Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek, emperyalizme karşı halkların kardeşliğini haykırmak için
1 Mayıs’ta alanlara!
Seçimleri geride bıraktık. Önümüzdeki süreçte sermayenin seçimler nedeniyle ertelediği saldırılar boyutlanarak sürecek. Seçim sürecinin yarattığı atmosfer nedeniyle emekçilerin dikkati önemli ölçüde seçimlere yoğunlaştı. Bunda medya da önemli bir rol oynadı. Emekçiler kendi sorunlarından uzaklaştırılarak bu gündeme kilitlendiler. Şimdi ise emekçileri, gerçeklerle karşı karşıya kalacakları ve krizi tüm yakıcılığıyla hissedecekleri bir dönem beklemektedir. Bir yandan krizin etkisiyle artan işsizlik, diğer yandan İMF’nin yıkım politikalarının emekçileri her açıdan sefalet koşullarına mahkum etmesi...
Kapitalizmin derinleşen krizi sonuçlarını hissettiriyor Krizin Türkiye üzerindeki yıkıcı sonuçları bizzat sermayedarlar tarafından dile getirilmektedir. Üretim sürekli gerilemekte, Türkiye sanayi üretiminde yaşadığı düşüşle Japonya’dan sonra dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Kapitalizmin krizinin etkilerini kendi cephelerinden hafifletme çabası içerisinde olan kapitalistler çözümü, sosyal hakları tırpanlamakta ve işçi çıkarmakta bulmaktadır. 6 milyon 223 bine ulaşan işsiz sayısı bunun en somut örneğidir. İşsizlik oranı üretimin daralmasıyla daha da artacaktır. Diğer yandan, İMF ile yapılacak olan anlaşma için seçimlerin sona ermesinin beklenmesi ekonomik ve sosyal saldırıların ağır olacağının bir göstergesidir. Zira, Türkiye ağır bir dış borç yükü içerisindedir. İMF’den alınacak kredi kapitalistlere aktarılırken, borcun faturası ise emekçilere çıkarılacaktır. Emekçilerin alım gücü iyiden iyiye azalacak, bu ise artan işsizlikle birlikte emekçilerdeki tepki ve hoşnutsuzluğu daha da büyütecektir. Daha krizin ilk sonuçlarıyla beraber bir dizi grev, işgal ve direniş ile işçiler krizin faturasına karşı mücadele yolunu tutmuşlardır. Derinleşen kriz, bu tür mücadele pratiklerinin daha da yaygınlaşmasına yolaçacaktır. Burjuvaziyi en çok kaygılandıran da budur. Patlama noktasına gelecek olan öfkenin önünü alabilmek için, baskı ve terör önümüzdeki süreçte daha da boyutlanacaktır. Krizin yol açtığı ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlar doğal olarak gençliği de doğrudan etkilemektedir. Özellikle artan işsizlikle beraber gençliğin gelecek sorunu yakıcılığını hissettirmektedir. Krizle beraber gençliğe sunulan sahte gelecek vaatleri de tuzla buz olmuştur. Bugün beyaz yakalılara dayatılan çalışma koşulları ve işten atılma kaygısı ile bu koşulların sineye çekilmesi, kapitalizmin “soğuk yüzünü” bir kez daha göstermiştir. Üniversite mezunu olarak, aslında çok önceden yitirilen “ayrıcalık”ların kafalarda yaratmış olduğu yanılsamalar kapitalizmin acı gerçeklerine çarpmaktadır. Önümüzdeki dönemde kapitalizmin krizi gençliği derinden etkileyecektir. Gençliğin payına daha fazla işsizlik ve geleceksizlik düşecektir. İşte, saldırıların çok yoğun olduğu fakat parça parça da olsa mücadele dinamiklerinin de ortaya çıktığı bir dönemde 1 Mayıs’ı kutlayacağız. 1 Mayıs işçi ve emekçilerin, gençliğin, emekçi kadınların, ezilen halkların kendi talepleri ile alanlara çıkacağı, mücadele azmini haykıracağı bir mücadele günüdür! Böylesi bir dönemde, sosyal yıkım saldırılarına, emperyalizme, şovenizme karşı mücadeleyi yükseltme, kapitalizmin krizini daha da derinleştirme iradesini ortaya koyma görevi önümüzde durmaktadır.
1 Mayıs’a hazırlık krize karşı etkili bir faaliyet demektir! Krizin yıkıcı sonuçları karşısında işçilerin gerçekleştirdiği grevler ve direnişler, bu çerçevede büyüyen sınıf dayanışması umut vericidir. Fakat aynı iyimser tablonun gençlik için geçerli olduğu söylenemez. Üniversitelerde seçim dönemi sergilenen pratik bu açıdan önemli bir veridir. Kitlelerin politize olduğu bir dönemde siyasal gençlik örgütlenmelerinin bu olanağı kullanmaması anlaşılır değildir. Seçimleri boykot edenler de, “Birlikte Başarabiliriz Platformu” adı altında bir araya gelenler de, üniversitelerde güdük de olsa bir propaganda faaliyeti dahi yürütmemişlerdir. Oysa, seçimlerin politize ettiği bir atmosferde krizi gündemleştirebilmek önemli olanaklar sağlayabilirdi.
Krizin yol açtığı ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlar doğal olarak gençliği de doğrudan etkilemektedir. Özellikle artan işsizlikle beraber gençliğin gelecek sorunu yakıcılığını hissettirmektedir. Krizle beraber gençliğe sunulan sahte gelecek vaatleri de tuzla buz olmuştur.
3
Diğer bir sorun ise, böylesine kapsamlı saldırıların sürdüğü bir dönemde siyasal gençlik örgütlenmelerinin kendi dar grupçu kaygıları ile birleşik hatta yürütülebilecek gündemleri heba etmesidir. Ya da bu gündemleri, yerellerde çalışma yapmaksızın tek başına eylemsel süreçlere katılmaktan ibaret görmesidir. Siyasal gençlik örgütlerinin tablosu budur. Bileşik bir çalışma yürütme düşüncesi ve iradesi yoktur. Krizin etkilerinin alabildiğine hissedildiği, beraberinde mücadeleyi örgütleme imkanlarının arttığı bir dönemde, gençlik ne yazık ki 1 Mayıs’a örgütsüz bir halde girmektedir. Bu nedenle, bu yılın 1 Mayıs’ına, kendi gücümüze güvenerek, etkili bir faaliyetle hazırlanmak sorumluluğu ile yüzyüzeyiz. Kapitalizmin krizini, genelde işçi ve emekçilere, özelde ise gençliğe dayattıklarını etkin bir propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyetine konu edebilmeliyiz. Krizin etkilerini yerel gündemlerle birleştirebilmeli, özgünleştirebilmeliyiz. Bulunduğumuz alanlarda elbette krizi birleşik bir çalışmaya konu etme çabalarımızı da sürdürmeliyiz. Fakat, seçimlerin ortaya çıkartmış olduğu tablo bunun olanaklarının zayıf olduğunu göstermektedir. Gençlik kitlelerinin örgütsüzlüğü düşünüldüğünde, krizin sonuçlarının yakıcı bir biçimde hissedildiği bir dönemde etkili bir kitle çalışması örmek ve bu çalışmaya ileri unsurların katılımını sağlamak önemlidir. 1 Mayıs faaliyetimizi bu temelde kurgulamalı ve geniş kitlelere dönük bir faaliyet içerisinde olmalıyız. 1 Mayıs çalışmamız rutin kitle çalışmasını aşamazsa, krizin gençlik gündeminde yerini alması ve gençliği mücadele alanlarına taşıyabilme olanaklarımız sınırlı olacaktır.
Emperyalizme ve şovenizme karşı halkların kardeşliği şiarını 1 Mayıs alanlarına taşıyalım! Amerikancı hükümetin ABD emperyalizmi ile ilişkilerini pekiştirmesi, önümüzdeki dönemin siyasal atmosferini belirleyecektir. Önce Clinton’un gerçekleştirdiği ziyaret, sonrasında Obama’nın Türkiye’ye gelecek olması, ABD emperyalizminin kirli işlerinde Türk sermaye devletine aktif taşeronluk misyonu yüklediğinin göstergesidir. Yapılan görüşmeler sonrası açıklamalar da bunu ortaya koymaktadır. ABD emperyalizmi Ortadoğu, Kafkaslar ve Afganistan’ı egemenliği altına alarak, zengin enerji kaynaklarını yağmalayabilmek derdindedir. Bu amaca ulaşabilmek için de Türk sermaye devletinden hizmet beklemektedir. Başta Afganistan olmak üzere ihtiyaç olan bölgelere asker göndermek bu hizmetin içindedir. Yani ABD’nin halkları köleleştirme, olmuyorsa katletme görevinde, Türkiye’den gönderilen askerler önemli bir rol oynayacaktır. Türk sermaye devletine biçilen taşeronluk misyonu, hem hükümet hem de Genelkurmay cephesinden büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Oysa, bu talep geçen sene ABD tarafından dillendirildiğinde, dönemin Genelkurmay Başkanı çekincelerini ifade etmişti. Türkiye kendi içinde “terörle” boğuşurken kimse ondan bir başka yerdeki teröre karşı mücadele için askeri destek beklememelidir diye vurgulamıştı. Bugün baktığımızda, Genelkurmay’ın verdiği desteğin gerisinde, ABD’nin Genelkurmay’ın isteklerini karşılama çabası vardır. Yani içteki “terör” alt edilecektir. Bu da Kürt sorununda bugün izlenen politikaların nereye oturduğunu işaret etmektedir. “Kürt sorununda güncel durumun en önemli yönü, ABD’nin öteden beri telkin edip durduğu Kürt politikasının bir ucundan başlayarak artık resmen uygulamaya konmasıdır. TRT Şeş adımı ve kamuoyu önünden sözü edilen öteki açılım hazırlıkları bunun ifadesidir…” (Güncel gelişmeler ve sol hareket, Ekim, sayı: 257) Bir takım kültürel hak kırıntılarıyla Kürt halkının mücadele dinamiklerini düzen içi kanallarda etkisizleştirmek, sermaye devletinin önümüzdeki süreçteki temel politikası olacaktır. Kürt diline belli sınırlar çerçevesinde alan açılırken hiçbir biçimde anadil konusu tartışmaya konu edilmeyecektir. Amaçlanan, kimi kırıntılarla Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini tasfiye etmektir. Dolayısıyla, Kürt halkının gerçek kurtuluşunun düzen içi iğreti “açılımlar”da değil, sosyalizmde olduğunu vurgulamak büyük bir önem taşımaktadır. Tüm bunlar, 1 Mayıs’a çok yönlü bir hazırlığın çerçevesini de ortaya koymaktadır. Emperyalizme karşı zaferi direnen halkların kazanacağını, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin karşılığını sosyalizmde bulacağını, kriz içinde debelenen kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmeden kurtuluş yolunun mümkün olmadığını anlatan etkin bir propaganda ve ajitasyon faaliyetini örme sorumluluğu önümüzde durmaktadır.
4
Üniversitelerden... Üniversitelerden... Devrimci faaliyetimiz engellenemez!
Düzenin seçim oyununu bozalım! Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
YTÜ’de 27 Mart günü “Kapitalizmin krizi, seçimler ve gençlik mücadelesi” başlığı ile saat 12.00’de YTÜ ana giriş kapısı önünde yapıldı. ATV-Sabah grevinden Mete Öztürk, direnişteki IBM emekçilerinden Nedim Akay, kot işçilerinden Gazi Polat, direnişteki MEHA, Sinter, Gürsaş işçileri, TİB-DER başkanı Zeynel Nihadioğlu ve İstanbul Büyükşehir Bağımsız Sosyalist Belediye Başkan Adayı Melek Altıntaş’ın konuşmacı olduğu etkinlik, rektörlüğün keyfi uygulamaları sonucunda konuşmacıların okul içerisine alınmaması sebebiyle kapı önünde gerçekleştirildi. Özel güvenliklerin kapıda barikat kurarak ortamı terörize etti ve konuşmacıların hiçbir biçimde içeriye alınmamaları yönündeki rektörlük talimatı tekrarlandı. Her ne koşulda olursa olsun etkinliğimizi gerçekleştireceğimizi söyledik. Okul içerisinde teşhir konuşmaları yaparak rektörülüğün keyfi tutumunu öğrencilere anlattık ve kapı önüne taşıdığımız etkinliğe katılım çağrısı yaptık. Tonoz Kafe önünden “Düzenin seçim oyununu bozalım! Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!” şiarlı pankartımızı açarak sloganlarla yemekhaneye gittik. Karşı karşıya kaldığımız antidemokratik uygulamaları anlattık. Daha sonra yine sloganlarla etkinliğimizi gerçekleştirmek üzere ana giriş kapısı önüne döndük. Etkinliğin neden burada yapılmak durumunda kalındığını anlatan bir konuşmadan sonra Melek Altıntaş konuştu. Baskılara boyun eğmeyeceğimizi ve her koşulda mücadeleyi yükselteceğimizi ifade etti. İşçi sınıfının devrimci programı ile seçimlere katıldığını söyleyen Altıntaş, bugün yaşadığımız sorunlarımızın kapitalist sistemden kaynaklandığını ve kalıcı çözümün de ancak sosyalizm ile mümkün olacağını ifade etti. İşçileri, emekçileri, gençleri, emekçi kadınları ve tüm ezilenleri bu program ekseninde mücadele etmeye çağırdı. Düzen partilerinin çeşitli vaadlerle ve seçim rüşvetleriyle bizleri aldatmak istediklerini, sorunlarımızın tek çözüm yolunun devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmek olduğunu söyledi. Ardından işten atılan eski IBM emekçisi Nedim Akay, kendi mücadelele süreçlerini aktardı. Öğrencilere hitap ederek, verdikleri mücadelenin aslında bizlerin geleceği için verilmiş bir mücadele olduğunu söyledi. Sonraki konuşmayı ATV-Sabah grevinden Mete Öztürk gerçekleştirdi. Grev süreçlerini bizimle paylaşan Öztürk, seçimlerin çözüm olamayacağını çözümün ancak bir devrimle mümkün olacağını belirtti. Direnişteki MEHA işçilerini temsilen gelen işçi, bu tablo karşısında hiç şaşırmadıklarını, kendi yürüttükleri mücadelede de buna benzer uygulamalara maruz kaldıklarını ifade etti. Aylardır ücretlerini alamadıklarını, haklarını aradıklarında da polis copu ve biber gazı ile karşı karşıya kaldıklarını belirtti. Kot işçisi Gazi Polat da yaşanan engellemeleri protesto etti, kendi işkollarında rastlanan ve önlem alınmamasından kaynaklanan silikozis hastalığından bahsetti. Direnişteki Gürsaş işçisi, 10 yıllık çalışma hayatı boyunca bir şeylerin eksik kaldığını ve direnişleriyle beraber hak aramanın ne demek olduğunu öğrendiğini söyledi. Direnişleriyle beraber düzen partilerinin de gerçek yüzlerini anladığını ifade etti. Ardından söz alan Sinter işçisi keyfi engelleme tutumunu kınadı. Bugün uşaklık yapan özel güvenlikçilere seslenerek, yarın onlarında kriz karşısında yerlerinin Sinter işçileri gibi kapı önü olacağını hatırlattı. Mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı.
Ardından TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu tersanedeki çalışma koşullarından bahsetti. Krizle beraber binlerce işçinin işten çıkarıldığını, işçilerin üç aydır ücretlerini alamadığını söyledi. Ekim Gençliği adına konuşan arkadaşımız ise, hak arama mücadelesinde, özgür bir gelecek mücadelesinde işçilerin, emekçilerin ve öğrencilerin karşı karşıya kaldığı baskı koşullarından bahsetti. Kapitalizmin yarattığı tüm sorunların farklı yansımalarını yaşadığımızı ve verilen mücadelenin ortaklaştırılması gerektiğini vurgulayarak konuşmasını bitirdi. Etkinlik konuşmaların ardından sona erdi. Ekim Gençliği / İstanbul
“Kriz, seçimler ve gençlik” paneli
İzmir Ekim Gençliği olarak örgütlediğimiz “Kriz, seçimler ve gençlik” başlıklı söyleşimizi 18 Mart günü Ege Üniversitesi Mühendislik Kafe’de gerçekleştirdik. Söyleşimiz Ekim Gençliği adına yapılan konuşma ile başladı. Yoldaşımız, gençliğin sistem tarafından paralı eğitime tabi tutulduğunu, işsizliğe mahkûm edildiğini ifade etti. Sistemin gençliğe hiçbir gelecek vermediğini, veremeyeceğini vurguladı ve gençliğin tek kurtuluşunun bu sistemi yıkmaktan geçtiğini kaydetti. Ardından İzmir Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Sosyalist Başkan adayı N. Şafak Özdoğan sözü aldı. Düzen tarafından ezilen ve sömürülen işçi ve emekçilerin, gençliğin, kadınların, Kürt halkının nihai kurtuluşunun, tüm zenginlikleri ellerinde bulunduran bir avuç asalağın düzenlerini yıkmaktan geçtiğini ifade ederek sözlerine başlayan Özdoğan, sınıf devrimcilerinin işçi sınıfı önderliğinde bir devrimi örgütleyerek sosyalist işçi-emekçi iktidarı kurmayı hedeflediklerini belirtti. Seçimleri bir fırsata dönüştürüp küresel krizin etkilerine karşı işçi ve emekçileri, gençlik kesimlerini kendi talepleri etrafında mücadele etmeye çağırdıklarını vurguladı. Konuşmaların ardından soru-cevap bölümüne geçildi. Canlı bir tartışma zeminin yakalandığı söyleşide AKP-CHP tartışmaları üzerinden gelen sorulara, düzenin her iki kesiminin de teşhiri yapılarak cevap verildi. Ayrıca sınıf devrimcilerinin seçim sürecinde neden boykot taktiği izlemedikleri ya da bir takım platformlarla neden ortaklaşmadıkları anlatıldı. Söyleşi, 30 Mart’ta da mücadelenin süreceği ve gençliğin de bu mücadelenin bir parçası olması çağrısıyla son buldu. İzmir Ekim Gençliği
DEÜ çalışmalarından…
Yerel seçimler sürecinde gençliği düzenin seçim oyununu bozmaya ve reformist hayallere kanmamaya çağırdık. Bu çerçevede İzmir Ekim Gençliği olarak Ege Üniversitesi’nde gerçekleştirmeyi hedeflediğimiz “Kriz, seçimler ve gençlik” başlıklı panelimizin çalışmalarını yoğun bir biçimde sürdürdük. BDSP afişlerini yaygın bir biçimde kullandık. Ayrıca Dokuz Çeşmeler yerleşkesinde açmış olduğumuz Ekim Gençliği masasından BDSP’nin seçim bildirgesini dağıttık. 23 Mart günü tüm afişlerin ÖGB’ler tarafından sökülmesi üzerine faaliyetimize ara vermeden devam ettik. Aday tanıtım afişlerimiz “reklam yapıldığı” gerekçesiyle ikinci kez sert müdahalelerle yırtılmaya çalışıldı. Faaliyetimize yönelik bu tutumu teşhir etmek için ajitasyon konuşmaları gerçekleştirdik. 24 Mart gününden itibaren olayın teşhirini yapmak için hazırlamış olduğumuz bildirileri yaygın bir şekilde kullandık ve 26 Mart günü yapacağımız basın açıklamasına çağrı yaptık. 26 Mart günü eylemin yapılacağı Yabancı Diller Yüksek Okulu’nun giriş kapılarının kapatılmaya başlandığını gördük. Duruma müdahale etmek üzere giriş kapısına gittiğimizde “okulda eylem yapılacağı için öğrencilerin güvenliğini sağlamak” amacıyla YDY yönetiminin kapıları kapattırdığını öğrendik. Bunun üzerine sınıfları tek tek dolaşarak bu durumu teşhir ettik ve açıklamaya çağrı yaptık. Basın açıklamasından önce kafelerde, kapıların kapatıldığı, kimlik
5
kontrollerinin yapıldığını anlattık. Dinleyenler alkışlarla bizlere destek verdi. Teşhir konuşmalarımızın ardından yükselen tepkiler üzerine YDY kapıları açıldı ve kimlik kontrollerine son verildi. “Özel güvenlik terörüne son! / Baskılar bizi yıldıramaz! / Ekim Gençliği” ozalitimizi açarak sloganlarla basın açıklamamıza başladık. Salı günü yaşanan saldırının teşhirini yaparak, bu saldırılar karşısında devrimci faaliyetin engellenemeyeceğini haykırdık. Seçim dönemi boyunca gençliğin öfkesinin dizginlenmeye çalışıldığını, çözümün seçimlerde değil, devrimde olduğunu vurguladık. Kapitalizmin gençliğe gelecek vaat edemeyeceğini, krizle beraber geleceksizliğin katmerleşip diplomalı işsizliğin derinleşeceğini anlatarak kurtuluşun sosyalizmde olduğunu ve bu davaya omuz vermek gerektiğini belirttik. Basın açıklamasının ardından, saldırıya uğrarken yaptığımız “Haramilerin saltanatını yıkacağız, sosyalizmi kuracağız! / N. Şafak Özdoğan” şiarlı afişlerimizi okulun her yerini donatacak şekilde toplu olarak tekrar yaptık. Ekim Gençliği / İzmir
Eskişehir’de polis ve sivil faşist terörü
Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampusü’nde 18 Mart günü polis ve sivil faşistler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenci-
lere saldırdı. “18 Mart Çanakkale şehitlerini anma yürüyüşü” ile ilgili bildiri dağıtan faşistler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler tarafından ajitasyon konuşmaları ile engellendi. Çevik kuvvet üniversiteye girerek 74 öğrenciyi gözaltına aldı. Olayı gören öğretim görevlileri faşistlerin satırlarla ve döner bıçaklarıyla hazırlıklı geldiğini, ayrıca sivil polislerin ÖGB’lere şikayetçi olmaları konusunda baskı yaptıklarını belirttiler. Bu saldırıyı protesto etmek için saat 18.00’de Adalar Migros önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. 9 Mart günü de üniversitede yine bir protesto eylemi gerçekleştirildi. Faşistlerin Yunus Emre Yurdu önünden başlayarak gerçekleştireceği “18 Mart Çanakkale Şehitleri” yürüyüşü etkin bir teşhir faaliyeti sonucu gerçekleştirilmedi. Yurdun önünde sloganlarla bir süre beklendikten sonra yemekhane önüne doğru yürüyüşe geçildi. Yemekhane önünde basın açıklaması okundu. Yapılan açıklamada da, son dönemde ülke genelinde yaşanan siyasal gelişmelerle birlikte devrimci, demokrat ilerici güçlere olan tahammülsüzlüğün, AÜ’de yeniden
6
pervasızca bir saldırıyla kendini göstermiş olduğu vurgulandı. Ekim Gençliği / Eskişehir
İTÜ Maçka Kampüsü’nde saldırıları protesto eylemi
Geçen dönem İTÜ’de yaşanan faşist saldırının ardından birçok devrimci-demokrat öğrenciye soruşturma açılmış ve çeşitli uzaklaştırma cezaları verilmişti. İTÜ yönetimi ayrıca Hazırlık Kampüsü’ne diğer fakültelerden öğrencileri almama kararı almıştı. Bu kararın ardından ÖGB’ler giriş-çıkışta tüm öğrencilerin üzerini didik didik arayarak çantaların içine kadar bakmaya başlamıştı. İTÜ öğrencileri olarak, bu saldırıları teşhir etmek için 18 Mart günü Maçka Fakültesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın açıklaması öncesinde ÖGB’ler elinde basın açıklamasının ozalit pankartını taşıyan hazırlık öğrencisi arkadaşımızı fakülteye almayacaklarını söyledi. Bunun üzerine bizler de sivil polis ve ÖGB barikatını yararak pankartımızı açıp fakülte içerisinde yürüyüş yaptık. Ardından kapı önünde basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Yaptığımız basın açıklamasında soruşturmaların, cezaların ve yasakların neye hizmet ettiğini teşhir edip mücadelemize devam edeceğimizi vurguladık. Ekim Gençliği / İTÜ
Trakya’da soruşturma terörü!
5 Kasım 2008 tarihinde Trakya Üniversitesi Güllapoğlu Yerleşkesi’nde, YÖK’ün yıldönümü nedeniyle protesto gerçekleştiren öğrencilere rektörlük tarafından soruşturma süreci başlatılmıştı. Bu süreçte Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencisi yaklaşık 80 öğrenciye sözlü uyarıda bulunuldu. Hemen ardından Tunca Meslek Yüksek Okulu’nda okuyan ve basın açıklamasına katılan öğrencilerden bir kısmına birer ay uzaklaştırma cezası verilirken, iki arkadaşımıza iki yarı yıl okuldan uzaklaştırma cezası verildi. Ekim Gençliği / Trakya Üniversitesi
YTÜ çalışmalarından…
Yıldık Teknik Üniversitesi (YTÜ) Ekim Gençliği olarak yeni dönemdeki çalışmalarımız yaklaşan yerel seçimlerle birlikte devam ettirdik. BDSP’nin yerel seçim afişlerini ve bildirilerini yaygın bir biçimde kullandık. Bunun yanı sıra 16 Mart Beyazıt ve Halepçe katliamlarını, 19 Mart Irak işgalini, Newroz’u ve yerel seçimleri duvar gazetelerimizde ve afişlerimizle yoğun bir biçimde işledik. Ekim Gençliği/ YTÜ
İÜ çalışmalarından…
İÜ Merkez Kampüs’te ve Fen-Edebiyat Fakültesi’nde seçim afiş ve bildirgelerimizi kullandık. Bunun yanı sıra 19 Mart Irak işgalini Newroz’u çeşitli araçlarla gündemleştirdik. Seçim çalışmasının bir parçası olarak “kriz ve seçim” üst başlığıyla anket çalışması gerçekleştirdik. Yaptığımız anketler sırasında öğrencilere seçimlerin değil mücadelenin çözüm olduğunu anlattık. 25 Mart Çarşamba günü krizin ve seçimin gençliği nasıl etkilediğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Adayımızın da katıldığı söyleşi soru-cevaplarla canlı geçti. Ekim Gençliği/ İÜ
EÜ çalışmalarından…
Her gün düzenli olarak okulu “Haramilerin saltanatını yıkacağız, sosyalizmi kuracağız!” şiarlı aday afişlerimizle donattık. Ayrıca Ekim Gençliği masamızda aday bildirilerimizi dağıttık. İzmir Ekim Gençliği olarak Ege Üniversitesi Mühendislik Cafe’de 30 Mart’ta gerçekleştireceğimiz anmanın çalışmasını ozalitlerle ve bildirilerle gerçekleştiriyoruz. Ekim Gençliği/ EÜ
Genç-Sen çalışmalarından... Ege Genç-Sen: Krizin faturasını ödemiyoruz!
Genç-Sen olarak “Krizin faturasını ödemeyeceğiz, diplomalı işsiz olmayacağız!” başlıklı bir çalışma yapılması ve bu çalışmanın bir sempozyum ve yürüyüşle tamamlanması planlanmıştı. Ancak İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bursları kesmesiyle beraber çalışmamıza burs sorununu da dahil ettik. Genç-Sen 12 Mart’ta bursların kesilmesine ilk tepkiyi bir basın açıklamasıyla verdi. 17 Mart günü imza kampanyası çalışmaları somut olarak başladı. 25 Mart günü Mühendislik Cafe’de kitle toplantısı gerçekleştirildi. Yapılan tartışmalar sonucu bir fanzin çıkarılması ve 1 Mayıs’a dek iki sayı kullanılmasına karar verildi. İlk sayıda Genç-Sen, burslar ve diplomalı işsizlik üzerine yazılar olacak. 31 Mart’tan itibaren taleplerimiz çerçevesinde dönüşümlü açlık grevi başlatacağız. Ayrıca cafelerde ve çadırın önünde skeçler sunacağız. Kamuoyu ayağını örebilmek için merkezi yerlere de imza masamızı taşıyacağız. Ekim Gençliği / Ege Üniversitesi
DEÜ Genç-Sen: “Krizdeyiz, bedelini ödemiyoruz!”
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği bursların kesilmesi üzerine İzmir Genç-Sen olarak örgütlenen imza kampanyasının kamuoyuna deklarasyonu 20 Mart günü gerçekleştirildi. Dokuz Çeşmeler Yerleşkesi Denge Kafe önünde toplanan kitle “Krizin bedelini ö-de-mi-yo-ruz! / Burslarımızı geri istiyoruz!” yazılı
16 Mart eylemlerinden... Katliamları unutmadık, unutturmayacağız! 16 Mart şehitleri Beyazıt’ta anıldı...
16 Mart 1978’de faşist devletin Beyazıt Meydanı’nda, 16 Mart 1988’de Saddam rejiminin Halepçe’de Kürt halkına düzenlediği katliam Beyazıt Meydanı’nda devrimci, demokrat, yurtsever ve ilerici öğrenciler tarafından protesto edildi. Eylem, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden sloganlarla çıkış yapan öğrencilerin diğer üniversitelerden gelen öğrencilerle buluşmasıyla başladı. Merkez Kampüs’ten toplu bir şekilde çıkmaya çalışan öğrencilere ise ana kapı açılmadı ve tek tek yan kapıdan çıkılması dayatılmaya çalışıldı. Kapı açılana kadar sloganlarla bekleyeceğini söyleyen öğrencilerin kararlılığı üzerine polis geri adım attı ve kapı açıldı. Basın metninde, 16 Mart 1978 Beyazıt Katliamı’nın yıllardır süren davasının zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle sonlandırılmasına değinildi ve bunun katliamcı devletin kendini aklama çabasından başka bir şey olmadığı söylendi. Eylemde “Emperyalizme, şovenizme, ikiyüzlü politikalara karşı yaşasın halkların kardeşliği! / Kürt halkına özgürlük!” ve “16 Mart’ta Beyazıt’ta katleden devlettir. Onlar akladı biz hesap soracağız!”pankartları açıldı.
Katliam Ankara’da lanetlendi...
16 Mart şehitleri 17 Mart günü akşam saat 17.00’de Yüksel Cadde-
pankartın arkasında Yabancı Diller Yüksekokulu önüne kadar yürüyerek burada basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın metninde, tüm dünyayı etkisi altına alan küresel krizin ülkemizi teğet geçmediğine, yüzbinlerce işçi ve emekçinin işsiz kalmasına değinildi. Metinde son olarak, “Biz DEÜ Genç-Sen olarak, burslarımızın geri verilmesi, temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yetecek düzeyde karşılıksız burs verilmesi ve en temelde de parasız eğitim hakkımızı talep etmek için bir imza kampanyasına başlamış bulunuyoruz” denildi. Eyleme yaklaşık 35 kişi katıldı. Ekim Gençliği / Ege Üniversitesi
CHP/DİSK mitinginde burs protestosu
18 Mart günü DİSK, İzmir’de Büyük Şehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun katıldığı bir miting düzenledi. Biz de İzmir Genç-Sen olarak kesilen belediye burslarımızı geri istemek için miting alanına gittik. Kürsüden ve alandaki işçiler tarafından rahatlıkla görülebilecek bir yerde “Krizin faturasını ödemeyeceğiz. Burslarımızı geri istiyoruz / İzmir Genç-Sen” şiarlı pankartımızı açtık. Pankartı açtıktan sonra sloganlarımızı atmak ve ajitasyon konuşmamızı yapmak için A. Kocaoğlu’nun konuşmasını bekledik. Kürsüden pankartımızı gören DİSK bürokratları ve Aziz Kocaoğlu yanımıza birilerini yollayarak burslarımızın geri verileceğini, eylem yapmadan alanı terk etmemizi söylediler. Aziz Kocaoğlu konuşmasına başlayınca “Bursumuzu geri istiyoruz!” sloganımızı atmaya başladık ancak seçim şarkısı yayınının sesi yükseltilerek sloganımızın duyulması engellendi. İzmir Genç-Sen olarak burslarımızın kesilmesine karşı yaptığımız eylemliliklere devam edeceğiz. Ege Üniversitesi Ekim Gençliği
si’nde gerçekleştirilen eylemle anıldı. Eylemde “Katleden devlettir! 16 Mart’ı unutmadık, unutturmayacağız!” şiarlı ortak pankart açıldı. Okunan ortak basın metninde devlet eliyle örgütlenen katliam süreci anlatıldı. Faşist saldırıların bugün de sürdüğü hatırlatılarak öğrenciler üzerindeki baskının soruşturmalar, tutuklamalar, cezalarla devam ettiği belirtildi. 200’ü aşkın kişinin katıldığı eylem hep bir ağızdan söylenen marşlarla sona erdi..
Cebeci’de 16 Mart anması
Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde 16 Mart Beyazıt ve Halepçe katliamlarının yıldönümünde ortak bir anma etkinliği düzenlendi. Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin avlusunda gerçekleştirilen etkinlik devrim şehitleri adına saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından bir arkadaşımız ortak metni okudu. Okunan metinde, katliamların bizzat devlet eliyle örgütlendiği hatırlatılarak, katil devletten hesap sorma çağrısı yapıldı. Ardından Beyazıt ve Halepçe katliamlarını konu alan sinevizyon gösterimi ilgiyle izlendi. Etkinliğin sonundaysa Kürtçe şarkılardan oluşan bir müzik dinletisi sunuldu. Anma etkinliği, “Katliamları anarken direnişleri de hatırlamak gerekir. Önümüzde Newroz var, 1 Mayıs var! Direnenler, mücadele edenler bu süreçlerde de alanlarda olmalıdır!” sözleriyle son buldu. Etkinliğe yaklaşık 100 kişi katıldı.
Kütahya’da 16 Mart protestosu
Kütahya merkezde Küçük Park önünde gerçekleştirilen eylemle 16 Mart Beyazıt Katliamı lanetlendi. Üniversite öğrencilerinin düzenlediği basın açıklamasına Eğitim-Sen Kütahya Şubesi de destek verdi. “16 Mart katliamını unutmadık, unutturmayacağız!” pankartının açıldığı basın açıklamasında, Be-
7
yazıt katliamının nasıl ve kimlerin eliyle gerçekleştirildiği anlatıldı. Ardından bu ve benzeri katliamların devrimci mücadeleyi sona erdiremeyeceği, her türlü baskıya ve zorbalığa karşı devrimcilerin her tarihte, her yerde onurlu mücadelelerini sürdürdüğü vurgulandı.
Katliamlar Uludağ’da lanetlendi
12 Mart Gazi katliamının teşhirinin yapılmasıyla başlayan basın açıklamasında 16 Mart
YTÜ’de Newroz kutlaması
Newroz öncesinde, bir haftalık bir faaliyetle yerelimizde konuyu gündemleştirmeye çalıştık. Newroz ile ilgili duvar gazetelerini ve afişleri yaygın bir biçimde kullandık. Hergün açtığımız Ekim Gençliği masasından gerçekleştirdiğimiz yayın satışı ile Newroz gündemini işledik. Geçen süreçte yerelimizde bulunan yapılar ile ortak bir çalışma örgütlenemedi. Ancak 20 Mart günü YDG-M, saat 13.00’te İstanbul merkezli bir etkinlik gerçekleştirdi. Ekim Gençliği olarak biz de bu etkinliğe destek sunduk. Tonoz Kafe önünde yakılan simgesel Newroz ateşi ile birlikte sloganlar ile toplanan öğrenciler Newroz’un tarihçesine ilişkin yapılan bir konuşma ile kutlamaya başladılar. Halaylar ile birlikte süren kutlamada, “Bîji Newroz!”, “Newroz’u yaratan şehitlere bin selam!”, “Kürt halkına imha dayatılamaz!” vb. sloganlar atıldı.
Cebeci’de Newroz kutlaması
Cebeci kampusünde devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler tarafından yapılan Newroz kutlamalarında “Newroz Piroz Be! Newroz kutlu olsun!” yazılı pankart açıldı. Eylem sürerken çekim yapmak ve eylemi izlemek için kampüse giren sivil polisler öğrencilerin müdahalesiyle kampüs dışına çıkarıldı. Yemekhane önüne gelindiğinde, basın açıklaması okunarak Newroz ateşi yakıldı. Basın metninde zalim Dehaklar’a karşı mücadele çağrısı yapılarak, Kürt halkı ve Ortadoğu halkları üzerinde estirilen devlet terörü ve katliamlar lanetlendi.
Beytepe’de Newroz coşkusu
Hacettepe Üniversitesi Beytepe kampüsünde Newroz gündemi üzerinden başlayan ortak çalışma, yürütülen ön çalışmanın ardından 18 Mart günü yapılan kutlamayla son buldu. Sarı, kırmızı, yeşil renkli, Türkçe ve Kürtçe “Eşit, parasız, anadilde eğitim!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Üniversiteler bizimdir bizimle özgürleşecek!” yazılı dövizler taşınarak gerçekleştirilen yürüyüş boyunca yol kapatıldı. Kütüphane önüne gelindiğinde okunan “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” başlıklı basın açıklamasında, Newroz’u “Bahar Bayramı” diyerek kutlayan düzenin değerlerin içini boşalttığı söylendi ve gereken yanıtı kavga alanlarında verme gerekliliği vurgulandı.
8
Beyazıt ve Halepçe katliamları anlatıldı. Kontrgerilla saldırılarının ortak noktalarının vurgulandığı ve arkasındaki gücün ortak olduğunun belirtildiği açıklama, geçtiğimiz yıl yaşanan sürecin aktarımı ile sürdü. Basın açıklamasına 45 kişi katıldı.
Eskişehir’de 16 Mart protestosu
16 Mart günü Yunus Emre Yurdu önünde toplanan üniversite öğrencileri, Beyazıt, Gazi ve Halepçe katliamlarını lanetlemek için Migros önüne kadar bir yürüyüş düzenledi. “16 Mart Beyazıt katliamının sorumlusu devlettir hesabını soracağız! / Üniversite Öğrencileri” pankartının açıldığı yürüyüş Migros önüne kadar zılgıt, alkış ve sloganlarla sürdü. Migros önüne gelindiğinde üniversite öğrencileri adına basın açıklaması gerçekleştirildi. Okunan açıklamada, faşizmin dün olduğu gibi bugün de katliamların ve saldırıların altında imzası olduğu belirtildi. 5 bin Kürt’ün Saddam diktatörlüğü tarafından katledildiği Halepçe katliamına da değinildi. Açıklamanın ardından müzik ve şiir dinletisi gerçekleştirildi. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı.
Newr
oz kut
Refhan Tümer Lisesi’nde Newroz coşkusu
lamala rından ...
Newroz kutlaması 20 Mart günü Refhan Tümer Lisesi öğrencileri tarafından gerçekleştirildi. Refhan Tümer Lisesi öğrencileri her yıl yapılan Newroz geleneğini bu sene de bozmadı. Okulun içine yazılamalar ve kuşlamalar yapıldı. Önce “Biji Newroz!”, “Newroz piroz be!”, “Biji Newroz, biji sosyalizm!” yazan yazılamaları silen okul yönetimi, öğrencileri engellemeye çalıştı. Öğlenci ve sabahçı grubun alkışlarla ve zılgıtlarla başlattığı Newroz kutlaması okuldaki demokratik liselilerin geniş katılımıyla sürdü. Refhan Tümer Lisesi öğrencilerinin hazırladığı Newroz metninin okunmasıyla başlayan etkinlikte Newroz’un zalim Dehaklar’a karşı bir başkaldırıyı ifade ettiği anlatıldı. 50’yi aşkın öğrencinin katıldığı Newroz’a okuldaki bazı hocalar da destek verdi.
Tuzluçayır Lisesi’nde Newroz etkinliği
Tuzluçayır Anadolu Lisesi’nde gerçekleştirilen etkinlik öğle saatlerinde okul içindeki sınıflardan birinde yapıldı. Etkinlikte Newroz’un içinin boşaltılmaya çalışıldığı ve Kürt halkının isyanının bir eseri olan Newroz’un basit bir bahar bayramı gibi kutlatılmaya çalışıldığı söylendi. Dili ve kimliği tanınmayan Kürt halkının her sene bu isyan ateşini yaktığı, biz devrimcilerin bu ateşi daha da büyütmesi gerektiği yapılan konuşmalarla vurgulandı.
Liberal reformizmin bürokratik anlayışını aşan anlamlı bir deneyim!
Ege Üniversitesi Genç-Sen çalışmalarına dair…
Ege Üniversitesi’nde Genç-Sen çalışmaları yaklaşık iki yıldır sürmektedir. Ege Genç-Sen bu iki yıl içinde sadece tüzüksel normlar üzerinden yürüyen birçok kısır tartışma içerisinde boğulmuş ve kitlelerle bağ kuramayan sığ çalışmalar yürütmüştür. Kısacası, Genç-Sen iki yıl boyunca Ege Üniversitesi’nde, çoğu üniversitede olduğu gibi, politikadan yoksun, hedefsiz bir pratik sergilemiştir. Toplantılarda “yeter sayısı” tartışmalarını aşamayan, yürütme tarafından alınan kararlara tabi olmak durumunda bırakılan, bürokratik bir işleyişin hâkim olduğu Genç-Sen’in elle tutulur herhangi bir çalışmasından sözetmek mümkün değildir. Genç-Sen bu pratiksizlikle kendini tüketmeye doğru giderken, bugün bu tablo aşılmış bulunmaktadır.
var olma çabası vermektedir. Ekim Gençliği’nin 114. sayısında Genç-Sen’in kitle tabanından yoksun olmasının temel nedenleri şu şekilde tanımlanmıştır: “Kendini hareket içerisinde ve onun ihtiyaçları doğrultusunda var etme pratiğine uzaklık, yanı sıra tüzüksel normlara sıkışan bürokratik kavrayışın genele hâkim olması ve örgüt içinde demokratik bir işleyişin oturtulamaması gelmektedir.” Tüm bunların aşılabilmesi için ise, tabanın doğrudan katılımına açık, taban inisiyatifini açığa çıkaracak mekanizmaları hayata geçirebilmenin önemi dile getirilmiştir. Bu sayede bürokratik işleyiş kırılacak ve hareketin ihtiyaçlarını gözeten demokratik bir işleyiş örgüte hâkim olacaktır. Ege Üniversitesi’nde yaşanan tam da budur!
Nereden nereye?
“Krizdeyiz, bedelini ödemiyoruz!”
Ege Üniversitesi’nde geçtiğimiz dönemlerde yürüyen tartışmaların hareket noktasını gençlik hareketinin ihtiyaçları değil de, masa başında hazırlanmış tüzük belirlemekteydi. Tartışmalar tüzüğe uyma noktasında düğümlenmekte ve ortaya hiçbir iş yapmayan bir Genç-Sen tablosu çıkmaktaydı. Bunun aşılması yönlü müdahaleler gerçekleştirilmiş, birimleşen ve mühendislik birimi üzerinden hareketlenen çalışmalarla Genç-Sen faaliyeti toparlanmaya çalışılmıştı. Ancak o dönem gerçekleşen faşist saldırıların ardından çalışmalar kesintiye uğramış ve bunlar üzerinden yaratılan olanaklar bir sonraki dönemlere taşınamamıştı. Bu öğrenim yılının başında ise Genç-Sen, merkezi basın açıklamaları dışında herhangi bir “çalışma” ortaya koymamıştır. Liberal reformist bloğun bürokratik bakışı nedeniyle, bu açıklamalar Genç-Sen’in kendi mekanizmaları içerisinde dahi sağlıklı bir biçimde duyurulmamış ve üniversitede bir çalışmaya konu edilememiştir. Yürütmenin aldığı basın açıklaması kararından üyelerinin bile ancak açıklamadan birkaç saat önce haberleri olabilmiştir. Birinci dönemin sonunda yaşanan yemekhane boykotu süreci GençSen’in ifade edilen tablosunun aşılmasına vesile olmuştur. Bundan sonraki süreçte EÜ’de sürdürülen çalışmalar Genç-Sen örgütlülüğü için anlamlı bir deneyim olmuştur. Yemekhane gündeminde sürecin hızla ilerlemesi ve her an koşulların değişmesi gibi özgün nedenler, EÜ Genç-Sen’in bürokratik işleyişinin bir kenara itilebilmesini sağlamıştır. Hareketin ihtiyaçlarının dayatmalarıyla, “yeter sayısı” gibi tüzük üzerinden yürütülen tartışmalar aşılmış, böylece Genç-Sen aktif bir çalışma yürütmeye başlamıştır. Eğer yemekhane sürecinde Genç-Sen’in masa başında hazırlanmış tüzüğü dikkate alınmış olsaydı, Genç-Sen değil meclis toplantılarında kendi önerilerini tartıştırmak ve süreci örgütlemek, toplantıya girecek temsilciyi dahi seçemezdi. Bu süreçte edinilen deneyim, bundan sonraki tüm tartışmaların referans noktası oldu. Tarafımızca, tüm toplantılarda bu sürecin olumlu yanları bilince çıkartılmış ve Genç-Sen’in yeni süreçteki işleyişi oluşturulmuştur. Şu an Ege Genç-Sen yeter sayısına bakmadan şube meclis toplantılarını gerçekleştirmekte ve kararlarını da bu toplantılarda almaktadır. Haftalık veya günlük planlamalarını çalışmalara bire bir katılan insanlarla, yani aktif bileşenle yapmaktadır. Genç-Sen bu haliyle birimlere dayanan çalışma hattını ortaya koymuş ve tabanın iradesini temsil etme noktasına gelmiştir. Bu işleyiş sayesindedir ki, “el kaldır indir”le değil, bire bir çalışmanın içinde bulunan insanların iradesiyle Genç-Sen’in politik-pratik çizgisi belirlenmektedir. Taban inisiyatifine bağlı demokratik bir işleyiş sonucunda Genç-Sen, ikinci dönemin başından itibaren kitleler içinde
Liberal reformist blok tarafından taban inisiyatifine dayanan demokratik işleyişi ortaya çıkarmak için çaba harcamak bir yana, bu yönlü çabalar boğulmaya, yanısıra merkezi bürokratik ve dayatmacı anlayış genele hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Genç-Sen’in “Krizdeyiz, yarısını öderiz!” merkezi kampanyasının, yerellerdeki tartışmaların gözardı edilerek yürütülüyor olması bunun bir örneğidir. Ege Genç-Sen bu dayatmacı anlayışa karşı bir tutum alabilmiştir. Merkezi olarak belirlenen böylesi bir kampanyanın politik yetersizliklerinin yanı sıra yerelleri kucaklamaktan yoksun kapsamı Ege Genç-Sen tarafından mahkûm edilmiştir. Ege Genç-Sen kriz karşıtı çalışmalarını “diplomalı işsizlik” temeli üzerinden ele almıştır. Yanı sıra, bu süreç zarfında öğrenci burslarının kesilmesini kriz gündemi ile birleştirmiş ve “burslarımızı geri istiyoruz” talebini bütünlüklü bir biçimde parasız eğitim talebiyle beraber ele almıştır. Devrimci Genç-Senliler olarak, tüm tartışmalarda gençlik yığınlarını örgütlü mücadelenin bir parçası haline getirebilecek yol ve yöntemleri tartışıyor, eylemli hattın hayata geçmesi için azami çaba harcıyoruz. Tüm bu olumlu yanları Genç-Sen’in işleyişinde kalıcılaştırabilmek ve Genç-Sen’le beraber kitlelere mal edebilmek için uğraşıyoruz. Ege Üniversitesi’nde yaşanmakta olan sürecin örnek teşkil ettiğini düşünüyor, birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketi için ileri diyoruz! Ege Üniversitesi / Ekim Gençliği
9
Amatör: Kaç gündür grevdesiniz? Sendikalaşma, işten çıkarılma ve mücadele sürecinizden kısaca bahsedebilir misiniz? Selim Suner: Sendikalaşma sürecimiz yönetimin kamuya geçmesi ile başlamış oldu. Devletin kontrolünde bir yönetim çalışanlar açısından örgütlenme önünde doğrudan işveren cephesinden tehditlerin ve baskıların ortadan kalkması anlamına gelmişti. Bu süreçte çalışanlar bir şeyleri değiştirebileceklerini görmeye başladılar. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) bizlerin adına sendikalaşma hakkımız için Çalışma Bakanlığı’na başvurmasının önü açılmış oldu. Ardından işyeri temsilcimiz yasalara aykırı olarak işten çıkartıldı ancak buna karşı açılan dava kazanıldı. Bu esnada da Çalık Grubu, ATV-Sabah Grubu’nu satın aldı. İki kuruluş yani Merkez ATV Prodüksiyon ve Merkez Gazete Dağıtım birleştirilerek Turkuaz Holding Radyo Televizyon A.Ş. oldu. Ancak bu aynı zamanda da TGS’nin tüm medya grubu adına Toplu Sözleşme (TİS) yapabilmesi anlamına geldi. Sendika 37 maddelik bir sözleşme ile masaya oturdu. Bunun ardından ise tehditler ve rüşvetler başladı. Basın işkolu çalışanları yasal olarak 212. madde esasına göre sigortalanmalıdırlar. Yani muhabir, editör ya da fotoğrafçı için bu daha iyi çalışma koşulları ve iş güvencesi anlamına gelmektedir. Ancak medya sektöründe çalışanların yalnızca 1/3’ü 212’lidir. Kanuni bir zorunluluk olan ancak gaspedilmiş olan bu hakkımız bu süreçte sendikadan ayrılmamız koşulu ile bizlere rüşvet olarak teklif edildi. Yaklaşık 90 çalışan bu yoldan 212’ye geçti. Patron sendikalaşma yolunda kararlı olan çalışanları caydırmak istedi. Diğer medya kuruluşlarının insan kaynaklarını işaret ederek “sendikalı olma sebebiyle” işten çıkartılan çalışanların isimlerinin buralar ile paylaşılarak bir kara listeye alınacaklarını, yani hiçbir ana akım medya kuruluşunda iş bulamayacaklarını ifade etti. Yani bizleri kara listeye alarak meslek hayatımızı bitirmek ile tehdit etti. Bu süreçte arkadaşlarımız sudan bahaneler ile işten çıkarıldılar. Mesela Nuh Köklü performans düşüklüğü bahane edilerek işten çıkarıldı. TGS ile holding arasında ekonomik taleplerimizin çıkarıldığı ve sadece sosyal haklarımızdan ve iş güvencemizden oluşan 22 madde üzerinden yapılacak bir görüşme talep ettik. Bu esasen stratejik bir hareketti çünkü çalışanlar açısından işverenin ekonomik talepler olmadan da örgütlü duruşumuza karşı çıkacağının açıkça görüleceği bir durum oluşacaktı. Beklediğimiz gibi de oldu işverenin çalışanların örgütlülüğüne karşı tahammülsüzlüğü ortaya çıktı ve toplusözleşme talebimiz kabul edilmedi. Örgütlenmenin ve çalışanların söz hakkına sahip ol-
10
Grev sürecimiz açıkça bir bilinçlenme süreci oldu...”
masının işveren açısından bu denli öfke ile karşılanmasının bir başka nedeni de var ki bunu da belirtmek önemlidir. Sendikal mücadele bir aşama kaydettiği ölçüde ilerleyen zamanda çalışanlar cephesinden başka talepler gündeme getirecektir. Somutlamak gerekirse; basın-yayın sektörü açısından editörel bağımsızlık biz basın emekçileri açısından oldukça önemli bir yere oturmaktadır ve özetle bağımsız gazete anlamına gelir. Bugün baktığımızda patronların hiçbirinin gazeteci olmadığını görüyoruz. Onlar başka sektörlerde de iş yapan sermayedarlardır. Gazetelerinin medya alanındaki imkanları ise onların diğer sektörlerdeki işlerine bir paravan niteliği taşır. Yaptıkları diğer işlerini destekleme imkanını doğurur. Kendi sektörlerinde iş yaptıkları yandaşlarını aklarlar veya rekabet içinde oldukları sermayedarları karalarlar. İşte editörel bağımsızlık yani gazetecilerin patron baskısı, sansürü, denetimi olmaksızın, özgürce yazabilmeleri, holding patronlarının bu imkanlarını ortadan kaldırmaktadır. İşte bu süreçle beraber toplusözleşme talebinin reddedilmesi ile birlikte grevimiz başlamıştır. İlk 4 günde greve çıkan 10 çalışan da işten atılıdı. Amatör: Çalışma koşullarınız nasıldı? Sizi sendikaya üye olmaya götüren sebepler nelerdir? S. Suner: Türkiye’de medya alanında çalışma koşulları çok kötü durumda. Ücretlerimiz çok düşük, 212. madde uygulanması söz konusu değil, kadrosuz çalıştırma oldukça yaygın ve kadrolu çalışanların ise oldukça büyük bir kısmının bordrosu asgari ücret üzerinden işletiliyor. Sabah ise burada bir miktar daha iyi bir yerde duruyor. Bordrolar gerçek ücret üzerinden gösteriliyor. Sendikal faaliyetin hiç olmadığı Doğan Grubu’nda ise çalışanlar çok daha kötü bir durumda. Sabah çalışanlarının ücretleri ise diğer kuruluşlara oranla biraz daha yüksek. Yine de şunları eklemek lazım ki mesai saatlerimiz standardın dışında ve oldukça uzun. Ayrıca ek mesai uygulaması yok, iş güvencemiz yok. Greve çıkanlara ilişkin ise şunu söylemek gerekir ki, aslında hepimiz nispeten daha iyi koşullarda çalışmaktaydık. Yani aslında greve bizden önce çıkması gereken arkadaşlar vardı. Örneğin şu an grevde olan 13 yıllık bir Sabah çalışanı arkadaşımız aynı spor bölümünde yine editör olarak çalışmakta olan aynı sayıda maça bakan yeni bir arkadaşımızdan tam 5 kat fazla ücret almaktaydı. Yeni arkadaşımız ise grev sürecine hiçbir şekilde katılmadı. Tabii burada birçok beyaz yakalının kendisini “biz işçi değiliz” diyerek işçi sınıfının dışında varoluyormuşçasına tanımlamasının da payı var. Nuh Köklü: Bu bir kahramanlık hikayesi değil. İnsanların bu
çalışma ve yaşam koşulları karşısında yapması gereken bu. Ancak büyük çoğunluk sessiz kalmayı tercih ettiği için öne çıkan bizleriz. Herkes sıra bana gelmesin istiyor. Amatör: Sınıf hareketi içinde birçok direniş ve grev sürüyor. Bunları birleştirmek adına bir yaklaşımınız var mı? S. Suner: Bu konuda önce bir özeleştiri yapmamız gerekecek. Bu süreçten önce sen sınıf mücadelesine nasıl bakıyordun derseniz biz pasif olarak destekliyorduk. Yörsan’ı duyduk, bunun karşında ürünlerini almadık ve bu durumu arkadaşlarımız ile paylaştık. Desa’dan alışveriş yapmadık. Arada bir de mitinglere, toplantılara katılıyorduk. Kendi grev sürecimiz ise bizler açısından açıkça bir bilinçlenme süreci oldu. Bugün ise IBM, Desa, Meha, Sinter, Gürsaş ile iletişimimizi geliştirmeye, dayanışmamızı büyütmeye çalışıyoruz. Amatör: Bu söyledikleriniz ile birlikte aklımıza ek bir tartışma alanı daha geldi. 1 Mayıs yaklaşıyor. Bahsettiğiniz bilinçlenme süreci ile birlikte buna ilişkin neler söyleyebilirisiniz? S. Suner: 1 Mayıs’a hep katılırdık. Ancak şu an 2009 1 Mayıs’ına örgütlü bir biçimde katılmaktan söz ediyoruz. Bunun sınıf mücadelesi içinde önemini tartışıyoruz. Amatör: Basın-yayın alanında Türkiye’de uzun bir aradan sonra yaşanan ilk grev oldu sizinki. Bu alanda örgütlenme adına sizin ile birlikte nasıl bir adımın atıldığını düşünüyorsunuz? S. Suner: 29 yıldan beri yaşanan ilk grev. Beyaz yakalılar sistemin “parlak çocukları” olarak gösterilmek isteniyor. Ama hiç de öyle değiller. Biz beyaz yakalıların işkolunda önemli bir tetikleme
unsuru olarak görüyoruz kendimizi. Farklı adımların önünü açacak diye düşünüyoruz. Sonuçta aklın yolu bir. Çalışanlar sınıf eksenli bir sürecin farkına varacaklar. Okuyalı uzun süre oldu ve tam olarak hatırlayamıyorum. Ece Temelkuran idi yanılmıyorsam şöyle bir benzetme yapıyordu: “Her gün kocasından dayak yiyen ama kimseye söyleyemeyen kadın gibi beyaz yakalılar da içinde bulundukları süreç ile yüzleşemiyorlar…” Beyaz yakalılar 2001 krizinde öğrenemediler bunu ve sineye çektiler. Oysa sınıf çelişkisi çok açık. Bugün en belirgin şekilde patronlar cephesinden gözüküyor bu ne yazık ki. Çünkü onlar aslında sınıf dayanışmasını gösteriyorlar, yaptıkları “kara liste” ile. Mesela Doğan Grubu ile Sabah-ATV Grubu vergi borcu üzerinden bir çatışma içindeler. Ama bizim grev sürecimize ilişkin de kendi aralarında bir dayanışma görüyoruz. Ana akım medya sınıf bilinci ile birlikte toptan bir sansür uyguluyor mücadelemize. Doğan Grubu kendi adına büyük bir fırsatı değerlendirmiyor. Çünkü biliyorlar ki bizim kazanımımız aslında kendi aleyhlerine dönecektir. Amatör: Grevde olan işçiler olarak kapitalizmin krizini kendi adınıza nasıl değerlendiriyorsunuz? S. Suner: Kriz diye bir şey yok! Daha doğrusu kriz bizler için var. Bugün bu kriz ortamında milyonlarca dolar kar elde eden şirketler dahi çalışanlarını işten çıkarıyorlar. Krizi bahane ederek kendi sınıf çıkarlarını koruyorlar. Buna ses çıkarmamak ise bizler adına bir gariplik. Deniz bitiyor sonuçta, kapitalizm ürettiği metayı pazarlamak zorunda. O pazarlar ihtiyaçlarını karşılamadığında ne olacak? Bu kriz bir öncü niteliğinde. Kapitalizm daha yıkılmadı ancak birgün o da olacak. (YTÜ yerel yayını Amatör’ün 8. sayısından alınmıştır...)
YTÜ’de görev yapan 50/d mağduru bir asistanla röportaj...
“Birlikte mücadele etmeyi öğreniyoruz”
Amatör: Eylemleriniz başlayalı ne kadar süre oldu? Mücadele ile birlikte sendikalaşma ve 50/d sürecinizi kısaca anlatabilir misiniz? - İstanbul Üniversitesi’nde araştırma görevlilerinin örgütlenmesi YTÜ’den daha önce başladı ve bugün de daha ileri bir düzeyde. Ancak ilk hareket Ankara Üniversitesi’nde başlamıştı.YTÜ’de biraz daha yavaş ilerliyor örgütlenme süreci ancak oldukça da ümit verici. İnsanlar bu süreçte sorgulamaya başladılar. 50/d’nin bizleri mağdur edeceği ilk olarak YTÜ’de 6 arkadaşımızın işten çıkarılması ile kesinleşti ve ilk adım olarak da durum 16 Haziran’da rektörlüğe iletildi. Burada iki önemli düzenleme söz konusu: * 31 Temmuz 2008’de YÖK yönetmeliği 50/d’lilerin 33/a’ya geçişine bir sınav düzenlemesi getirdi. Bu da bizim adımıza kazanılmış bir hakkın gaspı anlamına geliyor. * 26 Kasım 2008’de ise tüm fakültelere bildirilen yürütme kurulu kararı ile normalde rektörlüğün yetkisinde olan 50/d’den 33/a’ya geçişte rektörlük devreden çıkarıldı. Bu iki düzenleme bizler adına Aralık gibi bir kriz haline dö-
nüştü ve ilk olarak işten çıkarılacak 6 arkadaşımız için ne yapabileceğimizi düşünmeye başladık. YTÜ’nün yeni rektörü İsmail Yüksek kimseyi mağdur etmeyeceğini açıkladı ancak ertesinde 3 arkadaşımız işinden oldu. Diğer 3’ünün ise durumu net olmamakla beraber çözümsüzlüğünü koruyor. Bununla beraber bir araya gelmeye başladık. Sendikanın ve İÜ’nün aktarımları ile süreci öğrenmeye başladık. İlk zamanlar toplantılarımıza katılım güçlüydü ancak ilgi giderek azaldı. Yeni düzenlemeyle bölümlerin hocalarının yetkisi geriye çekildi (%15). Bu, süreçte belirleyiciliğin merkeze geçmesi demektir. Bu sınava başvurabilme yaşının üst sınırının 35 olarak belirlenmesi, üniversiteye yıllarını vermiş birçok çalışanın işinden olması anlamına geliyor. Sınav düzenlemesinin hukuksuzluğu ve anlamsızlığı söz konusu. Şöyle ki; doktorasını bitirmiş birini siz yeniden lise müfredatının değerlendirildiği ALES’e (%55 etkili) sokuyorsunuz. Tüm bu kadro alımı ise toplamda bölümlerin ve üniversitelerin devamlılığı açısından bir tehdit anlamına geliyor. Kadroların %36’sını araştırma görevlileri oluşturuyor. YTÜ’de bu rakam %39. Bu insanların işlerinden olması derslerin işletilememesi ve araştırmaların durması demektir.
11
Sendikalaşma sürecine ilişkin ise Eğitim-Sen başından beri mücadelemize destek oldu ve insanları bilinçlendirdi. Eklemek gerekir ki birçok arkadaşımız da sendikalı oldu. Sendika üniversiteler arası iletişimi ve genel olarak sürecimize destek sağlıyor. Mücadele anlamında ise elimizi bağlayan durumlar oluştu. Biz kararlar alırken çeşitli açıklamaların yapılması gündeme geldi ve biz YÖK’ten bu açıklamaları beklerken kendi planlamalarımızı erteledik.YÖK’le yapılan görüşmede ise bizleri, rektörlüklerin 33/a’lı yapacakları açıklandı. Ancak biz rektörlüklere geri döndüğümüzde, rektörler YÖK başkanının kendilerini aramaları ile sürecin başlatabileceğini vb. söylendi. Yani süreç kendi içinde bir kısırlığa hapsedildi. Biz de oyalanmış olduk. Bir başka sorun ise katılımların düşük olması. Biz YTÜ’de 650 araştırma görevlisinden 400450’sine ulaşabildik. Yarısını bile eylemliliklere katabilsek istediğimizi hayata geçirebilmiş oluruz. Amatör: 50/d’nin kapsamından ve genel olarak çalışma koşullarınızdan bahsedebilir misiniz? Örgütlenmyi bu yönde nasıl bir olanak olarak değerlendiriyorsunuz? - 50/d yasal olarak 33/a’dan faklı. Burslu öğrenci olarak tanımlanıyoruz ve iş güvencemiz yok. Esasen bizimki burslu öğrencilik değil kesinlikle. Hiçbir bursta kesinti olmaz ama bizde büyük kesintiler var. Memur gibi 657 yasası ile çalışıyoruz ve Emekli Sandığı’na bağlıyız. Yani tipik bir çalışanız. Her yıl sözleşmemiz yenileniyor. 33/a’da sözleşmeniz azami 3 yıl uzatılır. Doktoranız veya yüksek lisansınız devam etmese bile. Ancak YTÜ’de de genelde olduğu gibi her yıl yenileniyor ve görevde kalmaya devam ediyorsunuz. Ayrıca görev tanımımız da net değil. 50/d’ye göre öğretim görevlilerinin isteklerini yerine getiriyoruz yani görevlerimiz bölümün ya da ana bilim dalının insiyatifine kalıyor. Özetle iş güvencemiz, kadromuz ve bu görev tanımımız acilen düzenlenmelidir. Örgütlenme açısından ise elimiz kolumuz bağlı. Her yıl yenilenen sözleşme insanları mesafeli davranmaya itiyor. Akademisyenler olarak hayatımızı sürdüreceğimiz kadrolarda güvencesiz çalışmaya katlanmamız ve örgütlenmeden uzak durmamız dayatılıyor bize. Amatör: Son dönemde sınıf hareketi içinde birçok direniş grev ve eylemlilik ile birlikte işçi ve emekçilerin hak alma mücadelesi yükseliyor. Bunu göz önünde tutarak kendi eylemliliğinizi birleşik bir mücadele adına nasıl bir adım olarak görüyorsunuz? - Şöyle birşey var; itiraz ettiğiniz şey ne kadar soyutlaşırsa çözümden de o kadar uzaklaşıyorsunuz. Doğrudan çalıştığımız yerin özgünlüğünde soruna yüklenirsek çözüme yaklaşmış oluruz. Birlikte adım atmak önemli ancak her zaman olamayabiliyor. Bazen kendi alanımızda hareket etmek zorunda kalıyoruz. ‘80 sonrasında baskı altına alındık.
12
Hak alma mücadelelerimiz insanlar tarafından farklı yöne çekiliyor. İnsanlar bunu sistem karşıtı olmak ya da durumu bulandırmak gibi görüyorlar. Örneğin forumlara girince çok şaşırtıcı yorumlar görebiliyorsunuz. “Devlet sizi besledi, bugünlere geldiniz. Gerekiyorsa da elbette görevinizden gideceksiniz” gibi yaklaşanlar sonuçta soruna dışarıdan bakıyorlar. Durumu algılayamıyorlar ve bizi nankörlük etmekle suçluyorlar. Bu nedenle üst ölçekte birlikteliği yadsımadan, kendi alanımızda sorunlarımızı özgünleştirerek hareket etmenin önemini görüyoruz. Ayrı bir nokta ise bu sistemde sorunların doğrudan muhatabı olanlara, bizlere söz hakkının verilmemesi. Bir de rotasyon uygulaması söz konusu. Yani yetkinlik alanınıza bakılmadan eğitiminize başka bir üniversitede devam etmeniz dayatılabiliyor. Kabaca öğrenci sayısı ve öğretim görevlisi sayısı arasında bir oran kurulup uzmanlaştığınız alana bakılmadan başka üniversitelere dağıtılabiliyorsunuz. Kafa sayısı hesaplanarak ya bilgi ve yeteneklerinizi hiç kullanamayacağınız ya da herkesin aynı alanda uzmanlaştığı bir yere yönlendirilebiliyorsunuz. Amatör: Uzunca bir süredir akademik kadrolar nezdinde böylesi bir mücadele süreci yaşanmıyordu. Kendi sürecinizi akademisyenlerin örgütlenmesi adına nasıl bir adım olarak değerlendiriyorsunuz? Bu açıdan ümitliyim. Bugüne değin görüşme imkanımızın olmadığı birçok çalışan ile tanıştık. Biraraya geldik ve gelişmeleri tartıştık. Artık bunlar ile beraber bir şeyler daha farklı. Birlikte neler yapabileceğimiz gördük. Bir süredir üniversiteler kendi içlerine kapanmışlardı. Hak mücadelesi bireysel süreçlere sıkışmıştı. Biz birlikte mücadele etmeyi öğreniyoruz şu an. Toplumun hareketini kısıtlayan birçok engel var. Bunları görüyoruz ve yavaş yavaş bunları aşarak ilerliyoruz. (YTÜ yerel yayını Amatör’ün 8. sayısından alınmıştır...)
“Ders Kitaplarında İnsan Hakları” raporunun gösterdikleri...
Gerici eğitim müfredatı sermaye düzeninin aynasıdır!
Tarih Vakfı ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ortaklığı ile 2007 yılında başlatılan 2. Ders Kitaplarında İnsan Hakları (DKİH-II) projesi raporları geçtiğimiz Ocak ayı içerisinde kitap olarak yayınlandı. Kitap, sermaye düzeninin devamlılığının sağlanmasında en etkili araçlardan biri olarak kullanılan eğitim sisteminin sorunlu yönlerini ortaya koyması bakımından önem taşıyor. Raporda, okul kitaplarında sorunlu bulunan noktalar şu başlıklar altında toplanmış: a) Eğitim felsefesi/eleştirel bir bakışın geliştirilmesi b) Doğrudan insan haklarına aykırı öğeler; temel insan hakları kavramlarında yanlışlar, kasti saptırmalar, görmezden gelmeler c) Evrensel/yerel; biz/ötekiler; barışçıl değerler d) Demokrasi bilinci, laiklik e) Cinsiyet ayrımcılığı; kadına biçilen toplumsal rol Bunlarla birlikte 2005 yılında yayınlanan DKİH-I araştırması bulgularından yola çıkılarak oluşturulan “Ders Kitaplarının İçerikleri”, “Müfredat Reformu”, “Okul Ortamı” ve “İyi Eğitim Alma Hakkı” tavsiyelerinin ise geçerliliğini koruduğu açıklanmıştır. DKİH-II Raporu’nda, kitaplarda yapılan,“Türk milletinin üstünlüğü”, “Türkler dışında diğer halkların yok sayılması, ırkçılık”, “erkek egemen toplumun devamlılığı”, “müslümanlığın doğru din ve ahlaklı, sağlıklı bireyler yetişmesinde önemli rolü olduğu”, “heteroseksüellik dışındaki tercihlerin sakıncalı, sağlıksız olarak tanımlanması”, “eğitimde bilimsel değil özcü, otoriter yaklaşımın kullanılması” vurgularına dikkat çekilmektedir. “Türkiye'nin BM'nin Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceleri kaldırması, milli güvenlik dersinin kaldırılması, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin içeriğinin değiştirilmesi veya kaldırılması, cinsiyetçi, etnik, dinsel ayrımcılığın kitaplardan kaldırılması” ise kitapta sunulan önerilerdir. Bunlar raporda “Ders kitaplarında verilen örneklerin referans çerçevesi genişletilmelidir. Her konu ve her bilgi alanı, öğrenciye sürekli Kurtuluş Savaşı, bayrak, Atatürk… vb. ‘milli değer’ aşılama vesilesine indirgenmemelidir. Özellikle konuyla/alanla tümüyle ilişkisiz, zorlama örneklemelerden kaçınılmalı, her konuyu, her önermeyi bir ‘Atatürk sözü’yle destekleme gayretinden uzaklaşılmalıdır. Bu gayret anlamayı, kavramayı değil, ‘iman etmeyi’ davet eden bir alışkanlık yaratmaktadır.”, “Dünyada benzeri pek görülmeyen Milli Güvenlik dersi müfredattan çıkarılmalı ve tüm ders kitapları ‘sivilleşmeli’dir. ‘Ordu-millet’ gibi özcü, militarist kimlik anlayışına, ‘can veririm, kan dökerim’ şeklinde ifade bulan savaşçı/savaşı meşrulaştıran ifade ve metinlere ders kitaplarında yer verilmemeli; vatanseverlik ve iyi vatandaşlık ile savaşmak arasında bir ilişki kurulmamalı; tarih salt bir savaşlar tarihi olarak yazılmamalıdır”, “‘Türkler’ de başka milli kimlikler de yekpare özneler olarak anılmamalı; öğrencinin gözü, her millette/toplumda farklı özellikleri, farklı eğilimleri, farklı sıfatları bulunan insanların bulunacağı gerçeğine kapatılmamalıdır” gibi tavsiyelerle desteklenmektedir. DKİH-I ve DKİH-II raporları eğitimdeki temel sorunları ortaya koymaktadır. Ancak bu noktada eğitim sistemini mevcut düzenden kopararak değerlendirdiğini unutmamak gerekmektedir. Raporun sonunda yapılan “Bu raporu, 2005’teki tavsiyelerimizden daha dikkatle inceleneceği, gündeme getirileceği ve değerlendirilip uygulamaya konulacağı umuduyla ve bu çok kapsamlı projedeki emeğin ve zamanın boşa gitmemesi dileğiyle, başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere tüm ilgililerin dikkatine sunuyoruz.” açıklamasından da anlaşılacağı gibi, yapılan öneriler iyi niyetli temenniler olmayı geçememektedir. Kısacası, eğitimin her alanda ve kademede ticarileştirilmesi ile birlikte işçi ve emekçilerin çocuklarının eğitim hakkı kısıtlanırken, bu eğitim hakkından faydalanabilen ve “şanslı azınlık” olarak tanımlananlar ise devletin “tek millet, tek devlet, tek din, tek bayrak” baskısına ve dayatmasına maruz kalmakta, kafaları bulandırılmaktadır. Yapılması gereken, eğitim sistemindeki sorunları diğer tüm alanlarda yaşanan sorunlarda olduğu gibi içinde bulunduğumuz kapitalist sistemden ayrı değerlendirmemek ve gerçek kurtuluşun sosyalizmde olduğu vurgusunu yaparak, her kademede “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” talebiyle sesimizi daha güçlü yükseltip, mücadelemizi büyütmektir.
13
YÖK düzeninden yeni “dönüşüm” projesi:
“Araştırma üniversiteleri”
Üniversiteler bugün sermayenin yoğun saldırılarına maruz kalan kurumların başında geliyor. “Eğitim-öğretim yuvası” olarak tanımlanan üniversiteler, kapitalist sömürü sisteminin kar hırsıyla birlikte birer holdinge dönüştürülüyor. Öğrenciler para kazanılacak müşteriler olarak görülüyor. Eğitim hakkına ulaşabilmek için öğrencilerin bu hizmeti satın alması gerekiyor. Yanısıra sermaye üniversitelerin imkanlarını ve ucuz işgücü olarak öğrencileri kullanıyor. Üniversite-sanayi işbirliği kavramıyla ifade edilen programla birlikte artık üniversiteler bilim üretmekten uzak, sermayenin yönetiminde, onun için çalışan, “üretim” yapan kurumlar haline gelmektedir. ‘80 askeri faşist darbesinin bir ürünü olan YÖK, arkasına TÜBİTAK vb. kurumları da alarak “üniversite-sanayi işbirliği” adı altında, “üniversite-sermaye işbirliği”ni bugünkü noktaya getirmiştir. Şimdilerde ise literatüre “araştırma üniversiteleri” kavramı getirilmeye çalışılıyor. YÖK, TÜBİTAK ve ULAKBİM, üniversitelerde bilimsel yayınların kişi başına kullanma oranları üzerine olan bir istatistik yayınladı. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, üniversitelerin “Araştırma üniversiteleri” ve “eğitim-öğretim yapan üniversiteler” olarak ikiye ayrılacağını, bu istatistiklerin de en önemli veri olacağını ifade etti. Bu kapsamda üniversiteler, üniversite-sanayi işbirliği (ÜSİ) projesinin de bir parçası olarak AR-GE çalışmalarının da arttırılmasıyla tümüyle sermayenin hizmetine sunulacak.
Üniversite- sanayi işbirliği projesinin tarihi Üniversitelerin sermaye ile olan işbirliğinin gelişim süreci İngiliz Sanayi Devrimine kadar dayanıyor. “Deneysel kökenli teknolojilerin yerini bilimsel kökenli teknolojilerin” almasıyla birlikte yaygınlaşacak ve yetkinleşecek olan bilim-teknoloji-iktisat politikaları bu modelin ilk örnekleri. “20. yüzyıla girerken, sadece üniversitelerin değil bir bütün olarak eğitim sisteminin yeni sanayi ekonomilerinin bir uzantısı işlevini görmeye başladığını, okullara ‘hem devlet hem de şirketler için itaatkar hizmetçiler üretme sorumluluğunun’ yüklendiğini söylemek mümkün. Bilim ve teknoloji ilişkisinin üniversite bünyesinde kurumsallaşması, sanayinin zaferiyle ve ekonomik rekabet ortamıyla yakından ilintilidir.” (Metin Özuğurlu, Eğitim, Üniversite, YÖK) ‘80’lerle birlikte üniversiteler sermaye için araştırma-geliştirme projeleriyle karşı karşıya bırakıldı. Bu “yenilik” elbette darbenin ideolojisini gelecek nesillere taşımak, “insan sermayesi yetiştirmek” içindi. Geldiğimiz süreçte, TÜBİTAK’ın deyimiyle “bilginin ticarileştirilmesinde pazar talebinin ve rekabetin taşıyıcısı olan özel sektör ile üniversite arasındaki diyalogun” gelişmesiyle birlikte, teknik üniversitelerin (ODTÜ, İTÜ, vb.) içerisine teknoparklar yerleştirilmesi ve sermaye kuruluşlarıyla anlaşmalar yapılması, AR-GE faaliyetlerinin hız kazanması, öyle ki artık sadece teknik üniversitelerin değil tüm üniversitelerin “araştırma üniversiteleri” haline getirilmesi, sermaye devletinin ulaşmak istediği noktayı gösteriyor.
“Araştırma üniversiteleri” ve üniversitelerin durumu
14
Bir yandan üniversiteler öğrencileri “araştırma yapmaya”
yönlendiriyormuş gibi görünüyorken, diğer taraftan yıllardır yürütülen neo-liberal politikalarla öğrenciler bilimden, araştırma yapmaktan uzaklaştırılıyor. Bugün üniversitelerde zaten bilimsel üretim anlamında elle tutulur bir çalışma yürütülemiyor. Sermayenin kâr amacına hizmet etmediği sürece araştırmalara yeterli kaynak ayrılmıyor. İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet, Avcılar Yerleşkesi’nde sermaye kuruluşlarıyla işbirliğine gidilip araştırma geliştirme çalışmalarının yürütüldüğü bir teknokent inşa edeceğini ifade ediyor ve ekliyor:“İÜ’ye hem ek gelir sağlayacağım, hem öğrencilerin teorik bilgilerinin pratiğe döküleceği bir staj olanağı yaratacağım.” Başta YÖK olmak üzere tüm kurumlar bugüne kadar bu ve buna benzer cümleleri sarf etmişlerdir. Ancak her zaman “ek gelir sağlayan” bölüm, sermaye için en karlı olan alan olmuştur. Öğrencilerin “teorik bilgilerini pratiğe dökebilecekleri” bir ortam geliştirilmek bir yana, bu yok edilmiştir. Bugün üniversite laboratuvarlarında malzeme eksikliği sebebiyle hiçbir şey yapılamazken, bunun sebebi “para” sıkıntısı olarak açıklanmaktadır. Oysa üniversitenin “patronları” okulun içerisine yerleştirilen kameralardan özel güvenliklere birçok şeye ödenek ayırabilmektedir. Yapılmaya çalışılan, üniversitelerde akademik araştırmaların sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmesidir. Yani üniversitelerdeki “bilimsel üretim” sorunu tamamen çözülecektir! Nasıl mı? Bu projelerle bilimsel eğitim tamamen sermayenin ihtiyaçlarına yönlendirilerek…
Sansüre uğrayan “evrim teorisi” burjuvazinin bilimsel düşünceye yönelik saldırısıdır! 2009 yılı, Darwin’in doğumunun 200. yılı ve eseri “Türlerin Kökeni”nin 150. yılı olması nedeniyle “Darwin Yılı” ilan edildi Charles Darwin, tüm canlıların ortak atalardan türleştiğini ve bu sürecin tek olmasa da ana mekanizmasının doğal seleksiyon olduğunu ortaya koydu. Darwin’den önce de canlıların evrimi üzerine düşünceler ortaya atılmış ancak Darwin bu düşünceye (araştırmalar, deneyler ve gözlemlerle sınayarak) bilimsel bir nitelik kazandırmıştır. Elbette Darwin’den sonra bu konuda pek çok çalışma yapılmıştır. Bugün evrim, teorinin ötesinde olgusal bir nitelik taşımaktadır.
Burjuvazi hayatımızın her alanından bilimsel olguları çıkarmaya çalışıyor Toplumsal yaşamımıza baktığımızda; okullarımızda biyoloji dersinde evrim teorisinin yerine “yaradılış inancı”nın işlendiğini, evrim teorisini anlatan öğretmenler hakkında soruşturmalar açılabildiğini görüyoruz. Sokakta, durakta hatta bazen üniversitelerde evrim teorisine karşı Harun Yahya’nın fosil sergilerine rastlayabiliyoruz. Ya da kendi coğrafyamızın dışında, aynı mantıkla eski ABD başbakanı George Bush okullarda evrim teorisinin yanında “yaradılış inancının” işlenmesi konusunda açıklamalar yapabiliyor… Bu tahammülsüzlüğün son örneği TÜBİTAK’ta yaşanan olaydır. Darwin’e ve evrim teorisine sansür uygulanması, evrimle ilgili kapak dosyasını hazırlayan derginin genel yayın yönetmeni Dr. Çiğdem Atakuman'ın TÜBİTAK başkan yardımcısı Prof. Ömer Cebeci tarafından görevden alınması... Kapitalist toplumda, bilimin değeri, üzerinden elde edilebilecek kar ile belirlenir. Burjuvazi bilimsel düşünceyi iktidarını sağlamlaştırma ve her türlü gericiliğini meşru kılma amacıyla kullanır. Bilim bu koşullara uymadığı takdirde, ya sansür ve karalama saldırılarına maruz kalır ve “alternatif” gerici anti-bilimsel düşünceler öne sürülür ya da burjuva ideologları tarafından içi boşaltılarak tekrar piyasaya sürülür. Burjuva ideologların, Darwin’i ve evrim teorisini çarpıtarak, burjuvazinin ırkçı, cinsiyetçi, saldırgan sistem ideolojisine dayanak oluşturmaya çalışması gibi... (Sosyal Darwinizm, sosyobiyoloji vb...) Bunun yanı zıra sistemin hedefi; toplumsal sorunlara yabancılaşmış, işinin sadece bilim üretmek olduğunu düşünen, gerisini siyasetçilere bırakan bilim insanları yetiştirmek ve toplumu bilimsel üretim sürecinin dışında bırakmak, bilimsel düşünce biçimini toplumdan uzak tutmaktır. Evrim teorisi materyalist özü itibariyle burjuvazinin iktidarını tehdit eder niteliktedir ve burjuvazinin toplumda yarattığı-yaratmak istediği dogmatik, dinsel, mistik ve metafizik düşünce biçimine tama-
men zıttır. Nitekim, Charles Darwin’in evrim teorisini içeren eseri “Türlerin Kökeni” Marx ve Engels’in de yoğun ilgisini çekmiştir. Darwin’in eseri yayınlanır yayınlanmaz Engels, Marks’a yazdığı mektupta şöyle demiştir : “Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem”. Marks da kitabı, “Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap işte budur” şeklinde nitelemiştir.
Evrim teorisine saldırı, tüm kurumlarıyla burjuvazinin saldırısıdır Bugün uygulanan sansürü yalnızca AKP hükümetine bağlayanlar, toplamda burjuvazinin ilerici değerlere yaptığı saldırıları geri plana itmektedirler. TÜBİTAK’ta uygulanan sansürün gerçek anlamı, AKP iktidarının tüm düzen partileri gibi sermayeye hizmet ettiği gerçeği üzerinden anlaşılabilir. Çünkü TÜBİTAK, misyonu itibariyle, toplum için değil sermaye hizmetine bilim üreten bir kurumdur. TÜBİTAK’ta uygulanan sansürün arkasına salt AKP’yi koymak sığ ve dar bakmaktır. Toplumun bilimden uzakta tutulmaya çalışılması tek başına AKP iktidarının ihtiyacı değil, toplamda burjuvazinin sorunudur. Bu durumu Bush'un açıklamalarıyla birlikte düşündüğümüzde de rahatlıkla görebiliriz. Sistem genel olarak evrim düşüncesinden ve bunun toplum tarafından bilinmesinden rahatsızlık duymakta, sadece bu işi AKP gibi kaba bir biçimde yapmamaktadır. Dinsel gericiliğin bayraktarlığını yapan bir parti olarak AKP, bilime açıkça saldırmakta bir sakınca görmemektedir. Açıp baktığımızda, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’nin eski sayılarında da kısa haberler dışında evrime dair anlamlı bir makale bulamayız. Oysa evrim yıllardır tartışılan ve araştırılan bir konudur. Dolayısıyla, sansürün olmayışı tek başına özgür bilimsel üretime kanıt oluşturmaz. Bilime siyaseti bulaştırmayalım diye eleştirenler de oldu. Oysa ki egemenlerin kirli siyaseti toplumsal yaşamımızın büyük ölçüde belirleyicisidir. Burada eleştirilmesi gereken nokta, bilimin de siyasetin de toplum yararına yapılmayışı olmalıdır. Yoksa “bilim orda, siyaset burda” demek, hiçbir bilimsel nitelik taşımayan metafizik bir düşüncedir. Kapitalist düzende eğitim, bilim, ideoloji vb. burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmek zorundadır. Nasıl ki demokratik taleplerimiz için mücadele ederken bunun kalıcı çözümünün mevcut düzenin yıkılması ve sosyalist düzenin kurulmasıyla mümkün olacağını söylüyorsak, bilimin toplumun çıkarlarına hizmet etmesi ve özgürleşmesinin kalıcı çözümü de sosyalist düzenle mümkündür.
15
Kapitalizmin krizinde kaybolan hayatlar...
Ya barbarlık, ya sosyalizm!
16
Bir süredir gündeme her ne kadar yerel seçimler, AKP-CHP dalaşmaları, Ergenekon operasyonları vb. konular oturmuş olsa da, günlük gazeteleri birkaç sayfa daha çevirdiğinizde ya da yüzünüzü fabrikalara, sokaklara, İŞ-KUR kuyruklarına döndüğünüzde asıl gündemi görmüş olursunuz: Kriz! Şimdiye dek burjuva iktisatçıların köşe yazılarında çöken borsalardan, batan bankalardan krizin vardığı boyut ve krizden çıkış yolları teorize edilerek tartışıldı, hala da tartışılıyor. “Krizde miyiz, değil miyiz?”, “Teğet mi geçti, merkez mi?”, “Resesyon mu, deflasyon mu?” vb... Bir takım iktisadi veriler, işsizlik rakamları, oranlar, yüzdeler ve tabii krize karşı önlem paketleri… Bırakalım burjuvazinin keskin kalemşörleri kendi cephelerinden krizi yorumlayıp ortaya attıkları tezleri “bilimsel” çerçevede ispatlamaya ya da çürütmeye çalışsınlar. Biz yüzümüzü gazetelerin ücra köşelerine, sokaklara, fabrikalara dönelim ve oradan bakalım krizin vardığı boyutlara. Gazetenin birinde bir haber gözümüze çarpıyor. Küçük bir haber ama çok şey anlatıyor. 50 zabıta memuru ile 250 itfaiye eri alımı için daha ilk günden 10 bin başvurunun yapıldığını görüyoruz. Üstelik başvuru süresinin bitimine 5 gün daha var ve başvuru yapanlar arasında üniversite mezunu öğretmen adaylarını dahi görüyorsunuz. Bir başka haber ise yine aynı sayfanın diğer bir köşesinde yer alıyor. TUS’a hazırlanarak cerrah olmak isteyen genç doktor Merve’nin uzun süre masa başında oturmasından kaynaklı bacaklarındaki kan pıhtısının akciğerlerine ulaşarak ölümüne sebep olduğunu okuyorsunuz. Televizyonu açtığınızda da, bir haber programındaki çığlıklara kulak kabartıyorsunuz. Feryatlar, figanlar, ağlayışlar, yakarışlar… Cinnet geçiren baba Hasan’ın, eşinin ve kızının boğazlarını kestiğini, ardından da bir not yazarak intihar ettiğini öğreniyorsunuz. Küçük bir kâğıtta yazılı bulunan notta ise, “6 aydır işsizim. Borçlarımı da ödeyemiyorum. Bizi bu hale getirenler utansın, kaderimiz buymuş!” yazıyor... İçiniz sıkılıyor ve dışarı çıkıp biraz hava almak istiyorsunuz. İzmir’in meşhur saat kulesinin yanında geziniyorsunuz. Yaklaşık 45 yaşlarındaki Ali K.’nın, cebi yırtılmış montu, ardından da boyası akmış gömleği ile eskimiş pantolonunu çıkararak Konak meydanında çırılçıplak koştuğunu görüyorsunuz. 4 ay önce kriz nedeniyle işten atılan, iki çocuğunu okutmak için böbreğini satılığa çıkaran deri işçisinin feryadına kulaklarınızı tıkayamıyorsun. “Bıktım bu hayattan, borç gırtlakta, işsizim, eşimden ve çocuklarımdan utanıyorum. Artık yaşamak mucizelere bağlı, son yolculuğuma çıkıyorum!” sözleri sokakları inletiyor. Sonrasında ise birbirinden habersiz, telaşlı kalabalığın arasında kaybolup giden bir ses ve bir hayat daha… Okuduklarınızı, duyduklarınızı ve gördüklerinizi unutmaya çabalamanız nafile. Unutamazsınız ya da yok sayamazsınız yaşananları. Çünkü en az bizlerin yaşamları kadar gerçek ve mutlaka bu hayatlardan birisi bizim hikâyemizi de barındırıyor içinde. Aslında bilmezlikten, görmezlikten geldiğimiz hatta çoğu zaman da en uzak yaşamdır kendi hayatımız bize. Bizler göz yumdukça, yaşamlarımız kapitalizmin çarkları arasında akıp gidecektir. Ne zaman kendi yaşamlarımızı sorgulamaya başlarsak işte o zaman bir seçim yapmak zorunda olacağız. Ya Hasan, Merve, Ali K. gibi sistemin bize dayattığı hayatları yaşayıp yine dayatılan haliyle hayatımıza son vereceğiz. Ya da insanca bir yaşam, özgür ve güvenli bir gelecek için bizlere reva görüleni değil insana yaraşır olan “son”ları yaşayacağız. Ya kapitalizmin karanlığında kaybolup gideceğiz ya da sosyalizmin aydınlık geleceğinde yaşamanın ne demek olduğunu yeni baştan keşfedeceğiz. Çünkü artık sınırlar ve sınıflar bu kadar keskin. Çünkü artık seçim bu kez iki seçenekli. Ya barbarlık, ya sosyalizm!
Seçimlerin ardından yıkım saldırıları yoğunlaşacak..
Düzene karşı devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltelim!
Bir yerel seçim dönemini daha geride bıraktık. Düzen partilerinin birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döktükleri, düzen siyasetinin ne kadar çirkef olduğunu bir kez daha gösterdikleri bin bir türlü örneğe tanık olduk. Diğer yandan, reformist hareketlerin tablosunu ve geleneksel devrimci akımların düzen siyasetini aşamayan bakışlarını pratikleriyle görmüş olduk. Krizin etkilerinin arttığı, düzen içi çatışmanın ayyuka çıktığı, krizin faturasının işçi ve emekçilere ödetilmeye çalışıldığı bir dönemde, seçim aldatmacasıyla sahte çözümler sunuldu. Açlığı, yoksulluğu, sefaleti yaratanlar sadaka dağıtarak oy satın almaya çalıştılar. Sermaye sınıfının sözcüleri, işçi sınıfını, emekçileri, gençleri kendi kirli siyasetlerine kanalize etmenin her yolunu denediler. Bu yerel seçim döneminde sol güçlerin tablosu da dikkate değerdi. “Birlikte başarabiliriz” çatısı altında birleşen güçler düzenin değirmenine su taşımayı sürdürdüler. Kitlelerin bilincini en az düzen sözcüleri kadar bulandırdılar. Geleneksel devrimci akımların tutumları ise düzene karşı yol yürüyenlerin sayısını göstermiş oldu. Sonuçta bu seçimler, sol güçlerin ufuklarını görmek açısından turnusol işlevi gördü. Reformist güçlerden kimileri düzen partilerini, eli kanlı katilleri kimi yerde açıktan kimi yerde üstü kapalı desteklediler. Şartlarını/taleplerini imzalatıp, etkinliklerine çağırıp, sonrasında destek çağrısını açıkladılar.
Sandıktan çıkanlar... Oy oranlarında düşme yaşansa da AKP bu seçimlerin de birincisi oldu. Ancak umut ettikleri gibi ezici çoğunluğu alamadı, AKP’nin oy oranı %39.1’e düştü. Özellikle Kürdistan illerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Diyarbakır’da ve birçok Kürt ilinden DTP seçimlerden birinci çıktı, yüksek oy oranları ile belirgin bir başarı sağladı. Sonuçların belli olmasının ardından ekranlara çıkan Tayyip Erdoğan, “Dersimizi çalışacağız”, “Seçimlerin halkın iradesini ortaya koyduğunu hep söyledik, şimdi de çıkan sonuçlardan gerekli dersleri çıkartacağız, bizler olumlu ya da olumsuz sonuçlardan yola çıkarak önümüzü görmeyi biliriz” şeklinde açıklamalarda bulundu. Sonuçlar açıklanırken bir yandan da yorumlar yapılmaktaydı. Yorumlarda, kriz döneminde artan işsizliğin ve zamların, sosyal hak gaspların, çıkartılan yasaların puan kaybettirdiği, sandıktan “uyarı” çıktığı söylendi. Tayyip Erdoğan konuşmalarında en çok Kürdistan’da yaşadığı hayal kırıklığı üzerinde durdu. Oraya onca hizmet taşımalarına rağmen çıkan sonuçları anlayamadığını söyledi. “Onca hizmet verdik sonuçlar anlaşılır gibi değil, kazananlar yine kimlik siyaseti üzerinden kazandılar” dedi. Diyarbakır’da hizmet değil kimlik siyaseti yaptığı söylenen Osman Baydemir’in oy oranının %58’lerden %65’e çıkması, düzen gericiliğine iyi bir yanıt oldu.
Baharı kazanmak için yürüyoruz! Düzenin seçim aldatmacasına karşı devrimci sınıf mücadelesinin bayrağını ne yazık ki komünistler olarak tek başımıza taşıdık. Bulunduğumuz her alanda sınıf eksenli bir devrimci faaliyeti ördük. Krizin yarattığı sonuçlara karşı işçi ve emekçileri örgütlü mücadeleye çağırdık. Direniş, grev alanlarında olmayı sürdürdük. Seçim döneminde düzen sözcülerinin, sermaye sınıfının gerçek yüzünü teşhir ederek düzene karşı devrim mücadelesini büyütme, baharı kazanma yönlü bir çaba ortaya koyduk. Genç komünistler olarak üniversitelerde gençliği, düzenin seçim oyununu bozmaya çağırdık. Büyük bir oy potansiyeli olarak görülen gençliğin hem düzen partileri hem de reformist ham hayallerle aldatılmasına karşı yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttük. Çoğu alanda ajitasyon-propaganda hattının ötesine geçemesek, gençliğin yaşadığı sorunlar ekseninde eylemli bir süreci öremesek de, düzenin ideolojik etkisini kırma doğrultusunda etkin bir çaba ortaya koyduk. Genç komünistler olarak, üniversitelerimizde devrim ve sosyalizm alternatifini tek başımıza dillendirmek, düzenin ideolojik hegemonyasının yanı sıra reformizmin etkinliğini kırmak gibi çifte bir zorlanma ile karşı karşıya kaldık, ki bu sadece seçim sürecine özgü bir durum da değil. Seçim dönemi sona erdi ama işçilerin, emekçilerin ve gençliğin yaşadığı sorunlar artarak devam edecek. Kapitalist sistem yaşadığı ekonomik krizin faturasını emekçilere yüklemek için yıkım politikalarını sürdürmeye devam edecek. Gençliğin yaşadığı sorunlar katmerlenecek. İşsizlik ve geleceksizlik başta olmak üzere gençlik sömürü cenderesine alınacak. Genç komünistler olarak önümüzdeki dönemde, düzenin her türlü saldırısına karşı mücadeleyi büyütmek, devrim ve sosyalizm bayrağını daha da yükseltmek, geleceği kazanmak için baharı örgütleyeceğiz.
17
Yaşanabilir bir kent için
sosyalizm!
Geçtiğimiz haftalarda kent kavramının oluşumunu, kapitalizm sınırları içinde aldığı görüntüyü, insanı içerisinde konumlandırışını, kapitalizmin kentlerinin temel bir sorunu olan olan ulaşım sorununu, kar amacıyla elimizden alınacak olan su hakkımızı ve şimdilerde herkesin diline pelesenk olan “kentsel dönüşüm” olgusunu, belli sınırlar içerisinde, kendi durduğumuz toplumcu zeminde ele almaya çalıştık. Elbette bunu yaparken amacımız, “yerel seçimler” adlı orta oyununu izlediğimiz şu günlerde, bu sistemin insanlığa yıkım, acı, yalnızlık, talan vb. başka bir şey veremeyeceği, insanlığın kurtuluşunun gerçekçi olup imkânsızı istemekte olduğunu söylemek ve bu söylemi hayata geçirmek kaygısıydı. Son haftasına girdiğimiz sersemletici seçim ortamında vaatlerin çoğunun kent yaşamına dönük olması nedeniyle, bu son bölümü sosyalist toplumdaki kent kavramına (bu başlığın daha kapsamlı bir düşünsel süreci ve aktarımı gerektirdiğini saklı tutarak) ayırdık. Düşüncelerimizi ortaya koyarken, önceki yazılara kısa göndermeler yapmanın kaçınılmaz olduğunu da belirtmek istiyoruz.
Gökyüzünde türlü türlü delikler oluşturan gökdelenleri, evlerinden zorla çıkarılıp kendi hallerine terkedilen insanları, ulaşımda yaşanan binbir çileyi, yeşile olan ihtiyacı, pıtrak gibi her yerde biten alışveriş merkezlerini anlamak esasen kapitalizmi anlamaktır. Anlamak bu işin bir başlangıcı ise, anlaşılanı değiştirmeye çabalamak da bizler için bir sonraki adım olmalıdır.
18
Kentlerimiz çelişkinin diğer adıdır! Üzerine koca koca kitaplar, tezler yazılan, araştırmalara konu olan bu kent ne menem bir şeydir ki, okuma çağındaki bir çocuğun bile fark etmeden geçemeyeceği, öfkelendireceği çelişkileri barındırmaktadır. Elbette bu çelişkilerin bulunduğu temel, bir bütün olarak kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır. Gerçeğin görünen yüzü, toplumsal düzeyde yaşanan sınıfsal ayrışmanın/kutuplaşmanın kentsel düzlemde de yaşandığıdır. Bugün kafamızı çevirdiğimiz her köşe başı, her mekânsal örgü bu ayrımın bir sonucudur. Gökyüzünde türlü türlü delikler oluşturan gökdelenleri, evlerinden zorla çıkarılıp kendi hallerine terkedilen insanları, ulaşımda yaşanan binbir çileyi, yeşile olan ihtiyacı, pıtrak gibi her yerde biten alışveriş merkezlerini anlamak esasen kapitalizmi anlamaktır. Anlamak bu işin bir başlangıcı ise, anlaşılanı değiştirmeye çabalamak da bizler için bir sonraki adım olmalıdır. Kent ile insan arasındaki diyalektik özünde insan ile sistem arasındaki diyalektiktir. Sözü insana bağlamamızın nedeni; bugünün kentlerinin şekillenmesinde, daha doğru bir ifade ile toplumsal yaşamın şekillenmesinde temel olgu kâr ise eğer, sosyalizmin kentlerinde ya da toplumsal yaşamındaki temelin insan olduğunu belirtmek isteyişimizdir. Ama niyetten öteye geçip “insan odaklı bir kent yaşamı” tanımlamasının nasılına eğilmek, hem maddi hem düşünsel olarak önümüzde duruyor. Tabii ki bu nasılın en net ve gerçek cevabının başka bir toplumsal sistem/sosyalizm olacağı, tam da yukarda belirttiğimiz “kâr” ve “insan” ikilemi üzerinden net bir biçimde görülüyor.
Örnekler ve mevcut sorunlar üzerinden sosyalizmin kentlerine bakış 1917 Ekim Devrimi bizlere her konuda olduğu gibi “kent” konusunda da yol göstermekte, yarını daha güçlü kurmamıza yardımcı olmaktadır. Bugün yaşadığımız coğrafyada karşılaştığımız her sorunun sosyalist düzende bir çözümü var. Bu denli net ve kesin bir belirleme yapmamız elbette bilimsel bir gerçeğe dayanmamızdan geliyor. Bu gerçeği saklı tutarak, kapitalist sistem içerisinde de kimi sorunların çözülebilir nitelikte olduğunu belirtmeliyiz. Fakat sistem bu kimi sorunları çözmeye genellikle yanaşmaz, zira kapitalizmin işleyiş yasaları bunu engeller. Kızıl Bayrak’ın 6 Mart 2009 tarihli sayısında “Kapitalist sistem ve ulaşım sorunu…” başlıklı yazımızda belli hatlarıyla anlattığımız ulaşım sorunu buna bir örnektir. Toplu taşımaya dayalı bir planlama bugün büyük metropollerde yaşadığımız ulaşım sorununun biricik çözümüdür. Fakat böyle bir çözüme girişmek, otomobil ve petrol tekellerinin zararınadır. Dolayısıyla sistemin işleyiş yasalarına ters düşer. Çünkü ulaşım sermayedarlar için tam bir rant alanıdır. Trafiğe her gün yüzlerce yeni aracın çıkması, yeni karayollarının yapılması, anlatmak istediklerimize açıklık getirmektedir.
Oysa üretimin tüm toplumun yararına yapılacağı, çalışmanın bir işkence olmaktan çıkacağı sosyalizmde, bir yerden bir yere ulaşmak da zaman alan ve çileye dönen bir sorun olmaktan çıkar. Sosyalist düzende toplumsal bir ulaşım ağı ile bu sorun çözülebilmiştir. Bunun en önemli kanıtı Moskova metrosudur. Moskova Metrosu’nun yapımında binlerce emekçi gönüllü olarak bir gün sadece bu iş için çalışmıştır. Tam da burada Bertolt Brecht’in, “Emeğin tüm meyvelerinin emek dökenlere düştüğü nerede görülmüştü?” sözü, söylemek istediklerimizin en açık ve yalın ifadesidir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkması ile birlikte kâr amacı ile yapılan üretimin yerini toplum yararını gözeten, verimliliği artırıcı bir üretim alır. Yaşamın maddi temeli olan üretmek üzerine söylediğimiz bu bir cümle bile kent yaşamına dair birçok değişikliği içerisinde saklamaktadır. Artık uzun saatleri bulan kölece çalışma koşulları yoktur. Dolayısıyla insanın çok yönlü gelişimi için gerekli zaman oluşur. Kapitalist sistemdeki ulaşılamayan kültür-sanat mekânları atıl ya da ayrıcalıklı konumdan çıkıp kent içerisinde herkes tarafından ulaşılabilinir hale gelir. Yaşlı nüfus hayattan dışlanıp ölümü bekleyen yığınlar olmaktan çıkarılıp toplumsal yaşama doğrudan katılır. Kent içerisinde yaşlı ve genç nüfusun aynı paydada buluştuğu bir mekânsal örgü yaratılır. Kapitalist sistemde eve kapanıp tecrit edilen engelli insanlar kentsel mekanı dilediği gibi kullanabilme, aynı şekilde üretimin içerisinde olma hakkına sahiptir. Barınma hakkına gelince; konut yapımı dengeli ve ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenir. İşyerlerine yakın konutlar yapılır. Konut yapımında birtakım tekniklerde ve kullanım alanlarında standartlaşmaya gidilir. Bu noktada şu vurguyu yapmak gerekiyor; bu standartlaşma, tek tipleşen ve hiçbir yaratıcılığı olmayan çözümler demek değildir. İnsanları barınak içerisinde yalnızlaştırıcı ya da yabancılaştırıcı tasarımlardan kaçınılır. Konut içerisinde ya da komşu konutlarda yaşayanlarla etkileşimi sağlayacak ortak mekânlar oluşturulur. Kentin başının ve sonunun ne olacağı konusu ise düşünülmesi gereken diğer bir noktadır. Olması gereken büyüklük, o kentte bulunan üretici güçler tarafından belirlenir. Diğer taraftan, kent ile kır arasındaki ayrımın giderilmesi gereklidir. Uygulamada bu ayrımı gidermek için büyük kentlerin çevresine daha küçük boyutta -uydu kentler- kurulmuştur. Ayrıca kent üzerine bir takım planlamalar yaparken, onun bulunduğu coğrafi özellikler dikkate alınmalıdır. Tıpkı Sovyetler Birliği döneminde Moskova’nın içerisinden geçen nehrin önemli bir odak ve planlama noktası olarak belirlenmesi gibi. Yukarıda belli hatlarıyla değinmeye çalıştığımız sosyalist sistemde kentlerin nasıl şekilleneceğini kısaca özetlemek gerekirse; Yaşanabilir, işlevine uygun mekanlar oluşturmak, insanın mekanı kolayca algılayabilmesini ve hareket edebilmesini sağlamak, doğayla uyum içerisinde olmak, ortak yaşam alanları oluşturmak, yaşlıları ve engellileri toplumsal yaşama-kent yaşamına dahil etmek, yaratıcı çözümler/tasarımlar yapmak, kütlebiçim-işlev örgüsünü ve oranlarını insan ölçeğinde belirlemek, çocuklara yönelik park/oyun alanları oluşturmak, kentin her bir cm karesini yaşayan, nefes alan, üreten bir organizmaya dönüştürmek olarak ifade edebiliriz. Tüm bunların bu sistem altında da gerçekleştirebileceğini düşünenler olacaktır. Ama tekrar tekrar altını çizmenin önemli olduğunu bildiğimiz tek gerçek, içerisinde yaşadığımız sistemin kapitalist sistem olduğudur. Bu sistemin tanrısı paradır/kârdır. Bu sistem topluma hizmet götürmeye, onun ihtiyaçlarını karşılamaya değil, toplumu soymaya dayalı bir sistemdir. Konut, ulaşım vb. sorunları çözmek için gerekli kaynaklar/zenginlik birikimi bir avuç asalağın elinde toplanmıştır. Bu zenginliklere el koymadan bu sorunları çözmek mümkün değildir. Dolayısıyla konut, ulaşım sorununu çözmek, yeşil alanlar, oyun parkları yapmak vb., şimdilerin ortaoyunu seçimlerinin boş vaadleri olmanın ötesine geçememektedir. Yaşanabilir bir kent, insanca yaşam ancak sosyalizmde mümkündür. Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları (Kızıl Bayrak’ın 27 Mart ‘09 tarihli 12. sayısından alınmıştır...)
19
Komünistler siyasal mücadele alanına geçmişi eleşti-
rerek ve onu aşarak çıktılar. Bunu yapamayanların
reformizm bataklığına kayacaklarını ya da zamanla silinip gideceklerini vurguladılar. Aradan geçen 20 yıl bunun doğruluğunu defalarca kez kanıtlamıştır. “Biz 1987’de siyasal mücadele ala-
nına çıktık. Yüzümüzü esasta düzene
dönmüş olmakla birlikte, duruşumuz küçük-burjuva devrimciliğini aşmaya
ve yıkmaya dönüktü. Ona yönelik
eleştirimiz, onun tarihsel bir ara
dönemin ürünü olarak neden bit-
tiğinin ilanıydı. Yıkıcı bir eleştiri
Dev
Devrimci m komünis
“Devrimcilik bir yıkma ve yeniden kurma diyalektiğidir.” (Ümit Altıntaş’ın TKİP Kuruluş Kongresi kapanış konuşmasından..)
Devrimciler kurulu düzeni yıkma ve yerine daha ileri bir düzeni kurma hedefiyle ortaya çıkarlar. Devrimciliğin belki de en basit tanımlaolarak bunun bir değeri vardı; ması budur. Düzenin anti-tezi olan devrim ise ciddiyet ve cüret işidir. Devrimci bir ideolojiye, devrimci bir örgüte, devrimci bir kimliğe, devrimci ama partiye kadar daha ileri ilkeler ve tutumlar bütünlüğüne sahip olmayı gerektirir. 12 Eylül yenilgisiyle bazı hareketler devrimciliğe ve devrime dair iddialabir devrimciliğin, sınıf devrını bir kenara bırakıp, bugün tasfiyeciliğin son aşaması dediğimiz parlamentarimciliğinin üretilebileceği rizmin dipsiz kuyusuna kadar gelmişlerdir. Şu ya da bu şekilde kendini yeni dönemde varedebilen geleneksel devrimci akımlar ise eskiyle hesaplaşma başarıbir iddiaydı, buna dönük sını gösterememişlerdir. Gelinen yerde, geleneksel devrimci hareket içerisinde devrimci ilkeler ve tutumlar bütünlüğünü kimilerinin unuttuğu, kimilerinin ise bilinçli bir cüretti.” (“Cüret ettik bir tercihin ürünü olarak terk ettiği gözlemlenmektedir. Örneğin seçimler, bir kez daha bize küçük-burjuva siyasal akımların nereden neve başardık”, Ümit Altınreye sürüklendiğini göstermiştir. “Yıllarca her türlü inandırıcılığını yitirmiş solcu söytaş’ın TKİP Kuruluş lemlerle fakat gerçekte apolitizmin bir sonucu olarak seçimlerden uzak duranlar, bu alana ayak atar atmaz Türkiye’nin en kaşarlanmış reformistleri ile aynı safa düşmüşlerKongresi Kapanış kodir. Devrimcilik, devrimci ilke ve amaçlar, seçimlerden devrimci amaçlarla, devrimci sınıf mücadelesini geliştirmek ve bu arada burjuva parlamenter kurum ve mekanizmaların gernuşmasından...) çek içyüzünü sergilemek üzere yararlanmak, tüm bunlar bir anda anlamını yitirmiş, ne edip edip ‘birlikte’ birkaç ilçe, belde ya da muhtarlık seçimini kazanmayı ‘başarmak’ esas kaygı ve amaç haline gelmiştir.”( Yerel seçimler ve komünistler, Ekim, Sayı:256 ) Tüm bunlar, geçmişle hesaplaşmadan yol almaya çalışmanın sonuçları olarak yaşanmaktadır. İşte burada, geçmişin devrimci mirasına sahip çıkma iddiası aynı zamanda, süreçleri devrimci sınıfın bakışaçısıyla tahlil etmeyi, sorun ve zaaflarla açıktan hesaplaşmayı, buradan hareketle tutarlı bir pratik sergilmeyi gerektirdiği ortaya çıkmaktadır. Bu konu elbette kapsamlı bir değerlendirmeyi gerekmektedir. Biz burada yalnızca devrimci mirasın nasıl ele alınması gerektiği üzerinde duracağız.
Geçmişin tarihsel birikimi ve proletarya sosyalizmi dönemi
20
“Kendi kısa tarihimiz boyunca da vesile doğdukça vurguladık; hiçbir şey boşluktan doğmaz, doğamaz. Bizi doğuran, küçük-burjuva devrimciliğinden kopuşumuzu ve yeni temeller üzerinde ortaya çıkışımızı olanaklı kılan bir geçmiş devrimci birikim var. Daha önce de önemle belirtmiştim; bu birikimden kök almasaydık, bu birikimle hesaplaşma yeteneği de gösteremezdik. Her diyalektik kopuş kendinden önceki dönemin birikimi üzerine yükselir daima. Kopuşun ortaya çıkardığı yeni bilinç, eski bilincin kavranması ve ileri bir noktada diyalektik olarak aşılması anlamına gelir. Eğer komünizmin 150 yıllık mirası olmasaydı, eğer Ekim Devrimi’yle başlayan 70 yıllık bir tarihi dönemin toplam birikimi olmasaydı, bu büyük tarihi birikim ve miras olmasaydı, eğer Türkiye’nin son 35-40 yıllık kitlesel boyutlar kazanmış siyasal mücadeleleri, bu mücadeleler içerisinde oluşmuş devrimci birikimi olmasaydı, biz böyle bir parti kurmak gücü ve olanağı bulamazdık. Biz bu anlamda aynı zamanda olumlu bir birikimin, devrimci bir birikimin ürünüyüz. Onu anlayan, onu özümseyen, ondan ileriye taşınacak her-
vrimci mirasımız üzerine...
mirasın kızıl bayrağı stlerin ellerindedir! şeyi alan, onda geriyi, başarısızlığı, zaafiyeti temsil eden herşeyle de hesaplaşan bir mücadelenin ürünüyüz.”( TKİP Kuruluş Kongresi Açılış Konuşmasından, Partinin Adı ve Amblemi, Eksen Yayıncılık) Ülkemizde sol hareketin kitleselleşmesi ve toplumsal planda yer tutması ‘60’lı yıllarda başladı. Bu dönem, hem dünya çapında toplumsal hareketliliğin yükseldiği, hem de ülkemizde kapitalist gelişmenin hız kazandığı bir dönemdir. YÖN, MDD ve TİP’in damgasını vurduğu bu dönem burjuva sosyalizmi dönemidir. Bu hareketler düzeni cepheden karşılarına alamamış, parlamento ve ordu gibi düzen kurumlarından medet umabilmişlerdir. Bu düzeni kendi temelleri üzerinde reforme etmeye dayalı bir programa sahiptirler. Bundan dolayı da gelişen devrimci gençlik hareketi tarafından aşılıp geçilmişlerdir. ‘71’den ‘80’lerin ortalarına kadar olan dönem küçük-burjuva sosyalizmi dönemidir. ‘71 Devrimci Hareketi ‘60’ların parlamentarist-darbeci düzen içi çizgisinden bir kopuştur. Bu dönem THKO, THKP-C ve TKP-ML şahsında düzenden kopuşun, düzen karşısında devrimci konumlanışın ilk cisimleştiği dönemdir. Türkiye devrim tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri olan ‘71 çıkışında, genç ve yiğit devrimciler devletin tüm kurumlarını cepheden karşılarına almışlardır. Burada çekilen silahlar devrimin ve düzenden kopuşun sembolik birer ifadesidir. “Kopuşun kendisi asıl anlamını bu akımların ideolojik-politik bilincinde bulmaktadır. Bu akımlara baktığımızda, bunların devlet konusunda, devlet yıkıcılığı konusunda, düzenin daha temel noktalardan reddi konusunda, düzen kurumlarının karşıya alınması konusunda radikal bir ideolojik-politik tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Kopuşa asıl anlamını veren de bu zaten. Yoksa küçük insan gruplarının silahlanarak dağa çıkmış olması ya da kentlerde bir takım silahlı eylemler yapmış olması değil.” (agy) Harekete önderlik eden genç ve deneyimsiz devrimciler, reformist ve darbeci akımlara tepki sonucu küçük-burjuva maceracı bir çizgiye yönelmişlerdir. Fakat onlar devrim tarihimizde, daha sonraki devrimci kuşaklar tarafından kolayca aşılan bu çizgileriyle değil, bıraktıkları büyük devrimci direniş geleneğiyle yerlerini almışlardır. ‘70’li yılların ortalarında başlayan ikinci büyük devrimci yükseliş, onların bıraktıkları bu miras üzerinde yükselmiştir. Diyarbakır’dan Kızıldere’ye ölümün yiğitçe göğüslenmesi ve devrim davasının yaşam pahasına savunulması, Türkiye topraklarında devrimci direniş geleneğini başlatmıştır. ‘70’li yılların ortalarında yeniden toparlanma başlamıştır. Bu dönemde küçük-burjuva maceracı çizgi aşılmış, o dönemin akımları, kitlesel mücadeleler içerisinde kendilerini var etmişlerdir. Küçük-burjuva devrimci demokrat hareket bu dönemde kitleselleşip,
21
büyümüştür. Ancak bu gelişme ‘80 askeri faşist darbesiyle birlikte yerini yenilgi ve yıkıma bırakmıştır. “Ve ‘80’lerin ortası, bu yenilginin, bu yıkımın çok da rastlantı olmadığını, sözkonusu olanın basit bir karşı-devrim yenilgisi olmadığını, bu hareketlerin yapısal zaafiyetleri, açmazları temeli üzerinde bu denli yıkıcı ve tasfiyeci etkisini gösterdiğini ortaya koydu. Yine ‘80’lerin ikinci yarısı, küçük-burjuva hareketliliğinin artık geçmişteki biçimiyle tekrarlanamayacağına da tanıklık etti.” (agy) 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte küçük-burjuvazinin devrimci eylemliliği ve onun siyasal öncüleri büyük bir yenilgiye uğramıştır. 12 Eylül faşizmi karşısında geçmişin devrimci direniş geleneği dahi, az sayıdaki yiğit devrimcinin direnişi haricinde, korunamamıştır. Direnerek alınan bir yenilgi olmadığı içindir ki, dönemin bir dizi hareketi açısından bugüne dek uzanan tasfiyeciliğin ve düzen içi “dipsiz kuyu” siyasetinin yolu düzlenmiştir. ‘80’lerin ikinci yarısına gelindiğinde, ‘60’larda burjuva sosyalizmiyle başlayan ve ‘70’lerde küçük-burjuva sosyalizmiyle devam eden süreç böylece sona ermişti. Komünistlerin siyasal arenaya ilk çıktıklarında belirttikleri gibi, artık yeni bir dönem başlamıştır. Proletaryanın damgasını vuracağı bu dönem proletarya sosyalizmi dönemidir. Komünistler siyasal mücadele alanına geçmişi eleştirerek ve onu aşarak çıktılar. Bunu yapamayanların reformizm bataklığına kayacaklarını ya da zamanla silinip gideceklerini vurguladılar. Aradan geçen 20 yıl bunun doğruluğunu defalarca kez kanıtlamıştır. “Biz 1987’de siyasal mücadele alanına çıktık. Yüzümüzü esasta düzene dönmüş olmakla birlikte, duruşumuz küçük-burjuva devrimciliğini aşmaya ve yıkmaya dönüktü. Ona yönelik eleştirimiz, onun tarihsel bir ara dönemin ürünü olarak neden bittiğinin ilanıydı. Yıkıcı bir eleştiri olarak bunun bir değeri vardı; ama partiye kadar daha ileri bir devrimciliğin, sınıf devrimciliğinin üretilebileceği bir iddiaydı, buna dönük bir cüretti.” (“Cüret ettik ve başardık”, Ümit Altıntaş’ın TKİP Kuruluş Kongresi Kapanış konuşmasından...) 12 Eylül karşı-devrimiyle ortaya çıkan yenilgi ve yıkım sonrası geçmiş her yönüyle kapsamlı bir değerlendirmeye-eleştiriye tabi tutulmalı, yenilginin nedenleri sorgulanabilmeliydi. Devrimcilik iddiası bunu gerektiriyordu. Ancak küçük-burjuva devrimci akımlar böyle bir hesaplaşmayı yaşayamamışlardır. Geçmişin kapsamlı bir eleştirisini yapan komünistleri ise “inkarcılık” ile suçlamışlardır. Küçük-burjuva devrimciliğinde ısrar bu hareketleri temsilcileri oldukları sınıf gibi edilgen bir konuma itmiştir. Bazıları düzenin icazet alanına kayarken, bazıları “sıkı sıkıya tutundukları” geçmişte kalmışlar, devrimcilikte samimi olsalar da geçmişle hesaplaşamayıp yeni dönemde fiilen tasfiye olmuşlardır. Komünistler geçmişin devrimci mirasını bir bütün olarak sahiplenmektedirler. Komünist akımın kendisi de bu aynı geçmişin bir ürünü, fakat onun devrimci temellerde aşılmasıdır. Geçmişe ilişkin tüm değerlendirmelerinde bunu döne döne vurgulamışlardır. Devrimci mücadele alanına çıkış geçmişin kapsamlı bir muhasebesi üzerinden yaşanmış, geçmişin tüm olumlu ve ileri yanları sahiplenilirken, yaşanan kopuşun küçük-burjuva sosyalizminden kopuş olduğu, yeni dönemin proletarya sosyalizmi dönemi olacağı açıkça ilan edilmiştir: “Bu ülkede yeni bir sosyal mücadeleler dönemi ancak işçi sınıfının damgasını taşıyabilir. Artık biz ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki türden küçük-burjuva yığınların egemen olacağı ve damgasını vurabileceği bir tarihsel dönemi bu ülkede yaşayamayacağız. Türkiye’deki sosyal ilişkilerin evrimi, küçükburjuvazi üzerinde yıkıcı etkiler yapan bir takım başka gelişmeler sözkonusu. Biz çoğu kere yirmi yılın yorgunluğu dedik, ama bu işin gerçekte öznel yanı. Bir de bunun nesnel temeli var. Türkiye’de burjuvazi bugün öyle bir egemenlik kurmuş, öyle bir örgütlü aygıt yaratmış, siyasete, kültüre, ideolojiye ve gündelik yaşama öylesine yön vermektedir ki, bu hakimiyetin karşısında ideolojik sağlamlığı ve politik bir gücü, ancak gerçekten bu düzenin anti-tezi olan sınıf, onun temsilcisi ve öncüsü politik akım, yani komünist bir sınıf partisi başarabilir. Sayısız sol akım içerisinde bütün bu kargaşaya, bütün bu çalkantıya karşı ideolojik açıdan sağlam durmayı yalnızca komünist hareketimizin başarmış olması bile bu açıdan hiçbir biçimde rastlantı değildir.” (TKİP Kuruluş Kongresi Açılış Konuşmasından, Partinin Adı ve Amb-lemi, Eksen Yayıncılık) Ancak geçmişi devrimci bir tarzda, bilimsel bir temelde eleştirerek aşabilenler, onun devrimci mirasına sahip çıkabilirler. Geçmiş devrimci birikimin bağrından doğan komünist hareket, bilimsel komünizmin 150 yıllık tarihinin başlangıcından Ekim Devrimi’ne, Latin Amerika’dan Çin’e ve Türkiye’ye kadar bütün bir devrimci mirası sahiplenmektedir. Onun bugünkü taşıyıcısıdır. Devrimci mirasın kızıl bayrağı komünistlerin ellerindedir!
22
“Vardım, varım, var olacağım!”
Hatice Yürekli:
Zor dönemin yiğit devrimcisi!
Hatice Yürekli yoldaş, inançlı, dirençli ve aydınlık yarınlar için savaşan bir komünisttir. Hatice Yürekli yoldaş, zor bir dönemde Ekimci bir komünist olarak tüm hayatını devrim mücadelesine adamış bir sınıf devrimcisidir. ‘60’lı ve ‘70’li yıllar devrimciliğin kitleler nezdinde meşruluk kazandığı dönemlerdir. Buna paralel olarak bu süreç sosyal mücadelelerin yükseldiği bir döneme de işaret etmektedir. 12 Eylül askeri faşist darbesi ise, o yılların devrimci kitle hareketini sindirmiş, toplumsal muhalefeti ezmiş, devrimci harekete ağır bir darbe vurmuştur. 70’lerin devrimci yapıları çökmüş, devrim saflarından kopuşlar yaşanmıştır. Bu ağır tasfiye sürecinin ardından ‘87 yılı yeniden bir canlanma ve toparlanma yılı olmuştur. Komünist hareketin siyasal yaşama adım atması bu döneme denk gelmektedir. EKİM, işçi sınıfının illegal ihtilalci partisini yaratma iddiasıyla varlığını ilan etmiştir. Reformist-legalist eğilimlerin güçlü olduğu, ‘60-70’li yıllardan farklı olarak sınıf ve kitle hareketinin devrimci bir çıkış yapamadığı, ağır ve sancılı bir gelişim süreci yaşadığı bir dönemde Habip, Ümit ve Hatice yoldaşlar EKİM’in saflarında mücadeleyi seçmişlerdir. Legalist-reformist örgütlerin saflarında kolay devrimciliği değil, illegal-ihtilalci bir örgütün saflarında zorlu bir mücadeleyi omuzlamışlardır.
“Bilimsel sosyalizmi savunan bir sınıf devrimcisiyim!” Hatice yoldaş sınıfın devrimci partisinin kurucu üyelerindendir. O, örgütlü yaşamına ilk olarak İzmir’de başlamıştır ve örgütlü yaşamı boyunca hareketin ihtiyaçları doğrultusunda çeşitli illerde konumlanmış, çeşitli görev ve sorumluluklar üstlenmiştir. Tüm bunları omuzlarken birçok kez gözaltı, tutuklama ve işkenceye maruz kalmıştır. Her defasında -Habip ve Ümit yoldaşlar gibi- mahkemede, zindanda, sorguda, işkencehanede devrimci direnişçi kimliğini en militan ve onurlu biçimde ortaya koymuş, devrimci iradenin teslim alınamayacağını göstermiştir. Hatice yoldaş gerek örgütsel kimlik, gerek devrimci-direnişçi kimlik, gerekse de ideolojik kimlik olarak kendisini geliştirmiş ve partisiyle bütünlemiş bir yoldaştır. Tüm bu kimlikleri kişiliğinde barındıran yoldaş, Parti’yi temsil etmektedir. Çünkü o, sosyalizmi bilimsel ideolojik temeliyle benimseyen bir sınıf devrimcisidir. O gerektiğinde bir partili olarak fabrikada işçilik yapmış, gerektiğinde ise yaşamından vazgeçebilmiştir. Tıpkı Habip ve Ümit yoldaşlar gibi.
“Yürü bildiğin yolda, ölümden öte ne var…” Hatice yoldaş, yaşamını adadığı devrim mücadelesinde ölümsüzleşti. 20 Ekim 2000 tarihinde F tipi hücre saldırısına karşı başlatılan direnişte büyük bir kararlılık sergiledi, bu direnişin birinci ÖO ekibinde yer aldı. Bu noktada sözü ona bırakalım: “Ben gönüllü bir ölüm orucu direnişçisiyim. Bizim ölüm orucuna ‘örgüt baskısıyla’ girdiğimiz söyleniyor. Bu çok çirkin ve çaresiz bir yalandır. Bizler siyasi kimlikleri, gelecek idealleri olan ve bu idealler doğrultusunda yaşayan insanlarız. Devletin bizleri teslim alıp imha etmeye dönük planlarına karşı en önde durmak, ölümüne direnişin ilk gönüllüleri olmak bir onurdur bizim için. Hiç kuşku duymuyorum ki tüm arkadaşlar ilk gönüllüler içinde olmak istemektedirler.” Hatice Yürekli bu sözlerle ifade etmiştir davaya bağlılığını ve sarsılmaz inancını. Yaşamı bu bütünlük içerisinde ele alındığında, verdiği mücadelenin ne denli onurlu, sürekli ve bir o kadar da zor olduğu görülecektir. Böylesine bir kararlılık karşısında düzenin hangi zoru teslim alabilir ki devrimci iradeyi? Onlar kararlıydılar, inançlıydılar ve sabırlıydılar. Onlar zor dönemin devrimcileriydiler. Geçmişin devrimci örgütlenmeleri bir bir düzene teslim olurken EKİM, saflarına böylesine yiğit neferler katabilmiş, sınıfın komünist partisi olmayı başarabilmiştir. Ve Türkiye işçi sınıfı, öncüsünü, Türkiye Komünist İşçi Partisi’ni kazanmıştır. Hatice Yürekli yoldaş şahsında tüm devrim şehitlerinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Bizler ağır bedeller ödenerek bugünlere taşınan kızıl bayrağı leke sürdürmeden daha da ileriye taşımak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bu yüzden kendimizi her açıdan güçlendirmeli ve geleceğe hazırlamalıyız. Sistemin tüm saldırılarına karşı devrim cephesinden en net cevabı verebilmeliyiz. Habipler’e, Ümitler’e, Haticeler’e selam olsun! Selam olsun sosyalist geleceğimize!
23
Mücadelemizde yaşayacak!
Hüseyin Hoca’mızı kaybettik...
“Kaybettik” sözcüğünün ardından söylenecekler, hayatını devrime adamış bir yoldaşımızın ölümü sonrasında bizlere bıraktığı sorumluluk ve ağırlık altında kısa bir süreliğine de olsa bir yerlerde sıkışıyor. Fakat onu tanımış olmanın, onunla direniş alanlarında bulunmuş ve işçilerle kurduğu ilişkiyi görebilmiş olmanın verdiği güçle ayaklarımızı yere daha sağlam basabilmeyi, asıl şimdi daha da dik durabilmeyi öğretiyor bize. Cenaze töreninde, cenaze töreni sonrası gerçekleştirilen eylemlerde, onu tanıyan direnişçi işçilerin bulunduğu her yerde yoldaşlarından, işçilerden Hüseyin Hoca’mıza dair söylenenler, yaşamımızı ne için ve nasıl şekillendirmemiz gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor genç yoldaşlarına. Hüseyin Hoca, ölümünün ardından da öğretmeye devam ediyor. Hüseyin Yoldaş’ın ardından “Devrim şehitleri ölümsüzdür!”ü haykırabilmek, her şeyden önce, ölümü yücelten değil fakat işçi sınıfının devrimci davası uğruna yaşamımızı daha da dirilten bir anlam taşıyor. Mütevazi, kararlı, inatçı, coşkulu kişiliğiyle bütünleşen devrimci ve partili kimliği onun için söyleyeceklerimizi şekillendiriyor. Şu üç gerçeklik bile tek başına yoldaşımızın yaşamını özetlemeye yetiyor: O, bir işçiydi, bu sömürü düzeninin yıkılması gerektiğini anladığı andan itibaren işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele etti ve yaşamını yitirdiğinde yanında yine işçiler vardı. Yoldaşımızın yaşamına dair pek çok bilgi verilebilir: Oldukça genç denebilecek bir yaşta devrimci mücadeleye katılması, örgütlü yaşamı seçmesi, küçük-burjuva hastalığından kıvrananların sayısının bir hayli arttığı bir dönemde ısrarla “devrim” demesi, binlerce işçinin karşısında yaptığı konuşmaları, son on yıldır Küçükçekmece İşçi Platformu temsilcisi olarak yürüttüğü devrimci faaliyetleri, bölgesindeki her bir fabrika direnişinde en başından itibaren tüm süreçte belirleyici bir rol oynaması... Fakat tüm bunların dışında asıl anlatılması gereken, onun “Hoca” kimliğinin genç yoldaşları tarafından nasıl taşınacağıdır. Çünkü burada söylediklerimiz bir birey olarak Hüseyin Temiz’i değil, uğruna yaşamını adadığı işçi sınıfının ve onun komünist partisinin çizgisinde yaşamış olan yoldaşımızın karakterini anlatmak içindir. Habip ve Ümit yoldaşlar için “Onlar partimizin özü ve özetidir” denmiştir. Hüseyin Hoca’nın sınıf devrimcisi kimliği ve bulunduğu her alanda yansıttığı karakteri de partimizin çizgisinin, ideolojisinin, örgütsel yaşama dair bakışının en yalın ifadesidir. Bizim için Hüseyin Hoca’yı anlatmak demek, partimizin çizgisinin yaşamımızdaki şekillenişini anlatmak demektir. Hüseyin Hoca, “kuşkusuz” ile başlayan cümlelerinin her biri kafalarımızdaki soruları mutlaka işçi sınıfı mücadelesine dair kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde sonlandırırdı. Hüseyin Hoca, düzenlenen işçi toplantılarının sonrasında işçilerdeki kararlılığı ve iradeyi gösterir, devrime dair duyduğumuz umudu her seferinde yeniden canlandırırdı. Hüseyin Hoca, rahatsızlığının ağırlaştığı ve konuşmakta güçlük çektiği dönemde bile bizlere sınıf mücadelelerinden bahseder, eleştiriler sunar, değerlendirmeler yapardı. Hüseyin Hoca, yaptığımız sohbetlerde kullandığı üslubuyla, seçtiği sözcüklerle, davranışlarıyla ve hatta yaptığı şakalarıyla bile mutlaka gizliden gizliye devrimci karakterini örnek almamızı sağlardı. Hüseyin Hoca, özellikle mütevazi ve inatçı kimliğiyle dikkatimizi çeker, bize dair sunduğu eleştirilerde açıktan bir öğretici olarak değil, komünist bir işçi olarak konuşur, bizlere tüm samimiyetini hissettirirdi. Hüseyin Hoca, enerjimizin azaldığı anda yaptığımız şikayetlere bir yanıt olarak dimdik ve kararlı duruşuyla karşımıza çıkardı. Cenaze töreninde bir yoldaşımız ona dair yaptığı konuşmasında, “Hüseyin Yoldaş’ı bulmak için sabah 07:00’da fabrika önlerine gidiniz” demişti.Onunla yaptığımız her konuşmayı, işçi eylemlerinin en önünde yer alan fotoğraflarını, onunla ilgili okuduğumuz yazıları hatırlamak gücümüze güç katacak, mücadelemizi daha da sağlamlaştıracaktır. Hüseyin Hocamız, işçilere olduğu gibi genç yoldaşlarına da nasıl ve ne için yaşanması gerektiğini öğretmeye devam edecektir.
24
İstanbul’dan genç bir yoldaşı
Zindandan mektup...
Yorumsuzdur; çünkü biz, yaşıyoruz hala!
Belki az çok tanıyorsunuz, belki de hiçbir fikriniz yok. Belki de yaşamınızın bir döneminde bizlerle kesişti yollarınız, belki bir arkadaşınızdan biliyorsunuz ya da bir akrabanızdan dolayı tanıyorsunuz bizleri. Bu mektupta asıl yazacaklarımıza geçmeden önce bir de biz kısaca tanıtalım kendimizi. Kimimiz on sekizindeyiz, kimimiz elli yaşını geçtik. Kimimiz işsizdik, kimimiz mühendis; kimimiz işçi, memur; kimimiz öğrenci, işportacı, esnafız. Neden burada yattığımızı da, neden hapishanede olduğumuzu, ‘suç’umuzu da bilmek hakkınız. Kimimizse “Hapishanelerde Neler Oluyor? Bilmek Hakkınız!” kampanyası çerçevesinde tutsakların yaygın olarak çeşitli kişi ve kurumlara gönderdiği mektupta, bir çağrıda bulunuluyor Bu mektup Tekirdağ F tipi tecrit hücrelerinde tutuklu bulunan devrimciler tarafından yazılmıştır. Sendikalarda, derneklerde, meslek odalarında örgütlendik; kimimiz gecekondu yıkımlarına direndik; kimimiz polisin terörüne, baskısına, hukuksuzluğuna karşı boyun eğmedik, karşı koyduk. Ancak hepimiz, IMF’nin, Dünya Bankası’nın sömürü politikalarına, AB’nin ve ABD’nin kuklası haline gelen, ulusal onurumuzu ayaklar altına alan iktidarlara karşı çıktık. Haklarımız ve özgürlüklerimiz için mücadele ettik. Sonuçta buradayız. Asıl konumuza gelelim. F tiplerini ne kadar biliyorsunuz? Tecrit işkencesi nedir, hiç duydunuz mu? Bilmiyoruz. Ama Almanya’daki Nazi kamplarını duymuşsunuzdur. Ya da bugünün dünyasında ABD’nin Guantanamo’daki hapishanesini veya Irak’taki Ebu Gureyb hapishanesini mutlaka duymuş olmalısınız. İşte ülkemizdeki F tiplerinin de o Nazi kamplarından, Guantanamo ve Ebu Gureyb’lerden farkı yoktur. Türkiye’deki F tipleri 19 Aralık 2000’de 28 tutuklunun yakılarak, kurşunlanarak öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı “Hayata Dönüş” operasyonunun ardından açıldı. F tiplerindeki uygulamalar şöyle: - F tiplerine gelen herkes daha önce elle ve elektronik cihazlarla defalarca aramadan geçirilmesine rağmen girişte atlet ve külotun da üzerinizde kalmayacak şekilde çırılçıplak soyulur. Dayatılan bu onursuz ve ahlaksız aramaya direnirseniz, dayak yersiniz. - Hastane ya da mahkemeye gidip gelirken daha hapishaneden çıkmadan gidişte BEŞ, dönüşte BEŞ kez olmak üzere tam ON kez aramadan geçirilirsiniz. - Kaldığınız hücreler TEK ya da ÜÇ kişiliktir. Tek kalıyorsanız hiç kimseyle, üç kişi kalıyorsanız yanınızdaki İKİ KİŞİ dışında -gardiyanlar hariç- kimseyle konuşamaz, kimsenin yüzünü bile göremezsiniz. Hastane ve mahkemelere götürülürken bile hücrelere bölünmüş araçlarla götürülürsünüz. - Mahkemeye sunacağınız el yazısı savunmanız önce hukuki bir bilgi ve yetkiye sahip olmayan gardiyanlar tarafından denetlenir. Gardiyanlar tarafından ‘sakıncalı’ bulunmaz ve ‘olur’ denilirse dilekçenizi mahkemeye ulaştırabilirsiniz. Yoksa el konulur. - Avukatınızla görüşmeye giderken yanınıza kağıt kalem almanız yasaktır. - Hücrenizden en fazla elli adım uzaklıktaki avukat görüşüne giderken, gidiş ve dönüşte tam üç kez aranırsınız. - Bir haksızlığa uğradığınızda verdiğiniz dilekçenin akıbetini bilemezsiniz. İşleme konulup konulmadığını öğrenmek için bile dilekçe üstüne dilekçe yazmak zorundasınız. (Ek bilgi; dört yıldır F tiplerinden verilen on binlerce suç duyurusu dilekçelerine rağmen ne uygulamalar değişmiştir, ne de keyfi dayatmalarda bulunan tek bir görevli cezalandırılmıştır. Keza gelen ve giden mektuplarımızın da akıbeti belli olmaz, tıpkı dilekçelerimiz gibi.
- Acil ve hayati rahatsızlıkları nedeniyle revire çıkmak isteyip de “doktor çarşıda”, “doktor uzmanlık sınavlarını kazanıp gitti” cevaplarıyla doktor yüzü görmeden ölenler veya bizzat “doktor” tarafından hastaların kovulması F tiplerinin “sıradan” olaylarıdır. F tiplerindeki tecrit uygulamalarını daha da uzatabiliriz. Hem de sayfalarca. Ama gerek yok. Sanırız aktardığımız bu birkaç madde bile yeterince anlatıyor tecriti. Ve şimdi yeni Ceza İnfaz Kanunu (CİK) ile bütün bu yaşadıklarımızla, maruz kaldığımız tecrit işkencesiyle sessiz sedasız hücrelerimize gömülmek istemiyoruz. Yeni CİK’in tek bir maddesi değil, baştan sona bütün maddeleri incelendiğinde, tecrit işkencesinin, hukuksuzluğunun yasal uygulamalar haline getirildiği görülecektir. Bu mektubu, bilmediğiniz, duymadığınız ya da şimdiye kadar da yanlış bilgilendirildiğiniz F tipleri, tecrit ve yeni CİK konusunda GERÇEKLERİ bir de bizden öğrenin diye yazdık. Ama sadece bu gerçekleri bilesiniz, öğrenesiniz diye değil. Bu gerçekleri başkalarına da aktarmanızı istiyoruz. F tiplerindeki tecrite ve bu tecriti yasal bir uygulama haline getirecek olan yeni CİK’e karşı çıkmanızı istiyoruz. İsterseniz önce dile getirdiğimiz bu gerçekleri araştırın, soruşturun; biz burada söylediğimiz her cümleyi dilerseniz belgelerle, tanıklarla kanıtlayabiliriz. Bize yazmanız, sormanız yeterli. Ancak bu söylediklerimizin gerçek olduğuna inanır, ikna olursanız bir sorumluluk da yüklenmiş olacaksınız. Her şeyden önce vicdanen, adalet duygunuza karşı bir sorumluluktur bu. Kendinize karşı duyduğunuz ya da duyulmasını istediğiniz saygının zedelenmemesi için bu sorumluluğu yerine getirmelisiniz. “Bana ne” dediğinizde bilin ki, en başta insanlığınızdan bir şeyler kaybetmiş olacaksınız. Biliyoruz, belki ağır bir itham oldu ama ne yazık ki böyle olacaktır. Düşünün ve unutmayın, 20 Ekim 2000’de F tipleri ve tecrite karşı başlatılan ölüm orucundan şimdiye kadar 123 insan öldü. 600’den fazla insan sakat kaldı. Belki ilk defa duydunuz, belki de görmek, duymak istemediğiniz bu gerçekle bir kez daha karşılaşmış oldunuz bu satırlarla. Sonuç olarak, istesek de istemesek de, bir direniş yöntemi olarak doğru ya da yanlış da bulsanız, ölümlerin yaşandığı bir GERÇEKTİR. Ve bilirsiniz ki, kimse durduk yerde ölmez, ölemez. Tecrit denilen politikanın nasıl bir şey olduğunu anlamanız için hatırlatmak istedik bunu da. BU MEKTUBUMUZLA BIR ZİNCIR OLUŞTURMAK İSTİYORUZ. Tecrit denilen karanlık kuyuda boğulmak istenenleri boğdurmamak için uzatılan bir zincir olsun, bu zinciri oluşturmak için; mektubumuzun fotokopilerini çekerek tanıdıklarınıza, eşinize dostunuza postalayabilirsiniz; mektubumuzu internet ortamında dağıtabilirsiniz; sendikacıysanız ya da bir dernekteyseniz panonuza asabilirsiniz; gazeteciyseniz köşenizde yer verebilirsiniz, haber yaptırabilirsiniz; ev kadınıysanız misafirlerinize okutabilirsiniz; esnafsanız işyerinize asabilirsiniz; milletvekiliyseniz meclis kürsüsünden okuyabilirsiniz; bu mektubu bir gazete ya da dergide okuduysanız küpürü kesip cüzdanınıza koyup yakınlarınıza okutabilirsiniz. Kısacası sözlü ya da bu haliyle yazılı olarak elden ele, kulaktan kulağa BİR ZİNCİR OLUP ulaşmalı bu gerçekler. İnsan düşüncesinin baskıya ve zorla yok edilmesine karşıysanız, işkenceye, haksızlıklara ve adaletsizliklere karşıysanız, insanın sadece mezarda yalnız kalabileceğine inanıyorsanız ve TECRİT denilen bu silahın bir gün size de yönelmesini istemiyorsanız BU ZİNCİRE BİR HALKA DA SİZ EKLEYİN! F tiplerinde tecritin kaldırıldığı, ölümlerin durdurulduğu günlerde görüşmek umuduyla hoşcakalın. TEKİRDAĞ F TİPİ HAPİSHANESİ’NDEN DEVRİMCİ TUTSAKLAR
25
Clinton’ın ziyareti üzerine…
Barbarlığın temsilcileri ile sadık uşaklarının yeni savaş ortaklıkları!
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 7 Mart’ta Türkiye’ye geldi. Obama’nın ilettiği mesajlardan ve yapacağı ziyaretten bahseden Clinton, Türkiye’den beklentilerini de ortaya koydu. Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la birlikte Clinton’la görüştü. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, “Dışişleri Bakanı Sayın Ali Babacan’ın da katıldığı heyetlerarası görüşmede, dost ve müttefik iki ülke arasındaki ilişkilerin yanı sıra Filistin sorunu, Irak, Afganistan ve terörle mücadele konuları olmak üzere önemli bölgesel ve küresel sorunlar ayrıntılı ele alınmıştır” denildi. Clinton, Rum Okulu’na verdikleri önemin ve ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki tam desteğinin altını çizdi. Heybeliada’daki Rum Okulu’nun açılmasını istediklerini söyledi. Bu görüşmede temel başlıklardan birini de Kürt sorunu oluşturmaktaydı. PKK’ye karşı verilecek ortak mücadeleden, sorunu çözene kadar üstüne gitmekten bahsetti. Barış ve demokrasiden dem vurulan görüşmede, güçlü müttefik bağları, dayanışma ve stratejik ortaklık çerçevesinde ABD ve Türkiye’nin 2006 Temmuz’unda kabul ettikleri “Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog Belgesi” gözden geçirilip teyit edildi. Özelikle üzerinde durulan bazı maddeler şunlar: - Türkiye ve ABD, iki ülkeyi ilgilendiren tüm konularda yakın işbirliği ve dayanışma kararlılıkla sürdürülecek. - Gazze’de yaşanan insani krizinin hafifletilmesine ve İsrail-Filistin sorununun iki devlete dayalı bir çerçevede çözümlenmesine destek veri-
26
lecek. - Bölgedeki enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması için işbirliği yapılacak. - ABD, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesine yönelik çabalara destek verecek. - Kıbrıs sorununun BM himayesinde çözüme kavuşturulmasına güçlü destek sağlanacak, Kıbrıs Türklerine uygulanan tecritin sona erdirilmesi yönlü katkılar sunulacak. - İki ülkenin ortak düşmanı PKK ve El Kaide başta olmak üzere, terörizme karşı mücadeledeki işbirliği güçlendirilecek. Bu çerçevede ABD, Türkiye’nin PKK’ye karşı gerçekleştirdiği operasyonlar çerçevesinde istihbarat desteğini sürdürecek. Sağlanan desteğin arttırılması yönlü çalışmalar devam edecek. - Küresel ekonomik krize karşı işbirliği devam edecek. - ABD Türkiye’nin AB sürecini destekleyecek. - Afganistan’a katkılar sürdürülecek. - Irak’ın egemenliği, birliği ve toprak bütünlüğüne yönelik taahhütleri ile demokratik, çoğulcu, birleşik, federal bir Irak’a destek yineleniyor. - Türkiye ile Irak arasında derinleşen ilişkiler ve PKK’ya karşı işbirliği memnuniyetle karşılanıyor. 2006’da kabul edilen belgedeki maddelere vurgu yapılmakta, Türkiye’nin “stratejik ortaklık”taki rolü ve konumu hatırlatılıp, misyonuna uygun davranması istenmektedir. Gazze’nin yakılıp yıkılması, Filistin halkının katledilmesi, Irak’ta 1.5 milyon insanın katledilmesi, 4 milyon insanın yerinden yurdundan edilmesi, ülkenin yaşanamaz hale gelmesi, Afganistan’ın ağır bombardıman uçaklarıyla cehenneme çevrildikten sonra işgal edilmesi, sekizinci yılına giren işgal boyunca toplu katliamların devam etmesi… Tüm bunlar Türk sermaye devleti ve AKP hükümetinin hemfikir oldukları ABD politikalarının uygulanmasından başka bir şey değildir. Türkiye ABD’nin bölge politikaları doğrultusunda onun taşeronluğunu yapacak, bu çerçevede daha ileri görevler üstlenecektir. ABD Başbakanı Barack Obama 5 Nisan’da Türkiye’ye gelecek. 6 Nisan’da TBMM’de bir konuşma gerçekleştirecek. 3-4 Nisan’da NATO’nun kanlı tarihine kadeh kaldırıp Türkiye gezisine çıkacak olan Obama, bu kutlamayı burada alınacak kararlarla taçlandırma çabasında. Görüşmelerin içeriği ise bugünden belli. Türk devletinden istenen ABD politikalarına tam uyum, yani tam köleliktir. Emperyalist Amerikan rejimi, Türk sermaye devletinden Afganistan, İsrail-Filistin, İsrail-Suriye sorunları ile Irak ve İran gibi alanlarda taşeronluk beklemektedir. Yeni ABD hükümeti Bush’un bıraktığı yerden barbarlığa devam etmek için hiç zaman kaybetmemektedir. Bu noktada umudunu Obama’nın gelişine bağlayanların gerçeklerle yüzleşmesi çok uzun sürmemiştir. Bush’un halklara dönük azgınca saldırılarının bir Amerikan politikası olduğu ve bu politikanın Bush’tan sonraki yürütücüsünün Obama olduğu, apaçık bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Sömürüde ve barbarlıkta sınır tanımayan emperyalist-kapitalist sistem Ortadoğu başta olmak üzere dünya halklarına dönük saldırılarını artmaktadır. Kapitalizmin krizinin dünya ölçüsünde etkisini gösterdiği, emperyalist kapitalizmin savaş ve yıkım politikalarını yaygınlaştırma hedefiyle hareket ettiği bir dönemde enternasyonal mücadeleyi yükseltme sorumluluğuyla hareket etmeliyiz. İnsanlığın ve doğanın tek kurtuluşu olan devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmeliyiz.
Emperyalistler ve işbirlikçilerinin “yardım” ikiyüzlülüğü...
Filistin direnişini kırmayı başaramayacaklar!
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliam süresi boyunca hiçbir tepki göstermeyen, açık ya da dolaylı yoldan destek olan emperyalist güçler, Gazze’nin “yeniden imarı” maskesi altında bir konferans gerçekleştirdiler. “Uluslararası Gazze’ye Yardım Konferansı”na yaklaşık 75 devletin temsilcisi katıldı. Bunların arasında Filistin tarafından Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Başbakan Selam Feyyad ve diğer El Fetihli üyeler de vardı. BM şefi Ban Kimoon ile Ortadoğu Dörtlüsü’nün özel temsilcisi Tony Blair ve Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ali Babacan da konferansa katılanlar arasındaydı. Konferans Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde gerçekleştirilirken, açılış konuşmasını Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek yaptı. İsrail ile Filistin arasında ateşkesin gerçekleşmesine öncelik verilmesi gerektiğini ifade etti. Açılış konuşmasında bile “Gazze’nin imarı” ile kastedilenin Filistin halkının direnişini sonlandırmak istemi olduğu açık bir biçimde ifade edilmiş oldu. Vaatler ise şöyle: - Körfez Arap ülkeleri, Gazze’ye 5 yıl içinde toplam 1,65 milyar dolar “yardım” yapmayı planlıyor. - Avrupa Komisyonu’nun toplam 436 milyon avro (552,6 milyon dolar) yardımda bulunması bekleniyor. - İngiltere, Gazze ekonomisini “yeniden kurmak” için 30 milyon pound (43 milyon dolar) vereceğini açıkladı. - Türkiye 50 milyon dolar yardım sözü verdi. - ABD’nin vaat ettiği 900 milyon doların sadece 300 milyon dolarının Gazze’ye, geri kalanın Batı Şeria’daki Mahmut Abbas yönetimine verilecek olması ise, “yardım” ile amaçlanın ne olduğunu ortaya koyuyor Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy yaptığı konuşmada şunları ifade etti: “2009 barış yılı olmalıdır. Barış yolunu biliyoruz. Haydi ilerleyelim, artık zaman kaybetmeyelim. Zaten çok kan aktı, çok acılar çekildi. Barış ulaşabileceğimiz yakınlıkta. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bu bizlerin görevi, bu siyasi bir görev, bu ahlaki bir görev.”
Amerika Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Gazze’ye yapılan yardımla, “barış içinde yaşayan ve sorumlu davranan” bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını hedeflediklerini söyledi. Emperyalist güçlerin ve gerici devletlerin sözcülerinin neredeyse tüm söylemlerinde “barış” olgusu ana temayı oluşturmaktaydı. İsrail’in gerçekleştirdiği insanlık suçlarının dolaylı ya da açıktan sorumlusu olan bu devletlerin “barış” söylemleri tam bir ikiyüzlülüktür. Sadece kirli ve kanlı hedeflerin üstünü örtmek için kullanılan bir ciladır. Konferansta “terörist” ilan edilen Hamas’a dair özel vurgular yapılmıştır. “Gazze’nin imarı” için yapılan bir konferansa yönetimde olan Hamas çağrılmamış, vaadedilen “yardım”ların Hamas’ın eline geçmemesi talep edilmiştir. Emperyalist güç odakları “Gazze’nin yeniden imarı” adı altındaki konferanslarını gerçekleştirirken dahi siyonist İsrail saldırılarına devam etti. Konferansta hiçbir şekilde İsrail’in kuşatmayı sonlandırması yönlü bir talep dillendirilmedi. Siyonist İsrail’in bölgedeki ambargosu temel gıda ve ilaçlar üzerinde bile sürüyorken “yardım”ların Hamas’ın eline geçmemesi şart koşuldu. Filistin’e yapılacak “yardım”lar için, Filistin halkının direnişinin sonlandırılması ve İsrail’in dayatmalarının kabul edilmesi istenmektedir. Siyonist İsrail’in baskı ve barbarlıkla yapamadığını, emperyalist güçler sadaka vererek yapmaya çalışmaktadır. İsrail, işgali altındaki Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri kurmaya karar verdi. Hazırlanan plana göre 5.700’ü Doğu Kudüs’te olmak üzere 73 bin yeni lojman inşa edilecek. Bu da Filistin topraklarında 280 bin Yahudi’nin daha yerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu yolla Filistinlilere yaşayacakları toprak parçası dahi bırakılmamış olacak. Filistin halkı bu oyunların farkındadır. Hamas sözcüsü Tahir El Nunu şunları söyledi: “Yapılacak yardımlara karşılık Filistin halkının haklarından vazgeçmemesi gerekir. Filistin halkı uluslararası baskı ve şantajlara boyun eğmeyecek, siyasi amaçlı yardımları da kesinlikle kabul etmeyecektir!”. Hamas’ın sözcüsü Fevzi Barhum ise, “Filistin halkının kanı, hiçbir koşul altında politize edilmiş yeniden imar yardımları karşılığında satılık değildir” dedi. Filistin halkının devredilemez hakları pahasına bir tarafın siyasi çıkar kazanmasını sağlayarak Gazze’nin yeniden imarından avantajlar elde etmesini kabul etmediklerini ifade etti. “Gazze’nin yeniden imarı” adı altında yapılan konferans Filistin halkının direnişini kırmayı hedeflemektedir. Ancak işgal altındaki topraklarda büyüyen öfke Filistin halkını teslim almanın mümkün olmadığını göstermektedir. Bu onurlu ve yiğit halk bunu defalarca kanıtlamıştır.
27
Emperyalizme karşı El Zeydi’nin öfkesi büyütülmelidir! Geçtiğimiz Aralık ayında Bush, Irak’ta gerçekleştirdiği yıkımların sonrası Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile düzenlenen ortak basın toplantısına katılmış ve burada Irak’lı gazeteci El Zeydi ayakkabılarını Bush’a fırlatmıştı. Bu çıkış düzen medyası tarafından “kahramanlık” olarak sunulurken, Bush ise ne kadar hoşgörülü ve demokrat bir insan olduğunu ispatlamak için pişkin bir şekilde olayı “ifade özgürlüğü” olarak değerlendirmişti. Ancak, tam da bekleneceği gibi, ABD’nin sözde barış ve demokrasi getirdiği Irak’ta El Zeydi tutuklanmış ve tutuklu olduğu süre boyunca işkenceye maruz kalmıştı.
El Zeydi: “Pişman değilim...”
28
Geçtiğimiz günlerde ABD’nin kuklası Irak hükümetinin yargısı, El Zeydi’e, resmi ziyaret sırasında bir devlet başkanına hakaret etmek suçundan 3 yıl hapis cezası kararı verdi. El Zeydi ise duruşmada verdiği ifadede pişman olmadığını dile getirdi: “O anda Bush’tan ve Bush’un ayaklarının altında Iraklıların kanından başka bir şey göremez oldum. Bu duruma tahammül edemedim ve ayakkabılarımı çıkarıp Bush’a fırlattım. Yaptığımdan pişman değilim. Bush Irak’ın misafiri değil. Bizde misafir, 3. günden sonra misafir olmaktan çıkar. Bush, 6 yıldır Irak’ta. Misafir değil, işgalcidir. Bush, Irak’ta 1 milyon dul kadın, 6 milyondan fazla yetim bıraktı. Kadınlarımız tecavüze uğradı, evlere gelişigüzel baskınlar düzenlendi, masum insanlar tutuklandı, camiler tahrip edildi ve yıkıldı. Bütün bunlar karşısında Bush’un sırıtarak gülmesine dayanamadım ve halkıma saygınlığını geri kazandırmaya çalıştım. Bu eylemi Bush 2 yıl önce Amman’a gittiğinde gerçekleştirmek istedim, ama olmadı. Ayakkabı fırlatma konusunda 2006’dan beri antrenman yapıyordum...” Kararın açıklanmasının ardından da “Yaşasın Irak!” haykırışıyla kararlı tutumunu sürdürdü. El Zeydi’nin açıklaması Irak’ta yaşanan katliam ve yıkımların özetini ortaya koyarken, El Zeydi’nin bu tablonun başlıca mimarı olan katil Bush’a duyduğu öfkenin haklılığını ve meşruluğunu göstermektedir. 6 yıldır milyonlarca kişinin ölümünün sorumlusu olan emperyalist işgalcilerin bir askerini bile göstermelik olarak yargılayamayan işbirlikçi Irak yönetiminin yargı sistemi, bugün işgal şefine ayakkabı fırlattığını için Iraklı gazeteciyi hapse mahkum etmektedir. Mahkeme parodisi, işbirlikçi ajanların ne kadar alçalabileceğini gösterse de, mahkeme salonu dışında yankılanan gür sloganlar ise, Irak halkının öfkesini ve direniş kararlılığını ortaya koymaktadır. Mahkemede yargılayan uşak hükümetinin yargıçları değil El Zeydi oldu. Elbette emperyalist işgalcilerin ve işbirlikçi ajanların tüm işledikleri suçlar cezasız kalmayacaktır. Irak halkı direnişiyle emperyalistlerden ve işbirlikçilerden hesap soracaktır.
Emperyalizmden ve işbirlikçi-gerici rejimlerden hesabı emekçiler sorabilir!
Sudan devlet başkanı El-Beşir’e tutuklama kararı...
“İnsanlığı iki kez toplu yıkıma götüren emperyalist savaşlar, sayısız gerici bölgesel savaşlar, faşist barbarlık, tüm yıkıcı sonuçlarıyla ‘büyük bunalım’lar, sert sınıf mücadeleleri, iç savaşlar ve devrimlerden oluşan yüzyıllık bilanço, kapitalist dünya sisteminin onulmaz çelişkiler içinde debelendiğini, tarihsel bir sistem olarak bir genel bunalım aşamasına girdiğini kanıtlamıştır.”( TKİP Programı, Giriş bölümü) Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalizm çağında sistem bir bütün olarak çelişkiler ve çalkantılar içerisinde debelenmektedir. Söz konusu çalkantıların başında sistemin yaşadığı yapısal ekonomik krizlerin yanı sıra, emperyalistler arası çekişmeler, paylaşım savaşları ve halkların birbirine kırdırılmasıyla ortaya çıkan gerici boğazlaşmalar gelmektedir. Sudan’ın Darfur bölgesi üzerinden yaşanalar, gerek emperyalizmin işbirlikçi-gerici rejimler vasıtasıyla halklar üzerindeki yarattığı yıkıma, gerekse aynı emperyalistlerin her zaman ortaya koydukları ikiyüzlü politikalara bir örnek oluşturmaktadır.
Darfur üzerinden yaşanan gelişmeler Mart ayının başında Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında tutuklama kararı çıkartmıştı. Sudan’ın Darfur bölgesinde savaş suçu işlemekle itham edilen El Beşir hakkındaki soykırım suçlamaları ise yeterli kanıt olmadığı gerekçesiyle düşürülmüştü. El Beşir, görevi başında iken hakkında dava açılıp mahkeme tarafından mahkum edilen ilk devlet başkanı olmuştu. Söz konusu karar Türkiye dahil dünya kamuoyunda bir dizi tartışmaya konu oldu. Sudan’ın Darfur bölgesinde 2003 yılından beri oldukça yoğun çatışmalar ve kanlı boğazlaşmalar yaşanmaktadır. Darfur’da onyıllarca süren kuraklık ve baskılardan sonra Sudan Özgürlük Hareketi/Ordusu ile Adalet ve Eşitlik Hareketi ismindeki isyancı gruplarca merkezi hükümete karşı ayaklanma başlatılmıştır. Siyah Afrikalı çitfçileri temsil iddiasındaki bu grupların isyanları gerici Sudan rejimi tarafından kirli savaşla karşılanmıştır. Hükümet hava saldırılarının yanı sıra Cancavid adı verilen Müslüman Araplardan oluşan silahlı güçler aracılığıyla yoğun kara saldırıları gerçekleştirmiştir. Bu çatışmalarda bugüne kadar yüzbinlerce insan ölmüş, yaklaşık 3 milyon 245 bin insan mülteci durumuna düşürülmüştür. 4 milyonu aşkın insan ise gıda yardımına muhtaç durumda yoksullukla kıvranmaktadır. Halen 1,5 milyonu aşkın kişi yerleştirildikleri mülteci kamplarında yaşamaktadır. Gerici Sudan rejimiyle birlikte çatışmaların tarafı olan emperyalist güç odakları, 2007 yılında “Darfur’u insani felaketten kurtarmak” adı altında bölgeye asker ve sivil polislerden oluşan 26 bin kişilik işgalci bir ordu gönderme kararı almışlardır. Birleşmiş Milletler-Afrika Birliği Darfur Karma Operasyonu ( UNAMID) adını taşıyan bu işgalci kuvvetin 31 Temmuz 2008’de dolan görev süresi bir sene daha uzatılmıştır. Emperyalist politikaların hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla “barış gücü” adı altında dünyanın bir dizi bölgesine işgalci ordularca yapılan müdahalenin bir benzeri de Sudan’da hayata geçirilmiştir. Bugüne kadar yaşanan tüm süreçlerde dolaysızca emperyalistlerin de rolü bulunmaktadır. “Darfur’da soykırım yapılıyor” sözleriyle birlikte yılda 2 milyar dolar harcayarak bölgeye işgalci bir güç yerleştiren emperyalistlerin asıl dertlerinin yaşanan insanlık vahşetine son vermek olmadığı oldukça açıktır. Başta ABD olmak üzere emperyalistler için asıl sorun Sudan’ın stratejik konumu ve zengin doğal kaynaklarıdır.
El Beşir’in askeri darbe ile başa geçen bir diktatör olması, başa geçtikten sonra şeriat yönetimi ilan etmesi ve buna benzer bir dizi uygulaması bu gerici rejim hakkında bir fikir vermektedir. Bugüne kadarki bir dizi katliamdan El Beşir’in ve Sudan rejiminin da doğrudan sorumlu olduğu oldukça açıktır. Bununla beraber, silahlı isyanı sürdüren güçlerin emperyalistler tarafından açıkça kollanmaları kafalarda bir dizi soru işareti yaratmaktadır. Birkaç kez güçbirliğine giden gruplar emperyalistlerin işgalci “barış gücü” askerlerinin bölgeye yerleştirilmelerine karşı çıkmamaktadırlar.
Emperyalizmin “adalet” anlayışı ve ikiyüzlülük Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçlarına bakma iddiasında uluslararası bir mahkemedir. Emperyalizmin her türlü politik müdahalesine zemin hazırlayıp, türlü saldırılarını meşrulaştırmaya yarayan uluslararası bir dizi aygıt gibi UCM de bundan öte bir anlam taşımamaktadır. Emperyalistler efendiler, tekellerin ve sistemin çıkarları söz konusu olduğunda, kendi yasalarını çiğnemekten geri durmamaktadırlar. Bunun yanı sıra her türlü ikiyüzlülük de emperyalist efendiler ve onların işbirlikçilerince sürekli hayata geçirilmektedir. Darfur’daki insanlık suçlarına “sessiz kalmayan” ve UCM üzerinden bir dizi tepkiyi dile getiren emperyalistler, bugüne değin yaşanmış onlarca insanlık suçunun ve katliamın dolaysız sorumlularıdır. ABD’sinden İngiltere ve Fransa’sına kadar emperyalistlerin Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın birçok bölgesinde gerçekleştirdikleri vahşete dair aynı “adalet kurumları” doğal olarak işletilmemektedir. Kurulduğu günden bu yana sicili katliamlarla dolu olan siyonist İsrail için bırakalım herhangi bir göstermelik yargılamayı herhangi bir kınama yazısı bile bu “barışa yönelik uluslararası organlardan” çıkartılmamaktadır. Örneğin yalnızca ABD tarafından 1972’den beri İsrail’in aleyhine 44 tasarı veto edilmiş, 2004’ten beri de İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını bitirmesini isteyen beş tasarı engellenmiştir. Benzer bir ikiyüzlülük işbirlikçi Türkiye sermaye devleti tarafından sergilenmektedir. Kendi tarihi de sayısız işkence, katliam ve insanlık suçuyla dolu sermaye devleti gerici çıkarları doğrultusunda Sudan rejimine ve El Beşir’e açıktan destek olmaktadır. El Beşir hakkındaki tutuklama kararından sonraki ilk yurtdışı seyahatini “Afrika-Türkiye İşbirliği Zirvesi” kapsamında Türkiye’ye gerçekleştirmiştir. Zirve sonrası Gül, “ Sudan Afrika’nın en zengin tabii kaynakları olan ülkelerinden biridir. Dolayısıyla Türkiye ve Sudan arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi herkesin çıkarınadır ve menfaatinedir. Ayrıca bu toplantıda Sudan temsil edilmiştir” açıklamalarında bulunmuştur. El Beşir ise“ Biz Sudan’ın tüm kaynaklarını Türkiye’nin hizmetine sunmak istiyoruz. Türkiye’ye çok güveniyoruz...” sözlerini sarfetmiştir. BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilen Türkiye’ye Sudan rejiminden, tutuklama kararının bir yıl süreyle ertelenmesi noktasında talepler gelmiştir. Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmekte yarar var; emperyalist-kapitalist sömürü düzeni varlığını korudukça savaşlar, yıkımlar ve bu türden boğazlaşmalar da kaçınılmaz olacaktır. Emperyalizmden ve işbirlikçi gerici rejimlerden hesap ancak emekçilerin devrimci mücadelesiyle sorulabilecektir.
29
İMF’nin “kabul edilemez” denilen dayatmalarının altına yakında imza atılacak!..
Seçim sonrasında saldırılar boyutlanacak!
Geçtiğimiz ay hükümet, İMF ile yaptığı görüşme sonrasında, İMF’nin iki isteğinin kabul edilemez konular olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, iki isteğin kabul edilmesi mümkün olmayan konular olarak görmediklerini ve anlaşmanın gecikmesini anlayamadıklarını ifade etti. Yerel seçimler öncesinde oy kaygısıyla anlaşmanın yapılmaması, kapitalist patronlar tarafından büyük bir rahatsızlıkla karşılandı. Yalçındağ bu rahatsızlığı şu sözlerle dile getirdi: “Bütün bu durumlarda ekonomi bu kadar kötü giderken herkes işinde, aşında, yatırımın ortasında yakalanmış, işini kaybediyor. Böyle bir durumdayken bizim bütün konsantrasyonumuz bu aslında. Bu yerel seçimlerin bu kadar büyük bir olay olmasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bizim konsantrasyonumuz, önceliğimiz o değil. İş adamlarının da vatandaşın da olduğunu zannetmiyorum.” Ekonomik krizin etkileri fazlasıyla hissedilmeye devam ediyorken, krizden en çok etkilenen ülkelerden birisi de Türkiye. Kapitalistlerin örgütü TÜSİAD’ın, İMF ile anlaşmanın bir an önce yapılmasını istemesinin gerisinde, aktarılacak kaynakları yağmalama ve borçların ertelenmesi umudu yatmaktadır. “Zira 267 milyar dolar dış borcun önemli bir bölümü, TÜSİAD üyesi tekelci sermaye gruplarının borçlarından oluşuyor. 267 milyar doların sadece 85 milyar doları sermaye devletine aitken, 182 milyar doları ise TÜSİAD üyesi kapitalistlerin borçlarıdır. TÜSİAD üyesi tekelci sermaye gruplarının 182 milyar dolarlık dış borcunun 60 milyarlık bölümü sahibi oldukları bankalara aitken, 122 milyar dolarlık bölümü ise kapitalist işletmelere ait borçlardan oluşuyor.” (İMF-TÜSİAD yıkım programlarına karşı mücadeleyi yükseltelim! Sosyalizm için Kızılbayrak, Sayı: 2009/10) Kapitalistler devasa dış borçların altına imza atarak aldıkları kredileri kendi kar oranlarını arttırmak için kullan
30
dılar. Şimdi ise kendi borçlarını sermaye devletinin üstlenmesini, dolayısıyla işçi ve emekçilerin kapitalistlerin borçlarını ödemesini istemektedirler. Yani İMF kaynakları sermayeye aktarılırken, fatura da işçi ve emekçilere yüklenecektir. Dış borçların ana gövdesini kapitalistlerin borçları oluştururken, Yalçındağ İMF ile anlaşmanın gecikmesinin kendi bünyelerinde yaratacağı “olumsuz” sonuçları gizlemek için işsizliğin ve kamu borcunun artmasından dem vurmakta, üretimin ve tüketimin artması için AKP hükümetinin tedbir alması gerektiğinden söz etmektedir. Ek olarak dönemi değerlendiren Yalçındağ, çok kötü bir dönemden geçtiğimizi, son rakamlara göre her 4 gençten birinin işsiz olduğunu, yüzde 12’nin üzerine çıkan işsizlik oranının 2000 yılından bu yana en yüksek düzeye ulaştığını, imalat sanayindeki kapasite kullanım oranının yüzde 63’e gerilediğini ve bunun 1991 yılından beri en geri nokta olduğunu belirtmektedir. “İşsizlikle mücadele artık bu istihdam yasalarında yapılacak bazı önlemler olmaz. Asıl işsizlikle mücadele, ekonominin soğumamasından, yatırımların bu kadar durmamasından, daralmamasından geçiyor” demektedir. İşsizlikle mücadele konusunda “ders veren” Yalçındağ, bu sorunun nedenleri üzerine bir açıklama yapmıyor elbette. Son dönemde işsizliğin artmasının bir nedeni de büyük sermaye gruplarının binlerce işçiyi işten çıkartmasıdır. “Koç Holding bünyesinde bulunan TOFAŞ kriz gerekçesiyle 1400 işçiyi işten attı. Bir yandan da yarı ücretli ve ücretsiz izinler devam ediyor. Aynı dönemde TOFAŞ CEO’su Ali Pandır, yaptığı açıklamada, kriz döneminde bile kâr ettiklerini ve yatırımlarını sürdürdüklerini söylemişti. Yine Koç Holding’e bağlı Ford’da yüzlerce işçi işten atılırken, bir yandan da izin uygulamaları sürüyor. Koç’a bağlı Grundig’de de 2008 Aralık’ı sonunda yüzlerce işçi kapı önüne konuldu.” (agy) Türk-İş’in yaptığı son araştırma da, yaklaşık üç milyona ulaşan işsizlerin yüzde 17,5’ini (524 bin kişi) bu dönemde işten atılanlardan oluştuğunu göstermektedir. TÜSİAD’ın İMF ile anlaşma yapılması noktasındaki ısrarının gerisinde İMF’den gelecek paranın kapitalistlerin kasasına gidecek olması yatmaktadır. Hükümet ise seçimlerden önce uygun görmediği maddeleri seçim sonrasında TÜSİAD ile el ele vererek uygulayacaktır. Bizler İMF anlaşmalarının ne anlama geldiğini biliyoruz. İMF’den alınan her kredinin faturasını işçi ve emekçiler en temel haklarının gaspı olarak ödemişlerdir. İMF programının uygulandığı her ülkede işçi ve emekçilerin alım gücü sürekli düşmüş, milyonlarca insan açlığa ve sefalete itilmiştir. Sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin paralılaştırılması, mezarda emeklilik, kamu birikimlerin sermayeye peşkeş çekilmesi, kölelik yasası, çalışma ve yaşam koşullarının sürekli olarak ağırlaşması, vb. İMF dayatmalarıyla gerçekleşmiştir. İşçiler, emekçiler ve gençlik krizin faturasını ödememek için İMF-TÜSİAD yıkım politikalarına karşı örgütlü mücadeleyi yükseltmelidir!
CHP’den seçim öncesi verilen kanun teklifleri…
Sermaye partilerinin 1 Mayıs ve Newroz ikiyüzlülüğü!
Bahara denk gelen yerel seçimler, düzen partileri için bir kez daha rant kavgası halini aldı. Düzen partilerinden biri olan, sermayenin tescilli partisi CHP de bu pastadan pay alma çabası içerisinde bir dizi sahte vaadde bulundu. Aslında bu vaadlerin seçim süresince verilen seçim rüşvetlerinden farkı yoktur. CHP de yaptığı kimi “açılımlarla” işçi ve emekçilerin sırtından oy avcılığı yapmaya çalıştı. Bunun için işçi ve emekçi bayramı olan 1 Mayıs ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin simgesi olan Newroz üzerinden oy toplamayı hedefledi. Newroz ve 1 Mayıs’ın resmi tatil edilmesi için kanun teklifi verdi. Oysa bugün Kürt oylarından payını yalan dolanla almak isteyen CHP, DTP’nin 10 Nisan 2008’de 1 Mayıs, 7 Ocak 2009’da ise Newroz için vermiş olduğu tekliflere karşı çıkmıştı. CHP ve AKP ilgili komisyonlarda destek vermeyerek, DTP’nin tekliflerinin Genel Kurul’a gelmesini engellemişlerdi. Türk devleti varlığını başka halkların inkarı ve imhası üzerine kurmuştur. Kürt halkı inkar, imha, asimilasyon ve baskılara en üst düzeyde maruz kalmıştır. Türk devleti bütün kurumlarıyla, ordusuyla, meclisiyle, yargısıyla Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmaya çalışmış, her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan kaçınmamıştır. Tüm düzen partileri hükümet oldukları dönemlerde Türk devletinin bu katliamcı çizgisi ekseninde hareket etmiş, bu çizgi neyi gerektiriyorsa onu yapmışlardır. CHP de bu sömürü düzeninin devam etmesini sağlayan partilerden biridir ve Kürt sorunundaki politikaları Türk devletinin resmi politikalarından ayrı değildir. Bugüne kadar birçok bedel ödeyen Kürt halkının özgürlük mücadelesini sahiplenmeyen, aksine kirli yöntemlerle boğulmasına aracılık eden bir sermaye partisi olan CHP’nin bugün bu söyleminin hiçbir samimiyeti yoktur. Aksine, sergilenen iğrenç bir ikiyüzlülüktür. Aynı tavrı 1 Mayıs önerisinde de sergileyen CHP aynı zamanda azılı bir işçi ve emekçi düşmanıdır. Amerikancı, İMF’ci bir düzen partisidir. Seçim progamında İMF ile ilişkilerin devam edeceğinden bahseden CHP’nin işçi ve emekçilerin mücadele günü olan 1 Mayıs üzerine kafa yormasının gerisinde oy kaygısından başka bir şey yoktur. Bir sermaye partisi olan CHP doğal olarak patronların çıkarlarını gözetmektedir. Bugün asgari ücretin gittikçe aşağıya çekilmesine, temel haklarımızın gaspedilmesine, esnek çalışmanın dayatılmasına hiçbir itirazı yoktur. Örneğin, işçi ve emek düşmanı CHP, Kadıköy Belediyesi’nde sendikalaşmak için mücadele eden sağlık emekçilerininin üzerine polisi sürebilmektedir. Bugün CHP Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinin simgesi olan Newroz’un ve işçi- emekçilerinin bedel ödeyerek kazandığı 1 Mayıs’ın gerçek sahiplerindenmiş gibi tatil edilmesini gündeme getirmektedir. Bedel ödenerek kazanılan bu günlerin gerçek sahipleri, işçiler, emekçiler ve Kürt halkıdır. ‘07’de, ‘08’de 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen işçi ve emekçilere devletin kolluk güçleri pervazsızca saldırmıştır. Yine her sene devlet Newroz’da Kürt halkının üzerinde terör estirmektedir. İşte bu devletin tescilli partisi olan CHP işçilere, emekçilere ve Kürt halkına 1 Mayıs’ı ve Newroz’u tatil etmeyi vaat ederek yalnızca ikiyüzlülüğünü sergilemektedir. Oy kapma telaşıyla gündeme getirilen bu öneriler, diğer yandan düzenin farklı hesaplarının da maskesidir. CHP ve onun şahsında sermaye devleti büyük bedellerle kazanılan bu iki günü, Newroz’u ve 1 Mayıs’ı, resmi tatil ilan ederek Kürt hareketini ve sınıf mücadelesini ehlileştirmek için kullanmak istemektedir. Unutulmamalıdır ki, mazlum Kürt halkının tüm meşru taleplerinin karşısına tankıyla, topuyla ve bilumum kirli savaş aygıt ve yöntemleriyle çıkanlar, işçi ve emekçilere sefalet koşullarını dayatanlar ve yaşamlarını köleleştirenler, bunlara karşı verilen mücadeleleri hiçbir zaman desteklemediler, bundan sonra da desteklemeyeceklerdir. Kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik krizin daha da boyutlandıracağı sosyal yıkım düşünüldüğünde, devrimci temellere dayalı bir sınıf hareketi sermaye düzeni ve devletinin en büyük korkusudur. Bunun önlemleri alınmaya çalışılmaktadır. Newroz ve 1 Mayıs üzerine yapılan hesaplar da bundan bağımsız değildir. Ancak, hem işçi ve emekçiler hem de Kürt halkı sermaye devletinin bu oyunlarına gelmeyecek, kendi kaderini ellerine alarak mücadelesini büyütecektir.
31
Sermaye devletinin terörü çocukları dahi hedef alıyor!
Çocuk olmak… Hayatı tertemiz, kaygısız algılamak... Bir an önce büyümeye, geleceğe özlem duymak... İnsan olmanın, insanca yaşamın mümkün olmadığı bir ülkede umutlar daha yeşermeden sökülüp atılıyor. Geleceğini düşleyemiyor çocuklar, çünkü geleceğinin tüm çirkinlikleri, tüm çıplaklığı ile gözlerinin önüne seriliyor. Böylesine vahşi bir düzende çocuk olmanın anlamı da değişiyor. Vücuduna yaşı kadar kurşun sayılan çocuk, köprü altlarında bali/tiner çekerken bir köşede kıvrılarak uyuyan çocuk, Hüseyin Üzmez’ in tacizinden sonra ruh sağlığı “bozulmayan” çocuk, ailesinin geçimini küçük bedenine yükleyip mendil satan çocuk… Bu liste daha da uzatılabilir. Çünkü sermayenin kokuşmuş düzeni her geçen gün çocuk olmaya iğrenç nitelemeler eklemeye devam ediyor. Ve şu günlerde sıklıkla sudan bahanelerle tutuklanarak cezaevlerinde baskı ve işkencelere maruz kalan çocukların haberlerine rastlayabiliyoruz. Bu çocukların dosyalarına göz attığımızda, cezaevlerinde olma sebeplerinin Kürdistan’daki çeşitli eylemlere katılmak olduğunu görüyoruz. Yöneltilen “suç”lamaların oldukça çarpıcı olduğunu söyleyebiliriz. Mesela bunlardan bir tanesi yasadışı örgüt üyesi olmak! Diyarbakır’da, Öcalan’ın cezaevi koşullarını protesto eylemlerine katılan 24 çocuk bu suçlama ile apar topar tutuklandı. Yaşı 15’ten küçük olanlar da vardı aralarında. Davaya bakan avukatlar tarafından, çocuk koruma yasasının 21. maddesine göre “üst ceza sınırı 5 yılı geçmeyen fiillerle suçlanan çocuklar tutuklanamaz” ifadesinin dillendirilmesine rağmen çocukların tutukluluk halleri devam ediyor. Yani sermaye devleti kendi hukukunu dahi hiçe sayıyor. Adana’da ise yine örgüt üyesi oldukları gerekçesi ile Adana Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 12 Mart tarihinde 2 çocuğa, 16 Mart tarihinde 7 çocuğa 44 yıl 1 ay 5 gün ceza verildi. Ayrıca yargılanma sürecinde gösterilen deliller sermaye devletinin nasıl bir keyfiyet içerisinde olduğunun göstergesidir. Çocukların eyleme katılıp katılmadıkları, polisin yolda gördükleri çocukların terleyip terlemediklerini ve kalplerinin
32
ne denli hızlı çarptığını kontrol etmesi ile “kanıtlandı”! 17 Mart’ta ise yine Adana’da mahallelerinde oyun oynayan çocuklar sivil polisler tarafından tacize uğrayınca evlerine dağıldı. Eve giderken 13 yaşındaki bir çocuk polis tarafından kaçırıldı. Tarladan büyükçe bir taş bulup çocuğun eline verildi. Taşla fotoğrafları çekilen çocuk da böylece ilköğretim çağındaki “yasadışı örgüt üyesi” arkadaşlarının arasına katıldı. 20 Ekim’de Erdoğan’ın gezisinden sonra tutuklanan çocuklara yönelik iddianame incelendiğinde ise, düzenin “yaratıcılığı”nın nerelere vardığını bir kez daha görebiliriz. Beşi ilköğretim öğrencisi olan çocuklar için, “Kolluk ekibine taş atan grupla birlikte koşmak, gösterilerde lastik yakan gruba gözcülük etmek”ten 23 yıla kadar hapisleri isteniyor. Son örnek ise “PKK üyesi olmak, yasadışı dergi, gazete, kitap bulundurmak”tan gözaltına alınan 17 yaşındaki bir çocuk. Hâkim karşısına çıkarılan çocuğun kimlik bilgilerinde ‘cahil’ ibaresi yer alıyor. Yani çocuğun okuma yazma bilmediği ifade ediliyor. Ama okuma-yazma bilmeme durumu çocuğun yasak materyalleri okumasına engel teşkil etmemiş olacak ki, yargılama devam ediyor. Diyarbakır, Adana, Şırnak, Gaziantep ve birçok ilde toplamında 500’e yakın çocuk tutuklanırken, çocuklardan bir kısmı serbest bırakıldı. Ama devlet tahliyelerinden sonra da kirli ellerini çocukların üzerinden çekmedi. Ailelerinin çocukları ile yeterince ilgilenmediği iddia edilerek çocukların bir kısmı zaten ağzına kadar dolu olan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun “şefkatli” kollarına bırakıldı. Adana’da çocukları eylemlere katılan ailelerin yeşil kartları iptal edildi. Ailelere 100-170 YTL arasında para cezası kesildi. Seçim rüşveti olarak dağıtılan yiyecek ve kömür yardımlarından da bu aileler “mahrum” bırakıldı. Türk devletinin imha ve inkar politikalarının taşıyıcısı olan düzen partileri seçimler dolayısıyla ses tonlarını da söylemlerini de yumuşattılar. Seçim kürsülerinden Kürt sorunu üzerinden nutuklar atılıyor, Kürtçe kurslar açılıyor, “TRT 6 açılımı” ile yasaklı Kürt dili devlet kanalıyla yayın yapıyor. Kürt halkını “bağrına basan” düzen partilerinin parlak ışıklarla süslü reklam panolarından biraz başımızı çevirdiğimizde, allı pullu söylemlerine biraz kulağımızı tıkadığımızda, aynı düzen partilerinin yıllardır “tek millet, tek devlet, tek dil” borazanlığı yaptıklarını hatırlayabiliriz. Kürt çocuklarının önemli bir kısmı okuma-yazma bilmiyor. Bazen gerekçe parasızlık, bazen okulsuzluk, öğretmensizlik oluyor. Birçok köyün okulunun kapısına kilit vurulmuş, çocuklar kilometrelerce yol yürüyerek okula gidebiliyorlar. Okula ulaşabilmeyi başarabilenlerin ise şanslı olduğu söylenemez. Çünkü Türk olmayan çocuk anadilini kapının dışında bırakmak zorunda kalıyor. Kürtçe konuşmak, Kürtçe türküler söylemek, Kürtçe düşünmek bile yasaklanıyor. Kürt çocuklarına “Türk olduğu, varlığını Türk varlığına armağan etmesi gerektiği” öğretiliyor. Bu, her sabah beyinlere kazınmaya çalışılıyor. Dünyadaki sömürünün, baskının, şiddetin tek kaynağı olan bu sistemin yıkılışı ile tüm insanlık gibi çocukların kurtuluşu da gerçekleşecek. Bu pisliğin ortadan kalkması ile birlikte çocukların ellerinde silahlar, bıçaklar değil, kitaplar, oyuncaklar olacak. Çocuklar özgürce anadillerinde konuşabilecek, ulusal kimliklerinden kaynaklı sorgulanmayacak. Beyinleri şovenizmle zehirlenmeyecek, bilimsel eğitimle aydınlanacak. Cezaevlerinde değil, oyun parklarında büyüyecekler. Her doğan çocuk özgür bir dünyaya gözlerini açacak. Önümüzde başka bir alternatif yok. Kapitalizm dünyayı vahşetine kurban etmeden bu barbarlığı tarihe gömmenin, özgür bir dünyayı yaratmanın zamanı çoktan gelmiştir.
2009 Newroz’u ve Kürt sorunundaki gelişmeler
Newroz, Demirci Kawa’nın Dehak zulmüne karşı isyan bayrağını yükselttiği günün adıdır. Demirci Kawa’nın önderliğinde Kürt halkı 21 Mart’ta Dehak’ın saltanatını devirir. O günden bugüne Newroz, baskıya ve zulme boyun eğmemenin, direnişin günü olarak anılır. 21 Mart’ta yakılan Newroz ateşi Kürt halkı için özgürlüğün ve başkaldırının simgesi haline gelmiştir. Bugün Newroz’un sermaye devleti tarafından tehlike olarak görülmesi ve çeşitli bahanelerle engellemek istemesi, Kürt halkının verdiği özgürlük mücadelesinin Newroz’la özdeşleşmiş olmasından dolayıdır. 2009 Newroz’u her yıl olduğu gibi bu yıl da coşkuyla kutlandı. Newroz’un 29 Mart yerel seçimlerinin hemen öncesine denk gelmesi nedeniyle, bu seneki mitinglerde seçimlere yoğun bir şekilde katılım ve DTP adaylarına oy verme çağrısı yapıldı. Yanı sıra, Abdullah Öcalan’ın maruz kaldığı tecrit koşulları teşhir edildi. DTP, Kürt sorunun çözümü için Öcalan’ın serbest bırakılması ve muhatap alınması talebini yineledi. Özellikle Diyarbakır, İstanbul, Van ve Batman’daki mitingler kitleselliğiyle dikkat çekti. Ayrıca Siirt, Urfa, Adıyaman, Antep, Mersin, Malatya, Şırnak, Muş gibi birçok Kürt illerinde de Newroz coşkulu bir şekilde kutlandı. Toplamında milyonlarca insanın katıldığı Newroz etkinlikleri, batıda İzmir, Manisa, Aydın, Çanakkale, Kocaeli, Bursa, Tekirdağ gibi illerde de kitlesel bir biçimde kutlandı.
Newroz ateşi seçimlere değil özgürlük ve mücadeleye harlanmalıdır Bu sene Newroz’u, bir taraftan TRT Şeş gibi sahte açılımlarla Kürt halkının bilincinin bulandırıldığı, bir taraftan da şovenist histerinin yükseltildiği, Kürt çocuklarının cezaevlerine gönderildiği bir dönemde karşıladık. Düzen güçleri Kürt illerindeki seçimlerde DTP’ye karşı AKP’yi destekleme görevini üstlendi. Kürdistan’daki seçimlerde AKP-DTP ekseninde bir kutuplaşma yaratılmaya çalışıldı. Bir yandan Kürt halkına bir dizi seçim rüşveti verilirken, özellikle Dersim’de yapılan beyaz eşya yardımı tam bir arsızlık örneği oldu. Diğer yandan ise TRT-Şeş açılımı, Ergenekon davası üzerinden kirli savaş suçlarına göstermelik de olsa dokunuyor izlenimi yaratma çabası ve önümüzdeki yıllarda açılması planlanan Kürdoloji Enstitüleri, vb... Bunların tümü düzenin Kürdistan’da AKP’ye seçim başarısı kazandırmak için yaptığı planların parçalarını oluşturdu. Diğer yandan, bu seneki Newroz’a, DTP’nin Kürt halkına seçimlere yoğun katılım çağrısı damgasını vurdu. Düzen cephesinden yaşanan gelişmelerin arkasında ABD’nin olduğu aşikardır. ABD Ortadoğu’daki çıkarları için Kürt ulusal hareketini kendi belirlediği sınırlar içerinde tutmak ve PKK’ye silah bırakması için basınç yapmak gibi bir açılıma gitmiştir. 5 Kasım Washington Mutabakatı ve onu izleyen süreç, mutabakatın tam içeriği bilinmese de, Kürt halkına dönük çeşitli açılımların yapılacağını göstermiştir. Kürtçe kanal ve Kürdoloji Enstitüleri bunun ilk işaretleridir. Bunların özellikle seçim dönemine denk getirilmesi ise, Kürt ulusal hareketinin seçimlerden zayıf çıkmasını sağlamak içindir. 5 Kasım Mutabakatının diğer bir ayağı ise Talabani yönetimidir. Son süreçte Ahmet Türk Güney Kürdistan’ı ziyaret etmiş, yapılan görüşmeler sonrasında, PKK’ye silah bırakma çağrısı yapılacağı söylemini doğrulayan açıklamalarda bulunmuştur. Diğer yandan, Abdullah Gül’ün Tahran yolunda “Kürt sorununda güzel gelişmeler olacak” sözleri ve ardından Irak ziyareti de, önümüzdeki süreçte sermaye devletinin Kürt sorununun “çözümü” noktasında planları olduğunu ortaya koymuştur. Gül’ün açıklamalarının ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un Türkiye ziyareti sonrasına denk düşmesi bir rastlantı değildir. Emperyalist ABD ve sömürgeci Türk sermaye devletinin Kürt sorununun “çözüm”ü konusunda ortak bir politik tutuma yöneldiği, Güney Kürdistan’da düzenlenecek Kürt konferansında ortak çözüm planının ortaya konulacağı, Celal Talabani’nin Su Forumu’na katılma vesilesiyle Türkiye’yi ziyaret etmesinin nedenlerinden birinin de bu olduğu düzen medyasına yansımıştır. Önümüzdeki süreçte netleşecek olan bu tabloda vahim olan ise, devrimci söylemlerle işçi ve emekçilerin karşısına çıkanların, Kürt liberal siyasal platformuna yedeklenmeleridir. Aldıkları bu tutum Kürt işçi ve emekçilerinin gerçek çıkarlarına değil, “Kürt sorununa demokratik çözüm” adı altında, kurulu düzeni aşamayan iğreti bir “çözüm”e hizmet etmektedir. Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesine verilecek en büyük destek, devrimci sınıf mücadelesini daha ileriye taşıyabilmektir. Devrimci sınıf mücadelesini yükseltmek yerine yüzünü liberal reformist cepheye çevirmenin Kürt halkının mücadelesine hiçbir yarar sağlamayacağı açıktır. Kürt halkının gerçek özgürlüğü için ulusal sorun devrimci ve sınıfsal bir perspektifle ele alınmalı, gerçek ve kalıcı çözümün sosyalizmde olduğu unutulmamalıdır.
33
İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi:
Paris Komünü
“Komün, aynı zamanda Cumhuriyete geçerken demokratik kurumların temelini bahşetti. Buna rağmen, nihai amacı ne ucuz Hükümet, ne de ‘gerçek Cumhuriyet’ti; bunlar sadece birlikte getirdiği şeylerdi.” (Fransa’da İç Savaş, K. Marks) Pére-Lachaise mezarlığında bir duvar vardır. 1871’lerde kanlar içinde, hem yenilginin hüznüyle karanlık hem de geleceği bağrında taşıyan bir ana gibi apaydınlık! Paris Komüncüleri hem yitti hem de tekrar doğdu o duvarın dibinde! Pére-Lachaise mezarlığındaki o duvarda korkusuzca göğüs gerdiler yüzlerce mermiye. Her bir mermi vücutlarının bir başka yanını deldi geçti belki. Gözlerini delip geçti mermiler belki. Ama Komüncülerin korkusuz bakışlarını delip geçemedi. Yüreklerinde akan devrim coşkusunu kesip atamadı. Komüncüler yığılıp kaldılar duvar dibine, onurlarını dimdik ayakta bırakarak! Paris Komüncüleri o duvarın dibinde, bir barikatta, ya da bir yoldaşının yarasını sararken yitip gittiler, arkalarında koca bir tarih bırakarak... İşçi sınıfının iktidarı alışının ilk örneğini bırakarak... O fırtınalı günlerde, tarihin sayfalarına kızıl bir karanfil bıraktıklarını bilmeseler de yine de ölüm zor gelmedi onlara. Çünkü onlar kızıl bayraklarına “Ya komün, ya ölüm!” yazmışlardı bir kere! Paris Komüncüleri korkusuzca ölmeyi dedelerinden öğrenmişlerdi. 1831 yıllında Lyonlu işçilerden öğrenmişlerdi direnmeyi. Zam isteyen işçiler 10 gün boyunca Lyon gibi büyük bir sanayi kentini işgal etmişler ve direniş yirmi bin kişilik orduyla bastırılabilmişti. Lyonlu işçiler, ikinci kez direnişe geçtiklerinde bu kez zam değil, cumhuriyet istiyorlardı. Dört gün süren kanlı direnişin ardından işçiler yenilmişlerdi. İlk kez kendi sınıfları için siyasal istemlerde bulunan Lyonlu işçileri 1848’de Fransa proletaryası izledi. Ellerinde Marks ve Engels’in “Komünist Manifestosu”yla savaşıyorlardı. Kararlılıkla savaşan proletarya daha sonra burjuvazinin ihanetine uğrayacak ve Haziran günlerinde bu ihanete karşı çıktığında karşı devrimin ağır darbesini yiyecekti. Evet, kendi sınıfı adına siyasal istemlerde bulunmayı öğrenen proletarya bu istemlere sahip çıkmayı öğreniyordu bu kez. Tekrar yenilerek belki. Ama hiç usanmadan yeniden ayağa kalkarak... 1831’de ölenlerin çocukları 1848’de barikatlarda en öndeydi bu kez. Ve 1871’de de onların çocukları alacaktı
34
kızıl bayrağı... Tarih 1871’e geldiğinde, proletarya yine ayaktaydı. 1852’de imparatorluğunu ilan eden ve kendisini 3. Napolyon olarak adlandıran Louise Napolyon ülkeyi yönetememe krizinin de etkisiyle Prusya’ya savaş açmış, yenilgiye uğramıştı. Bunun üzerine Paris proletaryası sokağa dökülerek hükümeti devirdi. Yasama meclisi imparatoru iktidardan uzaklaştıracak ve “Ulusal Savunma Hükümeti” adlı yeni bir cumhuriyet hükümeti kuracaktı. Yeni hükümet burjuvaziden oluşuyordu. Bir kez daha işçi sınıfının kanı üzerinden yükselişe geçen burjuvazi, devrimci rolünü sırtından kısa sürede atmış ve bir kez daha proletaryaya ihanet etmişti. Burjuvazi Paris’i teslim etmiş ve Prusyalıların tüm şartlarını kabul etmişti. Bunun üzerine ayaklanan Paris proletaryası iktidarı ele geçirmiş ve 73 günlük ilk deneyimini yaşamaya başlamıştı. 26 Mart’ta Paris Komünü seçildi. 73 günlük kısa ömründe Paris Komünü birçok uygulamaya imza attı. Marks’ın “Fransa’da İç Savaş” başlıklı kitabının önsözünde Engels şunları söylüyor: ‘30 Mart günü, Komün, askerlik yoklamasını ve düzenli orduyu kaldırdı, ve tüm sağlam yurttaşların katılacakları Ulusal Muhafızı tek silahlı güç olarak ilân etti; Ekim 1870’ten Nisan’a kadar olan konut kiralarına ilişkin ödemeleri iptal etti, halen ödenmiş bulunan miktarları da gelecek kira ödemelerine saydı, ve belediye emniyet sandığında hacizli her türlü eşyanın satışını durdurdu. Aynı gün, Komüne seçilmiş bulunan yabancıların görevleri de onaylandı, çünkü ‘Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır’. 1 Nisan günü, bir Komün görevlisinin, öyleyse Komün üyelerinin de, en yüksek maaşının, [yılda -ç.] 6.000 frangı (4.800 mark) geçemeyeceği kararlaştırıldı. Ertesi gün, kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı; sonuç olarak, bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısacası ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleştirildi.” Bunların yanı sıra fırıncıların gece mesaileri yasaklanmış, işçi kooperatifleri kurulmuştu, vb… Komün tüm bunları yaparken, bir yandan da kenti savunuyordu. Versay hükümetine karşı barikat barikat savaşıyorlardı. Fransız ve Prusya burjuvazisi el ele vermişti. Prusyalılar, Paris “kurtarılsın” diyerek, esir aldıkları Fransız askerlerini Fransız burjuvazisinin emrine veriyordu. Ve 21 Mayıs’tan 28 Mayıs’a kadar süren kanlı haftada binlerce Komüncü barikatlarda çarpışarak öldü. Komüncülerin sıkışıp kaldığı çember daralıyordu. Son komüncülerde çarpışa çarpışa Pére-Lachaise mezarlığına çekildiler. Direnişin ardından sağ kalanlar mezarlığın duvarları dibinde kurşuna dizildiler. Paris Komünü ardında 73 günlük bir deneyim bırakarak tarihin sayfaları arasındaki yerini aldı. Şimdilik yenilmişti proletarya, ancak dünya proletaryasına yol göstermiştir aynı zamanda. Tıpkı Ekim Devrimi’ne umut olduğu gibi ve Ekim Devrimi’nin de buzu kırıp yolu açtığı gibi... Bizler Paris Komüncülerinin mirascılarıyız, Lyon’lu işçilerin, Bolşeviklerin, Denizler’in mirasçılarıyız. Bizler de tıpkı onlar gibi sömürüsüz bir dünyanın inşacılarıyız. İşçi sınıfının tarihi, yenilgilerle olduğu kadar zaferlerle de doludur. Önemli olan yenilgilerden ders çıkarıp tekrar ayağa kalkabilmektir. Paris Komünü hem bir zafer, hem bir yenilgi, hem de bir umuttur. Bu yüzden son söz olarak; Vive La Commune!
İşçi ve emekçi hareketinden...
İşçi ve emekçi hareketinden... MEHA işçileri hakları için eylemde...
Gaziosmanpaşa Elmabahçesi’ndeki MEHA Giyim önünde direnişlerini sürdüren işçiler, gerçekleştirdikleri eylemler zincirine 26 Mart’ta gerçekleştirdikleri basın açıklamasını ek-
lediler. Gaspedilen hakları ve Meha Giyim patronu Habib Kuruahmet’in sahte bir hacizle makineleri işyerinden çıkarmasına karşı birçok eylem yapan işçiler, Meha Giyim’in LC Waikiki’ye fason üretim yapması nedeniyle eylemlerini LCW mağazaları önünde sürdürüyorlar. Meha Giyim’in kriz nedeniyle zarar etmediğini söyleyen işçiler, mağduriyetlerinin sorumlularından biri olarak da Waikiki’yi gösterdiler. Öğle saatlerinde İstiklal Caddesi üzerindeki Ağa Cami’den mağaza önüne yürüyen işçiler “Yaşasın LC Waikiki-Meha Tekstil direnişimiz!”, “Ücret, fazla mesai, tazminat haklarımız gaspedilemez!” / LC Waikiki- Meha Tekstil Direnişçi İşçiler” pankartlarını açtılar. Meha işçileri adına yapılan açıklamada, işçilerin yaşadıkları mağduriyet ve karşı karşıya kaldıkları baskılar anlatıldı. İşçiler basın açıklamasının ardından oturma eylemi yaptılar. 1 Nisan tarihinde de saat 17.00’de Sultançiftliği LCW mağazasında kasayı kilitleyerek eylemlerini sürdürmekteler. Alışveriş yapıp kasada uzun bir kuyruk oluşturan işçiler kredi kartıyla ödeme yapmaya çalışarak uzun süre kasayı kilitlediler. Sonrasında önce kasadaki görevlilere kim olduklarını söyleyip mağazada bulunan herkese direnişlerini anlattılar. Mağazayı eylem alanına çeviren Meha işçileri mağazadan çıktıktan sonra sloganlarla direniş alanlarına döndüler. Kızıl Bayrak / İstanbul
Gürsaş ve Sinter Metal işçileri Ümraniye’de yürüdü…
Sinter Metal ve Gürsaş işçileri direnişlerinin 90. günü olan 19 Mart günü Ümraniye’ye yürüdüler. Direnişçi işçiler Ümraniye’de Netaş fabrikasının önünden Ümraniye merkeze doğru kortejler oluşturularak yürüyüşe geçtiler. DİSK / Birleşik Metal İş, Sinter Metal ve Gürsaş pankartlarının açıldığı eylemde yolun tek şeridi trafiğe kapatıldı. Yürüyüş boyunca yoldan geçen emekçilere Sinter ve Gürsaş işçilerinin haklı mücadelesini anlatan bildirilerin dağıtımı gerçekleştirildi ve ses aracından Ümraniye halkına direnişi anlatan ve krize karşı mücadeleye çağıran konuşmalar yapıldı. Yapılan konuşmalarda sermaye partilerinin ikiyüzlü tutumu teşhir edildi, işçi ve emekçilerin kendilerine sefaleti dayatanlardan hesabı 29 Mart’ta seçim sandıklarında soracağı söylendi. Ümraniye merkeze gelindiğinde, direnişçi işçiler adına basın açıklamasını DİSK Yönetim Kurulu üyesi ve Birleşik Metal İşçileri Sendikası Genel Eğitim Sekreteri Celalettin Aykanat gerçekleştirdi. Son aylarda krizin faturasının işçi sınıfına ödetilmeye çalışıldığını, bunun
sorumlusunun ise siyasal iktidar, yani AKP olduğunu ifade etti. Direnişlerin 100. gününde de Sinter Metal önünde bir etkinlik gerçekleştirildi. Etkinlik öncesinde ATV-Sabah’tan grevci işçilerle bir grup Meha işçisi Gürsaş işçilerini ziyaret etti. Direnişleri ortaklaştırma çağrısında bulundular, ardından hep birlikte etkinlik alnına geçildi. Konuşmaların ardından müzik ve şiir dinletileri gerçekleşti. 60’ı direnişçi işçi olmak üzere 120 katılımcı vardı. Kızıl Bayrak / Ümraniye
Asemat grevi sürüyor...
Bursa’da Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Asemat işyerinde başlattığı grevin 70. gününde fabrika önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Asemat işçilerinin yanısıra Prysmian, Asil Çelik, Grammer işçilerinin de katıldığı eylemde Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, BMİS Genel Sekreteri Selçuk Göktaş da yer aldı. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı. Asemat işçilerinin kararlı bekleyişi devam ediyor. Kızıl Bayrak/ Bursa
Makyal-Erka işçilerinin açlık grevi sürüyor...
Makyal-Erka işçileri ücret alacaklarının gaspedilmesi ve sorunları karşısında muhatap bulamamaları üzerine başlattıkları direnişin 18. günü olan 20 Mart’ta, açlık grevinin sürdürüldüğü Genel-İş Sendikası önünden firmanın bulunduğu Gazipaşa Mahallesi’ne yürüdüler. Firma önünde basın açıklamasını Ahmet Peyken okudu. Peyken, haklarını alana kadar direnişten vazgeçmeyeceklerini, bugüne kadar tüm girişimlerin sonuçsuz kaldığını, gaspedilen haklarını almak için başlattıkları açlık grevi ve yaptıkları onlarca eyleme rağmen Makyal-Erka firmalarının henüz bir girişimde bulunmamasının patronların gerçek yüzlerini ortaya serdiğini, açlık grevinden dolayı yaşanacak olumsuz bir durumun temel sorumlusunun, Makyal-Erka iş ortaklığı başta olmak üzere, ABD ordu kuruluşu TUSEG şirketi ile patronları koruyan yasaların sahipleri ve uygulayıcıları olduğunu ifade etti. Açıklamanın ardından firma önünde beş dakikalık oturma eylemi gerçekleştirildi. Kızıl Bayrak /Adana
ATV-Sabah grevi 5. haftasında...
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) üyesi ATV-Sabah çalışanları her hafta Cumartesi akşamı gerçekleştirdikleri yürüyüşler kapsamında grevlerinin 5. haftasında, 21 Mart akşamı saat 19.00’da Taksim Tramvay Durağı’nda buluşarak buradan meşaleleriyle Galatasaray Lisesi önüne yürüdüler. İstiklal Caddesi boyunca “Basın emekçisi köle değildir!”, “Yaşasın ATV-Sabah grevimiz!”, “Grev sürüyor dayanışma büyüyor!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Sabah’a boykot greve destek!”, “Çalık elini sendikamdan çek!” sloganlarıyla yürüyen basın emekçileri ve destek veren kurumlar “Grev gazetesi”nin 5. sayısının dağıtımını da yaptılar. Yürüyüşün sonunda grevci basın emekçileri adına açıklama yapan Alper Tunga Çatal, greve başladıkları sürece değinerek, 37 gündür Sabah-ATV binasının önünde grev gözcüsü önlükleri ile beklediklerini ve her gün greve destek eylemlerinin gerçekleştirildiğini söyledi. Kızıl Bayrak / İstanbul
35
. . . n a d a y n ü D
Almanya’da liseliler yürüdü…
21 Mart günü Almanya’nın Duisburg kentinde liseliler, okullarda öğretmen sayısının azaltılması, sınıfların kalabalık hale getirilmesi, üniversite harçlarına karşı protesto eylemi gerçekleştirdiler. Duisburg tren istasyonunda buluşan kitle, sloganlar atarak yürüyüşe geçti. Kentin merkezi caddelerinde yürüyen liseliler, yer yer trafiği engelleyerek yollarda oturma eylemleri yaptılar. Polisin müdahale edeceği tehditlerine rağmen oturmaya devam edildi. Yaklaşık iki saat süren yürüyüşün ardından tekrar Duisburg tren istasyonuna gelindi. Eylemde “Biz buradayız, gürültülüyüz, çünkü eğitimimizi çalıyorlar!”, “Herkes için parasız eğitim!”, “Yaşasın enternasyonal dayanışma!” sloganları atıldı. Bir-Kar Gençliği/Almanya
Fransa’da kitlesel genel grev!
Fransa’da işsizlik oranı bir yıl içinde yüzde 10 arttı. Yıl sonuna değin 355 bin kişinin daha işsiz kalması bekleniyor. Fransa’da Sakrozy hükümetinin ekonomi ve sosyal politikalarına karşı 19 Mart günü ikinci kez ülke çapında genel greve gidildi. Grev dolayısıyla devlet daireleri kapalı kaldı, okullarda ders yapılamadı. Hastaneler acil servisin dışında hizmet vermedi. Santrallerde grev nedeniyle elektrik üretiminde yüzde 10 kesintiye gidildi. Hava ve demiryolu ulaşımında büyük ölçüde aksamalar meydana geldi. Paris’teki iki ana havaalanından biri olan Orly’de uçak seferlerinin üçte biri iptal edildi. Sendikaların verdiği sayıya göre genel greve katılım 3 milyon kişi oldu. Genel grevin yanı sıra ülke çapında 200’ün üzerinde merkezde kitlesel protesto yürüyüşleri gerçekleştirildi. Paris’teki gösteriye 350 bin kişi katıldı.
Fransız üniversitelerinde 1000 eylem çağrısı
Hükümetin eğitimdeki reform projelerine karşı öğrenciler haftalardır eylemde. Araştırmacı eğitimcilerin 2 Şubat’ta başlattığı grev, hükümetin birçok düzenleme ve geri adımına rağmen sekizinci haftasında devam ediyor. Başta Paris’teki üniversiteler olmak üzere birçok kentteki üniversitelerde eğitim yapılamıyor. Fransız üniversitelerindeki grev yaklaşık iki aydır devam ederken, aralarında FSU, SGEN-CFDT, FERC-CGT, FAEN, Sud, UNSA, UNEF, FIDL, UNL ve FCPE’nin de yer aldığı eğitimci, lise ve üniversite öğrencileri sendikalarından oluşan “Bir okul, sizin geleceğiniz” kolektifi, “Bu kriz ortamında eğitim ve gençlik formasyonları hiç olmadığı kadar bir gelecek yatırımıdır, bir fiyat değil. İşsizliğe karşı en iyi kalkandır” diyerek, 2 Nisan Perşembe günü ülke genelinde 1000 eylem yapmaya çağırdı. ANF
Mısır’da grevler...
Mısır’da haftalardır avukatlardan tekstil işçilerine değişik meslek grubundan işçi ve emekçilerin pahalılığa karşı grevleri yaşamı felce uğratıyor. Grev dalgası TIR şoförlerinin ramorklar için getirilen yeni ve yüksek ücret uygulamasına karşı gittikleri 5 günlük grev ile başladı. Ardından 40 bin eczane vergilerin artırılmasına karşı günlerce kepenk kapattı. Hemen ardından avukatlar mahkeme ücretlerinin artırılmasını öngören yasa tasarısına karşı greve giderken, eğitim bakanlığına bağlı çalışanlar primlerinin ödenmemesini protesto ettiler. Ardından işçiler geldi ve özelleştirilen bir tekstil fabrikasında çalışan işçiler kazançtan pay talepleri ile greve gittiler. Mısırdaki bu grev dalgası yaşanan ekonomik krizin de bir yansıması. Mısır’da 2007 ve 2008 yıllarında da ardarda grevler yaşanmıştı. Özellikle devlet sektörü olan tekstil atölyelerinde çalışan tekstil işçilerinin sert ve kararlı grevlerine sahne olmuştu. Hüsnü Mübarek hükümeti aylarca süren grevler karşısında işçilerin ücret artışını kabul etmek zorunda kalmıştı. Bugünkü yeni grev dalgası gücünü bu süreçte yaşanan kararlı ve mücadeleci işçi eylemlerinden almaktadır. Çünkü Mısır işçi ve emekçileri haklarını almanın biricik yolunun mücadeleden geçtiğini mücadele içinde öğrendiler.
Chavez ulaşım hatlarına el koydu
Venezuela Cumhurbaşkanı Hugo Chavez’in geçtiğimiz hafta, “ülkedeki ana ulaşım noktalarının merkezi hükümetin denetiminde olacağı’’ açıklamasını yapmıştı. Bu hafta, Zulia, Carabobo, Nueva Esparta ve Anzoategui eyaletlerindeki havalanı ve limanlara askeri birlikler konuşlandırıldı. Chavez, daha önce yaptığı açıklamada, ülkedeki ana ulaşım noktalarının “yeni yatırım planı” çerçevesinde modernize edileceğini söylemiş, ayrıca yerel yöneticilere yönelik olarak, “darbe girişimi yapmaya çalışacak olanın kendisini cezaevinde bulacağı” uyarısında bulunmuştu.
36
Bir Recep İvedik yazısı… Recep İvedik yazısı yazmak bir yandan kolay, bir yandan zordur. Kolaydır; ancak Atilla Dorsay değilsen, sermayenin eleştirmeni değilsen; çünkü onlar için -onların anlayacağı dilden- “beş para etmez” bir filme, “madem gişeye gelmiş, beş para kazandırması için yazalım” iç sesleri eşliğinde “yine de izlenebilir” demek sanırım güç olacaktır. Sanırım o güçlük de, varsa vicdanlarından doğmaktadır. Zordur. Bu zorluk yine önemli ölçüde 12 Eylül eleştirmenleri için geçerlidir. Filmde anlatacak, anlatmayı geçtik eleştirecek, övecek veya yerecek bir şey bulamazlar.
12 Eylül ve dalgaları Filmi eleştirmeye yapımcısından başlayalım. Künyesinde ne yazarsa yazsın Recep İvedik bir 12 Eylül yapımıdır. 12 Eylül darbesi de, toplumu hedef tahtasına koyup Amerika’dan ithal ettiği oklarla atışlar yapan bir darbedir ve üç on yıl boyunca üç dalga vurmuştur üç tarafı denizlerle çevrili ülkemize. ‘80’ler yoğun bir baskının egemen olduğu, kültürel-sanatsal faaliyetlerin yasaklandığı, aydınların, sinemacıların tutuklandığı, insanların politik sebeplerden dolayı yaşına bakılmaksızın asılarak, vurularak katledildikleri, işkenceden geçirildikleri bir dönemdir. Toplum şiddet aracılığıyla apolitize edilmiştir. İkinci dalgaysa ‘batıdan’ gelmiştir. ‘90’lar sol düşüncenin toplumdan yalıtıldığı yani bir anlamda taşların bağlanıp köpeklerin başıboş bırakıldığı bir döneme denk düşer. Bahar eylemleri geride kalmış, Zonguldak yürüyüşü Ankara’ya ulaşamamıştır. Ve solun müdahale edemediği geniş emekçi kesimler, özellikle kayıp kuşak, Özal kuşağı olarak da adlandırılan genç kuşaklar “Hey corç versene borç”larla başlayan müzikten sinemaya, edebiyattan basın yayının her koluna sızan bir yozlaştırma operasyonuyla terbiye edilmişlerdir. Üçüncü dalga artık batıya entegre olma davasının AB’ye giriş süreciyle vücuda kavuştuğu ikibinlerde “çürütme” ereğiyle göstermiştir kendisini. Dalgalara dair şu benzetmede de bulanabiliriz. Kolumuzu bir yere çarptığımızda çarptığınız yer çeşitli evrelerden geçer, önce kızarır, sonra morarır, çürür. Ordunun vurduğu yerde de gül bitmemiş bir yara meydana gelmiştir, doksanlar bu yaraya merhem olmak bir yana, yarayı daha da derinleştirmiş, ikibinli yıllarda ise yara yine kaderine terk edilmemiş, kangrene çevirmesi için özenle çalışılmıştır.
Sahte kahramanlar zamanı Çürütme eyleminde “sahtelik” önemli bir yer tutmaktadır, olası bir uyanışın önü bu sahtelikle kesilmekte, rüzgâr ne yöne eserse, düzenin kaptan köşkünde “çürütme”nin oturduğu gemisi de o yöne gitmektedir. Düzence körüklenen milliyetçiliğe hitap eden sahte kahramanımız “Deliyürek”tir. Bu kahraman tutunca ileri sürümü sayabileceğimiz “Polat Alemdar”a evrilir. Polat’ın reklam gelirleri düşerse Recep İvedikler sahne alır. Esasında Polat’ın Recep İvedik’ten farkı yoktur. İkisi de sahte halk kahramanıdır, ikisi de iyi birer manipülasyon aracıdır. Polat “çuval”ın intikamını alırken, İvedik bol argolu filminde kahve kültürünü, Kasımpaşalılığı yüceltir. “Sizdenim” portresi çizer. Recep İvedik karikatürü sosyolojik açıdan incelenmeyi hak eder; çünkü İvedik siyasi anlamda bir yerde dururken, aynı zamanda sosyolojik bir vakadır da… Kaldı ki, sırf bu yönüyle bile daha abuk sabuk diyebileceğimiz “Destere” filminden ya da Cem Yılmaz’ın “Arog”undan ayrılır. Arog filminde Cem Yılmaz batılılaşma penceresinden bir medeniyet dersini esnaf kurnazlığıyla karıştırıp verirken,
Recep İvedik medeniyetsizliği göklere çıkarır. Bir anlamda kilimci Arif’le serseri İvedik tezat kahramanlardır. Arif toplumda kendine bir yer edinmiş, kabul görmüşken; İvedik aykırılıkla yabanıllığı birleştirip toplumsal değerleri dışlayan bir hale bürünmüştür. Vurun İvedik’e! Gelelim Recep İvedik’in aldığı tepkilere… Şahan Gökbakar filmin galasında “bu kadar anti-entelektüeli bir arada görmek sevindirici” diyebiliyorsa, bunda ‘halk kahramanımızın’ beyaz Türklük kavramına karşı tepkili oluşunun ve entelektüellik denince akla “fular takan, Fransız peynirlerini tadan, şaraplarını yudumlayan insanların hobi olarak yaptıkları iş” gelişinin payı büyüktür. Filmin pazarlamasında ‘beyaz Türkler çıldırdı, enteller filmi topa tuttu’ gibi haberlerle halkın “entellere” olan kini bilenmektedir. Bu kinin bilenmesi iki işe birden yarar. Birincisi film daha çok satılır, halk kahramanının ömrü uzar. İkincisi Şahan, Baykal’ı ve Erdoğan’ı kastedip “Beni atışmalarına alet edemezler, politik mizahtan da uzak dururum” dese bile filmi, başbakanın “Davos fethinin” ardından ortaya attığı “monşerliği” karşısına alarak, Erdoğanın “halkın adamı” görüntüsünü parlatmasına katkı sunar. Üstelik Recep İvedik’in, bir başka Recep’ten, Tayyip Erdoğan’ın siyaset yaparken kullandığı ‘“halkı ezerken halkçılık” jargonundan beslendiğini söyleyebiliriz. Recep İvedik’in kahramanlığını alkışlarıyla onaylayanlar, Tayyip’i bağrına basanlardır çoğunlukla…
Recep İvedik nasıl kurtulur? Ya da Recep İvediklerden nasıl kurtuluruz? Recep İvedik nasıl kurtulur? Sorumuzu yineleyelim. Cevabı çok açık! Ninesinin çizdiği yoldan giderse bir dönem sonra kilimci Arif mertebesine ulaşabilir; sakallarını tıraş edip, kaşlarını düzeltince, iş bulup evlenince, çoluk çocuğa karışınca, uzaya da, tarih öncesi çağlara da uzanıp kendi “ceku”sunu kurtarabilir ama kendisini kurtaramaz, daha doğrusu maddi-manevi açılardan bir yere ulaşsa da içindeki ivedikliği alt edemez. Belki takip eden aylarda artık evlenmiş ve büyük ölçüde evcilleştirilmiş bir Recep İvedik öyküsü filme alınır. Oysa yabanıllıktan arınması, tembel İvedik’in bir işte dikiş tutturması veya evlenip yuva kurmasıyla mümkün olmaz. Recep İvedik bu düzenin çizdiği sınırlar dahilinde kurtulamaz. Öyleyse bu “magandalıktan“ kurtulmanın yolları aranmalı. Arayışımızı da paralı eğitimi savunan Baskın Oran’ların, batı hayranlığını Osmanlı’nın çöküş dönemindeki mandacı zihniyette damıtarak topluma yukarıdan bakan Orhan Pamuklar’ın, insanları kıllı yaratıklar olarak gören Mine Kırıkkanatların aydın sayılamayacağı bir ülke mücadelesiyle birlikte sürdürmeliyiz. Onların aydınlaştığı bir ülkede Recep İvedik’lerin halk kahramanlığına terfi edeceğini her zaman aklımızın bir köşesinde bulundurmalıyız. Öyleyse iki soru aynı yere çıkıyor. Recep, ivedikliğinden kurtulmadıkça toplumumuzda Recep İvediklikten kurtulamayacak. Bu iki sorunun cevabı da ortak: İvedikleri yaratan kapitalizmle, bu çirkin düzenin hayatımıza saldırdığı her düzlemde mücadele etmek! Son söz olarak: Recep İvedikler yenilecek, halkımız direnirse kazanacak!
(İstanbul Üniversitesi yerel yayını KAMPÜS’ten kısaltılarak alınmıştır...)
37
Kelimelerin özgür olmadığı bir dünyada ezgiler de tutsaktır!
Tarih 9 Mart 2009... Türkiye’nin ünlü kadın sanatçıları “Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı”nı kullanma bilincinin arttırılması için “Güldünya Konseri”nde bir araya geldi. Biletlerin 110 ila 250 YTL den satıldığı konserde Ajda Pekkan Kürt şarkıcı Aynur’la birlikte sanatçının “Keje Kurdi” (Kürt Kızı) isimli Kürtçe parçasını seslendirdi. Daha sonra Kürtçe şarkı söylemesiyle ilgili sorulan soru üzerine, amacının siyasi bir mesaj vermek olmadığını belirten Ajda Pekkan, “Şarkıların dili, dini, milliyeti yoktur. Şarkılar özgürdür, bütün dünyayı dolaşır, ihtiyacı olan herkese ulaşırlar. Ve işte, tam da bu nedenle, hangi dilde olurlarsa olsunlar yalnızca kalplere dokunmaktır amaçları” dedi. Ajda Pekkan yaptığı açıklamada üstü kapalı, benim işim “sanat”tır, reklam için her şey mübahtır fakat siyaset devreye girerse her an yan çizebilirim demiştir. Siyaseti insandan, insanı sanattan ve dolayısıyla sanatı siyasetten bu kadar kopartabilen bir zihniyet de “aydınlar” tarafından “yürekli sanatçı” olarak nitelendirilebilmiştir. Tarih 23 Şubat 2009... Ahmet Türk DTP grup toplantısındaki konuşmasına Türkçe başladı ancak daha sonra Kürtçe devam etti. TRT bu sırada yayını kesti. Ekrana bir spiker çıktı ve TBMM'de Türkçe dışında bir dille konuşma yapmanın yasalara aykırı olduğunu belirterek yayını kestiklerini duyurdu. Tarih 13 Kasım 2007... Dünya Radyo Genel Yayın yönetmeni Mehmet Arslan “Keçe Kurdan” şarkısını radyoda yayınladı. Bunun üzerine Adana Başsavcılığı, Mehmet Arslan hakkında, “bölücülük yaptığı” iddiasıyla dava açtı. Tarih 3 Ekim 2007... Yenişehir Belediyesi Çocuk Korosu’nda yer alan 15 yaş altı 10 çocuk, Dünya Müzik Festivali’nde Ey Raqip marşını okudu. Bu gerekçeyle çocuklar, haklarında başlatılan soruşturma kapsamında Diyarbakır Çocuk Mahkemesi Savcılığına’na ifade vermeye başladı. Savcının dava açması halinde çocuklar, “yasadışı örgüt propagandası yapmaktan” 1 yıldan 5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Tarih 11 Şubat 1999... Ahmet Kaya yaptığı Kürtçe şarkıya klip çekmek istediğini söyleyince salondakilerin linç kampanyasına uğradı. Vatan haini ilan edilen Ahmet Kaya Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Tarih 6 Kasım 1991... Eski HEP milletvekili Leyla Zana’nın da aralarında bulunduğu HEP milletvekilleri mecliste yeminlerini Kürtçe yaptıkları için yaka paça gözaltına alındılar. ‘94 yılında, Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadık ve Orhan Doğan tutuklanarak cezaevine gönderildi ve 15 yıl hapis cezasına
38
çarptırıldı. Birçok örnek gösteriyor ki, şarkılar da, kelimeler de, düşünceler de hiçbir zaman özgür olmadı bu coğrafyada. Tıpkı insanların özgür olamadığı gibi... Ve bu coğrafyada söylenen kimi şarkıların amaçları da kalplere dokunmak olmadı sadece. Şarkılar kimi zaman mücadele çığlığı olup iktidara doğrulan silahlar oldular, kimi zaman yasaklı oldular sadece inkâr edilen bir halkın yok edilmek istenen dilinde söylendikleri için. Bugün ise birileri, Kürt halkının özgürlük çığlığını duyurmak için değil, Kürt dilinin özgür olması gerektiğini düşündüğü için değil, sadece “duyarlı sanatçı” imajı çizebilmek için Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesiyle ilgili bir şarkıyı amacından tamamen bağımsız söyleyebiliyor. Ve bu durumda daha önce şarkı, Adana Başsavcılığı tarafından bölücü olarak nitelendirilmişken ve şarkıyı yayınlayan tutuklanmışken, aynı şarkıyı Ajda Pekkan söyleyince takdir edilip alkışlanabiliyor. Bu anlayış, “siz söyleyemezsiniz, biz sizin yerinize söyleriz”, “siz karar veremezsiniz, karar hakkı bizimdir” anlayışıdır. Bugün Kürtçe kanalın açılması da, üniversitelerde Kürdoloji, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasına yönelik hamleler de bunun bir parçasıdır. Eğitim dilini Kürtçe yapmaktan kaçınan, anadilde eğitim hakkını hiçe sayan, sarı kırmızı yeşil renkleri bir arada görmeye bile tahammül edemeyen egemenler, Kürt halkının istemlerini onlara kendi çizdikleri sınırlar çerçevesinde vererek bu özgürlük çığlığını susturmayı hedefliyorlar. Yedi yaşında tek kelime Türkçe bilmeyen bir çocuğun anlamını bile bilmediği “Ne mutlu türküm diyene!” deyişindeki mahzunluğu ya da anlamını öğrendiği, çelişkiyi hissettiği ve kendi kimliğini inkar etmeye zorlandığında yaşadığı travmayı görmezden gelen zihniyet, anadilde eğitime yönelik bugüne kadar tek bir adım atmamıştır. Aynı zihniyet Kürt halkının çabalarıyla açılan Kürt televizyonlarını bir bir kapatıp Kürt halkının sesini boğmaya çalışırken, Kürtçe kanal açarak kontrol edebildiği sınırlar içinde Kürt diline “özgürlük” tanıyor. Bizler de her şeyin içini boşaltmanın moda olduğu bu dönemde Kürtçe kanal hamleleri, biletleri fahiş fiyatlara satılan konserlerde söylenen Kürtçe şarkıları takdir eden “sanat” camiamızın da ne kadar özgürlükçü, insancıl ve yürekli olduğunu öğreniveriyoruz. İnkâr edilen bir halkın yok sayılan dili şimdi burjuvazinin oyuncağına dönüştürülmeye çalışılırken ve bu halkın özgürlük çığlığı hak kırıntılarıyla susturulmak istenirken, bizler ne bu hamleleri yüreklilik olarak nitelendirebiliriz ne Kürt dilinin özgür olduğunu iddia edebiliriz. Kelimelerin, düşüncelerin ve ezgilerin tutsaklığının son bulmasının ancak bu sisteme son verilmesiyle mümkün olduğunu bilir, gerçek özgürlüğü elde etmek için, insanın insan tarafından sömürülmediği, insanın insana zulmetmediği, kıyımların, savaşların olmadığı bir dünyanın mücadelesini veririz.