini kendi dar sınırları içerisine hapsetmektedir. Bunun sonucu, kısır tartışmalar içerisinde fili-meşru mücadele zemininden uzaklaşmak, geri eylem biçimleri ve mücadele yöntemlerini gençlik kitlesine maletmeye çalışmak olmaktadır. Gençlik mücadelesi ve örgütlenmesinin yanlış zeminde ortaya konulup tartışılması, sorunun aşılması noktasında atılan adımların çözümden çok sorunun derinleştirilmesine neden olmaktadır. Dar ideolojik bakışla, biçimsel yol ve yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılan müdahaleler ortaya çıkan olanakların heba edilmesine yol açmaktadır. Bu noktada mücadelede izlenecek yol ve yöntemler büyük bir önem taşımaktadır.

‘60’lardan günümüze gençlik hareketi ‘60’lı yılların sonu gençlik için düzenden köklü bir kopuşun, devrimci bir temelde yükselişin ifadesi olmuştur. Bu süreç aynı zamanda FKF’nin Dev-Genç’e evrildiği, gençlik hareketinin işgaller ve boykotlarla militan bir temelde yükseldiği bir dönem olmuştur. 12 Mart faşist darbesiyle gençlik hareketi önderlerinin büyük çoğunluğunun tutuklanmasına ve bir kısmının katledilmesine rağmen mücadele dizginlenememiş, aksine ‘70’li yıllar boyunca devrimci bir temelde yükselişini sürdürmüştür. 12 Eylül ‘80 faşist darbesiyle ezilen gençlik hareketi bir daha aynı kitleselliğe ulaşamasa da, günümüze kadar inişli çıkışlı bir hatta ilerlemiştir. ‘86-87 yıllarında gençliğin dernekleşme çabası ve ‘87 yılında nispeten kitlesel sokak eylemliliklerine dönüşen kıpırdanmalar hareketin yeniden yükselişe geçeceği ve militan bir temelde ilerleyeceği beklentilerini de beraberinde getirmiştir. ‘87-90 arası gençlik hareketinde belli bir canlanma yaşansa da, dar kitle eylemliliğinin ötesine geçilememiştir. Bu süreçte gençlik hareketi giderek gerilemiş ve kan kaybetmiştir. Gençlik hareketinin 12 Eylül faşist darbesinin ardından toparlanamaması, beklenen yükselişin ortaya çıkmamasıı, bu sürecin hayal kırıklığı ve umudun bir arada kendini gösterdiği bir süreç olarak yaşanmasına neden olmuştur. Yine de devrimci gençlik grupları hareketin yükselişe geçeceği beklentisi içerisinde olmuşlardır. Tıkanıklığın daha da derinleşmesiyle birlikte

16

müdahale yöntemleri tartışılmaya başlanmıştır. ‘95-96 yılları öğrenci gençliğin yeniden eylemsel bir süreç içerisine girdiği bir dönemdir. Harçlara yapılan % 400’lük zamlar geniş kesimlerin tepkisine yol açmıştır. Reformist bir karakter taşıyan Öğrenci Koordinasyonu’nun etkisine, uzlaşmacı-barışçıl eylem çizgisine rağmen, bu dönemde gerçekleştirilen “4-5 Şubat eylemleri” ile hareket fiili-meşru eylem çizgisiyle militan bir temele oturmuştur. 4 Şubat Taksim çıkışı ve 5 Şubat Kızılay eylemi devrimci gençlik örgütlerinin etkisini arttıran bir rol oynamıştır. Bu süreç aynı zamanda “Üniversite Öğrencileri Platformu”nun doğuşunu da sağlamıştır. Gerçekleştirilen Beyazıt işgaliyle reformizmin etkinlik alanı sınırlanmış, hareket kitlesel ve militan eylemliliklerle bir süre daha ilerlemiştir. Ancak, devrimci gençlik örgütlerinin yapısal zaafları nedeniyle hareket ileriye taşınamamış, mücadele eylem birlikteliğinin ötesine geçemeyerek kendi içine daralmıştır. Hata ve zaaflara rağmen o dönem reformizmin etki alanını sınırlanması, hareketin militan eylemsel süreçlerle kitlesellik kazanması açısından ele alınması gereken bir dönemdir. Gençlik hareketi düzenden köklü bir kopuşun yaşandığı ‘60’lı yılların sonlarından bu yana, fiili-meşru mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, militan eylemliliklerle gençliğin haklı taleplerinin savunucusu olabilmiştir. Gençlik hareketinin düzen içi muhalefet sınırlarında hareket ettiği dönemlerde ise pasif eylemsel süreçler ve uzlaşma zemini arama çabalarıyla burjuva düzene yedeklenebilmiştir.

Yeni dönem gençlik hareketi ve gençlik örgütlenmeleri Gelinen noktada gençlik hareketi son derece durgun bir süreçten geçmektedir. Hareketin taşıdığı olanaklara ve potansiyele rağmen bir çıkış noktası yakalanamamıştır. Yerellerde ortaya çıkan ve dönem dönem belli bir kitleselliğe ulaşan eylemlilikler de bu durumu değiştirmemektedir. Alana özgü politikaların üretilememesi bu durumun sürmesine neden olmaktadır. Birleşik bir örgütten yoksun olan gençlik hareketi kendi dar sınırlarına hapsolmuş durumdadır. Bu içe kapanıklık gençlik örgütlenmelerinin bu durumu kabullenmeleriyle birleşmiştir. Bu kabulleniş beraberinde gençlik kitlesinden kopukluğu, marjinalleşmeyi ve politik faaliyet açısından gerilemeyi getirmiştir. Tüm gençlik örgütleri açısından durum tam böyle olmasa da birçoğu bugün bu konumdadır. Kimi gençlik grupları, üniversitelerdeki soruşturma ve uzaklaştırma saldırılarıyla oluşturulan baskıdan kaynaklı politik faaliyet yürütme zemininin kalmadığı açıklamalarını yapmaktadır. Ya da öğrenci gençliğin apolitik olduğu ileri sürülerek eylem biçimlerinde değişiklik yapılması önerilmektedir. İlgi çekici eylemlilikler adı altında gençliğe pasif ve ciddiyetten yoksun eylem biçimleri dayatılmaktadır. Hareketin hangi zeminde yükseleceği noktasında yapılan açılımlarda her zaman vurgulanan birleşik örgüt ve fiili-meşru mücadelenin yükseltilmesi olmuştur. Fiili-meşru mücadeleden ne anlaşıldığı ise bugün tartışmalıdır. Meşruluk kavramı tahrif edilerek yasallıkla eş anlamlı


kullanılabilmektedir. Rektörlüğün çizmiş olduğu sınırlar meşruluk zemini sayılabilmekte, bu sınırların aşılması yönünde atılan adımlar ise meşruluğa zarar veren davranışlar olarak değerlendirilebilmektedir. Meşruluğun sağlanacağı zemin; üniversitelerde tüm saldırıları göğüsleyen, gençliğin sorunları temelinde yürütülecek sistemli bir kitle çalışmasını önüne koyan ve bunun üzerinden hareketin birleşik bir zeminde, militan bir temelde ilerletilmesini hedefleyen bir çalışma olabilir ancak. Böyle bir mücadele perspektifi üzerinden yükseltilecek, düzenin icazet sınırlarını parçalayacak fiili eylemsel süreçler hareketin dar sınırlarının aşılmasında ve kitlesel devrimci bir temele oturmasında ön açıcı bir rol oynayabilir. Kısır tartışmalar içerisinde gençlik hareketinin önüne konulan anlık ve günü kurtarmaya yönelik hiçbir çabanın başarılı olma şansı yoktur. Geçmişten bugüne uzanan grupçu kaygılar ve biçimsel örgüt tartışmaları yalnızca harekete zarar veren, onu bugün içinde bulunduğu darlığa mahkûm eden bir rol oynamıştır. Bunlar geride bırakılıp soruna doğru bir perspektifle yaklaşılamadığı sürece, hareket bugünkü darlığa mahkûm kalacaktır. Genç komünistler geçmişten bu yana, gençlik hareketinin nasıl bir zeminde yükseleceğini, mücadelenin sorunlarını ve ihtiyaçlarını, tıkanmanın nedenlerini değerlendirip ortaya koyma çabası içerisinde oldular. Bununla birlikte, üniversitelerde kitle faaliyetini temel alan ısrarlı ve sistematik bir faaliyet yürütmeye çalıştılar. Genç komünistlerin faaliyetleri ile çözüm arayışı içerisinde olan birkaç devrimci gençlik örgütünün sınırlı olanaklarla yürüttüğü çalışmalar dışta bırakılırsa, gençlik hareketi açısından bugün hiç de iç açıcı olmayan bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu tablonun bir nedenini, devrimci mücadeleden kaçış oluşturmaktadır. Genç Komünistler, kendi geri konumlarını gençlik hareketine dayatmaya çalışan, hareket içinde hiçbir iddiası kalmamış örgütlenmelere karşı sistemli bir ideolojik mücadele yürütecekler, filimeşru mücadeleyi esas alan birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma mücadelesine dört elle sarılacaklardır.

Genç-Sen ve fiili-meşru mücadele Genç-Sen daha kurucu genel kurul aşamasında, türlü ayak oyunlarıyla ve masa başında yapılan hesapların salona yansıdığı “oldu-bitti”ci bir anlayışla “mücadeleye” ilk adımlarını attı. Gençlik hareketinin sorunlarını tartışmaktan uzak ve mücadele dışı bir örgütlenme olarak doğdu. Kuruluş aşamasında ortaya çıkan tablo kurulduktan sonra da devam etti. Üniversitelere yönelik hiçbir çalışmanın yürütülmediği, hatta kimi alanlarda fiili engellemelere varan bir anlayışla hareket etti. Buna rağmen bazı alanlarda belli çalışmalar yürütülebildiyse, bu, GençSen’in yönetimine çöreklenmiş anlayışa rağmen iradi bir çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. Genç-Sen’in yönetiminde yer tutan anlayışın mücadele dışı bakış açısı ve icazetçi-reformist politikalarını Genç-Sen’e dayatması, taban inisiyatifini açığa çıkarma hedefiyle

hareket etmemesi, bir dönemin heba edilmesini yolaçtı. Birçok süreç Genç-Sen tarafından suskunlukla karşılandı, ortaya çıkan mücadele olanaklarının değerlendirilememesine neden oldu. Gelinen aşamada Genç-Sen kapatma davasıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Dava karşısında, bu zamana kadar yapılmış göstermelik basın açıklamalarının ötesinde, atılmış ciddi hiçbir adım bulunmamaktadır. Bu anlayışla hareket edildiği sürece de ciddi hiçbir adım atılamaz ve hak alıcı hiçbir sonuç ortaya çıkartılamaz. Genç-Sen bu süreçten kazanımla çıkmak istiyorsa eğer, yüzünü gençlik kitlelerine dönen, taban inisiyatifini açığa çıkarma hedefiyle hareket eden ve gücünü fiili-meşru mücadeleden alan bir anlayışla hareket etmek zorundadır. Ancak fiili-meşru bir mücadeleyi esas alan bir örgütlenme, genel gençlik kitlesini harekete geçirip onu sorunlarının kaynağı olan sermaye düzenine yöneltebilir, hakların dişe diş bir mücadeleyle kazanılmasının bir aracına dönüşebilir. Genç-Sen bu hedefle hareket edebildiği koşullarda önüne çıkan zorlukların üstesinden gelip, ileriye doğru atılan adımların temsilcisi olabilecektir. Kapatma davasına karşı yürütülecek çalışmada, hukuksal mücadele sürecin yalnızca bir ayağını oluşturabilir. Burada temel alınacak esas nokta, gençliğin güncel mücadele talepleri ekseninde, fiilimeşru mücadele ve örgütlenme iradesiyle ve “öğrenci birliği” yöntemiyle süreci örmek olmalıdır. Bu başarıldığında, örgüt iddiası kitlesel bir temel kazanacak ve örgüt hiçbir zaman fiilen kapatılamayacaktır. “… Öğrenci birliği modeli herhangi bir öğrenci örgütlemesine alternatif değil, onun birim tabanına dayalı örgütsel omurgası olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla, günün koşullarında ortaya çıkan örgütsel biçimin dernek mi, yoksa sendika mı olduğu değildir. Öğrenci birliği kitle tabanı ile kurulan bağda ifadesini bulur.” “… Öğrenci birliği meşruiyetini her şeyden önce kendi fiili gücünden alan bir kitlesel örgütlenme biçimidir. Öğrenci birliği temeli üzerinde yükselen bir gençlik örgütlenmesi, yasal planda ortadan kaldırılmak istendiğinde bile, yapısını ve örgütsel işleyiş mekanizmalarını sürdürebilir. “Günümüzde yasal biçimlere yapılan yersiz vurgular, kitle mücadelesi için hiçbir anlam taşımamaktadır. Zira öğrenci örgütlenmeleri meşruiyetlerini hep fiili mücadelelerinden almışlardır. Yasallık kazanmaları da gelişen kitle mücadelesinin bir ürünü olmuştur. Bunun en belirgin örneği ODTÜÖTK’dır. Örgütlenmenin sürekliliğinin güvencesi de yasallık değil tabanla kurduğu güçlü bağlardır.” Kapatma davası ve Genç-Sen’in önündeki Genel Kurul süreci bunun bir olanağına dönüştürülmelidir. Genç-Sen zaman kaybetmeden asıl mücadele alanlarına dönmeli, gençliğin fiili-meşru mücadelesini örgütleme hedefiyle harekete geçmelidir. Sermaye devletinin gençliğe yönelttiği saldırılara militan bir tutumla karşı koyma perspektifiyle hareket etmelidir. Genç-Sen içinde mücadele eden genç komünistler de bunun yol ve yöntemlerini geliştirme çabası içinde olacaktırlar.

Genç-Sen bu süreçten kazanımla çıkmak istiyorsa eğer, yüzünü gençlik kitlelerine dönen, taban inisiyatifini açığa çıkarma hedefiyle hareket eden ve gücünü fiili-meşru mücadeleden alan bir anlayışla hareket etmek zorundadır. Ancak fiili-meşru bir mücadeleyi esas alan bir örgütlenme, genel gençlik kitlesini harekete geçirip onu sorunlarının kaynağı olan sermaye düzenine yöneltebilir, hakların dişe diş bir mücadeleyle kazanılmasının bir aracına dönüşebilir. Genç-Sen bu hedefle hareket edebildiği koşullarda önüne çıkan zorlukların üstesinden gelip, ileriye doğru atılan adımların temsilcisi olabilecektir.

17


Genç-Sen 4. Temsilciler Meclisi toplantısı gerçekleştirildi

18

Genç-Sen 4. Temsilciler Meclisi toplantısı 20 Eylül günü gerçekleştirildi. Toplantı, birçok üniversitenin yeni döneme başlamaması nedeniyle bütünlüklü bir katılımdan yoksun gerçekleşti. 4. Temsilciler Meclisi’nin tarihi daha öncesinde iki kez ertelenerek 20 Eylül’e atılmıştı. Ağustos’un ikinci haftası yapılması planlan toplantı, birkaç gün kala MYK tarafından İzmir’deki 12 Eylül mitingi sonrasına ertelenmişti. Bundan bir dizi yerelin haberi olmamasına karşın “herkese uygun tarih” diye belirlenen 13 Eylül toplantısı, yine birkaç gün kala bu sefer 20 Eylül’e Ankara’ya ertelendi. Toplantıda bu konu gündeme getirildiğinde, toplantı tarihinin temsilcilerle konuşulduğu, yaz tatili olması nedeniyle ulaşılabilen temsilcilerin büyük oranda çalıştığı ve yapılan görüşmeler sonrasında en uygun tarihin belirlendiği söylendi. Katılan temsilciler bütün üniversitelerin temsilcilerine ulaşılmadığını ve geri dönüşün sağlıklı bir biçimde yapılmadığını belirttiler. Sonuç olarak, ertelenen meclis toplantıları ve yerine belirlenen tarihler kısıtlı bir süre zarfında duyuruldu. Bu hem katılımı hem de okulu açılmayan şubelerin tartışma yapmalarını engelledi. Gündemlere geçilmeden önce yapılan bir diğer tartışma ise, mail grubunun kullanıma dair oldu. Genel mail grubuna bir dizi aktivistin hala üye yapılmamış olmasının yanı sıra, grubu yönlendiren MYK üyelerinin anti-demokratik bir tutumla gruba atılan kimi mailleri herkesin erişimine açmaması eleştirildi. Atılacak maillerin olası bir olumsuz durumun engellenebilmesi için mutlaka denetlenmesi gerektiği, ancak bunun dışında aynı fikre sahip olunmasa dahi atılan maillerin mutlaka gruba iletilmesi gerektiği ifade edildi. Pratik süreçlerde zaten çokça karşılaşılan bürokratik, anti-demokratik ve eleştiriye tahammülsüz zihniyetin, böylesi bir konuda dahi kendini tekrar eden etik dışı davranışı eleştirildi. Daha sonra dönem başı çalışması, kapatma davası, 6 Kasım, genel kurul gündemleri üzerinden tartışma başlıkları belirlendi. Dönem başı çalışması ile ilgili şube toplantısını yapabilen üniversiteler kendi aktarımlarını yaptılar. Ayrıca merkezi olarak yapılabilecek anket vb. çalışmalar konuşuldu. Genç-Sen’in yaşadığı kapatma davası süreci üzerinden bu sürecin hukuksal bir cendereye sıkıştırılmamasının gerekliliği, çalışmasının mutlaka üniversitelerde öğrenci gençliğin gündemleriyle beraber ele alınarak işlenmesinin önemi vurgulandı. Kapatma süreci içerisinde olan diğer sendika, parti ve derneklerle ilişki içerisinde olmak gerekliliği tartışıldı. İllerde eş güdümlü halde eylemlilikler gerçekleştirilmesi önerisi sunuldu. Genç-Sen’in 6 Kasım’ı hangi gündemlerle beraber ele alacağı toplantının diğer bir başlığını oluşturdu. Her yerelin bulunduğu ilde birleşik bir 6 Kasım gerçekleştirmek için çaba harcaması gerektiği vurgulandı. Bunun dışında, MYK’nın önerisi doğrultusunda merkezi bir 6 Kasım mitingi tartışması yapıldı. Öneri sahiplerinin bir kısmı öneriyi sadece kitlesellik, kolay katılım vb. üzerinden gerekçelendirip, 8 Kasım’daki olası Genel Kurul sonrasına “denk getirme kaygısıyla” yapsalar da, devrimci Genç-Sen’lilerin de içerisinde olduğu bir dizi yerel bu noktada farklı yaklaşımlar sergiledi. Merkezi bir mitingin işlevsel olabilmesi için etkin bir ön çalışmayla örülmesi, ancak yalnızca başka bir merkezi etkinliğe denk getirme vb. kaygılarla bu tartışmanın yapılmaması gerektiği söylendi. Yanı sıra, olası bir merkezi miting tartışmasının illerde ve yerellerde yapılacak fiili-meşru eylemlerin alternatifi olarak tanımlanamayacağı belirtildi. Yapılan bu tartışma sonrası Genç-Sen’in merkezi eylem için çağrı yapması kararlaştırıldı. Genel Kurul üzerinden yapılan tartışma, beklenildiği gibi tarihe sıkışan bir muhtevada


gerçekleştirildi. Israrlı bir biçimde, nitelikli ve etkili bir Genel Kurulun hayata geçirilmesi için yapılan gerekçelendirmeler bir kenara atılarak, Genel Kurul tarihinin belirlenmesinin kriterleri “bir dönem içerisinde iki merkezi etkinliğe insanları taşınmanın zorluğu”na ve “maddi sıkıntılar”a bağlandı. Bu gerekçeler üzerinden Genel Kurul tarihi, gerçekleştirilmesi olası bir merkezi eylemden bir gün öncesi için düşünüldü ve bu tartışmanın şubelere taşınması kararlaştırıldı. Birçok üniversitenin henüz açılmamış olması ve açılan üniversitelerin de bu konular hakkında tartışma yürütmemiş olması nedeniyle şubelere aktarılacak eğilimler belirlenmiş oldu. Bir sonraki toplantının 18 Ekim günü yapılmasına karar verilerek tartışmalar sonlandırıldı. Devrimci Genç-Sen’liler

Genç-Sen Genel Kurul süreci ve tüzük tartışmalarına dair somut çerçeve

Geçtiğimiz sayımızda kapsamlı bir biçimde ele aldığımız “Yeni dönem Genç-Sen süreci, genel kurul ve tüzük üzerine yöntem” tartışmalarının, 18 Ekim’de gerçekleşecek 5. Temsilciler Meclisi toplantısı ve 8 Kasım’da “örgütlenecek” Genel Kurul öncesinde yinelenmesinin yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu açıdan toparlayıcı bir niteliğe sahip olan 21 Eylül tarihli “Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 6. Toplantısı Sonuç Bildirgesi”nin ilgili bölümünü yayımlıyoruz... Yeni dönem ve Genç-Sen süreci Gençlik sorunu her geçen gün ağırlaşmaktadır. Biriken ve katmerleşen sorunlar gençlik hareketini geliştirmenin imkanlarını arttırmaktadır. Buna yönelik bir müdahale ise ancak birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik örgütlenmesi ile başarılabilir. Bununla birlikte, birleşik kitlesel bir örgütlenmenin ancak ve ancak bir hareketlilik içinde hayat bulabileceği, bu zemine dayanan dinamik bağlar üzerinden gelişebileceği, kavranması gereken en temel noktadır. Önümüzdeki süreçte, birleşik bir örgütlenme olanağı olarak tanımladığımız Genç-Sen’e yönelik müdahalemiz bu çerçevede sürecektir. Geçtiğimiz yıl yaşanan liberal-reformist bloğun bürokratik ve anti-demokratik tutumlarına karşı etkili bir mücadele yürütülecektir. Koordinasyon bileşenleri açısından bu müdahale gençlik hareketinin ihtiyaçları çerçevesinde olacaktır. Birleşiklik ve mücadele zemininin olduğu tüm alanlarda Genç-Sen süreçlerine etkin müdahalelerde bulunulacaktır. Bunun ötesinde, hareketin ihtiyaçlarını gözetmeyen, yalnızca tüzüksel normlar üzerinden sorunlara “çözüm” üretmeye çalışan, iş yapmanın dahi önüne set çekebilen anlayışlara ve onların boğucu-gerici tartışmalarına tutum alınacaktır. Bu çerçevede önümüzdeki dönemde, taban inisiyatifini açığa çıkarmayı hedefleyen etkin bir pratik faaliyetin örülmesi, tabanın doğrudan söz ve karar süreçlerine katılabilmesine olanak sağlayacak yöntemlerin hayata geçirilmesi çabası içinde olunacaktır. Genel kurul sürecine müdahale de bu bakışaçısıyla ele alınmalıdır. Koordinasyon bileşenleri bulundukları tüm alanlarda, genel kurulun ileri bir tarihe alınması üzerinden etkin bir tartışma yürütmelidir. Şu an 8 Kasım günü gerçekleştirilmesi düşünülen genel kurulun, ilkine benzer bir biçimde, taban inisiyatifini ve katılımını hiçe sayan, etkili bir ön süreci dıştalayan, “oldu-bitti”ye sıkışan göstermelik bir genel kurul örgütleme çabasının ürünü olacağı anlatılmalıdır. Tarih üzerinde değişikliğin sağlanamaması durumunda ise, taban iradesini açığa çıkartacak, demokratik işleyişe dayalı bir genel kurulun gerçekleşmesi için azami çaba sarf edilmelidir. Gençliğin mücadele gündemlerinin, gençlik hareketi ve örgütlenmesinin sorunlarının etkin bir biçimde tartışıldığı bir sürecin yaşanabilmesi doğrultusunda bir müdahale içinde olunmalıdır. Yanısıra, muhatap olunabilecek tüm siyasal unsurlarla birlikte genel kurula dönük tüzük ve mücadele programı hazırlığı başlatılmalı, bu çerçevedeki tartışmalar Genç-Sen içerisindeki tüm bileşene sunulabilmelidir. Koordinasyon bileşenleri, mücadele dışı normlar yığını olarak sürekli karşımıza çıkarılan “tüzük” anlayışının karşısına, mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verecek, örgütsel iddiayı dinamik bir işleyiş içine sokacak, tabanın etkin katılımını ve fiili-meşruluk anlayışını esas alan tüzüksel bir süreci hayata geçirmek için yoğun bir çaba sarf edeceklerdir.

Koordinasyon bileşenleri, mücadele dışı normlar yığını olarak sürekli karşımıza çıkarılan “tüzük” anlayışının karşısına, mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verecek, örgütsel iddiayı dinamik bir işleyiş içine sokacak, tabanın etkin katılımını ve fiilimeşruluk anlayışını esas alan tüzüksel bir süreci hayata geçirmek için yoğun bir çaba sarf edeceklerdir.

19


Düzen cephesin gençliğin yanıtı:

Mevcut sömürü düzeni varlığını sürdürebilmek için bir dizi alanda saldırılarını derinleştirmektedir. Bu saldırılar dolaysız bir biçimde geniş gençlik kesimlerini de hedef almaktadır. Bir tarafta şovenizm ve milliyetçilik zehiri ile örgütlenmiş linç taburları kardeş bir halkın, Kürt halkının üzerine sürülürken, diğer tarafta düzen içi çatışma tüm hızıyla sürmekte, işçiler, emekçiler ve gençler gerici taraflara ve düzene yedeklendirilmeye çalışılmaktadır. Mevcut sömürü düzeni varlığını sürdürebilmek için bir dizi alanda saldırılarını derinleştirmektedir. Bu saldırılar dolaysız bir biçimde geniş İliklerine kadar çeteleşmiş sermaye gençlik kesimlerini de hedef almaktadır. devletinin “derin” geleneği tüm Bir tarafta şovenizm ve milliyetçilik zehiri ile örgütlenmiş linç taburları kardeş bir halkın, Kürt halkının üzerine sürülürken, diğer tarafta düzen içi çıplaklığıyla gözler önüne serilmeye çatışma tüm hızıyla sürmekte, işçiler, emekçiler ve gençler gerici taraflara ve düzene yedeklenmeye çalışılmaktadır. İliklerine kadar çeteleşmiş sermaye devam etmektedir. Emekçilere devletinin “derin” geleneği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmeye devam dayatılan sosyal yıkım etmektedir. Emekçilere dayatılan sosyal yıkım saldırılarının gençlik cephesindeki karşılığı paralı eğitim, diplomalı işsizlik vb. olmaktadır. saldırılarının gençlik Sömürü üzerine kurulu bu düzenin saydıklarımız dışında gençliğe verebileceği tek bir şey bulunmamaktadır. Gençlik için bu düzen “geleceksizlik”in bir diğer adı cephesindeki karşılığı paralı olmaktadır. eğitim, diplomalı işsizlik vb. Saldırının bu denli kapsamlı olduğu tabloya gençlik kesimlerinin örgütsüz ve dağınık tablosu da eklendiğinde, mücadeleye yüklenmenin önemi bir kat daha olmaktadır. artmaktadır. Gençlik sorununun her yönüyle derinleştiği bir dönemde etkin bir politik Sömürü üzerine kurulu müdahalenin olanakları da giderek artmaktadır. Geriye gençlik alanına dair ısrarlı bir bu düzenin saydıklarımız çabayı ortaya koyma iradesi kalmaktadır. Bu çerçevede önümüzdeki dönemde öreceğimiz kampanya çalışmamız, geçmiş dışında gençliğe dönemlerde olduğu gibi, bu iradenin ortaya koyulma çabasının açık bir örneği olacaktır. Düzenin tüm saldırılarına karşı kararlı bir mücadelenin sürdürüleceğinin beyanı olacaktır. verebileceği tek bir şey Bu irade geniş gençlik kesimlerini mücadeleye çağıracak ve düzenin karşısına geçerek bulunmamaktadır. “Geçit yok!” kararlığını haykıracaktır! Gençlik için bu düzen Gericiliğe ve çetelelere geçit yok! “geleceksizlik”in bir Sermaye kamplar arasında yürüyen iç çatışma sürecine geniş gençlik kesimleri de yedeklenmek diğer adı istenmektedir. “AKP-ordu”, “laik- antilaik” kutuplaşması ekseninde dalaşmalarını sürdüren taraflar, sorun düzenin olmaktadır.

Geç

20

bekasını sağlamak, bu eksende bir dizi saldırıyı hayata geçirmek olduğunda ise ortaklaşmaktadırlar. Eğitimin ticarileştirilmesinden gençliğe dayatılan geleceksizliğe, emperyalist işgallerin taşeronluğundan Kürt halkına dönük kirli savaşa ve imha-inkâr politikasına kadar bir dizi saldırı, kendi içinde dalaşan düzen güçlerini hızla aynı safa getirmektedir. Demokrasi havarisi kesilen, darbecilerle hesaplaştığını iddia eden AKP’nin gerçek konumu ortadadır. İşçi ve emekçilere açlık, yoksulluk ve sefaletten öte bir şey veremeyen AKP, her türlü hak arama eylemine tahammülsüzce saldırmakta, ayyuka çıkan polis devleti uygulamalarıyla tüm toplumu baskı altına almaktadır. Sürekli yoksullaştırılan emekçiler, dilencileştirme politikalarıyla tekrar düzene bağlanmaya çalışılmaktadır. “Laik düzen savunuculuğu” yapanlara gelince, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların işlediği, devlete bağlı ve maaşlı binlerce “din adamı”nın bulunduğu, din dersinin hala zorunlu olduğu bir düzende hangi laiklik savunulmaktadır? Düzenin koruyucu ve kollayıcı gücü ordu, tüm bu sıraladığımız uygulamaların birincil elden mimarıdır. Tüm bunlarla birlikte, “salt AKP karşıtlığı” politikasına yönelik olarak da çalışmamız sözünü söyleyecektir. AKP’nin bir hükümet partisinden çok bütünlüklü bir iktidar haline gelme hedefi ortadadır. Ancak bu hiçbir biçimde mücadeleyi “AKP karşıtlığı”na indirgemeyi koşullamamaktadır. AKP’nin öne çıkan İslami kimliği, onun sermaye sınıfını temsil ettiği gerçeğini hiçbir biçimde değiştirmemektedir. Gençlik gerici taraflaşmalara yedeklenmeyecek, kendi mücadele talepleri ekseninde geleceğin ve özgürlüğün tarafında olacaktır.


nin saldırılarına devrim cephesinden :

çit Yok!

Emperyalizme ve şovenizme geçit yok! Yaşasın halkların kardeşliği! Bîji biratiya gelan!

Emperyalistler arası gerici çıkar çatışmalarının halklara getirdiği yıkıma Kafkaslar’da yaşananlar üzerinden bir kere daha tanık olduk. Gürcü ve Oset halkları ağır bedeller ödemek zorunda kaldılar. Emperyalist işgallere sürekli taşeronluklar yapan Türk devleti, Kafkaslar’da yaşananların sorumluluğunu dolaysız olarak taşımaktadır. Gürcistan rejiminin Kafkaslar’da ABD ve NATO eksenli konumlandırılması sürecinde Türkiyeli işbirlikçiler de aktif rol oynamıştır. Gürcistan ordusuna eğitimden askeri teçhizata kadar birçok katkı ve hatta hibede bulunan Türkiyeli işbirlikçiler, aynı zamanda NATO gemilerinin boğazlardan geçişine de izin vererek işgal ve saldırganlığa bir kez daha aracı olmuşlardır. Yaşanan bu gelişmeler karşısında gençlik sözünü mutlaka söyleyecektir. “Emperyalizme geçit yok!” şiarı “Kapitalizm savaş demektir, gerçek ve kalıcı barış sosyalizmde!” şiarıyla birlikte yükseltilecektir. Çalışma çerçevesinde gençlik içerisinde geliştirilmeye çalışılacak anti-emperyalist duyarlılık da bütünlüklü bir biçimde ele alınacaktır. Anti-kapitalist olmayan bir “anti-emperyalizm”in gerçek dışılığı vurgu noktalarından biri olacaktır. Özellikle “ulusalcılar” tarafından dillendirilen sözde anti-emperyalist söylemin etkili bir teşhiri yapılacaktır. Emperyalist saldırganlık karşıtı çalışmada konu eğitim, sağlık gibi sorunlarla da birleştirilecektir. Militarizme, işgallere ayrılan bütçelerin eğitim, sağlık gibi temel hizmetlere ayrılması gereken payı sürekli düşürdüğünden hareketle.“Savaşa değil, eğitime ve sağlığa bütçe!” şiarları öne çıkartılacaktır. Çalışmadaki önemli noktalardan bir diğerini de, Kürt halkına yönelik artan saldırılar oluşturacaktır. Bugün sermaye devleti Kürt sorunu üzerinden söz söylenmesine daha tahammül edememektedir. DTP’nin kapatılması süreci bu tahammülsüzlüğün bir göstergesidir. Bununla birlikte Kürt halkına dönük yürütülen kirli savaş da giderek derinleşmektedir. Kürt sorununda imha ve inkârdan başka bir politikası olmayan sermaye düzeni, sınır ötesi operasyon süresini uzatmak ve saldırılarının boyutlarını daha da arttırmak niyetindedir. Tüm bunlara, şovenizm ve milliyetçiliğin yoğun bir biçimde körüklenmesi, kardeş Kürt halkına yönelik yeni linç kampanyalarının örgütlenmesi süreci de eklenmektedir. En son Altınova ve Adana’da yaşananlar bunun çarpıcı örnekleridir. Sermaye devleti kardeş Kürt halkına namlularını çevirmişken, şovenizm ve milliyetçilik ile kitlelerin bilinçleri bulandırılmaya çalışılırken, Türk ve Kürt gençliğinin birlikte mücadeleye yüklenerek “halkların kardeşliği”ni haykırması oldukça önemlidir. Bu nedenle, çalışmamız boyunca “Şovenizme geçit yok!”, “Yaşasın halkların kardeşliği! Bîji biratiya gelan” şiarlarını gür bir biçimde haykıracağız.

21


Çürüyen düzene, çeteleşen devlete geçit yok! Devletin derini devletin ta kendisidir! Bugün kapitalist düzen her yönüyle çürümektedir. Bireyciliğin ve yoz kültürün üretildiği, bir avuç tekelin kar hırsı ve çıkarı doğrultusunda hareket edildiği, emekçi kitlelerin sürekli yıkıma uğratıldığı düzende çürüme her geçen gün boyutlanmaktadır. Çürüyen düzenin devleti ise tepeden tırnağa çeteleşerek, tam bir cinayet şebekesine dönüşmektedir. Sokak ortasında infazlar ve işkenceler gibi polis devleti uygulamalarından köy yakmalara ve kirli savaşlara, her türlü hak arama eylemine dönük saldırılardan ardı arkası kesilmeyen soruşturmalara ve cezalara… Düzen toplumsal muhalefeti dizginlemek ve toplumu bütünüyle kontrol altında tutabilmek için birçok yolu denemektedir. Ergenekon operasyonuyla birlikte ortaya çıkan tablo “derin devlet” ile hesaplaşmak olarak sunulmaya çalışıldı. Düzen içi çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan Ergenekon operasyonuyla amaçlanan bu olmasa da, bu vesileyle düzenin pisliği bir kez daha ortaya serilmiş oldu. Çatlak sesler çıkaran birkaç kontr-gerilla artığının tutuklanması, gerçekte düzenin kendini tahkim etme operasyonunun bir parçası haline getirilmiştir. Karşımızda iliklerine kadar çeteleşmiş bir devlet gerçeği durmaktadır.“Devletin derini, devletin ta kendisidir!” Çalışmamızda “Çürüyen düzene, çeteleşen devlete geçit yok!” şiarını kullanarak, çürümüş düzenin saldırılarına karşı mücadele irademizi haykıracağız. Çeteleşen rejimin tek alternatifinin sosyalizm olduğunu anlatacağız.

İşsizliğe ve geleceksizliğe geçit yok! Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmayacağız!

22

Eğitim alanı her yönüyle ticarileştirilerek sermayeye peşkeş çekilirken, bir taraftan da meslek ve alanlar sermaye eksenli yeniden yapılandırma süreci içerisinde birçok dönüşüme uğramaktadır. Var olanları ve plansız bir biçimde sürekli açılanlarıyla birlikte üniversiteler, öğrenci gençlik için işsizliğin yalnızca birkaç yıllığına ertelendiği kurumlara dönüşmüşlerdir. Yanısıra sermayenin ucuz ve eğitimli işgücü ihtiyacını karşılama hedefiyle hareket edilmektedir. Sermayenin teknik eleman ihtiyacına yanıt veren uygulamalara gidilirken, sosyal bilimler tasfiye edilmekte, formasyon hakkı gaspedilmektedir. Ucuz işgücü ve çıplak sömürü “yetkinlik” saldırısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Pratikten

kopuk, ezberci ve niteliksiz eğitimin ve bir bütün olarak eğitim sisteminin sorunları üzerinden atlanarak, çözüm eğitim sonrası süreçlere havale edilmektedir. Mühendislik, mimarlık alanında yaşanan bu süreç diğer birçok meslek ve alanda da karşımıza çıkmaktadır. Avukatlık alanındaki “stajyer avukatlık”, tıp alanındaki aile hekimliği uygulamaları da bunun örneklerindendir. Özellikle son süreçte öğretmenlik üzerinden daha sıkça duyulan, ancak sıraladığımız meslek ve alanları da doğrudan kesen “sözleşmeli çalışma, performansa dayalı esnek çalışma” gibi uygulamalar yeni mezunları bekleyen saldırıların bir başkasını oluşturmaktadır. Meslek liseleri ve meslek yüksek okulları da gençliğin daha eğitim sürecinden başlayarak sömürü çarkının içerisine itildiği alanlar durumundadır. Geleceği gaspedilen liseli ve üniversitelilerin, gelecek ve özgürlük için mücadeleye katılmak dışında bir alternatifleri bulunmamaktadır. Gençlik kendisine dayatılan işsizlik ve geleceksizliğe karşı “İşsizliğe ve geleceksizliğe geçit yok!” diyebilmelidir. Çalışmamız bu perspektifle gençliği kuşatmayı hedeflemektedir.

Ticarileşen eğitime geçit yok! Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz! Gençlik bugün eğitim alanında yoğun bir ticarileştirme saldırısıyla yüzyüze gelmektedir. Sistemin ihtiyaçları doğrultusunda dünya ölçeğinde uygulanan neo-liberal saldırı politikalarıyla, temel hizmet alanlarının bir bütün olarak sermayenin talanına açılması ve tasfiye edilmesi öngörülmüştür. Bu politikalar sistemin halkalarından biri olan Türkiye’de de karşılığını bulmuştur. Özellikle ‘80 askeri faşist darbesiyle bu saldırıları uygulamanın zemini düzlenmiştir. Neo-liberal saldırıların en yoğun biçimde yaşandığı alanlardan biri eğitim alanıdır. Burjuva ideologları tarafından dillendirilen,“eğitimin sağladığı bireysel fayda toplumsal faydadan daha fazladır, o halde bu hizmeti alan karşılığını ödemelidir” argümanına paralel bir biçimde, eğitimde çok yönlü bir ticarileşmeye gidilmektedir. Eğitim ile birlikte eğitim sürecindeki diğer tüm temel gereksinimler de bir bir paralılaştırılmaktadır. Yurt, yemekhane, ulaşım zamları sürerken, öğrenci belgesi ve transkript almak dahi paralı olmuştur. Har(a)çlara her yıl yeni zamlar binmektedir. Somut göstergesi “paralı eğitim” olsa da sorun bunun ötesinde bir kapsama sahiptir. Bütçelerden eğitime ayrılan payın her sene azalması, üniversite-sanayi işbirliği adı altında üniversitelerin sermayenin talanına açılması, toplum için değil sermayenin çıkarları doğrultusunda bilim üretme sürecinin hızlanması, eğitimde fırsat eşitsizliğinin her geçen gün derinleşerek artması, liselerden üniversiteye kadar gerici, anti-bilimsel, ezberci ve niteliksiz eğitimin gençliğe dayatılması, anadilde eğitim hakkının reddedilmesi vb. birçok


başlık, düzenin eğitime bakışını ortaya koymaktadır. Tüm bunlar karşısında gençliğin “Ticarileşen eğitime geçit yok!” diye haykırabilmesinin, “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” talebini yükseltebilmesinin önemi açıktır. Bunların güçlü bir biçimde işlendiği bir kampanya çalışmasını hedefleyeceğiz.

Yerel özgünlük ve dinamiklerin açığa çıkartıldığı merkezi bir çalışma Yeni dönemde yaygın ve etkili bir kitle çalışması ile çalıştığımız tüm alanlarda gençliğin mücadele taleplerini haykıracağız. Geleceksizlik dayatan bu sömürü düzeninin karşısına gençliğin özgür bir gelecek özlemiyle dikileceğiz. Kampanya çalışmamız boyunca geniş gençlik kitleleri ile buluşup, onları güncel talepler çerçevesinde mücadeleye kanalize etmeyi hedefleyeceğiz. Yürüteceğimiz sistemli faaliyet içerisinde kitlelere ulaşmayı, harekete geçirmeyi ve politikleştirmeyi bütünlüklü bir biçimde ele alacağız. Gençlik mücadelesinin uzun yıllardır yaşadığı kısır döngünün temel nedenlerinden biri de örgütlenme sorunu. Çalışmamızla bu sorunu aşmayı, gençliğin ilerici ve dinamik kesimlerini somut mücadele etrefında birleştirmeyi hedefleyeceğiz. Bu perspektifle, kampanya sonrasına da birikim ve olanaklar bırakacak, ihtiyaçlar çerçevesinde belirlenmiş bir dizi esnek örgütsel araç oluşturmaya çalışacağız. Gençlik içerisinde devrimci önderlik misyonuyla hareket eden bizler, bu iddiaya uygun olarak öreceğimiz çalışmamızla gençliği dört bir yandan kuşatmayı hedefleyeceğiz. Çalışma açısından çizilen genel çerçeveyi her yönüyle derinleştirerek ve özgünleştirerek alanlarda hayata geçireceğiz. “ Sonuç olarak, önümüzdeki temel hedef alanımızda derinleşmek olmalıdır. Alanlarda temel sorun neler, süreç nedir, kitlelerin eğilimleri, güçlü ve zayıf yönleri, duyarlılık alanları, etkili siyasal akımlar, mücadele ve örgüt deneyimleri vb. nelerdir? Bunlara karşı ne tür politikalar geliştireceğiz, hangi sloganları öne çıkartacağız? Ajitasyon ve propagandada neleri öne çıkartacağız, ne tür biçimler geliştireceğiz? Kitlelere hangi araçlarla ulaşacak, onları kendi politikalarımıza nasıl kazanacağız? Hangi güçlerle hareket edebiliriz ve bu güçlere nasıl ulaşabiliriz, onları nasıl harekete geçireceğiz? Tüm bunların ayrılmaz bir parçası olarak ne tür eylemler örgütleyeceğiz? Önderlik, bu soruların yanıtını bulmak ve uygulamaktır.”(Ekim Gençliği, Sayı:36, Kitle çalışması üzerine notlar) Kitle çalışmasının temel ayaklarını oluşturan ajitasyon ve propaganda süreçlerini temel gündemlerimiz çerçevesinde, güçlü bir ideolojikpolitik arka planla birlikte alanlarda öreceğiz. Belirlediğimiz genel başlık ve çerçeveleri, etkin ve süreklileşmiş yerel ajitasyon-propaganda süreçleriyle birlikte ele alacağız. Ortaya koyulan iddianın gerçeklik kazanabilmesi için tüm alanlarda yoğun bir propaganda ve etkili bir ajitasyonun zorunlu olduğu bilinciyle hareket

edeceğiz. Zira, “… hareketliliği yaratabilmenin yolu da iddialı bir çalışmadan, bu iddialı çalışmadan güç alan iddialı, tok bir seslenme faaliyetinden geçmektedir. İddialı bir çalışma kesintisiz bir çalışmadır. Öğrencilerin kafalarını çevirdikleri her yerde sizi görmesidir. Sınıfında, kantininde, yurdunda, karşısında onunla sürekli tartışmaya çalışan, onu sürekli ikna etmeye çalışan insanlar görmelidir Bu ona güven verecek, onun söylenenleri bir süre sonra daha dikkatli bir şeklide dinlemesini sağlayacaktır.”( Ekim Gençliği, Sayı:58, Gençlik içinde kitle çalışması) Gerek kitle çalışmamızın gerekse toplam kampanya sürecimizin daha etkili ve dinamik olmasını sağlamayı hedefleyeceğiz. Bu çerçevede yerelde çalışmanın özgünleştirilmesinin önemini kavrayarak alanlara müdahale edeceğiz. Ortaya koyulan merkezi politik hattı yerelin özgünlükleriyle birlikte ele alıp, merkezi materyallerimizi de yerel araçlarla birlikte güçlendireceğiz. İki yönlü kullanılacak bildiri, afiş gibi temel araçlarımıza yerellerden örgütlenecek paneller ve forumları da ekleyeceğiz. “Merkezi bir kampanya, bir politikanın, çeşitli araçlarla ve geneli kesen ama yerellerden hiç de kopuk olmayan hedeflerle hayata geçirilmesini hedefler, bu çerçevede bir planlama yapılır. Bu planlamanın hayat bulacağı, sonuç üretebileceği alan doğal olarak yerel çalışmadır. Merkezi kampanya çerçevesinde yapılan belirlemeler ve planlamalar yerelin koşulları ve ihtiyaçları ölçüsünde geliştirilemez, özgünleştirilemezse, ortaya salt bir uygulamalar yığını çıkacaktır. Yerelin ihtiyaçları karşılanamayacağı gibi, merkezi planda da hedeflenene ulaşılamayacaktır.”(Ekim Gençliği, Sayı:104, Gençliğin karşısına devrimci gerçeklerle çıkmak) En başta da ifade ettiğimiz gibi, bugün geniş gençlik kitlelerini özgün talepleri ekseninde mücadeleye çağırmanın ve etkin bir politik faaliyet yürüterek düzenin karşısına dikilme iradesini ortaya çıkarmanın önemi yeterince açıktır. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için, ısrarlı çabamızın ve politika üretme iddiamızın karşılık bulabilmesi için mücadeleye her zamankinden daha fazla yüklenme sorumluluğuyla karşı karşıyayız! Genç Komünistler

23


İşçi sınıfının devrimci partisi TKİP 10. Yılında!..

İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak! 10. Yılını kutlayan Türkiye Komünist İşçi Partisi’nden işçi sınıfına, emekçilere, tüm ezilenlere ve sömürülenlere!..

Sınıflara ve sömürüye dayalı bir toplumda yaşıyoruz! Sınıflardan oluşan ve sömürüye dayanan bir toplumda yaşıyoruz. Toplumumuz çıkarları birbirine taban tabana zıt iki temel sosyal kamptan oluşuyor. Bir tarafta bir avuç asalaktan oluşan sömürücüler kampı, öte tarafta toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçiler kampı. Ezenlerden ve ezilenlerden, sömürenlerden ve sömürülenlerden oluşan bu iki ayrı dünyayı, toplumun iki temel sınıfı temsil ediyor. Sömürücü asalakların temsilcisi olarak sermaye sınıfı ve emekçi yığınların temsilcisi olarak işçi sınıfı.

Kapitalist mülkiyet ve zenginlik tekeli sömürünün temelidir! Kapitalist temellere dayalı toplumumuzda üretim aygıtı ve birikmiş zenginliklerin ezici bir bölümü sermaye sınıfının elindedir. Tüm fabrikalar, büyük işletmeler, bankalar, sigorta şirketleri, bütün bir iletişim ve ulaşım ağı, büyük araziler ve tarım çiftlikler, sırtını uluslararası sermayeye dayamış bir avuç işbirlikçi asalağın mülkiyetindedir. İşçi sınıfı ve emekçiler ise çalışarak yarattıkları muazzam zenginliklere rağmen yokluk ve yoksunluk içinde yaşamaktadırlar. Emekçilere yaşamı zindan eden sistemli sömürü çarkının temelinde kapitalist mülkiyet tekeli var. Sermaye haramilerinin saltanatı ve sefahatı buna dayanmaktadır.

Kapitalist devlet sermaye sınıfının elinde ve hizmetindedir!

24

Sermaye sınıfı yalnızca ekonomik ve mali gücü değil siyasal gücü de elinde tutmaktadır. Mevcut kapitalist devlet bu sınıfın devletidir. Herşeyi ile onun elinde, tüm mekanizması ile onun hizmetindedir. Ordu, polis, bürokrasi, parlamento, hükümet, mahkemeler, hapisaneler, tümü bir arada bu sınıfın zor ve baskı aygıtını oluşturmakta, ezilenlere ve emekçilere karşı kullanılmaktadır. Kapitalist devlet sömürünün ve zulmün birleşik saltanatını temsil etmekte, ona

hizmet etmekte, onu korumakta ve kollamaktadır.

Kurtuluşun yolu sınıflara ve sömürüye dayalı toplum düzeniniyıkmaktan geçer! Kölece koşullar altında çalıştırılıp sefalete mahkum edilen işçilerin ve emekçilerin kurtuluşu, kurulu düzeni yıkmaktan geçmektedir. Sermaye sınıfının iktidar tekeli parçalanmalı, iktidar her düzeyde işçilerin ve emekçilerin eline geçmelidir. Bu, devrim demektir! Sermaye sınıfının mülkiyet tekeli parçalanmalı, üretim araçları ve birikmiş zenginlikler tüm toplumun ortak mülkiyeti haline getirilmelidir. Bu, sosyalizm demektir! Sınıfları ve sömürüyü yoketmenin, insanın insan tarafından sömürülüp ezilmediği bir topluma ulaşabilmenin, halklar arasında özgürlüğe ve eşitliğe dayalı kardeşçe ilişkiler kurabilmenin yolu buradan geçmektedir. Kurtuluş devrimde, çözüm sosyalizmdedir!

Sınıfların ve sömürünün olduğu yerde sınıf mücadeleleri kaçınılmazdır! Sınıfların, dolayısıyla sömürünün, dolayısıyla büyük sosyal eşitsizliklerin, dolayısıyla baskının ve zulmün olduğu bir toplumda, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesi de olur ve kesintisiz biçimde sürer. Bu mücadele toplumumuzda da var. Dün de vardı, yarın da olacaktır. Ta ki sınıflara ve sömürüye, baskıya ve eşitsizliklere dayalı toplum düzeni ilelebet alt edilene kadar...

Sermaye sınıfı her düzeyde örgütlüyken emekçiler örgütsüzdür! Bu mücadelede halen sermaye sınıfı güçlüdür ve üstün konumdadır. Çünkü egemen sınıf olarak o, kendi çıkarları konusunda son derece bilinçlidir ve her düzeyde örgütlüdür. Devlet iktidarından düzen partilerine ve TÜSİAD/MÜSİAD türü örgütlere kadar. İşçi sınıfı ve emekçiler ise kendi gerçek çıkarları konusunda bilinçsiz, örgütsüz ve dağınık durumdadırlar. İşçilerin halen tek kitlesel sınıf örgütü sendikalardır. Onlar da büyük bölümüyle burjuvazinin denetimindedirler. Sermaye sınıfının gücü aynı zamanda buradan, işçilerin ve emekçilerin örgütsüzlüğünden gelmektedir.


İşçi sınıfının gücü, birliği ve örgütlenmesinde yatar!

TKİP işçi sınıfının partisidir!

Emekçilerin öncüsü olarak işçi sınıfının en büyük silahı, birliği ve örgütlülüğüdür. Sınıf bilincine dayalı bu birlik ve örgütlülük, sermaye sınıfı karşısında etkin bir güç olabilmenin olmazsa olmaz koşuludur. Sömürü ve zulüm çarkının işleyişini bozmanın, giderek de kırıp atmanın yolu buradan geçer. Burjuvazi bunu çok iyi bildiği içindir ki, kitlelerin örgütlü birliğini her zaman baş hedef olarak seçmiştir. Örgütlü burjuvazi, örgütsüz yığınlar ister.

“Partimiz işçilerin, işçi sınıfının partisidir. Partimizin işçi sınıfının temel çıkarları dışında bir çıkarı, temel amaçları dışında bir amacı yoktur. İşçi sınıfı toplumumuzu bugünkü çürüme ve kokuşmadan muzaffer bir devrimle çekip çıkarma yeteneğinde olan tek gerçek toplumsal güçtür. Devrimimiz ancak bu sınıfın önderliğinde başarıya ulaşabilir. Partimizin temel tarihi misyonu bu doğrultuda işçi sınıfına yol göstermek, ona hergünkü mücadelesinde önderlik etmektir. Bunda başarılı olabilmek için işçi sınıfıyla et ve tırnak gibi kaynaşmak partimizin en acil görevidir. Bu tüm öteki emekçi katmanlara, toplumun tüm öteki ezilen kesimlerine başarıyla önderlik edebilmenin de biricik maddi güvencesidir...” (TKİP Kuruluş Bildirisi’nden...) TKİP 10 yıllık mücadele tarihi boyunca bu çizgi üzerinde yürüdü. Bugün de aynı çizgide ilerlemekte, devrimci çalışmasını ve mücadelesini bu çizgi üzerinden sürdürmektedir. Konumu ve kimliği, amaç ve hedefleri açık ve nettir. Partimizin programı bunları içeren ve dosta düşmana ilan eden bir bayrak olarak göndere çekilmiştir. 10. Yılını kutlayan TKİP, işçi sınıfı ve emekçileri bu bayrak altında birleşmeye, bu amaç ve hedefler uğruna savaşmaya çağırmaktadır.

Devrimci sınıf partisi temel önemdedir! Her düzeyde örgütlü sermaye sınıfı karşısında işçi sınıfı da her düzeyde örgütlü olmak zorundadır. Fabrika komitelerinden sendikalara ve her türden öteki sınıf örgütüne kadar. Fakat işçi sınıfı örgütlenmesinin en temel ve belirleyici düzeyi parti örgütlenmesidir. İşçi sınıfının devrimci partisi onun örgütlenmesinin en ileri ve üst biçimidir. İşçi sınıfı bilimiyle donanmış ve en sağlam biçimde örgütlenmiş böyle bir parti, işçi sınıfının her günkü mücadelesine önderlik etmekle kalmaz, onun temel çıkarlarını ve uzun vadeli hedeflerini de en iyi biçimde temsil eder. Sınıf hareketiyle sağlam bağlar kurmuş, onun en bilinçli, militan ve fedakar üyeleriyle saflarını oluşturmuş böyle bir parti, sermayeye karşı zorlu mücadesinde işçi sınıfının en güçlü silahıdır. Böyle bir parti önderliğinde kenetlenmiş bir işçi sınıfı, toplumun tüm öteki ezilen ve sömürülen katmanlarını da ardından sürüklemeyi başarabilir ve böylece sömürü ve zulüm düzenini yerle bir edebilir.

TKİP: Sınıfın, devrimin ve sosyalizmin partisi! Birbirini izleyen faşist askeri darbeler altında çok büyük fiziki güç kayıplarına uğramış olsa da toplumumuzun zengin bir devrimci birikimi var. Bunun onuru dünden bugüne uzanan ve emeğin kurtuluşu davası uğruna büyük bedeller ödeyen mücadeleci kuşaklara aittir. Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) bu birikimin ürünüdür ve bugünkü mirasçısıdır. Partimiz geçmişin yanlışları ve zaaflarıyla hesaplaşma azmi, bundan gelecek için gerekli sonuçları çıkarma kararlılığı içinde doğmuştur. TKİP, 10 yıl önce kuruluşunu ilan ederken konumunu, kimliğini, amaç ve hedeflerini tüm açıklığı ile ortaya koymuştur:

Yaşasın proletarya devrimi! Yaşasın sosyalizm! Türkiye Komünist İşçi Partisi Ekim 2008

(EKİM’in Ekim 2008 tarihli 253. sayısından alınmıştır.)

TKİP komünizmin partisidir! “Partimiz komünist sıfatı taşımaktadır, o komünizmin partisidir. Nihai hedefi, toplumun sınıflara bölünmesine kesin bir biçimde son vermektir. Böylece bu bölünmeden doğan her türlü toplumsal ve politik eşitsizliği tamamen ortadan kaldırmak, onun ürünü olan her türlü kötülüğü kökünden yoketmektir. Baskının, sömürünün, her biçimiyle köleliğin ilelebet yokedildiği evrensel bir toplum düzenine ulaşmaktır.”

TKİP devrimin partisidir! “Partimiz devrimci bir kimlik taşımaktadır; o devrimin, proletarya devriminin partisidir. Bugün partimizin önündeki temel devrimci görev, burjuvazinin sınıf egemenliğinin yıkılması, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesidir. Sırtını emperyalizme dayamış mevcut burjuva sınıf egemenliği, bugün toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu tüm temel toplumsal ve siyasal sorunların gerçek kaynağıdır. Bu sorunları çözmek egemen burjuva sınıfı devirmekten, onun egemenlik aygıtı olan mevcut devlet iktidarını şiddete dayanan bir devrimle yıkmaktan, yerine işçi sınıfının tüm emekçilerin desteğine dayalı devrimci iktidarını kurmaktan geçmektedir. (...) ”

25


Ekim Devrimi 91., Yeni Ekimler»in Partisi 10. Y¹l¹nda! Ekim Devrimi işçi sınıfına ve ezilen halklara yol göstermeye devam ediyor!

26

1917 Ekim Devrimi, proleter devrimler çağının başladığının habercisi, tüm dünyada işçi sınıfı ve ezilen halkların yol göstericisi, devrim ve sosyalizm idealinin ete-kemiğe büründüğü bir devrimdir. Ekim Devrimi göstermiştir ki, işçi sınıfı doğru bir ideolojik-sınıfsal yaklaşımla harekete geçirildiğinde her şeydir, devrimcidir, tarihin öznesidir, değiştirici gücüdür. Ekim Devrimi’ni anlamak demek, ondan dersler çıkartmak demektir. 200 yıllık sınıf mücadelesinden, 150 yıllık bilimsel sosyalizmin tarihinden devrime ve sınıfa ait bir deneyimi doğru yorumlamak ve bugüne ışık tutmasını sağlamak, Ekim Devrimi’ni sahiplenmenin tek ve devrimci yoludur. Bu ise öncelikle Ekim Devrimi’nin sınıfsal karakterini ve bu devrimde eşsiz bir rol olan Bolşevik Partisi’ni anlamakla mümkündür. Ekim Devrimi, köylülüğün nicelik olarak tartışılmaz bir ağırlık taşıdığı, bir halklar hapishanesi olan Rusya gibi bir ülkede işçi sınıfının önderliğinde zafere ulaşmıştır. Çünkü devrim öncelikle bir iktidar sorunudur ve Şubat 1917 ile birlikte, Lenin’in “Nisan Tezleri”ndeki tabiri ile, “Rusya’da iktidar, yeni bir sınıfın: burjuvazinin ve burjuvalaşmış büyük toprak sahiplerinin ellerine geçmiştir. Bu anlamda, burjuva demokratik devrim Rusya’da tamamlanmıştır.” Bolşevik Parti Marksizmin sağlam temelleri üzerinde kurulduğu günden itibaren, işçi sınıfını örgütleme ve ona dayanarak devrim yapma iddiasında olan Bolşevikler için devrim sorunu bu kadar açıktır. Nisan Tezleri’nde, işçi sınıfının derhal iktidardaki burjuvaziyi alaşağı edecek olan sosyalist devrime yönelmesi gerektiği savunulmuştur. Burjuvazi karşısında en tutarlı devrimci sınıf olan proletaryanın öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi, devrimden ve sosyalizmden ne anlaşılması gerektiğini de bilimsel olarak ortaya koymuştur. Sosyalizmin işçi sınıfının ideolojisi olduğu ve ancak onun ideolojik ve pratik önderliğinde hayat bulabileceği çok açık bir şekilde görülmüştür. Teoride ortaya konanın pratikte nasıl hayat bulduğunun en somut göstergesi olmuştur. İşçi sınıfının tüm toplumu emek-sermaye/burjuvazi-proletarya uzlaşmaz çelişkisi etrafında taraflaştırmasının ve tüm emekçileri kendi arkasında iktidarı alma mücadelesine katmasının adıdır, Ekim Devrimi. Bu elbette Rus işçi sınıfının kendiliğinden hareketi ile değil, işçi sınıfının devrimci bir program doğrultusunda örgütlenmesi ile başarılabilmiştir. Rusya işçi sınıfı ile bütünleşen komünist ihtilalci bir parti, Bolşevik Parti olmaksızın Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu yüzden Ekim Devrimi’nden bahsetmek demek, Bolşevik Parti’den ve sınıfı devrime örgütlemenin adı olan Bolşevizmden bahsetmek demektir. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, burjuva iktidarın artık yönetmekte zorlandığı ve toplum düzeyinde hoşnutsuzlukların yükseldiği koşullarda, devrimin başarısı gerçek bir komünist partisinin varlığına ve işçi sınıfı ile bütünleşme düzeyine bağlıdır. Lenin “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır” derken, proleter devrimde partinin tayin edici rolüne dikkat çekmektedir. Bolşevik Parti, çoğunluğu köylü olan bir ülkede işçi sınıfına yönelerek, Çarlık Rusya’sının en ağır baskı koşullarında illegal bir örgütlemeyi tercih ederek, proleter devrim idealinden hiçbir zaman şaşmayarak ve demokrasi sorununu kendi içinde değil devrim sorunu içinde ele alıp, sosyalist devrime bağlayarak yolunu yürümüş ve kitlelere doğru proleter devrimci yolu göstermiştir. Aradan geçen 91 yıla rağmen hala da göstermektedir. “Siyasal ve örgütsel varlığını bütün bir devrim öncesi dönem boyunca neredeyse yalnızca proletaryaya dayandıran ve saflarını sürekli olarak proletaryadan gelme sınıf bilinçli işçilerle besleyen Bolşevik Partisi, bu anlamda tarihin gördüğü en proleter partidir de aynı zamanda. Rusya gibi sanayi proletaryasının toplumun yalnızca küçük bir azınlığını oluşturduğu bir ülkede, kendine yaşam alanı olarak neredeyse tamamen bu sınıfı seçen Bolşevik Partisinin bu pratiği, partinin sınıf kimliği konusundaki açık leninist bilincin bir yansımasıdır” (Partileşme Süreci -1 / Perspektifler ve Değerlendirmeler, Eksen Yayıncılık ) Bolşevik Parti, sosyalizme yürünen yolun işçi sınıfını örgütlemekten geçtiğinin bilincindedir. İllegal bir örgütlenmenin sadece ağır baskı koşullarında değil, burjuva demokrasisinin olduğu Avrupa ülkelerinde bile


komünist bir parti için olmazsa olmaz bir koşul olduğunun bilincindedir. Çünkü mesele legal olma-illegal olma meselesi değil, ideolojisi, hedefleri, politikaları ve örgütlemesi ile burjuva düzene sığıp sığamama meselesidir. Ve gerçek bir komünist ihtilalci parti bu kokuşmuş düzene sığamaz. Ve Bolşevikler açısından burjuva iktidar koşullarında uğruna mücadele edilecek her tür demokratik istem ve mücadele bir amaç değil, sınıfın devrime örgütlenmesinde bir araçtır. “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir — ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir.( Lenin, Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm) Bolşevizm, Marksizmin özümsenmesi ve devrimci teorinin pratikle buluşturulmasıdır. Bilimsel sosyalizm, ancak ve ancak devrimci teoriyi pratikle buluşturacak bir devrimciler örgütü ile bu örgütün sınıfı örgütlemesi ve sınıfının ideolojisinin sınıfla buluşması ile olanaklıdır. Devrimci bir pratiğin ortaya çıkmasında, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinde Bolşevik Parti temel bir rol oynamıştır ve bu rolün oynanmasını sağlayan devrimci teorinin/Marksizmin özümsenmesidir. Elbette Marksizmi özümsemek, ondan bir takım genel-geçer dogmalar çıkartmak, onu ezberlenmiş kalıplara dökmek değildir. Marksizmi özümsemek demek, dünyaya bakışta bu yöntemi kullanmak, sınıfsal bir bakış edinmektir. Hayatı ve dünyayı bu bakış ve yöntemle tahlil edebilmektir. Dünyayı değiştirecek olan, işçi sınıfının devrimci rolünü oynamasını sağlayacak olan da budur. Devrimci teorinin işçi sınıfı ile birleşmesinin önemi tartışmasızdır. Marx Avrupa’da gelişen sınıf hareketlerinin tahlili ve deneyimleri üzerinden böyle bir teoriyi var edebilmiş ve bu teorinin ancak ve ancak işçi sınıfı ile buluştuğunda bir anlamı olacağını önemle vurgulamıştır. Bu, bugün de geçerlidir. Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti deneyimi göstermektedir ki, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya hayal değildir. Bu kokuşmuş burjuva düzeni yıkmak olanaklıdır ve dahası bu düzenin yıkılması zorunludur. İnsanlığa hiçbir umut ve gelecek veremeyecek olan, bir avuç asalağın çıkarları için varlığını sürdürmekte olan emperyalist-kapitalist düzen yıkılmayı beklemektedir. Onu yıkacak olan ise, her ülke işçi sınıfının kendi burjuva iktidarına karşı ayaklanmasıdır. Bu topraklarda sosyalist devrimin gerçekleşmesi için mücadele veren, Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti deneyimini devrimci bir tarzda yorumlayan ve işçi sınıfını devrime örgütleme kararlılığı taşıyan bir parti mevcuttur. Bugün Türkiye’deki sermaye iktidarını yıkarak emperyalist-kapitalist zincirin bir halkasını kopartacak olan ve proletaryayı bu uğurda örgütlemeye yetenekli bir parti vardır. Bu kof bir iddia değildir. Hayatın kendisi kadar gerçektir. Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti kadar gerçektir. Bolşeviklerin eşsiz deneyimi Türkiye’de Yeni Ekimler’in Partisi tarafından özümsenmekte ve bu deneyimden işçi sınıfının örgütlenmesinde, işçi sınıfı ile bütünleşmede yararlanılmaktadır. Bu parti için sınıfı örgütlemek yalnızca bir iddia değil, aynı zamanda pratik bir süreç ve yönelimdir. Parti öncesi 11 yıllık, parti sonrası 10 yıllık süreç ve toplamında 21 yıllık pratiğin kendisi ve sonuçları, bu iddianın somut karşılığıdır. Bu, sınıfsal bir karakteri ve düzen karşısında net bir konumlanışı da beraberinde getirir. Bu konumlanışa sahip Komünist İşçi Partisi 10 yaşındadır. Bu topraklarda artık sınıfı devrime örgütleyecek ve bilimsel sosyalizmi gerçek maddi zemini olan sınıfla buluşturacak olan, düzen karşısında konumlanışı ve ideolojik-politik hattıyla komünist sıfatının hakkını veren bir parti vardır. Bugün yapılması gereken bu safları daha da güçlendirmektir. Tarihi yazacak olan işçi sınıfının kurtuluş için tek silahı olan partinin, sınıf içinde çok daha güçlü bir şekilde var olmasını sağlamaktır.

27


Genç komünistlerden 10. yıl mesajları 10. Yılında selam olsun Partiye! Türkiye her zaman bir devrim toprağıydı. Geçmişi ve bugünüyle bu topraklar birçok devrimci yetiştirdi,

dahası birçok devrimci örgütü bağrından çıkardı. Birçok devrimci fedakârlığa ve kalkışmaya sahne oldu.

Denizler şahsında devrim ve sosyalizme olan sarsılmaz inanç darağaçlarında cellâtların yüzüne haykırıldı.

İbolar şahsında işkenceciler devrimcilerin ölü bedenlerini lime lime keserken ser verip sır vermeyen yiğitleri görüyordu. Yine devrimciler işkenceci şefleri inlerinde yenilgiye uğratıyordu. Burjuvazinin zindanları her

zamankinden fazla kan dökerken bir kuşağı yakıyor, yıkıyor, katlediyordu. Ama bu topraklardaki devrimci

kökü bir türlü söküp atamıyordu. O kök ki, en ağır kışların ardından yine de inatla yeşermeyi, filiz vermeyi

başarmıştı. Kolay değil elbette bu kökü söküp atmak. Bugün bu satırların yazılıyor olması da bunun en açık kanıtı değil de nedir?

Bu toprakların altındaki bu kök ‘87 yılında tekrar filize durdu. Suyunu bu kez geleneksel küçük-burjuva

topraklardan değil, proletaryanın alınterinden aldı. Gücünü toprağın derinlerine saldığı köklerinden aldı.

Geçmişin mirası üzerinde yükseldi, güneşi fethetmeye yöneldi. Güneşi zapt etmeye giden bu yolda işte bu ağaç, 20 yıldır, her türlü fırtınaya göğüs germesini bildi. Yeri geldi sararmış, yorulmuş yapraklarını tüm

hışmıyla tarihin tozlu sayfalarının arasına savurmayı da bildi. Sararmış yapraklardan dolayı güç kaybetmedi, aksine yeniden kızıla büründü. Dalları proleter kitlelerinin arasına uzandı. Soluğunu proleter kitlelerinden aldı. Güçlendi, ilerledi, güçlendi…

Ve o büyük günde, gökyüzü şehrin alevleriyle kızıla boyanırken tüm haşmetiyle doğrulacak proletarya.

Nasırlı ellerini uzatıp gökyüzüne güneşi isteyecek! O gün gelecek! Çünkü bu ülkede proletaryanın yol

gösterici partisi, ihtilalci komünist partisi var. Marksist-Leninist çizgisiyle kitlelere yol gösteren sınıfın partisi

var. Ve o büyük günde kızıl bayraklar dalgalanırken şehrin burçlarında, devrim şehitlerinin yürekleri de atacak sıkılan yumruklarda. Ümit’in kahkahası patlayacak burjuvaların suratlarında. Habip kızıl bir gül olacak

devrimi süsleyen çelenklerde! Hatice ise kızıl kazağıyla o her zamanki tebessümüyle kitlelerin arasında yürüyecek iktidara.

Genç bir komünist olarak, partinin 10. yılını tüm coşkumla selamlıyorum. Biliyorum ki devrim,

proletaryanın sınıf partisinin öncülüğünde gerçekleştirecektir. Ve biliyorum ki, bu parti, sınıf olarak proleter,

ideolojik olarak marksist-leninist ihtilalci illegal bir partidir. Bu parti, sınıfın komünist partisidir. Habipler’in, Ümitler’in, Haticeler’in partisidir. Bundan dolaydır ki, partinin 10. yılını kutlamak, devrime adım adım

yaklaşmaktır bir bakıma. Gecelerinde aç yatmadığımız

gündüzlerinde sömürülmediğimiz bir dünyaya uzatmaktır ellerimizi.

Ancak, partinin 10. yılını selamlamak, biz

komünistlerin omuzlarına taşınması gereken bir yük daha bindirmiştir. Bu yük, her alanda partiyi daha da

güçlendirmektir! Partinin 10. yılında ileri, daha ileri diyebilmektir!

Evet, bir kez daha cüret edip kazanmaya!

28

Ege Üniversitesi’nden bir genç komünist


İşte bu sebeple 10. yıl çoktan da fazla şeydir, her şeydir. Bu “her

Parti’yi ve parti bayrağını daha da yükseltmeye! Partimizin kuruluş yıldönümünde hepinizi yoldaşça selamlıyoruz. Bugün emperyalist-kapitalist sistemin artık varlığını sürdürmede

zorlandığı ve kendini güvenceye alabilmek uğruna tüm insanlığı felakete sürüklediği bir dönemdeyiz. Yaşanan ekonomik krizin, emperyalist

şey” anlamını iddiasının büyüklüğünden, ideolojinin bilimselliğinden, savaşsız, sömürüsüz bir dünyaya olan özlemin sıcaklığından alır.

Her şeye kavuşmak için, yani hayatın içerisini gerçek anlamıyla

dolduran, insanlık adına güzel şeyler herkesin olsun diye, “her şeyi”

doğru anlamak, içerisinde bulunma amacına sıkı sıkıya bağlanmak, tek başına hiçbir şey olan bireyi “her şeyin” içerisinde değiştirmek, yoğurmak gerekir.

Geçen zaman zarfı içerisinde, bir elin beş parmağını geçmeyen

savaşların ve işgallerin faturası işçi ve emekçilere kesilirken, gençlik de

insanların her şeye kavuşma arzusu, geçmişin mirasını sahiplenip onunla

geleceksizlikle, gerici-şoven eğitim uygulamaları ile geleceğimiz tehdit

kazanabilmek için partiyi kazanma gerekliliğini getirmişse eğer, kendi

sistemin saldırılarından payına düşeni alıyor. Paralı eğitim, işsizlik ve ediliyor. Bu durum karşısında ise gençlik, sahip olduğu olanakları

değerlendirmekten uzak, örgütsüz ve dağınık bir tablo içerisindedir.

Bugüne kadar genç komünistler olarak Parti’yi güçlendirmeyi ve

hesaplaşma zorunluluğunu, beraberindeki devrimci kopuşu ve sınıfı

tarihsel süreci içinde artık partiyi sınıfa taşıma sorumluluğu da biz genç komünistlerin temel görevidir.

İşte bu yüzden, “Yeni Ekimler için ileri!” şiarı kolayından sarf

Parti’den aldığımız güçle mücadele alanlarında işçi sınıfının bayrağını

edilmiş kelimeler değildir. Ne dediğini ve niçin dediğini bilmeyen

Parti’nin çizgisinde, sınıfın devrimci temsilcisi olarak hareket ettik. 10.

yoldaşlarımızın geleceği kazanma iddiasıdır, inancıdır. Programına,

yükseltmeyi amaçladık. Gençlik hareketi içerisinde de aynı amaçla yılımızda da aynı kararlılık ve ısrarla gençliği örgütlü mücadeleye, devrime, sosyalizme kazandırma sorumluluğunu taşıyoruz.

Bilimsel bir gerçeklik var ortada. Gençlik ya gün geçtikçe artan

saldırılara sessiz kalıp çürüyen düzenle birlikte yok olacak ya da sınıfın saflarında yer alıp yaşamı ve geleceği için savaşacaktır. Görev ve sorumluluklarımıza buradan bakıyoruz.

Partimiz, 10 yıl boyunca cüret ve ısrarla sürdürdüğü mücadelesiyle,

ideolojik-politik birikimiyle işçilere, emekçilere ve gençliğe önderlik

etme misyonuna sahiptir. Bizler de genç komünistler olarak bu bilinçle hareket edecek, geleceğe daha güçlü adımlarla yürüyeceğiz. Parti’nin önderliğinde sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı var edeceğiz 10. yılın coşkusu ve karalılığıyla bir kez daha haykırıyoruz.

Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm! Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm!

Trabzon’dan genç komünistler

Her şeyi kazanmak için “her şeyin” içinde yerimizi aldık! 10. yıl bakıldığı yöne göre ya çok fazla şeyin ifadesidir ya da çok

az. Eğer bizim bakmaktaki niyetimiz sınıf ve sosyalizm adına bir

mücadele mevzisini anlamlandırmak içinse, 10. yılın ifade ettikleri nicel

insanların hamaset adına söyledikleri hiç değildir. Bu cümlenin ötesi, ideolojisine, güç alınan sınıfa olan güvendir.

Hayat içerisinde bu dört kelimenin anlamı; eskiyi yıkıp yeniyi

kurma gücü, bu uğurdaki savaşımı, sağlam bir ideolojik birikimin, bu birikimden filizlenmiş bir programın eni sonu sınıf devrimcilerinin

gönüllülüğü ve örgütlülüğünün diyalektiğiyse eğer, işte bu diyalektiğin bir parçası olmak için, burada kalabilmek için, yani hayatta yitip

gitmemek için, geleceğe umutla bakabilmek için, mücadelenin bir ihtiyaç olduğunu bildiğimiz için, ihtiyaçlarımız sosyalist bir dünya kurma

hedefinde olduğu için, hedefe ulaşacak yol örgütlü bir duruştan, sağlam bir teori ve programdan geçtiği için, her şeyin içinde yerimizi aldık. Buradayız dedik. Yitip gitmedik. Öfkemizi diri tuttuk.

Şimdilerde kapitalizmin kesif kokusuna bulanmış olan bu dünyayı

zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanlar kazanacak. Bu

coğrafyanın devrimci partisinin militanları olarak bizlerin öfkesinin

diriliği, işçi sınıfının tarih sahnesine güçlü çıkışına ve dünyayı, yani her

şeyi, insanlık adına kazanışına yol olacak. 10 yıl önce parti kazanılmışsa, şimdi kazanılması gereken bir sınıf var, devrim var, sosyalizm var. TKİP, bu ülkenin tek devrimci sınıf partisidir, bu bugünün

Türkiyesi’nde apaçık bir gerçekliktir!

Bu bilinç ve inançla diyoruz ki, partiyle kazanacağız!

İstanbul’dan bir genç komünist

ve nitel olarak çok şeydir denilebilir. Ama eksiktir.

Yeni Ekimler’in Partisi 10 yaşında!

kendinden menkul bir süre değildir. Bu yönüyle bakıldığında, dile

Gençlik 10. Yılında Parti saflarına!

10. yıl bir zaman dilimi olarak, öncesi ve sonrasından bağımsız,

döktüğümüz 10. Yıl, hem yeni bir sürecin başlangıcıdır, hem geçmişi geleceğe taşıma cüretidir, hem de emeğin, sabrın sonucudur.

Sonuç olarak partili kimliği sahiplenmiş komünistler olarak bizim

için bu 10. yıl bir yanıyla Ekim’in 21. yılıdır, Ekim Devrimi’nin 91.

yılıdır, Yeni Ekimler yaratma güvencesinin diğer adıdır, özünde 160 yıllık komünizm muştusudur.

Emperyalist-kapitalist sistemin krizinin gün geçtikçe daha da

derinleştiği bir dönemden geçmekteyiz. Kendini dünyanın tek hâkim

gücü sayan ve dünya jandarmalığına soyunarak halklara kan kusturan ABD’nin içinde bulunduğu kriz tüm kapitalist dünyayı etkisi altına almaktadır. Büyük emperyalist devletlerin

29


borsaları hızlı bir düşüş içerisindeyken, dünya devi sayılan bankalara el

etmeli, gençliği işçi sınıfının partisinin saflarında mücadeleye

krizin Türkiye’yi etkilemeyeceği, ekonominin güçlü olduğu yönündeki

saldırılarının bizleri beklediği bu dönemde gençliği devrim mücadelesine

konularak kriz en az hasarla geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Dünyayı saran tüm demagojik söylemlere rağmen, krizin derinleşmesi sonucu en ağır yaralardan biri Türkiye’de olacaktır. Krizin faturası yine işçi ve

emekçilere ödetilmeye çalışılacak ve gençlik de bundan nasibini alacaktır.

Böyle bir süreçte Yeni Ekimler’in partisi 10. mücadele yılını

kutlamaya hazırlanıyor. Dünyada ve Türkiye’de tasfiyecilik rüzgârlarının

kazanmanın yol ve yöntemlerini geliştirebilmeliyiz. Ağır yıkım kazanmanun yakıcı önemi ortadadır.

Bunu başarabilmenin yolu, genç komünistlerin partinin çağrısına

kulak vererek, partili mücadeleyi her alanda ve her açıdan güçlendirme hedefiyle hareket etmelerinden geçmektedir. Gelecek ancak güne yüklenerek kazanılabilecektir.

Partimizin 10. yılını kutlamaya hazırlandığı şu dönemde genç

estiği, geçmişin devrimci örgütlerinin düzenin icazet bataklığına

komünistlerin omuzlarındaki yük bir kat daha artmaktadır. Parti, genç

komünist hareket, tasfiyeciliğe, savrulmaya ve yozlaşmaya karşı, devrimi

Komünist gençlik partinin bu çağrısına yanıt vermeli, devrime ve partiye

savrulduğu bir dönemde “Yeni Ekimler için ileri!” şiarıyla ortaya çıkan kazanmanın temel bir aracı olan komünist partisini illegal ihtilalci bir

temelde inşa sürecine başladı. ‘87 yılında bir avuç komünist, geçmişin devrimci mirasına sahip çıkarak, ama aynı zamanda onun köklü bir

eleştirisi üzerinden, küçük-burjuva geleneksel hareketten koptu. Parti inşa

komünistleri partili mücadelede yerlerini almaya çağırmaktadır.

karşı olan sorumluluklarının bilinciyle hareket etmeli, gençliği komünist partisinin orak-çekiçli kızıl bayrağı altında harekete geçirmeye hazırlanmalıdır.

örgütü olan EKİM ortaya çıktı. Bir avuç insanla çıkılan yolda zoru

Şan olsun 10. yılında Yeni Ekimler’in partisine!

Gençlik 10. yılında partiye, devrime,

başaran komünistler, Türkiye’de sınıf hareketinin gerilediği, ‘89

sosyalizme!

Eskişehir’den bir genç komünist

çöküşünün dünyada ağır etkiler yarattığı, revizyonizmin ve reformizmin etkisinin yaygınlaştığı bir evrede, ‘91 yılında, EKİM 1. Genel

Konferansı’nı topladılar. Bu aynı zamanda komünist hareketin ilk örgütsel şekillenişiydi.

‘98 yılında toplanan kuruluş kongresiyle Türkiye Komünist İşçi

Partisi’nin kuruluşunu ilan eden komünistler, o güne kadar yaratılan

Parti’nin ışığında gençlik mücadelesini yükseltmeye! Sermaye devletinin içerde ve dışardaki tüm saldırı ve katliamlarına

değerlerin ve birikimin güvenceye alındığının teminatı olan partinin

rağmen, sınıfın partisi, devrimci dokusunda en ufak bir bozulma olmadan

komünist partisinin bayrağını göndere çektiler. Tuna yoldaşın

düzenin baskılarına her koşulda direnen sınıf devrimcilerinin,

kazanıldığını duyurdular dosta ve düşmana. Sınıfın illegal ihtilalci

deyimiyle,”Uğruna tereddütsüzce ölünecek olan dava” kazanılmıştı,

sırada “sınıfı partiye kazanma ve partiyle devrimi kazanma” hedefi vardı.

onuncu yılında mücadeleye devam ediyor. İşçi sınıfına önderlik eden,

Habipler’in, Haticeler’in, Ümitler’in Partisi!...

Kapitalizmin iç çelişkilerinin günden güne derinleştiği, krizlerinin, it

Kuruluşun ilan edildiği bir aşamada yenilen düşman darbesinin ardından

dalaşlarının ve rant kavgalarının giderek yoğunlaştığı bu süreçte, Partinin

işçi sınıfını partiye kazanma hedefiyle hareket ettiler. Tüm enerjilerini

Bulunduğumuz her alanda düzenin pisliklerini teşhir etmeli, her alana

komünistler “Devirmeyen darbe güçlendirir!” dediler ve var güçleriyle

illegal ihtilalci sınıf örgütünü daha ileriye taşıyabilmek için harcadılar.

Komünist hareketin 20. yılını kutlamaya hazırlanıldığı bir aşamada

ise TKİP II. Kongre’sinin başarıyla gerçekleştirildiğini duyurdu

ışığında genç komünistlere büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Parti’nin devrimci ideolojisini götürmeliyiz. Parti’nin düşünen ve savaşan militan devrimcileri olmalıyız.

Kapitalizmin kar ve sömürü hırsı altında ezilen gençlik yığınları

komünistler.

arasından sınıfın devrimci partisiyle mücadeleye katılan gençler olarak,

Gelinen aşamada Parti 10. yılını kutlamaya hazırlanıyor. 10 mücadele

Politik faaliyet alanında önemli başarılar elde edilmesine, anlamlı

Partinin kuruluşunun ilan edilmesinin üzerinden 10 yıl geçti.

dolu yıl!

Genç komünistler, Partinin 10. mücadele yılında, var oldukları tüm

alanlarda, gençliği devrime kazanma hedefiyle harekete geçmelidirler. Gençlik hareketinin parçalı ve dağınık tablosu içerisinde karşılaşılan zorlukların aşılması, komünist gençliğin bu alanda atacağı adımlarla

son süreçte gençlik hareketindeki gerileme ve daralmanın farkındayız.

sonuçlar alınmasına karşın, bunun yetersiz kaldığının da bilincindeyiz. Komünist gençler bu sorunları partinin önderliğinde özverili bir

çalışmayla aşacak, gençlik hareketinin önündeki olanakları en iyi şekilde değerlendireceklerdir.

Genç komünistler olarak, birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik

doğrudan bağlantılıdır. Bu birikim genç komünistlerde mevcuttur.

hareketini geliştirme hedefiyle, düzenin gençlik yığınlarına aşıladığı

potansiyeline rağmen sermaye devleti gençlik üzerindeki denetimini

gençliği kazanmak geleceği kazanmaktır.

Bugün gençliğe yöneltilen saldırılara ve gençliğin taşıdığı mücadele

sürdürmeyi başarabilmektedir. Bunun gerisinde gençlik hareketinin

yapısal zaafları vardır. Biz genç komünistler bunun bilinciyle hareket

30

gerici ve faşist ideolojiye karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. Biliyoruz ki,

Samsun’dan bir genç komünistst


Kapitalizmin krizi giderek derinleşiyor…

Bu sömürü ve yıkım düzeninin tek alternatifi sosyalizmdir! ABD’de mali alanda özellikle son 1-2 yıldır yaşanan kriz daha da şiddetlendi ve uluslararası bir boyut kazandı. ABD bankalarının verdikleri kredileri geri alamamaları, sonrasında kredi veremeyecek hale gelmeleri devasa sermayeleri ellerinde bulunduran bu bankaları iflasa sürükledi. Lehman Brothers örneğindeki gibi bazı şirketler piyasanın sihirli ellerine bırakıldı. Ancak kritik konumda bulunan bazı şirketlere devlet müdahale etti. Arkasından 700 milyar dolarlık Kurtarma Paketi gündeme geldi. Meclisten önce red kararının çıkması tüm dünya borsalarında büyük düşüşlere yol açtı. Wall Street’te bu kararın maliyeti olarak 1,2 trilyon dolar buharlaştı. ABD, Asya, Latin Amerika borsalarında %5 - %15 arasında düşüşler yaşandı. Dünya genelinde 2 trilyon dolar civarında kayıp yaşandı. ABD’deki mali deprem Avrupa’da da etkisini gösterdi. İngiltere, ikinci büyük bankası olan “Bradford and Bingley”i kamulaştıracağını açıkladı. Ayrıca bazı şirketlerin zarar eden kısımlarına el konuldu. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’tan oluşan Benelux ülkeleri Fortis’e, Almanya Hypo’ya müdahale etti. Fransa ve İskandinav ülkelerinde çeşitli devlet müdahaleleri yaşandı. G-8’in Avrupalı üyeleri krize karşı ortak tutum almak için görüşmeler yaptılar. Ancak bu görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. ABD’deki ilk kurtarma paketinin kabul edilmemesinden sonra hızla gelen ikinci paket kabul edildi. Ancak toplam 850 milyar doları bulan bu paket düşen borsaları durdurmaya yetmedi. Irak Savaşı’nın maliyetini aşan bu paket, kriz ortamından çıkışı sağlayamayacağı gibi yeni ekonomik yükler getirecek. Birçok ekonomi uzmanı ABD ekonomisinin durgunluğa (resesyon) gireceğini söylüyor. Krizden en büyük zararı ise son paketle birlikte ABD’li emekçiler görecek. ABD’li emekçilerden toplanan vergilerin 850 milyar doları kapitalistleri kurtarmak için kullanılacak ve bu maliyet ABD emekçilerine yeni vergiler olarak geri dönecek. ABD’deki toplam işsiz sayısı 9.4 milyon. Krizin kendini göstermeye başladığı Ocak ayından itibaren ise 2.2 milyon kişi işsiz kaldı. Çok sayıda orta ölçekli işletme kapanırken, krizin en çok vurduğu kesimlerden biri de üniversite öğrencileri oldu. Üniversite ücretleri son 10 yılda 13 bin dolarken 28 bin dolara çıktı. Birçok üniversite öğrencisi okullarını bırakıyor ve mavi yakalı işlere yöneliyor. Krizin ilk sonuçları ABD’de görülüyor ancak ilerleyen aşamalarda kendini Avrupa’da ve Türkiye gibi ülkelerde de gösterecek. Krizin derinleşmesiyle birlikte üniversite öğrencilerini yüklü harçlar ve sonrasında işsizlik bekliyor. Krizin Türkiye’ye etkisi borsalar haricinde henüz fazla gözlenemese de, yapısal kriz içinde debelenen Türkiye kapitalizminin böyle bir krizden etkilenmemesi mümkün değil. Krizi fırsata çevireceğini iddia eden AKP

hükümetinin yapacağı tek iş, burjuvazi adına işçi ve emekçilere yüklenmek olacak. ABD’de olduğu gibi Türkiye’deki öğrencilerin de har(a)çları zamlanacak. Emekçiler “ya kölelik ya işsizlik” seçeneği ile daha belirgin bir şekilde karşı karşıya kalacaklar. Kriz başladığından bu yana birçok tartışma yapılıyor. Serbest piyasanın sihirli elinin savunucusu “sıkı neo-liberaller” devletin piyasaya müdahalelerini “sosyalist darbe” olarak nitelendiriyorlar. Yaşanan krizin asıl sorumlusunun devlet olduğunu, rahat bırakılırsa piyasaların tüm sorunları çözeceğini söylüyorlar. Ama artık bu düşünce eskisi kadar güçlü bir biçimde savunulamıyor. Çünkü artık kapitalizmin “piyasanın sihirli eli” ile ayakta kalmayı başarabilmesi mümkün görünmüyor. Yaşanan tam bir iflas tablosu. Bundan dolayıdır ki, Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibileri, daha “ahlaki” bir “yeni kapitalizm” görüşünü dile getirmeye, piyasalara müdahale edilmesi gerektiğini savunmaya başladılar. Elbette bunun gerisinde bir çöküşe doğru ilerleyen kapitalizmin ömürünü uzatma kaygıları yatıyor. Kriz sonrasındaki tartışmalarda devlet müdahalesinin “sosyalizm” olduğu görüşleri ileri sürülüyor. Oysa yapılan kapitalistlerin zararların karşılanmasından başka bir şey değildir. Aslında bu müdahalenin kendisi, devletin hangi sınıfın elinde olduğu gerçeğini bir kez daha açıkça ortaya koymuştur. Devletin görevi, son krizde olduğu gibi, kapitalistleri korumak ve kollamaktır. Devlet iflas eden şirketleri kurtarırken, faturasını ise emekçilerin sırtına yüklemektedir. Neo-liberal ideoloji bu krizle birlikte büyük bir darbe almıştır. Burjuva devletler krizin büyük bir çöküşe yolaçmasını engellemeye çalışmakta ve “kamulaştırma” dışında bir çıkış yolu bulamamaktadır. Bu aslında, özel mülkiyete dayalı sistemin iflas ettiğinin bir itirafıdır. Ancak kapitalizmin kendiliğinden çökmeyeceğini de biliyoruz. Birinci ve ikinci emperyalist savaşlarda olduğu gibi kapitalist sistem tam bir yıkım yaratarak ömürünü uzatmayı başarabilmektedir. Kapitalizmin çökmesini beklemek değil, kapitalizmi çökertmek için mücadeleye atılmak gerekiyor. “Ya barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm” ikilemi kendini yakıcı bir biçimde dayatmış bulunuyor.

31


Dünyadan ve Türkiye’den “sağlıklı ve güvenli gelecek” manzaraları!

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte “sosyalizmin ebediyen çöktüğü”, “tarihin sonu”nun geldiği doğrultusunda yaygın bir propaganda kampanyası yürüten dünyanın efendileri, son dönemde kendilerini savuran kriz dalgasıyla birlikte sersemlemiş ve ne yapacağını bilemez hale gelmiş durumdalar. Tüm argümanları tek tek çöküyor, kapitalizm koşullarında insanlık tam bir felakete

32

sürükleniyor. Emeğin dizginsiz sömürüsüne dayalı olan kapitalizm, bir türlü aşamadığı, aşma olanaklarına da sahip olmadığı kriz karşısında yıllardır yeni sömürü yollarına yönelmiş bulunuyor. Neredeyse ölüm ile eş anlama gelen burjuva düzeni, nasıl ki fabrikalarda azgınca sömürdüğü işçilerin iş güvenliğini kar oranını düşürmemek için sağlamıyorsa, hastanelerde de ölümün habercisi sağlık politikalarını işçilerin ve emekçiler üzerinde uygulamaktan geri durmuyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, tıpkı eğitim alanında olduğu gibi sağlık alanında da neoliberal dönüşümler hızla hayata geçiriliyor. Emekçiler için hayati önem taşıyan sağlık hizmetleri özelleştirilerek, bu yolla burjuvaziye yeni sömürü alanları açılıyor. Bunun için ayrılan bütçelerde sürekli kısıntılara gidiliyor. Bu neo-liberal dönüşümler kendini işçi ve emekçilerin ellerinden sağlık haklarının alınmasıyla gösterdiği gibi, dünya ölçeğinde sağlık çalışanlarının yaşadığı sıkıntılarda da gösteriyor. Bu da beraberinde mücadeleyi getiriyor. Öyle ki, 2008 yılında Zimbabwe’den Filistin’e, Yeni Zelanda’dan Avustralya’ya, Güney Afrika’dan Arjantin’e, Güney Kore’ye kadar pek çok ülkede devlet hastanelerinde çalışan doktorlar ve diğer sağlık çalışanları ücretlerine zam talepleriyle, sağlığa ayrılan bütçenin arttırılması talepleriyle grev yolunu tuttular. Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesine karşı seslerini yükselttiler, özelleştirmelere dur dediler. Türkiye’de de sağlık alanında neo-liberal dönüşümlerde önemli bir mesafe alınmış bulunuyor. Ekim 2008’de yürürlüğe giren SSGSS (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası) yasası, gerçekte tam bir sağlıkta yıkım ve mezarda emeklilik yasasıdır. Bu yasanın neler getirdiğine kısaca bakalım: • Emeklilik yaşını 65’e, prim gün sayısını 7.200’e çıkarıp, böylece emekliliği imkânsızlaştırarak, • Emekli maaşı bağlanma oranını ve güncelleme katsayısını düşürüp emekli aylıklarını yüzde 23 ile yüzde 33’e varan oranlarda düşürerek, • Malullük ve ölüm aylığını hak etmek için gerekli hizmet süresini 10 yıla, prim gün sayısını 1.800’e çıkararak, • Sigortalıların dul eşlerinin maaşlarını düşürerek, • Aylık geliri asgari ücretin üçte birinden fazla olan bütün vatandaşların GSS primi ödemesini zorunlu kılarak, • Sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkını prim ödeme zorunluluğuna bağlayarak, • Özel sağlık sigortası yaptıracak parası olmayan vatandaşlara ancak asgari/sınırlı sağlık hizmeti sunarak, • Primlerini ya da yüzde 30’dan başlayıp yüzde 300’e kadar çıkan “fark ücret”lerini ödeyemeyecek vatandaşları sağlık hizmetinden mahrum bırakarak ve daha bir dizi hak gaspını uygulamaya geçirerek, sistem emekçilere tam bir yıkımı dayatıyor. Türkiye’de SSGSS yasası daha yürürlüğe girmeden, onlarca hastanede ani bebek ölümlerinin gerçekleşmesi, yıllardır uygulanmakta olan sağlıkta özelleştirme politikalarının bir sonucudur. Hastane kapılarında kuyruklar her gün biraz daha uzamaktadır. Hastanelerin özel güvenlikleri, gereken bakım sağlanmadığı için tepki gösteren hasta yakınlarına saldırılarda bulunmaktadır. Vücutları yanan çocuklar parası olmadığı için tedavi edilmemekte, hastane hastane dolaştırılmak zorunda kalmaktadır. Kanser tedavisi için binlerce hasta sırada beklerken, sadece oda kiralayabilecek parası olanlar sağlık hizmetinden yararlanabilmektedir, vb., vb... İşçi ve emekçiler 13-14 Mart 2008 tarihlerinde alanlara çıkarak, bazı illerde iş bırakma eylemleri gerçekleştirerek, 16 Nisan’da Kadıköy’de olduğu gibi kitlesel mitingler düzenleyerek SSGSS yasasına karşı seslerini yükseltmişlerdir. Ancak bu yasanın geçmesini engelleyememiştir. Saldırıları püskürtmenin yolu, daha örgütlü, daha militan bir birleşik mücadelenin yükseltilmesinden geçiyor.


DTP’yi kapatma davası...

Saldırının asıl hedefi Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik istemidir! DTP’ye açılan parti kapatma davasında karar aşamasına gelindi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın, DTP’nin eylemlerinin ve üyelerinin beyanlarının, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle açtığı kapatma davasında, DTP sözlü savunmasını yaptı. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile Batman Milletvekili Bengi Yıldız’ın yaptığı sözlü savunmada, DTP’nin bugüne kadar bulunduğu tüm platformlarda Kürt sorununun çözümü noktasında “barışçıl ve demokratik” bir yol izlediği dile getirildi. DTP’nin Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere temel bütün sorunların çözümüne yönelik önemli bir yere ve misyona sahip olduğu söylendi. DTP’nin Kürt sorununda demokratik çözüm rolünü oynayabileceği zeminler dahi yaratılmadan kapatılmasının büyük bir talihsizlik olacağı belirtildi. Diğer taraftan, DTP’nin kapatılmasını protesto amaçlı birçok eylem gerçekleştirildi. Birçok ilerici ve devrimci kurumun destek verdiği İstanbul Galatasaray Lisesi önündeki eylemde Kürtçe ve Türkçe iki pankart açıldı. İstanbul’da çok sayıda kurum temsilcisi, aydın, yazar, sanatçı ve gazeteci ile “DTP Kapatılmaz İnisiyatifi” oluşturuldu. Adana, Batman, Mardin, Van, Adıyaman, Şırnak, İzmir, Manisa, Mersin vb. birçok ilde basın açıklamaları gerçekleştirildi. Bu süreçte yapılan protesto ve eylemlere karşı düzen güçleri her zamanki gibi tahammülsüz bir tutum sergiledi. Savunmadan sonra süreç ise Anayasa Mahkemesi raportörünün raporunu hazırlaması ve davanın iki tarafının da ek savunma yapmasıyla sonuçlanacak. DTP’nin kapatılabilmesi için onbir asil üyenin en az yedisinin oyu gerekiyor. Bu arada AKP’yi kapatma davası da görüldü. Dava sonucunda “suç odağı” olarak nitelendirilmesine rağmen AKP kapatılmadı, çünkü düzenin çıkar ve ihtiyaçları bunu gerektiriyordu. DTP davasında da böyle olacaktır, sermaye düzeni ve devletinin menfaatleri ön planda tutulacaktır. Bir kez daha kendi hukuklarını ayaklar altına alacaklar ve siyasi bir karar vereceklerdir. Açılan kapatma davası karşısında AKP’yi destekleyen liberaller “demokrasi elden gidiyor” naraları atarken, Avrupa Birliği de AKP’yi sahiplenmiş, dava boyunca AKP’ye destek veren açıklamalar yapmıştır. Aynı süreç DTP için işlediğinde ise, ne o özgürlükçü liberallerden yeteri kadar ses çıkmaktadır, ne de AB’den... AKP ise, kendisine açılan davayı bir “hukuk darbesi” olarak nitelerken, sıra DTP’ye

geldiğinde, yargıya intikal etmiş bir durum söz konusu olduğundan açıklama yapamayacağını söyleme yüzsüzlüğünü sergilemektedir. DTP’ye açılan kapatma davası turnusol kağıdı işlevini görmüştür. Burjuva demokrasisinin, sadece burjuvazinin uşakları için demokrasi olduğu bu davayla birlikte bir kez daha açığa çıkmıştır. Dava sürecinde gözlenen bir başka nokta ise, Kürt halkına dönük baskı, terör ve kirli savaşın her geçen gün tırmandırılmasıdır. Sakarya, Altınova ve Adana’da yaşanan linç olayları, Ordu’da Kürt diye çalışmasına izin verilmeyen mevsimlik işçiler... Diğer taraftan, TSK’nın isteği doğrultusunda mecliste tezkerenin bir yıl daha uzatılması ve Güneydoğu’da bazı bölgelerde tekrar OHAL uygulamasına geçilmek istenmesi, Kürt halkına dönük saldırganlığın önümüzdeki süreçte daha da artacağının göstergesidir. Elbette DTP’nin kapatılmak istenmesi nedensiz değildir. DTP bugün Kürt ulusal kimliğine sahip çıkan ve bazı kültürel ve demokratik haklarını savunan, düzen içerisine sığan liberal reformcu bir partidir. Ancak bugünkü koşullarda Kürt hareketi için önemli bir mevzi olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Bu nedenle düzenin her türlü saldırısına maruz kalmaktadır. DTP’nin kapatılması isteminin temel gerekçesi “Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı haline geldiği”dir. Bu suçlamanın hiçbir bilimsel temele dayanmadığı açıktır. Zira tüm DTP milletvekilleri meclis kürsüsünden Türkiye Cumhuriyeti devletine bağlılıklarını dile getiren yeminler etmişlerdir. Ancak bu bile düzeninin temsilcilerini tatmin etmemektedir. Zira DTP’nin bugün bir güç olarak siyaset sahnesinde bulunması, Kürt halkının sömürgeci devlete karşı vermiş olduğu mücadelesi sayesindedir. Bu da bize DTP’ye açılan kapatma davasının asıl amacının Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini boğmak olduğunu göstermektedir. Bu dava ile Kürt halkına gözdağı verilmek istenmektedir. Bu dava bir kez daha göstermiştir ki, Kürt halkı bu düzenden, bu düzenin parlamenter demokrasisinden hiçbir şey beklememelidir. Kürt halkının en haklı ve meşru istemi olan ulusal eşitlik ve özgürlüğü kazanmanın yolu, devrimci mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir.

33


Erdoğan’ın boykot çağrısı ve “basın özgürlüğü” ikiyüzlülüğü!

34

Uzun bir süre başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile işadamı ve medya patronu Aydın Doğan arasındaki tartışmalar gündemi meşgul etti. Bu tür tartışmalar oldukça tanıdık aslında. Farklı gündemler üzerinden kopan fırtınalar genellikle sermayenin çeşitli ihtiyaçları ve uyarılarıyla yatışır ve ardından tekrar başka bir başlıkla başlar. Erdoğan-Doğan tartışmasında en çok dikkati çeken noktalardan biri “basın özgürlüğü” söylemiyle yürütülmesi oldu. Bu konuda da, her konuda olduğu gibi, tam bir ikiyüzlülük sergilendi. Bu ikiyüzlülüğü teşhir etmeden önce, fırtınanın nereden koptuğuna bakalım. Tüm olay Hilton’un önündeki araziyle başlamış gibi görünse de, temelinde Erdoğan’ın kendi “Çalıklar’ını” kayırması var. Bu kayırmaya sessiz kalamayan Doğan Grubu medyasında, zamanında Erdoğan’a ve partisine yapılan övgüler yerini Erdoğan aleyhinde haberlere bıraktı. Tartışma da burada alevlendi. Bunun üzerinden Erdoğan parti yerel kongrelerinde mikrofonun karşısına geçerken, Doğan ise kendi televizyon ve gazetelerinde boy gösterdi. Erdoğan esip gürledi ve “bildiklerim var” deyip tehditler savurdu . Dahası işi Doğan grubunu boykota kadar vardırdı. Tayyib Erdoğan AKP Ankara il başkanlığında katıldığı bir iftar yemeğinde şunları söyledi: “Partimin mensupları olarak yalan yanlış haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı yapın, bu gazeteleri evlerinize sokmayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Biz de size karşı bu kampanyayı başlatıyoruz, almayacağız.” Ağız dalaşından farksız olan tartışmaların gerisinde temelli sorunlar yatmakla birlikte, biz burada “basın özgürlüğü” söylemi üzerinde duracağız. Boykot çağrısı Doğan Grubu’nun gazetesi olan Radikal’de “Faşizmin ayak sesleri” başlığıyla manşet oldu. Bir dizi burjuva köşe yazarı “basın özgürlüğüne sığmayan” boykotu kınadı. Ama bu “basın özgürlüğü” çığırtkanlığını yapanlardan hiçbiri Ferhat Gerçek’in felç bırakılmasına, devrimci basına uygulanan yayın yasaklarına, Hayat TV, Roj TV’nin kapatılmasına ses çıkarmadı. Bu ülkede yıllardır yaşanan işkenceleri, “faili meçhul” cinayetleri, cezaevi katliamlarını, Kürt halkına yönelik kirli savaşı görmezden gelenler, kendi iç dalaşmalarından/çıkar çatışmalarından dolayı, ayaklarına biraz basılır gibi yapıldığında, yaygarayı koparıyorlar. Ortada faşizmin kendisine ve uygulamalarına herhangi bir tepki ya da gerçek anlamda basın özgürlüğünü savunma samimiyeti olmadığı yeterince açıktır. Zaten sınıfsal kimlikleri nedeniyle olması da beklenemez. Burjuva sınıfa mesup olanlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerdir elbette. Tartışmanın çıkış noktası da kendi çıkarlarının Erdoğan’ın “Çalıkları”nın çıkarlarına feda edilmesi değil miydi? Boykot çağrısına maruz kalındığında da yapılan, kendi çıkarları doğrultusunda “demokrasicilik” oynamak olmaktadır. Basit ama çarpıcı bir örnek verelim. “Basın özgürlüğü” çığlıkları atan Doğan Grubu, Yürüyüş dergisi satan Engin Çeber’in hapishanede işkenceyle katledildiği haberini vermedi. “Faşizmin ayak sesleri”ni çok çabuk unuttukları anlaşılıyor! Kapitalizm denilen bataklığın krizi her geçen gün derinleşmektedir. “Basın özgürlüğü” çığlıkları atanların da bir parçası olduğu bu bataklık kurutulmadan, kapitalizm tarihe gömülmeden, basın özgürlüğü dahil özgürlüklerin gerçek anlamda kazanılması mümkün olmayacaktır. Hak ve özgürlükleri kazanmanın yolu, sosyalist bir toplumsal düzen kurma mücadelesinden geçmektedir.


Türkiye’den ve dünyadan...

Liman işçileriyle dayanışma

Arkas Holding’e bağlı Arser İş Makineleri A.Ş’de sendikal örgütlenme mücadelesi başlatan Ambarlı liman işçilerinin, işten atmalara karşı 21 Haziran’da başlattıkları direniş ile dayanışmak amacıyla bir etkinlik gerçekleştirildi. Etkinlikte konuşan işçiler mücadelelerini sürdüreceklerini söylediler. Liman-İş Genel Başkanı Muzaffer Akpunar, süreci anlatan bir konuşma yaptı. Etkinlik direniş sürecini anlatan bir sinevizyon ve müzik dinletisiyle devam etti. Yaklaşık 150 kişinin katıldığı etkinlikte “Liman işçisi yalnız değildir!”, “Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganları atıldı.

ISUZU işçileri esnek çalışmaya karşı yürüdü! Metal işkolunda 2008-2010 Metal Grup Toplu İş Sözleşmesi görüşmeleri devam ederken, metal işçileri iş güvencesiz ve esnek çalışmaya karşı eylemdeydiler. Eylem 6 Ekim günü saat 17.30’da yüzlerce ISUZU işçisinin fabrika içinde toplanmasıyla başladı. “Birleşik Metal-İş Sendikası” ve “Güvencesiz çalışmaya hayır!/ No to precarious work!” pankartlarının taşındığı eylemde sıkça “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “İş, ekmek yoksa barış da yok”, “Metal işçisi köle değildir!”, “Kazanılmış haklar geri verilmez!” sloganları atıldı.

Çapa işçisi kararlı! Tüm olumsuz koşullara rağmen direnişlerini sürdüren Çapa temizlik işçileri geçtiğimiz günlerde temizlik işçilerine iş bırakma çağrısı yapmaya başlamışlardı. Belediye-İş 5 No’lu Şube yöneticilerinin sadece eylem günleri zoraki olarak yer almalarına rağmen direniş süreci mücadele azimlerini koruyan işçilerin öz çabalarıyla devam ediyor. Rektörlüğün baskıları ve sendikanın direnişi sahiplenmemesi nedeniyle direnişi yeteri kadar güçlendiremeyen işçiler iş bırakma kararını hayata geçiremeseler de direnişlerini sürdüreceklerini haykırdılar. 15 Ekim günü, Çapa Tıp Fakültesi içinde yürüyen direnişçi işçiler ve destek veren kurumlar Mono Blok önünde basın açıklaması gerçekleştirdiler. Yürüyüş boyunca “Taşeron işçisi köle değildir!”, “Atılan işçiler geri alınsın!”, ‘‘Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!’’, ‘Direne direne kazanacağız!’’, ‘‘Yaşasın sınıf dayanışması!’’, ‘‘Rektör şaşırma sabrımızı taşırma!’’ sloganları atıldı.

Engin Ceber’i katlettiler! İstanbul Sarıyer'de Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş dergisinin tanıtımını yaparken gözaltına alınan ve tutuklanan 29 yaşındaki Engin Ceber önce karakolda daha sonra ise götürüldüğü Metris Hapishanesi’nde gördüğü işkence sonucu beyin kanaması geçirdi. Sarıyer Savcısı’nın istemiyle tutuklanan Ceber, Metris Cezaevi'ne konulmasının ardından, 3 Ekim günü iç kanama nedeniyle Şişli Etfal Hastanesi yoğun bakım bölümüne kaldırıldı. Engin Ceber'in cenazesi 11 Ekim günü Adli Tıptan alınarak 1 Mayıs Mahallesi'ne getirildi. 12 Ekim ünü Ceber'in dostları ve yoldaşları erken saatlerden itibaren Cemevi'nin

bahçesinde toplandılar. Cemevi bahçesine TAYAD'lı aileler ve Halk Cephesi imzalı “Engin Ceber ölümsüzdür!” pankartları ve kızıl bayraklar asıldı. Ceber kitlesel bir katılımla sonsuzluğa uğurlandı.

Almanya’da kitlesel gösteri

Almanya’da “Hastaneleri kurtar!” sloganı altında, sağlık alanında 130 bin kişinin katıldığı kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşte “Artık yeter!”, “Ücretlerimizin ve personel sayısının düşürülmesine karşı mücadeleye!” gibi pankartlar taşındı. Konuşmacılar hükümetin sağlık politikalarını eleştirdiler, ilaç ve teknik aletlerin fiyatları artarken hastanelere yapılan mali yardıma getirilen sınırlamaların kaldırılmasını talep ettiler. Hastanelerin durumuna da değinilerek, her hastabakıcı ve doktora düşen hasta sayısının giderek arttığını, bunun hasta ile yeterince ilgilenememek anlamına geldiğini vurguladılar.

İran’da pazarcı isyanı İran'da yeni katmadeğer vergisi yüzünden başlayan pazarcı isyanları sürüyor. Hükümet verginin şimdilik uygulamaya konmayacağını açıkladı, ancak isyan devam ediyor. Pazarcılar uygulamanın askıya alınmasının yeterli olmadığını, verginin iptal edilmesi gerektiğini söylüyorlar. İran'da son derece güçlü bir grup olan pazarcılar geçen hafta başkent Tahran'da ve diğer kentlerde protesto gösterileri düzenlemişlerdi. Hükümetin vergiyi ertelemesine rağmen protestolar sürüyor.

İtalya’da 300 bin kişi alanlardaydı! Cumartesi günü Roma’da 300 bin kişi Berlusconi hükümetinin ekonomi politikalarını sokaklara çıkarak protesto etti. Çağrısını sol örgütler ve Yeşiller’in yaptığı yürüyüş, hükümetin bütçe kısıtlaması nedeniyle önümüzdeki üç yıl içinde 87 bin öğretmenin işine son vereceğini açıklaması üzerine gerçekleşti. Eylemlere sadece öğretmenler değil, kamu çalışanları ve işçiler de destek verdi.

Berlin’de onbinlerce kişi alanlardaydı! 11 Ekim günü Berlin’de vatandaşlık hakları için en büyük yürüyüş gerçekleşti. Alanları dolduran onbinlerce kişi “Korku yerine özgürlük, gözetim kuruntusunu durdurun!" sloganı altında devletin, özel ticari şirket ve işletmelerin kitleleri gözetlemesini protesto etti, kişiye ait bilgilerin korunmasını talep etti. Dövizlerde ve pankartlarda, sözde terörizme karşı düzenlenen güvenlik yasalarının derhal geri çekilmesi, kitlelerin online gözetlenmesinin durdurulması, kişisel bilgilerinin korunmasını içeren sloganlar dikkat çekti. Konuşmacılar arasında dinlenen özgür doktorlar grubunun başkanı ile yazılarında marksist-leninist kelimelerini kullandığı için terörist zanıyla dinlenen gazeteciler de vardı. Düzenleyiciler, yürüyüşe katılımın miting sonunda yüzbine ulaştığı bilgisini verdiler. Eylem, Almanya’da 1987 yılından beri vatandaşlık haklarına yapılan saldırılara karşı gerçekleşen en büyük yürüyüş oldu.

35


CERN’deki deneyden gerici teorilere dayanak arayışı!

Geçtiğimiz ay gündemde önemli bir yer tutan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’ndeki (CERN) deney, bugün yerini derin bir sessizliğe bırakmış durumda. Özellikle deney başlamadan önce basının ve toplumun yoğun bir ilgisi söz konusuydu. Bugüne kadar bilimsel birçok deneyin gerçekleştiği, atom fiziği üzerine çalışmaların yapıldığı bir araştırma merkezi olan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi 1954 yılında kuruldu. CERN, birçok bilim insanının çalıştığı ya da bir şekilde ilişkide olduğu, enerji kaynağı, teknoloji, bilişim gibi konulardaki araştırmaların bilimsel altyapısını oluşturma noktasında bir üretim merkezi durumunda. Bunları söylerken elbette kapitalizmin bilime kendi çıkarları sınırlarındaki bakışını gözardı etmiyoruz. Bu deneye farklı ülkelerden yaklaşık 2400 bilim insanı katıldı. Deneyde, iki bin ton ağırlığındaki devasa mıknatısın, Fransa-İsviçre sınırında, yerin 100 metre altından geçen 27 kilometre uzunluğundaki bir tünele yerleştirilmesiyle, protonların ışık hızına yakın bir sürate çıkarılıp çarpıştırılması hedefleniyor. -271 derece soğukta gerçekleşecek çarpışma ile “Higgs bozonu”nun varlığının kanıtlanabilmesi umuluyor. “Higgs bozonu” olarak bilinen parçacığı özel kılan ise, maddenin kütle kazanımını sağlayan bir parçacık olmasıdır. Varlığı deneysel olarak henüz ispatlanmamış olan “Higgs bozonu”, teorik olarak, temel parçacıklar ile kütleli kuvvet taşıyıcılarının kütle kazanması için gerekli bir parçacıktır. Buna göre, “Big Bang”ın (Büyük Patlama) hemen sonrasında henüz kütleleri olmayan parçacıklar, dünyanın belirli bir genişlemesi ve yine belirli bir soğumasına paralel olarak oluşan “Higgs alanı”ndan geçip, sonrasında söz konusu alanın oluşturduğu “Higgs bozonu” ile kütle kazandılar. Özcesi, bilim insanlarının bir kesiminin beklentisi, bu deneyle evrenin “öncesine ve sonrasına” dair, “maddeye dair” bir şeyler bulabilmek. Tüm iddia, enerji parçacıklarının kütle kazanmaya başladıkları ve daha kararlı bir duruma geçtikleri anda maddeye ilişkin bilgimiz yenileneceği üzerine. Bu sayede evrenin “yaratılış anı” kabul edilen “Büyük Patlama”yı ve sonrasındaki birçok şeyi anlayabileceğimiz söyleniyor. Deneye ilişkin haberlere paralel olarak “Büyük patlama teorisi”nin reklâmı haftalarca yapıldı. Yaratılış teorisinin “bilimsel” temeli haline getirildi. Teorinin ne olup olmadığı konusu atlanıp, “yaradılış”, yani evrenin bir “başlangıç”ı olduğu kabul ediliyor ve ettiriliyor. Evreni anlamaktan kastettikleri nokta, bu “yaratılış anı”nı anlamaya indirgeniyor. “Big Bang”in durduğu zemine bakıyoruz, bilimsel deney ve gözlemler sonucunda ulaşılmış bir teorem değildir. Aksine bu teori, belirli ön kabuller ve inceltilmiş biçimler altında dayatılan metafiziksel bir kabuldür. Marksist bilim insanlarının ifade ettiği; Big Bang ya da benzer teorilerin, tüm evren ile ilişkili değil, evrenin belirli bir bölgesinde, belli sınırlarına ilişkin bir durum ya da olaya açıklama getirmeye çalıştığıdır. Yani sonsuz bir evrenin sonlu bir bölgesinde...

36

“Big Bang” teorisini savunanlar bugün burjuvaziye hizmet ediyorlar. Sınıfsal karakterleri gereği, her şeyin “başını ve sonunu” koymak, bununla sınırlamak gibi bir özelliğe sahipler. “Bilimsel” bulguları da bu özelliklerin dolaysız bir yansıması olacaktır. Bugün idealist felsefenin ve burjuva gericiliğinin karşısına koyduğumuz, bilimsel temele dayalı bir bütün olan diyalektik materyalist yöntemdir. Evreni anlamak yönündeki çalışmalar da ancak diyalektik materyalist tahlil ve yöntemle bilimsel bir zemine oturabilecektir. “İnsan, kendi dışındaki nesnel gerçekliği anlamaya, açıklamaya çalışırken, yine bizzat o nesnel gerçeklikten soyutlayarak elde ettiği kavramları kullanır. Ve bu kavramlar, her zaman, insanın nesnel gerçeklikle olan tarihsel ve belirli bir durumunu yansıtır. Bu belirli durum ve tarihsel dönem değişirse, kavramların içeriği de değişir, gelişir. Bu yüzden kavramlar arasındaki ayrım mutlak değil, görelidir. Fakat konu, dünyamızdaki ya da evrendeki belirli bir durum, süreç ya da herhangi bir fenomen değil de genel olarak evrenin kendisi, tüm evren olunca, konuya ilişkin olarak kullanılan kavramlar da kendi kuramsal sınırlarına ulaşır ve kendi ayrımlarını yitirir.” “Sözü edilen ve nesnel olarak aşılan bu sınırların ötesine ilişkin, her ne kadar henüz kuramsal olarak yalnızca varlığına dair bir saptama yapabiliyorsak da, yanlış yorumlanan tüm gözlem ve ölçümlerden daha değerli olan, diyalektik mantığın bize gösterdiği bu kuramsal sonuçtur. İşte bu durum, yani sınır çizdikçe sınırsızlığa yol almak, diyalektik maddeci düşüncenin temel niteliklerinden biridir ve ‘sonsuzluk’ kavramının maddeci tanımlanışıdır.” (Bir deney üzerine gözlemler, Kızıl Bayrak, sayı: 2008 / 38) Ortaya koyulan çaba ekseninde bu deney kuşkusuz maddeyi daha derinden kavramak yönlü bir araştırma olacaktır. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Zira, “Maddeyi daha derinden anlamak ise maddenin daha yüksek ve karmaşık yapılarını anlamak demektir. Söz konusu deney, inorganik alanda yapılan bir araştırmadır. Organik alan, özellikle çeşitli yaşam formlarının görüldüğü alan, maddenin daha yüksek bir hareket biçimidir. Toplumsal yaşam ve toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı bilinç biçimleri ve nesnenin en üst örgütlenme biçimi olan psişik faaliyet, maddenin en üst hareket biçimidir. Maddeyi daha derinden kavramak, bu yüksek hareket biçimlerine hükmeden yasaları kavramaktır asıl olarak. Ve bu sayılanların tümü madde kategorisi altındadır, ‘maddî’dir. Maddeyi daha derinden anlamak, insanın doğayla olan ilişkisinin yasalarını, toplumsal yapıları, bu yapıların koşulladığı bilinç biçimlerini tarihsel bağlamları içinde kavramaktır. Maddeyi daha derinden kavramak, maddeyi daha derinden kavramanın önündeki engelleri kavramaktır.” (Agy) Elbette, burjuva düzen altında gerçekleşen bilimsel çalışmaları önemsememek gibi bir tutum içinde olamayız. CERN’deki deney de bu açıdan önemlidir. Yanlış olan, bilimsel bir araştırmanın gerici teorilere dayanak yapılmaya çalışılmasıdır.


“Yeşili” parada seven belediye başkanının rantsal icraatları!

Yeşil bir dünya için de kapitalizme karşı mücadele!

Yine bir vurgun hikâyesi… Şehirlerimizi betonlaştıran, para hırsı uğruna insanların en temel hakkı olan barınma hakkını, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını ve hatta yaşama hakkını gözünü bile kırpmadan gasp eden kapitalistler yine iş başında. Uzun bir dönemden beri İstanbul rant amaçlı kentsel dönüşüm kapsamında talan edilirken, İstanbul’u İstanbul yapan kültürel değerler dozer kepçeleriyle paramparça edilirken, o kültürü yaratan insanlar gözlerden uzak köşelere dağıtılırken, güya “2010 Kültür Başkenti” olmaya hazırlanıyor. Bu aynı kapitalist zihniyet şimdi de Gaziantep’te “imar değişikliği” ile rant sağlayarak insanları yeşile muhtaç bırakıyor. Fıstık bahçelerini sadece parası olanların faydalanabileceği alanlara çevirerek güya değerlendiriyor. Olayın başkahramanı Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey, kente raylı sistem getirerek böylece kenti daha yaşanılır kılmak iddiasında. Bunun için “kentin kendi imkanlarını” kullanarak kazanmayı, yetkisini güya “kamu çıkarları” için kullanarak araziler üzerinde imar değişikliği yoluyla rant sağlamayı tasarlıyor. Kentin yeşil alanlarını yokedip yerine beton yığınların dikilmesine göz yuman başkan, bu katlima “kent için” kulpu takabiliyor. Bu duruma karşı çıkanları “şer cephesi” diye nitelendiriyor. Daha önce “halk için” yaptığını söylediği alanlara giriş ücreti ödeyemeyecek yoksul insanlar için “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” deme cüretini gösteren Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Güzelbey, daha bir utanmazlıkla “Yeşillik görmek isteyen manava gitsin” diyebiliyor. Gaziantep’e alışveriş merkezi yapmayı planlayan Alman firmaya imar değişikliği sözü veren Güzelbey, imar değişikliği için onay vermeyen ve arazinin sermayedara peşkeş çekilmesinin önüne taş koyan Şemdinli Belediyesi’ni ise Gaziantep düşmanlığı ile suçluyor. Bu arada Alman firmanın AKP’li ortağı işgüzar işadamı Nuri Üysen, 14.9 milyon YTL’ye aldığı araziyi tapuda 84 milyon YTL göstererek, ortağı olduğu firmaya 87.5 milyon YTL’ye devrediyor. Burjuva medya yok edilen yeşil alanların yerine dikilen beton yığınlarıyla pek ilgilenmezken, işgüzar işadamı Nuri Üysen’in üç gün içinde sağladığı 70 milyondan daha büyük rant ve AKP’li Belediye Başkanına yönelik yolsuzluk iddiaları burjuva medyayı günlerdir meşgul ediyor. Hatta Üysen’in bu gelir karşılığında ne kadar gelir vergisi ödemesi gerektiği bile hesaplanıp haber olarak önümüze konuluyor Söz konusu rantın kimler arasında nasıl paylaşıldığı bilinmemekle beraber asıl dolandırılanın yine işçi ve emekçiler olduğu açıktır. Birileri kağıt üzerinde büyük rakamlarla oynayıp bu işten milyonlarca YTL kar sağlarken, birileri kar hırsıyla kafasına göre imar değişikliği yapıp yaşam alanlarımızı talan ediyor. Bunlara dur demediğimiz sürece de, paraya doymayan kapitalistler, yeryüzünde yeşil hatta toprak göremeyecek hale gelene kadar bu kirli oyunlarını devam ettirecekler. Bütün şehirlerimiz betonlarla dolmadan, gökyüzü gökdelenlerle delik deşik olmadan, denizlerimiz kimyasallara bulanmadan bu gidişata dur demeliyiz. En temel haklarımızı, barınma hakkımızı, daha temiz daha yeşil bir dünyada yaşama hakkımızı kazanmanın tek yolu kapitalizme karşı mücadeleden geçiyor.

37


Ernesto Che Guevara...

Dünya halklarının devrim mücadelesinde yaşıyor!

38

Burjuvazinin kokuşmuş, çürümüş, insanlığı sefalete mahkum eden düzenine karşı sömürüsüz yeni bir dünya yaratmak isteyen nice devrimci ve komünist, bu uğurda hayatını feda etti. Yaşamını tereddüt etmeden bu mücadeleye adayan Che Guevara da bu yiğit devrimcilerden biriydi. Latin Amerika’nın militan devrim savaşçısı, enternasyonalist devrimci önderi Ernesto Che Guevara’nın ölümünün 41. yılındayız. Gençliğinden beri anti-emperyalist mücadelenin, dünya halklarının kurtuluş mücadelesinin en yorulmak bilmez, en inatçı savaşçılarından biri oldu. Bu inatçılığı ona çocukluğundan kalan bir miras gibiydi. Babası büyüdüğünde sahip olacağı devrimci ruhun izlerini şöyle anlatıyordu: “Küçük Ernesto daha yeni yürümeye başlamıştı. Mate içmeyi sevdiğimizden fincanlarımızı doldurması için onu evden 20 metre uzaktaki mutfağa yollardık. Evle mutfak arasında içinden drenaj borusunun geçtiği bir çukur vardı. Oradan geçerken takılır, elinde matelerle sürekli düşerdi. Ardından canı sıkkın bir şekilde ayağa kalkar, gidip tekrar mate doldurup geri gelir, boruya takılır ve yere düşerdi. Bu böyle devam etti, ta ki çukurun üzerinden atlamasını öğrenene kadar.” Ernesto’nun bu kararlılığı, belki de gelecekte sahip olacağı savaşçı ruhu, devrim mücadelesindeki azmini, “gerçekçi ol, imkansızı iste” sözünü söyleyeceği günleri biriktiriyordu onun zihninde. Öğrenene kadar vazgeçmiyordu. Defalarca düşmeyi, yara almayı hiçe sayıyordu, ta ki asıl hedefe ulaşana kadar! Tıpkı devrim mücadelesindeki bıkmak bilmez sabrı ve ona bu sabrı veren devrimi başarıya ulaştırma umudu gibi. Ernesto henüz bir tıp öğrencisiyken, iyi bir araştırmacı ve doktor olmayı, insanlığın hizmetine sunulacak bir şeyler yaratmak için durup dinlenmeden çalışmayı hayal ediyordu. Doktorluğu insanlığa hizmet eden bir meslek olduğu için tercih

etmesini, bireysel kurtuluş umudu güden kararını destekleyecek bir vicdani rahatlama olarak gördüğünü de itiraf etti sonraları. “Ama bu hayaller kişisel zafer arzularımın etkisiyle kurulmuş hayallerdi. Hepimiz gibi ben de çevremin ürünüydüm” diyordu. Arkadaşı Alberto Granadas ile beraber çıktığı motosiklet gezisinde Latin Amerika’da sömürülen yoksul halkları, sosyal adaletsizlik ve baskıları yakından görmeye başladı. Kapitalist sistemdeki çelişkileri farkederek Marksizmi incelemeye başlayan Che’nin bilincinde bilimsel sosyalizm şekillenmeye başlıyor, halkların kurtuluşunun sosyalizmle mümkün olacağına inanıyordu. Guatemala’ya gittiğinde, oraya bir süreliğine yerleşmesinin sebebini halasına yazdığı mektupta şöyle açıklıyordu: “Guatemala’da gerçek bir devrimci olabilmek için gerekli ne varsa yapacağım ve kendimi mükemmelleştireceğim.” Meksika’ya geçtiğinde Fidel Castro ve arkadaşlarıyla tanışması onun için bir dönüm noktası oldu. Başlarında Fidel Castro’nun bulunduğu Küba devrimcileriyle birlikte, yaşamının geri kalanını mücadeleye adadı. Ernesto artık bütün enerjisini, yeteneklerini ve gücünü Küba Devrimi’ni zafere ulaştırmak için harcayacaktı. ABD emperyalizminin uşağı Batista’nın diktatörlük rejiminin devrilmesiyle Küba Devrimi zafere ulaştı. Ama Ernesto anti-emperyalist mücadeleyi diğer Latin Amerika ülkelerine de yaymak, bu konuda üzerine düşenleri yapmak istiyordu. Bu yüzden Küba’dan ayrıldı. Çok uzun olmayan bu devrim yürüyüşünün son durağı olan Bolivya’da yakalandı, kurşuna dizilerek öldürüldü. Ernesto Che Guevara bugün hala yaşıyor. Yaşamını adadığı devrimci mücadelenin bayrağını taşıyanlar onu yaşatıyorlar. Burjuvazi ise, kurşuna dizip de öldürmeyi başaramadığı Che’yi ticari bir metaya dönüştürerek “yaşatma” yolunu seçiyor. Rant sağlayacağı bardakların, çantaların, tişörtlerin, rozetlerin üzerinden... Elbette bu yolla emekçi halklar üzerindeki etkisini zayıflatmayı, “karizmatik, romantik, maceraperest” bir Che imajı ile devrimci kimliğinden soyundurmayı hedefliyor. Evet Che yaşıyor, ama tek bir yerde, dünya halklarının devrim mücadelesinde!..




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.