Düzenin seçim oyununa ve kapitalizmin krizine karşı tek alternatif sosyalizmdir! 29 Mart yaklaşıyor. Burjuva düzen partileri kıyasıya bir rekabet içerisindeler. Gerisinde, yerel seçimlerden kazanılacak belediyelerin büyük bir rant alanı sağlayacak olması var. Düzen partileri arasındaki çatışma kendisini daha çok CHP ve AKP üzerinden göstermektedir. Pastadan büyük dilimi kapmak isteyen her iki sermaye partisi yaptıkları “açılımlar”dan yardım adı altında dağıttıkları seçim rüşvetlerine kadar bir dizi aracı kullanarak kitleleri kendi etki alanlarına çekmeye çalışmaktadırlar. Diğer düzen partileri de benzer bir biçimde kitlelerin bilincini bulandırmaya devam etmektedirler. Seçim süreçlerinde kitlelerin olağan dönemlere nazaran daha fazla politikaya açık oldukları biliniyor. Her akşam televizyon ekranlarında, her gün gazetelerde düzen partileri arasındaki “seçim düellolarına” tanık olunuyor, kafaların çevrildiği her yerde binlerce propaganda materyali ile yüzyüze geliniyor. Bu, doğal olarak politikaya ilgiyi artırıyor. Bu süreçte yerel seçimler üniversitelerde nasıl karşılık bulmaktadır? Şüphesiz gençlik de toplumun diğer kesimleri gibi, yoğun bir biçimde karşı karşıya kaldığı düzenin seçim propagandasından etkilenmektedir. Etkin bir devrimci müdahalenin olmadığı koşullarda, sorunlar karşısında seçimlerin bir çözüm üretebileceği hayalleri yaygınlaşabilmektedir. Ne yazık ki, sosyalist olma iddiasındaki bir dizi gençlik örgütlenmesi, aldıkları tutumlarla ya da sürece kayıtsız kalarak, burjuva siyaset arenasında oynanan oyunların gençlik içerisinde karşılık bulabilmesini kolaylaştırmaktadırlar. Bir dizi gençlik örgütlenmesinin politikadan yoksunluğu ve sistematik bir siyasal faaliyet sürdürmek noktasındaki zaafiyet burada da karşımıza çıkmaktadır. Kitlelerin politikaya duyarlı olduğu böyle bir süreçte seçim oyununa yönelik tek söz söylememeleri, buna dair bir kaygı duymamaları, bugün gençlik hareketi içerisinde sahip oldukları iddia ile de doğrudan bağlantılıdır. Diğer bir nokta ise, reformist kanadın politik platformu ile düzenin değirmenine su taşıması, yerel seçimler üzerinden düzen içi hayaller yaymasıdır. Bu seçim sürecinde karşımıza çıkan “Birlikte Başarabiliriz” oluşumu, gençlik kitlelerine de “halkçı belediyecilik” vb. liberal ham hayalleri taşımaktadır. Reformist güçlerin ve oluşumların gençlik kitlelerinde yaratacağı yanılsamalara karşı müüdahale sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Seçimler sürecinde Öğrenci Kolektifleri tarafından ortaya konan pratik, en çarpıcı ve ibret verici olanıdır. Karayalçın, Kılıçdaroğlu gibi düzen siyasetçilerini muhatap alarak “üniversitelilerin taleplerini” imzalatmanın, üniversitelerde bu yönlü bir çalışma yapmanın, devrimcilikle bağdaşmak bir yana, ilerici bir yanı dahi bulunmamaktadır. Böyle bir politika yalnızca sistemin kurumlarını, oynanan seçim oyununu, burjuva siyasetçileri meşrulaştırmaya, seçimlerin çözüm üretebileceği yanılsamasını yaymaya hizmet etmektedir. Sürece kendi açımızdan baktığımızda, genç komünistlerin de üniversitelerde bu yanılsamaların önüne geçebilecek etkin bir çalışmayı yeterli ölçüde hayata geçirebildiklerini söyleyebilecek durumda değiliz. Önümüzdeki süreçte bu zayıflığı aşmayı hedefleyen bir faaliyet kapasitesi sergileyebilmeliyiz. Düzen partilerini, sahnelenen seçim oyununu açıkça teşhir edebilecek veriler elimizde fazlasıyla mevcuttur. Kendi it dalaşları üzerinden ortaya saçılanların yanısıra kapitalist kriz ve çözümsüzlüğü üzerinden düzeni, burjuva düzen partilerini ve seçim oyunu en somut biçimde teşhir edebilmeliyiz. Bugüne kadarki tutum ve uygulamalar ile kitlelere vaadedilenler arasındaki tezatlığı sergileyebilmeliyiz.
3
Bu teşhir çalışmasını etkin bir sosyalizm propagandası ile birleştirmek önemlidir. Seçimler vesilesiyle düzenin boş vaadlerine ve liberal-reformist çevrelerin yerel yönetimleri ele geçirmeyi bir çözüm ve umut olarak gösteren sahte hayallerine karşın sosyalizmin tek alternatif olduğunu, kapitalizmin döne döne ürettiği sorunların bu düzen yıkılmadan kalıcı bir çözüme ulaşamayacağını ısrarlı bir biçimde anlatabilmeliyiz. Ancak güncel gelişmelerden kopuk, kendinden menkul bir seçim faaliyetinin anlamlı sonuçlar üretebilmesi mümkün değildir. Tüm gündemleri birbirleriyle ilişkilendirdiğimiz ve yerelleştirebildiğimiz ölçüde, sonuçlarını sonraki sürece taşımayı başarabileceğiz.
Krizin gençlik kitleleri içerisinde yarattığı tepkiyi her yolla açığa çıkarmak ve eyleme dönüştürebilmek gerekmektedir. Genelde kitlelerde derin bir hoşnutsuzlık söz konusu iken, yanı sıra gençliğe dayatılan geleceksizlik saldırısı hat safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Ticarileşen eğitimin sonuçları ise kriz süreciyle beraber daha yakıcı bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Tüm sorunları devrim ve sosyalizm ihtiyacına bağlayan etkin bir propaganda faaliyeti yürütülmeli, kriz içinde debelenen kapitalist sisteme karşı devrim ve sosyalizm alternatifi güçlü bir tarzda işlenmeli, gençlik güncel ve temel talepleri için sokaklara, mücadele alanlarına çağrılmalıdır.
Krizin yarattığı yıkımın üstü seçim oyunu ile örtülemez! Seçimlerin politize ettiği ortamın sağlamış olduğu avantajla beraber derinleşen krizi ile iflas ettiği açıkça görülen kapitalist sistemin teşhiri, faaliyetimizde önemli bir yerde durmaktadır. Kapitalizmin krizi sonuçlarını önümüzdeki süreçte çok daha ağır bir biçimde ortaya koyacaktır. Daha bugünden krizin kitleler üzerinde yarattığı hoşnutsuzluğu düşündüğümüzde, bunun önümüzdeki süreçte daha da artacağı açıktır. Bu gerçeklik, gençlik hareketine kriz gündemi üzerinden uzun soluklu, planlı, hedefli, sistemli ve kesintisiz bir müdahale görevini önümüze koymaktadır. Krizin yaratacağı her türlü sonucu bütünlüklü bir müdahaleye konu edebilmeliyiz. Bir yandan güncel ve acil istemler ile kitleleri harekete geçirmeye çalışırken, bunu tamamlayan bir biçimde bu çürümüş düzenin tek alternatifinin sosyalizm olduğunu vurgulayabilmeli, devrim ve sosyalizm propagandasını yükseltmeliyiz. Bu yönlü bir pratik, hem kitlelerin kendi talepleri ile mücadelede yer almalarını sağlayacak, hem de bu taleplerin karşılanamayacak olması kapitalizmi teşhir etmeyi kolaylaştıracaktır. Tekrar altını çizmek gerekirse, seçim çalışmamız kendi içinde bir çalışma olarak ele alınmamalı, kriz gündemiyle sıkı sıkı sıkıya ilişkilendirilmeli, her türlü araç bu çerçevede kullanılabilmelidir. Krizin gençlik kitleleri içerisinde yarattığı tepkiyi her yolla açığa çıkarmak ve eyleme dönüştürebilmek gerekmektedir. Genelde kitlelerde derin bir hoşnutsuzlık söz konusu iken, yanı sıra gençliğe dayatılan geleceksizlik saldırısı hat safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Ticarileşen eğitimin sonuçları ise kriz süreciyle beraber daha yakıcı bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Tüm sorunları devrim ve sosyalizm ihtiyacına bağlayan etkin bir propaganda faaliyeti yürütülmeli, kriz içinde debelenen kapitalist sisteme karşı devrim ve sosyalizm alternatifi güçlü bir tarzda işlenmeli, gençlik güncel ve temel talepleri için sokaklara, mücadele alanlarına çağrılmalıdır.
Newroz’dan 1 Mayıs’a düzen karşıtı mücadeleyi yükseltmeliyiz! Bahar sürecinin gündemleri arasında yeralan Newroz, Kızıldere ve 1 Mayıs, yerel seçimler ve kriz üzerinden tanımladığımız çerçevede bir müdahalenin konusu edileceği süreçler olmalıdır. Bunları takvimsel gündemler olmaktan çıkarabilmek için, söz konusu başlıkları bütünlüklü bir biçimde alanlarda işleyebilmeliyiz. Özellikle Newroz önemli bir yerde durmaktadır. Hem düzen partileri hem de DTP ile beraber kuyruğundaki bir dizi reformist partinin oluşturduğu blok, seçimleri Kürt halkına bir çözüm olanağı olarak gösterebilmektedir. Düzen partilerinin neyi temsil ettiği açıktır. Kendini başka halkların imha ve inkarı üzerinden var eden sermaye devletinin ve düzenin siyasal temsilcilerinin seçimler vesilesi ile sergiledikleri ikiyüzlülük ortadadır. Bu düzen ve onun partileri bugüne kadar Kürt halkına yoksulluktan ve baskıdan başka bir şey vermemiştir. Fakat bugüne kadar tüm haklarını mücadele alanlarında kazanmış olan Kürt halkına belediyeler üzerinden düzenin yönetim mekanizmalarında yer almayı “çözümün parçası” olarak sunan reformist tutum anlaşılır değildir. Bu noktada Kürt halkının ulusal özgürlük talebinin karşılık bulacağı yerin seçim sandığı değil, mücadele alanları olduğunu vurgulayabilmeliyiz. Kürt halkının kalıcı özgürlüğünün ancak sosyalizmle mümkün olacağını etkin bir biçimde propaganda etmeliyiz. *** Seçimlerin hemen ardından, seçim çalışmasının ortaya çıkardığı güç ve imkanlara da yaslanarak 1 Mayıs’a yürüyeceğiz. Ticarileşen eğitime ve geleceksizliğe, kapitalist sistemin krizinin yarattığı sonuçlara karşı bugün sürdürmekte olduğumuz çalışmayı bahar sürecinin dinamizmiyle beraber daha da ileri taşıma sorumluluğu ile yüzyüzeyiz. Ekim Gençliği
4
Ege Üniversitesi çalışmalarından... Antifaşist yürüyüş
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 6 Mart günü 2 nolu yemekhaneye asılan afişlerin faşistler tarafından yırtılması sebebiyle “Ege Tıp Öğrencileri” imzasıyla bir yürüyüş gerçekleştirildi. Teos Cafe önünde toplanan 60 kişilik kitle alkışlarla 2 nolu yemekhaneye doğru yürüyüşe geçti. Burada basın açıklaması okundu ve ardından kitle tekrar Teos Cafe’ye yürüdü. Açıklamada şunlar söylendi: “Fakültemizde iki gündür devam eden olaylara kayıtsız değiliz. İki gün önce kim oldukları belli olmayan, fakültemiz dışından gelen yaklaşık elli kişilik bir grubun gerici- faşizan sloganlarla kampusümüze girmeleri, yemekhanedeki afişleri indirmeye çalışmaları, amfilerin önünde öğrenci arkadaşlarımıza saldırmaları, etraftaki insanları tehdit etmeleri şüphesiz Ege Üniversitesi öğrencileri tarafından tepkisiz seyredilemez.”
8 Mart çalışması
Genç komünistler olarak 8 Mart’ın tarihini anlatan ve devrimci güçlerin örgütlediği 8 Mart eylemine çağrı yapan ozalitlerimizle gençliğin karşısına çıktık. Bunun yanısıra devrimci güçlerin ortak bildirisini okulumuzda DGH ve YDG ile beraber dağıttık. Ege Üniversitesi Ekim Gençliği
Mülkiye Mülkiyeli’den hesap soracak!
MSGSÜ faaliyetlerinden... Faşizme geçit yok!
7 Mart günü MSGSÜ’de Tarih Kulübü adı altında faaliyet gösteren Ülkü Ocakları üyesi bir grup faşist gerçekleştirecekleri “Osmanlının bilinmeyenleri” adlı panelin afişlerini yaptılar. Afişleri farketmemiz üzerine, okulda faşist provokasyona izin vermeyerek afişleri kaldırdık. Fakat sol görüşlü öğrencilerin okulda bulunmaması nedeniyle ortak bir müdahale gerçekleştirme imkanı bulamadık. Bunun üzerine, öğlen saatlerinde Dolmabahçe’de tek başına bulunan MSGSÜ öğrencisi TKP’li bir öğrenci bu faşist grubun saldırısına uğradı. “Devrimci-demokrat-yurtsever MSGSÜ öğrencileri” olarak önümüzdeki hafta Salı günü faşist provakasyona karşı faaliyet örgütlemeye karar verdik.
“Dünden bugüne su sorunu ve değişen politikalar“
MSGSÜ MFK Sosyal Çalışmalar Grubu, MSGSÜ Fen Edebiyat kampüsünde 7 Mart günü konuşmacı olarak Tahir Öngör’ün katıldığı “Dünden bugüne su sorunu ve değişen politikalar” başlıklı bir panel gerçekleştirdi. 20 kişinin katıldığı panel oldukça verimli geçti. Panelde en temel hakkımız olan suyun ticarileşmesinin yoksul halkı vuracağı vurgulandı ve kapitalizmin uyguladığı su yönetiminin çevreye ciddi zararlar verdiği ifade edildi. Suyun ticarileşmesinin temelinin dünya su forumlarında atıldığı ve 5. Dünya Su Forumu’nun Mart ayında İstanbul’da toplandığı vurgulanarak, 15 Mart günü Kadıköy’de suyun ticarileştirilmesine karşı yapılacak olan mitinge çağrı yapıldı.
MSGSÜ’de tepki büyüyor!
MSGSÜ’de dönem başında karşımıza çıkan otomasyon ve kontenjan yetersizliği sorununa ilişkin “ses çıkarma” eylemlilikleriyle ve dilekçe toplayarak sürdürdüğümüz faaliyeti 23 Şubat günü sonlandırdık. 20 Şubat günü gerçekleştirdiğimiz ses çıkarma eyleminin ardından hep birlikte rektörlüğe yürüyerek dilekçeleri teslim etme çağrısında bulunmuştuk. 23 Şubat günü dilekçelerle beraber rektörlüğe gidip bu sorunları rektörle konuşma talebimizi dile getirdik, fakat rektörün seyahatte olduğu yanıtını aldık. Kantinde açık bir toplantı düzenleyerek, bundan sonra okulda bu soruna ve yaşadığımız diğer birçok soruna ilişkin neler yapabileceğimizi konuştuk MSGSÜ Ekim Gençliği
Ankara Üniversitesi Cebeci Kampusü’nde 6 Mart günü “Mülkiye Mülkiyeli’ye Soruyor” başlığı altında Murat Karayalçın’ın konuk olduğu bir söyleşi düzenlendi. Ekim Gençliği olarak Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bu sermaye uşağının gerçek kimliğini teşhir eden bir çalışma yaptık. “Yaşanabilir bir kent ve insanca yaşam sosyalizmde! / BDSP” yazılı afişlerimizi astık. Ayrıca “Mülkiye Mülkiyeli’den hesap soruyor!” başlıklı, düzen partilerini ve özelinde Murat Karayalçın’ı teşhir eden bildirilerimizi yaygın bir şekilde dağıttık. Kurtuluşun sandıkta değil sosyalizmde olduğunu anlattık. Diğer devrimci gençlik örgütleriyle beraber söyleşiye katıldık. Etkinlik Murat Karayalçın’ın seçim propagandasından ibaret kaldı. Söz alabilen az sayıda arkadaşımız Karayalçın’ın emekçi düşmanı yüzünü teşhir etti, Kürt sorununa karşı takındığı sahtekârca tutumuna değindi. Konuşma güçlü bir şekilde alkışlandı. Etkinliğin bitiminde, AKP ile CHP’nin aynı düzene hizmet ettiği vurgulanarak düzen partilerine oy vermeme çağrısı yapılan ortak bildiriler dağıtıldı. Cebeci Ekim Gençliği
YTÜ’de yeni dönem çalışmaları... Etkin bir propaganda faaliyeti
Döneme duvar gazetelerimizin etkili biçimde kullanımı ile başladık. ATV-Sabah grevini ve 15 Şubat mitingini, suyun özelleştirilmesi sorununu, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nü duvar gazetemiz ve afişlerimiz aracılığı ile üniversitenin gündemine taşıdık. Seçimlere sınıfın bağımsız devrimci programı ile giren BDSP’nin seçim bildirgesini yaygın bir biçimde kullanarak gençliği seçimler karşısında devrimci bir tutum almaya çağırdık. Tonoz Kafe ve yemekhane önüne masa açarak Ekim Gençliği’nin 114. sayısının üniversitede etkin dağıtımını gerçekleştiriyoruz.
“50/d Asistan kıyımına son!”
50/d kapsamında işlerine son verilecek olan asistanların İstanbul genelinde katılımı ile gerçekleşen eylemlerine üniversitemizin akademik kadrosu ve öğrencileri de destek verdi. Mimarlık Fakültesi önünde toplandıktan sonra sloganlarla kantin önüne oradan da ana kapıya yürüyen eylemciler, kapı önünde gerçekleştirdikleri basın açıklaması ardından Mimarlık Fakültesi önüne geri yürüdüler. Ekim Gençliği olarak asistanların eylemine destek verdik.
Üniversitemizde faşizme ve şovenizme geçit yok! “Tarih ve Medeniyet Kulübü” 27 Şubat günü “Tür-
5
kiye’de Ermeni meselesi” ve “Türkçe’ye yapılan saldırılar” başlıklı bir panel gerçekleştirdi. Panel için YTÜ’ye gelen Yavuz Bülent Bakiler adlı tescilli faşisti ve kulübü teşhir eden “YTÜ’lü devrimci-demokrat-yurtsever öğrenciler” imzalı bir faaliyet örgütledik.
YTÜ’de silah tüccarlarına yer yok!
YTÜ’de 2-3 Mart tarihlerinde “Savunma Sanayi Günleri” adı altında bir sempozyum gerçekleştirildi. Bu sempozyuma Aselsan, Roketsan vb. silah üreticileri katıldı. “Savunma sanayi” adı altında savaş sanayinin propagandasının yapıldığı bu iki günde, “YTÜ Öğrencileri” imzası ile bu sempozyumu teşhir eden bir çalışma yürüttük. Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğimiz açık toplantı sonrasında çalışma iki konu üzerinden şekillendi. Üniversite-sermaye işbirliği çerçevesinde sermaye kuruluşlarının AR-GE adı altında üniversitelerin imkanlarını kullanması ve akademisyenleri, öğrencileri ucuz işgücü potansiyeli olarak değerlendirmesi... Sempozyumun katılımcılarının savaş sanayinde konumlanmış olmalarını ele aldık. Halklara bombalar yağdıran eli kanlı katilleri üniversitemizde istemediğimize vurgu yaptık. Bu iki gün içerisinde film gösterimi, fotoğraf sergisi, duvar gazetesi, bildiri vb. çeşitli araçlarla çalışma sürdürüldü. 3 Mart günü ise panel-forum ve müzik dinletisi düzenlendi. Panelist olarak katılan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Tahsin Yeşildere sürdürdüğümüz çalışmanın ekseninde bir konuşma gerçekleştirdi. Ardından Karadeniz müzikleri yapan bir grup, gitar ve tulum eşliğinde bir dinleti gerçekleştirdi. YTÜ Ekim Gençliği
Ankara’da krize karşı gençlik eylemde!
Ankara’da Ekim Gençliği, ÖEP, Tüm-İGD, Marksist Bakış ve YDG’nin örgütleyicisi olduğu, SGD, EHP Gençliği ve YDGM’nin ise destek verdiği “Kriziniz sizin olsun, gelecek bizimdir!” şiarlı bir gençlik eylemi gerçekleştirildi. İki hafta boyunca Ankara Üniversitesi Cebeci, Tandoğan ve Dil Tarih kampüslerinde, Beytepe ve ODTÜ’de kriz gündemli faaliyetler örgütlenerek, eylem çağrıları yapıldı.
ODTÜ’de krize karşı eylem çağrısı
Bu çerçevede ODTÜ’deki siyasetler ve öğrenciler “Kapitalizm krizde, çözüm sosyalizmde!” şiarıyla bir çalışma başlattılar. 23 Şubat günü bir forum yapılarak daha geniş kesimler çalışmaya katılmaya çalışıldı. 25 Şubat akşamı 2. yurt kantininde sinevizyon gösterimi, müzik dinletisi ve sohbetle beraber bir etkinlik düzenlendi. Etkinliğin çalışması okuldaki tüm yurtların gezilmesi, masalar açılması ve yüzlerce afiş ve bildiriyle yapıldı. 26 Şubat günü saat 12.30’da Hazırlık E binasının önünde “Kapitalizm krizde, çözüm sosyalizmde!” şiarlı pankartla beraber yemekhaneye bir yürüyüş gerçekleştirildi. Hem hazırlıkta hem de yemekhanede basın açıklamaları yapıldı.
Beytepe ve Cebeci’de eylem çağrısı
Beytepe ve Cebeci kampüslerinde yaygın bildiri dağıtımı ve kantin konuşmalarıyla eylemin çağrıları yapıldı. Tandoğan ve Dil Tarih’te ise afişlerle eylem çağrısı yapıldı. 26 Şubat günü Yüksel Caddesi’nde buluşuldu. “Kriziniz sizin olsun, gelecek bizimdir!” şiarlı ortak pankartın arkasında gençlik örgütlerinin kortejler oluşturmasıyla Sakarya Caddesi’ne yüründü. Ekim Gençliği Sakarya Meydanı’na gelindiğinde “Bu çürümüş düzenin tek alternatifi sosyalizmdir! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” şiarlı pankart açtı. Basın açıklamasında, işçi ve emekçileri işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eden sistemin gençliği de diplomalı işsizlik, paralı eğitim gibi saldırılarla karşı karşıya bıraktığı söylendi. Krizin kapitalizmin krizi olduğu vurgulanarak, “Bu krizin gerçek sorumluları egemen sınıflardır ve onların siyasi-ekonomik işlerini yürütmekle yükümlü olan hükümettir” denildi. Eyleme yaklaşık 150 kişi katıldı. Kızıl Bayrak / Ankara
6
İTÜ’de yaşanan saldırılara dair...
İTÜ’de geçtiğimiz dönem yaşanan faşist saldırıların ardından, bir yandan saldırıya uğrayan öğrenciler çeşitli cazalarla cezalandırılırken bir yandan da İTÜ’deki baskılar arttırılarak yeni yasaklar gündeme getirildi. 27 Şubat günü İTÜ Ekim Gençliği, saldırı sonrası sürece, baskılara ve soruşturmalara dair aşağıdaki açıklamayı yaptı: “Ferman rektörün üniversiteler bizimdir!” (...) Afiş asma, masa açma yasağına, İTÜ’de yaşanan faşist saldırıya ve çevik kuvvetin ve polisin üniversite içerisinde bulunmasına karşı İTÜ öğrencileri çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Kültür ve sanat kulüpleri “Şiddete ve baskıya karşı sanat şenliği” adı altında bir haftalık bir etkinlik serisi düzenledi ve bitişinde yemekhane önünden başlayan ve rektörlük önünde biten bir yürüyüş gerçekleştirildi. (...) İTÜ yönetimi aldığı kararlar ile eski İstanbul Üniversitesi yönetimini aratmıyor Afiş ve masa açma yasağından sonra dönemin başlamasıyla birlikte Maçka Kampüsü’ne gittiğimizde, hazırlık öğrencisi olmadığımız gerekçesiyle içeriye alınmadık. Yönetim Hazırlık binasına yemek (11:30-14:00) saatleri dışında başka fakülteden hiçbir öğrenciye almama kararı almıştı. Anlaşılan o ki, eski İÜ Rektörü Mesut Parlak’ın yerini İTÜ Rektörü Muhammed Şahin dolduracak. Soruşturmalar ve cezalar tamamen keyfi ve planlıdır (...) İTÜ yönetimi bizleri eğitimin paralılaştırılması ve piyasalaştırılmasına, kariyerciliğe, rekabetçiliğe karşı olduğumuz için cezalandırıyor. Aynı zamanda kriz bahanesiyle işten atılan işçilerin ve emekçilerin, emperyalizme ve siyonizme karşı Ortadoğu’da ezilen halkların sesini üniversitelerimize taşıdığımız için cezalandırıyor. Bu cezalar bizleri sindirmek, yıldırmak bir yana üniversitemizdeki siyasal faaliyetlerimizi daha güçlü yapmamızı sağlayacaktır. (...) İTÜ Ekim Gençliği
Trakya’da soruşturma protestosu
Trakya Üniversitesi’nde yaşanan soruşturma terörünü protesto etmek amacıyla Trakya Üniversitesi öğrencileri tarafından 20 Şubat günü Ayşe Kadın Yerleşkesi önünde basın açıklaması yapıldı. Açıklamada yaşanılan hukuksuzluk teşhir edildi, 12 Eyül ürünü YÖK zihniyetinin bu ülkede varlığını koruduğu sürece üniversitelerde bu tip saldırıların devam edeceği vurgulandı. Bu baskılara ve saldırılara karşı mücadelenin sürdürüleceği söylendi. Ekim Gençliği, Genç Kurtuluş, Genç-Sen, SGD, DGH, Emek Gençliği, TÜÖD, YÖGEH tarafından örgütlenen basın açıklamasına diğer sendika ve DKÖ’lerden de destek geldi. Eyleme yaklaşık 30 kişi katıldı. Edirne Ekim Gençliği
UÜ öğrencilerinden eylem...
Uludağ Üniversitesi’nde gençlik örgütlerinin oluşturduğu “Krize karşı gençlik platformu” 26 Şubat günü Mediko-Sosyal’de basın açıklaması gerçekleştirdi. “Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Krize Karşı Gençlik Platformu” pankartının açıldığı eylemde okunan basın açıklamasında şunlar söylendi: “Neo-liberal saldırılarla “kamusal” niteliği her geçen gün daha fazla eritilen eğitim alanında kriz bahanesi ile saldırılar hız kazanmıştır. Bununla beraber yaratılan işsizlik ordusu gençlik için geleceksizlikten ve diplomalı işsizlikten başka bir şey değildir.” Açıklamaya yaklaşık 30 kişi katıldı. Bursa Ekim Gençliği
AÜ’de yeni dönem çalışmaları...
Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde yeni dönem çalışmalarına 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’yle ilgili afişler yaparak başladık. Üniversite gençliğini işçi sınıfı davasına kazanmak için bu dönem 8 Mart’ı, düzenin seçim oyunun teşhirine ve 1 Mayıs’a bağlayan bir çalışma örmeyi planlıyoruz. Anadolu Üniversitesi Ekim Gençliği
Genç-Sen çalışmalarından... Ege’de Genç-Sen çalışmaları...
İkinci dönemin başında yapılan meclis toplantısında, temsilciler meclisinde kararlaştırılan “Krizdeyiz yarısını öderiz!” başlıklı merkezi kampanya tartışıldı. Tartışmalar sonucunda, yerelleri kucaklamayan bir merkezi kampanyanın yanlışlığı ve kısırlığı üzerinde fikir birliğine varıldı. Ege Üniversitesi’nde yapılacak olan kriz karşıtı çalışmanın başlığının daha kapsayıcı olması gerektiği ve krizin gençlik içindeki etkisinin diplomalı işsizliği derinleştiren bir kapsama sahip olduğu vurgulandı. Sonuç olarak,“Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Diplomalı işsiz olmayacağız!” genel başlığı altında çalışma yürütülmesi kararlaştırıldı. Forumun Dokuz Eylül Üniversitesi Genç-Sen şubesiyle beraber yapılmasının tartışılması için İzmir Meclisi toplandı. İToplantıda tekrar merkezi kampanyayı tartıştı. Tartışmanın sonucunda kampanyanın kapsayıcı bir başlığı olmadığı, ücretsiz ulaşım, zamların geri çekilmesi gibi istemlerin kapsayıcı bir kampanya içinde işlenebilineceği noktasında fikir birliğine varıldı. Merkezi bir forum yapılması kararlaştırıldı. Ege Üniversitesi / Ekim Gençliği
İzmir’de Genç-Sen çalışmaları sürüyor…
İzmir’de Ege ve Dokuz Eylül Üniversitesi Genç-Sen şubelerinin çalışmaları hızlanarak devam ediyor. 4 Mart günü Ege Üniversitesi’nde hazırlık birimi gazetelerden kesilmiş haberlerle kriz gündemli bir duvar gazetesi hazırladı. Duvar gazetesinin yanına asılan “görüş ve önerileriniz” başlıklı bölümle ve her Çarşamba günü duvar gazetesinin hazırlanacağı duyurusuyla, hazırlık öğrencileri bu faaliyetinin bir parçası yapılmaya çalışılıyor. Mühendislik birimi ise hafta başından itibaren, kriz ve diplomalı işsizlik başlıklı bildirileriyle çalışmalarını başlatacak.
Genç-Sen 5 Mart’ta alanlardaydı
İzmir’de kriz karşıtı bir faaliyet yürüten Genç-Sen, 5 Mart’ta DİSK, KESK, TMMOB’un örgütlediği kriz karşıtı eylemde yaklaşık 60 kişiyle, “Diplomalı işsiz olmayacağız’” pankartının arkasında yerini aldı.
Kriz gündemli ortak çalışma
Dönem planlamasında, Ege Üniversitesi’nde 18 Nisan günü “Kriz ve öğrenci gençlik” başlıklı bir sempozyum yapılması, 21 Nisan günü ise kriz karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirme kararı alındı.
Eylemlere katılım kararı...
Konuşulan konulardan bir diğeri ise yürütme oldu. Yürütmede yeralan bir kişinin artık okul içinde bulunmamasından dolayı görevi geri alındı. Bunun dışında, yürütmede yeralan kişilere, pratik faaliyetlere ve toplantılara düzenli katılmaları, aksi takdirde meclisin bu üyeleri görevden alacağı uyarısı yapıldı. Yanısıra işçi eylemlerine katılım sağlama kararı alındı. Bu kapsamda 11 Mart’ta SGK işçileriyle dayanışma eylemi örgütlenecek. Çiğli Kriz Karşıtı Platform’un 13 Mart’ta Çiğli Organize’de, 15 Mart’ta da Güzeltepe’de gerçekleştireceği eylemlere katılınacak. Bu eylemlerde “Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Diplomalı işsiz olmayacağız!” şiarlı pankart taşınacak. İzmir Ekim Gençliği
Beytepe’de Genç Sen faaliyetlerinden...
Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusü’nde kantinler kapatı-
lıyor, bunun yerine fakültelerimizden uzak ve belli bir öğrenci kesiminin gidebileceği alışveriş merkezleri açılıyor. Genç-Sen olarak, “Kantinlerimizi geri istiyoruz!” şiarlı bir kampanya başlattık. Ticari eğitimin bir yansıması olarak eğitim hizmetlerin paralılaştırılması, özelleştirilmesi, üniversite gençliğinin apolitizmi, yabancılaşması, güvensiz, mutsuz bir yığına dönüşmesi de kampanyamız dahilinde ele alınacak. Bu çerçevede bir bildiri hazırlanmış bulunuyoruz. Hacettepe Ekim Gençliği
UÜ’de Genç-Sen faaliyetinden...
Genç-Sen’in merkezi olarak yürüttüğü kampanyanın hattı 25 Şubat günü gerçekleştirilen genel üye toplantısında ele alındı. Üniversitenin can alıcı sorunlarının başında yaz okulu ücretleri ve bütünleme hakkının geldiği belirlendi. 26 Şubat’ta Mediko-Sosyal önünde kampanyanın startı verildi. “Krizdeyiz! Yaz okulu ücreti ödemiyoruz! Bütünleme hakkımızı kullanmak istiyoruz! Genç Sen” pankartının açıldığı basın açıklamasında, yaz okullarının üniversitenin döner sermayesine girdiği, bütünlemenin bir hak olduğu vurgulandı. Bursa Ekim Gençliği
KTÜ’de Genç-Sen çalışması...
Trabzon Genç-Sen olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü gündemli bir anket çalışması başlattık. Anket sonuçlarına göre, yurtta kalan öğrencilerin geneli kız yurtlarındaki yoğun “güvenlik” önlemlerinden rahatsız. Elinde silahla rahatça dolaşılabilen bir üniversitede yurda parmak iziyle giriş-çıkış yapmanın bir “güvenlik önlemi” değil, üniversite yönetiminin ve eğitim sisteminin kadına nasıl bir rol biçtiğinin kanıtı olduğu dile getirildi. Anket çalışmasının yanı sıra bildirilerle de üniversiteli kadınlar 8 Mart’ta alanlara çağrıldı. Trabzon Ekim Gençliği
7
Genç-Sen 7. Temsilciler Meclisi toplantısı gerçekleşti...
Reformizm ile devrimci çizgi arasındaki ayrım tartışmalara damgasını vurdu
8
Genç-Sen 7. Temsilciler Meclisi 16 Şubat’ta İstanbul’da toplandı. Toplantı gündemleri işten çıkarılan kısmi zamanlı öğrencilerin sürecinin aktarımı, şube aktarımları, belediye bursları üzerinden yapılacak çalışmanın nasıl bir yöntemle ele alınacağı, haber ajansı konusunda bilgilendirme, kriz üzerinden gerçekleştirilecek merkezi kampanyanın tartışılması, Mart gündemleri olarak belirlendi. İlk olarak Genç-Sen’in kısmi zamanlı çalışan öğrenciler üzerinden yürüttüğü çalışma ele alındı. Çeşitli yereller bu konuda yürüttükler çalışmaları aktardılar. Fakat tartışma daha çok “kazanımla” sonuçlanan bu çalışmanın tüm üniversitelerde yaygın bir şekilde duyurulmasına sıkıştı. Öğrenci hareketinin son yıllarda “kazanım” elde eden bir mücadele pratiği sergileyemediği, bundan kaynaklı olarak bu tür kazanımla sonuçlanan eylemliliklerin propaganda konusu edilmesinin gerekli olduğu ifade edildi. Trakya Üniversitesi Temsilcisi’nin yanı sıra toplantıya gözlemci olarak katılan Devrimci GençSenliler tarafından, çalışmanın sadece kazanımla sonuçlanmış bir mücadelenin duyurulması sınırında ele alınmaması gerektiği vurgulandı. “İşten atılan öğrenciler geri alınsın” ve “Maaşlar ödensin” talepleri üzerinden şekillenen çalışmayı bundan sonra da sürdürecek olan yerellerin, çalışmayı daha bütünlüklü olarak yürütmesi gerektiği söylendi. Kısmi zamanlı çalışan öğrencilerin ucuz işgücü olarak görülmesi ve öğrencilerin ticarileşen eğitimin bir sonucu olarak çalışmak durumunda kalmalarının öne çıkarılması gerektiğine değinildi. “Parasız eğitim” talebinin esas alınması gerektiği vurgulandı. Bu gündemin ardından şube aktarımları gerçekleştirildi. Sınırlı sayıda aktarımın gerçekleşmesi, Genç-Sen çalışmasının alanlarda sistematik yürümediğinin göstergesiydi. Aktarımların ardından burs gündemi tartışıldı. MYK bu gündemi, İstanbul’da yürütülen çalışmanın diğer illere de taşınabileceği düşüncesi ile önerdiğini ifade etti. Ardından yaşanan hak gaspının hukuki açıdan bilgilendirmesi yapıldı. Bundan sonra tartışma çalışmanın hukuki boyutunun nasıl ilerlemesi gerektiği üzerinden yürüdü. Çizilen bu tablonun ardından Trakya Üniversitesi Temsilcisi, çalışmanın hukuki ayağının olabileceğini ancak salt buradan yürümemesi gerektiğini belirtti. “Parasız eğitim” talebinin bu çalışma içerisinde mutlaka dillendirilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Bütünlüklü bir çalışmanın bir parçası olarak burslarımızı geri isterken, karşılıksız burs talep edilmesi gerektiğini ifade etti. Bunun üzerine liberal reformist blok, temsilciler meclisinin başından itibaren sergilediği tavrın bir devamı olarak, “kazanım elde edebileceğimiz somut talepler” üzerinden çalışmaların sürdürülmesinin daha yerinde olacağını savundu. Bu tartışma üzerine Devrimci Genç-Senliler ve çeşitli yerellerden temsilciler, “kazanım” elde edebilmek için salt “burslarımızı geri istiyoruz” şeklinde bir formülasyonun burs sorununa dair yürütülen çalışmayı kısırlaştıracağına değindi. Somut talepleri dillendirirken, sorunun kaynağı olan ticarileşen eğitime mutlaka değinilmesi gerekliliği vurgulandı. Divan gündemi sonuçlandırmaya çalışırken, tartışmaları bütünlüğünden kopararak ele almayı tercih etti. “Parasız eğitim” talebini ve burs hakkımızı geri isteyen talepleri birbirinden kopararak, bunlar sanki birbirini karşı karşıya koyan taleplermişcesine ifade edildi. Bunun üzerine Devrimci Genç-Senliler ile çeşitli şube temsilcileri tarafından somut talepleri yadsımanın söz konusu olmadığı ifade edildi. Mücadeleyi “kazanılabilecek talepler” sınırlılığında şekillendirme eğiliminin sağlıksızlığına vurgu yapıldı. Bu tartışmaların ardından divan gündemi, yerellerin özgün çalışmalarının “parasız eğitim” talebi ile birlikte yürütülmesi gerekliliğini ifade ederek sonlandırdı. Bu gündemin tamamlanması ile birlikte bir ara verildi. Aranın ardından, MYK’daki kadın üyeler, “kadın çalışması” üzerine MYK’da yürütülen tartışmaların bir aktarımını yaptılar. Genç-Sen’in bir kadın politikasının olmadığı ve merkezi yapılacak bir kadın meclisi ile buna dair tartışmaların tüketilmesi gerektiği söylendi. MYK’da “kadın çalışması” üzerine çalışan bileşenin bir taslak hazırladığı ve bu taslağın genel mail grubuna atılacağı ifade edildi. Son olarak, 8 Mart’a dair merkezi materyallerin hazırlanması üzerine bir tartışma yürütüldü. Beşinci gündem maddesi olan kriz üzerinden şekillenecek olan merkezi kampanya tartışması ile
toplantıya devam edildi. Bir önceki temsilciler meclisinde merkezi bir kampanya ile krizin işlenmesine ve 19 Şubat’ta tüm illerde yapılacak açıklamalarla 15 Nisan’a kadar sürecek kampanyanın deklare edilmesine karar verilmişti. MYK, bu kampanyaya dair yaptığı tartışmalarda kampanyanın başlığını “Krizdeyiz, yarısını öderiz!” biçiminde belirlediğini ve merkezi materyal örneklerini de bu kapsamda hazırladıklarını ifade etti. Hazırlanan örnekler Temsilciler Meclisi’ne sunuldu. MYK’nın hazırlamış olduğu materyallerin ulaşım sorunu üzerinden şekillenmesi ve sloganın içeriği nedeniyle, böylesi bir kampanyanın uygun olmadığına dair çeşitli yerellerden görüşler belirtildi. Kriz gündeminin yerelin özgün sorunları üzerinden işlenmesi gerektiği ve ancak bu biçimiyle işlenebilirse karşılık üretebileceği vurgulandı. İfade edilen diğer nokta ise “yarısını öderiz” talebinin yetersiz olduğuydu. Şubeler kendi yerel çalışma aktarımlarını yaparak bu tartışmayı güçlendirdi. Birçok yerel ulaşım sorunu üzerinden sürdürdükleri çalışmaları “ücretsiz ulaşım istiyoruz” talebiyle şekillendirdiklerini belirtti. Tüm bu tartışmalara rağmen, zaten bu kararın bir önceki Temsilciler Meclisi’nde alınmış olduğuna değinildi ve yapılan tartışmalar boşa düşürüldü. Merkezi materyallerin “Krizdeyiz, yarısını öderiz!” üst başlığı ile ulaşım, barınma ve yemekhane sorunu gibi üç talep üzerinden formüle edilebileceği söylendi. Bunun üzerine çeşitli yereller tarafından bu başlığın yetersiz olduğu vurgulandı. Devrimci Genç-Senliler’in yaptığı ısrarlı tartışmalarda “Krizin faturasını ödemeyeceğiz!” gibi kapsamlı bir üst başlığın yerellerin özgünlükleri üzerinden çalışmaların daha sağlıklı yürütülebilmesine olanak sağlayacağının altı çizildi. Çeşitli yerellerin de desteklediği bu tartışmaya rağmen genel eğilim, “Krizdeyiz, yarısını öderiz!” başlığı altında kampanyanın yürütülmesi gerekliliği üzerinden şekillendi. Kampanya başlangıç tarihine ilişkin olarak 19 Şubat’a gerekli hazırlıkların yapılamayacağı belirtildi ve bu tarih 25 Şubat olarak değiştirildi. Bu tartışmanın ardından Mart gündemlerinin nasıl ele alınması gerekliliğine dair kısa bir tartışma yapıldı. Bunların salt takvim gündemleri olarak algılanmayıp güncel sorunlarla beraber işlenebilmesi ve illerde gerçekleştirilecek ortak çalışmalara Genç-Sen’in de katılması gerekliliği üzerine fikir birliğine varıldı. Ekim Gençliği / İstanbul
Devrimci Genç-Senliler:
“Krizin faturası kapitalistlere!”
Genç-Sen içerisindeki liberal-reformist blok tarafından bürokratik bir tarzda tepeden yerellere dayatılmak istenen ve reformist bakış açısının yansıması olan “Krizdeyiz! Yarısını öderiz” kampanyası çerçevesinde Devrimci Genç-Senliler olarak alanlarda sözümüzü söylüyoruz. Söz konusu kampanya, son Temsilciler Meclisi toplantısı ile İstanbul’da gerçekleşen İl Koordinasyon Kurulu toplantısında tartışmalara yol açmıştı. Bir dizi yerelin kampanyanın şiarına ve içeriğine yönelik eleştirileri, liberal-reformist blok tarafından, “Bu Temsilciler Meclisi’nde alınmış bir karar, değiştirme şansımız yok” sözleriyle yanıtlanmıştı. Bir dizi öznenin bu durumu dönüp şubelerinde tartışmaları gerekliliğini ifade etmeleri de, “Böyle yaparsak Genç-Sen olduğu yerde kalır, hareket edemez” sözleriyle geçiştirilmişti. Genç-Sen’e hakim kılınmaya çalışılan bu liberal politik anlayış bürokratik ve dayatmacı tavırlarla birlikte karşımıza çıkıyor. Örneğin, ulaşım sorunu ekseninde YTÜ’de geçen dönem yapılan çalışmanın sürdürülmesi ve “ücretsiz ulaşım istiyoruz” talebinin tekrar yükseltilmesi gerektiğine yönelik yapılan vurgu da yine dayatmacı yöntemle geçiştirilmeye çalışıldı. Ortaya çıkan her yönüyle sorunlu bu tabloya, Devrimci Genç-Senliler olarak gerekli müdahaleleri yapıyoruz ve yapacağız. Bu konudaki anlayışımız yeterince açık ve net: “Bürokrasi ile mücadele, masa başında bu bürokratlarla tartışıp onları ikna etmeye çalışarak gerçekleştirilemez. Bürokrasinin etkisizleştirilmesinin yolu, kitlelerin mücadeleye kazanılması, bu sayede bürokratik mekanizmaların parçalanmasından geçmektedir.” Genç-Sen’in söz konusu kampanya çerçevesinde basın açıklamaları gerçekleştirdiği YTÜ ve MSGSÜ’de, Devrimci Genç-Senliler olarak sözümüzü etkin bir biçimde söyledik. Devrimci Genç-Senliler imzasıyla soruna ilişkin olarak hazırladığımız bildiri ve duvar gazetelerini YTÜ ve MSGSÜ içerisinde yaygın bir biçimde kullandık. Yanı sıra “Krizin faturası kapitalistlere! Ulaşım zammı geri çekilsin! Ücretsiz, nitelikli ulaşım istiyoruz!” şiarlı pankartlarımızı da alanlarda kullandık. Devrimci Genç-Senliler olarak, bu sorunlu tabloya karşın sözümüzü söylemeye devam edeceğiz. Alanlarda hem konu dahilinde ortaya konulması gereken doğru politik hattı bürokratik mekanizmalara takılmadan hayata geçireceğiz, hem de Genç-Sen içerisindeki bu sorunlu algının etkin bir teşhirini gerçekleştireceğiz. Devrimci Genç-Senliler
9
Devrimci Genç-Senliler’in bildiri metni…
Genç-Sen krizin faturasını ödemeyi reddetmelidir!
Bugün bizler krizin derinleştirdiği sorunlarla baş başa bırakılmaktayız. Buna karşın hiçbir biçimde kapitalizmin krizinin sonuçlarına katlanmak zorunda değiliz. Hiçbir biçimde kapitalistlerin daha fazla kar edebilmeleri için hakkımız olandan daha azıyla ya da yalnızca bize uygun görülenle yetinmek zorunda değiliz. Bugün Genç-Sen krizin faturasını ödemeyeceğimizi haykırabilmelidir. “Krizin faturasını krizi yaratanlar, kapitalistler ödeyecek” genel başlığı ve bütünlüğü içerisinde bir dizi alanda karşılaşılan sorunlara müdahale edebilmelidir. Yerellerimizdeki sorunlardan doğru taleplerimizi dile getirirken de Genç-Sen bu perspektifle yola çıkmalıdır. Bizler temel haklarımızı kullanabilmek adına az ya da çok bir şeyler ödemek zorunluluğuyla-ön kabulüyle hareket etmemeliyiz. Ancak bu hiçbir biçimde zamların geri çekilmesi istemeyi ya da bir dizi temel hak ekseninde indirim talebinde bulunmayı bütünüyle yadsımak anlamına gelmemektedir. Bizler eğitim hayatımız boyunca temel haklarımız olması gereken ulaşım, barınma, sosyal-kültürel etkinlikler vb. konularda çalışma yürütürken, bunlara yapılan zamların geri çekilmesi, bu alanlarda öğrencilere indirim uygulanması gibi talepler ekseninde de mücadele edebilmeli fakat bütünlüklü bir biçimde bu talepleri ücretsiz ve nitelikli olmaları noktaları ile birlikte ele alarak değerlendirmeliyiz. Genç-Sen hiçbir kısmi talebi kendi içinde mutlaklaştırmamalı, faaliyetini bu güdük bakış açısının sınırları içerisine sokma eğilimi göstermemelidir. Genç-Sen kriz koşullarında, krizin sonuçlarını öğrenciler adına hafifletmeyi değil, krizin faturasını ödemeyeceğini, krizin faturasını kapitalistlere ödeteceğini temel yaklaşım noktası olarak ortaya koymalıdır.
Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Zamlar geri çekilsin! Ücretsiz ve nitelikli ulaşım istiyoruz! Birçok yerelde olduğu gibi YTÜ öğrencisi için de ulaşım sorunu ticarileşen eğitimin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Yönetim tarafından öncelikle ücretsiz olan ulaşım hakkı öğrencilerin elinden alınmıştır. Öğrenciler bu “hizmeti” artık ücret karşılığında alabilirken, dönemsel olarak yapılan zamlar bu sorunu ağırlaştırmaktadır. Öğrenci gençlik içerisinde var olmaya çalışan Genç-Sen bu sürece müdahale ederken, özellikle de kriz gibi başlığı gündemleştirirken, öncelikle krizin derinleştirdiği ticarileşen eğitim saldırılarını kesin bir biçimde reddetmeldir. Bu noktada öğrencilerin mevcut taleplerine hakim olabilmelidir. Bütünlüklü
10
olarak krizin faturasını ödemeyeceğimizi belirtirken, yapılan zammın geri çekilmesini talep etmeli ve bunlarla iç içe geçecek bir biçimde ücretsiz, nitelikli ulaşım için mücadele edebilmelidir. Şu çok açıktır ki, Genç-Sen’in merkezi bir biçimde ifade ettiği her türlü söyleminin alanlarda var olabilmesinin yolu yerellerin özgün çalışma biçimlerini oluşturabilmesinden geçmektedir. Bugün bürokratik biçimde yürüyen, tek başına merkezi bir biçimde dayatılan hiçbir faaliyetin hayatta karşılık bulabilmesi mümkün değildir. Ortaya koyulan bu sıkıntılı tablo Genç-Sen’in tamamına değil, Genç-Sen içerisindeki bu bürokratik ve liberal algıya aittir. GençSen’in geneline hakim kılınmak istenen bu sorunlu tabloya karşın Devrimci Genç-Senliler ortaya koyulan bu politik hat ekseninde mücadelelerini yürütmeye devam edeceklerdir.
Temel taleplerimiz için mücadeleye! Sorunlarımız ve istemlerimiz bir bütündür. Kriz bir kez daha açık bir biçimde göstermiştir ki, sorunları tekrar tekrar üreten, derinleştiren kapitalist sistemin kendisidir. Bu noktada bu sorunların kesin ve kalıcı çözümünün bu düzenin sınırları içerisinde gerçekleşmesi mümkün değildir. Bizler Devrimci Genç-Senliler olarak bu gerçekliğe sıkı sıkı bağlanarak, bugünden temel taleplerimiz uğruna dişe diş bir mücadele vereceğiz. Eğitimden sağlığa, beslenmeden ulaşıma tüm temel ihtiyaç alanlarında zamlar geri çekilsin! Her düzeyde parasız eğitim ve sağlık hakkı istiyoruz! Ücretsiz ulaşım, beslenme, barınma hakkı istiyoruz! Sosyal-kültürel etkinliklerden ücretsiz yararlanmak istiyoruz! Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Krizin faturası kapitalistlere! Devrimci Genç-Senliler
Üniversitelerde emperyalizmin silah tedarikçilerine yer yok!
Bugün birçok üniversitede düzenlenen, sermaye kuruluşlarının çağrıldığı etkinlikler artık kanıksanmış durumunda. Dahası bunlar öğrenciler tarafından olumlanabiliyor da. Birçok okulda öğrenci kulüpleri aracılığı ile “Kariyer günleri” vb. etkinlikler düzenlenebiliyor. “Kariyer günlerinleri” kapsamında hayat bulan etkinliklerde, şirketlerin ihtiyaç duyduğu çalışan profili ortaya konuluyor. Yanı sıra, üniversite ile sermaye arasındaki ilişkilerin nasıl ele alınıp nasıl geliştirilmesi gerektiği üzerinden tartışmalar yürütülüyor. Bu etkinliklerin bir diğeri ise, yine aynı amaçla ve “savunma sanayi” adı altında yapılan etkinliklerdir. ODTÜ örneği uzun bir zamandır biliniyor. Fakat özellikle son dönemlerde YTÜ, İTÜ gibi üniversitelerle de ilişkiler kuruluyor, buralarda gerçekleştirilen etkinlikler ile ODTÜ örneği yaygınlaştırılmak isteniyor.
Kapitalist toplumda üniversiteler Üniversiteleri toplumsal sistemden, sınıf ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz. Kapitalizmde üniversiteler hiçbir zaman özgürlük içinde, toplumsal fayda için bilim üreten kurumlar olmadı, olamaz da. Üniversiteler egemen sınıf olan burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak üzerinden şekillenir. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte ise bu olgu yepyeni bir boyut kazanmış bulunuyor. Bir bütün olarak eğitim sistemi sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütleniyor, üniversiteler açıkça sermayenin arka bahçesi haline getiriliyor. Yani, “Neo-liberal dönüşüm süreci öncesinde bilgi üretilmesi ve bu bilginin yaygınlaştırılması rolü üzerinden tanımlanan üniversite, yeni tanımla birlikte artık üretim süreçlerine doğrudan katılıyor. Bu katılım üniversite ile sermayenin işbirliği olarak ortaya çıkıyor. Üniversitenin bilgi üretimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda örgütleniyor.” (Kızılbayrak, 7 Eylül 2007, Sayı:35) Bir avuç asalağın ihtiyaçlarını gözeten bu yaklaşım, 1990’da TÜBİTAK tarafından gerçekleştirilen 1. Bilim-Teknoloji Şurası’nda tüm açıklığıyla ortaya konuldu: “Üniversitelerde gerçekleştirilen araştırmaların %90’ını oluşturan ve lisansüstü eğitimin bir parçası olarak yapılan çalışmalar, salt akademik derece amacına bağlı olmaktan çıkarılmalı ve büyük ölçüde sanayi işbirliğinin ihtiyaçlarına yöneltilmelidir.” Elbette üniversite-sanayi işbirliği yadsınamaz, ama bir avuç asalağın değil toplumun çıkarlarını temel alan bir sistemin varlığı koşullarında... Kapitalizmde ise “toplumsal fayda” yerine sermayenin ihtiyaçları önplana çıkar, “bilimsel üretim”in sınırları sermayenin çıkarları tarafından çizilir. Yani Koçlar’ın, Sabancılar’ın kar edebilecekleri alanlarda “teknolojik gelişme” yeterlidir, toplumun ihtiyaçlarına yanıt verse de “karlı” görünmeyen bilimsel araştırmalar için kaynak sağlanmaz. Dahası bu bölümler kapatılır!
Kariyer günleri, Ar-Ge faaliyetleri, teknoparklar… Tekrar başa dönecek olursak… Son yılların popüler etkinlikleri olan “kariyer günleri”nin, “üniversite-sanayi işbirliği”ni
güçlendirmeye dönük sempozyumların bu kadar sık yapılmasının, büyük sermaye kuruluşlarının temsilcilerinin üniversitelere kadar teşrif etmelerinin nedeni açıktır: Ucuz işgücü ve köleler yaratmak, üniversitelerin imkanlarından yararlanmak. Burjuvazi rekabet gücünü arttırabilmek için Ar-Ge çalışmalarını üretim sürecine eklemiştir. Fakat Ar-Ge’nin riskli bir yatırım alanı olması, araştırmaların uzun sürmesi, sonuç alınabilme garantisinin olmaması, pahalı bir yatırım olması, gerekli teknik donanımların sağlanması vb. bir dizi neden burjuvaziyi, üniversitelerin kaynaklarından faydalanmaya yöneltmiştir. Burada çalışan akademisyen ve öğrenciler, nitelikli ve ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır.
Üniversitelerde silah tüccarlarına yer yok! “Üniversite-sermaye işbirliği” yukarıda işaret ettiğimiz çerçevede de kalmamaktadır. Bu sözde “bilim yuvaları”nda, “savunma sanayi” adı altında savaş sanayine dönük çalışmalar yapılmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem, krizinin derinleşmesine bağlı olarak savaş ve saldırganlık politikalarını tırmandırmakta, dünyanın dört bir yanında gerici savaşlarda binlerce insan yaşamını yitirmektedir. Böylece savaş sanayii karlı bir yatırım alanı haline gelmektedir. “Savunma sanayi” adı altında geliştirilen/üretilen silahların nasıl kullanıldığı kimse için bir sır değildir. İsrail “savunma sanayisi”ni Filistinlileri katletmek için geliştiriyor. Amerika “savunma sanayı”sini Irak’a, Afganistan’a, Ortadoğu ülkelerine “demokrasi götürmek” için büyütüyor. Türkiye “savunma sanayi”sine, kardeş Kürt halkını imha etmek için büyük kaynaklar ayırıyor. “Savunma sanayisi” kardeş halkları birbirine kırdırmak, silah tekellerinin karlarına kar katmak için geliştiriliyor. ODTÜ örneği ortadadır. Teknokent bünyesinde bulunan firmalar 2002 yılında ABD ve AB ülkelerine toplam 2 milyon dolarlık yazılım ve teknoloji ihraç etmişlerdir. Filistin’e bombalar yağdıran İsrail helikopterleri ODTÜ’lü akademisyenlerin, öğrencilerin ellerinden çıkmıştır. 2-3 Mart’ta YTÜ’de gerçekleşen “Savunma sanayii günleri”nde öğrencilerin mühendislik bilgilerinden faydalanmak isteyenler ASELSAN’dır, Roketsan’dır, Savrotik’tir. Bizlerin mühendislik bilgileri ile üretikleri silahları TSK’ya, ABD’ye, AB ülkelerine satanlar, emperyalist-siyonist çıkarlar uğruna katledilenlerin kanlarını ellerinde taşımaktadırlar. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da süre giden emperyalist savaşlarda bizim de payımız olsun istiyorlar. Üniversitelere kadar giren eli kanlı katiller halklara ölüm saçarken, bizi de bu suça ortak etmeye çalışıyorlar. Bu suç ortaklığını reddetmeli, bu silah tedarikçileri başta olmak üzere sermayenin üniversitelerde yeri olmadığını yüksek sesle haykırmalıyız. Sermaye defol, üniversiteler bizimdir! Savaşa değil, eğitime bütçe! Üniversitelerde emperyalizmin silah tedarikçilerinin yeri oktur!
11
İşsizler kuyruğunun yeni sakinleri:
Araştırma görevlileri
Kapitalizm sömürü, açlık, yoksulluk, savaş ve yıkım demektir. Bu sistem koşullarında insanlığın bir geleceği bulunmamaktadır. Son olarak içerisinde debelendiği kriz bunun bir kez daha göstergesi olmuştur. Sistemdeki çürüme ve kokuşma eğitim alanında da kendini göstermekte, sömürü vantuzlarını bu alanda da geleceğimize yöneltmektedir. İlkokul sıralarından üniversite hayatına dek “görmeyen, işitmeyen, duymayan” tek tipleştirilmiş insanlar yetiştiren ve bu yetiştirme süreci boyunca da eğitimi bir rant alanı olarak değerlendirip ticarileştiren kapitalist sistem, gençliğe bir gelecek vaat edemeyeceğini döne döne kanıtlamaktadır. Ticarileşen eğitimin faturasını ödeyemeyenlerin katıldığı işsizler kuyruğuna, neo-liberal politikaların çeşitli yansımalarından kaynaklı olarak üniversite mezunlar da katılmaktadırlar. İşsizler kuyruğunun yeni sakinleri ise araştırma görevlileridir. Araştırma görevlisi olmak isteyenleri bekleyen birçok süreç vardır. Mezun olduktan sonra lisansüstü eğitim almak için ÖSYM’nin yaptığı ALES’te belli bir başarı göstermek, ÜDS, KPDS vb. sınavlardan alınan puanlarla dil yeterliliğini kanıtlamak gerekmektedir. Ayrıca başvurulan bölümün yapacağı mülakatta da başarılı olunması gerekmektedir. Yüksek lisans öğrenimi sırasında veya sonrasında doktora öğrenimi sürdürülürken, öğrenimin sürdürüldüğü bölümün belli sayıda araştırma görevlisine ihtiyacı olursa, bu kadrolar için sınav açılır. Bu sınavdan da başarılı olanlar kadroya atanarak araştırma görevlisi olarak görev yapmaya başlarlar. Bu zorlu süreci atlatanlar üniversiteler tarafından Yükseköğretim Kanunu çerçevesinde iki şekilde istihdam edilmektedirler. Bu yöntemlerden birincisi (33/a maddesine) göre, araştırma görevlileri rektörün onayı ile bu kadrolar üç yıllığına atanmaktadır. İkincisinde ise, araştırma görevlileri, burslu öğrenci statüsüne indirgenerek bir yıllığına görevlendirilmektedir. Bugüne kadar pek çok üniversite 50/d kadrosundaki araştırma görevlilerini, doktoraları bittiğinde 33. maddeye geçirerek istihdam ediyordu. Fakat YÖK’ün 31 Temmuz 2008’de çıkardığı “Öğretim Üyesi Dışındaki Öğretim Elemanı Kadrolarına Naklen veya Açıktan Yapılacak Atamalarda Uygulanacak Merkezi Sınav ile Giriş Sınavlarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile öğretim elemanı kadrolarına yapılan tüm atamalar için Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitime Giriş Sınavı (ALES), Kamu Personeli Dil Sınavı (KPDS) veya Üniversitelerarası Kurul Yabancı Dil Sınavı (ÜDS) şartı getirildi.
12
Ayrıca YÖK Yürütme Kurulu’nun 26 Kasım 2008 tarihli kararıyla da, 50/d’ye göre istihdam edilenlerin 33. maddeye göre kadroya geçirilmemesi istendi. 33/a ve 50/d maddelerine daha yakından bakalım. 2547 sayılı kanunun 33. maddesinin a bendi araştırma görevliliğini şu şekilde tanımlamaktadır: “Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır. Bunlar ilgili anabilim veya ana sanat dalı başkanlarının önerisi, Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı ile araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süre ile atanırlar; atanma süresi sonunda görevleri kendiliğinden sona erer. Bunlar aynı usulle yeniden atanabilirler.” 2547 sayılı kanunun 50/d maddesi ise şöyledir: “Lisansüstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.” 33/a maddesiyle bir araştırma görevlisi en çok üç yıl süreyle atanabilecek ve bu sürenin sonunda görevi kendiliğinden sona erecektir. Böylece araştırma görevlilerininin geleceği belirsizleşmektedir. Bir diğer maddede ise, “üç yıl” yerini “bir yıl”a, “atanırlar” ifadesi de yerini “atanabilirler”e bırakmaktadır. Bu da araştırma görevlilerini belirsiz bir geleceğe sürüklemektedir. Süreç bununla da bitmemektedir. Araştırma görevliliği statüsü lisansüstü öğrenim görülmesine bağlı olduğundan, bir araştırma görevlisi doktorasını bitirdiği anda araştırma görevliliği de bitmiş olmakta, yani işsiz kalmaktadır. Bu uygulamayla birlikte işsizler kuyruğuna araştırma görevlileri de eklenmek istenmektedir. Söz konusu uygulama iş güvencesini ortadan kaldırmakta, araştırma görevlilerini diplomalı işsizlikle karşı karşıya getirmektedir. Yazımızın başında da vurguladığımız gibi, kapitalist sistem gençliğe hiçbir gelecek vaat etmemektedir, edememektedir. Sömürü ve talan üzerine kurulu bu sistemde bir geleceğimiz bulunmamaktadır. Bu ve benzeri saldırılara karşı örgütlenmeli, geleceğimizin sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olan sosyalizmde olduğunu unutmadan mücadeleyi büyütmeliyiz.
TUS’a hazırlanan doktor saatlerce ders çalıştı, yaşamını yitirdi...
Sorumlusu kapitalist eğitim sistemidir!
Soğuk bir Eylül akşamı aniden fenalaştı genç doktor Merve. Bırakalım havanın soğukluğunu, salonda oturan misafirlerden bile haberi olmuyordu günlerdir, hatta aylardır. Bir amacı vardı çünkü, cerrah olmak istiyordu. TUS’a girecek, “rakiplerini” sollayacak ve ipi göğüsleyecekti. 10 Eylül sabahı yaşama gözlerini yumdu genç doktor Merve. Ertesi gün burjuva basında otopsi raporu yayımlandı: “Uzun süre hareketsiz kaldığından dolayı bacaklarında oluşan kan pıhtısı akciğerine ulaşmış ve ölüm gerçekleşmiştir.” Sonunda burjuva basının çok bilmiş köşe yazarlarının tam dişine göre bir konu düşmüştü. Bütün Türkiye haberdardı artık Merve’nin ders çalışırken öldüğünden. “Ölmemek için ne yapmak, nasıl ders çalışmak” gerektiğini açıklamak gerekiyordu bütün topluma, yoksa bu bilinçsizlikle daha çok genç ölecekti! Hemen kaleme sarılıp “uzman”larla röportajlara başladılar. Nitekim Merve bilinçsiz, nasıl ders çalışacağını bilmeyen, bu yüzden 11 saat masa başında oturan, kendi ölümünü kendi elleriyle hazırlayan cahilin biriydi onlar için. Öneriler sıralandı hemen alt alta: “Günlük olarak dersler takip edildiği sürece sınav zamanları 1-2 saat ders çalışmak yeterlidir.” “Kimi öğrenci gece kimi öğrenci gündüz vakti verimli ders çalışır, önemli olan çok değil verimli ders çalışmaktır.”“Önemli olan çok ders çalışmak değil, günlük belli bir süre tekrar yapmaktır.” Merve’nin hatası tam da bu olmuştur, ders çalışma işini fazla abartmıştır… Bunlar ilkokuldan beri alışkın olduğu sözlerdir, çünkü ölüm üreten bir sistemde yaşıyoruz. Kişileri sorgulayıp onları yargılamaktan öteye geçmeyen bir anlayışla sorunları “çözmeye” çalışan bu kalemşörlerin sorumluluk anlayışlarını biz, fabrikalarda iş kazalarında onlarca işçi yaşamını yitirirken, güvenlik önlemlerini neredeyse hiç almayan patronları değil, yaşamını yitiren işçilerin “güvenli şekilde çalışmayı bilmiyorlar” demagojileriyle suçlamalarından tanıyoruz. Merve’nin ve henüz beden olarak ölmemiş olsa bile kişilikleri teslim alınan/alınmaya çalışılan milyonlarca insanın katili, bu insanları birbirleriyle hatta çoğu durumda sıra arkadaşlarıyla yarışmak zorunda bırakan eğitim sisteminin ta kendisidir. İlkokuldan itibaren eğitim sürecinin her aşamasında hayatlarının hemen bütün dönemleri sınavlara ve rekabete endekslenmiş insanlar! ÖSS, DGS, ALES, KPSS, TUS.. Milyonlarca insanın birbiriyle yarışır hale getirildiği, hatta ilkokuldaki yazılı yoklamada bile çocukların birbirinden not sakladığı bir eğitim sistemi…Ve bu sistemde dersane, özel dersler ve ders adına bütün harcamalar, rakiplerine fark atmanın bir aracı olarak karşımıza çıkarılmaktadır. Bireysel kurtuluşun, harcadığı çaba ve eğitimi için akıttığı parayla doğru orantılı bir şekilde gerçekleşeceğine inandırılan milyonlarca insan Merve’nin kaderini paylaşıyor, odalarına kapanıp sabahlara kadar ders çalışıyor. Belki birçok insan kalemşörlerin önerdiği metodlarla da ders çalışıyor, fakat milyonlarca “rakibi” olduğunu bilerek, parasını dökerek “yarışa” uygun yollardan hazırlanıyor. Eğitimi işçi ve emekçi çocuklarının ancak rüyalarını süsleyen bir hayale dönüştüren, sabahlara kadar çalışılıp hazırlanılan bir yarışta “ ipi göğüsleyenlerin” karşısına daha başka birçok engel çıkaran ve yeni yarışlar başlatan sistemin kendisine yönelmeyen her sorgulama, ufku kapitalist sistemin köklerine yönelmeyen her mücadele biçimi, dolaysız olarak rekabeti ve yarışmayı kabul etmek, en doğal hakkımız olan eğitimi sermayeye terk etmek anlamına gelir. Sorunun tek çözüm yolu, herkesin dilediği alanda ve parasız eğitim aldığı, kimseyle yarışmak zorunda kalmadığı, eğitimin kapitalistlerin cebini dolduran bir kâr alanı olmaktan çıktığı ve bunun toplum tarafından güvenceye alındığı sosyalist bir dünyayı kurmaktan geçiyor. Bu gerçeği döne döne anlatmak, taleplerimiz etrafında gençlik kitlelerini mücadeleye kazanmak bugünün acil görevlerdendir.
13
“Sarı Gelin” belgeseli üzerine…
Kapitalizmde eğitim ırkçılık ve şovenizmüzerinden şekillenir
“Sarı gelin… İşte bu coğrafyanın ortak öyküsü. Sarı gelin, sevgiliye yakılan ağıttır, murattır, özlemdir. Sarı gelin, yeşertilmeye çalışılan kan davasına isyandır. Sarı gelin, kardeşçe yaşama arzusunun en güzel ifadesidir. Sarı gelin, barışa, kardeşliğe ve dostluğa davettir.” İşte bu cümlelerle başlıyor, “Sarı Gelin, Ermeni sorunununn iç yüzü” başlıklı sözde “belgesel”. “Kardeşlik” ve “dostluk”tan söz eden cümlelerle başlayan bir “belgesel”in tam da bu kelimeleri yerden yere vururcasına düşmanlık ve ırkçılık yayması ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Ancak konunun üzerindeki tozları üflediğimizde, karşımıza bu kokuşmuş sistem çıkmaktadır. Bu sistemin hakkıyla kazanmış olduğu “iki yüzlülük” sıfatının bu “belgesel”in her karesine bulaştığını görmekteyiz. Öncelikle, “tarafsız” olarak hazırlandığı iddia edilen ve birçok ulustan “bilim adamı” ve tanığın konuşmalarını içeren belgesele bakmak gerekiyor. “Belgesel”, 11 Ağustos 1982’de Artin Penik isimli bir Ermeni’nin, Ermeni örgütü ASALA’yı protesto etmek amacıyla Taksim meydanında kendisini yaktığı olayın anlatılmasıyla başlıyor. Ardında ASALA örgütünü lanetleyen bir mektup bırakan Penik’in eylemi övülüyor, buradan bağlantı kurularak, ASALA örgütüne ve diğer örgütlere mensup Ermenilerin faaliyetlerine ve bu faaliyetlerde öldürülen Türklere genişçe yer veriliyor. Bu sahnelerde, şiddet ve kan görüntüleri arkasında, içleri burkan bir sesle “masum Türkler” anlatılıyor. İlerleyen bölümlerde Osmanlı hükümetinin Ermenilere ayrıcalıklar verdiği ve Ermenilerin Osmanlı topraklarında huzur içinde yaşadıkları vurgulanıyor. Tüm bunlara rağmen “nankör” Ermenilerin Osmanlı’nın topraklarında bir Ermeni devleti kurmak için isyan ettikleri, hatta zamanın padişahının Ermeni ileri gelenleriyle bir toplantı yapıp onları bu niyetlerinden vazgeçirmeye çalıştığı dile getiriliyor. Yani, “Osmanlı elinden geleni yaptı ancak Ermeniler isyan etti ve önlerine çıkan Türkleri öldürdü” ana fikri işleniyor. Ermeni katiamını yalanlamak için ortaya atılan “kanıtlar” da oldukça ilginç! Bunlardan biri şöyle: “Soykırım olabilmesi için tüm Ermenilerin öldürülmesi gerekirdi. Hâlbuki hepsi ölmedi! Bir kısmı iskân ettirildi. Soy-
14
kırım yapılmak istenseydi onlar da öldürülürdü!” “Belgesel”de hem Türkler hem de Ermeniler konuşturuluyor. Örneğin, Ermeniler tarafından öldürülen bir diplomatın eşi Ermenilere kin beslemediğini anlattıktan sonra, bir Ermeni’nin röportajı geliyor bu sefer ekrana. “Kardeşimi öldüreni mahkemeye vermem, gider öldürürüm” cümlelerinin ardından yapılan yorumda, Türklerin hoşgörüsü ve kardeşliği övülürken, Ermeniler düşman olarak gösteriliyor. Bunların yanı sıra, bir Ermeninin konuşması üzerinden Kürt halkına yönelik düşmanlığın taşlarının döşenmesi de ihmal edilmiyor. Ermeni tanık, büyüklerinin Türkler hakkında iyi şeyler anlattığını ancak Kürtlerin kötü olduğunu söylediğini, Kürtlerin Türklerin eşyalarını çaldıklarını, Türkleri öldürdüklerini dillendiriyor. Kısaca Ermenileri öldürenler Türkler değil de Kürtlerdi deniliyor. Bu örnekleri “belgesel”in yaydığı ırkçılığı bir nebze olsun ortaya koymak için veriyoruz. 6 bölümden oluşan “belgesel” buna benzer örneklerle dolu. “İyi Türk”, “kötü Ermeni” diye bir şey yoktur. “Tek ulus” anlayışına dayalı ideoloji ve bu anlayışın gerektirdiği katliamlar vardır. Bu “belgesel”le, katliamlarla, inkar ve imhayla var olan Türk devletinin aklanması amaçlanmaktadır. Bunun için bir yandan tarihi gerçekler çarpıtılmakta, diğer yandan halklar arasına düşmalık tohumları ekilmektedir. Böylece Türk devleti bir taşla iki kuş vurmaya çalışmaktadır. Amaçlanan, soykırımı yalanlayarak bu yükten kurtulma çabasıyla beraber genç beyinleri resmi ideoloji ile zehirlemektir. Bu belgeselin amacına en iyi hizmet edeceği alan da elbette eğitim alanıdır. Her sistem kendi ideolojisini eğitim üzerinden yayar. Sosyalist toplumda da bu böyle olacaktır. Ancak altı kalınca çizilmesi gereken bir fark vardır; kapitalist sistem sömürünün, açlığın, yoksulluğun, savaşların ve yıkımların üzerine kurulu bir sistemdir. Ve bu kokuşmuş sistem kendi varlığını sürdürebilmek için, sorgulama gücünden yoksun yoz ve bencil insanlar yetiştirmek ister. Sosyalizm ise sömürüsüz, sınıfsız bir toplumun inşası üzerinden kendini var eder; kolektif yaşamı, bilimsel düşünceyi özümsemiş, dolayısıyla sorgulama gücüne sahip insanlar yetiştirmek ister. Bu belgeselin okullarda gösterilmesiyle yapılmak istenen, ırkçılığın ve şovenizmin genç beyinlere empoze edilmesidir. Öğrencilerin bilgiye aç beyinlerine, bilimin apaydınlık alanları değil de düşmanlığın dipsiz karanlık kuyusu yerleştiriliyor. Bu sadece bu belgesel üzerinden yapılmıyor elbette. Mesela, doğum olayını anlatan, Harun Yahya’nın Kuran’dan sureler eşliğinde hazırlanmış bir “belgesel”i, hem de evrim teorisine yönelik hakaretler içeren bir “belgesel”, biyoloji öğretmeninin gözetiminde izlettirilebiliyor. Kapitalist sistemdeki çürüme ve kokuşmaya paralel olarak, eğitim-öğretim alanları bilimin iyiden iyiye uzağına düşmekte, bağnaz düşünce yuvaları haline getirilmektedir. “Sarı Gelin” belgeseli bunun son örneğidir yalnızca. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, konuya ilişkin açıklamasında, bu belgeselin okullara gönderilmesinin sebebinin öğrencilere gösterilmesi değil, tarih öğretmenlerinin hizmet içi eğitimine yönelik olduğunu ifade etti. Öğrencilere bizzat göstermeyip öğretmen aracılığıyla bunu yapmaya çalışmaları elbette kimseyi aklamıyor. Yalnızca gülünç bir duruma düşürüyor. Sonuç olarak, bu topraklarda Ermenilere yönelik kitlesel bir katiam gerçekleştirilmiştir. Yıllardır Kürt halkının imha ve inkâr politikalarına tabi tutulmasının gerisinde de aynı resmi ideoloji vardır. Biz genç komünistlere düşen, “halkların kardeşliği” şiarına güçlü bir biçimde sahip çıkmak, halkların gerçek anlamda eşit ve kardeşçe yaşayacağı sosyalizm mücadelesini yükseltmektir.
b n v r d
e n m m b
i a n r g m t e b
ğ z e P r k
Kapitalizmin tarihinin en ağır krizlerinden biri yaşanıyor. Sadece sol ve muhalif unsurların değil bizzat burjuva ideologlarının da belirttiği gibi, ‘70’lerin ortasından itibaren sorunları biriken sistem sonunda iflas etmiş bulunuyor. Türkiye’de ise krize ilişkin “teğet mi değil mi” tartışmaları yaşanırken, son veriler başbakanın sayılardan çok anlamadığını gösteriyor. Krizin teğet geçmediğini, son birkaç ayın resmi verilerine göre sayısı yarım milyonu aşan işten atılmalar kanıtlarken, kriz tüm emekçi katmanları derinden etkilemiş bulunuyor. Başbakanın yanısıra, işi matematik, fizik veya kimya olanların da bunları öğrenmek adına verdikleri emeğe rağmen hayata dair hiçbir şey bilmediklerini kriz ortaya döktü. “Beyaz yakalılar” olarak tanımlanan yüksek öğrenim mezunu nitelikli işgücünü oluşturan geniş bir kesim, yıllarca dost bildiği kapitalizmin “ihanetine” uğradı. İşsiz kalan bu beyaz yakalıların içinde bankacılardan üretimi planlayan mühendislere kadar birçok meslek grubundan insan var. Sistemin ayrıntılarına hakim bu geniş kesim, bugün çok iyi tanıdığı kapitalizmden yediği tokadı yorumlamaktan bile aciz durumda. Beyaz yakalıların sandığının aksine, onların hiç de sistemin vazgeçilmez unsurları olmadığı, hatta ilk vazgeçilecekler olduğu krizle beraber ortaya çıktı. Artan üniversite sayısına paralel olarak her yıl iş aramaya çıkan mezunların artışı, nitelikli işgücünün değerini düşürüyor. Buna ek olarak, yıllarca aşılanan umutlarla ve firmaların özel eğitim programlarıyla sisteme gönüllü muhafız olan bu modern kölelerin, değil sistemi yargılamak sermayeyi her platformda savunma dürtüleri kapitalizmin elini güçlendiriyor. Öyle ki, işten atılan her beyaz yakalı elinde CV’si kapı kapı dolaşıyor, bilgisayar başında maillerini kontrol ederek, tıpkı sistemin ona öğrettiği gibi, krizden sadece kendini sıyırmanın umudunu taşıyor. Ancak krizin özellikle üretim sektörüne ağır darbeler vurmaya başlamasıyla, geçmişin belki de en ayrıcalıklı beyaz yakalıları olan ücretli mühendis, mimar ve şehir plancıları krizin etkilerini sarsıcı bir şekilde hissetmeye başladılar. Mühendisler, üretim sürecinde doğrudan rol alıyor olmalarından kaynaklı kapitalizmin her türlü değişiminden ilk elden etkilenen meslek gruplarından birisini oluşturmaktadır. Kapitalizmin değişen tarzına sürekli uyum sağlamak hatta onu geliştirmekle yükümlü mühendisler bu krizden de fazlasıyla etkilendiler. Elbette mühendislik bir meslek grubu olarak homojen bir sınıfsal bileşeni temsil etmiyor. Patron mühendisler ile ücretli mühendislerin krizden etkilenme biçimleri aynı değil. Patron mühendislerin durumu burjuva ideologlarına yeterince dert olurken ve onları kurtarmak için türlü yollar denenirken, kriz ücretli mühendislere hiçbir ayrıcalık tanımıyor. Hatta örgütsüzlükleri nedeniyle kriz karşısında
15
Son kriz ile birlikte, uzun zamandır salt aydın kimliği üzerinden tartışılan mühendis, mimar ve plancılar artık sınıfsal kimlikleri ile de tartışılıyor. Kapitalizmin köpek gözlerinin hayatı, kırmızı, yeşil, beyaz veya mavi değil, siyah ve beyaz olarak iki renk, yani iki karşıt sınıf olarak gördüğü krizle açıkça görülmüş oldu.
16
çok daha savunmasız durumdalar. Kriz yüzünden mühendislerin ne kadarının işten çıkarıldığını bilmek mümkün değil, ancak sadece Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin çok sınırlı bir kesime hitap eden çalışmasının sonuçlarına göre, Ocak ayının ilk iki haftasında 70 mühendisin işine son verilmiş. MMO bu verilere, oda bünyesinde kurulan Hukuk ve İşsiz Mühendis birimlerine yapılan başvurular üzerinden ulaşmış. Hukuk birimi yeni kurulan bir birim ve üyeler arasında çok bilinmiyor. Dolayısıyla gerçek rakam bunun kat kat üstündedir. Yine de bu rakam krizin etkisini gözler önüne sermektedir. Bu noktada karşılaşan tek saldırı işten çıkarmalar da değildir. Ücret düşürülmesi, ikramiyelerin kaldırılması, maaş zamlarının durdurulması, zorunlu mesai, maaş ödemelerinin ya yapılmaması ya da parça parça keyfi olarak ödenmesi, mühendislerin son dönemde sıkça yaşadığı sorunlardır. Örneğin Koç Holding bu yıl için beyaz yakalılara zam yapmayacağını duyurdu. Buna rağmen Koç Holding çalışanları, krizde işsiz kalmamayı nimet sayıyor olduklarından buna karşı en ufak itirazda bile bulunamadılar. İşten çıkartmalarla yaşanan işgücü kaybı ise diğer elemanların sırtına yüklenmekte, ücretsiz fazla mesailer ile açık kapatılmaya çalışılmaktadır. Örneğin Vestel, geçen yılın sonunda, üretimde kısıtlamaya gitmeden bin personeli işten çıkarmıştır. Vestel’de işten atmalarda önce yeniler, stajyerlikten kadroya alınanlar ve mühendisler tercih edildi. Aynı işi daha az kişinin üstüne yükleyen Vestel’de de, tıpkı Koç’ta olduğu gibi, bu keyfi uygulama yanıtsız kaldı. “Beyaz yakalı” yine kapitalizm sevdasıyla, hem onurunu hem de emeğini savunamamış oldu. Küçük ve orta ölçekli işletmelerde durum daha da vahimdir. Buralarda özellikle yeni mezun mühendisler çok düşük ücretlere ve kimi zaman sigortasız çalışmaktadır. Bu tarz işletmelerde mühendisler iş hayatlarının daha başında deyim yerindeyse “terbiye” edilirler. Kriz vesilesiyle kapitalizmin çok kolay gözden çıkarttığı küçük işletmelerde fatura hızlı bir şekilde çalışanlara kesilir. Bu saldırılardan en çok yeni mezun genç ve deneyimsiz mühendisler nasibini almaktadır. Genç mühendislerin çoğu sigortasız ve düşük ücretlerle çalıştırılırken, kendi mesleki formasyonlarının dışında işler yapmaya zorlanmakta, ilk sıkıntıda da kapının önüne konulmaktadır. Mimarlar ve şehir plancıları için krizin etkisini değerlendirebilecek herhangi bir veriye rastlamak mümkün değil. Zira çoğunluğu küçük ofislerde veya serbest çalışıyor. Ancak Dünya Mimarlar Topluluğu Başkanı Süha Özkan, krizden en çok etkilenenlerin her zaman mimarlar olduğunu, bu dönemde mimarların projeleri “kısık ateşte yavaş yavaş pişireceğini” söyleyerek, bu alanda da yaşananları özetliyor. Ücretli mimarlar için de mühendisler için ifade edilen tüm sorunların geçerli olduğunu söylemek mümkün. Mühendislerde olduğu gibi krizden en çok etkilenen de, meslekte en çok ezilen de genç mimar ve plancılar olmaktadır. Daralan inşaat sektörü ve daha projelendirme aşamasında rafa kaldırılan inşaatlar, bu alanda da büyük bir kıyıma neden olmaktadır. Emlak sektöründeki durgunluğun faturası da mimarlara ve plancılara kesilmektedir. Gelinen noktanın yakıcılığı, yıllardır bu tür işlerden uzak durmaya çalışan Mimarlar Odası’nı da bu konuda çalışma yürütmek zorunda bıraktı. Mimarlar Odası bu kapsamda bir kurultay örgütlemek için hazırlanıyor. Mühendis, mimar ve plancılar işveren karşısında çaresizlik ortak paydasında buluşuyorlar. Kriz vesilesiyle ortaya serilen gerçek, her ne kadar toplumun en aydın tabakası olarak nitelendirilse de, bu kesimin bir bilinç kararması yaşaması oldu. Bir dizi direniş ve grevde kırıcılık misyonunu üstlenen teknik kadro (sadece mühendisler değil tüm teknik elemanlar), işin ucu kendilerine değince, o çokça korudukları patronun kimseye “ayrıcalık” yapmadığını hayatın içinde öğrenmek durumunda kaldılar. Gerek hukuksal planda gerekse de fiili mücadele araçlarını kullanmak konusundaki yeteneksizlik ve bilinçsizlikleri, işçi sınıfının bir hayli uzağında olduklarını ortaya koydu. Bugüne kadar işçi sınıfının mücadelesini engellemeye çalışan beyaz yakalılar, bugün kendi haklarını aramak zorunda kalarak kapitalizm gerçekliğini yeniden öğreniyorlar. Son kriz ile birlikte, uzun zamandır salt aydın kimliği üzerinden tartışılan mühendis, mimar ve plancılar artık sınıfsal kimlikleri ile de tartışılıyor. Kapitalizmin köpek gözlerinin hayatı, kırmızı, yeşil, beyaz veya mavi değil, siyah ve beyaz olarak iki renk, yani iki karşıt sınıf olarak gördüğü krizle açıkça görülmüş oldu. TMMOB şahsında temsil edilen, muhalif bir kimlikle yıllardır Türkiye’nin toplumsal mücadelesinin bir parçası olan mühendis, mimar ve plancılar, gelinen yerde belki de ilk kez, siyasal mücadelelerini kendi ekonomik talepleri ile birleştirmek zorunluluğu ile karşı karşıyalar. Son Plaza eylemlerinde, eksik ve yetersiz de olsa, ilk olma anlamında önemli bir adım atan beyaz yakalı çalışanlar, özellikle TMMOB bünyesinde “sendika” tartışmasını yeniden yapmaya başladılar. Hemen her TMMOB birimi yerel veya merkezi olarak bu sorunu paneller veya söyleşiler vesilesiyle bir şekilde tartışıyor. Henüz sendikal mücadele ve bunun pratik planda örgütlenebilmesinin nesnel olanakları üzerinden net bir yaklaşım oluşmamış olsa da, politikanın gerçeklerine en uygun düşünce, mühendis, mimar ve plancıların kendi işkollarında örgütlenmesi ve bu noktada tüm teknik elemanların (tekniker, teknisyen, mühendis, mimar vb.) bir bütün kabul edilmesi olarak görünüyor. Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları
“Ekim Gençliği’ne cevap” adı altında saldırı! Ekim Gençliği’nin 114. sayısında AÜ’de yemekhane direnişi sürecine ilişkin bir değerlendirme yazısı yayınlamıştır. Bu yazıda Marksist Bakış’a yöneltilen bazı eleştiriler, bu çevre tarafından eleştiri boyutunu aşan bir saldırganlıkla yanıtlanmıştır. Marksist Bakış’ın internet sitesinde yayınlanan “Ekim Gençliği’ne Cevap” başlıklı yazıda yer alan iddiaları kısaca da olsa yanıtlamanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Tanığımız yemekhane işçileridir! Yazının ilk paragrafında, “Marksist Bakış yoldaşlarının rektörlükle gizli görüşmeler yaptığı iddia edilmiştir” denilmektedir. Marksist Bakış’ın işçilerle beraber rektörlükle ve rektörlük gözetiminde ihaleyi alan yeni şirket (Tam Sofra) yöneticileriyle, 9-16 Kasım tarihleri arasında, bu süreçte yer alan diğer bileşenlerin haberi olmadan görüştüğü herkes tarafından bilinmektedir. Üstelik bu görüşmelerde Ankara Üniversitesi Meclisi’nin kararlarını yansıtmayan taleplerde bulunulmuş ve bu görüşmeler sürecin gidişatını etkileyecek sonuçlar doğurmuştur. Bu konuda hiçbir siyasal yapıya haber verilmemiş ve sonrasında da hiçbir bilgilendirme yapılmamıştır. Ekim Gençliği’ne “yalancı” demek, yemekhane işçilerine “sizler de yalancısınız” demektir. Zira bu görüşmenin tanığı, orada bulunan işçilerdir. Buna rağmen bizi yalancılıkla suçlamayı sürdüreceklerse, olayın tanığı işçilerle birlikte görüşme yapmaya hazırız.
Dar grupçuluk üzerine İkinci nokta “dar grupçuluk” meselesidir. Bizim değerlendirme yazımızda işaret ettiğimiz “dar grupçu” anlayış, Marksist Bakış’ın metninde belirttiği gibi, işçilerle özel ilişkiler kurulup eğitim çalışması vb. yapılması değil, direnişin gidişatını etkileyen ve ortak mücadele tavrını hiçe sayan tavırlar sergilenmesidir. Örneğin, bir sabah Marksist Bakış’çılar ellerinde çoğaltılmış bildirilerle gelip, “arkadaşlar, işçiler boykot kararı almıştır” diyerek, ortak bir süreç başlatma girişiminde bulunmuşlardır. Oysa ortak bir sürecin örgütlenmesi, ortak bir tartışma ve karar sürecini gerektirir. İkinci örnek: Boykotun ilk günlerinde siyasetler bir araya gelip, yemekhane sürecine ilişkin bir toplantı çağrısı yapmışlar ve toplantıya “gelmeyen” Marksist Bakış’ı beklemişlerdir. Daha sonra tesadüfen yemekhaneye gidildiğinde, bu çevrenin işçilerle baş başa toplantı yaptıkları görülmüştür. Dolayısıyla, “dar grupçuluk”la neyin kastedildiği yeterince açıktır.
“Ekim Gençliği’nin pasif tutumu”! Yazıda, Ekim Gençliği’nin süreç içerisinde pasif kaldığı söylenmektedir. Bu çevre daha önce “AÜ Yemekhane İşçilerinin Mücadele Dersleri: Devrimci Sınıf Tavrı ve Uzlaşmacılık” başlıklı uzun bir değerlendirme yazısı kaleme almıştır. Bu yazıda bize yönelik tek bir eleştiri yoktur. Bizim yaptığımız eleştirilerden sonra, birdenbire bizim “pasif tutum” aldığımızı hatırlamışlardır!
Benmerkezci “her şeyi biz yaptık” zihniyeti! Yazıda, neden DGH ve TKP’yi değil de yalnızca Marksist Bakış’ı eleştirdiğimiz sorulmaktadır. Bizim birçok eleştirimiz sürece katılan tüm siyasetleri kapsamaktadır. Marksist Bakış özelindeki eleştiriler ise, bu çevrenin süreçte daha ön planda olması ve bunun süreci kötü yönde etkilemesi nedeniyledir. Yazının devamında,“İşçilerin işgal ile kalmayıp bizzat kendilerinin üretime geçmelerini sağlayacak önerilerin de sadece bizden çıktığını anımsamak güç olmasa gerek” deniliyor ve soruluyor: “Peki, Ekim Gençliği biz bunları yaparken ne yapıyordu...” Hafızası zayıf olduğu anlaşılan bu çevreye hatırlatalım. İşgalin tartışıldığı siyasetler toplantısında “işçilerin üretime geçmesi” önerisi Ekim Gençliği tarafından yapılmış ve bu çevre tarafından da desteklenmiştir. Biz hiçbir zaman bu öneriyi kimin yaptığını tartışmadık. Böyle bir tartışma, küçük-burjuva zihniyetin bir yansımasıdır. “Ekim Gençliği ne yaptı?” sorusuna gelince… Elbette Ekim Gençliği’nin de süreç içerisinde eksiklikleri/yetersizlikleri olmuştur, ki değerlendirme yazımızda bunlar açıkça ortaya konulmuştur. Fakat biz, günü değil geleceği kazanma perspektifi ile hareket ettik, bu çerçevede bir müdahalede bulunmaya çalıştık. Ne ölçüde sonuç yarattığı ayrı bir tartışma, fakat tüm süreç boyunca ısrarlı ve sürekli bir müdahale çabası içinde
17
olduk. Kaleme aldığımız yazılarda ve değerlendirme metninde bunun kapsamı yeterli açıklıkta vardır.
Ortak tutum sürecin bütününde alınmalıdır! Son olarak, dayanışma gecesinde Mahsun Turan’ın yapacağı konuşmaya ilişkin olarak yaptıkları toplantı çağrısına “ilgisiz” kaldığımız iddiasına değinelim. Bu konudaki çağrılara yanıt veren tek devrimci yapı Ekim Gençliği olmuştur. Sonrasında bu konuda ortak tutum almadığımız doğrudur. Fakat bunun nedeni, sürece ilişkin bütünlüklü bir değerlendirme yapmanın daha sağlıklı olacağını düşünmemizden dolayıdır. Mahsun Turan’ın yapacağı konuşma üzerinden ortaklaşabilmek, diğer siyasal çevrelerle yemekhane sürecinin değerlendirmesinde ortaklaşabilmeyi gerektiriyordu. Bu konuda ortak bir tutum, ancak sürece dair devrimci bir tutum ortaklığına gidebildiğimiz ölçüde mümkündü. Bu da ancak devrimcilerle beraber alınacak bir tutum olabilirdi. Bu tutumumuzu bu çevreye ifade etmemize karşın, konuyu “geçiştirdiğimizi” iddia etmelerini anlamak mümkün değildir. Bizim “devrimci dürüstlük ve samimiyetten” uzaklaştığımızı iddia eden bu çevre, dayanaksız iddiaları ile kendi samimiyetini tartışmalı hale getirmiştir. Bu yazıyı kaleme alma amacımız bu çevreyle bir polemik yürütmek değil, Ekim Gençliği’ne yönelik iddiaların temelsizliğini ortaya koymaktadır. Söylediklerimizin tümünün arkasındayız. Cebeci Ekim Gençliği
Bu düzenin gençliğe verebileceği hiçbir gelecek yoktur...
Krizin faturası kapitalistlere!
18
Büyük bir kriz içerisinde debelenen kapitalizm, bu süreci atlatabilmek için her fırsatı değerlendirmekte ve saldırılarını gün geçtikçe arttırmaktadır. Kapitalistler kriz bahanesiyle işçileri işten çıkarmakta, ağır çalışma koşullarını dayatmakta, onları açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmektedirler. Kapitalist düzenin krizi gençliği bugün daha fazla geleceksizlik saldırısıyla yüzyüze bırakmaktadır. Her alanda ticarileşen eğitim ve sermayenin neo-liberal saldırıları gençliğe diplomalı işsizliği ve geleceksizliği dayatmaktadır. Bugün karşı karşıya kaldığımız sözleşmeli öğretmenlik, yetkin mühendislik, stajyer avukatlık gibi uygulamalar bunlardan sadece birkaçıdır. Sistem bizleri mezuniyet sonrasında da bir dizi sınava tabi tutmaktadır. Sınavlarla ve çeşitli uygulamalarla sahte umutlar vaat edilmekte ve gençlik bir yarış atı misali yarıştırılarak bencilliğe mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Örneğin, 7 Şubat tarihinde bir internet sitesinde yayınlanan haberde gençlere şöyle bir “fırsat” sunulmaktadır: “Kriz ortasında yaratıcı gençlere fırsat! Dünya Bankası, küresel krizden gençler için önemli bir fırsat yarattı; ‘Yaratıcı kalkınma fikirleri’ adlı bir yarışma düzenledi. 15-24 yaş arasındaki gençler, kalkınma için geliştirdikleri fikirleriyle yarışmaya katılabilecek.” Ülkede milyonlarca işsiz bulunurken, bu projeden sadece 50 kişi yararlanabilecektir. İşte düzen kendini böyle sahte umutlar yayarak var etmeye çalışmakta, gençlik bu sömürü sisteminin bir parçası haline getirilmek istenmektedir. Bugün birçok arkadaşımızın sınav stresiyle psikolojisi bozulmaktadır. Mezun olduktan sonra iş bulamadıkları için intihara sürüklenenler ya da okul masraflarını karşılayabilmek için fuhuş bataklığına itilenler... Sadece bunlar bile, çürümüş ve artık gelecek vaadedemeyen bir düzende yaşadığımızın göstergesidir. Bu düzenin biz gençliğe sahte umutlardan başka verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Bu krizi yaratan kapitalistler kendi çıkmazlarını gizlemek için yeni yalanlarla bizleri uyutmaya, bilincimizi teslim almaya çalışmaktadırlar. Kapitalist düzen, her geçen gün biraz daha ağırlaşan bu sorunları çözme yeteneğinden yoksundur. Geleceği kucaklayacak olan gençlik, kendisine dayatılan geleceksizliğin, diplomalı işsizliğin, krizin faturasını ödemeyecektir. Çünkü bu krizi biz yaratmadık, faturasını da biz ödemeyeceğiz. Biz geleceğimiz için, eşit, özgür ve sosyalist bir dünyayı mücadele ederek kendi ellerimizle yaratacağız. Geleceği için mücadele eden Yunanistan gençliği de, fabrika önlerinde direnişlerini sürdüren işçiler de bizlere mücadelenin tek yol olduğunu göstermektedirler.
Beş yıllık bir aradan sonra yerel seçimler gündemde.. AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden SHP’sine ya da DP, SP ve İP’ine kadar tüm düzen partileri yüzsüzce işçilerden, emekçilerden ve onların çocukları olan biz üniversite gen-
çliğinden oy istiyorlar. Onyıllardır yaptıkları gibi, her türden yalan, aldatmaca ve hileye başvurmaktan geri durmuyorlar. Her seçim döneminde “Sorunlarınızı çözeceğiz!”, “Ucuz ve kaliteli bir hizmet sunacağız!” vb. söylemler kullanıp, seçimlerden sonra ise sorunlarımızı çözmek bir yana daha da katmerleştiriyorlar. En temel ihtiyaçlarımız başta olmak üzere tüm hizmetlere zamlar yapılıyor, tüm temel haklarımız gaspediliyor. 29 Mart seçimlerinden sonra da ne ulaşım ne de barınma sorunu çözülecektir. Mücadele yükseltilmediği koşullarda, çürük düzen işlemeye devam edecektir. Her yerel ve genel seçimlerde gençlik düzen partileri için büyük bir oy potansiyeli olarak görülmektedir. Bu yüzden ulaşım, barınma ve burs gibi temel ihtiyaçların karşılanacağı vaatlerinde bulunulmaktadır. Bunların hepsi aldatmacadır. Düzenin asıl amacı gençliğin ticarileştirilen eğitime, sağlıksız barınma ve ulaşım koşullarına olan tepkisini sandığa çekmek, herhangi bir gerici burjuva partiye yedeklemektir. Onyılların deneyimi gösteriyor ki, hiçbir düzen partisi bu sorunları çözmez, çözemez. Tersine, kentlerde en temel hizmetlerin paralılaştırılmasının aracılığını yaparlar, kendilerine yakın şirketlere ya da sermaye gruplarına rant sağlarlar. Ucuz ya da ücretsiz ulaşım, temiz bir çevre, sağlıklı bir barınma ancak bu talepler uğruna verilecek militan ve kitlesel bir mücadeleyle, bu düzeni hedefleyen bir mücadele programıyla elde edilebilir.
Gericilikten gericilik beğenmeyeceğiz! 29 Mart yerel seçimleri sermaye devletinin yaşadığı rejim krizini de etkilemektedir. Yerel seçimler bu krizi daha da şiddetlendirecektir. AKP yerel seçimlerden başarıyla çıktığı takdirde, kazandığı birçok mevziiyi
daha da güçlendirecektir. AKP oyları önemli bir düşüş yaşar ve sözde “laik” kesim oylarını arttırırsa, muhalefet daha da sertleşecek, hükümet erken genel seçime zorlanabilecektir. Tüm bunlar yaşanırken, düzenin bütün kesimleri gençliğin bilincini bulandırmaya ve onu kendi gerici hesaplarına yedeklemeye çalışacaklardır. Gençlik bu süreçte “Gericilikten gericilik beğenmeyeceğiz!” demeli ve yüzünü gerçek özgürlük ve kurtuluşun yolunu açacak olan devrime ve sosyalizm mücadelesine çevirmelidir.
Kürt ulusal sorunu ve yerel seçimler Düzen partileri aralarındaki tüm dalaşmalara rağmen, düzenin çıkarları gerektirdiğinde birçok konuda ortak hareket etmektedirler. Bunların başında Kürt ulusal sorunu gelmektedir. Tüm düzen partileri Kürdistan üzerinden gerici hesaplar yapmaktadırlar. Türk burjuvazisi Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesini her yol ve yöntemle teslim almak istemektedir. Bir taraftan beyaz eşya, kömür ve erzak dağıtılırken, öte yandan TRT Şeş “açılımı” yapılmaktadır. Tüm bunlar düzenin aldatmaca politikalarının parçalarıdır. Her seçimde olduğu gibi bu kez de seçmen listeleri yok edilecek, her türlü sahtekarlığa başvurulacaktır. Gençlik kardeş Kürt halkının yanında yer almalı, elleri kana bulanmış tüm düzen partilerinden ve düzenin kendisinden hesap sormalıdır.
Kapitalizmin krizine karşı devrimci mücadeleyi yükseltelim! İşsizlik ve geleceksizlik gençliğin en önemli gündemleri durumundadır. Düzen gençliğe ucuz işgücü olmak ya da işsiz olmak dışında hiçbir alternatif sunmamaktadır. Eğitim masraflarını karşılamak için çalışmak zorunda olan gençlik kesimleri daha şimdiden işsizlik gerçeğiyle yüzyüze kalmaktadır. Gençliğin büyük bir bölümü mezun olduktan sonra ya işsiz olacaktır ya da iş güvencesiz, düşük ücretli ve sigortasız olarak sömürü çarkında yerini alacaktır. Çünkü sermaye sınıfı krizin faturasını işçilere, emekçilere ve gençliğe ödetmeye çalışmaktadır. Gençlik kriz içerisinde debelenen kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadır. Seçimler kapitalizmin bekası için ihtiyaç duyulan bir oyun olarak sahnelenmektedir. Önümüzdeki seçimler de bir oyundan ibarettir. Sermaye düzeni, tüm işçilerin ve emekçilerin biriken öfkesi gibi gençliğin öfkesini de sandıkta sönümlendirmeye çalışacaktır. Gençlik düzenin seçim oyununu bozmalı, geleceği ve özgürlüğü için tek seçenek olan mücadeleyi seçmelidir. Tümüyle çürümüş ve kokuşmuş olan bu düzen alaşağı edilmelidir. Çünkü insanca bir yaşam ve özgür bir gelecek ancak sosyalizmle mümkündür. Tüm gençliği, 29 Mart yerel seçimlerine sınıfın bağımsız devrimci programıyla katılan, kapitalist düzen gerçekliğini ortaya seren BDSP’nin bağımsız sosyalist adaylarını desteklemeye çağırıyoruz. Tüm gençliği, düzenin seçim oyununa karşı, her anlamda gerçek kurtuluşun adı olan devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeye çağırıyoruz! Ekim Gençliği
19
Çürümüş düzenin kokuşmuş partilerinden birine oy
vererek yerel yöneticilerimizi seçmemizi istiyorlar. 4-5 yılda bir tekrarlanan ve adına “parlamenter demokrasi” denen bu oyuna göre, biz oy vereceğiz,
onlar da bizi yönetecekler ve sorunlarımızı çözecekler! Oysa dinci gericisinden laik gericisine kadar tüm sermaye partileri, onların rantçı, rüşvetçi adayları çözümün değil, sorunun bir parçasıdırlar! Onlar bu
sömürü düzeninin efendilerinin hizmetindedirler. Sorunlarımızı çözmeye değil, sermaye sınıfının
Temel ha
Çözüm devri Sermaye uşaklarından hesap soralım!
Gündemde yeni yerel seçimler var. Düzenin efendileri bir kez daha biz emekçileri sandığa çağırıyorlar. Çürümüş düzenin kokuşmuş partileçıkarlarına uygun planları uygurinden birine oy vererek yerel yöneticilerimizi seçmemizi istiyorlar. 4-5 yılda bir tekrarlanan ve adına “parlamenter demokrasi” denen bu oyuna lamaya, bu arada kendileri için göre, biz oy vereceğiz, onlar da bizi yönetecekler ve sorunlarımızı çözecekler! Oysa dinci gericisinden laik gericisine kadar tüm sermaye partileri, onlaçalıp çırpmaya talip oluyorlar. rın rantçı, rüşvetçi adayları çözümün değil, sorunun bir parçasıdırlar! Onlar bu Bizden de bunun için destek sömürü düzeninin efendilerinin hizmetindedirler. Sorunlarımızı çözmeye değil, sermaye sınıfının çıkarlarına uygun planları uygulamaya, bu arada kendileri için ve oy istiyorlar. çalıp çırpmaya talip oluyorlar. Bizden de bunun için destek ve oy istiyorlar. Adı ister AKP, ister CHP, ister MHP, SP, DSP ya da DP olsun, bu burjuva-geAdı ister AKP, ister CHP, rici siyaset bezirganlarının programı birbirinin aynıdır. Ölçüsüz vaatleri ise yalana ister MHP, SP, DSP ya da ve aldatmacaya dayalıdır. Gerçekte hepsi sermaye uşağıdır. Hepsi emperyalizmin, İMF’nin ve sermaye kodamanlarının hizmetindedir. Hepsi emek düşmanıdır. Hepsi DP olsun, bu burjuva-gerant, hırsızlık ve soygun peşindedir. Hepsi rüşvet ve yolsuzluk bataklığında yüzmektedir. Hepsi bu düzenin çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun bir parçasıdır. rici siyaset bezirganlarıOnlara oy vermek, bu sömürü ve soygun düzeninin sürmesi demektir. Sefaletimizin artması, emeğimizin ve ülkemizin kaynaklarının yerli ve yabancı sermaye tarafından talan nın programı edilmesi demektir. birbirinin aynıdır. ÖlOnlara inanmaya, çözümü onlardan beklemeye devam mı edeceğiz? Böylece tüm sorunlarımızın kaynağı olan bu kokuşmuş kapitalist düzenin sürüp gitmesine seyirci mi kalacağız? çüsüz vaatleri ise Yoksa çıkar ve istemlerimizi koparıp almak için örgütlü mücadele yolunu mu tutacağız? Temel sorunlarımızın gerçek ve kalıcı çözümü için kendi devrimci iktidarımızı ve sosyalizmi yalana ve aldatmakurmak üzere soluklu bir kavgaya mı girişeceğiz? caya dayalıdır. Bizi bekleyen gerçek seçim işte budur!
Kentler kapitalist yıkımın, sömürünün ve sefaletin aynasıdır!
20
Kapitalizmin kentleri onun aynasıdır. En temel altyapı hizmetlerinden yoksun olarak hızla büyüyen yerleşim birimleri, zamanla kendileriyle birlikte sorunları da büyütürler. Sonuçta temel hizmetlerin yerine getirilmediği, çevrenin hesapsızca yağmalanıp tahrip edildiği, semtler ve bölgeler arasında korkunç bir sosyal eşitsizlik ve dengesizliğin yaşandığı, milyonlarca insanın yaşam güvencesinden yoksun bir hayat sürdüğü bugünkü kentler çıkar ortaya. Kapitalist düzende bu her zaman böyledir. Çünkü bu düzende, temel insani ihtiyaçlar ile insan ve çevre sağlığı değil, fakat kapitalist kâr yasası esastır. Çünkü bu düzende, asalak sermaye sınıfının vurgun üstüne vurgun vurup zenginliğine zenginlik katmasıdır önemli olan. Bugünün Türkiye’sinde de durum budur: Sağlıklı bir kentleşme planı olan, altyapısı tamamlanmış bir tek kent yoktur. Ulaşım, yol ve trafik sorunu çözülmüş bir tek kent bulmak mümkün değildir. Sağlıklı içme suyuna sahip kent sayısı/nüfus oranı alabildiğine düşüktür. Katı ve sıvı atıklar için arıtma tesisleri ya hiç yoktur, ya da çok yetersizdir. Kirli atıklar ırmaklara, denizlere ve yaşam alanlarındaki boş arazilere bırakılmaktadır. En büyük kentler deprem fay hattı üzerinde kuruludur ve buna karşı hiçbir özel önlem alınmamaktadır.
BDSP’nin Yerel Seçim Bildirgesi...
Düzenin seçim oyununu bozalım! ak ve özgürlükler için mücadeleyi yükseltelim!
imde, kurtuluş sosyalizmde! Bu ülkede milyonlarca emekçi yaşanılır, sağlıklı konuttan yoksundur. Resmi rakamlara göre, kentlerdeki nüfusunun yüzde 3040’ı gecekondularda yaşamaktadır. Kırsal kesimlerdeki derme çatma konutlarla birlikte bu oran yüzde 60-70’lere ulaşmaktadır. Büyük kentlerde yaşayan halkın yaklaşık yüzde 70’inin temel sorunu yoksulluk ve yoksunluktur. İşsizlik ve sefalet sürekli olarak büyümektedir. İşte sermaye sınıfının ve temsilcilerinin “halka hizmet” adına onlarca yıl içinde yarattıkları kentler tablosu budur. Bir avuç asalağın içinde birer cennet kurup sefa sürdükleri kentler, işçiler ve emekçiler için gerçek birer sefalet yuvasıdır. Milyonlarca insanımız konut adına sağlıksız gecekondularda, hiçbir hizmetin ulaşmadığı varoşlarda yaşıyor. Yaşadığımız semtlerde kışın çamur deryasına dönen yollar bir parmak kar yağdığında kapanıyor, sık sık kesilen sular akmaz oluyor, zaten sınırlı olan otobüs seferleri de iptal ediliyor. Sırf tekeller kâr etsin diye, elde edilmesi son derece kolay olan içilebilir sudan yoksun bırakılıyoruz. Zengin doğal enerji kaynaklarına sahip bir ülke olmamıza rağmen, elektriğe, ısınmaya ve ulaşıma fahiş fiyatlar ödüyoruz. Kreşi, çocuk yuvası, sağlık ocağı, parkı, sineması, tiyatrosu vb. bir yana, yeterli okulu, kanalizasyonu, yolu olan semtlerin sayısı bile sınırlıdır. Çöplüklerin yığılı olduğu semtlerde her türlü salgın hastalık kol gezmektedir vb. Düzenin egemenleri bu sorunları çözmek bir yana, halihazırda verdikleri sınırlı hizmetleri bile paralı hale getiriyorlar. “Ucuz ve kaliteli hizmet sağlamak” vb. yalanlar eşliğinde, belediye hizmetlerini de özelleştirmiş bulunuyorlar. Ödediğimiz vergilerle yerine getirilmesi zorunlu temel hizmetler bile ücretli hale getiriliyor. Artık belediyeler birer şirket, biz ise müşteriyiz.
Sermaye diktatörlüğü yıkılmadan emekçilerin sorunları çözülemez! Tüm bu sorunları sorun olmaktan çıkaracak yeterli zenginlik ve kaynak bu ülkede elbette var. Fakat milyonlarca emekçinin uzun onyılları bulan emeği ile yaratılan bu zenginlikler sermayenin elinde ve tekelindedir. Sorunun çözümü, bu tekelin kırılmasındadır. Tüm bu zenginliklerin ve kaynakların halka maledilmesinde,
halkın hizmetine sunulmasındadır. İnsanca, sağlıklı ve dengeli bir kent yaşamı da ancak bununla mümkündür. Birikmiş zenginlikler ve kaynaklar üzerinde sermaye sınıfının büyük mülkiyet tekeli sürdüğü sürece, sorunlarımız çözülmek bir yana daha da büyüyecektir. Zira sorunun asıl kaynağı kapitalist sömürü düzeninin bizzat kendisidir. Sadece zenginlikler ve kaynaklar değil, devlet bütçesi de sermaye sınıfının elinde, yönetiminde ve hizmetindedir. Devlet gelirleri binbir yolla sistemli biçimde sermaye kodamanlarına peşkeş çekilmektedir. Bütçenin büyük bir bölümü, borç ve borç faizi altında, yerli ve yabancı sermayeye aktarılmaktadır. Sermayenin sınıf diktatörlüğü sürüp gitsin diye, devletin baskı ve terör aygıtlarına her yıl milyarlarca dolar harcanmaktadır. Hortumcuların içini boşalttığı bankaların zararı emekçilerin sırtına yüklenmektedir. Tüm bunlara karşılık eğitime, sağlığa ve altyapı hizmetlerine bütçeden ayrılan pay yüzde 3’lük, yüzde 5’lik oranları geçmiyor. Sözde temel kamusal hizmetler sunmakla yükümlü belediye bütçeleri ise yalnızca kırıntılardan oluşmaktadır. Bunun bile nasıl kullanıldığı da ayrı bir sorundur. Yerinde kullanılsa bile bu kırıntılarla hangi temel hizmetler verilebilir, onmilyonlarca emekçinin hangi temel sorunu çözülebilir, hangi temel ihtiyacı karşılanabilir? Karşımızdaki tablo yeterince açık ve nettir. Üretim aygıtı ve birikmiş zenginlikler burjuvazinin elinde, iktidar bu asalak sınıfın tekelinde kaldığı sürece, işçi ve emekçilerin temel sorunlarının çözülmesi mümkün değildir. Çözüm için, işçi sınıfı önderliğinde emekçilerin toplumsal bir devrimle iktidarı ele alması, böylece tüm birikmiş zenginlikleri ve kaynakları emekçilerin hizmetine sunması gerekir. Ancak bu takdirde yerel hizmetler de dahil tüm temel sorunların tam ve kalıcı çözümü olanaklı hale gelir. Yerel yönetimlerde gerçek bir demokratik katılım ve işleyiş de ancak bu koşullarda hayat bulabilir. Doğayı tahrip etmeden ve çevreye zarar vermeden sağlıklı bir kentleşme, insanca yaşanacak bir gelecek ancak bu koşullarda sağlanabilir. Bunun dışındaki her çözüm iddiası kaba bir yalan ve aldatmacadır.
Dayanaksız hayaller yayanlar sermaye düzenine hizmet ediyor! Kokuşmuş düzen partilerinin yalan ve aldatmacaları yetmezmiş gibi, şimdi de reformist sol parti ve çevreler bu türden aldatmacalarla ortaya çıkıyorlar. Onlar emekçilerden oy desteği talep ederek, karşılığında emekçilerin “yerel iktidar”ını kuracaklarını, “halkçı belediyecilik” yaparak böylece sorunları çözeceklerini söylüyorlar. Burada çifte bir aldatmaca ile yüzyüzeyiz.
21
İlkin, her kapitalist ülkede olduğu gibi bugünün Türkiye’sinde de, sermaye sınıfının merkezi olarak kurulmuş sağlam bir iktidarı vardır ve bu iktidar binbir kolla yerel planda da hüküm sürmektedir. Sermayenin bu merkezi iktidarı yıkılmadıkça, yerine işçi sınıfı önderliğinde emekçilerin devrimci iktidarı kurulmadıkça, salt belediye yönetimleri üzerinden “yerelde halk iktidarlaşması”ndan sözetmek, emekçi kitleleri aldatmaktır. Öte yandan, temel zenginlikler ve kaynaklar sermaye sınıfının özel mülkü olarak kaldığı sürece, yanısıra devlet bütçesi de bu sınıfın hizmetinde kullanıldığı sürece, yerel planda halkın herhangi bir temel sorununu çözmek olanaklı değildir. Salt seçimle belediye yönetimlerine gelmekle ve güya “halkçı belediyecilik” yapmakla sorunların çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri bir başka yönden aldatmak demektir.
Devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim! Bizler işçi sınıfının devrimci sosyalist adayları olarak, bu yalın gerçekleri dile getirmek; sermaye düzeninin seçim oyununu bozmak, sermaye uşağı partilerin içyüzünü teşhir etmek, emekçileri tek çıkış yolu olan örgütlü mücadeleye kazanmak amacıyla seçimlere katılıyoruz ve devrimci bir seçim çalışması yürütüyoruz. Yalanlara ve boş vaatlere dayalı sahte çözümlere karşı işçi sınıfının devrimci çözümünü ortaya koyuyor, emekçilerin gerçek çıkarlarını savunuyoruz. İşçilere ve emekçilere sesleniyoruz: Sorunlarımız düzenin içyüzü çoktan açığa çıkmış seçim oyunuyla çözülemez. Bir avuç asalak iktidar dümenini elinde tuttuğu sürece, sömürü, baskı ve zulüm üzerine kurulu bu düzen devam ettiği sürece, temel sorunlarımız çözümsüz kalacaktır. Çözüm, tüm sorunların kaynağı olan sermaye diktörlüğünün temellerinden yıkılmasındadır. Çözüm, işçi sınıfı ve emekçilerin her alanda ve her düzeyde iktidarı ele geçirmesindedir. Böylece bir avuç asalağın tekelindeki tüm zenginliklerin ve kaynakların tüm
22
toplumun hizmetine sunulmasındadır. Bu sosyalizm demektir, çözüm sosyalizmdedir! Sosyalizm, temel iktisadi ve sosyal sorunlarımızın çözümünü sağlamakla kalmaz, emekçiler için gerçek bir demokrasinin de koşullarını yaratır. Ancak bu koşullarda emekçiler, hiçbir engelle karşılaşmadan, temel demokratik hak ve özgürlüklerini gerçekten kullanabilirler. Ve ancak bu durumda, yerel yöneticilerini özgürce seçmek, denetlemek ve gerektiğinde görevden almak olanağına da kavuşabilirler. Kahrolsun sermayenin sınıf diktatörlüğü! Yaşasın sosyalist işçi-emekçi iktidarı! BDSP (Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu)
*** Acil istemlerimiz uğruna mücadeleyi yükseltelim! Sorunlarımız ve istemlerimiz bir bütündür. Bunların kesin ve tam çözümü, kurulu kapitalist düzenin devrimci yollardan aşılması ve yerine işçi sınıfının devrimci iktidarının kurulması ile olanaklıdır. İşçiler ve emekçiler olarak bu gerçeği bir an bile unutmaksızın, bu temel hedefe sıkı sıkıya bağlı olarak, acil iktisadi, sosyal ve demokratik siyasal istemlerimiz uğruna mücadeleyi yükseltmeliyiz. Önemli bir bölümü kamusal hizmetler kapsamında olan ve dolayısıyla yerel yönetimleri ilgilendiren aşağdaki acil istemleri de bu bakış açısıyla ileri sürüyoruz. Bu istemler uğruna kararlılıkla mücadele edeceğiz. Koparıp almak için tüm gücümüzü ve olanaklarımızı seferber edeceğiz. Bu mücadeleyi, temel istemlerimizin de eksiksizce elde edilmesini ve uygulanmasını olanaklı kılacak olan biricik yola, devrime ve devrimci sınıf iktidarı mücadelesine bağlayacağız. √ Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi! √ 7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası! √ Tüm çalışanlara genel sigorta! √ İnsanca yaşamaya yeten, vergiden muaf asgari ücret! √ Tüm dolaylı vergiler kaldırılsın! Artan oranlı gelir ve servet vergisi! √ Herkese parasız sağlık hizmeti! √ Her düzeyde parasız eğitim! √ Herkese ihtiyaca uygun, sağlıklı, güvenli ve ucuz konut! √ Ucuz elektrik, su ve ısınma hizmetleri! √ Güvenli, hızlı ve ucuz toplu taşıma! √ Tüm yerleşim birimlerine kreş, çocuk yuvası, sağlık merkezi, spor, kültür ve sanat kurumları! √ Bedensel ve zihinsel engellilere, yaşlılara, kimsesiz ve yetim çocuklara bakım ve yardım! √ İnsan sağlığını, doğayı ve çevreyi gözeten bir kentleşme ve sanayileşme! √ Ormanlar, denizler-sahiller, göller, akarsular, içme suyu kaynakları ve tüm doğal zenginlikler halkın hizmetine sunulsun! √ Doğal kaynakların yağmalanmasına, çevrenin ve tarihselkültürel mirasın tahrip edilmesine son! √ Tüm çalışanlar için grevli ve toplusözleşmeli sendika hakkı! √ Sınırsız söz, basın, örgütlenme, gösteri ve toplanma özgürlüğü! √ Borç ödemeleri durdurulsun, tüm borçlar geçersiz sayılsın! √ İMF, DB vb. emperyalist mali kuruluşlarla kölece ilişkilere son! √ Emperyalistlerle açık-gizli tüm anlaşmalar iptal edilsin! İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak!
Emperyalizmin terör şebekesi NATO 60. yılını kutluyor
Uluslararası bir terör şebekesi olan NATO, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, 1949 yılında kuruldu. Temel amacı emperyalist-kapitalist düzenin bekasını sağlamak ve Sovyetler Birliği’ne karşı kirli bir savaş yürütmekti. Bu amaç doğrultusunda, ezilen halkların ve işçi sınıfının mücadelelerine karşı kirli bir savaş en iğrenç yol ve yöntemlerle sürdürüldü. Dünyanın dört bir yanında açık-gizli örgütlenmeler kuruldu. Egemenler dizginleyemedikleri toplumsal hareketlenmeleri, özelikle de devrimci hareketleri emperyalizm ve NATO yönlendirmesindeki kontrgerilla örgütlenmeleri ile bastırmaya çalıştılar. Türkiye’de de NATO tarafından örgütlenen kontrgerilla, pek çok kanlı katliama imzasını attı. 6-7 Eylül, Kanlı Pazar, 1 Mayıs ‘77 katliamı, 16 Mart vb. tüm iğrenç katliamlar, bir cinayet örgütüne dönüşen kontra devlet gerçeğini gözler önüne seren örneklerden birkaçıdır yalnızca... Emperyalist yağmanın tehlikeye girdiği tüm ülkelerde bu uluslararası şebeke tarafından darbeler örgütlenmiştir. Endonezya’dan Şili’ye, Arjantin’den Türkiye’ye… Kısacası başını ABD’nin çektiği bu terör şebekesinin elinde milyonlarca işçi ve emekçinin, devrimci ve komünistin kanı vardır. İşte bu terör şebekesi 6-7 Şubat tarihlerinde emperyalist yağma üzerine pazarlık yapmak için Münih’te toplandı. 45 yıldır toplanan “Münih Güvenlik Konferansı”nda bu yıl da halkların kanı üzerine kirli pazarlıklar yapıldı. Konferansın gündemi Ortadoğu, daha özelindeyse Afganistan’dı. Afganistan meselesinde emperyalistler arasındaki anlaşmazlıklar devam etti. Afganistan’daki NATO işgal gücünün başını çeken ABD, diğer NATO üyelerinden Afganistan’a daha fazla destek vermelerini istedi. Bugün Afganistan’da kendileriyle birlikte bataklığa batacak müttefik askerler arıyorlar. Ancak Afganistan’da savaşın kazanılamayacağını bilen diğer NATO üyesi ülkeler ABD’nin önerisine sıcak bakmıyorlar. NATO şefi General De Hoop Scheffer, AB’yi suçlayarak, bazı AB üyesi ülkelerin NATO-AB işbirliğini engellememeleri gerektiğini söyledi. NATO şefinin bu söylemleri NATO içindeki çatlakların büyüdüğünü gösteriyor. Emperyalistler arası çıkar çatışmaları, sadece NATO üyesi ülkeler arasında değil, ABD-Rusya çekişmesi üzerinden de dışa vuruyor. Bu çekişme Rusya’nın kendini toparladığı ve daha da sertleştiği Rusya-Gürcistan Savaşı ile kendini göstermişti. Ardından Doğu Avrupa’ya füze kalkanı konuşlandırılması gündeme oturmuştu. Münih’teki konferansta bu sorun da emperyalistler arası pazarlığın konusu oldu. NATO’yu gündemde tutan diğer bir gelişme ise, NATO’nun kuruluşunun 60. yıldönümünün kutlanacak olmasıdır. NATO’nun kuruluşunun 60. yıldönümü vesilesiyle Strasbourg ve Baden Baden’de 3-4 Nisan tarihlerinde emperyalistler bir araya gelecekler. Ellerinde milyonlarca insanın kanı olan bu suç şebekesinin kuruluşunu kutlayacaklar. Emperyalist gericilik tarafından kutlamalara konu edilen bu uğursuz yıldönümü üzerinden NATO’nun etkili bir teşhirinin yapılması görevi önümüzde durmaktadır. NATO’dan çıkılması ve tüm emperyalist kurumlarla ilişkilerin kesilmesi talebi yükseltilmeli, bu anti-emperyalist istemler anti-kapitalist bir hatta yürütülmeli, hedefe aynı zamanda işbirlikçi burjuvazi ve onun çürümüş devleti konulmalıdır.
23
1985’ten beri Tuzla tersanelerinde 120, kot taşlamada ise ülke genelinde 39 işçi yaşamını yitirdi. Bu sadece tespit edilebilen sayı. Gözünü kar hırsı bürümüş kapitalist patronların basit önlemleri almaması yüzünden işçiler hayatlarını kaybediyorlar. Bunca işçinin hayatını kaybetmesine rağmen ölümlerin hala devam ediyor olması ise, patronların kendiliklerinden önlem almayacaklarını, onları buna zorlayacak bir baskının gerekli olduğunu gösteriyor. Tuzla tersanelerinde meydana gelen son iş cinayeti Cemil Akgül adlı bir işçinin elektrik akımına kapılması nedeniyle gerçekleşti. Cemil Akgül 2009’da tersanelerde ölen üçüncü işçi. İki ayda üç işçinin ölmesi durumun vahametini gözler önüne seriyor. Tuzla’da akıllara kazınan bir diğer cinayet ise, bir filikanın taşıması gereken yük miktarını taşıyıp taşımayadığının denenmesi sırasında kum torbası yerine kullanılan işçilerden 3’ünün hayatını kaybetmesi, 11’inin ise yaralanmasıydı. Bu kaza işçilerin nasıl göz göre göre ölüme gönderildiğini açıkça ortaya koymuştu. Ölüm işçileri molada bile yakalayabiliyor. Hızır Akbulut’un ölümünde olduğu gibi. Tuzla tersanelerinde sigara yakmak bile birkaç kez düşünmek gerekiyor. Akbulut’un ölümü şöyle gerçekleşiyor: Akbulut temizlik için yeni boyanan bir tanka girer. Fanı olmadığı için havası kirli olan ve gaz ölçümü yapılmayan tankta sigara yakılması ile işçinin tulumu tutuşur, Akbulut yanarak hayatını kaybeder. Bu aynı tersanede beş gün arayla meydana gelen ikinci iş cinayetidir. Tersanelerde bu şekilde meydana gelen tam 120 iş cinayeti var. İşçilerin eldivenleri ve baretleri bile yaptıkları işe uygun değil. Halatları olmadan metrelerce yükseklikte çalışıyorlar. Ölümlerin nedeni bu kadar açıkken, hala sorunun kaynağı “okuma yazma bilmeyen cahil işçiler” olarak gösterilmeye çalışılıyor. İş cinayetlerinin sürmesine, ağırlaşan çalışma koşullarına ve alınmayan güvenlik önlemlerine rağmen tersanelere verilen cezalar 1-2 ay gibi caydırıcı olmayan bir süreyle sınırlı kalıyor. Örneğin, filika kazasında üç işçinin öldüğü GİSAN Tersanesi’ne yalnızca 20 gün kapatma cezası verildi. Üstelik bu kapatma cezaları, patronlardan çok işçilerin korkulu rüyası oluyor. Çünkü işçiler ücretsiz izne çıkarılıyor ya da işlerini kaybedebiliyorlar. İşçiler iş kazalarının yanı sıra toz, gürültü, titreşim gibi nedenlerle de birçok meslek hastalığına yakalanma riskiyle karşı karşıyalar. Tekstilin kot taşlama sektöründe şimdiye kadar meslek
24
hastalığından ölen ve kayda geçen 39 işçi var. Rodeo, kot zımparalama, kot beyazlatmada kullanılan teknikler işçilerin toz, kum, kimyasal gibi solunum yoluyla alınan malzemelerle çalışmasını gerektiriyor. Kot işçilerinin birçoğunun çeşitli meslek hastalıklarına yakalandığı biliniyor. Bunlardan öne çıkanı ise tedavisi olmayan bir akciğer hastalığı olan “silikozis” tir. Silikosiz hastalığı sektörde çalışmaya genç yaşta başlayan işçilerin 1-2 yıl içinde hastalanmasına yol açıyor. Bu hastalık madencilerde normalde 20-30 yıl sonra ortaya çıkıyor. Ölümcül olan bu hastalığa işçilerin yakalanma sebebi, kumla çalışılan atölyelerde kum ziyan olmasın diye havalandırma kullanılmaması ve değeri sadece 50 TL olan maskelerin işçilere verilmemesidir. Bu maskeler yerine bez maske veriliyor, bazen de maske hiç kullanılmıyor. İşçiler çoğu zaman hasta olduklarının farkına bile varamıyorlar. Fark ettiklerinde ise tedavi için çok geç kalınmış oluyor. Çoğunlukla da hastalık ilk olarak verem zannedilerek işçilere yanlış tedavi uygulanıyor. Kapitalizmin dayattığı yoksulluk ve işsizlik, işçilerin hayatları pahasına 350 TL gibi insanca yaşamaya yetmeyen maaşlarla ve uzun mesai saatleri ile çalışmalarına neden oluyor. Üstelik aynı iş makine, robot ya da zararsız kimyasallar kullanılarak da yapılabilirken, maliyeti arttırmaması için kapitalist patron tarafından tercih edilmiyor. İşçilerin çoğu sigortasız çalıştığından, hastalığa yakalandıklarında çalıştıklarını ispatlayamadıkları için 20-30 bin TL civarındaki tazminatı alamıyorlar. Onun yerine iş göremez raporu alıp 60-80 TL gibi bir maaşa bağlanıyorlar. Kapitalizmin krizinin ağırlaştığı, işsizliğin ve yoksulluğun boyutlarının alabildiğine arttığı bugünlerde hayatını tehlikeye atarak çalışabileceklerin sayısı da artıyor. Bu ise patronların sen çalışmazsan başkası çalışır tehditiyle çalışma koşullarını pervasızca kötüleştirmesine neden oluyor. Kriz nedeniyle karları azalan kapitalist patronlar, bu düşüşün faturasını işçilerden çıkarma yoluna gidiyorlar. Tersanelerde son dönemde birçok işçi işten çıkarıldı. Tersane ve kot işçileri bu saldırılara ancak birlikte ve kararlı bir şekilde mücadele ederek karşı koyabilirler. Onca ölüme karşın hala temelli bir önlem alınmaması ve işçilerin aynı koşullarda, hatta daha da ağırlaştırılarak çalıştırılması, konuyla ilgileniyormuş gibi görünen devletin samimiyetsizliğini de bir kez daha gözler önüne seriyor. İşçi ölümleri ancak sınıfın militan mücadelesiyle sonlanacaktır. İnsanca bir yaşam ancak sosyalizm ile mümkün olacaktır.
Direnişteki Sinter ve Gürsaş işçileriyle konuştuk…
İşçiler olarak tek kurtuluş yolumuz var: Birlik ve beraberlik!”
- Kaç gündür direniştesiniz? Sendikalaşma ve işten atılma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Hikmet Özer (Sinter Metal işçisi): 70 güne yakındır direnişteyiz. İlk olarak 38 kişiyle başladık. Ondan sonra içeride bir tedirginlik vardı. Bayağı bir baskı altında çalışıyorduk, yönetim, idareciler, şefler bakımından... Öyle ki, tuvalete giderken bile kapıların altından bakılıyordu. Dakika tutuluyordu, niye 5 dakika kaldın, niye 7 dakika kaldın diye. İçeride bir potansiyelin olduğunu yaz döneminde görüyordum. Fakat bana deseydiniz ki, 21 Aralık’ta Sinter Metal’de direniş olacak mı, bunu pek hayal edemezdim. Benim geçmişim de biraz sendikalarla, grevlerle, eylemlerle geçti. Bu nedenle Sinter’de bir potansiyel olduğunun farkındaydım, ama bir direniş düşünmüyordum. Belli arkadaşları işten çıkarttılar. Biz ayın 19’unda gece vardiyasında sendikaya gidecektik, arkadaşlarımıza destek vermek için. Gece 24:00 sularında müdürümüz bizimle toplantı yaptı. Tabii sorduk, 38 işçi neden atıldı diye. Performans düşüklüğü vb., dedi. Oysa o arkadaşlarımız çift makinaya bakmayacaklarını söylemişlerdi. İki tane makinaya bakmamızı istiyorlardı, biz bunu istemedik. Bizi yarış atı gibi koşturdular. Ne kadar çok parça yaparsanız, o kadar iyisiniz. Hatta bunun en baş rolünü de bana oynattılar, saflığımdan yararlanıp. İşte “Sen fazla parça yapıyorsun, senin yaşın 40-42, diğerleri yapamıyor” diye... Beni piyon olarak kullandılar. Ben de mühendislerin lafına bakarak fazla parça yapıyordum. Ayın 19’unda yapılan toplantıda müdür, “bundan sonra işten atılmak kati surette yok” dedi. Fakat onlar da bize karşı hummalı bir çalışma yapıyordu. Ben arkadaşlarıma, “bakın arkadaşlar içimizde muhbir var, ajan var, kameralardan bizi görüyorlar, bunu kendi aramızda yapalım” dedim. Gece saat 04:00’te Bostancı’ya gidip sendikamıza üye olacağız. Bunu duyuyorlar, birileri bizi ihbar ediyor. Saat 01.30’da bizi apar topar topladılar, evimize gönderdiler, yani çıkışımızın en az iki saat öncesinden... Normalde böyle bir şey yoktu. Cumartesi-Pazar gelmeyin dediler, Pazartesi işe başlayacağız. Pazartesi sabahı, ayın 22’sinde işe geldik. Burada İMES’in bir arabası var, polislerin arabası. Onun içinden bir bayan megafonla bağırarak, 381 kişinin ismini tek tek okudu. Canı yanan içeri... İlk önce içeri atlayanlardan birisi de bendim. Beni görenler dediler, “Hikmet atlıyor biz de atlayalım”. Girdik, içeriyi işgal ettik. İşgal ettik ama, Sinter’in patronu Olgun Tanberk daha işgal görmüş sayılmaz. ‘9193’te Delphi’deki (eski ismi Pakka) işgali görmedi. Burada onun herhangi bir iğnesine zarar gelmedi. Yetkililer gelip bunu teyit ettiler. Sendikamızı da çağırdık, iki gün burayı işgal ettik. Sonra bizi çıkarttılar. Şimdi eylemlerimize burada devam ediyoruz. Bunun sonuç vereceğinden eminim, fakat dağılmazsak... Bir ayrıntı daha... Ocak’tan bu yana beni aşağı yukarı yirmi defa çağırdılar. Bana çeşit çeşit tekliflerde bulundular. Gel dediler, seni direk Sinter’e alacağız. Ben dedim, arkadaşlarımla gelirim. Arkadaşlarını bırak gel dediler. Ondan sonra beni Kadıköy’e gönderdiler, Smartt Bilgisayar adı altında. Gittim oraya, Sinter çıktı. Sonra geldim sendikama haber verdim. Şubat’ın 20’sinde mahkemeye çıktık. İkinci mahkemeyi Mart’ın 20’sine attılar. Benim tahminim, seçimlerden sonra üçüncü mahkeme olur. Biz kazanacağız, ben öyle düşünüyorum.
25
- İçerideki çalışma koşulları nasıl? Sizi sendikaya üye olmaya götüren sebepler nelerdi? Lale Balta (Sinter işçisi): İlk başta çalışma koşullarımız iyiydi, sosyal haklarımızı alıyorduk. Fakat patron parayı gördükçe gözü açıldı. İşyeri büyümeye başladıkça biz işçiler küçüldük. Elimizden sosyal haklarımız alınmaya başlandı. Çalışırken de üzerimizde çok fazla baskı oluşturuldu, yasaklar artmaya başladı. Çalışırken tuvalete gitmek bile yasaktı. Yanındakiyle konuşmak yasaktı. Üretilecek adet baskısı vardı bir de. Sürekli “daha çok üreteceksin, daha çok üreteceksin” diye üzerimizde baskılar vardı. Kimseyle konuşmayacaksın, robot gibi sürekli tezgahın başında 10 saat çalışacaksın... Bu dayatılıyordu bize. 19 Aralık’ta sendikaya üye olduk, 22 Aralık’ta da işten atıldık. Patron tazminatlarımızı da vermedi. İçeride 2 milyara yakın alacağımız var. Bütün alacaklarımızı almak, sendikayla beraber içeriye girmek istiyoruz. Muammer Kocael (Gürsaş işçisi): İçerideki çalışma koşulları çok kötü. 500 lira maaş alıyorduk. Sendika olayı duyulduktan sonra patron yemeklerimizde, servislerimizde kısıtlamalara gitti. Servislerimiz kaldırılma derecesine geldi. Biz de buna karşı tek çareyi örgütlenmede bulduk ve örgütlendik. Bu süreçte işten atıldık. 4 Şubat’ta arandık ve işe gelmememiz söylendi. Fakat biz aynı şekilde işe geldik. Kapıda güvenlikler vardı, polisler vardı. Bizi içeri sokmamaya çalıştılar. Tabii biz girdik. İçeride maaş alacaklarımız vardı. Bunları aldık ve sonrasında çıkmak zorunda kaldık. Bir aydır direnişteyiz. Benim bugün 28. günüm, diğer arkadaşlarımın ise 70. günü. - Direnişi büyütmek için sizce neler yapılabilir? Özhan (Gürsaş işçisi): Sinter işçileriyle ortak bir komite kurduk, bazı kararlar aldık, neler yapabileceğimize, hangi eylemlere katılabileceğimize dair. Ümraniye’de, Sarıgazi’de, Dudullu’da yürüyüşler yapmayı düşünüyoruz. Basın açıklamaları yapacağız. Elimizden geldiğince bildiri dağıtıyoruz. Yapılması gereken bence Sinter ve Gürsaş sınırlarını aşmak, Dudullu Organize Havzası’ndaki bütün işçileri bilgilendirmek, bilinçlendirmek olmalı. Diğer işyerlerindeki tanıdıklarımızla konuşmak, tanımıyorsak bildiri vermek... Direnişimizden bahsetmek, kaçıncı günde olduğumuzu, neler çektiğimizi, onların nelerle karşılaşacaklarını anlatmak... Özgür Karaçiftçi (Gürsaş işçisi): Yürüyüşler, basın açıklamaları yapmak, gerekirse ev ev dolaşmak… Sinter işçileriyle ortak komite kuruldu, eğitim çalışmalarımız olacak. 70. güne geldik, daha önce kurabilirdik bu komiteyi. Burada oturmakla olmaz. Biz 24 kişi işten atıldık fakat 8 kişi direniyoruz. O arkadaşlarımız evinde
yatmayı burada direnmeye tercih ediyorsa, bu bizim eksikliğimizdir. Demek ki neden burada durduğumuzu, kime karşı savaştığımızı onlara anlatamamışız. Başka fabrikaları geçin, Sinter ile Gürsaş arasında ortak bir direniş sergilememiz, o ilişkiyi pekiştirmemiz gerekiyor. İşçiler olarak tek kurtuluş yolumuz var: Birlik ve beraberlik! Ne gerekiyorsa yapmalıyız. Sovyetler’de yapılan burada neden yapılmasın? - Bu direniş size neler öğretti? Muammer Kocael (Gürsaş işçisi): Ben örgütlülüğün önemini ilk defa burada öğrenmiş birisiyim. Örgütlenmek demek hakkını aramak demek. Biz de burada hak nasıl aranır, hangi yollardan aranır onları öğrendik. Sonuna kadar da gideceğiz. Özhan (Gürsaş işçisi): Biz örgütlü olarak patrona karşı mücadele edebilmek için, haklarımızı alabilmek için birlik yolunu seçtik. Anayasal hakkımızı kullandık, sendikaya üye olduk. Yapmamız gereken, bir olup kapitalizme karşı mücadele vermek. Ben bu direnişte bunu öğrendim. Maddi olarak bir kazancım olmasa da bu direnişte biz bilinçlendik, o yüzden kazandık zaten. Bence önemli olan da budur. - Yerel seçimlerin gündeme gelmesiyle birlikte birçok siyasi parti çeşitli vaatlerde bulunmaya, işçileri ziyaret etmeye başladı. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz? Hikmet Özer (Sinter Metal işçisi): Bunlar oy avcılığından başka bir şey değil. Seçim zamanı hazineden bu siyasi partilerin afişlerine trilyonlar veriliyor. Bir arabayı giydirmenin kaça mal olduğunu ben çok iyi biliyorum. Seçmen bunu bilmiyor. Seçmen bir paket makarnaya, bir çuval kömüre oyunu değiştiriyorsa o seçmen de seçmen değildir. Tamam al, bu devletin malı değil bizim malımız. Fakat iktidarın elinde olduğu için iktidar bunu çok iyi kullanıyor. Ben diyorum ki, işçilere iş versinler. Biz iş istiyoruz, bir beyaz eşya veya buzdolabı istemiyoruz. Benim işim olduktan sonra aşım da olur, eşyam da olur. Suyu olmayan yere çamaşır makinesi veriyorsun, elektriği olmayan yere buzdolabı veriyorsun. Tezatlar ülkesinde yaşıyoruz. Dolayısıyla ben bunların bir seçim yatırımı olduğunu düşünüyorum. Al birini vur ötekine. Çünkü sistemdeki mevcut partilerin hepsi Amerika’nın piyonu, emperyalizme çanak tutan insanlar. Ben hiçbir zaman çekinmedim, şimdi de çekinmiyorum. Bunların hepsi düzen partisi. Biz sadaka istemiyoruz, alnımızın akıyla insan gibi onurlu çalışıp onurlu geçinmek istiyoruz. Yoksa bunların hepsi hikaye. Seçimden sonra hiçbir parti gelip bizi ziyaret etmeyecek. Dün başbakan kobilere 1 milyar TL yardımdan bahsediyordu. “Kobilere yardım yaptık, işçileri çıkarmayın” diyordu. Sen bunu üç ay evvel söyleyecektin. Hiçbirinin ağzından ben bugüne kadar duymadım, asgari ücret bu kadar olacak diye. Milletvekillerinin zaten hepsi işveren. Kemal Unakıtan’dan tutun da bilmem kimine kadar hepsinin bir sürü şaibesi çıkıyor. Yıllardan beri böyle gelmiş böyle gider demiyorum, gitmemesi lazım, gitmeyecek de. Muammer Kocael (Gürsaş işçisi): Hiçbirinden hiçbir şey beklemiyorum. Buraya gelip vaatlerde bulunuyorlar, ama hepsi boş. Özgür Karaçiftçi (Gürsaş işçisi): Hiçbir düzen partisi bizim yanımızda değil. Kendi çıkarları için birbirlerini suçluyorlar, çamur atıyorlar. Bu düzenin yıkılması lazım.
26
Teşekkür ederiz…
Düzen partilerinin yalanlarına ve sadakalarına karnımız tok! Emekçileri “teğet geçen” krizin yüzbinlerce insanı işinden ettiği, milyonları daha fazla sefalete sürüklediği bir sürecin içindeyiz. İşçiemekçileri yokluğa, yoksulluğa, sefalete, işsizliğe sürükleyen bu kriz doğal olarak aynı işçi-emekçilerin tepkisini ve öfkesini de koşullamaktadır. Bunu fabrika işgalleriyle, direnişlerle de açıkça görebilmekteyiz. Emekçiler cephesinden büyüyen hoşnutsuzluk sermayenin korkulu rüyasıdır. Bu noktada sermaye için “seçimler” emekçilerin mücadele dinamiklerini köreltebilmek için uygun bir araç olabilmektedir. Seçimler emekçilerin öfkesini sandığa gömmeyi, onların bilincini bulandırmayı amaçlamaktadır. Söz konusu seçimler ve sandık olunca da Amerikan’cı, İMF’ci düzen uşakları rüşvette ve oy avcılığında sınır tanımadan birbirleriyle yarışmaktadırlar. Örneğin AKP aç bıraktığı işçilere emekçilere erzak ve kömür “yardımı”, suyu ve elektriği olmayan köylere beyaz eşya “yardımı” yapmaktadır. Durum o kadar traji-komiktir ki, adeta dalga geçercesine, “bunca zaman sizi böyle elektriksiz ve susuz bıraktık ama sizin oyunuz aşağı yukarı bir çamaşır makinesi tutarındadır”, “sevgili vatandaş, bunca zaman seni aç koyduk, faturalarına zam yaptık, çoluğunu çocuğunu perişan ettik ama sizin oyunuz da aşağı yukarı şu kadar erzak tutarındadır” denebilmektedir… İşin trajik yanı ise, insanların onurlarıyla bu kadar kolay oynanabilmesidir. Sefalete mahkum edilen milyonları bu seçim rüşvetlerini almak durumunda bırakmalarıdır. Bir sadaka toplumu yaratmaları ve sonra dönüp gerçekleştirdikleri seçim yatırımlarından, “sosyal devlet” uygulamaları diye bahsedebilmeleridir. İşler sadece bu tür maddi yardımlarla kalmamaktadır. Seçim yatırımı illa ekonomik yönlü olacak değil ya! CHP de oy avcılığına “Kuran kursları açılması gerekliliği”ni ifade ederek, “türbanlı partililer” açılımı yaparak devam etmektedir. Oysa düne kadar türban üzerinden sahte bir laiklik çığırtkanlığı yapanlar bunlardı. Aralarında temelde hiçbir fark bulunmaksızın bütün düzen partileri
Bir damla temiz su için bile sosyalizm! Kapitalizmin fabrikaları bir yandan işçileri azgınca sömürüp yoksulluk ve sefaleti dayatırken, bir yandan da yarattığı zehirli gazlar ve atıklarla dünyanın geleceğini tehlikeye atmaktadır. Kapitalizm nükleer santrallerle ölüm saçmakta, atmosferi delen zehirli gazlarıyla kutuplardaki buzulların erimesine, iklimlerin değişmesine neden olmaktadır. Kapitalizm insanlığa yaşattığı zulmü doğaya da yaşatmaktadır. Her zaman olduğu gibi bunun da faturası işçi ve emekçilere kesilmektedir. Şimdi de su kaynaklarının “kıtlığı” bahane edilerek milyonlar susuzluğa mahkûm edilmek istenmektedir. Aslında temel bir hak olan gereken su hizmetleri özelleştirilmek istenmektedir. Böylece tümüyle ticarileşen su büyüyen faturalar olarak emekçilerin karşısına çıkarılacaktır. 1992 yılında Dublin’de yapılan “Su ve Çevre Konferansı”nda su ticari bir mal olarak kabul edilmiştir. Bu konferansta çıkan sonuca göre, su kaynaklarının korunabilmesi için işletilmesi gerekmektedir. Bunun için su kaynaklarının, şehirlerin içme ve kullanma suyu dağıtımlarının,
tüm ikiyüzlülükleriyle işçi ve emekçileri kandırabilme telaşındadırlar. Sanki işçileri açlığa sefalete sürükleyen kendileri değillermiş gibi, sanki İMF anlaşmalarını uşakça uygulayan, kirli savaşları destekleyen onlar değillermiş gibi şimdi kalkmış erzak, kömür, beyaz eşya rüşvetleriyle yoksulluğu kullanmakta, emekçilerin onuru ile oynamaktadırlar. Bütün bu şarlatanlıklara son vermek, işçi ve emekçileri yıkıma götüren bu çürümüş sermaye düzenine dur demekten geçmektedir. Çürümüş düzene dur demekse rüşvetçi düzen uşaklarıyla her alanda hesaplaşmakla mümkündür. Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru
faturalamaları ve işletmelerinin özelleştirilebilmesi gerekmektedir. 1996’da kurulan ve suyun ticari bir mal olduğunu meşrulaştırmaya çalışan Dünya Su Konseyi her üç yılda bir “Dünya Su Forumu”nu yapmaktadır. Beşincisi, 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecektir. Sermayeye göre suyun etkili kullanılabilmesi, su kaynaklarının korunabilmesi için ticarileştirilmesi gerekmektedir. İşçi ve emekçilerin karın tokluğuna fabrikalarında çalışması yetmemekte, suyu ticarileştirilmesiyle bu alan da karın ve sömürünün konusu haline getirilmek istenmektedir. Kapitalistlerin emekçilere çözüm olarak sunduğu budur. Su kaynaklarının özelleştirilmeye çalışıldığı Uruguay’da halk suyun şirketlere devredilerek ticari bir metaya dönüştürülmeye çalışılmasına karşı büyük bir tepki göstermiştir. “Mavi akım hareketi” olarak adlandırılan Uruguay halkının baskısı sonucu sermayenin bu girişimi şimdilik boşa düşürülmüştür. Kapitalizm yıkılmadıkça, sınıfsız, sömürüsüz bir düzen kurulmadıkça dünyamız talan edilmeye devam edecektir. Temiz bir dünya için, bir damla temiz su için bile çözüm devrimde ve sosyalizmdedir!
27
İstanbul örneği üzerinden kapitalizmde kent gerçeği...
Yaşanabilir bir kent sosyalizm ile mümkündür!
Sömürü üzerine kurulu olan kapitalist sistemin neden olduğu sayısız sorunun en somut yansımaları kentler üzerinden görülmektedir. Gitgide derinleşen sınıfsal çatışmalar ve buna bağlı olarak keskinleşen fiziksel ve sosyal ayrışmalar net bir şekilde gözlemlenebilmektedir.
İstanbul’un planlanması: “Girişimci kent”, “kültür başkenti”, “rant”, “kentsel dönüşüm”, “ayrışma”, “gecekondu”, “kapalı site”, “rezidans”... İstanbul’da bir yandan uluslararası sermayenin desteğiyle kapalı siteler, rezidanslar inşa edilirken, bir yandan da “tehdit unsurları” yok edilerek “sorundan” kurtulmak amacıyla “kentsel dönüşüm” projeleri gerçekleştirilmektedir. Buna çarpıcı bir örnek olarak yakın zamanda Sulukule’de yaşananlar gösterilebilir. Sulukule’de “kentsel dönüşüm” adı altında, hem sınıfsal ham da etnik kökenleri nedeniyle ezilen Romanlar rant kaygısı ile yerlerinden edilmişlerdir. İstanbul’da kentsel koruma adına, sınırları çizilen ve yasalarla da “güvence” altına alınan sit alanları belirlenmiştir. Bu koruma amaçlı planlara Boğaziçi ve Tarihi Yarımada için geliştirilen imar planları örnek olarak verilebilir. Bunların sonucunda, anıt eserlerin ve kısmen tescilli yapıların korunduğu, ancak tarihi dokunun korunamadığı bir gelişim yaşanmıştır. Ancak “bütüncül” planlama anlayışından da tam olarak vazgeçilmemiştir. Bu çabanın sonucu olarak 2006 yılında onaylanan ancak daha sonra meslek odalarının tepkisi ile iptal edilen İstanbul İl Çevre Düzeni Planı’nın yerel seçimlerden hemen önce onaylanması gösterilebilir. Plan, orman alanlarını ve su havzalarını imara açmakta, “sürdürülebilirliğin sağlanması”, “kültür ve turizm başkenti olma” gibi son dönemlerde popüler olan başlıkları hedef olarak göstermektedir. İstanbul’da “kentsel
28
planlama” adına alınan kararlara ve uygulamalara bakıldığında, neo-liberal politikaların temel alındığı görülmektedir. Kent hızla değişmekte ve dönüşmektedir. Ancak bu, işçi ve emekçiler için yaşam koşullarının her geçen gün zorlaşması anlamına gelmektedir.
Yerel seçimler ve yayılan sahte hayaller Yerel seçimler ile birlikte kentlere ilişkin vaatler tekrar gündeme gelmiştir. Hem düzen partilerinin hem de reformist solun vaatlerinin ana eksenini sağlıksız kent koşullarının iyileştirilmesi oluşturmaktadır. Düzen partileri tarafından “dar gelirli”, reformist sol tarafından ise işçi ve emekçiler olarak tanımlanan kesimin ihtiyaçlarının giderilmesinden sözedilmektedir. Söylemler pek çok noktada ortaklaşmaktadır. Örneğin CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun hedeflediği İstanbul şöyle tanımlanmaktadır: “Saydamlığın en yüksek olduğu, rüşvetin hiç olmadığı, dar gelirli insanlarımızın insanca yaşama olanaklarına onurlu yollarla sahip olabildiği, 20 yaşından küçük 4 milyon gencine ve çocuğuna dünya standartlarında eğitim, spor, sanat imkanı sağlanmış, yeniden zenginleşen ve zenginliğini hakça paylaşan bir dünya kenti.” Düzen partileri, nasıl gerçekleştireceklerine dair hiçbir açıklamada bulunmadıkları vaatleri oy toplama aracı olarak kullanmaktadırlar. Reformist sol ise, “yerel belediyecilik”, “sosyal belediye anlayışı” gibi tanımlamalarla ve “birlikte başarabiliriz” türünden ortaklaşmalarla, yerel iktidarın işçi ve emekçilerin sorunlarının çözülmesinde araç olacağı hayalini yaymaktadır. “Mevcut siyasal ve anayasal yapı ve esaslara göre, ‘yerel yönetim’ler, ülkenin genel siyasetini etkilemek bir yana, herhangi bir siyasal yetkiden bile yoksundurlar. Ülkenin siyasetini belirlemek, bütçesini oluşturmak, kaynaklarını yönetmek merkezi iktidarın elindedir. Aynı ‘merkezi iktidar’ın bu belirleme, oluşturma ve yönetme yetkisi dolaysız biçimde yerelleri de kapsamaktadır. Bu anlamda iktidar gücü ve yetkisi bölünmez bir bütün oluşturmaktadır. Dahası, anayasa tarafından da güvence altına alınan siyasal işleyiş gereği, ‘yerel yönetim’ler ‘merkezi iktidar’a uyum sağlamak, onun çizdiği genel çerçeve içinde davranmak, onun denetimine ve müdahalelerine tabi olmak zorundadırlar. (Mevcut anayasa bunu dosdoğru, merkezi iktidarın belediyeler üzerindeki ‘idari vesayet yetkisi’ olarak tanımlamaktadır.) Bitmedi; yerel yönetimin, üstlendiği kamusal hizmetleri bir ölçüde olsun yerine getirebilmek için bağımsız bir bütçesi olmadığı için, ‘merkezi iktidar’a bir de buradan gelen dolaysız bir mali bağımlılığı vardır ve gerisin geri siyasi-idari bağımlılığı pekiştiren bir rol oynamaktadır” (“Yerel iktidarlaşma” hayalleri ve yerel yönetim gerçeği, H. Fırat) Bu değerlendirme, kent yönetiminin kapitalist sistemin işleyişinden bağımsız olarak ele alınmayacağı gerçeğinin özlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Kapitalist sistem doğası gereği işçi ve emekçilerin sorunlarına çare üretmeyecektir. Yaşanabilir bir kent ancak sosyalist bir toplumsal düzende mümkündür!
“Namus” mu “vatan” mı?..
Kapitalizmin beslediği gerici anlayışlara verilecek yanıtımız yok!
“İsrail’in iki çocuk annesi Dışişleri Bakanı ve İsrail Meclisi’nde çoğunluktaki Kadima Partisi’nin lideri Tzipi Livni’ye, MOSSAD‘da suikast timi ajanı olarak çalıştığı dönemde verdiği bir röportajda bilgi almak için kimseyle birlikte olup olmadığı sorulmuştu. Livni, yasal olmasa da vatanı için gerekirse birini öldürebileceğini belirtirken, ülkesi için birisiyle yatağa girmesinin gerekmediğini, ancak böyle bir görev verilse ne cevap vereceğini bilemediğini söylemiş ve ‘Eğer bana ülkem için biriyle yatağa girip girmediğimi soruyorsunuz cevabım hayır. Ama böyle bir şey istenseydi, nasıl bir cevap vereceğimi bilemezdim ama ofiste herkes için uygun iş vardır’ demişti. Livni’nin 14 yıl önce politikaya yeni atıldığı dönemde verdiği röportajın ordu tarafından sansürlenmemiş tam metni Yediot Ahranot Gazetesi’nde yayınlanmıştı.” İsrail İçişleri Bakanına sorulan “Bilgi almak için kimseyle birlikte oldunuz mu?” sorusu geçtiğimiz günlerde burjuva medyanın en önemli gündemlerinden biri haline geldi. “Vatan” ve “namus” kavramlarının tabu olduğu coğrafyamızda bu soru manken, oyuncu, şarkıcı, yazar vb. kadınlara yöneltildi. Bu soruya örneğin manken Tuğba Özay“Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” diye cevap verirken, Yeliz Yeşilmen“ülkem için her şeyi yaparım ama yatak asla” demiştir. Kısacası, klişeleşen yanıtların ötesine geçilememiştir. Kadın cinselliğine bakışta namus üzerinden şekillenen gerici anlayış nedeniyle verilen cevaplar merak konusu oluyor: “Namus” mu yoksa “vatan” mı? Emperyalist siyonist çıkarlar için yüzlerce insanın kıyımına onay veren İsrail’in kadın İçişleri Bakanı soruya “bilmiyorum” cevabını vermiş. Peki acaba İsrail askerleri Filistinli yüzlerce kadına tecavüz ederken, tereddüt etmişler midir ? Öyleyse kim daha “vatansever”!? “Namus” kavramı ataerkil gerici kültürün bir yansıması olarak salt kadın cinselliği üzerinden ortaya konulduğu için, “kim daha namuslu?” sorusunun muhatabı da dolaysız olarak kadınlar oluyor. Eğer bu soru bir kadına değil de erkeğe sorulsaydı, muhtemelen “evet” demekte tereddüt etmez ve bu durumda da kimse onu “namussuzluk”la suçlamazdı. Peki ya “vatan”? Bugün dünyada yürütülen gerici savaşlarda binlerce, onbinlerce insan emperyalist tekellerin çıkarları uğruna ölürken ya da öldürürken, hep bu kelime çıkmaktadır karşımıza. “Vatan” denilerek yüceltilen anlayış, kitlelerin ırkçı-şovenist ya da siyonist histeriyle kışkırtılmasını sağlayan, kitleleri kendi sorunlarından uzaklaştıran bir göz bağından başka bir şey değildir. “Vatan” kavramı üzerinden yaratılan paronaya ile burjuvazi, kitlelerin sisteme yönelik her türlü tepkisini saptırmayı hedeflemektedir. “Vatan için öldürür müsün?” sorusu sorulsaydı, bakan “evet” cevabını vermekte sakınca görmezdi. Nitekim kendisi röportajında bunu açıklıkla belirtmiş “yasal olmasa da vatanı için gerekirse birini öldürebileceğini” ifade etmiş. Buradan da, Gazze’de binlerce insanın katledilmesinde rol oynadığı için zaten tescilli bir katil olan bakan için “katillikle” suçlanmanın “namussuzlukla” suçlanmak kadar önem arz etmediğini görmüş oluyoruz. Burjuva medya bu tür gündemleri tirajini artırabilmek için kullanıyor. Burjuva medya olayı daha da ilginç kılmak için bir manşet atıyor: “Ünlülere soruldu: Vatan için yatar mısın?” Burada devreye, her açıdan yozlaşmış, bunu da gündem yaratıp reklam yapma çabasında olan bir grup asalak “ünlü” giriyor. Bu olay üzerinden gündem yaratma çabaları daha ne kadar devam eder bilemiyoruz. Fakat şunu çok iyi biliyoruz. Emperyalist kapitalist sistem sürdüğü sürece, saldırı altındaki ülkelerde kadınlar “vatanseverler” tarafından tecavüze uğrayacak. Ve nice insan, bu yıkım düzenine boyun eğmedikleri için, karakollarda, işkencehanelerde, “vatanı için yatmakta tereddüt etmeyen” polislerin taciz ve tecavüzüne maruz kalacak! Bir ikilem olarak sorulan soruya yanıtımız tek ve nettir: Burjuvazinin çıkarları, kapitalizmin devamlılığı için fedakarlık yapmak, ölmek ve öldürmek değil, burjuvaziyi ve onun düzeni kapitalizmi tarihin çöpülüğüne gömmek için mücadele etmektir! Burjuvazinin “vatanseverliği”ne en iyi yanıtı Nazım Hikmet vermiştir. Burjuvazinin “vatanı”, işçiler ve emekçiler için işsizlik, açlık ve sefalete katlanmak, kirli savaşlara sürülmek, kardeş halkları katletmek demektedir. Bunlara karşı durmak, “vatan haini” olmayı gerektirmekt
29
kişilerin vücutları, elbiseleri, üzerlerindeki hesap makinesi vb. tüm malzemeler yanarak kül olmasına rağmen tümünün kimliklerinin sapasağlam olması da aynı raporda yer aldı. Bunun planlı bir katliam olduğu kapaçık bir gerçek olduğu halde, olayın üstü örtüldü. Katliamda öldürülenlerin yakınları 12 Temmuz 1996 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdular. Güçlükonak Katliamı davası AİHM’e götürüldü ve Türkiye mahkûm edildi. Katledilenlerin yakınlarının açtığı davada, 10 kişiye 15’er bin avro manevi tazminat verilmesi kararlaştırıldı.
“Metin Göktepe işkencede öldürüldü”
Dersim, Kızıldere, 16 Mart, 1 Mayıs ‘77, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi, 19 Aralık, Ulucanlar, Beytüşşebap... Bunlar, sermaye devletinin ilk akla gelen katliamlarıdır. Özellikle devrimcilere ve Kürt halkına yönelik kirli savaşta, devletin katiamcı kimliği en çıplak bir biçimde ortaya serilmiştir. Son dönemde tekrar gündeme gelen Güçlü Konak ve Metin Göktepe katliamları üzerinden ortaya saçılanlar da, bu katliamcı kimliğin örneklerinden ikisidir.
“Güçlükonak katliamını devlet yaptı”
Son süreçte, Ergenekon operasyonuna paralel olarak, sermaye devletinin birçok kirli işinde bizzat rol oynamış ya da katliamların gerçekleştiği dönemlerde devlet adına çeşitli görevler yapmış kişilerin bu konularla ilgili yaptığı açıklamalar gündemden hiç düşmüyor. 1990’ların ortasında Tansu Çiller’in Başbakan, Deniz Baykal’ın ise Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olduğu 52. Hükümet’in İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini yapan Adnan Ekmen, ‘Güçlü Konak Katliamı’ ve ‘Metin Göktepe cinayeti’ hakkında basına açıklamalarda bulundu. Ekmen, Güçlükonak katliamının PKK’nin değil JİTEM’in işi olduğunu ifade ederken, “Deniz Baykal’a, bildiklerimi Başbakan Çiller’e anlatmayı teklif ettim. Sen bilirsin, ama Başbakan’ın bu ara işi başından aşkın deyince vazgeçtim” açıklamalarında bulundu. Güçlükonak Katliamı 15 Ocak 1996 günü gerçekleşti. Katliamcı devlet, dördü köy korucusu olmak üzere 11 yolcuyu bir minibüs içerisinde kurşunladı ve yaktı. Katliamdan sonra 16 Ocak 1996 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından Ankara’dan Güçlükonak’a helikopterle getirilen gazetecilere, katliamın PKK tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Gazetecilerin halkla konuşmasına izin verilmedi. Sonraki günlerde aralarında İHD’nin de bulunduğu “Barış İçin Aydınlar Grubu”, bölgede yaptıkları çalışmalar sonucunda rapor hazırladılar. Öldürülen 11 kişiden bir kısmının üç gün önce evlerinden gözaltına alındıkları ve o tarihe kadar bölgedeki taburda tutuldukları, bir kısmının da olay günü yine evlerinden askerler tarafından göreve çıkarıldığı bu raporda yer aldı. Ayrıca bu
30
Metin Göktepe cinayetini üzerine de konuşan Ekmen, “Metin Göktepe polis kontrolü esnasında öldürüldü” şeklinde bir açıklama yaptığını söyledi.“Başbakan, bakan, vali ve emniyet müdürünün tam tersi şeyler söylemek kolay değildi ve bunu ilk defa ben yaptım. Devletin bir bakanı olarak ilk defa işkencenin varlığını kabul ettim” diyerek, bu açıklamalarından dolayı birçok tehdit aldığını ifade etti. Metin Göktepe, Ümraniye Cezaevi operasyonunda ölen siyasi tutsakların 8 Ocak 1996’da Alibeyköy’de yapılacak cenaze töreni sırasında polisler tarafından gözaltına alınmıştı. Eyüp Kapalı Spor Salonu‘nda polisler tarafından dövülerek öldürülen Evrensel yazarı Göktepe’nin cesedi spor salonu ile yanında bulunan büfe arasındaki alanda bulunmuştu. Ekmen, “Araştırınca arkasından devlet çıktı. Tanıklar korkunca biz de üzerine gidemedik. Ergenekon savcısına anlatırım” diyor. Bizler için bir yenilik taşımasa da, Adnan Ekmen’nin ifade ettikleri, kendisinin de bir parçası olduğu bu düzenin katliamcı geleneğini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.
BOTAŞ ölüm kuyuları!
‘90’lı yıllarda Kürdistan’da birçok kişi devlet tarafından katledildi, cesetleri BOTAŞ’ın asit kuyularına atıldı. Devlet bugüne kadar bunu inkar etme yoluna gitse de, itirafçıların itirafları üzerine kayıp yakınlarının Şırnak Barosu ve İHD aracılığıyla Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmasıyla BOTAŞ kuyularının açılma süreci başlatılmış oldu. Şırnak Baro Başkanı, yaklaşık 80 dönüm alana sahip olan BOTAŞ tesisi ile Sinan Lokantası’na ait alandaki iki çukurda keşif yapıldığını ifade etti. Bir itirafçının ifadeleri sonucu, 1996 ve 2004 yıllarında toplam üç cesedin çıkarıldığı Sinan Lokantası’ndaki iki çukurun açılmasını talep ettiklerini söyledi.
Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
Sermaye devletinin kirli tarihi bir kez daha, eski bir bakanın yapmış olduğu açıklamalarla gözler önüne serilmiş oldu. Asalak sermaye sınıfının bekçiliğini yapan tüm kapitalist devletlerin, işçilere, emekçilere, gençliğe ve onların devrimci öncülerine karşı katliamlar, provokasyonlar tezgahlayan bir yapı haline gelmesinin gerisinde mevcut burjuva düzenlerin iliklerine kadar çürümesi gerçeği duruyor. Tam bir bataklığa dönüşmüş bulunan burjuva düzen ancak çeteleşmiş bir devlet sayesinde ayakta tutulabiliyor. Çürümüş burjuva düzen sürekli pislik üretiyor. Bu pisliğin düzen açısından sorun oluşturduğu durumlarda ise “Ergenekon” türü operasyonlarla sorun yaratanlar tasfiye etme yoluna gidiliyor, bir nevi “bağırsak temizliği yapılıyor”. Bu süreç aynı zamanda kontralaşmış devletin kirli işlerinin daha fazla ortaya saçılmasına neden oluyor. Sermaye devleti yıkılıp yerine işçi-emekçi iktidarı kurulmadıkça bu pislik temizlenmeyecektir. Bunun bize en güzel örneğini 1917 Ekim Devrimi vermiştir. Devrimle birlikte işçi iktidarı, Çarlık rejiminin tüm gizli anlaşmalarını, gizli polis arşivlerini açıklamış ve dünya işçi-emekçileri önünde bunlar teşhir etmiştir. Bulunduğumuz tüm alanlarda bu gerçeği ortaya sermeli, “Bu pisliği devrim temizler!” şiarını daha güçlü bir biçimde haykırmalıyız.
Ergenekon devletin ta kendisidir!
Tümüyle çürümüş bir düzen, iliklerine kadar çeteleşmiş bir devlet gerçeği…
Son aylarda Ergenekon tutuklamaları birbirini izledi. Sözde kontrgerilla tasfiye ediliyor, Türkiye demokratikleşiyordu! Sermaye medyası tarafından“AKP herkesi karşısına alıyor”, “Ordu bu operasyonlardan rahatsız” türünden başlıklar atıldı. Gerçekte ise oynanan tam bir orta oyunu idi. Operasyonun gerisinde ABD olduğu için, ordunun operasyona karşı çıkmadığı, sadece imajının bozulmuş olmasından dolayı rahatsızlık duyduğu gelinen yerde artık herkes tarafından biliyor. Bu arada, yıllarını ABD’ye ve sermayeye hizmet ile geçirmiş kimilerinin ise kollandığı görülüyor. Bunlardan birisi emekli orgeneral Şener Eruygur. Omuzlarındaki ve göğsündeki apoletler ve madalyalar bu düzenin savunulması uğruna ne kadar çok katliama giriştiğini simgeliyor. Ancak, Türkiye’ye biçilen yeni rollere, ABD’nin Ortadoğu planlarına uyum sağlayamayanlardan olmalı. Yine de, düzenin kirli işlerini başarıyla yerine getirenlerden biri olarak, onlar için bu kadarı yeterli görülüyor. Eruygur tutuklu olduğu sırada hastaneye kaldırılıyor. Yıllardır F Tiplerinde devrimcilere hiçbir tedavi hakkını tanımayanlar, Şener paşalarının serbest kalması uğruna seferber oluyorlar. İbrahim Şahin, Veli Küçük gibileri ise, fazlasıyla deşifre oldukları ve hükümeti hedefleyen somut eylemlerin planlayıcıları olarak öne çıktıkları için, elbette kirli savaş boyunca gerçekleştirdikleri cinayet ve katliamlarından dolayı değil, sadece bu çerçevede yargılanacaklar. Eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili ve Susurlukçu İbrahim Şahin savcılıkta, Orgeneral İlker Başbuğ’un bilgisi dahilinde ve Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’ın talimatıyla 150-300 arası asker ve polisten oluşacak S-1 (Sefir) adlı birimi oluşturmak üzere çalıştığını, bu konunun Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakan Beşir Atalay’ın imzasından çıktığını söylüyor. “S-1 ile Türkiye’nin iç temizliğinden sorumluyuz” diyen Şahin, yıllardır bu devletin devrimcilere yönelik katliamlarında ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine yönelik operasyonlarında görev almış birisidir. Bu eli kanlı katil daha öncesinde Susurluk davasından hüküm giymiş olmasına rağmen zamanın Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer tarafından sağlık durumu nedeniyle cezasını tamamlamadan salıverilmiştir. İbrahim Şahin bu açıklamaları yaptıktan sonra TSK bir açıklama yaparak İbrahim Şahin’in söylediklerini yalanlanmıştır: “Hukuk devletine bağlılığı ile tanınan bir komutanın, 150-300 kişilik yasa dışı bir oluşuma ihtiyaç duyması ve bu oluşumu, daha önce aynı tip bir olaydan dolayı mahkum olmuş ve sağlık durumu tartışmalı olan bir kişiyle yapmaya kalkmasını düşünmek, gülünç ve gayri ciddi bir durumdur.” İbrahim Şahin de TSK’nın açıklaması üzerine geri adım atmış, TSK’ya yönelik hiçbir iddiası olmadığını ve görüşme yapmadığını
açıklamıştır. Çünkü devletin kirli işlerini yürütenler “çenelerini tutmak” zorundadırlar. “Kısacası, Ergenekon operasyonlarıyla yapılan, kontrgerillanın tasfiyesi ya da ordunun siyasal sistem üzerindeki ağırlığının azaltılarak demokratikleşmenin yolunun açılması değil, ABD’nin merkezinde durduğu kurulu devlet sistemini yeniden yapılandırmak, kadrolarını değiştirmek, eskilerini tasfiye edip yerine yenilerini koymaktır. Bu sürecin demokratikleşme ve kontrgerillanın tasfiyesi gibi gösterilmesi ise, bu operasyonun gerçek amaçlarını gizlemek ve istenilen doğrultuda ilerletilmesi için gerekli siyasal desteği sağlamak içindir.”(Ergenekon’un yeni dalgası, Kızıl Bayrak, Sayı: 2009/02) Konrtralaşan ve kendi halkına karşı bir cinayet örgütüne dönüşen bir devlet gerçeği ile yüzyüzeyiz. “Ergenekon operasyonu”, bu çeteleşmiş devlet gerçeğiyle hesaplaşmak bir yana, deşifre olan ve ABD’ye karşı çatlak sesler çıkaran bazı kontra eskilerini bir yana iterek, böylece “temizleme” görüntüsü de yaratarak, çeteleşmiş devleti daha da tahkim etme işlevini yerine getirmektedir. Kontralaşan devletin gerisinde ABD emperyalizmi vardır. Tüm dünyada kontr-gerilla örgütlenmelerinin bizzat NATO tarafından örgütlendiği, elemanlarının onlar tarafından eğitildiği artık herkesin bildiği bir gerçektir. ABD desteği ile ayakta kalan AKP’nin, ABD’ye rağmen tek bir adım atması bile mümkün değildir. Dolayısıyla “kontrgerillanın tasfiyesi”, son derece gülünç bir iddiadır. Nitekim, bugün “Ergenekon davası” kapsamında yargılananlar, tam da ABD’ye rağmen bir takım adımlar atmak istedikleri için bu akibetle yüzyüze kalmışlardır. Her geçen gün biraz daha çürüyen ve kokuşan Türkiye’nin kapitalist düzeni her yanından çatırdıyor ve tarihin çöplüğüne atılmayı bekliyor.
31
Sermaye devleti bir kez daha Kürt sorunu konusundaki çözümsüzlüğünü ve ikiyüzlü tavrını ortaya koymuştur...
Kürt halkı meşru taleplerini mücadele ile kazanacaktır!
Türk devletinin Kürt sorununa ilişkin olarak onyıllardır süregelen imha ve inkar politikasında hiçbir değişiklik sözkonusu değildir. 29 Mart seçimlerinden önce AKP üzerinden yapılan, gerçekte devlet politikası olan ve gerisinde ABD’nin bölge politikalarının durduğu sahte açılımlar da, rejimin faşist karakterinin üzerini örtememiştir. Karikatürlere dahi konu olan bu burjuva ikiyüzlülüğünü anlamak için, son birkaç ayın siyasal gelişmelerine bakmak yeterli olacaktır. Başbakan Erdoğan birkaç ay önce Kürdistan illerine yaptığı ziyarette Kürt halkı tarafından militan eylemliliklerle protesto edilmişti. Gittiği tüm kentlerde ancak binlerce bekçi köpeğinin estirdiği terör sayesinde etkinliklerini düzenleyebilmişti. Önce “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyen bu sözde “demokrasi havarisi”, bu süreçte Kürt halkının istemlerinin karşısına “tek millet, tek vatan, tek dil” ile çıkmış, “ya sev ya terk et” şoven edebiyatına geri dönmüştü. Aynı günlerde pompalı tüfekle Kürt gençlerine saldıran “vatandaş”ı da sahiplenmişti. Ancak sermaye devleti Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sadece baskı ve zor yoluyla bastırılamayacağını yılların deneyimiyle bilmektedir. Bu yüzden, özellikle de Kürt özgürlük mücadelesinin devrimci bir çizgide geliştiği dönemde“Kürt realitesi”ni tanımak zorunda kalmış, fakat inkar ve imha politikasında en ufak bir değişiklik yaşanmamıştır. Kürt hareketinin yaşadığı teslimiyete rağmen Kürt halkının taleplerinin bastırılamamış olması, şovenizmin linç girişimlerine varacak tarzda en azgın bir biçimde tırmandırılmasına varabilmiştir. Şimdi ise, yerel seçimlere de denk getirilerek, TRT 6, Kürt Entitisüsü vb. kırıntı açılımlarla, Kürt halkının mücadele dinamikleri düzen kanallarına akıtılmak istenmektedir. Bu sadece AKP’nin kendi inisiyatifinin ürünü bir açılım değildir, aynı zamanda bir devlet politikası olarak kararlaştırılmıştır. Ve elbette, ABD’nin bölgeye ilişkin hesapları da bunda önemli bir oynamıştır. “27 Temmuz seçimlerinde Kürdistan’da elde ettiği belirgin
32
seçim başarısı, AKP’yi, kendisine diş bileyenler de dahil tüm burjuva gericiliği için Kürt sorununu bloke etmenin ve Kürt hareketini tecrit edip etkisizleştirmenin bugünkü koşullarda vazgeçilemez bir olanağı haline getirmişti. Bunun fazlasıyla farkında olan AKP, kendisine düzen bünyesinde özel bir üstünlük kazandıran bu konumunu yeni bir düzeyde güçlendirmenin yollarını aradı.” (Yerel seçimler ve komünistler Ekim: 256 Ocak/2008) Ancak, başbakan Erdoğan, Türk sermaye devleti adına tekrar gittiği Diyarbakır’da yine protestolarla karşılandı. Neredeyse tüm kepenkler kapatıldı ve mitinge sadece birkaç bin kişi katıldı. Erdoğan Kürdistan’da gittiği tüm kentlerde korucu televizyon TRT Şeş’i yere göğe sığdıramazken, DTP’ye de çeşitli demagojilerle saldırdı. Elektriği olmayan yerlere nasıl çamaşır makinesi götürdüklerinden, açlığa ve soğuğa mahkum ettikleri emekçilere nasıl sadaka dağıttıklarından bahsederken, tüm bunları “vatandaşa götürülen hizmet” olarak nitelendirdi. Yanı sıra “etnik siyaset yapılmaması gerekliliği”ni defalarca vurguladı. Kürtçe üzerinden bu sözde açılımlar yapılırken, aynı günlerde Ahmet Türk DTP meclis grup toplantısında Kürtçe konuşurken ekran karartıldı. Şoven açıklamalar birbirini izlemeye başladı. Bu olay, sermaye devletinin ikiyüzlülüğünü bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya serdi. İşte Türk sermaye devletinin verebileceği “özgürlük”ün sınırları bu kadardır. Türk devleti, Kürt ulusunun özgürlük istemlerini boğmak için her yolu denemektedir. Kimi zaman bunu işkenceyle, katliamla yaparken, kimi zaman da mücadele dinamiklerini düzen içi bir mecraya akıtabilmek için bir takım kırıntılar vermeye çalışmaktadır. Bir kez daha görülmüştür ki, Kürt halkının anadilde eğitim talebi de dahil tüm meşru talepleri ancak devrimci hedeflere bağlanmış militan bir mücadeleyle kazanabilir. Kürt sorununun gerçek ve kalıcı çözümü ancak sosyalizm ile mümkündür.
“Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!”
BDSP’nin seçim gündemli faaliyetlerinden...
Sermaye düzeninin işçi ve emekçileri aldatarak öfkesini seçim sandıklarına yöneltmeye çalıştığı bir süreçten geçiyoruz. 29 Mart yerel seçimlerine sınıfın devrimci programı ve bağımsız sosyalist adaylarla giren Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP), düzenin seçim oyununu teşhir eden, işçi ve emekçileri mücadeleye çağıran faaliyetlerini sürdürüyor. Bu faaliyet kapsamında değişik kentlerde, 28 Şubat-1 Mart tarihlerinde, seçim irtibat bürolarının açılış etkinlikleri gerçekleştirildi.
İstanbul: BDSP İstanbul’da Kıraç, Karadeniz Mahallesi, Gazi Mahallesi, Ümraniye, İkitelli, Kurfalı, Aydos, Terazidere, Esenyurt ve Sultanbeyli’de seçim bürolarının açılış etkinliklerini gerçekleştirdi. Etkinlikler sinevizyon gösterimleri, davul zurna eşliğinde çekilen halaylar ve aday tanıtım konuşmalarıyla açıldı. İstanbul Bağımsız Sosyalist Belediye Başkanı Adayı Melek Altıntaş yaptığı konuşmalarda BDSP’nin seçim platformunu anlattı. BDSP’nin seçimlere yaklaşımı, nasıl bir seçim çalışması yürütüleceği ve yerel seçim sürecinde neyin hedeflendiğine ilişkin bilgilendirmelerde bulundu. Komünistlerin seçimleri, düzeni ve düzen güçlerini teşhir etmenin, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmenin, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların bilincini, örgütlenmesini ve mücadelesini geliştirmenin bir olanağı olarak gördüklerini söyledi. Ayrıca, krizin işçi ve emekçiler cephesinden sonuçlarının giderek ağırlaşacağı bir döneme girildiğini, saldırılar karşısında örgütlü mücadeleyi yükseltmenin önemini vurguladı.
Bursa: Bursa’da seçim bürolarından ilki Teleferik Mahallesi’nde, ikincisi Başaran Mahallesi’nde açıldı. Açılış konuşmasında, Bursa Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Sosyalist Başkan Adayı Özkan Ünal düzen partilerini ve işçi ve emekçilere ham hayaller yayan liberal-reformistlerin tutumunu teşhir etti. Çözümün devrim ve sosyalizmde olduğunu vurguladı. Bu anlamda da kendisine verilecek desteğin devrim ve sosyalizme verileceğini belirtti. Konuşmanın ardından seçimlerin anlamı, seçimlerde ve genel anlamıyla politik sahnede solun
birlikteliği sorunu, işçi ve emekçilerin yaşadıkları sorunlar üzerine anlamlı tartışmalar yapıldı.
Adana: Adana’da Meydan Mahallesi’nde gerçekleştirilen seçim bürosu açılışı sinevizyon gösterimi ile başladı. Ardından ilk olarak sözü BDSP Meydan Seçim Komisyonu temsilcisi aldı. BDSP temsilcisi sistemin yaşadığı krize değinerek, bunun yapısal bir kriz olduğunu ve önümüzdeki döneme damgasını vuracağını söyledi. Ardından söz alan Adana Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Sosyalist Başkan adayı Fatma Sesli, seçim dönemlerinde binbir yalanla işçi ve emekçilerin karşısına çıkanların aslında yaşanan sorunların sorumluları olduklarını, bunun değiştirmeni tek yolunun seçimler değil mücadele olduğunu ifade etti. Kapitalizmin doğası gereği kentleri emekçiler için birer cehenneme çevirdiğini, insanca yaşanabilecek bir kentin ancak sosyalizmde mümkün olacağını söyledi.
Kayseri: Battalgazi Mahallesi’nde yapılan seçim bürosu açılışında konuşan Kayseri Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Sosyalist Başkan adayı H. Bora Koç, kentlerin kapitalizmin aynası olduğunu vurguladı. Krize ve onun yansımaları olan işten atmalar, yoksulluğun derinleşmesi vb. sorunlarına değinerek, bu sorunların seçimlerle değil sermaye iktidarının yıkılması ve işçi sınıfının kendi iktidarını kurması ile aşılacağının altını çizdi. Koç konuşmasını, tüm işçi ve emekçileri devrimci sınıf mücadelesini yükseltmeye çağırarak noktaladı.
Manisa: Seçim bürosu açılışında Manisa Bağımsız Sosyalist Belediye Başkan adayı Ahmet Subaşı tarafından bir konuşma yapıldı. Seçim sürecine ilişkin değerlendirmenin yapıldığı konuşmada, sınıf devrimcilerinin seçimlere neden bağımsız devrimci sosyalist adaylarla katıldıkları, kapitalist bir düzende seçimlerin ne ifade ettiği üzerinde duruldu. Ardından seçim bürosunu daha işlevli hale getirmek için yapılacak düzenlemeler hep birlikte tartışıldı.
İzmir: Çiğli ve Buca’da açılan seçim bürolarındaki etkinlikler devrim şehitleri anısına saygı duruşu ile başladı. “Devrimci bahara yürüyoruz!” filminin gösteriminin ardından BDSP adına konuşmalar yapıldı. İzmir Büyükşehir Bağımsız Sosyalist Belediye Başkan Adayı N. Şafak Özdoğan yaptığı konuşmalarda, örgütlü bir sınıf devrimcisi olduğunu, seçimlere BDSP’nin bağımsız sosyalist adayı olarak katıldığını, işçi sınıfının devrimci programını savunduğunu ifade etti. Emekçilerin çözümünün sandıktan ya da seçimden değil sokaktan, örgütlenmekten, direnişten, mücadeleden geçtiğini dile getirdi ve krizin sonuçlarına da değindi. İşçi ve emekçilere gerçekleri, mücadeleden başka bir seçimlerinin olmadığını, devrim ve sosyalizmin tek çözüm ve kurtuluş yolu olduğunu anlatan Özdoğan, BDSP’nin bağımsız sosyalist adaylarını destekleme çağrısı yaptı.
33
Sınıf ve emekçi hareketinden... MEHA’da mücadele inadı MEHA Tekstil işçileri kendilerine dayatılan kölece çalışma koşullarını kabul etmedikleri için patron tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden işten çıkarılmıştı. İşten atılan 105 işçi, kıdem, ihbar tazminatları, fazla mesai ücretleri ve diğer haklarını talep etti. İşçiler hakları verilmediği için fabrika önünde direnişe geçtiler. MEHA Tekstil işçileri 10 Mart günü Şirinevler LCW önünde gerçekleştirdikleri eylemin ardından Gaziosmanpaşa Elmabahçesi’nde yürüyüş gerçekleştirdiler. Öğle saatine gerçekleştirilen yürüyüş birçok fabrikanın önünüden geçilerek devam etti. İşten atma saldırılarının yaşandığı diğer fabrikaların önünde durularak işçilere mücadele çağrısı yapıldı. Kızıl Bayrak / GOP
Sinter ve Gürsaş direnişlerinde mücadele kararlılığı Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi Sinter ve Gürsaş işçileri direnişlerini ortak bir hatta ilerletiyorlar. Sinter ve Gürsaş patronlarının sendikal örgütlenme mücadelesine dönük saldırılarına karşı direnişin yolunu tutan işçiler mücadele kararlılıklarını çevre fabrikalara, mahallelere yayma çabası içindeler. Direnişlerini gündemde tutmak, örgütlülüklerini sağlamlaştırmak isteyen işçiler bir süredir hazırlıklarını sürdürdükleri yürüyüşlerini 6 Mart günü gerçekleştirdiler. İşçiler attıkları sloganlar ve dağıttıkları bildirilerle direnişleri konusunda işçi ve emekçilere bilgilendirdiler. Kızıl Bayrak / İstanbul
Vodafone önünde eylem Plaza Eylem Platformu, Vodafone Maslak Plaza önünde 6 Mart’ta gerçekleştirdiği basın açıklaması ile işten çıkarmaları protesto etti. Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği’nin “Vodafone işçisi yalnız değildir!” ozalitiyle yer aldığı açıklamada “Beyaz yakalı tek güvencen örgütlenmek!”, “Beyaz yakalı örgütlenmekten korkma, çocuğundan utanma!” dövizleri açıldı. Plaza Eylem Platformu adına açıklama yapan IBM temsilcisi Nedim Akay, bilişim, iletişim, bankacılık ve daha birçok örgütlenmemiş beyaz yakalı işçi çalıştıran firmalarda her gün örgütsüz yüzlerce kişinin ”sessizce” işten çıkarıldığını ve ücretlerin gasp edildiğini dile getirdi. Kızıl Bayrak / İstanbul
Grev sürüyor, dayanışma büyüyor! Turkuvaz Grubu’nun sendikal örgütlülüğü tanımama tutumu nedeniyle 13 Şubat 2009 tarihinde ATV-Sabah işyerinde greve çıkan basın emekçilerinin bekleyişi yoğun destek ziyaretleriyle sürüyor. ATV-Sabah emekçileri Beşiktaş Balmumcu’daki ATV-Sabah binasını her gün eylem alanına çevirirken, mücadele taleplerini her Cumartesi akşamı Taksim’de gerçekleştirdikleri meşaleli yürüyüşle dile getiriyorlar. Kitlesel ve coşkulu biçimde gerçekleştirilen 3. yürüyüş 8 Mart günü Taksim Tramvay Durağı’nda meşalelerin yakılmasıyla başladı. “Grev gözcüsü” önlüklerini giyen basın emekçileri, her hafta çıkardıkları “Grev gazetesiGnin dağıtımını yürüyüş boyunca yaptılar. ATV-Sabah grevcileri adına yapılan açıklamada, Sabah ga-
34
zetesinin ATV-Sabah’taki grev sürecine dönük sansürü ele alındı, tüm gazeteciler suskunluklarını bozmaya çağrıldı. Kızıl Bayrak / İstanbul
Direnen Makyal-Erka işçileri açlık grevine başladı
Adana İncirlik Üssü’nde Amerikan askerleri için yapılması planlanan 102 villanın inşaatında çalışan Makyal-Erka işçileri, aylardır alamadıkları ücretleri için yürüttükleri mücadeleyi açlık grevine eylemine dönüştürdüler. Ocak ayı içerisinde toplu olarak ücretsiz izne gönderilen 260 işçi Şubat ayı içinde de hiçbir gerekçe gösterilmeden işten çıkartılınca, Makyal-Erka işçileri mücadele yolunu seçti. İşçiler 3 Mart günü DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Adana Şube binasında açlık grevine başladılar. Kızıl Bayrak /Adana
Asil Çelik işçisi greve eylemlerle devam ediyor
Bursa’da 30 Ocak 2009 tarihinde greve çıkan Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi Asil Çelik işçileri, grevlerinin 30. gününde Orhangazi’de işçi ailelerinin de katıldığı bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Orhangazi ilçe merkezinde açtıkları direniş noktasında toplanan işçiler, buradan Cumhuriyet Meydanı’na sloganlarla yürüyerek mücadele taleplerini haykırdılar. Eyleme yaklaşık 250 işçi katıldı. Yaklaşık 3 aydır da ücretsiz izinde olan Asil Çelik işçileri, yaşadıkları maddi sıkıntılara rağmen grevlerine kararlılıkla devam ediyorlar. Kızıl Bayrak / Bursa
PTT emekçileri Ankara’da! Haber-Sen’de örgütlü PTT emekçilerinin Diyarbakır’dan başlattıkları postacı yürüyüşü 27 Şubat günü Ankara’da bir eylemle sonlandı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen posta emekçileri Abdi İpekçi Parkı’nda buluştu. Buradan Ulus’taki PTT binasına doğru yürüyüşe geçildi. PTT binası önünde basın açıklaması okundu. Açıklamada, PTT Genel Müdürlüğü’nün postacıların yürüyüşünü engelleme çabası teşhir edildi ve AKP hükümetininı özelleştirme politikaları eleştirdi. Eylem PTT emekçilerinin, “Biz emekten gelen gücümüzü kullanmakta karalıyız. Sorunlarımız çözülmezse daha da büyük eylemler yapacağız” sözleriyle sonlandı. Eyleme yaklaşık 200 PTT emekçisi katıldı. Kızıl Bayrak / Ankara
Asistanlar hakları için üniversitede sabahladı! YÖK’ün 50/d maddesi nedeniyle yaşanan hak gasplarına karşı yüzlerce asistan, öğretim üyesi ve öğrenci İstanbul Üniversitesi’nde toplanarak sabaha kadar üniversitede kaldı. İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Temsilciler Kurulu’nun çağrısı ile bir araya gelen doktora öğrencileri ve pek çok kurum, 6 Mart günü İstanbul Üniversitesi araç kapısı önünde saat 16.30’da toplandı. “Biz kalıyoruz YÖK gitsin!” pankartının açıldığı yürüyüş Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde sona erdi. Burada gerçekleşen çeşitli etkinliklerden sonra Merkez Kampüs ana kapısı önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Ardından Fen-Edebiyat Fakültesi’ne yürüyüş gerçekleştirildi. Asistanlar burada tiyatro, sinema, şiir müzik vb. etkinliklerle sabah saatlerine kadar beklediler. Kızıl Bayrak / İstanbul
BDSP eyleme “Kapitalizm kriz, açlık, çifte sömürü, eşitsizlik demektir! Kadının kurtuluşu sosyalizmde!” pankartıyla katıldı. Devrimci 8 Mart Platformu adına okunan basın metni şu sözlerle sona erdi: “Onurumuz ve geleceğimiz için; Rosa’nın, Clara’nın Tanya’nın açtığı yoldan Sabolar, Bernalar, İdiller, Barbaralar, Haticeler, Kevserler gibi yürümeye devam edeceğiz! Kadınlar! Tüm yaşadıklarımızın sorumlusu olan emperyalizme karşı mücadele etmeli, ırkçılığa, sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe karşı birleşmeliyiz! Geleceğimiz ellerimizde, geleceğimiz kavga alanlarındadır!”
Eskişehir:
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü ülkenin dört bir yanında kutlandı. 8 Mart’ın tarihsel anlamına ve devrimci özüne uygun bir şekilde alanlar kızıla boyandı.
İstanbul:
BDSP, Belediye İş 2 No’lu Şube, BES İstanbul 1 No’lu Şube, ÇHD, Deri-İş Genel Merkezi, Demokratik Kadın Hareketi, Devrimci Hareket, Devrimci ‘78’liler Federasyonu, Divriği Kültür Derneği, Halk Cepheli Kadınlar, Halk Kültür Merkezleri, Kaldıraç, ODAK, PSAKD Marmara Şubeleri, Partizan, PDD, Proletaryanın Kurtuluşu, TUDEF ve TKP tarafından Kadıköy’de “Cinsel, ulusal, sınıfsal, sömürüye, emperyalist saldırganlığa, yoksulluğa, gericiliğe ve ezilmeye karşı kadınlar mücadeleye! ”şiarıyla örgütlenen miting 5 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Mitingte en coşkulu kortejlerinden birini DESA’nın direnişçi kadınları oluşturdu. “Biz kadınlar Deri-İş’e üye olduk, DESA’dan kovulduk! 313 gündür Düzce’de, 249 gündür Sefaköy’de direnişteyiz! / Türkiye Deri-İş Sendikası” pankartıyla yürüyen işçiler direnişle dayanışmaçağrısı yaptılar Komünistler eyleme “Kadının kurtuluşu devrimde, sosyalizmde! / BDSP” ve “Yaşamın yarısından kavganın yarısına... Özgürlük ve eşitlik için yürüyoruz! / Emekçi Kadın Komisyonları” pankartlarıyla katıldılar. Saygı duruşunun ardından 8 Mart’ın tarihsel anlamı ve bugün karşı karşıya kalınan saldırılar ele alındı. Eylemde DESA, Sinter, Gürsaş ve ME-HA işçileri adına konuşmalar yapıldı ve işçilerin mesajları okundu.
İzmir:
“Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!” ve “Emperyalizme, şovenizme, sömürüye karşı birlikte mücadeleye!” ortak pankartlarıyla bir araya gelen kitle Konak’tan yürüyüşe başladı. Saygı duruşuyla program başladı. Ardından 8 Mart’ın tarihsel anlamı ve güncel çağrısı üzerine hazırlamış ortak metin okundu. Egemenlerin 8 Mart’ın sınıfsal özünü karartmaya ve sistem içine çekmeye çalışmasına rağmen, 8 Mart’ın, emekçi kadınların sömürücü sisteme karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günü olduğu ifade edildi. Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylemde komünistler “Emperyalizme, şovenizme, köleliğe karşı mücadeleye!/BDSP” pankartı, kızıl bayrakları ve coşkulu sloganlarıyla yeraldılar.
Ankara:
Alınteri, BDSP, DHF, Halk Cephesi, Partizan ve Odak tarafından düzenlenen eylemde, Devrimci 8 Mart Platformu’nun ortak pankartının şiarı “Emperyalizme, çifte sömürüye, işsizliğe, yoksulluğa karşı emekçi kadınlar mücadeleye!” idi.
8 Mart eylemi, BDSP, DPG, DHF, Eskişehir Gençlik Derneği, Mücadele Birliği ve ODAK tarafından örgütlendi. Migros önünde basın açıklaması yapıldı. Açıklamada kadınların cinsel, ulusal ve sınıfsal kimliği üzerinden yaşadığı sömürü anlatılarak, krizle birlikte, bu dönemin bedelini en ağır biçimde ödeyenin yine kadınlar olduğu belirtildi. Basın açıklamasından sonra KESK toplantı salonunda bir etkinlik gerçekleştirildi. İlk olarak 8 Mart’ın tarihini anlatan kısa bir konuşma yapılarak mücadelede özgürleşen devrimciler anısına saygı duruşunda bulunuldu. Sunumun ardından soru-cevap kısmıyla etkinliğin ilk bölümü sona erdi. İkinci bölümünde, “Değişim” adlı oyun sergilendi. Şiir ve müzik dinletisiyle etkinlik sona erdi.
Bursa:
BDSP, Partizan, DHF, Tuncelililer Derneği, Eğitim işçileri Örgütlenme Girişimi ve Eğitim Emekçileri Derneği tarafından örgütlenen eylem, Metro İstasyonu önünden yürüyüşle başlandı. Kent Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamada “Emekçi kadınlar olarak cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son demek için, bedenimizin metalaştırılmasına karşı sesimizi yükseltmek için, eşit işe eşit ücret talebimiz için, ırkçılığa ve şovenizme karşı Kürt ve azınlık milletlerden ezilen tüm kadınlar için buradayız” denildi.
Adana:
Adana Devrimci 8 Mart Platformu tarafından gerçekleştirilen eylemde platform adına hazırlanan basın metnin okundu. 8 Mart’ın, işçi ve emekçi kadınların sokağa çıkarak mücadele ettikleri bir gün haline geldiği ifade edildi. Tarihi kanla sulanmış olan 8 Mart’ın devlet tarafından içi boş bir kadınlar gününe indirgenmeye çalışıldığı, buna izin verilmeyeceği belirtildi. Yaratılan mücadele geleneğine sahip çıkılarak, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya talebini haykırmak için alanlarda olunacağı söylendi. KESK Adana Şubeler Platformu da Devrimci 8 Mart Platformu arkasında kendi pankartını açarak eyleme katıldı.
Trabzon:
Trabzon’da ön sürecini YDG ve Ekim Gençliği olarak stant, imza kampanyası, emekçi kadınlarla yapılan röportajlar ve kadınlar pazarında bildiri dağıtımları ile ördüğümüz 8 Mart etkinliğini ve basın açıklamasını Meydan Park’ta gerçekleştirdik. Emekçi 8 Mart Platformu (YDG, Halk Cephesi ve Ekim Gençliği) tarafından yapılan açıklamada şunlar söylendi: “Bugün fabrikalarda kendi vücut ölçülerine uymayan makinelerde sakatlanma pahasına çalıştırılan kadın için hamilelik ve doğum çoğu kez işine son verilmesi anlamına gelir. İşini koruyabildiğindeyse çocukları her türlü pisliğin yuvalandığı, uyuşturucu, şiddet ve tacizin kol gezdiği sokaklarda büyümektedir. Ağırlıklı olarak kadınların çalıştığı fabrikalarda bile kreş bulunmamaktadır. Kadınlar sosyal haklardan ve iş güvencesinden yoksundur. Fabrikalarda, atölyelerde yoğun bir emek sömürüsüne maruz kalan kadın tarlada, bağda, bahçede de kapitalizmin ucuz işgücüdür.” Açıklamaya 60 kişi katıldı.
35
“Beşir’le Vals”in er Folman’ı yitik anılarını arıyor…
Sahi ne olmuştu Sabra ve Şatilla’da!
“- Lübnan’a ait görüntüler gözünün önüne gelmiyor mu? - Hayır, pek sayılmaz. - Emin misin? - Hayır - Ya Beyrut, Sabra ve Şatilla? - Ne olmuş Sabra ve Şatilla’da?” Bu sözlerle başlıyor hafızası ile birlikte insanlığı da unutturulan bir toplumun belleğini kazanma yolculuğu... 1982 yılında Beyrut işgali sırasında, İsrail ordusunda yer almış eski bir asker olan yönetmen, kendi anılarını ararken, insanlığın gördüğü en büyük katliamlardan birini de parça parça ortaya seriyor. İsrail toplumuna ve dünyanın tepkisiz halklarına kaba çizgiler yardımıyla hatırlatıyor Sabra ve Şatilla katliamlarını... İsrailli yönetmen Ari Folman’ın Beşir’le Vals (Vals Im Bashir) filmi, bu yılın en çarpıcı yapımları arasında yerini aldı. 90 dakikalık bir animasyon olan Beşir’le Vals, Folman’ın biyografik yolculuğunu konu alıyor. Bir barda kendisi gibi savaşa katılmış asker arkadaşının sorusu üzerine, savaşa dair hiçbir anısı olmadığını fark ediyor Folman. Hafızasını yitirdiğinin bile farkında olmayan Folman, o akşamın ardından kendisiyle birlikte savaşta yer almış eski arkadaşlarının peşine düşerek yaşananları hatırlamaya çalışıyor. Yönetmenin anıları yerine geldikçe, biz de Beyrut’ta katledilen insanları, rasgele bombalanan evleri, “kazara” taranan arabaları ve askerlerin içine düştükleri yabancılaşmayı parça parça görüyoruz. İnsanlıktan çıkmış İsrail askerlerinin yaşadıkları yozlaşma ve duyarsızlık da en kaba ve zaman zaman rahatsız edici biçimiyle yansıyor beyaz perdeye. Max Rixhter tarafından hazırlanan film müzikleri de, filmin bütünlüğüne önemli bir katkı sunuyor. Katliamları umursamamayı ve yaptıklarını sorgulamamayı seçen, çevrelerinde olup biteni sanki izleyiciymiş gibi yorumlamaya çalışan İsrail askerlerinin ruh hali, savaş ve katliamı çarpıcı şarkı sözleri ile anlatan müziklerle başarılı biçimde sunuluyor. Film adını ise, Falanjistler’in “efsanevi” lideri olan ve kral olmasına bir gün kala şaibeli biçimde öldürülen Beşir Cemal’den alıyor.
İsrail günah mı çıkarıyor?
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan Beşir’le Vals filmi, gösterime girmesiyle birlikte pek çok ülkede de tartışma yarattı. Filmin İsrail yapımı olması, İsrail Film Akademisi tarafından ödüle boğulması ve En İyi Yabancı Film Oscarı’na aday gösterilmesi, akıllara “Bu İsrail için bir günah çıkarma filmi midir?” sorusunu getirdi. İslami çevreler kaba bir Yahudi düşmanlığı ile filmi peşinen reddederken, marksist referanslı kesimler de haklı olarak filmin eksiklerini ortaya koydular. Filmin temel sorunu, Sabra ve Şatilla katliamlarının anlatıldığı son bölümlerde kendini ortaya koyuyor. Burada Falanjistler bir grup gözü dönmüş vahşi olarak gösterilirken, İsrail askerlerinin naifliği ve vurdumduymazlığı önplana çıkıyor. İsrail’in Falanjistler’e kol kanat gerdiği, onları silahlandırarak kamplara soktuğu, katliam yapabilmeleri için işaret fişekleri ile geceyi aydınlattığı, İsrail’in en üst düzeyde katliamın planlayıcısı olduğunun anlatılmasına rağmen, vurgu noktaları daha çok Falanjistler’e ve onların vahşiliğine kayıyor. “Kasap” unvanını burada kazanan Ariel Şaron’dan bile film boyunca yalnızca bir kez bahsediliyor. Filmde İsrail ordusunun rütbeli ve rütbesiz mensupları özel olarak ayrılıyor ve komutanların katliamdan haberdar oldukları sıklıkla vurgulanıyor. Erler ise bu katliama tanıklık ettikleri, gözlerinin önünde cereyan eden olayları umursamadıkları için eleştiriliyor. Yer yer katliamı gören askerlerin verdikleri tepkiler ve şaşkınlık da, film boyunca İsrail askerlerinin yaptığı katliamları seyreden izleyici için tuhaf bir çelişki yaratıyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise, yaşanan savaşta İsrail’in rolü, Lübnan’da ne aradığı, karşısında savaşan ve ölümü göze alan gerillaların kim olduğu, insanların neden kamplara toplan-
36
dığı sorularının es geçilmiş olması. Tabiî ki yönetmen bu gibi sorulara kaba biçimde yanıt vermek ve ajitatif cümleler kullanmak zorunda değil. Ancak anlatımın bir askerin hatıraları üzerinden yapılıyor olması, tüm bu noktaların gözardı edilmesine ve hikâyenin belli öğelerinin yadsınarak masalsı bir havaya büründürülmesine sebep oluyor. Sonuçta elde, bilinmeyen bir düşmana karşı savaşan, neden orada olduğunu ve ne yaptığını dahi bilmeyen İsrail askerleri ile gözü dönmüş Falanjistler kalıyor. Filistinli gerillalar güçlü ve başarılı savaşçılar olarak gösterilirken, İsrail askerlerinin 19 yaşında tecrübesiz gençler olması da, askerlerin ne yaptığının bilincinde olmadığı vurgusunu destekliyor. İsrail yapımlarında sıklıkla görülen Auschwitz göndermesi ise, filmin bütünü içinde hayli sırıtıyor. Sabra ve Şatilla’nın Auschwitz’e benzetilmesi anlaşılır olsa da, Yahudilerin asıl katliamı Auschwitz’de yaşadığına, Folman’ın Sabra ve Şatilla’dan bu kadar etkilenmesinin sebebinin bu olduğuna vurgu yapılması, İsrail kamuoyunun tepkisini çekmemek için verilmiş bir rüşvet olduğu izlenimi yaratıyor.
Savaşın “anlamsızlığı” ve “anlamı”
Toplum mühendisliğinin önemli bir aracı olan Amerikan sinemasının, tüm konuları yumuşatma ve tüketilebilir hale getirme gibi bir yöntemi vardır. En vahşi katliamlar, savaşlar bile bir aşk örgüsü içerisinde eritilir ve hep savaşın anlamsızlığı öne sürülerek sona erdirilir. Kof barış mesajları, “neden savaşıyoruz”lar, “iki tarafın da farkı yok”lar savaş filmlerinin özünü oluşturur. Tabii birçoğunun kaba Amerikan propagandasına sahip olduğunu da unutmamak gerekir. Coppolla’nın Kıyamet’i (Apocalypse Now), Stone’un Müfreze’si (Platoon) ve Kubrick’in Full Metal Jacket’ı bu cendereyi kırabilen ve Amerikan cephesini anlatırken savaşın “anlamsızlığı”nı değil de “anlamı”nı sorgulayan sayılı yapımlardan birkaçı olarak geçmiştir sinema tarihine. Beşir’le Vals, savaşın “anlamı”nı ortaya koyma konusunda yeterince cesur olamasa da, “günah çıkarma filmleri” ile arasına net bir çizgi çekmeyi başarıyor. Bireyin dünya algısını esas alan bir anlatım izliyor. Bu tür bir anlatım tercihinin getirdiği kısıtlamalara sığınarak, katliamdan bir kesiti perdeye taşıyor. Ancak bu kesit bile izleyiciye, İsrail vahşetini, katliamın gerçek yüzünü ve filmin başlarında sorulan “Ne olmuş Sabra ve Şatilla’da?” sorusunun yanıtını vermeye yetiyor. Baştan sona güçlü ve etkileyici bir anlatıma sahip olan film, finalinde animasyonun yarattığı kasvetli hayal dünyasını yıkarak, izleyiciyi katliam gerçeği ile karşı karşıya bırakıyor. Ve asker Folman, “Ne olmuş Sabra ve Şatilla’da?”nın yanıtını tüm çıplaklığıyla buluyor: “Kampın içerisinde büyük bir moloz yığını gördük. Gözüme bir el, küçük bir el takıldı. Yığının içinden çıkmış küçük bir çocuk eliydi. Yakından baktığımda buklelerini gördüm. Kıvırcık saçlı bir yüz toza bulanmıştı. Ayırt etmek çok güçtü. Ama bir kafaydı, burnuna kadar görünüyordu. Bir kafa ve bir el. Benim kızım da o kız çocuğuyla aynı yaşlardaydı. Onun da saçları kıvırcıktı. Filistinlilerin kamplardaki evlerinde avlular vardı. Bu avlular kadın ve çocuk cesetleri ile dolu haldeydi. İlk olarak erkekleri öldürmüşlerdi. Sonra da ailenin geri kalanlarıyla ilgilenmişlerdi. Bir ara sokağa girdik, bir buçuk adam boyunda dar bir sokaktı. Sokak insanın göğüs hizasına gelecek şekilde erkek cesetleriyle doldurulmuştu. İşte ancak o an katliamın sonuçlarının farkına varabildim.” Z. Us
Newroz ateşini Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesiyle harlayalım!
Bijî Newroz, Bijî Sosyalizm!
Kürtçede “yeni gün” anlamına gelen Newroz Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle özdeşleşmiştir. Her yıl Newroz’da temsilen yakılan ateş, direnişin ve özgürlüğün ateşidir. M.Ö VI. yüzyılda çocukların beynini yiyerek beslenen Asur imparatoru zalim Dehaq’a karşı Kürt halk Demirci Kawa önderliğinde isyan eder. Dehaq’ın ölümüyle Kürt halkı zulümden kurtulur. Demirci Kawa köyün gençleriyle birlikte dağa çıkar ve Dehaq’ın öldüğü haberini iletmek için bir ateş yakar. İşte o ateşin yakıldığı gün 21 Mart günüdür. Bu yüzden o ateş isyanın ateşidir, bu yüzden Newroz isyanın günüdür.
Kawa’nın yaktığı ateş yolumuzu aydınlatıyor! Sermaye devletinin Kürt halkına yönelik geleneksel inkar ve imha politikası değişik boyutlar kazanarak sürmektedir. Kürt halkı baskıcı şoven politikalarla ehlileştirilmeye çalışılmaktadır. Bu kirli savaşa işçileri, emekçileri ve gençliği de alet etmeye çalışan faşist sermaye devleti, burjuva medya aracılığıyla şoven politikaları körüklemekte, bu kirli savaşı insanların gözünde meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Şovenizmi kendi çıkarları için ustaca kullanan devlet, işçi ve emekçileri sefalete sürükleyeceği yasalar çıkaracağı dönemlerde şovenist propagandayı tırmandırmakta, Türk işçi ve emekçileri, Kürt işçi ve emekçilerine karşı kışkırtmaya çalışmaktadır. Sermaye devleti, bir yandan halklar arasında düşmanlık tohumu ekerken, bir yandan da sözde Kürt halkının haklarına sahip çıkmakta ve “demokratik” açılımlar yapmaktadır. Kürt halkını kendi arasında da bölme çabalarına girişen devlet, can bedeli verilen mücadeleler sonucu kazanılmış hakları, verilmiş lütuflar olarak göstermektedir. TRT 6, Kürt halkını aldatmaya yönelik adımların çarpıcı örneklerinden biridir. Kürt halkının demokratik istemlerini kendi eliyle ve kendi belirlediği sınırlarla uygulamaya koymak, sermaye devleti için bulunmaz bir fırsattır. Kürtçe kanalı, kendi ideolojisini propaganda etme ve Kürt halkının değerlerinin içini boşaltma olanağı olarak görmektedir.
Newroz düzenin seçim oyununa karşı açılmış bir bayrak olmalıdır! Kürt halkını teslim almak için bin bir türlü yol deneyen sermaye devleti, seçim döneminde bunu çok açık bir biçimde göstermektedir. Son genel seçimlerde Kürt illerinde belli bir başarı sağlayan AKP, başarılı olamadığı yerlere ise beyaz eşyayla, kira ve erzak yardımlarıyla girmeye çalışmaktadır. Sermaye iktidarı, yoksullaştırdığı işçi ve emekçileri dilencileştirermekle kalmamakta, bunu kendi çıkarıları doğrultusunda bir olanağa dönüştürmeye çalışmaktadır. Kürtçe kanal açarak sözde “demokratik bir açılım” yapan AKP, aradan çok zaman geçmeden Ahmet Türk’ün DTP meclis grubunda Kürtçe konuşma yapmasıyla gerçek kimliğini göstermiştir. AKP’nin bu tavrı, düzenle barış çizgisinde Kürt halkının öfkesini parlementoya akıtma çabasına girişenlere ders olmalıdır. Kürt halkını parlamenterist söylemlerle düzenle barıştırmaya çalışanlara karşı Newroz’da mücadele bayrağı yükseltilmelidir. Kapitalist krizin derinleştiği, yüzbinlerce insanın işinden olduğu, buna karşı işçi sınıfının mevzi direnişlerle hareketlenmeye başladığı şu günlerde seçim, sermaye cephesinden kendilerini aklamanın dayanağı olarak kullanılmak istenmektedir. Seçim süreciyle içiçe geçen Newroz, Kürt ve Türk emekçileri için düzenin oyunlarını boşa düşürmenin ve sermayenin karşısına dikilmenin bir olanağı olabilmelidir. Gençlik Kürt halkının meşru mücadelesinin yanında olmalı, Newroz’da Türk-Kürt işçi ve emekçilerinin ortak eseri olacak sosyalizmin kızıl bayrağını yükseltmelidir.
37
Kızıldere’de On’ların yaktığı direniş ateşi kavgamızda büyüyor! 30 Mart 1972’de Kızıldere büyük bir direniş tanıklık edecekti. Bir tarihin tanığı olduğunu bilmeden, On’lara siper olacaktı sığındıkları kerpiç ev. Duvarlarından On’ların sesi yankılanacaktı: “Teslim olmayacağız!” Mücadelenin yükseldiği yıllardı. İşçiler ve öğrenciler alanlardaydı. Gün geçtikçe yükselen devrimci mücadele toplumun geniş kesimlerini içine alıyordu. Aynı dönemde dünya ölçeğinde yükselen anti-emperyalist mücadele Türkiye’de de büyük bir etki yaratmıştı. Yalnızca gençlik kesimlerinde değil, işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde de devrimci düşünceler güç kazanıyordu. Bundan dolayıdır ki burjuvazi korkuyor ve mücadeleyi boğmak istiyordu. Kurdukları düzenin yıkılmasından, zenginliklerine zenginlik katan sistemlerinin devrilmesinden korkuyorlardı. Bunun için sermaye devleti tüm baskı ve zor aygıtlarıyla sahnedeydi. Gençlik hareketinin önderlerini katletme yolunu seçerek başladı işe. Bu şekilde mücadeleyi boğmak, insanlar üzerine korku salmaktı amacı. Önce Denizler yakalandı ve çok geçmeden idamlarına karar verildi. İşte bunun için Kızıldere’deydi Mahirler. Denizlerin idamını engellemek amacıyla THKP-C ve THKO militanları ortak bir eylem gerçekleştirdiler. Sinop’taki NATO üssünde görevli İngiliz askerlerini kaçırarak Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyüne getirdiler. Fakat bir ihbar sonucu Kızıldere’deki kerpiç evde pusuya düşürüldüler. Teslim olmak yerine direnmeyi seçen 10 yiğit devrimci, saatler süren çatışma sonucu katledildiler. Tepeden tırnağa silahlı faşist sermaye devleti karşısında On’ların ellerindeki en büyük güç devrime ve sosyalizme olan bağlılıkları ve devrimci inançlarıydı. Mahir ve arkadaşları inandıkları dava uğruna ölümü tereddütsüz göğüslediler, onurlu bir direniş geleneği yarattılar.
Sermayenin saldırılarına karşı devrimci değerlerimize sahip çıkalım!
38
Bugün bizi polisiyle, medyasıyla, yoz kültürüyle çok yönlü bir kuşatma altında tutan sermaye devleti saldırılarını her geçen gün yoğunlaştırıyor. Bizleri kişiliksizleştirerek etkisi altında tutmaya, sisteme zararsız bireyler haline getirmeye çalışıyor. Bu amaç doğrultusunda devrimci mirasımıza pervasızca saldırıyor, devrimci değerlerimizin içini boşaltmaya, geçmişimizi kirletmeye çalışıyor. Devrim ve sosyalizm davası uğruna tereddüt etmeden ölüme giden Denizler’den, Mahirler’den “bizim çocuklar” diye söz ederek, onları “gençlik yıllarında kahramanlık yapmaya soyunmuş birer delikanlı” olarak göstermek istiyor. Onları ideolojik kimliklerinden tamamen sıyırarak çıkartıyor karşımıza. Tüm bunlar aslında sermaye devletinin ne denli korktuğunu kanıtlıyor. Devrimci değerlere saldırarak, içini boşaltarak, devrimci mücadelenin gelişmesini engellemenin, işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin devrim saflarında yerini almasının önüne geçmenin hesabını yapıyor. Fakat boşuna! Mahirler, Denizler bu ülkede devrimci direniş geleneğini tarihe kazımış bulunuyorlar. Onlar bu ülkede teslim olmamanın, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için ölümü kucaklamanın temsilcisi oldular. Onların yarattığı devrimci değerleri kuşanarak yarınlara yürüyenler, devrimci mirasımıza sahip çıkma ve bu katliamların hesabını sorma bilinciyle ilerliyorlar. Mahirler’in Kızıldere’de yaktıkları direniş ateşini daha da ileriye taşımanın yolu devrimci mirasımıza sahip çıkmaktan, mücadeleyi büyütmekten geçiyor.