Yeni döneme başlarken…
Baharı mücadeleyle kucaklayalım! Düzen, birbirini izleyen saldırılarla bizleri açlığa, yoksulluğa ve sefalete mahkûm ediyor. Eğitim her alanda ticarileştiriliyor, sosyal haklarımız gasp ediliyor, güvencesiz bir gelecek dayatılıyor. Krizin faturası işçi ve emekçilere yüklenirken, seçim vb. oyunlarla kitleler düzene yedeklenmeye çalışılıyor. Filistin yakılıp yıkılırken, sermaye devleti emperyalizme ve siyonizme tam bağlılığını sunuyor. Kardeş Kürt halkına yönelik imha, inkar ve asimilasyon politikaları her geçen gün derinleştiriliyor. Öte yandan, Türkiye’nin dört bir yanında işçi ve emekçiler onurlu bir yaşam için mücadelenin yolunu tutuyor. Kendisine hiçbir gelecek vadedemeyen kapitalist düzene karşı gençliğin öfkesi dünyanın dört bir yanında bileniyor. Bizler de baharı tüm direnenlerin, işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların mücadele ateşleriyle karşılamalıyız. Bizleri karanlığa mahkûm edenlere karşı direnişin ateşini harlamalı ve dört bir yana yaymalıyız. Krizi yaratan kapitalizme karşı mücadeleye! “Düzenin sözcüleri bile kapitalist rejimin krizinin ‘dünyayı cehennemin eşiğine taşıdığını’ söylüyorlar. Dünyayı bu cehennemden kurtarmanın yegâne yolu, kapitalizmi cehennemin dibine sürüklemekten geçiyor.” (Kızıl Bayrak, sayı: 2008/40, 10 Ekim 2008) Kriz dünya ölçeğinde kapitalist sistemi büyük açmazlara sürüklemektedir. Krizi yaratanlar krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkartarak, sınıfın haklarını gasp ederek yol almaya çalışmaktadır. Fakat krizin yakıcı sonuçlarıyla yüz yüze kalan işçi ve emekçiler daha bugünden direnişlerle, işgallerle ve eylemlerle krizi patronlar için kâbusa çevirmektedir. İşten atılan işçiler birçok fabrikada direniş bayrağını yükseltmektedir. Genç komünistler, bu direnişlere güç vermek, çok yönlü bir desteği örgütlemek sorumluluğu ile yüz yüzedirler. İşçi sınıfının mücadele ruhunu çalışma alanlarımıza taşımak, alanlarımızdan direnişlere katkı sunabilecek olanaklar yaratmak görevi önümüzde durmaktadır. Kriz içerisinde debelenen ve çıkış arayan kapitalizmin tüm çıkış kapılarını kapatmak için, krizi devrim cephesinden fırsata çevirmek için, “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!” şiarını çok daha güçlü haykırabilmek gerekmektedir. Çünkü toplumun önemli bir kesimi umutsuzluk ve öfke içerisindedir ve giderek bu düzenden umudunu kesmektedir. Gençlik de burjuvazi tarafından vaadedilmiş “geleceğin” sonuna çoktan gelinmiş olduğu gerçeğiyle yüz yüzedir. Artık “işçi ve emekçi çocuklarına üniversite kapıları kapanıyor” demek bile yetersiz kalmaktadır. Çünkü artan paralı eğitim uygulamalarıyla işçi ve emekçi çocuklarının eğitim hakkı tamamen gasp edilmektedir. Eğitim masraflarını karşılamak için çalışmak zorunda kalan öğrenciler daha şimdiden işsizlik gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktadır. Çelişkilerin gittikçe derinleştiği bu süreçte, yerel sorunların genelle bağını kurmalı, eylemli süreçleri örgütleme hedefiyle hareket etmeliyiz. Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak! Zincirlerinden boşalmış emperyalist-siyonist barbarlık kendisini Gazze’de bir kez daha gösterdi. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren emperyalist-siyonist güçler, on yıllardır Filistin halkını katletmeye devam ediyorlar. Türkiye’deki sermaye iktidarı da, İsrail ile askeri antlaşmalar yaparak, Konya Ovası’nda İsrail pilotların eğitim yapmasına izin vererek, bu katliamların dolaysız sorumluluğunu taşıyor. Türkiye’nin İsrail’le sürdürdüğü stratejik ortaklık devam ederken, siyasi, ticari, ekonomik, askeri, diplomatik vb. ilişkiler olduğu gibi korunurken, Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı seçimlere yönelik bir yatırım ve tam bir ikiyüzlülüktür. İsrail’le yapılan antlaşmalar orta yerde duruyorken, İsrail sermayesi ve ordusuyla ilişkilerin kesilmesine yönelik bir adım atılmazken, yapılan çıkış, Erdoğan’ın da deyimiyle, “salt moderatöre karşı” bir çıkıştır. Bu noktada, sermaye iktidarın ikiyüzlülüğü teşhir edilmeli, İsrail’le yapılan açık-gizli tüm antlaşmaların yırtılması, İsrail siyonizmi ile bütün ilişkilerin kesilmesi talepleri yükseltilmelidir. İsrail’le sürdürülen stratejik ortaklık çerçevesinde Türkiye nasıl ki Gazze’deki katliamın dolaysız
Kriz içerisinde debelenen ve çıkış arayan kapitalizme karşı çıkışın kapılarını kapatmak için, krizi devrim cephesinden fırsata çevirmek için, “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!” şiarını çok daha güçlü haykırabilmek gerekmektedir. Çünkü toplumun önemli bir kesimi umutsuzluk ve öfke içerisindedir ve giderek bu düzenden umudunu kesmektedir.
3
sorumluluğunu taşıyorsa, derinleşen krizle beraber daha da boyutlanacak olan emperyalist savaşların ve işgallerin de dolaysızca parçası olacaktır. ABD emperyalizminin Türkiye’yi çevreleyen bölgeler üzerinden sürdürdüğü saldırgan politikada Türk devletine düşen görev, emperyalizmin taşeronluğunu yapmaktır. Kapitalizm sonunu geciktirmek için barbarca dört bir yana saldırmaktadır. Ortadoğu halkları ve ezilen diğer halklar için kurtuluşun tek adresi sosyalizmdir. Önümüzdeki dönemde daha da boyutlanacak olan emperyalist saldırganlığa karşı gençliğin antiemperyalist mücadelesini büyütmeliyiz. Sermaye devletinin bu emperyalist saldırganlık politikasının hayata geçirilmesinde üstlendiği rolü teşhir etmeli, kapitalist düzen var olduğu sürece bu saldırganlığın sona ermeyeceği gerçeğini gençlik kitlelerine anlatabilmeliyiz.
potansiyeli olarak görülen gençlik, seçimler sürecinde özel olarak hedeflenen bir kesimdir. Seçim sürecinde genç komünistler olarak bulunduğumuz her alanda düzenin teşhirini yoğun bir propagandaya konu edeceğiz. Devasa boyutlardaki sorunların seçimlerle, yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle çözülemeyeceğini, bunun yalnızca bir aldatmaca olduğunu, çözümün kurulu düzeni yıkmaktan ve sosyalizmi kurmaktan geçtiğini anlatacağız. Gençliğin gerçek kurtuluşunun seçimlerde değil düzene karşı devrim mücadelesinde olduğunu haykıracağız. Düzen partilerinin sahte vaadlerini, özelde gençliğin yakıcı olarak yaşadığı ticari eğitim, işsizlik, geleceksizlik gibi sorunlarla birlikte teşhir edeceğiz. Gençliği, her seçim döneminde oynanan oyunun sessiz figüranları olmayı reddetmeye, geleceği için mücadele sahnesine çıkmaya çağıracağız.
Seçim oyununa hayır! Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde! Bir seçim süreci daha yaklaşıyor. Yüzbinlerce işçi krizle beraber işsiz kalırken, hak gaspları ve zamlarla işçi ve emekçiler açlığa mahkûm edilirken, düzen bir seçim oyunuyla daha karşımıza çıkıyor. Seçim sandığı burjuva gericiliği tarafından emekçilerin dikkatini mücadeleden uzaklaştırmak için kullanılıyor. Diğer yandan ilkesiz seçim birliktelikleriyle sürece hazırlanan reformist-liberal ağırlıklı sol birlik ise, krizi seçim için bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Yerel yönetimlerle iktidara yürüme, yerelden iktidarlaşma, sosyal belediyecilik vb. dayanaksız hayallerle kitlelerin bilinçlerini bulandırıyor. Genç komünistler, kitleler nezdinde yaratılacak en ufak bir düzen içi hayalin dahi teşhirini yapacak, gençliği işçi sınıfının devrimci programının bayrağını yükseltmeye çağıracaklardır. Seçimler elbette komünistler için de bir fırsattır. Kapitalizmin krizini derinleştirmek için, sınıf ve kitle hareketini büyütmek ve yaymak için, devrim ve sosyalizmin propagandasını çok daha yaygın ve güçlü yapabilmek için... Seçimler vesilesiyle politikaya daha açık hale gelen kitlelere bu düzenin bizlere en ufak bir umut veremeyeceğini anlatabilmek için... Süreç kitleleri devrim ve sosyalizm mücadelesine çağırmak için önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu fırsat gençlik içerisinde kullanılabilmelidir. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu’nun işçi sınıfının bağımsız devrimci programı çerçevesinde gösterdiği sınıfın bağımsız sosyalist adaylarıyla birlikte kitleler mücadeleye çağrılabilmelidir. Düzen ve devrim karşıtlığında gençlik taraflaştırılabilmelidir. Toplumun önemli bir kesimini oluşturan ve büyük bir oy
4
Baharın coşkusuyla geleceği kazanmaya! Önümüz bahar... 8 Mart, 16 Mart, 21 Mart, 30 Mart… Ardı ise 1 Mayıs! Bahar tek başına kışın bahara dönmesi değil, aynı zamanda mücadelenin ateşiyle tüm karların ve buzların erimesidir. Bahar, emekçi kadınların mücadeleleri uğruna ölümü göze almalarıdır. Beyazıt Meydanı’nda gençliğin dinamizmi ve mücadelesidir, devletin katliamcı yüzüdür. Bahar, Newroz’dur, demirci Kawa’nın yaktığı ateştir, tüm ezilen halkların kurtuluşu için mücadele ateşidir. Bahar, Kızıldere'dir, devrime adanmışlığın sembolüdür. Ve bahar işçi sınıfının mücadelesidir, geleceğimiz ve özgürlüğümüz için mücadeledir. Bahar, devrime ve sosyalizme olan inanç, bağlılık ve bu uğurda mücadeledir. Bahar, burjuvaziye karşı öfkedir, bu öfkeyi büyütmek ve yaymaktır. Genç komünistler için de baharı kucaklamak hayatı kucaklamak ve mücadeleye dört elle sarılmaktır. Duraksamadan yürümektir. Bahar, “yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak, havaları boydan boya yarıp ikiye karanlığın gözüne bakarak yürümek”tir. Bahar, “dost omuzbaşlarını omuzlarının yanında duyup, kelleni orta yere yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek”tir. Bahar mücadeleyle kazanılmayı bekliyor! Ekim Gençliği
“GEÇİT YOK!” kampanyası sonlandırıldı! “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” etkinliği gerçekleştrildi! Dönem boyunca çürümüş düzene karşı mücadele çağrısını yükselttiğimiz ve çözümün devrimde ve sosyalizmde olduğunu vurguladığımız “Geçit Yok!” başlıklı kampanyamızı, İstanbul’da 27 Aralık günü, “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” şiarıyla örgütlediğimiz etkinlikle sonlandırdık. Etkinliğimiz İstanbul Üniversitesi Psikoloji Oyuncuları’nın sergilediği kısa bir oyun ile başladı. “Geçit Yok!” başlıklı sinevizyon gösteriminin ardından “Kapitalizmin krizi, sosyalizm ve gençlik mücadelesi” başlıklı panele geçildi. Ekim Gençliği adına yapılan konuşmada kampanyamızın kapsamı ve yürütülen çalışmalar anlatıldı. Düzene karşı devrim mücadelesinin büyütülmesi gerektiği vurgulandı. Yunanistan’da patlayan isyana ve direnişe değinilerek yaşananların doğru okunması gereği üzerinde duruldu. Volkan Yaraşır: “Krizin faturası kapitalistlere!” Yaraşır sözlerine, yaşanan krizin kapitalizmin krizi olduğu vurgusuyla başladı. Sermayenin yeniden yapılanma süreci ile dünyayı nasıl bir fabrikaya dö nüştürmüş olduğunu ifade etti. Bunun ise işçi ve emekçiler açısından en başta işsizlik ve zamlar anlamına geldiğini belirtti. Her kriz döneminde devrimin ve karşı-devrimin mayalandığına değinerek, sınıfın siyasal öncüsünün eksikliği koşullarında bu sefer faşizmin ve gericiliğin yükselebileceğini belirtti. Irak örneği üzerinden Ortadoğu’da kurulması hedeflenen kanton devletlerle Ortadoğu’nun Balkanlaştırılmaya çalışıldığını söyledi. Yoğun bir ajitasyonpropaganda faaliyetiyle ve taban inisiyatifini ortaya çıkartarak direnişleri, grevleri ve işgalleri örgütlemenin yolunu açmak gerektiğini vurguladı. Bilginin metalaşmasıyla öğrenci gençliğin potansiyel proleter olduğunu söyleyen Yaraşır, yüreklerimizin işçi sınıfıyla birlikte atması ve işçi sınıfının yıkıcı gücünü eylem alanlarında görme çağrısı yaptı. Haluk Gerger: “Sınıfa sınıfı anlatmak gerekiyor!” Kapitalizm olduğu sürece krizlerin kaçınılmaz olduğunu söyleyerek konuşmasına başlayan Gerger, kapitalizmin kriz dönemlerinde saldırganlaştığı ve sınıf mücadelesinin de keskinleşeceği bir döneme girildiğini söyledi. Böylesi bir dönemin kazanımlarının da bedellerinin de olabileceğini, ilk saldırıların ekonomik ve kazanılmış haklara olacağını belirtti. Böyle dönemlerde ekonomik ve politik mücadelenin yanında ideolojik mücadeleyi de yükseltmenin önemini vurguladı. Kurtar Tanyılmaz: “İşçi ve öğrenciler omuz omuza mücadele etmelidir!” Tanyılmaz sözlerine piyasa süreçlerinin rekabetin giderek şiddetlenmesi anlamına geldiğini, bunun eğitime de yansımasıyla birlikte ilkokuldan itibaren rekabetçi insanların yetiştirildiğini anlatarak başladı. Üniversitelerde ise öğrencilerin müşterileşmesi, üniversite sermaye işbirliği, öğrencilerin hayatın çırakları konumuna getirilmesi vb. şekillerde ortaya çıktığını söyledi. İşçiler ile öğrencilerin mücadeleyi birlikte yükseltmesi gerektiği vurgusu ile konuşmasını bitirdi. Panelistlerin konuşmalarının ardından soru-cevap bölümüne geçildi. Kriz gündemini nasıl ele almak gerektiği ve yürütülmesi gereken mücadele hattı üzerine konuşuldu. Şovenizme karşı tutum, Yunanistan’daki isyan ve direniş, sınıf mücadelelerinin keskinleştiği dönemlerde örgütlenmelerin gerekliliği ve sınıfın öncü partisinin önemi üzerine tartışmalar yürütüldü. Etkinlik, İÜ Psikoloji Oyuncuları’nın oyunları ve Grup Keops’un müzik dinletisi ile sonlandı. İstanbul Ekim Gençliği
İzmir’de Ekim Gençliği’nden açıklama İzmir’de yaklaşık olarak 1.5 aydır faaliyetlerini yürüttüğümüz merkezi “Geçit Yok!” kampanyamız, 26 Aralık’ta Dokuz Eylül Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz basın açıklaması ile sonlandı. “İsyan haktır, kavganız kavgamızdır!” başlıklı basın metninde, kapitalizmin yarattığı krizin faturasının dünya ölçeğinde işçilere, emekçilere ve gençlere ödettirilmeye çalışıldığına ve buna karşı yükseltilen mücadeleye değinildi. Bunun en açık örneği olarak Yunanistan’da süren isyan ve direniş işaret edildi. Emperyalistkapitalist sistemin aslında büyük bir açmazda olduğuna, artık işçi sınıfı, emekçiler ve gençliğin bu düzeni daha fazla sorguladığına ve başka bir dünya özlemi içerisinde olduklarına işaret edildi. Düzenin tek alternati-
5
finin sosyalizm olduğu vurgulandı. Açıklama, “Mücadelemizi işçi sınıfıyla birleştirmek için üniversitelerimizde sosyalizmin kızıl bayrağını dalgalandırmaya çağırıyoruz” sözleriyle sona erdi. İzmir Ekim Gençliği
Ankara’da “kriz” tartışıldı “Geçit Yok” kampanyası çerçevesinde 27 Aralık günü Ankara’da kriz ve krizin gençliğe dayattığı geleceksizliğin ele alındığı bir etkinlik gerçekleştirildi. Etkinlikte “Krizin nedenleri ve devrimci müdahale” ve “Kriz ve gençlik” başlıklı iki sunum yapıldı. İlk sunumda, krizlerin kapitalizmin temel işleyiş yasalarının ürünü olduğu ve kapitalizm var oldukça krizlerin de süreceği belirtildi. Patlayan krizin Türkiye’ye etkileri üzerinde duruldu ve “krize karşı önlem paketi” eleştirilerek, böyle bir dönemde kapitalistlere akıl vermek yerine, sınıfa sosyalizm yolunu göstermenin önemi belirtildi. İkinci sunumda ise krizin gençliğe olan etkisi ve geleceksizlik tehlikesi üzerinde duruldu. Sunumların ardından “Ne yapmalı?” sorusu üzerine açılan tartışmada, üniversitelerin kendi özgün sorunlarıyla beraber tüm gençliği kapsayan ticari eğitime yönelik etkili faaliyetler yürütebilmesi ve bunların da düzene karşı bir cephe yaratabilme perspektifiyle örülmesi gerektiğinin altı çizildi. Ayrıca, sınıfın giderek artan direnişlerine destek verme, dayanışmayı büyütme çağrısı yapıldı. Ankara Ekim Gençliği
Bursa’da gençlik forumu “Geçit Yok!” başlıklı kampanyamız 27 Aralık günü yapılan forumla sonlandı. Tartışma konuları “Siyasal gündem ve gençlik”, “Neo-liberal saldırılar ve ticarileşen eğitim”, “Sorunlar ve çözüm yolları” olarak üç başlık üzerinden belirlenmişti. İlk oturumda Kürt sorunu, Kriz ve Ergenekon üzerine canlı tartışmalar yürütüldü. Düzeninin Kürt halkını imha ve inkar etmeye çalışırken, milliyetçiliği de körükleyerek işçi sınıfının bilincini bulandırdığı ifade edildi. Gerçek barış ve kardeşliğin sosyalist işçi-emekçi iktida-
rında olduğu, gençliğe de düzeni teşhir etmek görevi düştüğü vurgulandı. ABD’de patlak veren ve tüm dünyaya yayılan krizin, kapitalizmin hiçbir gelecek vaad etmediğini gösterdiğine ve buna karşı örgütlü olmak gerektiğine işaret edildi. Bir makyaj tazeleme oyunu olan Ergenekon’da deşifre olmuş katillerin tutuklandığı ancak kontrgerilla örgütlenmelere dokunulmadığı vurgulandı. İkinci oturumunda ise ticarileşmenin eğitimin tüm aşamalarında yaşandığı Uludağ Üniversite’sinde yaşanan yurt-barınma sorunu üzerinden somutlandı. Bu sorunlarn üstesinden örgütlü mücadeleyle gelinebileceği söylendi. Verimli tartışmaların sonunda Uludağ Üniversitesi’nin özgün sorunlarının işlendiği bir yerel yayın çıkarma kararı ile forum sona erdi. Bursa Ekim Gençliği
Eskişehir’de “Geçit yok!” kampanyası sona erdi! Ekim Gençliği’nin merkezi olarak yürüttüğü “Geçit Yok” kampanyası Eskişehir’de 9 Ocak yapılan bir söyleşiyle sonlandırıldı. Söyleşi kampanya gündemlerini genel çerçevesiyle ele alan açılış konuşmasıyla başladı. Kapitalizmin krizi derinleşirken artan işten atmaların, ücretsiz izinlerin ve sosyal hak gasplarının, işçi ve emekçilere yöneltilen saldırıların, dolaysız olarak üniversitelere de etkiyeceğinden bahsedildi. Bunun karşısında etkili bir mücadele sürecinin örülmesi gerektiğine vurgu yapıldı. Emperyalizmin desteğiyle hareket eden İsrail’in saldırıları sürerken Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltmenin önemi belirtildi. Türk devletinin İsrail’in saldırıları üzerinden döktüğü sahte gözyaşları teşhir edildi. Söyleşide kampanya gündemlerinin yanı sıra ağırlıklı olarak örgütlenme sorunları, gençliğin önündeki engeller ve görevler tartışıldı. Gençlik hareketinin parçalılığına karşın birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik örgütlenmesi ihtiyacına vurgu yapıldı. Eskişehir Ekim Gençliği
Ekim Gençliği: “Zafer direnen işçilerin olacak!” Ümraniye Dudullu’da Sinter Metal fabrikasında çalışan yaklaşık 400 işçi sendikalı oldukları için işten çıkartıldı. İşçiler bir ayı aşkın süredir direnişteler. Aynı havzada bulunan ve aynı sorunu paylaşan Gürsaş işçileri de 6 kişiyle başlattıkları direnişlerine devam ediyor. İstanbul Ekim Gençliği olarak, gerçekleştirdikleri fabrika işgali ile işçi sınıfına yol gösteren Sinter Metal ve sendikalaştıkları için işten atılan Gürsaş işçilerinin direnişlerini 20 Ocak günü yaptığımız ziyaretle selamladık. İlk olarak, “Zafer direnen işçilerin olacak!”, “Sinter işçisi yalnız değildir!”, “Sinter’de, Gürsaş’ta direniş kazanacak!”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!” sloganlarıyla gerçekleştirdiğimiz yürüyüşle Sinter işçilerinin direniş alanına geldik. Sinter işçileri bizi “Yaşasın sınıf dayanışması!” sloganıyla karşıladı. Ekim Gençliği adına yapılan konuşmada Sinter direnişinin işçi sınıfına yol gösterdiği vurguladı. Sermaye devletinin üniversitelerde de benzer hak gasplarını dayattığı söylendi. Sinter işçilerinin onurlu direnişlerini alanlarımıza taşıdığımız belirtildi. Sinter işçileri adına BMİS Örgütlenme Uzmanı Alpaslan Savaş’ın yaptığı konuşmada ise Ekim Gençliği’nin ziyaretinin anlam ve önemine değinildi. İşçilerle yapılan sohbetlerde üniversitelerimizde benzer sorunlar yaşadığımızdan bahsettik. İşçiler ise işgal sürecinde yaşadıklarını, o süreçte aralarındaki dayanışmanın nasıl arttığını anlattılar. Örgütlü mücadelenin önemine değindiler. Daha sonra saz eşliğinde türküler söylendi, halaylar çekildi. Tekrar direnişin önemine vurgu yapılarak ziyaret sonlandırıldı. Ardından sloganlarla Gürsaş’a doğru yürüyüşe başlandı. Gürsaş işçileri bizi “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!”, “İşgal, grev, direniş!” sloganlarıyla karşıladı. Burada da yine direnişi selamlayan bir konuşma yapıldı. Gürsaş işçilerinin yaptığı teşekkür konuşmasının ardından direniş yerine geçildi. Fabrikadaki işçilerin çay molasına çıkmasıyla birlikte hep birlikte halaylar çekildi.Yapılan sohbetlerin ardından Gürsaş işçileri bizi sloganlarla uğurladı. Ekim Gençliği / İstanbul
6
Üniversitelerden... Ankara: “Dil-Tarih faşizme mezar olacak!” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi sınav dönemi boyunca polis ablukası altındaydı. 21 Ocak günü sivil faşistlerin devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilere sözlü tacizde bulunmasıyla başlayan gerginlik sonrasında devrimciler sivil polisler ile faşistler tarafından saldırıya uğradı. Okulda bekleyen devrimciler faşistlerin okula girmelerini engellediler, sonrasında okuldan toplu çıkış yaptılar. Ertesi gün okula toplu giriş yapan öğrencilere polis tarafından kimlik kontrolü ve üst araması dayatıldı ve bir grup öğrenci gözaltına alınmak istendi. Arkadaşlarına sahip çıkarak gözaltlıları engellemeye çalışan devrimci, demokrat, yurtsever öğrencilere polis tarafından gaz bombası atıldı. Bazı öğrenciler gözaltına alınırken bir kişi de polis tarafından silahla tehdit edildi. DTCF’liler faşist saldırılara aynı gün basın açıklamasıyla yanıt verdi. Açıklama için okula girmek isteyen kitle içeri alınmak istenmeyince girişteki kapı devrimci öğrenciler tarafından zorlanarak açıldı, kitlenin içeri girmesiyle polisin engellemeleri boşa düşürüldü. Basın açıklamasında yaşanan süreç özetlenirken, polisin okul içerisinde bulunmasının nedeninin “güvenliği” sağlamak değil ortamı terörize etmek olduğu söylendi. Polisin eli satırlı faşistleri koruduğu bir kez daha teşhir edildi. Açıklamaya Eğitim-Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç ve İnsan Hakları Derneği de destek verdi. Ankara Ekim Gençliği Sivas’ta devlet terörü 15 Ocak günü sabahın erken saatlerinde Sivas il merkezi ve ilçeleri ile Kayseri ve Ankara’da devrimci güçlere yönelik bir gözaltı saldırısı gerçekleştirildi. Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı TMŞ ekipleri, Kızıl Bayrak, İşçi Köylü ve Devrimci Demokrasi okurlarının kaldıkları evler ile Eğitim-Sen ve SES Sivas Şube binalarına baskınlar düzenlediler. Gözaltına alınan kişilerin çoğunluğunu Cumhuriyet Üniversitesi öğrencileri oluştururken Kayseri ve Ankara’da bulunan bazı öğrenciler de gözaltına alınarak Sivas’a götürüldüler. 30’un üzerinde gözaltının gerçekleştiği operasyonun sonucunda 1 Kızıl Bayrak, 4 Devrimci Demokrasi ve 2 İşçi-Köylü okuru 7 devrimci “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklandı. Kızıl Bayrak / Kayseri YTÜ’de ulusalcı faşist çetelere geçit yok! YTÜ’de İP ve TGB çetesinin yönlendiriciliğinde faaliyet yürüten“Öğrenci Temsilcilikleri-Öğrenci Konseyi”, 30 Aralık günü “Özür dilemiyoruz çünkü...” başlıklı bir panel gerçekleştirdi. YTÜ’lü devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak bu panelin ve “YTÜ Öğrenci Konseyleri”nin teşhirini gerçekleştirdiğimiz bir çalışma yürüttük. YTÜ Öğrenci Konseyleri’nin öğrencilerin hiçbir talebine sahip çıkmadığı ve YTÜ’de İP-TGB çetesinin paravanı olduğu anlatıldı. Aynı zamanda “Özür diliyorum” kampanyasının içeriği anlatılarak “özür dilemeyen” ulusalcı-faşist grubun kimler olduğuna değinildi. Bu içerikli duvar gazeteleri yoğun bir biçimde kullanılarak, ajitasyon konuşmaları eşliğinde bildiri dağıtımları gerçekleştirildi. Panel saatinde Tonoz kantinde yapılan konuşmadan sonra, “YTÜ’de ulusalcı faşist çetelere geçit yok! Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!” pankartı eşliğinde ana kapıya gidildi. Basın açıklamasında liberal aydınların kardeş bir halka yönelik düşmanlığa karşı net bir duruş sergilemekten kaçınması ve tartışmanın diğer tarafında duran ulusalcı-faşistlerin tutumu teşhir edildi. YTÜ Ekim Gençliği YTÜ’de işten çıkarılan asistan öğrenciler tartıştı YTÜ’ de 9 Ocak günü yapılan toplantı, asistan öğrenciler ve Genç-Sen’lilerin katılımı ile gerçekleşti. Toplantıda, üniversite öğrencilerinin ticarileşen eğitim ile birlikte öğrenim masraflarını karşılamak için çalışmaya mecbur bırakılmaları gündeme taşındı. Çapa’dan açlık grevine katılan bir öğrenci işten çıkarılmaları sürecini anlattı. Genç-Sen içerisindeki reformist blok tarafından elde edilen kazanımın sendikanın meşruluğu sayesinde gerçekleştiği, sendikanın böyle bir mücadelede “mutlak bir araç” olduğu söylemi eleştirildi. Asistan öğrencilerden bazıları ve Devrimci Genç-Sen’liler, meşruluğun öğrencilerin haklı talepleri üzerinden sağlanabileceği ve sendikanın da burada sadece araçlardan biri olduğunu belirttiler. Reformistlerin masa açmanın karşılık üretmediği, özellikle asistan öğrencilerle birebir iletişim kurulmaya çalışılması yönünde bir önerisi oldu. Buna karşı biz, böyle bir mücadelenin bütünlüklü bir biçimde yürütülebileceği, her alanda her türlü materyalin ve olanağın birbirini tamamlayan biçimde kullanılması gerektiğini vurguladık. YTÜ Ekim Gençliği
7
Trakya’da hukuksuzluk terörü sürüyor Trakya Üniversitesi’nde 2004 yılındaki Bahar Şenlikleri sırasında ilerici devrimci faaliyete tahammül edemeyen üniversite yönetiminin işbirliği ile kolluk güçleri 120 kişiyi gözaltına almış, 20 öğrenci hakkında tutuklama kararı çıkmış, 89 kişi hakkında dava açılmıştı. Bu süreç sonunda okuldan uzaklaştırma cezası alan öğrenciler çeşitli faaliyetlerle saldırıları püskürtmeye çalışmışlardı. Görülen davalar sonucunda, 33 kişiye 3’er yıl 9’ar ay hapis cezası verilmişti. Sonraki süreçte temyiz yoluna giden öğrenciler hakkında 2’şer yıl 1’er ay hapis cezası verilmesi Yargıtay tarafından onandı. Tutuklama saldırısı hukuk terörüyle sonuçlandı. Ekim Gençliği/Edirne Trabzon’da Genç-Sen şenliği Trabzon Genç-Sen üç haftalık bir ön çalışma ile “Başka bir üniversite mümkün!” şenliğini 15 Ocak günü gerçekleştirdi. Açılış konuşması ile başlayan şenlik, yaşamını yitiren Gazzelliler için yapılan saygı duruşuyla devam etti. İHD Trabzon Şubesi adına yapılan konuşmada, üniversitelerdeki faşist saldırılar ve ticari eğitim üzerinde duruldu. Şenlik programı, Genç-Sen Tiyatro Topluluğu’nun “KTÜ’de bir şeyler oluyor” isimli oyunu ve ardından okunan şiirlerle devam etti. Genç-Sen adına yapılan konuşmada, Genç-Sen’in dil, din, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün öğrencilerin eşit ve parasız eğitim alabil-
Filistin ile dayanişma eylemlerinden... Adana’da İsrail protestosu Adana’da bir araya gelen Çukurova Öğrencileri Derneği, Devrimci Liseliler, DSG, DGH, Ekim Gençliği, Enternasyonalist Gençlik, Genç Kurtuluş, Gençlik Muhalefeti, Liseli Genç Umut, ÖEP, ÖGD, Öğrenci Kolektifleri, Yeni Demokratik Gençlik, Yeni Dünya Gençliği, YDG, Yurtsever Cepheli Liseliler ve Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği, 18 Ocak günü 500’e yakın kişinin katıldığı bir yürüyüş geçekleştirdi. “Yaşasın halkların kardeşliği!” şiarlı Arapça ve Türkçe yazılmış pankart önde olmak üzere “Gençlik emperyalizme ve siyonizmin karşısında Filistin halkının yanında!” şiarlı pankart açılarak yürüyüşe geçildi. Yolun trafiğe kapatılmasıyla gerçekleştirilen yürüyüş sonrasında basın metninin okunmasına geçildi. Açıklamada İsrail’e ve destekçilerine sessiz kalınmayacağı vurgulandı. Safımızı Filistinli, Iraklı, Afganistanlı direnişçilerden yana olduğu belirtildi. Basın metninden sonra Filistin halkının direnişini selamlayan Arapça bir metin okundu. Devrimci marşların ardından eylem sona erdi. Adana Ekim Gençliği EÜ: “Filistin halkı yalnız değildir!” İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamı 30 Aralık’ta Ege Üniversitesi öğrencileri tarafından lanetlendi. Yabancı Diller Fakültesi Hazırlık binası önünde toplanan öğrenciler buradan “İsrail Gazze’yi, Türkiye Kandil’i Vuruyor. Yaşasın halkların kardeşliği/Ege Üniversitesi öğrencileri” pankartını açarak yürüyüşe geçtiler. Daha önce hazırlık sınıflarına girilerek suskun kalmanın katliamı onaylamak anlamına geldiği anlatıldı. Öğrenciler yürüyüşe çağrıldı. Basın açıklamasında, Gazze’de yaşanan vahşi katliamın anlatılmasının ardından AKP hükümetinin İsrail’le yaptığı silah anlaşmaları, Kürt halkına karşı her türlü şiddeti meşru görmesi teşhir edildi. 150 kişiye yakın katılımın olduğu eylem Edebiyat Fakültesi önünde sonlandı. Eylem Ekim Gençliği, SGD, SDG, DGH, Emek Gençliği, İzmir Gençlik Muhalefeti, Yurtsever Gençlik tarafından örgütlendi. Ege Üniversitesi Ekim Gençliği İntifada, Amed’de Serhıldan kazanacak!” 8 “Gazze’de Devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak Filistin’e yapılan
meleri için mücadele ettiği söylendi. Genç-Sen’in, sadece üniversitelerde yaşanan sorunlara değil, emperyalizme, siyonizme karşı olduğu ve halkların kardeşliğini savunduğu belirtildi. Başka bir üniversitenin yaratılması için Trabzon Genç-Sen’in talepleri sıralandı. Konuşmanın ardından Trabzon Genç-Sen müzik topluluğunun müzik dinletisine geçildi. Şenliğin ikinci bölümünde Ayşenur Kolivar ve Grup Helesa sahne aldı. Lazca, Ermenice, Rumca ezgilerin seslendirildiği şenlik kapanış konuşmasıyla son buldu. Şenliğe 140’ı aşkın kişi katıldı. Trabzon Ekim Gençliği
Çapa’da açlık grevi direnişi kazandı! 1 Ekim’de yürürlüğe giren SSGSS yasasıyla birlikte işten çıkarılan asistan öğrenciler 29 Aralık’ta Çapa Tıp Fakültesi’nde süresiz açlık grevine başlamışlardı. Açlık grevi 11. günün sonunda kazanımla sonuçlandı. 9 Ocak’da Çapa Tıp Fakültesi’nde yapılan basın açıklamasında, Çalışma Bakanlığı’yla yapılan görüşmede Şubat ayının ortasına kadar yasada gerekli değişikliğin yapılacağı konusunda söz alındığı belirtildi ve ödenmeyen maaşların da ödeneceği söylendi. Çapa/Genç-Sen adına okunan basın açıklamasında, öğrencilerin paralı eğitim ve kriz bahanesi ile yapılan zamlar nedeniyle çalışmak zorunda bırakıldığı vurgulandı. Açlık grevinin sonlandığı ancak sürecin takipçisi olunacağı söylendi. Açıklamanın ardından Grup Alatav müzik dinletisi gerçekleştirdi. Çekilen halaylarla eylem sonlandırıldı. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği saldırıyı ve Türkiye’de Kürt halkına dönük imha ve inkar politikalarını protesto etmek için Beyazıt Meydanı’nda 15 Ocak’ta bir basın açıklaması gerçekleştirdik. “Gazze’de İntifada, Amed’de Serhıldan kazanacak!” ve “Emperyalizm, siyonizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!” pankartlar ile sloganlar eşliğinde Beyazıt Meydanı’na yüründü. Merkez Kampüs’ten öğrencilerin de gelmesiyle basın açıklaması başladı. Açıklamada, saldırının emperyalizm tarafından finanse edildiği, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin sadece uygulanan gücü “orantısız” bularak eleştirdiği ancak siyonist politikaları desteklediği belirtildi. Türkiye’de AKP’sinden MGK’sına, egemenlerin ABD ve İsrail’in Ortadoğu’da en önemli destekçisi, stratejik ortağı olduğu teşhir edildi. Gösterilen duyarlılığın ise ikiyüzlülük olduğu belirtildi. DGH, Ekim Gençliği, Emekçi Hareket Partisi Gençliği, Kaldıraç, Marksist Bakış, SGD, YDG, Yurtsever Demokratik Gençlik Meclisi, TÜM-İGD tarafından örgütlenen açıklamaya 250 kişi katıldı. İstanbul Ekim Gençliği
İÜ’de Filistin’le dayanışma eylemi 30 Aralık’ta İstanbul Üniversitesi öğrencileri olarak İsrail’in saldırganlığını protesto etmek için Beyazıt Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın metninde dünya halkları krizlerle, yoksullukla, savaşlarla boğuşurken, egemenlerin insanlığı açlığa, sefalete ve ölüme sürükledi söylendi. Emperyalizmin açgözlülüğünün faturasını her zaman olduğu gibi yoksulların ödediği, bir tarafta onbinlerce insan işinden olurken diğer tarafta bombaların masum insanların üzerlerine yağdırılarak yüzlerce insanın katledildiği belirtildi. Filistin’e yönelik saldırılarla emperyalizmin kanlı yüzünü tekrar gösterdiği ifade edildi. AKP’nin İsrail ile yaptığı anlaşmalar, TSK’nın askeri anlaşmaları ve stratejik ortaklığı teşhir edildi. Okunan şiirlerin ardından basın açıklaması sona erdi. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği Kocaeli’nde Filistin direnişi selamlandı! İsrail’in vahşeti 14 Ocak günü Kocaeli Üniversitesi’nde protesto edildi. Yaklaşık 150 öğrencinin yemekhane önünde alkışlarla ve ıslıklarla başlattığı eylemde, “Filistin’de düşene, dövüşene bin selam!/Üniversite Öğrencileri” yazılı pankart açılarak giriş kapısına yüründü. Basın açıklamasında, Filistin’de yaşananların, emperyalistlerin dünya halkları üzerinde uyguladığı baskı ve zulmün en açık örneği ol-
duğu belirtildi. Türkiye’de de hükümetin bir yandan dinci-gerici görüşler ile halkı kandırmak için İsrail’e katil derken, diğer yandan İsrail ile yaptığı anlaşmalarla katliamlara ortak olduğu söylendi. Basın açıklaması, emperyalist devletlerin Ortadoğu halkları üzerinde uyguladığı politikaları teşhir eden bir mizansen ile bitirildi. Kocaeli Ekim Gençliği
Filistin halkı yalnız değildir! İsrail’in saldırısının 18. gününde, Eskişehir’de gençlik örgütleri siyonistleri lanetledi ve Filistin halkının direnişini selamladı. “Emperyalizm ve siyonizm yenilecek! Direnen Filistin halkı kazanacak!” şiarlı pankartın ardında sloganlarla yürüyüşe geçen kitleye çevredekiler alkışlarıyla destek verdiler. Basın açıklamasında, onyıllardır işgal altında bulunan Filistin’de siyonist İsrail devletinin yeni katliamlara imza attığı belirtildi. Türkiye’nin İsrail saldırıları üzerinden sergilediği ikiyüzlü tutuma değinildi. “Tarihin her döneminde olduğu gibi sonunda kazanan mutlaka haklı olan Filistin halkı olacaktır” denildi. Ekim Gençliği, DGH, DPG, ÖDP, ÖGD ve SDG’nin örgütlediği eyleme DÖB, EHP ve TKP katılarak destek verdi. Eyleme yaklaşık 60 kişi katıldı. Eskişehir Ekim Gençliği Sermaye devleti siyonist katliamcıların safında! 16 Ocak akşamı Ankara’da gençlik örgütlerinin yaptığı eyleme polis saldırdı. Ekim Gençliği, Bağımsız Liseliler, DGH, DPG, EHP Gençliği, ÖEP, SDG, SGD, TÖK, Tüm-İGD, Umut Kültür Derneği, YDG, YDG(M) tarafından Filistin halkının direnişini selamlamak ve sermaye devletinin İsrail ile girdiği kirli pazarlıkları teşhir etmek amacıyla 16 Ocak akşamı örgütlenen eyleme kolluk güçleri saldırdı. Hafta içinde Ankara’da birçok üniversitede bildiri dağıtımı ve afişlerle eylem çağrısı yapıldı. Eylem günü öğlen saatlerinde Yüksel Caddesi’nde kitlesel olarak bildiri dağıtıldı. Saat 17.00’de Kızılay YKM önünde buluşulup meclise yürüyüş gerçekleştirmeyi planlayan gençlik örgütlerinin önü polis barikatıyla kesildi. Bir süre sonra gençlik kitlesi barikata yüklendi. Bunun üzerine gaz bombaları yağdırıldı. Dağılan kitle kısa bir süre sonra tekrar toplandı. Sloganlarla Kızılay Meydanı’na yönelindi. Atatürk Bulvarı ve Ziya Gökalp Caddesi kısa süreliğine trafiğe kesildi. Ardından sloganlarla Sakarya Caddesi’nde bir araya gelindi. Burada polisin saldırısı teşhir edildi. Buradan Yüksel Caddesi’ne yüründü. Ziya Gökalp Caddesi bir kez daha trafiğe kapatılarak sloganlarla eylem sürdürüldü. Yüksel Caddesi’nde basın açıklaması yapıldı, sermaye devletinin İsrail’le girdiği kirli pazarlık teşhir edildi. Eylem sloganlarla sona erdi. Polisin saldırısı sonucu birçok kişi yaralandı, onlarca kişi gözaltına alındı. Kızıl Bayrak / Ankara Beytepe’de Filistin’le dayanışma Beytepe’de 9 Ocak günü gerçekleştirilen eylemle Filistin direniş selamlandı. Hükümetin savaşı kınayan açıklamalar yaparken siyonistlere Konya hava sahasını açmasını, TSK’nın pek çok silah alım ve modernizasyonu ihalelerini İsrail’e vermesini teşhir ettik. Sloganlar ile başlayan yürüyüşte “Emperyalistler yenilecek, direnen halklar kazanacak!” dövizleri taşındı. Yemekhane önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Akşam ise yurtlar önünde toplanılarak meşaleli bir yürüyüş yapıldı. Yurt öğrencilerinin lambalarını yakıp söndürürerek alkışlarla destek verdiği yürüyüş sonrasında yurt kantini önünde mum ve resimler kullanarak yaptığımız sergiyi yere bırakarak eylemimize son verdik. Beytepe Ekim Gençliği
Filistin halkı yalnız değildir! Cebeci Kampusü’nde 8 Ocak günü gerçekleştirilen eylemle siyonist katliam lanetlendi. “Siyonizm yenilecek, direnen Filistin kazanacak!” şiarlı ozalit ile kampüs kantinleri dolaşılarak basın açıklamasına çağrı yapıldı. Fakülteler gezildikten sonra kampüs girişinde basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamada, İsrail’in aylardır sürdüğü katliam protesto edildi, Türk devletinin yaptığı açık ve gizli anlaşmalara dikkat çekildi Eylemi DGH, Ekim Gençliği, SGD, Tüm İGD, ÖEP, YDG, YDG(M) örgütledi. Cebeci Ekim Gençliği ODTÜ işgale karşı birleşti ODTÜ’deki topluluklar İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarını protesto etmek için 10 Ocak günü biraraya geldiler. Asılan afişlerle hem saldırganlık teşhir edildi hem de Türkiye’deki işbirlikçilerin İsrail’le yaptığı anlaşmaların iptal edilmesi istendi. ODTÜ teknokentindeki silah sanayii de unutulmadı. Başta Aselsan olmak üzere birçok şirket üzerinden ODTÜ’nün silah ürettiğini artık herkes biliyor. Yanısıra Aselsan, İsrail ordusu ile yaptığı antlaşmalarla siyonistlerin kanlı katliamlarına suç ortaklığı yapıyor. Bu yüzden ODTÜ’deki topluluklar, “ODTÜ’de Filistin’i vuran silahların üretildiği Aselsan kapatılsın!” istemini yükselttiler. ODTÜ Ekim Gençliği Samsun Genç-Sen’den eylem Samsun Genç-Sen, Filistin halkına uygulanan katliamı lanetlemek için 7 Ocak günü Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde bir basın açıklaması yaptı. Açıklamadan önce fakültelerde siyonist İsrail’in saldırısının protesto edilmesi ve basın açıklamasına destek verilmesi için çağrı yapıldı. Fen Edebiyat Fakültesi kantininde gerçekleştirilen açıklama ilgi ile karşılandı, alkışlarla destek verildi. Samsun Ekim Gençliği
9
Kısmi zamanlı çalışan öğrencilerin işten atılmaları üzerine…
Kısmi talepler “eşit ve parasız eğitim” istemiyle birleştirilmelidir! 1 Ekim ‘08 tarihinde yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Yasası ile üniversitelerde kısmi zamanlı çalışan öğrenciler işten çıkartıldı. Öğrencilere 20 Kasım günü, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 4.maddesi gereğince işlerine son verildiği bildirildi. İşten çıkartılan öğrencilerin sayısı 20 bin. Bu öğrenciler ayda 80 saat çalışıp 180 YTL maaş alıyorlardı. Öğrencilere işten çıkartıldıklarında, 1,5 aylık maaşlarının da kendilerine ödenmeyeceği belirtildi. Kısmi zamanlı çalışan öğrenciler, üniversitelerde işlerin nitelikli ve ucuz bir biçimde yürütülebilmesinin olanaklarını sağlamaktadır. Bu nedenle üniversiteler konunun “muhataplarıyla” (YÖK, Çalışma Bakanlığı vb.) görüşerek, sorunun bir an önce çözülmesini istemektedir. Tabii onların anladığı çözüm öğrencilerin mağduriyetlerinin giderilmesi ya da öğrencilerin yaptıkları işlerin karşılığını almaları değildir. Soruna müdahil olmalarının nedeni, üniversitelerde yapılan birçok işin durma noktasına gelmesi ve üniversitelerin bu işleri kamu çalışanlarına yaptırarak daha yüksek bir ücret vermek istememesidir. Kısmi zamanlı çalışan öğrenciler taleplerini dillendiriyor! Bir platform oluşturan öğrenciler Beyazıt Meydanı’nda yaptıkları basın açıklaması sonrasında birçok eylemle taleplerini dile getirdiler, kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Son olarak Çapa Tıp Fakültesi’nde, Çapa Genç-Sen’in örgütlediği açlık grevinin 11. gününde Çalışma Bakanlığı’yla bir görüşme yapıldı. Şubat ayının ortasına kadar yasada gerekli değişikliğin yapılacağı ve ödenmeyen maaşların da ödeneceği konusunda “söz “alınarak açlık grevi bitirildi. Bu eylemsel süreç içerisinde iki ana talep öne çıkartıldı: “İçeride olan maaşların ödenmesi” ve “İşten çıkartılan öğrencilerin işe geri alınması”. Yaşanan süreç elbette üniversitelerde yansımasını yakıcı bir biçimde hissettiğimiz paralı eğitim saldırılarının dolaysız bir sonucudur. Neo-liberal dönüşüm ve üniversiteler Sürecin bütünlüklü olarak ele alınabilmesi için eğitim alanında
10
yaşanan değişikliklere kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Eğitim-Sen’in “Üniversiteler Açılırken Yükseköğretim Sistemi Çıkmaz İçinde!” başlıklı değerlendirmesinde eğitimin tüm kademelerde paralılaştırılması vurgulanmaktadır. Rapora göre “Türkiye’de yıllardır artan eğitim sorunlarına çözüm üretilmemekte, bunun yerine sorunların çözümü başka alanlara havale edilmektedir. 1980’li yıllardan bu yana eğitimin bütün kademelerinin sorunları ‘serbest piyasa’ya havale edilmiştir. Eğitimin tüm kademelerinin ‘paraya dönüştürülebilme’ özelliği 1970’li yılların ortalarında yeniden keşfedilmiş ve tüm eğitim kademelerinde yaygınlaşan paralı eğitim anlayışı, önce üniversiteleri ve sonrasında tüm eğitim sistemini sarıp sarmalamıştır.” ‘90’ların sonlarındaki verilere göre dünyada eğitim alanı 2 trilyon dolarlık bir pazar durumundadır. Eğitim “sektör”ü neo-liberal dönüşümün en sistematik ve hızlı hissedildiği alanların başında gelmektedir. Herkes için temel bir hak olması gereken eğitim “yarıkamusal hizmet”e dönüştürülüp piyasaya sürülmüştür. Üniversiteye girerken ödenen har(a)çlardan dönem içerisindeki masraflara kadar birçok “hizmet”in değeri giderek artmaktadır. Sermaye düzeni eğitimi metaya dönüştürüp öğrencileri müşterileştirirken, bunun karşısında burs, kredi vb. ile sözde “öğrencilere okuma imkanı” sağlamaktadır. Birçok üniversitede diploma, öğrenci belgesi gibi evraklar için dahi ücret alınması, bu sömürünün ne kadar pervasızlaştığının bir göstergesidir. Eğitim her yönüyle paralı hale gelmişken ve üniversiteler sadece sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ucuz işgücü yetiştiren kurumlara dönüşmüşken, diğer yandan da öğrencilerin emek güçleri üniversitelerin kendi bünyelerinde “iş imkanları” yaratılarak sömürülmektedir. Sözde olanak: Üniversite öğrencilerinin kısmi zamanlı çalıştırılması Bir yandan eğitimin niteliksizliği, diğer yandan ise giderek paralılaştırılan, sermayeyle işbirliğini derinleştiren üniversiteler... Üniversitede eğitim alan işçi ve emekçi çocuklarının giderek azalması neo-liberal dönüşüm sürecinin bir yansımasıdır. Günden güne üniversite kapılarının işçi-emekçi çocuklarına kapatılıyor olması gerçeği ortada dururken, bu süreçte eğitimini sürdürmek için
“kısmi zamanlı” çalışmak zorunda olan öğrencilerin neden “parasız eğitim” talebini yükseltmesi gerektiği de açıktır. Paralılaşan eğitimin bir sonucu olarak öğrenimlerini sürdürmek için çalışmak durumunda olan öğrencilere “okul içerisinde çalışmak” bir olanak gibi sunulmaktadır. Bu ise üniversiteler için yeni bir sömürü alanını ifade etmektedir. Niyet, öğrencilerin işgücünden en ucuz biçimde yararlanmaktır. Üniversiteler, tam zamanlı çalışan personel sayısını azaltıp buradaki ihtiyaçları da öğrenciler üzerinden gidermektedirler. Öğrenciler aynı işi yaptıkları halde üniversite personelinden daha az ücret almaktadır. Öğrenciler kütüphanede, bilgisayar laboratuvarlarında, sosyal destek bölümlerinde, kantinde, yemekhanede vb. ayda toplam 80 saat doldurup komik bir
ücret karşılığında çalışmak durumunda kalmaktadır. Bu öğrenciler açısından bir imkan gibi görünse de, gerçekte sömürülmektedirler. Kısmi zamanlı çalışan öğrenciler, “işe geri alınma” ve “maaşların ödenmesi” talepleri ile mücadelelerini başlatmışlardır. Fakat tam da öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmek için çalışmak zorunda kalmaları, “eşit ve parasız eğitim” talebinin yükseltilmesini gerektirmektedir. Bugün yükselttikleri talepler parasız eğitim talebiyle birleştirilmediği takdirde, mücadeleleri, eğitimlerini sürdürebilmek için buldukları “çözüm”lerin korunması sınırını aşamayacaktır. Bizler kırıntılarla yetinmeyip hakkımız olan için mücadele etmeliyiz. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebini yükseltmeliyiz.
Yunanistan’daki öfke patlaması yeni başkaldırıların ayak sesleridir! Alexandros Grigoropoulos, 15 yaşında bir öğrenciydi. 2008’in son ayında, hemen yanı başımızda, Yunanistan’da bir polisin kurşunuyla katledildi. Alexis’in genç bedeni daha soğumamıştı ki, Yunanistan adeta ayağa kalktı. Bu ölüm bir yitim olarak değil, bir başkaldırı, bir öfke dalgası olarak geçti hafızalara. Evet, yanı başımızdaki onurlu mücadeleyi günlerce televizyonlardan izledik, gazetelerden okuduk. Polisin Alexis’i katletmesiyle patlayan öfke tüm ülkeye yayıldı. Militan sokak gösterilerine dönüştü. Gösterilere katılımın çoğunluğunu Yunanistan gençliği oluştururken daha sonra sokaklara işçi ve emekçiler de çıktı. İlan edilen genel grevle hayatı kilitleyen Yunanistan halkı en temel talepleri için mücadeleyi yükseltti. Sadece Alexis’in katilinden hesap sorulmasını istemekle yetinmedi, gelecek ve özgürlük de istedi. Eylemler, kurulu düzenin kurumlarına yöneldi. Üniversiteler, liseler ve bazı TV binaları işgal edildi, karakollar yakıldı, şirket binaları tahrip edildi... Yunanistan’da yaşanan olaylar hiç kuşkusuz yoktan var olmadı. Yunanistan bu tür eylemliliklere daha önce de ev sahipliği yapmıştı. Ekonomik ve sosyal saldırılar karşısında Yunanistan halkı genel grev silahını daha önce de kullanmış, gençlik kitlesel eylemlilikler gerçekleştirmişti. Bu deneyime sahip işçi ve emekçi hareketi ile militan bir gençlik hareketinin, dünyayı saran ekonomik krizin kendi ülkelerindeki yansımalarına, Karamanlis hükümetinin ortaya saçılan yolsuzluk dosyalarına daha fazla sesiz kalması beklenemezdi. Beklenen oldu. Alexis’i aramızdan alan kurşun, sessizliği delip geçti. Elbette Yunanistan’ın kendine özgü koşulları bulunmaktadır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, kapitalist sistem, dünya çapında yaşanan ekonomik krizle beraber artık çarklarını eskisi gibi döndürememektedir. Bu durum işçi ve emekçilerde giderek yeni bir dünya özlemi ve arayışına yol açmaktadır. Bu bağlamda Yunanistan son değil, sadece bir örnektir. Yunanistan’ı başka örnekler izleyecektir. Yunanistan’daki olayların durulmuş olması doğaldır. Yaşanan olaylar burjuvazinin eteklerini tutuşturmaya yetmiştir. Yunanistan halkının öfkesi Yunanistan’ı ateşe vermiş ve bu ateşte bir gün burjuvazinin de yanacağını göstermiştir. Dünyanın birçok yerinde ise Yunanistan halkıyla dayanışma eylemleri gerçekleşmiş, başkaldırı sahiplenilmiştir. Açıktır ki, krizin kendini daha ağır olarak hissettirdiği, işçi kıyımlarının hemen her gün gerçekleştiği, kölece yaşama koşullarının dayatıldığı, gençliğin geleceğinin ellerinden alındığı ve birer diplomalı işsize dönüştürüldüğü, emperyalist savaşların kadın çocuk demeden tüm vahşiliğiyle katliamları sürdürdüğü koşullarda Yunanistan son olamayacaktır. Önemli olan bu tür patlamaların devrimci bir çizgide ve devrimci bir önderlik altında birleştirilebilmesidir.
11
EÜ'de yemekhane boykotunun deneyim ve dersleri Gerçekler buradadır, işçi sınıfının göze göz, dişe diş sürdürdüğü sınıf mücadelesindedir. Bedel ödemek göze alınmadan, sınıf mücadelesi bir adım bile ileri taşınamaz.“Bu insanlar evine ekmek götürüyorlar, gerçekçi olun” diyenler, süreçlere sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından bakmamaktadırlar. Böyleleri, işçilere gerçek çıkarlarının nerede yattığını, nasıl bir mücadeleyi gerektirdiğini göstermeyerek, gerçekte sınıfa kötülük etmektedirler.
Ege Üniversitesi’nde yaşanan boykot sürecinin değerlendirilmesi bir ihtiyaçtır. Çünkü bu süreç bağrında birçok ders ve deneyimi barındırmaktadır. Böyle olduğu ölçüde, biz genç komünistlere de eksikliklerden ders çıkarmak, deneyimleri süzmek ve bir adım daha öne çıkmak düşmektedir. Ege Üniversitesi 1 No’lu yemekhanede çalışan taşeron işçilerin sorunları maaşlarının düzenli olarak ödenmemesi, sağlıksız koşullarda çalışmak zorunda kalmaları ve çalışacakları alanın tam olarak belli olamaması idi. Başlamadan biten boykot girişimi İşçiler öncelikle yemekhaneye afiş asan genç komünistlerle iletişime geçtiler. İlk olarak, işçilerin ağzından bir bildiri kaleme aldık. İşçilerin hemen boykotu başlatalım talebine karşılık, işçilerin tümüyle ilişkiye geçmek, okul içerisinde boykotun öğrenci ayağını oluşturmak ve diğer gençlik örgütlenmeleriyle birleşik bir zemin oluşturmak için “iki günlük süre” gerektiğini söyledik. Bizler bu iki günlük süreyi değerlendirirken okul yönetimi, polis ve taşeron da boş durmadı. Sivil polisler, konuştukları öğrencilerin adlarını isteyerek işçilerin gözünü korkutmaya çalıştı. Taşeron ise maaşları bir hafta içinde ödeme vaadinde bulundu. Bunun üzerine işçiler arasında anlaşmazlık baş gösterdi ve boykottan vazgeçilmiş oldu. “İki günlük süre” boykotttan vazgeçilmesine yolaçan nedenlerden biri olsa da, işçiler arasındaki bağların zayıflığı ve direnişteki kararsızlık da önemlidir. Ancak asıl gözden kaçırılmaması gereken, sınıfın öfkesinin anlık patlamalarla kendini ortaya koyduğu, bu patlamalara zamanında ve doğru müdahalelerin gerçekleştirilmesinin önemidir. Kazanımla biten ilk boykot Boykottan vazgeçilmesinin ardından süreci takip etmedik. Yemekhane işçileriyle bir haftalık aranın ardından konuştuğumuzda, maaşlarının verilmediğini ve boykot örgütlemek istediklerini öğrendik. Bu süreçte konuyu takip eden Öğrenci Kolektifleri ile görüştük ve bir an önce boykotun başlatılması gerektiğini ifade ettik. Sabah yemekhaneye gittiğimizde işçilerin iş bıraktığını gördük. İşçilerin iş bırakması üzerine taşeron açıkça işçileri tehdit edip parasının olmadığını söyleyerek, maaş ödemelerini ileri bir tarihe attı. Bu konuşmaların ardından işçilerin çoğu mutfağa geçerek iş başı yaparken, direnen yalnızca 11 kişilik garson ekibi oldu. Direnen işçilerle beraber yemekhane kapısı tutularak yapılan boykot iki saat içerisinde kazanımla sonuçlandı. Parası olmadığını söyleyen taşeron para bulup geldi. İşçilerin paraları devrimci ve demokrat öğrencilerin gözetiminde kendilerine verildi. Direnen işçiler ise kendi istekleriyle işten ayrıldılar. İlk boykot kazanımla sona ermiş oldu. İkinci boykot: Karasızlık ve ufuk darlığı
12
Boykotun kazanımla sonuçlanması sonrasında gündem geride kaldı. Sadece Öğrenci Kolektifleri kriz gündemli eylemlerini yemekhane ücretleri üzerinden şekillendirdiler. Daha sonra, taşeronun sözleşmesinin 31 Aralık’ta biteceğini, işçilerin de taşeronla sözleşmesinin yine aynı tarihte sona ereceğini öğrendik. Rektörlüğün yemekhaneleri kendi bünyesine alacağını ve iki aylık süre içinde mutfağı yenileyeceğini duyduk. Bu da işçilerin işsiz kalması demekti.
Yürüttüğü özgün çalışmayı bu sorunla birleştiren Öğrenci Kolektifleri boykotu başlattı. Bizler de Genç-Sen içerisinde yemekhane sürecini değerlendirdik. Yemekhane sorununun herkesin sorunu olduğu, örülecek bir direnişin Ege Üniversitesi’nin atmosferini olumlu yönde etkileyeceği ve sürecin birleşik bir zeminde örülmesi gerektiği noktasında ortak fikre vardık. Genç-Sen’in diğer gençlik örgütlerine de yaptığı çağrı ile yemekhane süreci üzerine bir toplantı yapıldı ve tartışmalar neticesinde bir meclis oluşturuldu. Meclis, Öğrenci Kolektifleri, Genç-Sen, DGH, İzmir Gençlik Muhalefeti, Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği ve Emek Gençliği‘nden birer temsilcinin katılımıyla 6 kişiden oluşmuş oldu. İşçiler arasındaki güvensizlikten ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklı meclise işçilerden kimse alınmadı. Ancak sorunun öznesi olan işçilerle beraber süreçlerin değerlendirilmesi ve işçileri öne çıkaracak yol ve yöntemlerin benimsenmesi kararlaştırıldı. Meclisin misyonu ise yemekhane boykotunu örgütlemek olarak belirlendi. Fakat bu misyon hayata geçirilemedi. Öğrenci Kolektifleri tarafından meclis yok sayıldı. Boykotun fiilen bitmiş olması bu savı doğrulamaktadır. Boykotun bitiş sürecini kısaca aktaralım. Meclis, taşeronlarda örgütlenme çalışması yapan bir SES üyesi tarafından yönlendirilmeye çalışıldı. Bir meclis toplantısına gelerek bilgilendirme yapmak istediğini söyleyen sendikacı, işçilerin tamamının işe alınamayacağını hukuki boyutlarıyla gerekçelendirdi. İşçilerin bir kısmının işe alınacağını, işe alınacak işçileri işçilerin kendi aralarından seçmeleri gerektiğini, bu insanların evleri ve çocukları olduğunu söyledi. Bu öneri üzerine yapılan toplantıda, tüm işçilerin işe geri alınıncaya dek direnişin sürdürülmesi yönünde karar alındı. Rektörlükle yapılacak görüşmelerin beklenmesi, ardından çıkan sonuca göre gerekirse alternatif yemeklerle ve çeşitli etkinliklerle direnişin büyütülmesi gerektiği söylendi. Bu süreçte sendikalar, kitle örgütleri ve devrimci kurumlarla bağlantıların kurulmasına vurgu yapıldı. İşçilerin önlerindeki ihtimalleri bilmesi ve onlara bir açıklama yapılması gerektiği noktasında da birleşildi. Öğrenci Kolektifleri’nin ısrarı üzerine, sendikacının yapacağı konuşmada sadece ihtimaller sıralanacak, kesinlikle yönlendirme yapılmayacaktı. Bu karara rağmen sendikacı konuşmasında açık bir yönlendirmeye gitti, fakat meclis bileşenlerinin müdahaleleriyle işçilere kararlaştırılmış konuşma yapıldı. Rektörlükle yapılan görüşmeler sonucunda tüm işçilerin işe alınacağını öğrendik. Ancak işçilerin sadece 17 tanesi işe alındı. Bunun
üzerine Öğrenci Kolektifleri ve SES üyesi meclisin iradesini tanımayarak, işçilere işi kabul etmeleri gerektiğini, diğer işçilerle dayanışmaya devam edileceğini ve bunun bir “kazanım” olduğu söylendi. Meclis bileşenlerinin yaptığı müdahaleye rağmen işçiler işi kabul ettiler. Yapılan meclis toplantısında Öğrenci Kolektifleri meclis bileşenlerini “gerçekçi olamamakla” itham etti. Sonuç olarak meclis iradesi çiğnenmiş oldu. Değerlendirmeye geçmeden önce belirtelim ki, işe geri alınan işçiler de tek tek işten atılmaya başladı. Çıkarılması gereken dersler Birinci boykot kazanımla sonuçlanırken, ikinci boykot bir başarısızlık, kararsızlık ve ufuk darlığı örneği olmuştur. Meclisin de bu süreçte hata ve eksiklikleri kuşkusuz olmuştur. Fakat boykotun sona erdirilmesinde en önemli etken, meclisin kararlarının çiğnenmiş olmasıdır. Ek olarak tüm işçilerin işe alınmasını istemek ve direnişi bu yönlü devam ettirmek noktasında gereken birleşik kararlılık ortaya konulamamıştır. Gerçekleri görmek isteyenleri işçi sınıfının mücadele tarihine bakmaya çağırıyoruz. Çok uzaklara gitmek de gerekmiyor. Bugün direnişin simgesi haline gelen Emine Arslan’a bakmak yeterlidir. Yanı başımızda süren Kürşat işçilerinin açlık grevi, Sinter ve Gürsaş işçilerinin sürmekte olan direnişleri de yol gösterici birer örnek olarak önümüzde durmaktadır. Gerçekler buradadır, işçi sınıfının göze göz, dişe diş sürdürdüğü sınıf mücadelesindedir. Bedel ödemek göze alınmadan, sınıf mücadelesi bir adım bile ileri taşınamaz.“Bu insanlar evine ekmek götürüyorlar, gerçekçi olun” diyenler, süreçlere sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından bakmamaktadırlar. Böyleleri, işçilere gerçek çıkarlarının nerede yattığını, nasıl bir mücadeleyi gerektirdiğini göstermeyerek, gerçekte sınıfa kötülük etmektedirler. Bu süreçte meclisin sürece müdahalesinde ve bizim meclise yönelik müdahalelerimizde eksiklikler mutlaka vardır. Ancak biz genç komünistleri diğer gençlik örgütlerinden ayıran nokta, mücadeleye sınıf temelli bakışımızdır. Soruna bu bakışla ele aldık, tüm yetersizliklerimize karşın bu çerçevede bir müdahale çabası içinde olduk. Hatalarımızı irdeleyerek, süreçlerden gereken dersleri çıkarma sorumluluğuyla hareket ettik. Ege Üniversitesi Ekim Gençliği
AÜ’de gerçekleşen yemekhane eyleminin dersleri üzerine Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’ndeki yemekhane çalışanları, 2008’in Eylül ayı sonlarına doğru, taşeron şirket Tadal’ın yaklaşık 6 işçiyi işten çıkarması ve diğer işçilerin maaşlarını aylarca ödememesi üzerine, sorunun çözümü için ilk adımı attılar. Bir araya gelen işçi ve öğrenciler, sonrasında OLEYİS’ten Mahsun Turan’ın da sürece dahil olmasıyla, “Ankara Üniversitesi Meclisi”ni oluşturdurlar. Cebeci Kampüsü’nde başlayıp sonrasında AÜ’nün diğer fakültelerine de yayılan boykot süreci böylece başlamış oldu. Süreç içerisinde Rektörlük tüm talepleri kabul etti. Fakat taşeron Tadal ve Rektörlük verdiği sözleri tutmadı, işçilerin maaşlarını ödememeyi sürdürdü. Kasım ayında açılan yeni ihaleyi kazanan taşeron Tam Sofra da saldırılara Tadal’ın bıraktığı yerden devam etti. İlk icraatı, mücadeleye katılan tüm yemekhane işçilerinin işine son vermek oldu. Bunun üzerine işçiler 17 gün boyunca Cebeci yemek-
hanesini işgal ettiler. 17 günün son üç gününde ise işçiler, hem maddi gelir sağlamak hem de daha çok kişiyi yemekhaneye çekebilmek için, yemekhanenin işletmesini kendi ellerine alıp tüm kampüse yemek çıkarmaya başladılar. İşgalin 17. günü SBF’ye gelen AÜ Rektörü ile yapılan görüşme, ortaya konan vaatlerle sonlandı. Fakat sürecin başından beri ikiyüzlü davranan rektör bir kez daha aynı yola başvurdu. Görüşmenin üzerinden 12 saat bile geçmeden kampüse polis soktu ve yemekhanede kalan işçi ve öğrencilerin gözaltına alınmasını sağladı. Sorunun çözüleceğine dair inanç da saldırıyla birlikte son buldu. Yemekhaneye yapılan bu saldırı sonucunda işgal eylemi sonlandı. Bayram dönüşü yeniden başlayan boykotun 3. gününde, işçiler ve taşeron Tam Sofra’nın yaptığı görüşme sonucu, üç işçi hariç diğer işçilerin işe başla-
13
ması kabul edildi. Oysa, daha önce taşeronun “aşçıbaşılar hariç herkesi işe alacağım” sözlerine karşılık “ya hep ya hiç” denilmiş ve mücadeleye devam edilmişti. Boykotla başlayan süreçte ilk eksiklikler İlk boykot sürecinde boykotu diğer kampüslere yayma konusunda işçiler kendi aralarında az çok bir işbölümü sağlayabildiler. Fakat öğrenciler cephesinden bu işleyiş hayata geçirilemedi. Bunun nedeni, gençlik örgütlerinin ortak hareket etme kaygısı yerine “biz işimize bakarız” anlayışıyla hareket etmeleriydi. Bu anlayışın en somut örneği Marksist Bakış şahsında yaşanmıştır. Bu çevre meclis toplantılarında alınan kararlara uygun davranmamış, kendi başına hareket etmiştir. Mücadeleye katılan diğer bileşenlere karşı sorumsuzca ve dar grupçu bir zihniyetle yaklaşmış, meclis toplantıları dışında işçilerle yaptığı görüşmelerle bir takım somut işler kararlaştırmış ve alınan kararlar diğer bileşenlere haber verilmemiştir. Bu sorunlar ortak hareket etme zeminine daha baştan zarar vermiştir. Ayrıca işçilerle beraber -diğer bileşenlere haber verecek imkan olmadığı gerekçesiyle- rektörlükle görüşmüşler ve ortak kararlar dışında bir dizi tutum sergilemişlerdir. Boykot ile birlikte işçiler üretimi durdurmuş ve yemekhane tamamen kapatılmıştır. Yemekhanenin kapatılmasıyla, öğrencilerle yemek yememek üzerinden kurulan kitle bağları da zayıflamaya başlamış, pratik faaliyet neredeyse durma noktasına varmıştır. Boykotun ardından yemekhane işgalinin başladığı ilk günlerde kalabalık bir şekilde yemekhanede beklenerek bir takım faaliyetler örgütlenmesi için çaba harcanmıştır. Ancak işçiler “işçi sınıfının örgütü” olma iddiasındaki DİSK ve OLEYİS tarafından yalnız bırakılmıştır. DİSK süreç içerisinde yalnızca bir kez yemekhaneye uğramış, içi boş sözlerle sorumluluğunu geçiştirmeye çalışmıştır. İşçilerin sendikalaşma talebinde bulundukları OLEYİS ise, “bu işçiler üyemiz bile değil, neden bu kadar uğraşalım diyerek” sınıfı örgütlemek adına hiçbir iddiasının olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Bu süreçte yer alan Mahsun Turan’ın “Ben burada bir sendikacı olarak değil, sizden biri olarak bulunuyorum” demesi de bunun bir kanıtıdır. Ancak, orada “bizlerden biri” olarak bulunan Mahsun Turan da sürece yalnızca işçilerin işe geri alınması sınırında yaklaşmış ve uzun soluklu bir mücadele bakışı ortaya koyamamıştır. Bu yaklaşım nedeniyle, mücadeleyi yalnızca kendi ekonomik kaygıları üzerinden ele alan işçilerin geri bilincinin bir adım öteye taşınması mümkün olamamıştır. Günü kurtarmak değil geleceği kazanmak ve işçilere sınıf bilincini kazandırmak üzerinden müdahale edilmesi gereken zemin, rektörlükle görüşme çabalarına ve hukuksal süreçlere boğulmuştur. Bu bakışın hakim olduğu yerde, doğru yöntemi ortaya koyan devrimcilerin sesi cılız kalmış ve devrimcilerin tutumlarının bir gençlik heyecanı olduğu havası yaratılmaya çalışılmıştır. Süreçte yeralan kimi siyasal öznelerin de bu sonuçta payları vardır. Bir süre sonra işgal giderek canlılığını yitirmeye başlamış, birçok işçi umutsuzluğa kapılarak mücadeleyi bırakmıştır. İşgal eylemleri sınıfın en militan eylemleridir ve ona uygun bir disiplinle örülmesi gerekir. Fakat bu bir yana, polis karşısında dahi yeterli bir tutum alınamamıştır. Mahsun Turan direniş boyunca polislerle yakın ilişkiler kurarak sürekli raporlar vermiştir. “Her ne pahasına olursa olsun yemekhaneyi terk etmememiz gerek” sözlerimize, ÖEP başta olmak üzere bir dizi bileşen tarafından, “gözaltına alınırsak yarın kim gelecek yemekhaneye, asıl o zaman kaybetmiş oluruz” türünden yanıtlar verilmiştir. Tüm bunlar reformizmin ve düzen içi mücadele anlayışının bu süreçteki yansımalarıdır. İşgalin ne anlama geldiğinin bilincinde olmamaktır. Bu nedenle, polisin yemekhaneye girmesi karşısında hiçbir direniş gösterilmemiştir. (Biz Cebeci Ekim Gençliği olarak işgal
14
boyunca, 3-4 istisna dışında, yemekhaneyi terk etmedik. Saldırıdan 5-6 saat öncesine kadar da orada idik. Öznel nedenlerden kaynaklı saldırı anında yemekhanede bulunamadığımız için duruma müdahale edememiş olduk. Saldırının olduğu güne dair özeleştirimiz bu noktadadır.) Direniş gösterilmemesi herkes tarafından bir eksiklik olarak değerlendirilmiş, fakat buna gerekçe olarak yemekhanede “az kişinin“ (yaklaşık 40 kişinin) bulunuyor olması ve herkes uykudayken polisin saldırması gösterilmiştir. Daha önce alınan “işgalin ne pahasına olursa savunulması ve gerekirse barikat kurulması” kararı boşa düşürülmüştür. Taşeronların mücadeleyi baltalamak için sürecin en başından beri izlediği yöntem işçilerin birliğini parçalamak olmuştur. Fakat işçiler üç ay boyunca birliklerini korumaya özen göstermişlerdir. İşçilerin bu çabası elbette kendiliğinden değil, süreç içerisindeki öznelerin birliği ayakta tutmaya yönelik gayretlerinin bir sonucudur. Son aşamada taşeronun “3 işçi hariç diğerlerini işe alırım” teklifi oldukça bilinçli bir tekliftir. Sonuçta işçiler işe dönmüştür, fakat bu mücadele pratiği geriye, en önemli kazanım olan bir örgütlülük bırakamamıştır. Sürece başından itibaren sınıf mücadelesinin ihtiyaçları üzerinden baktık ve gelişmelere bu çerçevede müdahalelerde bulunduk. Bu çabamız örgütlenen Dayanışma Gecesi’nde sınırlı da olsa karşılığını bulmuştur. Dayanışma gecesi pek çok kişinin katılımıyla ve coşkulu bir atmosferde başarıyla gerçekleşmiştir. Mahsun Turan gecede yaptığı konuşmada, öğrencileri (gerçekte siyasal özneleri) işçileri anlamamakla suçlamış ve bunu “işçiler ekmeğinin derdinde. Onlara Marksizmi anlatarak bu iş olmaz” sözleriyle gerekçelendirmişti. Ancak işçileri anlamak ve onlarla yakın ilişkiler kurmak, onların geri bilincine yedeklenmek anlamına gelmez. Ayrıca, hukuksal bilgi eksikliği mücadelenin temel bir eksikliği olarak saptanıyorsa diyeceğimiz şu ki; biz bu düzenin yasalarına bel bağlayarak mücadele yürütmeyiz. Meşruluğumuzu haklılığımızdan alırız ve burjuva hukukunun kendi çıkarlarını korumak için çıkardığı yasalar asla bizim mücadele hattımızı belirleyemez. Yaşadığımız sorunlardan biri de mücadelenin pratik ayağının büyük oranda öğrenciler tarafından örülmesidir. Oysa, bu mücadelenin temel unsuru işçilerdir ve bu onların öz mücadelesidir. Öğrencilerin işçiler adına mücadele yürütmesi ve boykotu örgütlemesi gerektiği gibi çarpık bir bakışla hareket edilmiştir. Böylesi örneklerde öğrenciler işçileri sürecin birebir öznesi haline getirmek yönlü bir müdahale içinde olmalıdır. Yaşanan iç tartışmalar kimi siyasetlerin süreçten çekilmesine yol açmıştır. Oysa, ortaya çıkan bir sorun karşısında yapılması gereken, eleştiri-özeleştiri mekanizmasına başvurmak ve sorunları devrimci bir zeminde çözmek için çaba harcamaktır. Sürece dair birçok noktayı eleştirdik. Fakat başından sonuna kadar yapılan hata ve eksikliklerde bizim de payımızın olduğunu söylememiz gerekir. Zira, eğer sorunlara hızlı ve etkili bir şekilde müdahale edebilmiş olsaydık, bugün birçok tartışmayı yapmıyor olurduk. Üç aylık direniş süreci sonlanmış bulunuyor. Ancak, taşeronun saldırılarını sürdürmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Kazanılan deneyimler kuşkusuz daha sonraki mücadele dönemlerini daha güçlü göğüslememizi sağlayacaktır. Biz kendi adımıza gereken sonuçları çıkararak yolumuzu daha sağlam adımlarla yürümeye devam edeceğiz. Her türlü mücadeleyi kapitalist düzeni yıkma hedefine bağlamaktan geri durmayacağız. Şu açıktır ki; “Zaman zaman işçiler galip gelirler, ama ancak bir süre için. Savaşlarının gerçek meyveleri o andaki sonuçlarda değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğinde yatar.” (K. Marx- F. Engels, Komünist Manifesto) Cebeci Ekim Gençliği
Yalan dizisinde ikinci bölüm:
Meslek Yüksek Okullariı
Dün “meslek liseleri memleket meselesi”ydi hatırlarsanız... Bugünse, devlet elini meslek yüksek okullarına atmış durumda. Yeni düzenlemeler getirilmek isteniyor. Bu düzenlemeler içinde meslek liselerinden meslek yüksek okullarına sınavsız geçişin kaldırılması, 2 yarıyıldan oluşan senelik eğitimin, içerik aynı kaldığı halde 3 yarıyıla çıkarılması, teorik eğitimin pratik eğitimle birleştirilmesi -siz buna sistemde staj sömürüsü deyin- gibi maddeler var. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bu düzenlemelerin hangi ihtiyaçtan doğduğunu açıklarken şöyle diyor: “Müfredat anlamında Avrupa’daki teknik okullara uyum ki böylece Türkiye’de 2 yıl Meslek Yüksek Okulu eğitimini almış bir öğrenci yurtdışında bir yıl okuyarak eşdeğerliğini tamamlayabilecek. Bir başka neden ise MYO’ların sanayiye daha iyi uyum sağlaması, ilerleyen teknolojiyle beraber artan kalifiye eleman ihtiyacına daha iyi yanıt verebilmesi…” Sermaye sınıfı soruna böyle bakıyor. Soruna bizim gözümüzden, yani işçilerin, emekçilerin ve onların çocuklarının gözünden bakıldığında ise, bu yeni düzenlemelerin ne denli sahtekarca olduğu anlaşılacaktır. Örneğin, Türkiye’de iki yıl okuduktan sonra bir yıl da yurtdışında okuyarak Avrupa’dan eşdeğerlik belgesi alabilirmişiz. İşçi ve emekçi çocuklarının akın akın Avrupa’ya giderek bu belgeleri alacağından hiç şüpheniz olmasın! Ardından sınavsız geçişin kaldırılması var ki, bu artık meslek liselilere kesin olarak üniversite kapılarının kapatılması demektir. Sermaye, kalifiye ve ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için meslek liselerini ve MYO’ları öğrenciler için tercih edilebilir yerler haline getirmeye çalışmaktadır. Diğer yandan da, buralarda belli bir niteliğin tutturulması gerekmektedir. Sınavsız geçişin kaldırılması bu nedenledir. MYO’lar sermayenin uzun bir süredir üzerinde durduğu alanlar olmalarına rağmen bugün sermaye açısından istenilen “nitelik” ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Yeni düzenlemeyle, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere MYO’lara daha az sayıda ve “nitelikli” öğrenciler alınacaktır. Diğer yandan, öğrenim süresinin uzatılması staj ve atölye sömürüsünün katmerlenmesi anlamına gelmektedir. MYO’larda eğitimin “okul eğitimi” ile işyerinde yapılan “işyeri eğitimi”nden oluşması planlanmaktadır. Programa göre, MYO’larda senede 2 yarıyıl olan mevcut eğitim-öğretim, senede 3 yarıyıl olmak üzere toplam 6 yarıyıl olarak düzenlenecektir. Toplam 6 yarıyılın 3 yarıyılı “okul eğitimi” ve diğer 3 yarıyılı “işyeri eğitimi” şeklinde olacaktır. Eğitim-öğretimin yarısı okul diğer yarısı da işyeri eğitimi olmak koşuluyla, bir yılda 3 yarıyıllık eğitime ne zaman geçileceği ve okul eğitimi ile işyeri eğitiminin hangi düzende yapılacağı, MYO’nun bulunduğu bölgenin işyeri, eğitim imkanları, iklim şartları vb. göz önüne alınarak, MYO ve bağlı bulunduğu üniversitenin önerisi ve YÖK’ün kararıyla belirlenecektir. MYO’ların 2011 yılının sonuna kadar, işyeri eğitiminin ilgili sektör kuruluşlarında yapılmasına öncelik vermek kaydıyla bu yeni sisteme geçmiş olmaları gerekmektedir. Bu haliyle planlama tümüyle sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya dönüktür. Bunların yanı sıra okul müfredatlarının sektör taleplerinin göz önüne alınarak düzenlenmesi, okulların taban puanlarının da aynı şekilde ele alınması, verilebilecek örnekler arasındadır. Özcesi, yapılan tüm değişiklikler bizlerin gelecek planlarının en yüksek rafa kaldırılması anlamına gelmektedir. Elbettte bu sömürü programı, her zaman olduğu gibi, yine parlak bir pakette sunulmaktadır. Ama bu düzenlemlerin ne demek olduğunu bu okullarda öğrenim görenler gayet iyi bimektedir: Yoğun çalışma saatleri, harcadığın emek karşılığında beş kuruş para alamamak, sigortanın düzenli yatmaması (yatması gerektiği halde), iş öğretmek adı altında ayak işlerine koşturulmak, kimi yerlerde hakaretleri, küfürleri sineye çekmek, dahası ürettiklerimiz üzerinden bir de kar elde edilmesi… Bizler kendi yaşamlarımızdan biliyoruz ki, bu asalaklar bizim kolumuzun gücünü, hayatımızın rengini emen vampirlerdir. Bu kan emicilerine göre, hayata işçi çocuğu olarak geldik, çalışıp didinerek birilerini zengin edeceğiz ve yoksulluk içinde öleceğiz. Bize biçtikleri hayat bu. Bütün söyledikleri yalanlar bunun için. Bu yalanlara ise karnımız artık her zamankinden daha çok tok. Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru
15
YÖK düzeninden bir aldatmaca projesi daha: “Özgür alanlar”!
Özgürlük mücadele alanlarındadır! Üniversiteler tarih boyunca egemen sınıflar için düzen ideolojisini üreten ve egemen iktidarlara kan taşıyan önemli araçlar olmuştur. Kapitalist sistem içerisinde de üniversiteler aynı işlevi yerine getirmektedirler. Üniversiteler kapitalizmde yalnızca sermaye için “bilim”in ve egemen ideolojinin tekrar tekrar üretildiği yerler olmaktadır. Egemen sınıfa hizmette sınır tanımayan üniversiteler bugün her bakımdan üzerine düşeni yapmaktadır. Ülkemizde üniversiteler ile iktidar arasındaki ilişkiyi kuran kurum ise, 1981’den bu yana YÖK’tür. “Bilindiği gibi her MGK toplantısından sonra YÖK’e üniversite raporu gönderilmekte ve YÖK’ten üniversitelerde o dönemki devlet politikasına uygun araştırmalar yaptırması istenmektedir. YÖK ise baskı aygıtlarını kullanarak sermaye tarafından yapılması istenen bu çalışmaları profesör ve doçentlere eksiksiz yaptırmaktadır. Bugüne kadar egemen sınıfın ideolojik hakimiyetine zarar getirmeyecek bir kadrolaşmayı ve kurumlaşmayı üniversitelerde titizlikle uygulayan YÖK, kimi zaman bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet etmiş, çoğu zaman da devletin üniversitelerdeki militarist baskı aygıtı olarak görev almıştır. Çıkardığı yönetmelik ve genelgelerle öğrenci, öğretim üyesi ve üniversite çalışanlarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durarak, siyasi iktidarın istemediği konularla ilgilenenlerin kafasına inmiştir.” (Üniversite ve siyaset, Ekim Gençliği, Aralık 2003, sayı: 67) Düşünceleri özgürce ifade edebilmek bir lütuf değil haktır!
16
YÖK’ün işlev ve misyonuna değindikten sonra, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamaya göz atalım. YÖK açıklamasında, üniversitelerde öğrencilerin herhangi bir engelle karşılaşmadan özgürce görüşlerini dile getirebilecekleri alanlar açmaya hazırlandığını, bu “özgür alanlar” için İngiltere’nin Hyde Park’ının örnek alınacağı belirtiyor. Bu “özgür alanlar”ın üniversitelerde nasıl hayata geçeceğine dair bir açıklamada bulunmayan YÖK, bu alanlarda neler yapılabileceğine de değiniyor:“Öğrenciler, şiddet ve suç içermeyen her türlü konuşmalarını ve görüşlerini ifade edebilecek, üniversite yönetimini eleştirebilecekler veya konferans, sempozyum düzenleyebilecek, bunlar için okul yönetiminden ayrıca izin alınması gerekmeyecek.” Aslında bu proje ile öğrencilerin düşüncelerini ifade edebilmelerinin bir “ayrıcalık” olarak görüldüğü itiraf edilmiş oluyor. Zaten doğallığında sahip olmamız gereken bu hak düzen tarafından bize bir lütufmuş gibi sunuluyor. “Güvenli ve Özgür Üniversiteler” isimli bu projede ÖGB’lerin yetkilerini arttırmak da bir hedef olarak tanımlanıyor. Polis ve jandarmanın üniversiteye girmesini önlemek üzerinden gerekçelendirilen bu uygulama ile aslında fiilen öğrencilere her türlü baskıyı uygulayabilen ÖGB’ler daha da fazla alan açılıyor. Polisin “yetkileri” ÖGB’lere tanınarak “polise ihtiyaç duyulmayacak bir durum” yaratılmaya çalışılıyor. ÖGB’lere bunun için özel eğitim verilmesi de planlanıyor. Bu yönlü ilk adımı atan Ankara Üniversitesi bu süreci, ÖGB’lere “iletişim eğitimi” vererek başlattı. YÖK bu değişiklik talebinin üniversite yönetimlerinden geldiğini belirtti. Bizler egemenlerin “özgürlük” anlayışlarını yıllardır uyguladıkları politikalardan biliyoruz. Bu düzenin üniversitelerinde “özgürlük”; kapılardaki turnikeler, ÖGB’ler, kameralar, kimlik kontrolleri, soruşturmalardır. Düzenin yeni oyunu bu projeye göre, sadece işaret edilen “özgür alanlarda” değil üniversitenin her köşesinde düşüncelerini ortaya koyan “sorunlu” öğrencilere ise “psikolojik destek” sunulacakmış! Egemen sisteme uyum sağlamayan, onu sorgulayan ve çevresindekilere sorgulatmaya uğraşan her bireyi “hasta” gören ve toplumdan yalıtmaya çalışan bu sistem açıktır ki bir kez daha kendi hastalığıyla boğuşmaktadır. “Eğer üniversitelerde bilimin toplum için, insanlığın yararı için kullanılması isteniyorsa, öncelikli olarak yapılması gereken, kâr üzerine kurulu mevcut ekonomik sistemi yıkmak ve yerine toplumsal faydayı temel alan bir sistem kurmaktır. İşçi sınıfına dayanan bir iktidar kurulmadıkça demokratik, özgür ve toplum için bilim üreten bir üniversite beklemek anlamsız olacaktır.” (Üniversite ve siyaset, Ekim Gençliği, Aralık 2003, sayı: 67) Bundan dolayıdır ki bizler, “sorunlu” insanların sayısını daha da arttırarak, mücadele içinde özgürleştirerek, bu sistemi temellerinden yıkacağız!
Zafer direnen işçi ve emekçilerin olacak!
Geçtiğimiz dönem işçi-emekçisinden gençliğine bir bütün olarak sermayenin büyük bir pervasızlıkla sürdürdüğü saldırılarla karşı karşıya kaldık. Sermayenin bir dediğini ikiletmeyen AKP hükümeti, bir taraftan sağlık, eğitim vb. temel hakların gaspını derinleştirirken, işçi ve emkçileri kölece çalışma koşullarına mahkum ederken, diğer taraftan işçilerden, emekçilerden, öğrencilerden gelen ve gelebilecek olan tepkiyi yok etmek için azgınca saldırmaya devam ediyor. SSGSS yasasının çıkarılması sadece sağlığın özelleştirilmesi değil, ölümcül koşullarda çok düşük ücretlerle çalışmaya zorunlu bırakılan işçilerin bir kez daha ölüme terk edilmesi, hayatlarının hiçe sayılması anlamına geliyordu. SSGSS saldırısına karşı oluşan hareketlilik, kurulan HSGGP ile birleşik bir mücadele hattının örülebilmesi, geçtiğimiz yıl yükseltilen örgütlü tepkinin somut örneklerinden biri oldu. Fakat sermayenin saldırılarının tek başına SSGSS ile sınırlı olmaması ve süregelen saldırıların daha da katmerleşmesi ile, emek cephesinin bu saldırılara karşı meşru taleplerini çeşitli araç ve yöntemlerle ortaya koymalarına tanık olduk. Tüm hakları adım adım gaspedilen, sadece kırıntılarla kandırılmaya çalışılan işçiler, özellikle THY ve Telekom grevleriyle başlayan süreçten itibaren “Artık yeter!”, “Bıçak kemiğe dayandı”, “Kaybedecek neyim kaldı ki?” dediler ve en güçlü silahlarını kullandılar: Grev yaptılar, işgal gerçekleştirdiler, aylarca direndiler. Sefaköy’de Desa Deri Fabrikası önünde aylardır tek başına direnen Emine Arslan, mücadelenin, onurlu yaşamanın, kararlılığın sembolü haline geldi. Tehditlere, evinin sürekli polis gözetiminde olmasına, kızının patronun emriyle kaçırılmaya çalışılmasına rağmen, kendi deyimiyle “Yazın güneşine, toprağına, kışın karına boranına” rağmen aylarca direndi, direniyor. Sendikalaştığı için işten atılan Emine Abla, kendisi için değil, aynı sömürüye maruz kalan işçi sınıfı için direndiğini söylüyor. Diğer taraftan, trilyonlar kazanıp zevk-i sefa süren tersane patronları... Bu asalaklar örgütlü işçilerin karşısında ne yapacağını bilemiyor ve Torgem işçilerinin on gün süren kararlı direnişleri sonrasında maaşlarını ödemek zorunda kalıyor. Direnişe katılan bir işçi “Bu direniş bize bir çok şey öğretti. Dayanışma, yardım… Gün oldu sigaramızı, ekmeğimizi bölüştük, gün oldu aç kaldık. Daha önce dayanışmanın böyle bir şey olduğunu bilmiyorduk” diyor.
Unilever, E-Kart, Yörsan işçilerinin grev ve direnişleri çeşitli eylemlerle birleştirilerek, buralara dayanışma ziyaretleri düzenlenerek sınıf dayanışması yükseltiliyor. İşçiler artık hayatta kalabilmek için örgütlenmek gerektiğini, TÜSİAD, MÜSİAD vb. kurum ve kuruluşlarla örgütlü hareket eden sermayedarlara karşı kendilerinin de ancak örgütlenirlerse kazanacaklarını fark ediyorlar. Yine sendikalaşma haklarını kullandıkları için işten atılan 380 Sinter Metal ve 6 Gürsaş işçisi fabrika önünde başlattıkları direnişi sürdürüyorlar. İlk silah olarak iki günlük fabrika işgali gerçekleştiren Sinter Metal işçilerinin moral kazanımları ve beraberinde gelen kararlılık diğer birçok fabrikadan işçilerde de kıpırdanmalara yol açıyor. Son dönemde küresel ekonomik kriz bahanesiyle yüzbinlerce işçi işten çıkartılıyor. Elektrik, doğalgaz, su, ulaşım, kira zamları vb. derken, sermaye sınıfı işçilere yaşam hakkı tanımıyor, onları ücretli köle olarak kullanmaya devam etmek için bin bir türlü saldırı gerçekleştiriyor. Yanı sıra, “Krizden kurtulmamız için daha çok çalışmanız gerek” demagojileriyle işçiler aldatılmaya çalışılıyor. İşçilere aylarca maaşları verilmiyor, yemek, yol ücreti ve ikramiyeler kesintiye uğruyor. Sendikalaşma çabaları sert bir biçimde engellenmeye çalışılıyor, işçiler kapı önlerine konuluyor... Sermaye sınıfı bütünlüklü ve sistematik bir biçimde saldırıyor. Üniversitelerde karşılaştığımız benzer sorunlar bunun açık bir göstergesidir. Yapılan özelleştirmeler, belediye burslarının kesilmesi, yarı zamanlı çalışan asistan öğrencilerin işten çıkartılması ve bir aylık maaşlarının ödenmemesi buna verilebilecek örneklerden sadece birkaçı. Bizler de öğrenciler olarak birleştiğimizde, hak arama mücadelesine girdiğimizde yine sermayedarların kolluk güçleri devreye giriyor, ÖGB’ler saldırıyor ve mücadelenin önü kesilmeye çalışılıyor. Kapitalizmin kendi yapısal krizinin faturası işçilere, emekçilere ve öğrencilere ödetilmek isteniyor. Benzer ve birbirinden bağımsız olmayan bu saldırılar tüm işkollarında, üniversitelerde, ilköğretimden başlamak üzere tüm eğitim alanında, SSGSS yasasının da gösterdiği gibi sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında da kendini gösteriyor. Bu saldırılar karşısında gençlik olarak, üretimden gelen gücüyle tüm hayatı durdurabilecek ve kapitalizmi alaşağı edebilecek birici sınıf olan işçi sınıfının sesine kulak vermeli ve onun yükselttiği mücadeleye gereken desteği sunmalıyız.
17
“Geçit Yok!” kampanyası üzerine…
Ortaya çıkarttığımız olanakları güce dönüştürmek için daha çok ısrar! Geçtiğimiz dönem boyunca gençliğin karşı karşıya kaldığı sorun ve gündemleri “Geçit Yok!” başlıklı kampanyamızla ele aldık. Dönem başında gençliğin karşı karşıya kaldığı sorunların toplamını kapsayan bir kampanya kurgusu oluşturduk. “Geçit Yok!” başlıklı kampanyamız, gençliğe yönelik saldırılara karşı mücadeleyi büyütme çağrısıydı. Her gündeme dair alt başlıklar taşıyan kampanya politik bir bütünlük içinde ele alındı. Tüm gündemlere ilişkin söz söyleyen, gelişen süreçlere yanıt üretmeye ve özgün süreçler ekseninde yerelleştirilmeye çalışılan bir kampanya faaliyeti yürüttük. Bütünlüklü bir biçimde ele alınan yoğun mücadele gündemleri Bu süreçte de kapitalizm, bir dizi maskenin ardına gizlenmeye çalışsa da, barbarlığını ve çürümüşlüğünü yaşanan birçok örnek üzerinden ortaya serdi. 22 Temmuz seçimlerinin öncesinde dışa vuran düzen içi çatışma dönem boyunca sürdü. Dönem içerisinde süren Ergenekon operasyonları ve davalarıyla konu gündemdeki yerini korudu. Çürümüş düzen, çeteleşmiş devlet gerçeği gözler önüne serilmeye devam etti. Estirilen şovenist rüzgarın etkisi, dönem içerisinde yaşanan Altınova gibi linç girişimleri ve Kürdistan’da saldırıların yoğunlaşmasıyla, kendini daha açık bir biçimde ortaya koydu. Benzer bir şovenist rüzgar Ermeni sorunu üzerinden de estirilmeye çalışıldı. Özü itibariyle vicdani bir rahatlamanın ötesine geçemese de, liberal aydınların başlattığı “özür diliyoruz” kampanyası, ulusalcısından faşistine ve bir dizi devlet erkanına kadar, düzenin birçok kurumunun şoven açıklamalarına neden oldu. Eğitimin ticarileşmesi bu dönemde de birçok yansımasıyla karşımıza çıktı. Ulaşım, barınma ve yemekhanelerde ücretlerine ilişkin so-
18
runlar yaşanırken, bir dizi başka alanda paralılaştırma saldırıları arttı, belediye bursları kesildi. Kapitalizmin dünya ölçüsünde patlak veren krizi döneme damgasını vurdu. Mezun olduktan sonra ortaya çıkacak işsizlik tehdidinin yanı sıra eğitimlerini devam ettirebilmek için çalışan 20 bin öğrenci de bu süreçte işten çıkartıldı. Yunanistan’da patlak veren isyan ve direniş hem gençliğe örnek oldu, hem de dayanışmayı ve mücadeleyi büyütme sorumluluğunu bir kez daha gösterdi. Ve dönemin sonuna doğru emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Ortadoğu üzerinden oynadıkları oyunlar Filistin topraklarındaki vahşet tablosuyla bir kez daha yüzümüze çarptı. Emperyalist-siyonist barbarlık kadar Filistin halkının direnişi de tarih sayfalarında yerini aldı. Tüm bu gündemler kampanya faaliyeti kapsamında faaliyetin konusu haline getirildi. “Saldırının bu denli kapsamlı ve yoğun olduğu tabloya gençlik kesimlerinin örgütsüz ve dağınık tablosu da eklendiği zaman mücadeleye yüklenmenin önemi bugün bir kat daha artmaktadır. Zira gençlik sorununun iktisadi-ekonomik, kültürel ve sosyal her yönüyle derinleştiği bir dönemde etkin bir politik müdahalenin zemini her açıdan kendini var etmektedir. Geriye gençlik alanına dair ısrarlı bir çabayı ortaya koyma iradesi kalmaktadır. İşte bu çerçevede önümüzdeki dönem için öreceğimiz çalışma, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, bu iradenin ortaya koyulma çabasının açık bir örneği olacaktır. Düzenin geçmiş ve gelecek tüm saldırılarına karşı kararlı bir mücadelenin sürdürüleceğinin beyanı olacaktır.” (Düzen cephesinin saldırılarına devrim cephesinden gençliğin yanıtı: Geçit Yok!, Ekim Gençliği, sayı:112) Kampanyamız boyunca, yukarıda ifade edilen çerçeve ve iddia ekseninde gençliğin yoğun mücadele gündemleri, alanların özgünlükleri de gözetilerek, bütünlüklü bir tarzda ele alınmaya çalışıldı.
Yerel dinamiklerle bağ kurmaya çalışan etkili ve yaygın bir faaliyet Dönem boyunca gündemlere politik müdahalede bulunma, üniversitelerde hızla değişen gündemlere yanıt verme ve sistemli propaganda faaliyeti örme noktasında hareketli bir süreci örmeye çalıştık. Kampanyamıza birçok ilde eylemlerle başladık. Merkezi materyallerimizle örülen yaygın ajitasyon ve propagandanın yanı sıra yoğun bir şekilde yerel materyaller çıkartarak gelişen gündemlere hızla yanıt vermeye, eylemli cevaplar üretmeye çalıştık. Üniversitelerin kapanmasına yakın süreçte kampanyamızı çeşitli etkinlik ve eylemlerle sonlandırdık. Gelişen gündemlere ve yerel sorunlara ilişkin üniversitelerde yapılan eylem ve etkinliklerde yerimizi aldık. Bazı üniversitelerde kriz, yemekhane işçilerinin direnişi, Filistin işgali, ulaşım ve yemekhane sorunları gibi süreçlere ilişkin yürütülen ortak çalışmalarda, gençlik cephesinden örülen muhalefetin etki alanını genişletme hedefiyle hareket ettik. Bulunduğumuz üniversitelerde düzenin ideolojik etkisini kırmak ve düzenin yarattığı cendereyi parçalamak yönlü bir hat izledik. Kampanya sürecinde üzerinde durmaya çalıştığımız temel noktaların başında, yaşanan saldırılar karşısında düzenin bütünlüklü olarak teşhirini yapmak geldi. Faaliyetin her aşamasında “Düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!” perspektifiyle hareket ettik. Zayıflıklarımız ve eksikliklerimiz Örülen kampanyaları/faaliyetleri değerlendirmede temel kıstas, gündeme ne kadar cevap üretebildiği, yarattığı politik etki ve örgütsel sonuçlarıdır. Buradan bakıldığında, politik planda kampanya sürecinin bütününe yansıyan güçlü bir politik faaliyetten söz edebiliriz. Ancak, çalışmaları yerelleştirme ve bunun üzerinden etkili örgütsel sonuçlar elde etme noktasında zayıf kaldığımızı belirtmeliyiz. Yürüttüğümüz kampanyanın gündemlerini işleme ve güncel gelişmeleri yanıtlama açısından başarılı bir faaliyet yürüttük. Genel propaganda-ajitasyon faaliyetini yerel sorunlarla bütünleştiren ısrarlı ve sürekli bir faaliyet anlamlı bir politik etki yarattı. Kimi alanlarda bu faaliyet örgütsel sonuçlarını da üretti. Örneğin, bir yerelimizde kampanya süreciyle birlikte oluşturulan ilişkiler yerel yayın sürecinin parçası haline getirilerek, böylelikle hem bu ilişkilere örgütsel bir biçim verilebilmiş, hem de yerel yayın çalışması güçlendirilmiştir. Başka bir yerelde yaşanan yemekhane sorununa yönelik müdahalelerin bir parçası olunmuş, buna uygun formlar yaratılmaya çalışılmıştır. Bunlara benzer başka olumlu örnekler de sıralamak mümkündür. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi, ortaya çıkan olumlu örneklere rağmen, bir dizi alanda faaliye propaganda düzeyini aşamamış ya da politik etki hedeflenen örgütsel sonuçları yaratamamıştır. Pratik faaliyetin yoğunluğu, çevremizle daha etkin tartışmalar yürütecek, sosyal yaşamı da dahil olmak üzere ilişkilerimizi kuşatabilecek zamanların yaratılamaması, her dönem olduğu gibi bu dönem de önemli bir sorun olmuştur. Birçok gençlik örgütlülüğünün üniversitenin dışına düştüğü bir süreçte, pratik faaliyetimizdeki ısrar ve sergilenen irade anlamlıdır. Aynı ısrarın, ilişki ağını genişletme, çevre ilişkilerimizi çalışmanın aktif parçası haline getirme ve örgütleme noktasında da mutlaka gösterilmesi gerekmektedir. Bu bakışla hareket ettiğimiz ve buna uygun adımlar attığımızda, politik etkimiz hedeflenen düzeyde örgütsel bir güce de dönüşecektir. Değerlendirilmesi gereken diğer bir nokta, kampanyanın yerellik-merkezilik bağının kopukluğa uğrayabilmesi gerçeğidir. Yerel planda yaşanan bir dizi sorun merkezi hedeflere ulaşmayı güçleştirebilmektedir. Ya da tam tersi yaşanabilmektedir. Oysa, merkezi bir kampanya faaliyetinin etkili, güçlü ve dinamik kılınması, yerelle bağının doğru bir yöntemle kurulabilmesine bağlıdır. Her yerelin koşullarını ve özgün sorunlarını gözeten bir yöntemsel bakışla sürdürülecek ısrarlı ve sistematik bir merkezi kampanya faaliyetin yürütülmesinden belirlenen zaman dilimlerinde ortak eylem-etkinliklerin örgütlenmesine, yürütülen faaliyetin yayın araçlarımız üzerinden sistemli ve bütünlüklü bir biçimde yansıtılmasına kadar bir dizi noktada eksiklikler yaşadığımız açıktır. Bunların üzerine gitmek gibi bir görev ve sorumluluk önümüzde durmaktadır. Kampanyadan aldığımız güçle yüklenelim! Kampanya sürecimizde ortaya çıkan zayıflık ve eksikliklerimizi aşma çabasının yanı sıra ortaya çıkardığımız olanakları daha fazla güce dönüştürme hedefiyle hareket etmeliyiz. Gerçekleştirdiğimiz yoğun pratik faaliyet, politik güç olma noktasında etkili çaba ve ortaya çıkan bir dizi olanak mutlaka daha ileriye taşınmalıdır. Yakalanan olumlu sonuç ve başarılar, ancak bu bakışla ortaya konulacak ısrar ve çabayla süreklileşebilecektir. Geçmiş dönemin deneyim ve olanakları ile mücadeleye her zamankinden daha fazla yüklenmek genç komünistlerin önünde bir sorumluluk olarak durmaktadır. Ekim Gençliği
Birçok gençlik örgütünün üniversite dışına düştüğü bir süreçte pratik faaliyetimizdeki ısrar ve irademiz anlamlıdır. Aynı ısrarın ilişikler ağını genişletme, var olan çevreyi çalışmanın aktif parçasına dönüştürme, çevreçeperi örgütlü kılma noktasında da mutlaka gösterilmesi gerekmektedir. Bu bakışla hareket ettiğimizde ve buna uygun adımlar attığımızda politik etkimiz istenilen düzeyde örgütsel bir güce de dönüşecektir.
19
Gençlik hareketi ve gençlik örgütlenmesine ilişkin değerlendirmelerimiz çerçevesinde müdahaleye konu ettiğimiz Genç-Sen süreci, ortaya
Genç-Sen
çıkardığı sınırlı olumlu sonuçların yanı sıra, birçok noktada çalışmamız açısından zorlanma alanları yaratmış durumdadır.
Gençlik hareketi ve gençlik örgütlenmesine ilişkin değerlendirmelerimiz çerçevesinde müdahaleye konu ettiğimiz GençSen süreci, ortaya çıkardığı sınırlı olumlu sonuçların yanı sıra, birçok noktada çalışmamız açısından zorlanma alanları yaratmış durumdadır. Hareketin sorunlarını ve ihtiyaçlarını kavramaktan uzak, ilkesiz pazarlıklar üzerine kurulu liberal-reformist bloğun mücadele dışı bürokratik tutumları, Genç-Sen’i genç komünistler de dahil bir dizi gençlik grubu için “tartışmalı” hale getirmiştir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde de çalışma başlıklarımızdan birini oluşturmaya devam edecek olan Genç-Sen’e ilişki somut müdahale hattının bir kez daha tanımlanması bir ihtiyaçtır. Bu çerçevede, geçmiş değerlendirmelerimize de doğrudan başvurarak, soruna ilişkin temel yaklaşımlarımızı bir kez daha ortaya koyacağız.
Hareketin sorunlarını ve ihtiyaçlarını kavramaktan uzak, ilkesiz pazarlıklar üzerine kurulu liberal-reformist bloğun mücadele dışı bürokratik tutumları, Genç-Sen’i genç komünistler de dahil bir dizi gençlik grubu için “tartışmalı” hale getirmiştir. Bu nedenle, önümüzdeki
Birleşik, kitlesel, devrimci gençlik hareketi-örgütü ihtiyacı ve bu eksende “birleşiklik-birliktelik” üzerine
dönemde de çalışma başlık* Genç-Sen’e ilişkin temel yaklaşımlarımızın eksenini “birleşik, kitlesel bir gençlik hareketi-örgütlenmesi” sorununa dair tanımlamalarımız oluşturmaktadır. İhtiyaç olarak tanımlanan, gençlik hareketini geliştirmenin bir aracı olacak bir “birleşik gençlik maya devam edecek örgütlenmesi”dir. Buradaki “birleşiklik” hiçbir biçimde gençlik örgütlerini birleştirme çabasına indirgenmemeli, “örgütlerin peşinden koşma, onları ortak iş yapmaya ‘ikna’ olan Genç-Sen’e ilişki eder hale gelme” kısırlığına düşülmemelidir. somut müdahale hat* “Bu, doğru devrimci politikayı hayata geçirirken kendi gücüne ve bağımsız çalışmasına dayanmak ve güvenmek ile, amaca uygun biçimde en geniş güçleri birleştirmek ve birlikte tının bir kez daha çalışma yürütmek arasında kurulması gereken doğru ilişki sorunudur. Gerektiğinde kendi başına yürümek güç ve iradesi gösteremeyenler, başkalarını birlikte yürüyüşe çekmek güç ve tanımlanması bir iradesi zaten gösteremezler. Politik yaşamın genelinde geçerli olan bu ilke, bugünün gençlik hareketi gerçekliği gözetildiğinde özellikle önemli ve geçerlidir. Temel hedef ile günün gerçekleri ihtiyaçtır. arasında doğru, amaca uygun düşen bir ilişki ve bütünlük kurabilmektir burada sözkonusu olan. Doğru bir politikanın hayata geçirilmesi mücadelesinde bütünsel hedefi şaşmaz bir güven ve kararlılıkla gözetmek ile, bu değişmez hedefe günün henüz sınırlı ve kısmi kalabilen olanaklarından hareketle ulaşmaya çalışmak iki ayrı şeydir. İlkine ulaşmak tam da ikincisinden hareket etmeyi gerektirir.”(Gençlik hareketi ve komünist gençliğin görevleri, Ekim, Sayı:240) * İşaret edilen “birleşiklik”, “mevcut ilerici-devrimci gençlik birikiminin her düzeyi”dir. * “Kitle örgütlenmesi sorununu bir çırpıda masa başında çözeceğini sanan yaklaşım, elbette ki ilerici potansiyelin bir araya gelmesinin önemi ve kapsamını kavramakta zorlanacaktır. Sorunu ‘örgütleri birleştirmeye’ indirgediğimizi düşünmeleri de örgüt sorununa bakıştaki bu yavanlığın dışavurumundan ibarettir sadece. Zira birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorunu öznel bir sorundur, öznelerin iradi çabası ve müdahalesi ile elbette bir çırpıda başarılabilir. Ancak bu hiçbir biçimde gençlik örgütlenmesi sorununun çözüldüğü anlamını taşımamaktadır. Bu sadece bir olanağa, hareketi sıçratabilecek bir dinamiğe işaret etmektedir. İlerici potansiyeli bir araya getiren bir birleşik örgütlenme, asıl hedefin, geniş gençlik yığınları ile buluşma hedefinin bir kaldıracıdır sadece. Ve hedefe, doğru bir yöntem ve bakışla ilerleyebildiği koşullarda bir anlam taşır.” (Devrimci gençlik mücadelesinde gelecek için notlar, Ekim Gençliği, Sayı: 103) * Bu tartışma dolaysız olarak örgütün işleyiş yöntemini de ilgilendirmektedir. Söz ve karar süreçlerine tabanın doğrudan katılımına dayalı “birleşik-kitlesel bir örgütlenme” iddiası, onun sürükleyicisi olan siyasal bileşenlerin “birlik, eleştiri, birlik” yöntemiyle hareket etmeleriyle daha da güçlenecektir. “Biz inanıyoruz ki bu tutum hem mücadeleyi ve hem de ortak çalışmada ve mücadelede devrimci tutarlılığı temsil edenleri güçlendirecektir. Bu tutarlılığı kimler temsil ediyorsa varsın onlar güçlensinler, yeter ki bu süreçten genel olarak gençlik hareketi ve mücadelesinin kendisi de güçlenerek çıkabilsin.” (Gençlik hareketinin sorunları, Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004)
larımızdan birini oluştur-
20
süreci ve müdahalenin sorunları Genç-Sen tanımlanan ihtiyacın neresindedir? * “Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi ve örgütü” ihtiyacına yönelik tanımlamalar, aynı zamanda bunlar arasındaki kopmaz diyalektik bağa da işaret etmektedir. Ancak, “hareket-örgüt diyalektiği” doğru kavranabildiği ölçüde sorunun çözümünü şablonlara/modellere indirgeme çarpıklığı ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla, Genç-Sen de dahil tüm kitle örgütlenmesi iddiaları ancak, kitle mücadelesinin ihtiyaçlarına verdiği yanıt ölçüsünde bir “olanak” olarak tanımlanabilir. * “Genç-Sen nedir, ne işe yarar?... Genç-Sen öncelikle bu nesnellikle kurduğu ilişkiyi doğru bir temelde tanımlamalıdır. Zira, bir kitle örgütlenmesi hareketle kurduğu bağ ölçüsünde gelişebilir. Hareketin bu nesnel sorunlarına Genç-Sen hangi düzlemde çözüm oluşturmaya çalışmaktadır? Kendini bulunduğu alan içinde konumlandırmayı başaramayan bir örgütün yaşam şansı yoktur. Ya da en iyi durumda ortaya çıkacak sonuç, yeni bir mezhep olmanın ötesine geçemeyecektir. “Genç-Sen kitlesel bir gençlik örgütlenmesi olma iddiasını ne kadar taşımaktadır?Bu soruya yanıt, etkin bir kitle çalışması, hedefli bir politik faaliyet içinde verilebilir ancak. (Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik örgütlenmesi için!, Ekim Gençliği, Sayı:106) * “Gençlik hareketinin verili durumu, örgüt ve birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorununu tüm yakıcılığı ile karşımıza çıkartmaktadır. Bu parçalı ve dağınık gençlik mücadelesine ilerici güçlerin biraraya geldiği bir zeminde politik ve örgütsel bir tutum almak, ilerici bir adım, olumlu bir gelişmenin ifadesi olacaktır. Genç-Sen bu açıdan gençlik içinde oynayabileceği misyonu yerine getirebildiği koşullarda, açık ki desteklenmesi gereken bir çaba olacaktır. Ancak bugünkü kitle dışılık Genç-Sen’in oynayabileceği bu olumlu misyonu tartışmalı hale sokmakta, onu henüz doğum aşamasında etkisizleştirmektedir. Gençlik mücadelesi ile Genç-Sen ilişkisi açısından asıl sorun budur. Sorun çözümlenmediği koşullarda, birleşik bir mücadelenin olanakları, örgüt sorunu çerçevesinde anlamlı olabilecek bir takım tartışmalar süreç içinde heba edilecek, kaybeden oldukça sınırlı olanaklarla yürüyen gençlik hareketi olacaktır. (Agy) Bürokratizmin kalıcılaştığı bir kitle örgütlenmesi mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremez * Bir kitle örgütlenmesi iddiası olmasına rağmen Genç-Sen, bugün için büyük ölçüde hem kitlelerin hem de mücadelenin dışındadır. * Bunu koşullayan etkenlerin başında, kendini hareket içerisinde ve onun ihtiyaçları doğrultusunda var etme pratiğine uzaklık, yanı sıra tüzüksel normlara sıkışan bürokratik kavrayışın genele hakim olması ve örgüt içinde demokratik bir işleyişin oturtulamaması gelmektedir. * Birleşik, kitlesel temelde bir gençlik örgütlenmesi iddiasının pratikte karşılık bulabilmesi ve sağlam zemine oturabilmesi için,“tabanın doğrudan katılımına açık, taban inisiyatifini açığa çıkaracak mekanizmalar” büyük bir önem taşımaktadır. * Söz konusu olan biçimsel bir demokrasi değildir. Tabanın her düzeyde söz ve karar alma süreçlerine katıldığı, tüm süreçlerin taban iradesi üzerinden inşa edilmeye çalışıldığı, bürokratik normlar yığını olan tüzüğün yerine işleyiş normları bütünlüğünün geliştirildiği bir Genç-Sen, gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebilecektir.
“Gençlik hareketinin verili durumu, örgüt ve birleşik bir gençlik örgütlenmesi sorununu tüm yakıcılığı ile karşımıza çıkartmaktadır. Bu parçalı ve dağınık gençlik mücadelesine ilerici güçlerin biraraya geldiği bir zeminde politik ve örgütsel bir tutum almak, ilerici bir adım, olumlu bir gelişmenin ifadesi olacaktır. GençSen bu açıdan gençlik içinde oynayabileceği misyonu yerine getirebildiği koşullarda, açık ki desteklenmesi gereken bir çaba olacaktır. Ancak bugünkü kitle dışılık Genç-Sen’in oynayabileceği bu olumlu misyonu tartışmalı hale sokmakta, onu henüz doğum aşamasında
etkisizleştirmektedir”
Deneyimler ve değerlendirmeler ışığında Genç-Sen’e yönelik müdahale hattımız * Başta da vurguladığımız gibi, sınırlı sayıda olumlu örnek dışında Genç-Sen’den yansıyan tablo oldukça sorunludur. “Taban inisiyatifinin açığa çıkarılmaya çalışılması, öznelerin siyasal süreçlerin ve işleyişlerin içerisine doğrudan girmesi, etkin pratik ön süreçlerin örülmesi… Bunları geçiniz! Sorunlara hareketin ihtiyaçları çerçevesinde bakmak ve bu eksende dinamik tüzüksel normlar oluşturmak iradesi yerine
21
demokrasicilik oyunu ve bürokratik mekanizmalar yığını! Mevcut durumuyla, pratikte sınanmamış, kitle tabanından ve iradesinden yoksun bir kitle örgütlenmesi!” (Yeni dönem ve Genç-Sen süreci, Ekim Gençliği, Sayı:111) * Kendini bir dizi yereli kapsayan “merkezi bir örgütlenme”olarak tanımlayan Genç-Sen’de gerçekte yaşanan, süreç içerisinde “merkezileşen” bürokratizm ve hareketten kopukluktur. Şu an için “olumlu” olarak ifade edebildiğimiz yerel örneklerin bu “merkezi” yapının bürokratik uygulamaları ve ilkesizlikleriyle yüzyüze gelmeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla, bu yerel inisiyatif örneklerinin merkezi bürokratik anlayış tarafından etkisizleştirilmesinin önüne geçmek önemlidir. Genel çerçevede tanımlanan “taban iradesi” vurgusu Genç-Sen’in “merkez-yerel ilişkisi” için de geçerli olmalıdır. * Bürokrasi ile mücadele, masa başında bu bürokratlarla tartışıp onları ikna etmeye çalışarak gerçekleştirilemez. Bürokrasinin etkisizleştirilmesinin yolu, kitlelerin mücadeleye kazanılması, bu sayede bürokratik mekanizmaların parçalanmasından geçmektedir. * Genç-Sen’de tüzük üzerinden yaşanan bürokratik tartışmalar karşısında, “tabanın doğrudan katılımına açık, haftalık söz ve karar toplantıları”nın hayata geçirilmesi önerilmelidir. Bu önerileri karşısında geliştirilecek gerici kısır tartışmalar içerisinde boğulmaktan ise kaçınılmalıdır. * “Genç-Sen halihazırda birleşik bir çalışma zeminini genel ölçüde oluşturamamıştır. Bu kapsamda kitle çalışmasını buna uzak olan anlayışlarla beraber örgütleme çabası, çoğu durumda çalışmayı zora sokan sonuçlar oluşturmaktadır. Bu nedenle ortak çalışma açısından anlamlı olanaklar taşıyan taşra birimlerini ve sınırlı sayıdaki merkez üniversite çalışmasını dışta tutarak; çalışmanın siyasal tabanı açısından ortak bir çabaya dayanmadığı alanlarda politik gündem ve başlıklar üzerinden bağımsız siyasal faaliyetimize ağırlık vermek esas olacaktır. Zira sürükleyici bir kuvvet ortaya çıkaramadan, ilgili alanlarda reformizmin yarattığı ataleti ve beklemeyi aşabilme şansımız bulunmuyor. Örgütün gelişeceği asıl alan politik mücadele alanıdır. Bu kapsamda Genç-Sen’in atalet içindeki organlarında gereksiz yere boğulmak yerine, birleşik veya ayrı olarak gençliği ve bu açıdan Genç-Sen’i de sürüklemeyi hedefleyen bir tutum mutlak suretle ortaya konulmalıdır. Çalışmanın birleşik bir olanak taşıdığı tüm alanlarda Genç-Sen faaliyeti ortak çalışma açısından taşıdığı olanaklar çerçevesinde etkin bir biçimde değerlendirilmelidir. Bu çerçevede devrimci Genç-Senliler’in daha etkin bir inisiyatifle çalışmayı sürekli kılması esas olmalıdır. Yakın bir dönem içinde Genç-Sen’i dönüştürecek asli faaliyetin ve müdahalenin Genç-Sen’in mevcut organları dışında oluşturulabileceği açıktır. Bu kapsamda hareketin ihtiyaçlarına yanıt veren etkili kampanya ve çalışmalarla yeni dönemde Genç-Sen’e müdahalede bulunmak, sürüklemeye çalışmak temel hareket noktamız olacaktır.” (Gençlik örgütlenmesi sorunu, Genç-Sen ve tutumumuz üzerine, Ekim Gençliği, Sayı:110) * Genç-Sen sürecine müdahalemiz kendi bağımsız örgütsel-politik faaliyetimizin bir parçası, Genç-Sen gençlik hareketine politik müdahalemizin araçlarından yalnızca biridir. Buna hizmet ettiği, gençliğe politika taşımaya uygun bir araç olma özelliğini taşıdığı ölçüde Genç-Sen’e müdahalemiz sürecektir. Komünistler için devrimci siyasal faaliyette ısrar ve süreklilik temel önemdedir. Kendi bağımsız faaliyetimizi komünist kimliğimizle kesintisiz bir biçimde sürdüreceğiz. Genç-Sen içerisinde de kendi siyasal kimliğimiz ile yeralacağız, ona devrimci bir perspektifle müdahale çabası içinde olacağız. Bu alanının bir olanaktan çok boğucu bir platforma dönüştüğü yerlerde farklı araç ve yöntemlerle bunun önüne geçmeye çalışacağız. * “Sürükleyici bir kuvvet ortaya çıkartarak ilgili alanlarda reformizmin yarattığı etkiyi kırmak” tanımlaması basitçe niceliksel bir güç olmaya işaret etmemektedir. “Politika yaparak güç olunur” tanımlamasını döne döne yapan genç komünistler, burada “politik güç” olma ile “niceliksel güç” olma arasındaki diyalektiğe işaret etmektedirler. “Genç-Sen’in atalet içindeki organlarında gereksiz yere boğulmak yerine, birleşik veya ayrı olarak gençliği ve bu açıdan Genç-Sen’i de sürüklemeyi hedefleyen bir tutum” da bu eksende tanımlanmalıdır. * Alanlarda gelişen süreçlere politik müdahaleyi Genç-Sen üzerinden yapmaya çalışmak, söz konusu gündemin kaçırılmasına ya da alan açısından bir dizi olanağın heba edilmesine yol açabilmiştir. Yanı sıra, siyasal faaliyetimiz açısından bir dizi çalışma gündeminin zayıflamasına neden olabilmiştir. Böylesi durumlarda yapılması gereken, Genç-Sen’i gereksiz yere zorlamaktansa, farklı yöntemlerle politik-pratik süreçlere müdahale etmek, bunu da Genç-Sen’i sürüklemenin bir aracına dönüştürebilmektir. * Örneğin, yerellerde ulaşım sorunu, emperyalist işgal vb. üzerinden gelişen süreçlere, Genç-Sen’in boğucu-kısırlaştırıcı tartışmalarının sonuçlanmasını beklenmeksizin, somut müdahalelerde bulunulmalıdır. Kendi politik kimliğimizle, esnek yerel çalışma araçlarımızla ya da yereldeki diğer siyasal gençlik gruplarını-duyarlı özneleri kapsama çabasıyla toplantı, forum vb. örgütlenebilmeli, bu çerçevede somut bir politik-pratik hat izlenmeli, eylemsel bir süreç geliştirilebilmelidir. Ortaya çıkan sürece birleşik mücadele çerçevesinde Genç-Sen’in katılmasına çalışılmalı, ancak gereksiz zorlamalardan da kaçınılmalıdır. Önemli olan, alanda politik-pratik süreçleri örmeye çalışmaktır. Genç komünistler, burada ortaya konulan bakışaçısı ve değerlendirmeler ekseninde önümüzdeki sürece müdahale edeceklerdir. Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi ve gençlik örgütlenmesi için mücadeleye! Ekim Gençliği
22
Yerel seçi m l er ve kom üni st l er Gündemdeki yerel seçimler bir kez daha kendi sınırlarının ötesinde bir siyasal anlam ve işlev kazanmış bulunmaktadır. Bu yalnızca burjuva gericiliğinin iç sorunları ya da karşı karşıya bulunduğu sorunlar bakımından değil, kriz ortamı ve bahar süreci koşullarında sınıf ve kitle hareketinin gelişme sorunları bakımından da böyledir. Rejim krizi ve yerel seçimler Rejim krizi ve bununla bağlantılı olarak düzen siyasetinin mevcut tablosu, yerel seçimlere kendinden öteye bir anlam ve işlev kazandıran nedenlerden ilkidir. 2004’de olduğu gibi bu kez de yerel seçim sonuçları burjuva siyaset sahnesindeki güç dengelerini seçmen desteği yönünden sınayacak ve bu da sürecin sonraki seyrini etkileyecektir. Seçimlerden belirgin bir üstünlükle çıkmak, örneğin son genel seçimlerde elde ettiği seçmen desteğini iyi-kötü korumayı başarmak, hükümet partisi AKP’ye yeni bir özgüven kazandıracaktır. Böylece dinsel gericilik devleti adım adım ele geçirmek ve toplumsal-kültürel yaşama kendi eğilimlerine uygun bir biçim vermek çabalarını yeni bir düzeye çıkarmak olanağı bulacaktır. Son genel seçimlere göre dikkate değer bir seçmen desteği kaybı ise, tersinden gerici burjuva muhalefetini harekete geçirecek, kriz ortamının yaratmakta olduğu olanaklardan da yararlanarak, AKP’yi sıkıştırmaya ve erken bir genel seçime zorlamaya yöneltecektir. Son genel seçimleri izleyen olayların toplam bilançosu, AKP’nin gücünden ve bunun çok yönlü sonuçlarından rahatsız olan düzen kesimleri için, hiç değilse şimdilik, bundan başka bir yol olmadığını göstermektedir. ABD kaynaklı ve AB destekli Ergenekon Operasyonu’nun gelinen aşamada kazandığı çehrenin en önemli sonucu da budur. Şoven milliyetçi bir konum üzerinden ABD’ye karşı çatlak ses çıkaran gerici düzen kesimlerinin siyaseten etkisizleştirilmesine ve itibarsızlaştırılmasına yönelen bu operasyonla, aynı zamanda başta ordu olmak üzere açık-gizli faşist-militarist kurumlara da çeki düzen verilmektedir. Bu sonuç, ABD emperyalizmi ile tam uyum halindeki AKP’yi kendiliğinden rahatlatmakta ve karşıtlarına hiç değilse şimdilik sistemin meşru siyasal kanalları dışında bir yol bırakmamaktadır. Gündemdeki yerel seçimlerin burjuva siyaseti için kendi sınırlarının çok ötesinde bir anlam ve işlev kazanmasının nedeni de budur. Bunun bilincinde olarak halen taraflar kendileri bakımından en iyi sonucu almak üzere her türden ilkesizliğe ve kuralsızlığa dayalı hummalı bir çaba içerisindedirler. Yerel yönetimlere hakim olmanın sağladığı çok yönlü olanaklar, özellikle de muazzam rant kaynakları ise, doğal olarak tüm düzen partilerinin yerel seçimlere kendi cephelerinden hırsla asılmalarının bir öteki temel nedenidir.
Kürt sorunu ve yerel seçimler Yerel seçimlere yerel yönetimlerin ötesinde bir anlam kazandıran bir öteki etken, haliyle Kürt sorunudur. Kürt halkının haklı ve meşru istemleri karşısında tüm kesimleriyle inkarcı bir birleşik cephe oluşturan burjuva gericiliği, DTP’nin geçmişe göre muhtemel bir başarısızlığını etkili bir siyasal ve psikolojik saldırının dayanağı olarak kullanmaya hazırlanmakta, bu konudaki tüm umudunu da AKP’ye bağlamış bulunmaktadır.
22 Temmuz seçimlerinde Kürdistan’da elde ettiği belirgin seçim başarısı, AKP’yi, kendisine diş bileyenler de dahil tüm burjuva gericiliği için Kürt sorununu bloke etmenin ve Kürt hareketini tecrit edip etkisizleştirmenin bugünkü koşullarda vazgeçilemez bir olanağı haline getirmişti. Bunun fazlasıyla farkında olan AKP, kendisine düzen bünyesinde özel bir üstünlük kazandıran bu konumunu yeni bir düzeyde güçlendirmenin yollarını aradı. Erken bir tarihte bizzat başbakanın ağzından dile getirilen “kaleleri düşürme” politikası da bunun ifadesi oldu. Parlamentodaki en büyük Kürt grubunu barındırmakla övünen bu gericilik odağı, başta Diyarbakır olmak üzere ulusal hareketin “kale”si durumundaki kentlerde belediye seçimlerini de kazanırsa, bunun inkarcı düzenin elinde Kürt sorununu hiç değilse bir süre için bloke etmenin ve Kürt hareketine etkili bir biçimde yüklenebilmenin önemli bir olanağı olacağını, bu arada düzenin Kürt sorunu üzerinden kendisine olan konjonktürel bağımlılığını güçlendireceğini düşünüyordu. Bunda haksız da değildi. Zira kendi iç didişmelerinin tüm şiddetine rağmen bir bütün olarak burjuva gericiliğinin yerel seçimler üzerinden ve AKP eksenli olarak Kürt sorununa ilişkin en önemli hesabı halen de budur. Hükümetin seçimlerin hemen öncesine denk getirilen yeni Kürt “açılımları”nın sessiz bir onayla karşılanması da bundan dolayıdır. AKP’nin aynı amaca yönelik manevraları 22 Temmuz’da önemli bir başarı sağlamıştı. Fakat seçimleri izleyen dönemde orduyla tam uyuma dayalı Kürt politikası çok geçmeden onun gerçek yüzünü de açığa çıkarmış, Kürdistan’daki desteğini önemli ölçüde zayıflatmıştı. Şu sıralar Kürt sorunu eksenli olarak birbirini izleyen manevralar tam da bu zayıflamayı telafi etmeye yöneliktir. Amerikan planları çerçevesinde Güney Kürdistan’la ilişkilerdeki yeni gelişmeler, TRT’de Kürtçe kanal, üniversitelerde Kürt tarihi ve kültürüne ilişkin bölümlerin açılacağına dair açıklamalar ve nihayet Ergenekon Operasyonu’nun bir ucundan da olsa nihayet Kürdistan’daki kirli işlere dokunması, yerel seçim sürecine denk gelen tüm bu adımlar, Kürt seçmen desteğini yeniden güçlendirmeye yönelik manevralardır da aynı zamanda. Bütün bunları büyük bölümüyle yokluk ve yoksulluk içindeki Kürt seçmen kitlelerine yönelik seçim rüşvetleri tamamlamaktadır, tamamlayacaktır doğal olarak. Sonuçta 29 Mart yerel seçimleri, Kürt sorunu üzerinden tüm bu hesapların ve manevraların ne denli tuttuğunu ve tutabileceğini de seçmen eğilimleri üzerinden belli sınırlar içinde sınayacaktır. Fakat bundan kalkarak, gündemdeki yerel seçimlere Kürt sorunu üzerinden “referandum” işlevi atfetmekten özenle kaçınmak gerekir. Kürt halkının kendi özgür iradesinin açığa çıkmasının ifadesi olabilecek bir referandum, hiçbir politik baskı ve kısıtlamanın olmadığı, tam bir propaganda-ajitasyon özgürlüğünün bulunduğu bir ortamda bir anlam taşıyabilir ancak. Bu nedenle, temel demokratik hak ve özgürlüklerden yoksun bir toplumda ve boğucu kirli savaş ortamında yapılan olağan bir yerel seçime bir referandum işlevi atfetmeye eğilim duymak, burjuva gericiliğinin tuzağına düşmektir. Oysa Kürt hareketi ve onun ardından sürüklenen bütün bir reformist-kuyrukçu sol, açıktan ya da örtülü olarak buna eğilim duyabilmektedir. Kuyrukçu solun bir kesimi bunu DTP’yi seçimlerde kayıtsız-şartsız desteklemenin bir gerekçesi olarak da kullanmaktadır. DTP’nin ulusal özgürlük mücadelesiyle özdeşleşmiş birkaç kentte belediye başkanlıklarını almasının Kürt sorunu çerçevesinde elbette belli sınırlarda bir politik anlamı ve
23
mesajı vardır. Bu, tüm baskı ve teröre, manevralara ve rüşvetlere rağmen kitle desteğinin korunduğunun bir ifadesi olacaktır. Fakat bunun Kürdistan’da referandumla, Kürt halkının özgür iradesinin açığa çıkması ile bir ilgisi yoktur, olamaz. DTP’nin Kürdistan’daki seçmen desteğinin halihazırdaki sınırları bellidir ve bu her halükarda toplamında burjuva gericiliğinin sahip olduğu seçmen desteğinin epeyce altındadır. Seçimlerin referandum anlamına geldiğini dillendirenler, bu olguya dayanarak burjuva gericiliğinin girişeceği demagojilere de çanak tutmuş olduklarını bilmek durumundadırlar. Ekonomik kriz, bahar süreci ve yerel seçimler Gündemdeki yerel seçimlerin ekonomik kriz ortamında ve bahar sürecinde sınıf ve kitle hareketinin gelişme sorunları bakımından da kendinden öteye bir anlamı ve işlevi vardır. Böyle bir dönemde gündeme gelen seçimler, burjuva gericiliğinin tüm kesimleri için, kitlelerin dikkatini kendi özgücüne dayalı mücadeleden ve eylemden parlamenter kurumlara ve dolayısıyla seçim sandığına çekmenin bir önemli olanağıdır da. Tam da aynı nedenlerle fakat tümüyle zıt amaçlar doğrultusunda gerçek devrimcilerin görevi, bu tuzağı boşa çıkarmak, seçimlerin sınıf ve kitle hareketinin gelişme dinamiklerini bir süreliğine de olsa zaafa uğratmasına her yolla engel olmaktır. Nispeten uzun süren bir hareketsizliğin ardından son iki senedir belirli bir tempoda gelişen, zaman zaman genişlik ve yoğunluk da kazanan bir sınıf ve kitle hareketi ile yüzyüzeyiz halen. Ekonomik krizin dolaysız etkileri ve sermaye çevrelerinin bunu yeni bir saldırının bahanesi haline getirmeleri, özellikle son aylarda işçi hareketi eksenli olarak buna yeni bir güç kazandırdı. Krizin kendini genişleyen kuralsız saldırılar olarak ortaya koyan etkilerinin giderek çoğaldığı ve bunun bahar sürecinin olanakları ile üst üste bindiği bir evre, kitle hareketinin gelişmesi için daha uygun bir zeminin de oluşması demektir haliyle. Fakat işte tam da bu aynı evre, aynı zamanda bir yerel seçim süreci olarak da yaşanmaktadır. Burada sorun karşımıza, dikkatlerin seçim sandığına mı, yoksa sınıf ve kitle hareketinin gelişimine mi yöneltileceği olarak çıkmaktadır. İlki tüm kesimleriyle burjuva gericiliğinin tutumudur, ikincisi düzene karşı devrim kampında durduğunu iddia eden ya da buna inanan tüm siyasal güçlerin tutumu olmak zorundadır. Kuşkusuz bu ikilem, düzen güçleri ile devrim güçlerinin tutumları arasındaki bu temelli fark, gerçekte her seçim dönemi için geçerlidir. Fakat uzun süreli bir durgunluğun ardından kendini yeni yeni bulmaya başlayan bir kitle hareketi koşullarında, hele de bu kriz ürünü saldırılara karşı kitle hareketinin sonraki seyrini de yakından ilgilendiriyorsa, bu ayrım çizgisi ayrıca güncel bir anlam ve önem de taşıyor demektir. Gündemdeki yerel seçimlerin sınıf ve kitle hareketinin gelişme seyri bakımından kendinden öte anlamı ve işlevi de işte bu noktada belirmektedir. Burada sorun, politik ilginin olağan dönemlere göre belirgin biçimde yoğunlaştığı ve kitlelerin nispeten geri kesimlerini de kapsadığı bir evrede seçim ortamının yarattığı olanaklardan yararlanıp yararlanmamak değildir kesinlikle. Tüm sorun, bunun ne yönde ve ne amaçla yapılacağıdır. Aynı ilgi ve politizasyondan pekala kitlelerin dikkatini mücadeleye ve somut eyleme çekmek için de en iyi biçimde yararlanılabilir ve tüm gerçek devrimcilerin sorunu, kilitleneceği temel kaygı şaşmaz biçimde bu olmalıdır. Tersinden ise burjuva gericiliği kitlelerin tüm dikkatini parlamenter kurumlara, yerel yönetimlere, bu yolla sorunların çözülebileceği aldatıcı inancına, dolayısıyla da seçim sandığına yöneltmeye çalışacaktır. Bunu başardığı ölçüde ise kitleleri aldatıcı hayaller eşliğinde edilgenliğe itecek, böylece yeni yeni hız kazanan ve girmekte olduğumuz bahar döneminde daha da güçlenme ve yayılma potansiyeli taşıyan sınıf ve kitle hareketi dalgasını kırmak, hiç değilse geri plana düşürmek başarısı göstermiş olacaktır.
24
Yerel seçimler ve reformistler Devrimle, devrimci ilkelerle, devrimci amaç ve kaygılarla yakından uzaktan bir ilgisi kalmamış reformist sol, gündemdeki seçimlerin ortaya çıkardığı sorunları bu açıdan ele almanın yanından bile geçmemektedir. Onun temel ayırdedici özelliği artık burjuva parlamentarizmine endeksli hesap ve kaygılardır. Ne edip edip hiç değilse birkaç beldede bir seçim başarısı elde etmek, hele de bunu kendi parti ya da grup adayı üzerinden yapabilmek, halen herbir reformist çevrenin seçim dönemindeki en önemli kaygı ve hesabı olarak öne çıkmaktadır. Bundan dolayıdır ki, krize karşı etkin bir rol oynayabilecek birleşik mücadele platformalarını boşa çıkarmak ya da geri plana itmek pahasına tüm dikkatleri ilkesiz seçim ittifaklarına yöneltme yolunu tutmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, ortak seçim platformlarında bir araya gelenler, ilkeler ve ortak platformun siyasal çerçevesi konusunda hemencecik anlaşabildikleri halde, nerede ve kimin adayı tartışmalarının içinden haftalar boyu çıkamamaktadırlar. Bunun içindir ki, ortak seçim platformu üzerine anlaşan ve bunu da sözümona mücadelenin ihtiyaçlarına bağlayanlar, hemen ardından, “ama önemli olan adaylar üzerinde de anlaşabilmektir” diye eklemekte ve pazarlık güçlerini artırmak üzere birbirilerini gerekirse ayrı aday şantajıyla açmaza almak, bunu da ilk pratik adımlarda somutlamaktan geri durmamaktadırlar. Halihazırda DTP eksenli olarak kurulan, reformist ve kuyrukçu solun tüm kesimlerinin yanısıra devrimcilikten demokratlığa doğru eğik bir düzlemde yol alan yeni bazı gruplarla da saflarını bir önceki seçime göre daha da genişleten “birlikte başarabiliriz” ittifakının gerçek tablosu işte budur. Bu tabloda reformist sol payına kuşkusuz yeni bir şey yoktur. Onlar Kürt oylarının büyüsüne de kapılarak parlamentarizme kendilerini endeksleyeli, genel seçimleri “iktidara yürüyoruz!” heyecanı ile, yerel seçimleri “yerel iktidarlaşma” hayalleri ile ele alalı yıllar oldu. Yenilik, bu liberal parlamenter cephenin geleneksel halkçı devrimci hareketten geriye kalmış pek az sayıdaki grup ya da çevreden yeni katılımlarla genişlemesindedir. Gündemdeki seçimler bu açıdan bir kez daha gerçek konum ve kimliklerin netleşmesine vesile olmuştur. Yıllarca her türlü inandırıcılığını yitirmiş solcu söylemlerle fakat gerçekte apolitizmin bir sonucu olarak seçimlerden uzak duranlar, bu alana ayak atar atmaz Türkiye’nin en kaşarlanmış reformistleri ile aynı safa düşmüşlerdir. Devrimcilik, devrimci ilke ve amaçlar, seçimlerden devrimci amaçlarla, devrimci sınıf mücadelesini geliştirmek ve bu arada burjuva parlamenter kurum ve mekanizmaların gerçek içyüzünü sergilemek üzere yararlanmak, tüm bunlar bir anda anlamını yitirmiş, ne edip edip “birlikte” birkaç ilçe, belde ya da muhtarlık seçimini kazanmayı “başarmak” esas kaygı ve amaç haline gelmiştir. Bu ibret verici bir tablodur, ama yine de sağladığı yeni açıklıkları komünistler kendileri yönünden önemli bir kazanım saymaktadırlar. Bunun neden böyle olduğu şu sözlerde bütün açıklığı ile ortaya konmuştur: “Son yıllarda seçimler solun tablosunu daha iyi anlayabilmek, kimin gerçekte ne olduğunu ve nerede durduğunu daha açık biçimde görebilmek için paha biçilmez veriler sunmaktadır. Şu veya bu parti ya da grubun gerçek konumunun, bilincinin ve yöneliminin ne olduğunu daha açık, somut ve kesin biçimde anlamak istiyorsanız, seçimler dönemindeki tutum ve politikasına bakınız, o parti ya da grubun gerçeğini bütün açıklığı ile görme olanağı bulursunuz.” (Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizm, Eksen Yayıncılık, s.21) Yerel seçimler ve komünistler Partimiz, genel olarak burjuva parlamenter kurumlara, özel olarak yerel yönetimlere, bu çerçevede bir parlamenter mekanizma olarak
seçimlere ilişkin ilke ve yaklaşımlarını birçok vesileyle ve yeterli açıklıkta ortaya koymuştur. Bu yaklaşımlar genelliği içinde de bırakılmamış, özellikle reformist sola karşı ideolojik mücadele içinde ve Türkiye’nin özgün gerçekleri üzerinden somutlanmıştır da. Bu yerel yönetimler sorunu için de aynı ölçüde geçerlidir. Türkiye’de yerel yönetimlerin, daha özel olarak belediyelerin ne olup ne olmadığı, hangi kurumsal ve yasal ilişkiler ağı içinde bulundukları, merkezi iktidar tarafından siyasal, idari ve mali olarak nasıl bir denetim altında tutuldukları ayrıntılara inilerek irdelenmiş, yeterli somutlukta ortaya konulmuştur. (Bkz. Liberal Solun Yerel Seçim Perişanlığı, Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizm içinde, Eksen Yayıncılık) Bunlar partimizin elinde, gündemdeki seçimleri doğru bir bakış açısıyla ele almak kadar her türden oportünizme karşı etkili bir ideolojik mücadele bakımından da önemli bir ideolojik birikimin ifadesidirler. Bu birikimden bu vesileyle en iyi, amaca en uygun biçimde yararlanmak tüm komünistlerin görevidir. Gündemdeki yerel seçimlere ilişkin yaklaşımımızın genel ilkesel çerçevesini ve genel esaslarını da burada bu aynı birikimden hareketle ortaya koyacağız: - Komünistler seçimlere katılmayı ve burjuva parlamentosundan olduğu gibi yerel yönetimlerden de devrimci amaçlar için yararlanmayı ilke olarak reddetmezler. Fakat bunu yaparken, yerel yönetimlerin iş levi, gücü ve sorunlara çözüm olanakları konusunda herhangi bir yanılsama yaratmamaya da özel bir dikkat gösterirler. Bununla da kalmaz, buna ilişkin burjuva ve reformist aldatmacaların içyüzünü kitleler önünde teşhir etmeyi temel önemde bir görev sayarlar. - Komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların bilincini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede, kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf programıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar. - “Ulusal irade” yanılsaması üzerinden burjuvazinin gerçek iktidar odaklarını perdeleme işlevi gören burjuva parlamentosunun içyüzünü kitleler, özellikle de onların ileri kesimleri önünde sergilemek nispeten daha kolaydır. Kitlelerin uzun yılları bulan deneyimleri bunu bir ölçüde olsun kolaylaştırır. Buna karşın kurum olarak yerel yönetimler, “halkın yönetimi”, “halkın katılımı”, “halka dolaysız hizmet” vb. argümanlar üzerinden sunulmaya elverişlidirler. Özellikle reformist sol buna yönelik yanılsamalara güç katar ve ona solcu söylemlerle belli bir inandırıcılık da kazandırır. - Oysa bu büyük bir aldatmacadır. Merkezi iktidar organlarının burjuvazinin elinde olduğu ve bunun bin bir kolla (vilayet, emniyet, istihbarat, garnizon, yargı vb.) kendini yerel düzeyde de gösterdiği bir durumda, yerel “halk yönetimi” tepeden tırnağa bir yalan ve yanılsamadır. Aynı gerçek, üretim araçları ve zenginliğin ezici bölümü (dolaysız özel mülkiyet ya da devlet bütçesi ve mülkiyeti olarak) burjuvazinin elinde ve denetiminde olduğu sürece, yerel planda halkın sorunlarının çözülebileceği inancı ya da beklentisi için de geçerlidir. Alabildiğine sınırlanmış ve güdükleştirilmiş yerel yönetimler ve bütçeler, bu sınırlar içinde bile burjuvazi tarafından bin bir yolla en sıkı bir denetim altında tutulurlar. - Bu temel önemde bilimsel-toplumsal gerçeklerden hareketle TKİP, yerel yönetimler üzerinden yapılabilecekler hakkında özellikle reformist sol tarafından işçilere ve emekçilere pompalanacak hayallere karşı bir kez daha özel bir mücadele yürütecektir. Her biçimiyle “Belediye sosyalizmi” yanılsamasının içyüzünü kararlılıkla teşhir edecek, bunu, kurulu düzenin gerçek yapısı, kurumlaşması ve işleyişinin ortaya konulması çabasıyla birleştirecektir. - Komünistler, yerel seçimlerde işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin karşısına kendi bağımsız adaylarıyla çıkacak, yerel seçim kampanyalarını bu adaylar üzerinden öreceklerdir. Bu kampanyanın amacı elbette oy toplamak değil, fakat partinin devrimci propaganda ve ajitasyonunu normal dönemlerle kıyaslanamaz ölçüde güçlendirmek, kitleleri devrimci açıdan aydınlatmak, parti programını tanıtmak, onun döneme uyarlanmış stratejik ve taktik istem ve şiarlarını kitleler içinde yaymaktır. Her zaman olduğu gibi bu seçimlerde de partinin seçim çalışmasındaki başarısının temel ölçüsü bu olacaktır. Partimiz seçimlerde kendi bağımsız faaliyetini esas alacak ve bütün bir çabasını bu eksende yoğunlaştıracaktır. Herhangi bir seçim ittifakı arayışı içine de girmeyecektir. Zira bugünün siyasal sahnesinde devrimci ilke ve amaçlar çerçevesinde bu türden bir ittifak için başvurabileceğimiz muhataplardan yoksun durumdayız. Düne kadar devrimci platformlarda birlikte iyi kötü iş yapabildiğimiz grupların büyük bir bölümü halen reformist solun yedeğinde hareket etmek yolunu tutmuştur. 12 Eylül yenilgisinden arta kalan küçük-burjuva devrimci demokrat hareketin fiilen çöküşü anlamına da gelen bu tablo bize seçim gündemi çerçevesinde devrim ve sosyalizm bayrağını kendi başımıza yükseltmek dışında bir seçenek bırakmamıştır. Partimiz bu bayrağı tek başına yükseltmekten geri durmayacaktır. Krizle iflası bir kez daha açıkça ortaya çıkmış kokuşmuş sermaye düzeni karşısında olduğu kadar “sol alternatif” adı altında kendini gösteren reformist aldatmaca karşısında da devrim ve sosyalizm seçeneğini öne çıkaran, kitlelere gerçekleri anlatan, onlara inanç ve kararlılıkla devrimci çözüm ve mücadele yolunu gösteren, bunu devrimci sınıf mücadelesinin geliştirilmesi somut hedefine bağlayan yoğun ve tempolu bir çalışma içinde olacaktır. Partimiz devrimci baharı yerel seçimlere değil, tam tersine yerel seçimlerin sunduğu olanakları devrimci bahara bağlayan bir davranış çizgisi izleyecektir. EKİM (www.tkip.org sitesinden alınmıştır...)
Böyle bir dönemde gündeme gelen seçimler, burjuva gericiliğinin tüm kesimleri için, kitlelerin dikkatini kendi özgücüne dayalı mücadeleden ve eylemden parlamenter kurumlara ve dolayısıyla seçim sandığına çekmenin bir önemli olanağıdır da. Tam da aynı nedenlerle fakat tümüyle zıt amaçlar doğrultusunda gerçek devrimcilerin görevi, bu tuzağı boşa çıkarmak, seçimlerin sınıf ve kitle hareketinin gelişme dinamiklerini bir süreliğine de olsa zaafa uğratmasına her yolla engel olmaktır.
25
Düzenin seçim aldatmacası...
“Gökçek mi? Karayalçın mı?” Bir yerel seçim sürecine daha girmiş bulunuyoruz. Düzen partilerinin “çekişmeleri” yerel yönetim adayları üzerinden sürüyor. Bu sürecin en canlı yaşandığı illerden birisi de Ankara. Ankara’daki seçim kavgasının bir yanında 15 yıldır Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunu kimselere bırakmayan AKP’li Melih Gökçek, diğer yanındaysa koltuğunu yıllar önce Melih Gökçek’e kaptırmış CHP’li aday Murat Karayalçın duruyor. İkisi de birbirinden yalancı ve ikiyüzlü olan bu burjuva siyasetçileri daha yakından tanıyalım. Melih Gökçek belediye başkanlığı koltuğuna ilk olarak ‘94 yılında oturmuştur. O günden bugüne hakkında birçok yolsuzluk skandalı ortaya çıktı, sayısız dava açıldı. En son olarak adı, Ankaralılara gerçek değerinin çok üstünde sattığı doğalgaz sayaçlarıyla gündeme geldi. Bu olay üzerine açılan davayı kaybedince (tam da seçim dönemine denk geldi), emekçilerden çaldığı paraları ödemenin derdine düştü. Gökçek koltuğa oturduktan sonra servetine servet kattı ve Türkiye’nin en zenginleri arasına girdi. Diğer birçok burjuva siyasetçi gibi emekçilerden çaldığı paralarla zengin oldu. Melih Gökçek’i tanıtmaya son bir olayla nokta koyalım. Geçtiğimiz yaz aylarında Ankara ciddi bir su skandalıyla sarsılmıştı. Birçok emekçi semtine haftalarca su verilmemiş, ama zengin semtlerinde tek bir gün su
26
kesintisi yaşanmamıştı. Bozulan imajını düzeltebilmek için Gökçek, “kısa sürede Ankara’nın su sorununu çözdük, Ankara’ya artık su Kızılırmak’tan gelecek” diyerek, insan sağlığını hiçe sayan bir girişimde bulundu. Ama yapılan araştırmalar gösterdi ki, Kızılırmak suyu içinde barındırdığı arsenik vb. zehirli maddelerle insan sağlığını ciddi oranda tehdit ediyor, kanser olma riski doğuruyor. Fakat utanmaz ve ikiyüzlü Gökçek, milyonlarca insanın gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam etti. Murat Karayalçın ise,
Melih Gökçek’ten önce, 89-93 yılları arasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış diğer bir burjuva siyasetçisidir. Fakat uzun yıllardır herhangi bir koltukta oturmuyor olması bozuk sicilinin bir nebze unutulması açısından kendisine avantaj sağlıyor. Bugün “halkçı” kimliğe bürünen Karayalçın aynı koltukta oturduğu süre boyunca hiç de “halkçı” bir tutum sergilememiş, aksine zamlar ve hırsızlıklarla Melih Gökçek’i aratmamıştır. Öte yandan emekçilerin gözünde “solcu” olan Karayalçın, 1993’te Sivas’ta 33 aydın diri diri yakılırken kendisi dönemin başbakan yardımcısıdır ve bu katliamı koltuğundan izlemekle yetinmiştir. Karayalçın 1994 yılında ise Dışişleri Bakanı olmuştur. Emperyalizmin kirli politikalarına sadakatle hizmet etmiş, halklara yönelik katliamların sorumlularından biri olmuştur. Yani bugün “emekten yana”, “solcu” bir imajla karşımıza çıkan Karayalçın esasında eli kanlı bir katildir. Bugün seçilebilmek için vaad ettikleri içi boş yalanlardır. Tek fark yüzlerindeki maskeler! İki adayın da ortak yönü kirli sicilleri... İkisinin de taktığı maskeler dışında birbirlerinden bir farkı yok. Melih Gökçek döneminde Ankara’da yaşanan birçok sorunun tek sorumlusu Gökçek değildir. Gökçek yalnızca bir uygulayıcıdır. Sorunların esas sorumlusu kapitalist sistemdir. Ancak sorun böyle ortaya konulmadığı için, Ankaralılar için Karayalçın bir çözüm olarak görülebiliyor. Ama Karayalçın’ın geçmişini de gördük. Koltuğa oturduktan sonra vaatlerin hepsi unutulacaktır. Çünkü düzenin kirli politikacıları sermayenin çıkarları dışında bir iş yapamazlar. Yapacak olurlarsa, o koltukta oturamazlar. Bugün sol bir yaftayla emekçileri kandırıp o koltuğa oturmaya çalışanların nasıl bukalemun gibi renk değiştirdiklerini iyi biliyoruz. Yerel seçimler öncesi tüm bunları yeniden hatırlamak gerekiyor. Alternatifimiz ne olacak? Bugüne kadar defalarca seçim oyununa tanık olduk. “Bir şeyler değişir belki” diye umutlanılan seçimler hep hayal kırıklığı yarattı. Çünkü bu seçimlerin tek amacı, koltuğa kimin oturacağı, bu rant ve talan düzeninden kimlerin kazanç sağlayacağıdır. Oysa bizim derdimiz insanca yaşayabilmektir. Onların kendi paçalarını kurtarma çabaları bizi hiç ilgilendirmiyor. Her gün çürüyen ve rezilleşen düzene karşı mücadele vermeden hiçbir şey bizim istediğimiz gibi olamaz. Bize insanca yaşam olanaklarını sağlayabilecek tek sistem sosyalizmdir. O yüzden bu seçim döneminde burjuva siyasetçilerinin ipliğini pazara çıkarıp, insanlığın kurtuluşu sosyalizmde demenin vaktidir.
Ergenekon operasyonları ...
Çeteleşen devletten hesabı emekçiler soracak! Türkiye’nin ABD ile ilişkileri, siyasi, ekonomik, ticari, askeri ve kültürel boyutları olan bir efendiuşak ilişkisidir. ABD’ye çok yönlü kölece bağımlılık, Türkiye’nin tüm politikalarını belirlemektedir 14 Kasım 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yeralan “İşte Siyaset Belgesi” başlıklı yazı, bu kölece bağımlılığı somut bir biçimde ifade etmekte ve bugünkü güncel gelişmeleri değerlendirebilmek açısından temel bir yerde durmaktadır. “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ndeki ABD ile ilişkiler bölümündeki açıklamalar şu ifadeleri içermektedir: “* ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür. * İlişkilerin siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutu vardır. * Bu ilişkiler ticari ve teknolojik olarak da geliştirilmelidir. (...) * Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır. * Türkiye’nin ABD ile ilişkileri stratejiktir ancak başka bir ilişkinin alternatifi değildir. ABD, AB sürecimizin bir alternatifi değildir. * NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı.” (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerine/2, ABD emperyalizmine çok yönlü bağımlılık ve sadakatin itirafı, Kızıl Bayrak, sayı: 47) Burada ifade edilenlerden anlaşılabileceği gibi, Türkiye’nin yönünü belirlerken temel alması gereken noktalar açıktır. “ABD emperyalizmine kölece bağımlılık ve ‘stratejik’ kader birliği, tüm kesimleriyle Türk burjuvazisinin ve tüm kurumlarıyla devletin ortak paydasıdır” ve “Türkiye’yi yönetenler bu alanlarda ABD ile tam uyuma ‘stratejik’ önem atfedebilmektedirler.” (agy) Bu değerlendirmenin de ışığında, Türkiye’nin politikalarının nasıl şekillendiğini tanımlayabiliriz. Öyle ki, düzen içi hegemonya mücadelesinin kızıştığı süreçlerde dahi ordu ve AKP arasındaki anlaşmazlık taraflarca bir kenara itilebilmekte, ABD emperyalizminin ihtiyaçları doğrultusunda taraflar birlikte hareket etmek durumunda kalmaktadırlar. Ya da çatışmanın seyri büyük oranda ABD’nin kime arka çıkacağı üzerinden belirlenmektedir. Ergenekon operasyonunu da bu çerçevede, ABD’nin Türkiye’nin tüm politikalarına yön vermesi üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Ergenekon ABD’nin devlete çeki düzen verme operasyonudur! Ergenekon operasyonu, düzen içi çatışma sürecinde hep AKP’nin karşı hamleleri olarak hayat buldu. Ordu cephesinin saldırılarına bir yanıt niteliğini taşıdı. Ancak Ergenekon operasyonu her defasında, ordu ve AKP arasındaki çatışmada AKP tarafından yapılan hamleler olarak gündeme geldi. Fakat rejim krizi bir uzlaşı ile sonuçlanmış ve yatışmışken dinci partinin bu hamleleri sürdürmesi ve birkaç homurdanma dışında ordunun kendi prestijini sarsacak böylesi bir operasyon karşısında sessiz kalabilmesinin gerisindeki neden nedir?
27
“Ergenekon operasyonlarıyla yapılan, kontrgerillanın tasfiyesi ya da ordunun siyasal sistem üzerindeki ağırlığının azaltılarak demokratikleşmenin yolunun açılması değil, ABD’nin merkezinde durduğu kurulu devlet sistemini yeniden yapılandırmak, kadrolarını değiştirmek, eskilerini tasfiye edip yerine yenilerini koymaktır. Bu sürecin demokratikleşme ve kontrgerillanın tasfiyesi gibi gösterilmesi ise, bu operasyonun gerçek amaçlarını gizlemek ve istenilen doğrultuda ilerletilmesi için gerekli siyasal desteği sağlamak içindir.”
Açıktır bu neden, operasyonun gerisinde ABD’nin bulunmasıdır. Son operasyonlarda göz altına alınanlara baktığımızda eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılıç, eski Harp Akademileri Komutanı Kemal Yavuz, Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek, Genel Başkan Yardımcıları Mecit Hazır, Pevrul Kavlak gibi isimleri görmekteyiz. Bunların büyük bölümü geçmişte ABD güdümlü “derin devlet”in birer parçası olsalar da son süreçte belli sorunlarda ABD’ye karşı “çatlak sesler” çıkaran ve ABD’nin politikalarına uyum sağlamakta zorlanan unsurlardır. Türkiye’nin ABD ile “stratejik” ortaklığına “gölge düşüren”, Kürt sorunu, Kıbrıs ve Irak gibi konulardaki söylemleriyle Amerikan politikalarıyla çelişen kişilerdir. “Bu aşamada Ergenekon operasyonlarının, ABD stratejilerinin merkezinde durduğu devleti yeniden yapılandırmak amacıyla yapılan sistemli bir müdahale olduğu çok daha açık biçimde görülmektedir. ABD emperyalizmi ülkedeki temel dayanakları yoluyla, eski alışkanlıklarında ayak direyen, bir yerden sonra da muhalefete soyunan eski uşaklarını cezalandırıyor. Bu cezalandırma işlemini de sembolik isimleri hedef alarak yapıyor. Bununla, eski yapılar ve ideolojik söylemde ısrar eden ve ABD stratejilerinin güncel gerekleri konusunda yalpalayan güçlerin direncini kırmaya çalışıyor. Böylece devlete yeni bir ideolojik-politik görünüm kazandırmaya, bu görünüme uygun kadroları iş başına getirmeye çalışıyor.” ( Ergenekon’un yeni dalgası, Kızıl Bayrak, Sayı:2009/02 ) Ergenekon operasyonu, ABD’nin güncel politikalarına uyum sağlayamayan kesimin tasfiye edilmesidir. ABD emperyalizmi bu operasyonla devlete, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir biçim vermektedir. Derin devlet devletin ta kendisidir!
28
Operasyonla birlikte “demokratikleşme” üzerine boş hayaller pompalanmaya başlanmıştır. Süreç özellikle dinci ve liberal medya aracılıyla “kontrgerillanın tasfiyesi”, darbecilerle hesaplaşma olarak lanse edilmeya çalışılmıştır. Ancak, Ergenekon’un ne darbecilerle hesaplaşmak ne de demokratikleşmekle bir ilgisi vardır. Kontrgerilla yerli yerinde durmakta, birkaç kontrgerilla artığı hedef tahtası haline getirilmektedir. Sadece denetim dışına çıkan kişiler etkisizleştirildiği halde operasyon “demokratikleşme”, “derin devleti tasfiye etme” olarak sunularak kitlelerde yanılsama yaratılmaya çalışılmaktadır. “Ergenekon operasyonlarıyla yapılan, kontrgerillanın tasfiyesi ya da ordunun siyasal sistem üzerindeki ağırlığının azaltılarak demokratikleşmenin yolunun açılması değil, ABD’nin merkezinde durduğu kurulu devlet sistemini yeniden yapılandırmak, kadrolarını değiştirmek, eskilerini tasfiye edip yerine yenilerini koymaktır. Bu sürecin demokratikleşme ve kontrgerillanın tasfiyesi gibi gösterilmesi ise, bu operasyonun gerçek amaçlarını gizlemek ve istenilen doğrultuda ilerletilmesi için gerekli siyasal desteği sağlamak içindir.”(Ergenekon’un yeni dalgası, Kızıl Bayrak, Sayı:2009/02 ) Derin devlet devletin ta kendisidir! Tepeden tırnağa çeteleşmiş ve bir cinayet örgütüne dönüşmüş bu devletten hesabı aynı çürümüş düzenin kurumları değil, ancak işçi sınıfı ve emekçiler sorabilirler.
Krizin faturası kapitalistlere! ABD merkezli beş finans devinin arka arkaya batmasıyla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin, “Kara Pazartesi”lerinden biri daha 2008’in son aylarında yaşandı. Bugüne dek serbest piyasa ekonomisi araçlarıyla (borç, kredi, faiz, sigorta fonu vb.) yapay köpükler yaratıp inanılmaz karlar elde eden dev kapitalist şirketler, tam da bu yolla kendi kuyularını da kazmış oldular. Spekülasyona dayalı olarak yaratılan bu sanal ekonomi balonu ilk etapta ABD finans piyasalarında patlamaya başlayarak bankaları batırdı, borsaları çökertti ve aynı hızla da tüm dünya piyasasını etkisi altına aldı. Konut sektöründeki Mortgage kredilerinin etkisiyle ortaya çıkan kriz, kendisini reel ekonomide de gösterdi. İhracattaki daralmayla birlikte iç pazardaki satışların düşmesi sonucu üretim azaltıldı. Bu bataktan paçasını kurtarmaya çalışan kapitalist tekeller bir yandan üretim-istihdam dengesini sağlayıp ayakta durmak adına işçi çıkarma, ücretsiz izin, esnek istihdam gibi saldırılara başvurdular. Diğer yandan da “piyasanın görünmez eli” söylemlerini rafa kaldırarak, kapitalistler için her zaman şefkatli bir el olan “devlet” tekrar göreve çağrıldı. Burjuvazi krizi aşabilmek için tam anlamıyla seferber oldu. Seferber oldu zira, krizin bir çöküşe dönüşmesiyle ortaya çıkabilecek sonuçlar, 1929 çöküşünden hem ekonomik ve siyasal açıdan hem de krizin yaratabileceği sosyal patlamalar açısından kat ve kat daha derin yaşanacaktır. Çünkü artık “küreselleşme” ile birlikte ulusal ekonomiler çok daha ileri bir düzeyde dünya piyasalarına eklemlenmişti. Dünya kapitalizminin bugünkü gelişme düzeyi, bir bankanın batmasıyla domino etkisi yaratarak bir diğerini etkileyebilme ve sistemi sarsabilme özelliği göstermektedir. 1989’da Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkelerinin yıkılmasının ardından burjuva ideolog Francis Fukuyama tarafından “tarihin sonu” tezi ortaya atılmış ve kapitalizmin “mutlak” egemenliği ilan edilmişti. Ancak, kapitalist sistemin yaşadığı bu sarsıntı hem bu tezi bir kez daha çürüttü hem de devletin güvenli limanlarına sığınmaya çabalayan kapitalistlerin eteklerini tutuşturmaya yetti. Ancak tüm bunlara rağmen, başta Amerikan Merkez Bankası (FED) olmak üzere diğer ülkelerin merkez bankaları tarafından milyar dolarları bulan “güven fonu” ile piyasalara aktarılan kaynak ve batan şirketlerin devletleştirilmesi piyasaları rahatlatmış değil. Üstelik devlet hazinesinden karşılanan bu kaynak, sistemin kendi içinden bile çatlak sesler çıkmasına neden olmuş,“Karlar özelleştirilirken, zararlar kamulaştırılıyor” tepkilerine yol açmıştır. Şimdiye dek alınan önlemler, faiz-vergi indirimleri ve teşvikler rahatlama yaratmak için yeterli olmamıştır. İşsizlik oranları, resmi rakamlara göre, ABD’de %7.2’ye, Almanya’da %7.62’ye, İspanya’da % 13’e, Türkiye’de ise Ekim ayı itibariyle % 10.9’a tırmanmıştır. Yine resmi kaynaklarca, ulusal ekonomiler açısından büyüme rakamları negatif olarak açıklanmıştır. Burjuva iktisatçıları tarafından, Amerikan ekonomisinin resesyona (iki çeyrek dönem arka arkaya eksi büyüme, ekonomik durgunluk) girdiği, ama henüz krizin dibini görmediği türünden tartışmalar yapılmaktadır. Ekonomideki gidişata ilişkin olarak en “iyimser” tahminler 2010
yılında toparlanma olacağı yönündedir. “Kötümser ekonomistler” olarak tanımlananlar ise, yaşanan kriz sürecinin kendisini 1929’da yaşanan “Büyük depresyon”a evrilteceğini, hatta bunu da aşabileceğini ifade etmektedirler. Görüldüğü üzere, kriz sürecine dair burjuva ideologların tahminleri birbiriyle çelişmekte, sistemin geleceğine ilişkin tutarlı öngörülerde bulunulmamaktadır. Yaşanan krizin etkileri ve buna bağlı olarak yapılan yorumlar, sistemin kendisine ve ideolojisine olan güven bunalımını da ortaya koymaktadır. Öyle ki, kimi burjuva ideologları “Marks haklı çıktı!” diyebilmekte, neo-liberal ideolojiye olan güvensizliklerini dile getirebilmektedirler. Bu sistemin işçi sınıfına, emekçilere ve gençliğe bir gelecek vaad edemeyeceği bir kez daha açığa çıkmış bulunmaktadır. Kriz öncesinde de neo-liberal saldırı politikalarıyla hiçbir gelecek vaat etmeyen, hatta elimizdeki sınırlı hakları da gaspetmeye çalışan burjuvazi, kriz sürecinde saldırı politikalarına hız katmaktadır. Ocak ayında Türkiye’ye gelen İMF heyeti, kriz reçetesi adı altında daha fazla hak gasbını, yeni zamları ve işten çıkarmaları dayatmaktadır. TÜSİAD da hükümetten, İMF reçetelerinin zaman kaybedilmeden hayata geçirilmesini istemektedir. Bizlerin eğitim hakkını gaspeden ve diplomalı işsizliği dayatan sermaye, kendi yaratmış olduğu krizin faturasını da bizlere ödetmekte kararlı görünüyor. Gerçekte burjuvazinin asıl korkusu ne tek başına resesyon ne deflasyon ne de krizdir. Kapitalist sistem, yaşadığı her kriz sonrasında bir yolunu bularak varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Asıl korkusu, bizlerin sorumlusu olmadığımız krizin faturasını ödemeyi reddederek örgütlü mücadeleyi yükseltmemizdir. İşte o zaman sistem gerçekten de dönüşü olmayan bir yola girmiş olacaktır. Burjuva ideloglarının“Marks haklı çıktı!” söylemleri de korkularının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Bu korkuyu daha da büyütmenin, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurabilmenin yolu devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltmekten geçmektedir. Bulunduğumuz her alanda bu bakışla krizin yansımalarına karşı çalışmaları örgütlemek, gençliği sorumlusu olmadığı krizin faturasını kapitalistlere ödettirmeye çağırmak, günün temel görevidir.
29
Emperyalist-siyonist ittifak eninde sonunda diz çökecek...
Direnen Filistin kazanacak! Siyonist savaş makinesi İsrail tüm dünyanın gözleri önünde yeni bir katliama daha imza attı. Hamas’ın attığı roketleri bahane ederek Gazze’ye saldıran İsrail, tüm Gazze şeridini harabeye çevirdi. Operasyonun ilk aşamasında İsrail uçakları birçok yerleşim birimini bombaladılar. Arkasından karadan da Gazze’ye giren İsrail ordusu, kadın veya çocuk demeden birçok Filistinli’yi katletti. Katliamda misket bombasının yanı sıra fosfor bombası da kullanıldı. Ancak bunlar da Filistin halkının direnişini kırmaya yetmedi. Çaresiz kalan siyonistler Gazze’ye girdikleri gibi çıkmak zorunda kaldılar. 22 gün süren Gazze saldırısında en az üçte biri çocuk olan 1300 Filistinli ölürken 5 bin kişi de yaralandı. İsrail’in Gazze katliamı ne ilkti ne de son olacak. Siyonist devlet kuruluşundan bu yana benzer katliamlar gerçekleştirmiştir. 60 yıllık tarihinde İsrail devletinin adı katliamla, savaşla ve işgalle eşdeğer hale gelmiştir. 1948’de kurulan İsrail, siyonist ideoloji doğrultusunda hep savaşmış ve çevresindeki Arap devletlerinin topraklarının bir kısmını işgal etmiştir. Yüz binlerce Filistinliyi topraklarından sürmüş, nice köyleri haritadan silmiştir. Başta ABD olmak üzere tüm emperyalist devletlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin (özellikle de Türk devletinin) desteğiyle etrafına pervasızca saldırmıştır. Aynı destekçiler İsrail’in soykırım boyutlarına varan saldırılarına, işgal ve ilhaklarına, işlediği savaş suçlarına doğrudan ya da dolaylı sürekli katkı sunmuşlardır. İran’ın nükleer güç olmasını istemeyenler, ikiyüzlüce İsrail’in nükleer silah deposuna dönüşmesine ses çıkarmamışlardır. İsrail’in 60 yıllık kanlı tarihine karşın Filistin direnişinin de şanlı bir tarihi vardır. Dünyanın en modern silahlarıyla donatılan, sürekli para ve silah hibeleriyle desteklenen İsrail’in karşısında direniş en olumsuz şartlarda bile sürdürülmüştür. Filistinli gerillaların verdiği savaş ‘87’de kitlesel bir halk direnişiyle, yani birinci intifadayla daha da güçlenir. İsrail direniş karşısında aciz bir durumdadır ve halkın direniş iradesini kırabilmek için her yol denenir. Filistin toprakları duvarlarla çevrelendirilip adeta bir gettoya çevrilir. Son süreçte işbirlikçi El Fetih yönetimine karşı halkın İslamcı örgüt Hamas’ı başa getirmesini fırsat bilen İsrail, Gazze’ye olan tüm giriş çıkışları kapatmış ve Filistin halkını açlıkla ve salgın hastalıklarla yıldırmaya çalışmıştır. Halkın direnme iradesini bununla da kıramayan İsrail tekrar silaha başvurmuştur. Emperyalistler de İsrail’in Gazze saldırısına tam destek vermişlerdir. Bu süreç emperyalizmin ikiyüzlülüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bazıları İsrail’in orantısız güç kullandığını söylemiş, ancak asıl vurgu yapılan nokta “Hamas’ın füzeleri” olmuştur. Gazze’deki felaketin sorumlusunun Hamas olduğu söylenerek, “İsrail’in kendini koruduğu” yalanı sürekli dillendirilmiştir. Filistin halkına yönelik kıyım görmezden gelinmiştir. ABD ve diğer batılı emperyalist güçler İsrail’e kuruluşundan bu yana aynı desteği vermektedir. Bunun nedeniyse, İsrail’in, emperyalizmin Ortadoğu’daki vurucu gücü olması dır. Filistin direnişinin bir diğer düşmanı da Ortado-
30
ğu’daki işbirlikçi gerici Arap devletleridir. Bu devletlerin hiçbiri İsrail’in katliamlarına ses çıkarmamaktadır. Çünkü Filistin’deki direnişten kendileri de İsrail kadar rahatsız olmaktadır. Bunların başında Mısır gelmektedir. Gazze’ye uygulanan ambargoya fiilen katılan
Mısır devleti, Gazze’den çıkmaya çalışan sivillere ateş açabilecek kadar düşkünleşmiştir. Kasap Olmert Gazze’ye saldırı emrini vermeden önce Mısır’a gidip Mübarek ile katliamı birlikte planlamıştır. Diğer Arap devletleriyse İsrail’i sadece kınamakla yetinmişlerdir. Türk devleti ise Davos’ta yaşananlardan sonra birden en “sert” tepki veren ülke konuma yükselmiştir. Bu tepkinin gerisinde yaklaşan yerel seçimler ve İsrail’le olan suç ortaklığının üstünü örtme çabası vardır. Başbakan Erdoğan saldırının olduğu günden bu yana sözde sert tepkiler verip aslında Türk devletinin tarihsel suç ortaklığını örtmeyi amaçlamaktadır. Bunların en sonuncusu, Davos’taki zirvede Peres tarafından azarlandıktan sonra paneli terk etmesi olmuştur. Bu tepkinin bir aldatmaca ve ikiyüzlülük olduğu açık bir gerçekliktir. Ancak sergilenen ikiyüzlü şovlar Türk devletinin sicilinin üstünü örtemez. Zira Türk devletinin Ortadoğu halklarına yönelik suç dosyası oldukça kabarıktır. İsrail uçakları Filistin’e ve Lübnan’a atılan bombaların provasını Konya’da yapmaktadır. Geçen yıl İsrail uçakları Suriye’ye girip bir tesisi bombalamak için Genelkurmay’dan hava sahasını kullanma izin almışlardır. İncirlik üssü bölgede ABD’nin nükleer deposu haline getirilmiştir, vb... Tüm bunlar Türk devletinin suçlarının yalnızca çok küçük bir kısmıdır. Kısacası Filistin direnişi çok sayıda düşmana sahiptir. Başta siyonistler olmak üzere bütün bir emperyalist gericilik ve bölgedeki işbirlikçileri Filistin’deki işgalin sorumlusudurlar. Ülkemizde gençlik Filistin halkıyla dayanışmak için çeşitli eylemler gerçekleştirmiştir. Bu dayanışma geliştirilmeli, Türk devletinin İsrail ile olan tüm ilişkilerini kesmesi talebi yükseltilerek, daha kararlı ve kitlesel eylemlilikler gerçekleştirilmelidir.
Türkiyeli egemenler emperyalist-siyonist ittifakın temel bir dayanağıdır!
“Davos fatihi” Erdoğan ve sermaye devletinin ikiyüzlülüğü! Her yıl olduğu gibi bu yıl da emperyalist-kapitalist dünya sisteminin sözcüleri Davos’ta Dünya Ekonomi Forumu için bir araya geldiler. Bu yıl bu zirveyi önemli kılan, kapitalizmin yaşamakta olduğu krizden nasıl çıkılacağına ve bu krizle birlikte dünyanın nasıl şekilleneceğine dair tartışmalardı. Bu yıl Türkiye’deki burjuva medya açısından zirvenin en önemli yanın, Tayyip Erdoğan’ın “Davos fatihi” olmaya çalışması oluşturdu.“Gazze: Ortadoğu için bir model” başlıklı oturuma katılan “Davos fatihi”, bir uşaktan pek peklenmeyen bir çıkış yaptı. Ya da “en fazla beklenebileceği kadar”! Oturumdaki tartışmalardan önce Tayyip’in nasıl bir ortamda Davos’a gittiğine bakalım. Davos’a nasıl gidilir? Öncelikle, emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayarak, efendilerinin sözünden, IMF ve Dünya Bankası’nın kontrolünden çıkmayarak, el pençe divan durup kendini ispatlaman gerekir. Türkiye burjuvazisi de bu konuda çok başarılıdır. On yıllardır ABD’nin vazgeçemediği bir uşak olma “başarısı” bunun kanıtıdır. Peki, Erdoğan hangi koşullarda gitti Davos’a? Siyonistler ile Gazze saldırısından üç gün önce görüşmeler yapmış, el sıkışmış ve antlaşmalar imzalamış bir başbakan olarak... Filistin kan gölüne çevrilirken, en fazla “kınıyoruz” demenin ötesine geçemeyen bir başbakan olarak... Türkiye genelinde yüzlerce eylem yapılırken, bu eylemlere polis saldırıları gerçekleşirken, Filistin’e destek konusunda bir iki diplomasi girişimi ve meclis konuşmasından başka bir şey yapamayan bir başbakan olarak... Ve en önemlisi, krizle ve siyonizmin Gazze katliamıyla prestiji sarsılan, iki ay sonra yerel seçimlere girecek olan AKP’nin temsilcisi olarak gitti Davos’a. Herkesin gözlerinin çevrildiği bir şehirde fırsatları değerlendirmeliydi. Ve o da öyle yaptı. Burjuva medyanın bir kısmı “acemilik”le, “delikanlılık”la, “diplomasiye yakışmamazlık”la itham etti Tayyip’i. Ancak o her şeyi hesaplamıştı. Temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarına göre hareket etmiş, sınırını çok iyi bilmişti.
toplantısı yapmayı da ihmal etmedi. Önce “tavrım Peres’e değil, oturumun moderatörüne” diyerek söylediklerine verilecek tepkiyi azaltmaya çalıştı. Sonra da bir uşağa yakışan tarzda İsrail ile ilişkilerin süreceğine dair mesajını verdi. Emperyalist-kapitalist sistemin en büyük zirvelerinden biri için, “benim için artık bitmiştir, bir daha da gelmem” lafını da yutup, tüm meseleyi moderatörle olan anlaşmazlığına bağlayarak işin içinden çıkıverdi. Peres de açıklama yaparak, Türkiye ile aralarında anlaşmazlık istemediklerini söyledi. “Davos fatihi”nin dönüşü! İstanbul Büyükşehir Belediyesi “Davos fatihi”ne yakışır bir karşılama için metro seferlerini 03:00’e kadar uzattı ve bu durum gece boyunca televizyonlardan alt yazı olarak duyuruldu. Çünkü “Davos’un fethi” iyi kullanılmalı, harcanan emekler oy olarak geri dönmeliydi. Burjuva medya da üzerine düşeni yaptı. Tüm gece bu mesele tartışıldı, hatta basına,“İsrail özür diledi, bu oturum yüzünden Türkiye ile arasının bozulmasını istemiyor” haberleri yayıldı. Ancak İsrail’in, olayların üzücü olduğu ve böylesi küçük olayların Türkiye ile süregelen köklü işbirliğini zedeleyemeyeceğine yönelik açıklamaları, ortada bir özrün olmadığını gösterdi. Tayyip 29 Mart seçimleri için kurnazca bir adım atmıştır. Hem efendilerinin sözünden çıkmayarak hem de efendilerine başkaldırıyor gibi görünerek... Yanı sıra, bir süreliğine de olsa krizi gündemden düşürmeyi başararak... Ancak, sergilenen ikiyüzlülükler ve oyunlarla yalnızca kendisinin ve sözcüsü olduğu burjuva iktidarın ömrünü uzatabilir. Tam bir bataklığa dönüşen bu düzen, siyasi temsilcileriyle birlikte eninde sonunda tarihin çöplüğüne gömülecektir.
“Davos Fatihi” nasıl olunur? Oturum bitmek üzereyken Tayyip kulaklıklarını çıkararak konuşmaya başladı. Yanında oturan Peres Erdoğan’a sesini yükseltmişti. Dolayısıyla ortam hazırdı. Emperyalist-kapitalist sistemin temsilcilerine sorsanız, Nobel Barış Ödüllü bir “barış elçisi”ydi yanındaki. Ancak “Sen çocukları öldürmesini iyi bilirsin” dedi, Tayyip. Sanki Kürdistan’da çocukların katledilmesi emirlerini vermiyormuş gibi, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz 13 kurşunla katledilmemiş gibi, Kürdistan’da “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız!” diyen kendisi değilmiş gibi konuşuyordu bu ikiyüzlü başbakan. Peres’e “sesin çok yüksek çıkıyor, bu suçluluk hissetmendendir” derken, aslında aynı kanın kendi ellerinde de olduğunu unutturmaya çalışıyordu... Zaten ne Peres ne de Tayyip çocuk katili idiler! Biri Nobel Barış Ödülü almış bir cumhurbaşkanı, diğeri ise aynı adamı çocuk katili olmakla suçlayan ama Amerikan Yahudi Komitesi tarafından da “cesaret madalyası” alan “Davos fatihi”! Konuşmasının ardından, bir uşak olarak kendinden beklenmeyecek şekilde ayağa kalktı ve çıktı salondan. Oturumdan hemen sonra bir basın
31
Obama üzerinden sahte hayaller yayılmaya çalışılıyor…
Emperyalist-kapitalist sistem yıkılmadıkça gerçek özgürlük kazanılamaz!
Obama icraatlarını rengine göre değil ait olduğu sınıfsal konuma göre gerçekleştirecektir. Rengi veya ırkı ne olursa olsun başkanlık koltuğuna oturan herkes Amerikan tekellerine hizmet etmek zorundadır. Zaten Obama’yı da işbaşına Amerikan tekelleri getirmiştir. İkisi de birer siyahi olan C. Powell ve C. Rice da renklerine göre değil sınıflarına göre davranmışlardır.
32
ABD’de iki dönem süren Bush yönetimi 20 Ocak’ta Obama’nın başkanlık koltuğuna geçmesiyle son buldu. Sekiz senedir başkanlık koltuğunda oturan Bush ve çevresindeki neo-con katil sürüsünün 2009 başında görevlerinin sona ermesi dünya halklarında sevince yol açarken, maalesef boş umutlara ve hayallere de sebep oldu. Bush başına fırlatılan ayakkabıyla yönetime veda ederken, yeni katil adayı Obama ise güllerle karşılandı. Büyük bir nefretle anılan Bush’un ardından, yüzyıllardır ezilen, hor görülen ve her türlü aşağılamaya maruz kalan Afrika kökenlilerden birinin başkanlık koltuğuna oturtulmasının elbette önemli nedenleri var. ABD emperyalizmi SSCB’nin çöküşüyle birlikte kendini “Yeni dünya düzeni”nin taşıyıcısı ve koruyucu gücü ilan etmişti. Körfez Savaşı’yla bu çerçevede ilk adım atılırken, sonraki süreç “Amerikan yüzyılı” olarak belirlendi. 11 Eylül sonrasında “Amerikan yüzyılı” hedefi “Amerikan terörü” ile gerçekleştirilmeye çalışıldı. Afganistan ve Irak’a tonlarca bomba yağdırılarak bu ülkeler işgal edildi. Ancak yapılan hesaplar çarşıya uymadı. İşgal Afganistan’da 8., Irak’ta 6. yılına girerken, bu ülkelerdeki direniş bitirilemedi. Ortadoğu’da ABD başarısızlığa uğrarken, başka bölgelerde de ABD işbirlikçileri yenilgiye uğradı. Latin Amerika’da (Bolivya ve Venezüella) darbe girişimleri, 2006 Lübnan savaşı, İran ve Suriye’nin tüm yaptırımlara rağmen diz çökmemesi, son olarak Gazze işgali... Irak’ta bir milyonu aşkın kişinin ölmesi, Ebu Garip skandalı, CIA’in işkence uçakları ve Guantanamo dünya halklarında ABD’ye olan öfkeyi kat be kat arttırdı. 2001’den sonra yaşanan dolaylı ya da doğrudan saldırılar, işgaller, işkenceler, skandallar ve son olarak patlak veren kriz Bush ve ekibiyle özdeşleşmişti. Tüm dünyanın nefretini üzerine çeken bu yönetim artık değişmeliydi. ABD emperyalizminin başarısızlıkları ve estirdiği terör tüm hükümetlerin icraatlarını belirleyen ABD politikalarının sonucu olsa da, bu gerçeğin üstünü örtmek için sorumluluk Bush ve neo-conlara mal edildi. Ardından aylarca sürecek olan şaşaalı bir seçim kampanyası ve neredeyse tüm dünya medyasının bir yıla yakın bir süredir estirdiği “Obama rüzgarı” sonucu birçok kesim Obama’ya umut bağladı. Obama’nın “ten rengi” üzerinden ona umut bağlayanlar tam da ABD emperyalizminin hazırladığı oyuna ortak oluyorlar. Obama’nın başa gelmesini “radikal bir değişim”, “demokrasinin zaferi” ve hatta “devrim” olarak tanımlayanlar bu oyun ve kandırmacanın taşeronluğunu üstleniyorlar. Bu libarellerin kısa zamanda hayal kırıklığına uğrayacağı kesindir. Özgürlüğü, demokrasiyi ve barışı Obama’dan bekleyen halkların da gerçeği görmeleri uzun sürmeyecektir. Obama icraatlarını rengine göre değil ait olduğu sınıfsal konuma göre gerçekleştirecektir. Rengi veya ırkı ne olursa olsun başkanlık koltuğuna oturan herkes Amerikan tekellerine hizmet etmek zorundadır. Zaten Obama’yı da işbaşına Amerikan tekelleri getirmiştir. İkisi de birer siyahi olan C. Powell ve C. Rice da renklerine göre değil sınıflarına göre davranmışlardır. Obama’nın söylemleri mevcut dış politikanın devam edeceğini göstermektedir. Eski neo-con ekibe göre taktik olarak daha yumuşak bir görünüm sergileyebilir ancak, hedeflene Amerikan emperyalizminin nüfuz alanlarını genişletmek ve pekiştirmek, ABD tekellerinin konumunu daha da sağlama almaktır. Kısacası ABD emperyalizminin halkları köleleştirip, tekellerini daha da güçlendirme ve dünya üzerinde rakipsiz bir egemenlik kurma stratejisi yerli yerinde durmaktadır. Obama. oynanan oyunda bir taktik değişikliktir. Pakistan’a yapılan füze saldırısı Obama’nın ilk icraatlarından sadece biridir. Bu olay Obama döneminin de nasıl geçeceğinin iyi bir göstergesidir. ABD içerde ekonomik dışarda ise askeri ve siyasal bir kriz içindedir. Bu durum onu daha da saldırganlaştıracaktır. Obama oyunu da bunun bir parçasıdır. ABD emperyalizminin halkları köleleştirme politikaları ancak ve ancak halkların devrimci direnişi ile kırabilir.
Kürtçe kanal düzenin bir oyunudur!
Kürtçe kanal TRT-6 yayın hayatına başladı. Açılış programı, Erdoğan’ın “Kürtçe TV demokrasiye yakışan bir adım” mesajıyla başladı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kürtçe’nin kültürel bir zenginlik olduğunu vurgulayan ifadeleriyle noktalandı. Erdoğan konuşmasında şunları söyledi: “Etnik kökenimiz, inancımız, yaşam biçimlerimiz farklı olabilir. Bizi birleştiren güçlü değerlerimiz var. Bunun başında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı gelir. Farklılıklarımızdan korkmaya gerek yok. Bu zenginlikleri görmek, yaşamak bizi birbirimizden uzaklaştırmaz, tam aksine yakınlaştırır. Bizi bölmez, daha da birleştirir, daha çok bağlar”. Cumhurbaşkanı Gül ise şu mesajı verdi: “TRT’nin bunu yapması çok anlamlı. Bu halkımızın birlik ve beraberliğini pekiştirecek. Ayrıca ben bunun kötü niyetlilerin bazı konuları istismar etmelerini önleyeceği kanaatindeyim. Herkesin birlik ve beraberlik kardeşlik duyguları içinde ülkesine sahip çıkmasını diliyorum.” Bunlar TRT 6’nın açılış programından yansıyanlar... TRT 6’nın yayın hayatına onay verenler Kürt halkının özgürlük mücadelesine azgınca saldıranlardır! Öncelikle şu soruyu yanıtlamak, TRT 6’nın nerede durduğunu görmeyi kolaylaştıracaktır. Acaba TRT 6 Türk devletinin sınır ötesi ve berisi operasyonlarını yayınına nasıl yansıtacaktır? Katledilen Kürt çocuklarını ve bunun hesabını sormak için sokaklara çıkan Kürt halkının meşru tepkisini TRT 6 ekranlarında görebilecek miyiz? Ya da anadil taleplerini yükselten Kürt analarının kolluk güçlerinin azgın saldırılarına maruz kaldığını işitebilecek miyiz? Bu soruların yanıtı elbette ki “hayır” dır. Peki ne verilecek bu kanalın örneğin haber programında? Düzen ağzıyla bir dizi açıklama: “PKK’nin askerlere düzenlediği saldırılar…” “ Birliğe ve beraberliğe ihtiyacımızın olduğu günlerde gerçekleştirilen hain pusu...” vb... Ama tüm bunlar Kürtçe ifade edilecek. Bir halk kendi inkarını bu sefer kendi dilinden dinleyecek. Taha Akyol bir yazısında TRT 6’nın nereye oturduğunu aslında çok iyi özetliyor: “TRT Şeş ise şarkılı, türkülü, oyunlu, eğlenceli bir kanaldır ve halk bunu beğenmiş, bunu tutmuştur. PKK’nın ve TRT 6’nın yayınları iki ayrı yolun göstergeleridir…” (7 Ocak’ 09, Milliyet) TRT 6 hiçbir biçimde Kürt halkının özlemlerinin ifadesi olmayacaktır. Tam tersine, Kürt halkının afyonu olacak, onu mücadeleden uzaklaştırmanın, yozlaştırmanın bir aracı olma işlevini yerine getirecektir. Bugün Kürtçe TV “açılımını” yapanlar bir halkın özgürlük mücadelesini en kirli yöntemlerle boğmaya çalışanlardır. Kürt ulusunun dilini yasaklayanlardır. Kürt halkının anadili üzerindeki baskıları sürdürenler, yasal ve fiili olarak Kürtçe yasağını devam ettirenlerdir. Kürt halkını asimilasyon, inkar ve imha saldırılarına maruz bırakanlardır. TBMM’de Kürt milletvekillerinin kürsüdeki konuşmaları sırasında
kullandıkları bazı Kürtçe cümleleri“bilinmeyen bir dille konuştu” diye tutanaklara geçirenlerdir. Hapishanelerde tutsaklara Kürtçe konuştukları için aylarca görüş yasağı koyanlardır. Belediye meclisince alınan çok dilli belediyecilik kararı nedeniyle belediye başkanlarının görevine son verenlerdir. Kürtçe yayın yapan birçok gazeteyi defalarca kapatan, anadilde eğitim isteyen Kürt halkına azgınca saldıranlardır. TRT 6, ne temel haklar ve özgürlükler alanında önemli bir adım ve bu alanda bir açılımdır ne de bir zenginliktir. Sermaye devletinin Kürt halkı üzerinde oynadığı oyunların bir parçasıdır. Kürt halkını düzene bağlamanın, devrimci dinamiklerini dizginlemenin ve haklı taleplerinin içinin boşaltılmasının bir aracıdır. TRT 6 Kürt sorunun bloke etmenin bir adımı, bir seçim yatırımıdır! “27 Temmuz seçimlerinde Kürdistan’da elde ettiği belirgin seçim başarısı AKP’yi, kendisine diş bileyenler de dahil tüm burjuva gericiliği için Kürt sorununu bloke etmenin ve Kürt hareketini tecrit edip etkisizleştirmenin bugünkü koşullarda vazgeçilemez bir olanağı haline getirmişti.” (Yerel seçimler ve komünistler, Ekim, sayı:256) Bu değerlendirme, sermaye devletinin Kürt sorununa yönelik politikalarına işaret etmektedir. Yerel seçimler öncesi dillendirilen bir dizi “açılımla” beraber TRT 6’nın düzenin diğer kurumlarınca da onaylanması, özellikle ordu ile böylesi “hassas” olduğunun bir konuda karşıtlık yaşanmaması bunun bir devlet politikası göstergesidir. Öte yandan, bu “açılım” elbette ABD’nin politikalarından bağımsız düşünülemez. Erdoğan’ın, sınır ötesi operasyonunun da icazetini aldığı 5 Kasım Washington ziyaretinin ardından Kürt sorunu kapsamında kırıntı düzeyde de olsa bir takım açılımların tanımlaması ile Kürt halkının mücadelesinin önünün alınması gündeme getirilmiştir. ABD patentli bu politikalara Genelkurmay da onay vermek durumunda kalmıştır. AKP Kürt emekçilerinin oyları üzerine hesap yaparken, düzen açısından ise Kürt halkının mücadelesinin düzen kanalları içinde etkisizleştirilmesi hedeflenmektedir. TRT 6 “açılımı”nın yerel seçim sürecine denk getirilmesi bundan dolayıdır. AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde bu konuda oynadığı rol bilinmektedir. Ancak, sonraki süreçte izlediği inkara dayalı politikalar nedeniyle bu destek zayıflamıştır. Şimdi ise bunun telafi etmeyi amaçlayan bir adım atılmıştır. Bugün sözkonusu olan, Kürt halkını düzene bağlamayı hedefleyen, yanısıra seçim yatırımı olmanın ötesine geçemeyen göstermelik bir adımdır. Fakat unutulmaması gereken, bu “açılımın” bile Kürt halkının yılları bulan mücadelesinin bir ürünü olduğu gerçeğidir. Bu da izlenmesi gereken yolu göstermektedir. Kürt halkının haklı ve meşru taleplerini kazanabilmesi ancak düzeni karşısına alan bir mücadele ile mümkündür.
33
Ermenilerden özür dileme-dilememe kampanyaları ve gelişen süreç üzerine...
Halklar arasında gerçek ve kalıcı bir barış-kardeşlik sosyalizmle mümkündür! “Kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son vermiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır.” (Komünist Parti Manifestosu) Geçtiğimiz haftalarda bir grup liberal aydın tarafından başlatılan “Ermenilerden Özür Diliyorum” kampanyası toplum genelinde hatırı sayılır bir tartışma yarattı. Liberal aydınların, “insani-vicdani hassasiyet” sınırlarını çokça aşmasa da, bir ucundan resmi ideolojinin kalın çizgilerine dokunan “özür metni” sonrası ortaya çıkan tartışmalar ve alınan tutumlar, düzenin bu sınırlarda söz söylenmesine dahi ne denli tahammülsüz olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” satırlarından oluşan söz konusu metinde, Ermeni halkının egemen sınıfların gerici çıkarları uğruna tehcire/yerlerinden sürülmeye ve türlü katliamlara maruz bırakılmasına dair net bir tutum bulunmamaktadır. Metinde “soykırım” kelimesinin kullanılmasından kaçınılmıştır. Sermaye devletinin azınlık milliyetlere yönelik sürdürdüğü ulusal baskı, imha, inkar ve asimilasyon politikalarının ve bunların bütünü olarak karşımıza çıkan “tek millet, tek devlet, tek bayrak” resmi ideolojisinin, Osmanlı dönemindeki politikaların devamı olduğuna dair herhangi bir vurgu da yapılmamıştır. Böylesi bir dönemde ve düzenin bu denli tahammülsüz olduğu bir konuda sorunun gündeme getirilmiş olması olumlanabilir. Ancak içerik olarak kampanya bir vicdani rahatlamanın ötesine geçememektedir. Bunun karşısında “Soykırım yapmadık, vatanı savunduk. Özür dilemiyoruz” şiarıyla başlayan “Özür dilemiyoruz” metni ile ulusalcı cenah, bir kez daha şoven zehiri akıtma çabasına girişmiştir. Kardeş halkların imha ve inkarına dayalı resmi ideolojinin bayraktarlığını yapanlar, şimdi de Osmanlı’nın Ermeni halkına yönelik katliamlarına “vatan savunması” adı altında sahip çıkmaktadırlar. Ermeni soykırımına imza atan İttihat ve Terrakiciliği kendine sembol seçen bu postal yalayıcılar, bir dizi ırkçı-faşist örgütlenmeyle beraber bu politikanın sürdürücüsü olmaya çalışmaktadırlar. Düzen cephesinin verdiği tepki bununla da sınırlı kalmamıştır. Erdoğan ve Genelkurmay’ın açıklamalarının yanısıra, şoven zehrin akı-
tılması yarışına İstanbul, Sakarya, Atatürk, Hacettepe gibi bir dizi üniversite yönetimi ile İstanbul Barosu yönetimi de katılmıştır. Düzenin kimi gerici dernekleri önünde “Köpekler ve Ermeniler giremez” yazan dövizlerle kameralara pozlar verilebilmiş, aynı düzenin bir vekili ile cumhurbaşkanı arasında “Annen Ermeni”,“Hayır değil, ispatlayabilirim” diyalogları yaşanabilmiştir. Ermeni soykırımına dair Sosyalistlik iddiası taşıyan geniş bir siyasal yelpaze ise, marksist bakış açısından uzak ancak kendi ideolojik-politik konumlanışları açısından “tutarlı” tutumlar almıştır. Sorunu, “Ya özür diliyoruz metni tarafındasın ya da özür dilemiyoruz metni tarafında” sığ düzleminde ele alanlara yedekleneninden, metin içeriğine müdahalede bulunmadan liberallerle kaynaşma zemini yaratanlara ya da“özür değil, mücadele borcumuz var” diyenlere kadar çeşitli örnekler karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel olayları marksist yöntemsel yaklaşımla ele alan komünistler, bu sorunun da tarihsel süreç içerisindeki nedensel çerçevesini net bir biçimde ortaya koymuşlardır: “Ermeni soykırımı işte bu hedefler doğrultusunda Anadolu’yu Türkleştirmek, Turancı sınırlara ulaşmanın önündeki engelleri temizlemek biçimindeki ırkçı düşüncelerin ürünü olmuştur. Osmanlı devleti Ermeni halkın kırımını, Alman emperyalizmine yaslanarak ve ondan aldığı destekle gerçekleştirmiştir. (...) Osmanlı ordusunun yanısıra, hapishanelerden bu iş için özel olarak salınan katiller MİT’in önceli olan Taşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenerek bu kıyım için seferber edilmiştir...”(Ermeni soykırımı yeni soykırımlara suç ortaklığı ile gizlenmeye çalışılıyor, Kızıl Bayrak, sayı:2005/17 (17) ) Emperyalistler ve gerici devletler her zaman kendi gerici çıkar çatışmalarına “ulusal çıkarlarımız” aldatmacası altında işçi ve emekçileri yedeklemeye çalışmış, halkları birbirine kırdırtmışlardır. Komünistler Ermeni sorununu da bu noktadan hareketle ele almışlardır. Yalnızca Ermeni soykırımını değil, milliyetçi Ermeni çetelerinin emperyalistlerin yönlendirmesiyle giriştikleri katliamları da aynı bakışaçısıyla mahkum etmişlerdir. Ancak sermaye düzeninin bu olayı, Anadolu topraklarında yaşayan bütün bir Ermeni halkının tehcir edilmesine ve kıyıma uğratılmasına “dayanak” gösterme çabasını da her yönüyle teşhir etmişlerdir. Aynı katliamcı geleneğin Cumhuriyet tarihinde de sürdüğüne (6-7 Eylül olaylarından Hrant Dink’in katledilmesine) işaret etmişlerdir. Sonuç yerine
34
Ermeni halkının kırıma maruz kalmış olması, işçi sınıfı ve emekçiler için yüzleşilmesi ve hesaplaşılması gereken bir tarihsel gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır. Ermeni halkının yaşadığı acıları paylaşmanın biricik yolu ise, bu katliamcı geleneğin sürdürücüsü olan egemenlerden Türkiyeli işçi ve emekçilerin hesap sormasından geçmektedir. Bu, Kürt sorunu ve sermaye devletinin Kürt halkına yaşattığı katliamlar açısından da geçerlidir. Ancak, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva sınıf egemenliğini tarihin çöplüğüne gömeceği sosyalist bir toplumsal düzenle, halklar arasında gerçek ve kalıcı barışın-kardeşliğin sağlam temelleri atılacaktır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü…
Kızıl 8 Martlar’ı yaratmak için alanlara! Kader size üç acı pay ayırdı; İlki bir köyde evlenmek, İkincisi bir kölenin annesi olmak, Üçüncüsü bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek… Bir kadının gözlerinden seyretmek dünyayı… Beyaz bulutların üstünde, ama öyle çileli, öyle ezilmiş bir yaşamın ürkek gözleriyle... Kimi zaman bir fabrikanın sağır eden gürültüsünde bir tütün işçisi, kimi zaman fedakâr bir öğretmen, öğle sıcağında elleri nasırlı bir ırgat, oğlu işkence gören bir anne… Köyü yakılan, kocası katledilen, tecavüze uğrayan bir Kürt gelini kimi zaman... Hep sömürülmüş, onuru kırılmış, savaşların ortasında esir düşmüş kadınlar... Fabrikada patronu, tarlada toprak sahibi, evde kocası tarafından ezilen, toplumsal yaşamda cinsel obje olarak görülen kadındır aslında fabrikada üreten, tarlada tohumu eken, evde aşı pişiren. Üretimin yarısında, kavganın yarısında, mücadelenin yarısında kadındır aslında yaşamın yarısını taşıyan yarınlara. Fabrikadan çıkışta servisi kısacık bir zaman farkıyla kaçıran, bu yüzden evine kadar yürümek zorunda kalan bir tekstil işçisi, eve gittiğinde de geç kaldığı için kocası tarafından hırpalanan kadındır o. Tek başına mücadele etmeyi seçen, fabrika önünde direnişe geçen, direnişini kırmak için “kaldırım cezası” dahi kesilebilen ve kadın olduğu için küçümsenendir. Odur yaşamın yarısını omuzlarında taşıyan, kavgayı öğrenen, öğreten… Şimdi durdursak zamanı, dönüp baksak tarihe...1800’lü yıllarda daha iyi çalışma koşulları için grev yapan ve fabrikaya kilitlendikleri için çıkan yangında yanarak can veren 129 kadın duruyor orada. Sömürüye, zulme boyun eğmeyen, toplumun baskısına direnen, gerçek özgürlük için mücadele eden cesur kadınlar... Büyüyor kavgası kadınların, mücadeleyi öğreniyor alanlarda. Bir arada olmayı, dayanışmayı öğreniyor. Haykırdıkça öfkesini, güçleniyor kadın. Kadın erkek elele, mücadelede özgürleşmeye! Üreten, ürettikçe çoğalan, çoğaldıkça korkutan bir güç olmuştur işçi kadın, burjuvazi için. Bu nedenle, onun mücadelesiyle kazandığı ve simgeleştirdiği gününü bile elinden almaya çalışmıştır. Medyasını da kullanarak içini boşaltmaya, emekçi kadınlar günü olmaktan çıkararak, tüm kadınların kutlayacağı bir gün haline getirmeye çalışmıştır. Oysa 8 Mart emekçi kadınların günüdür. 1910 yılında 2. Enternasyonal’e bağlı olarak toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin, 8 Mart’ın, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını önerir. 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına, bugünün bir mücadele günü olarak kutlanması önerisidir bu. 8 Mart işçi kadınların mücadelesini simgeleyen bir gün olarak kutlanmalıdır. Gerçek özgürlüğü yaratmak için savaşan kadınların günü olmalıdır. “Kadınlar her yıl bu günde tekrardan gücünü fark etmeli, bütünlüğünü korumalı, mücadelesini güçlendirmeli ve alanlara çıkmalıdır.” Bu teklif kongre tarafından coşkuyla kabul edilir. Bundan böyle 8 Mart, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılacaktır. 8 Mart direnişin günüdür. Kadının toplumsal baskılardan sıyrılıp özgürlüğüne kavuşmak yolunda umudunu yeşerteceği gündür. Bir kadına kırmızı bir gül vermek değildir 8 Mart, elleri nasırlı bir kadının gözlerinden görebilmektir dünyayı. Ve susmamak, haykırmaktır göğü delercesine… Ceylanpınar’da boğularak ölen tarım işçisi kadınlar, Bursa’da gece vardiyasında çıkan yangında yaşamını yitiren işçi kadınlar, Kürdistan’da başkaldıran, zulme karşı savaşıp direnen kadınlar, Filistin’de evleri yakılan, yıkılan, yağmalanan kadınlar, cezaevlerinde ölüm oruçlarında ölümsüzleşen kadınlar… Sizin için yükseliyor yumruklar ve alanları dolduruyor bugünün mücadeleci kadınları. Şimdi Harran Ovası’nda pamuk topluyor biri... Barikatın en önünde sisteme taş fırlatıyor bir kadın tüm öfkesiyle. Haykırıyor kavgasını kendi diliyle Kürdistan dağlarından. Büyük bir şehirde fabrikanın sağır eden gürültüsünde mücadele ediyor bir kadın. Kavganın tam ortasında direniyor sömürüye, patronun zulmüne. 8 Martlar’ın ışığında, kızıl 8 Martlar’ı yaratmak, insanın insan tarafından sömürülmediği bir dünyayı kadın-erkek elele kurabilmek için!..
35
16 Mart 1978 Beyazıt Katliamı...
Unutmadık, unutturmayacağız! Mart’ın onaltısında yedi can Düştük gün ortasında yedi can Bin dallı yasemen olup yeşerdik Faşizmin karşısında yedi can
Beyazıt Katliamı bize, bu kirli düzenin çeteleşerek ve katliamlar tezgahlayarak ayakta kaldığını anlatmaktadır. Aynı devlet bugün Engin Çeberler’i katletmekte, Ferhat Gerçekler’i vurmakta, nice devrimciyi işkencelerden geçirmektedir. Aynı düzen bugün krizi bahane ederek bizleri işsiz ve geleceksiz bırakmakta, kardeş halkları katletmektedir.
36
16 Mart 1978… Alkış ve ıslık sesleri ardından kopan gürültü, çığlıklar koşuşmalar... Ancak bunlar dönemin alışılmış olaylarının ötesinde bir katliama aittiler. Düşen yedi can, yaralılar ve o gün yaşananlar, katliamcı devletin en aşağılık yüzünü gösteriyordu bir kez daha... Üniversitelerde artan faşist saldırılar nedeniyle İstanbul Üniversitesi öğrencileri de okullarına toplu halde giriş çıkış yapıyorlardı. 16 Mart günü Süleymaniye çıkışından okulu terk etmek üzere hazırlanan öğrenciler, bu kez polis tarafından Beyazıt Meydanı’na yönlendirildiler. Toplu çıkış yapan öğrencilerin yanında her zaman kordon oluşturan polis o gün uzakta durmaktaydı. Bu durumun nedeni, az sonra yaşanacak planlı katliamla oldukça net bir biçimde açığa çıkacaktı. Doğrudan saldırganların ortasına sürülen öğrencilerin üzerine atılan bomba ve otomatik silahlarla açılan ateş sonucu Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Hatice Özen, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamdi Akıl ve Turan Ören hayatlarını kaybettiler. 41 devrimci öğrenci de yaralandı. Devletin katliamcı yüzü sonraki sürece de damgasını vuracaktı. Polis Memurları Dayanışma Derneği (Pol-Der) İstanbul Şubesi Başkanı, saldırıya ilişkin istihbaratı 10 gün öncesinden üniversitedeki polis amirliğine bildirmişti. Emniyet Teşkilatı Toplum Zabıta Müdür Vekili’nin de olaya ilişkin uyarıları vardı. Bunları kasten dikkate almayan isimlerden biri, katliam günü saldırganların peşinden giden polis memurlarına “Geri dönün!” emrini veren Reşat Altay’dı. Olayın ardından tutuklananlardan, katliamı planlayan Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, yöneticisi Mehmet Gül ve MHP Gençlik Kolları Başkanı Kazım Ayaydın “delil yetersizliği”nden beraat ettiler. Zülküf İsot ise katliamın tetikçiliğini yaptığını ailesine itiraf etti. Bu konuda ablası tarafından mahkemeye verilen ifadede, Zülküf İsot’un saldırıyı polis memuru Mustafa Doğan, Latif Aktı ve Sıddık Polat ile birlikte gerçekleştirdiği belirtildi. Aynı ifadede, katliam emrinin Alparslan Türkeş tarafından verildiği de açıklandı. Abdullah Çatlı’nın 16 Mart katliamında atılan bombaları temin ettiği de bu süreç içerisinde ortaya çıktı. 1997’deki duruşmalardan birinde mahkemece dinlenen astsubay Oğuz Serçinlioğlu’nun ifadesinde, faşist katil Çatlı’daki bombaların bizzat ordu tarafından temin edildiği belirtiliyordu. Susurluk davası sürecinde ise, dönemin ÜOD Başkanı Lokman Kundakçı ile dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in yaptığı görüşmenin bant kayıtları ve 16 Mart’tan hemen sonra da Reşat Altay’ın Abdullah Çatlı ile telefonda görüştüğü ortaya çıktı. Söz konusu belgeleri 16 Mart davası için mahkemeye sunan avukatlar, Milli İstihbarat Teşkilatı’ndan (MİT) tutanakların tamamını istediler. MİT bu isteği reddetti. Avukat Cem Alptekin “gizli belgeleri açıkladığı” iddiasıyla 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı ve daha sonra beraat kararı verildi.
16 Mart Katliamı devrimci mücadeleye karşı devletin uyguladığı kirli yöntemlerden sadece biridir. Sermaye düzeni devamlılığını sağlamak için tüm “imkanlarını” bütünlüklü bir biçimde kullanmaktadır. Katliamları gerçekleştiren kolluk güçleri ve sivil faşist katillerinden onları aklayan yargısına kadar tümü mevcut düzene hizmet etmektedir. Bu katliam örneğinde de zanlılar devletin koruması altındalardı ve “derinliği” nedeniyle davanın sonuçsuz kalacağı açıktı. Zülküf İsot, konuşmasından çekinildiği için, kendisi gibi bir ülkücü tarafından infaz edilmiştir. Reşat Altay önce İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü yardımcılığına, sonra da Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne atanmış, ardından ise Trabzon Emniyet Müdürü olmuştur. Bu dönemde Trabzon kontrgerilla faaliyetlerinin odağı haline gelmiştir. Reşat Altay, TAYAD’lı devrimcilere yönelik linç girişiminden Hrant Dink cinayetinin azmettirilmesine kadar pek çok kirli olaya karışmış ancak herhangi bir soruşturmaya uğramamıştır. Çatlı gibi devletin korumasına alınan diğer birçok ismin yanında Mehmet Gül’e meclise taşınmıştır. Kısacası, 7 devrimciyi katledenler ödüllendirilip kollanırken, İsot gibi devlet aleyhine çözülenler ise etkisiz hale getirilmiştir. 16 Mart Katliamı davası zaman aşımı gerekçesi ile 30 yıl sonra düştü. Aynı tarihlerde ise sözde derin devlet ile bir hesaplaşma olarak lanse edilen “Ergenekon” soruşturması ironik bir biçimde başlamak üzereydi. 30 yıl içinde yaşanan nice katliamlar bir yana, yaşanan süreç çetelerin devletin ta kendisi olduğu gerçeğini tekrar tekrar göstermektedir. Beyazıt Katliamı bize, bu kirli düzenin çeteleşerek ve katliamlar tezgahlayarak ayakta kaldığını anlatmaktadır. Aynı devlet bugün Engin Çeberler’i katletmekte, Ferhat Gerçekler’i vurmakta, nice devrimciyi işkencelerden geçirmektedir. Aynı düzen bugün krizi bahane ederek bizleri işsiz ve geleceksiz bırakmakta, kardeş halkları katletmektedir. Bugün 16 Mart Katliamı’nı anmak, aynı zamanda düzenin tüm kirliliklerine karşı devrimin yolunu açmak demektir. 16 Mart’ta bu kanlı düzenin karşısına çıkmalı, katliamcı devlete ve çetelerine, bir bütün olarak kapitalist sömürüye ve emperyalist barbarlığa geçit vermeyeceğimizi haykırmalıyız.
Tarihe düşen kara bir leke: Halepçe katliamı Halepçe, Süleymaniye yakınlarında, nice başkaldırılara sahiplik yapmış bir Kürt kentidir. 16 Mart 1988... Bir kez daha halk düşmanları kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden kimyasal bombalar yağdırıyor bir kentin üzerine. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak düşüyor Halepçe katliamı. Ağıtlar yakılıyor yitirilenlere. Halepçe katliamı, İran-Irak Savaşı esnasında Saddam Hüseyin'in, 1986-1988'de Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtlere karşı düzenlettiği El-Enfal Harekâtı adlı imha operasyonunun bir parçasıdır. Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne bağlı Peşmergeler İran ordusundan yardım alarak Kürtlerin yaşadığı Halepçe kasabasına girer. Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerleyişini durdurmak için Irak ordusunun Kuzey Cephesi Komutanı olan Korgeneral Alî Hasan al-Majîd al-Tikritî'ye (Kimyasal Ali) zehirli gaz bombaları kullanmayı emreder. Zehirli hardal ve sarin gaz bombaları taşıyan uçaklar 16 Mart 1988'de Halepçe kent merkezine bombaları bırakır. Bombardımanın bilançosu, çoğunluğu Kürt 5 binden fazla ölü ve 7 bin yaralıdır. Ancak daha sonraki tarihlerde ölü ve yaralı sayısının daha fazla olduğu tespit edilir. Tarihin sayfalarına Hiroşima ve Nagasaki gibi, insanlığın kara bir lekesi olarak geçer bu katliam. Saddam Hüseyin binlerce Kürt, Iraklı komünist ve Şii’nin ölümünden sorumlu bir kanlı eli katildir. Birçok katliamın emrini vermiş, dikdatörlüğü boyunca Irak halkına ağır zulümler ve işkenceler çektirmiştir. Ancak Saddam tek başına yapmamıştır tüm bunları. Saddam, başını ABD’nin çektiği emperyalist sistemin ürünüdür. İran savaşında, Halepçe’de, Enfal hareketinde, 1991 Kürt ve Şii kırımında, milyonlara varan Kürdün yerinden yurdundan edilerek sınırlara yığılmasında, ABD, İngiltere ve diğer emperyalist devletler de Saddam’la aynı derecede suçludurlar. Halepçe katliamında kullanılan kimyasal silahların ABD, Fransa, Almanya patentli olduğu daha sonra açığa çıkmıştır. Halepçe katliamı, 1991 yılına kadar ABD ve diğer emperyalist devletler ve medyaları tarafından görmezden gelinmiştir. Saddam’ın Kuveyt’e girmesiyle birlikte ABD ile çıkarları çatışır ve Halepçe yavaş yavaş gün yüzüne çıkartılır. Saddam Hüseyin yakalandıktan kısa bir süre sonra yargılanır ve idam edilir. Saddam’ın yargılandığı dava sadece Duceyl davasıdır. ABD’yle her türlü siyasal ve askeri ilişkiye girenlerin yaptığı olup biteni gizlemek veya geçiştirmekten başka bir şey olmamıştır. Saddam Halepçe katliamından dolayı yargılanmamıştır Saddam’ın 1980’den 2003 yılına kadar süren 23 yıllık iktidar döneminin suçları yargılansaydı, ABD, İngiltere ve diğer emperyalist ülkelerin de bu katliamın suç ortakları oldukları görülecekti. Saddam’ın kısa sürede infaz edilmesi bu gerçeklerin karanlıkta kalmasını sağladı. Kürt halkı sadece Halepçe’de katledilmemiştir. Yaşadığımız coğrafyada süren 30 yıllık kirli savaşta da binlerce Kürt köyü yakılmış-yıkılmış ve binlerce insan faili meçhul bir şekilde öldürülmüştür. Birçok köy boşaltılarak, Kürtler zorunlu göçe zorlanmıştır. Bunlar başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler ile işbirliği içinde gerçekleştirilmiştir. Bugüne baktığımızda, Filistin halkının yaşadıkları, 16 Mart 1988’de Kürt halkının yaşadıklarından bağımsız değildir. Halepçe üzerine atılan hardal ve sarin gazları bugün Gazze üzerine fosfor bombası olarak yağıyor. İsrail Gazze’ye bıraktığı bombalarla kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayırt etmeksizin herkesi öldürüyor. ABD ve AB’li emperyalist ülkeler yine sessiz kalıyor bu katliama. İsrail’in kendisini savunduğunu söyleyerek katliamı bir kez daha onaylıyorlar. Değişen tek ayrıntı, dün Halepçe ve Saddam’dı, bugün ise Gazze ve Olmert... Ortadoğu’da emperyalist-siyonist koalisyon ile onların işbirlikçileri cirit atmaya devam ettiği sürece halkların rahat yüzü görmesi mümkün değildir. Ortadoğu halklarını kardeşçe yaşayabilmeleri için, emperyalist zorbaların, ırkçı siyonistlerin ve onlarla suç ortaklığı yapan işbirlikçilerin bölgeden atılması şarttır. Bu ise ancak halkların, emperyalizmi-siyonizmi ve onların bölgedeki işbirlikçilerini hedef alan devrimci bir program ekseninde birleşmesi ile mümkündür.
“Çürüyen kokusuyla yağdı kimya kesildi feri gözlerin, sustu dil artık ne yürek sızısı var genç kızların ne bıyık bırakan delikanlılar...” İbrahim KARACA
37
Sermayenin saldırılarına karşı sesimizi yükseltelim!
Suyun ticarileştirilmesine izin vermeyelim!.. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak %20'si yeterli içme suyundan yoksun, %29'u ise su kıtlığı çekiyor. Yılda 5 milyon insan su kıtlığı ya da kirliliği nedeniyle ölüyor. Temel bir hak olan suya erişimle ilgili dünya ölçeğinde ciddi sorunlar yaşanırken, bu sorunları istismar ederek kullanan ve suyun ticarileştirilmesinin/piyasaya açılmasının önünü açan Dünya Su Forumu’nun beşincisi, Devlet Su İşleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İSKİ'nin desteğiyle 16-22 Mart 2009 tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleşecek. Dünya Su Forumu: Sudan kar etmenin yollarını aramak!
38
“Farklılıkların Suda Yakınlaşması” başlıklı 5. Dünya Su Forumu'yla ilgili açıklama metinlerinde, Birleşmiş Milletler’in hazırladığı yoksulluğu yarı yarıya azaltma başlığını içeren “Binyıl Kalkınma Hedefleri”ne katkıda bulunmak başlıca hedef olarak gösterilmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi için ise, küresel ölçekte işbirliğiyle birlikte “su kaynaklarının yönetimi” kavramı öne çıkartılmaktadır. Forumda ele alınacak temalardan biri ise “finans” başlığına ayrılmış. Bunun altındaki başlıklarda “hakkaniyet”, “dar gelirlileri korumak” gibi tanımlar kullanılsa da, su, özelleştirilmesi gereken ticari bir mal olarak tanımlanmaktadır. Forum kapsamında dünya belediye başkanları ve yerel idarecilerinin imzalayacağı “İstanbul Su Mutabakatı”nda, “su kaynakları ve onların yönetimi aynı zamanda bu küresel değişikliklere uyum sağlamak için de kullanılan bir araçtır” gibi tanımlamalarla birlikte, suyun özel sektör tarafından yönetilmesinde bir sakınca olmadığı, tekelci sermayenin çıkarlarına ters düştüğü için tarımda kullanılan suyun kısıtlanması gerektiği gibi açıklamalar yapılmaktadır. Kısacası Su Forumu, “herkese sağlıklı su” gibi söylemleri de kullanarak, suyu küresel sermayenin yönetimi altına girmesi ve kar edilmesi gereken ticari bir mal olarak tanımlamaktadır. Türkiye'deki egemen sermaye sınıfının temsilcisi olan TÜSİAD'ın Eylül 2008'de yayınladığı “Küresel
Su Krizine Çözüm Arayışları: Şebeke Suyu Hizmetlerine Özel Sektör Katılımı-Dünya Örnekleri Işığında Türkiye İçin Öneriler” ve “Türkiye'de Su Yönetimi-Sorunlar ve Öneriler” raporları, başlıklarından da anlaşıldığı gibi, 5. Dünya Su Forumu'nun hedeflerini birebir desteklemektedir. TÜSİAD raporları.... TÜSİAD raporları, suyun özelleştirilmesinin yöntemlerini detaylı olarak verirken, su politikaları ve yönetim modellerinin oluşturulmasında 5. Dünya Su Forumu'nu da fırsat olarak değerlendirmektedir. Dünya Su Forumu raporlarında olduğu gibi TÜSİAD raporlarında da, suyun bir hak olduğunu ve bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini belirten ikiyüzlü açıklamalar büyük yer tutmaktadır. Yerel ve merkezi yönetimlerin de içinde olduğu suyun ticarileştirilmesinin savunucuları, yaptıkları her açıklamada ve etkinlikte, suyun ticarileştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylemektedirler. Bunu zorunlu bir ihtiyaç gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bu çabaların sonucu olarak, Edirne ve Çorlu örneklerinde olduğu gibi, belediyeler tarafından mali yetersizlik gerekçesiyle sular satışa çıkarılmakta, nehirler özelleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'de suyun her alanda özelleştirilmesi çalışmaları, TÜSİAD raporları ve 5. Dünya Su Forumu öncesinde de sistematik bir şekilde yürütülmüştür. Ancak 5. Dünya Su Forumu’yla birlikte suyun ticarileşmesi gündemine karşı muhalefet sesleri yükselmeye başlamıştır. Demokratik kitle örgütleri, meslek odaları ve siyasi bileşenlerin desteği ile çeşitli etkinlikler ve bilgilendirme çalışmaları düzenlenmektedir. “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu”nun gerçekleştirdiği etkinlikler ve “Suyuma Dokunma Kampanyası” kapsamında 20-22 Mart tarihlerinde gerçekleşecek olan “Alternatif Su Forumu”, bunun örnekleridir. Suyun ticarileştirilmesinin yoğun şekilde tartışıldığı şu günlerde biz de tüm canlılar için temel bir hak olan su hakkı için, ondan kar elde eden ve etmeyi amaçlayan sermaye sınıfına karşı sesimizi yükseltmeliyiz.