EG 117. sayı

Page 1



İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs 2009’a işçi ve emekçilerin Taksim ısrarı ve devletin baskı ve tehditleri damgasını vurdu. Günler öncesinden başlayan tartışmalar Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Vali düzeyinde yapılan açıklamalarla Taksim Meydanı bir kez daha işçi ve emekçilere kapatılırken, devlet güçleri yaptıkları açıklamalarla aba altında sopa gösterdi, provokasyon masalına başvurarak devlet terörünü meşrulaştırma çabasına girdi. Yapılan açıklamada “makul” bir sayıya izin verileceğini söyleyen Vali, Pangaltı’da toplanılmasına izin verilmeyeceğini söyleyerek 1 Mayıs’a saatler kala tehditlerin dozunu arttırdı. Sendika konfederasyonları ve meslek odaları, ilerici, devrimci, demokrat güçler, demokratik kitle örgütleri, Avrupa Parlementosu temsilcileri, Avrupa sendikalarından temsilciler ve binlerce işçi ve emekçi ise devletin tüm baskı ve tehditlerine karşı 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama ısrarını sürdürdüler. Sabah erken saatlerden itibaren Taksim ve Şişli polis ablukası atına alındı. Taksim Meydanı polis bariyerleri ile kapatıldı. Yaya girişine izin verilmedi. Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi ve Tarlabaşı’nda tüm ara sokaklar polis tarafından tutuldu. Otobüslerin de meydana girişi yasaklandı. Şişhane-Taksim ve Mecidiyeköy-Taksim metro seferleri ile Kabataş-Taksim füniküler sistemi, Taksim-Karaköy Nostaljik tramvayı da sabah 05.30’dan itibaren durdu. Saat 10.00’daki Pangaltı buluşması öncesi DİSK üyeleri Şişli’de bulunan DİSK Genel Merkezi önünde toplanmaya başladı. Geçen yılın aksine DİSK Genel Merkezi önüne devlet güçleri tarafından herhangi bir müdahalede bulunulmadı. Burada basına açıklama yapan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Pangaltı’da toplanacaklarını ve “makul” bir sayıyla Taksim’e yürüyeceklerini yineledi. KESK üyeleri de Pangaltı’da toplanmaya başladı. Saat 08.00’de burada da polis barikatı kuruldu ve polis hazırlıklara başladı. İlk çatışma Şişli Etfal Hastanesi önünde yaşandı. Hastane önünde toplanan ve Pangaltı’ya geçmeye hazırlanan emekçiler polis saldırısı ile karşılaştı. Sadece Pangaltı’ya izin vereceğini söyleyen emniyet amirinin emriyle polis emekçilere gaz bombaları ve panzer ile saldırdı. Saldırı karşısında kitle oturma eylemine başladı.

DİSK önünde toplanan kitlenin sayısının artmasının ardından KESK ve BMİS üyelerinin oluşturduğu yüz kişilik bir grup Pangaltı’ya doğru harekete geçti. Panzerlerle su sıkan ve yoğun gaz bombası kullanan polis kitleyi Şişli Camii’ne kadar püskürttü. Şişli Camii önünde biraraya gelen, aralarında BDSP, Ekim Gençliği ve ESP’nin olduğu gruplara polis müdahalede bulundu. Burada toplanan kitle polis saldırısınu taşlarla yanıtladı ve Cevahir Alışveriş Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçti.

Saat 09.15: Türk-İş Taksim’de

Türk-İş 500’ü aşkın katılımla Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Türk-İş Bölge Binası önünde toplanan Türk-İş üyeleri önde Türk-İş pankartı açarak ve çiçekler taşıyarak kazancı yokuşuna doğru yürüdüler. Kortejin en önünde grevci ATV-SABAH emekçileri yer aldı. Kitle “Katiller bulunsun, hesap sorulsun!” ve “Kahrolsun MİT, CİA, Kontrgerilla!” sloganlarını attı. Anma Taksim anıtına çelenk bırakılmasının ardından sona erdi.

Saat 09.25: DİSK yürüyüşe geçti

DİSK önünde toplanan işçi ve emekçiler kortejler oluşturarak Pangaltı’ya doğru yürüyüşe geçti. Pankartlar ve flamalar taşıyan kitle sloganlar eşliğinde yürüdü. Kolluk güçleri de DİSK’in önünden yürüyüşe geçen kitleyi ablukaya aldı. Dışarıdan kortejlere katılmak isteyen gruplara çevik kuvvet müdahale etti. Çatışmaların ardından bir grup korteje katılmayı başarırken gruptan gözaltılar yaşandı. Agos önünde toplanan ağırlığını devrimcilerin oluşturduğu bin kişilik bir grup yürüyüşe geçtiği sırada polisin saldırısına uğradı. DİSK’in önünden hareket eden 2 bin kişilik kitle Agos önüne doğru yürüyüşünü sürdürdü. Katılımlarla sayısı artan grubun en önünde DİSK, TTB, TMMOB ve KESK merkez yöneticileri yeraldı. Yürüyüş sırasında korteje katılmak isteyen gruplara izin verilmezken, polis gaz bombalarıyla saldırdı. DİSK ve KESK’in ağırlığını oluşturduğu kitle polis ablukası altında Pangaltı’da toplandı. Celalettin Cerrah

3


pangaltıya gelerek DİSK kortejinin yanından geçerken kitlenin protestolarına hedef oldu. “Katil polis hesap verecek!” sloganları atan emekçiler Cerrah’a su şişeleri fırlattı. Pangaltı’da bekleyen kortej 10.30’da Taksim’e doğru harekete geçti ancak kısa süre içinde yürüyüş durdu. Konfederasyon yöneticileri milletvekilleri ile polis arasında yapılan pazarlıkların ardından yürüyüş yeniden başladı. Kortejlerin yürüyüşü sırasında polis barikatlarını aşarak korteje katılmaya çalışan bir gruba polis saldırdı. Saldırıya karşı kitleden “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganları yükseldi. DİSK-KESK kortejinden de saldırıya tepki gösterilmesi üzerine çevik kuvvet korteje müdahalede bulundu. Polis Pangaltı’da toplanan kitlenin sayısının fazla olduğu konusunda açıklamalarda bulundu. DİSK yöneticileri kortejin en önündeki ses aracından açıklama yaparak çevredeki katılımcılar korteje katılana kadar yürüyüşü durdurduklarını ve Pangaltı’da beklediklerini duyurdu. Pangaltı’da toplanan kitlenin sayısı 4 bini geçti. Yeniden yürüyüşe geçen kitle, katılan grupların alınmaması ve polis saldırısı nedeniyle yeniden durdu. Polislerin gaz bombalarının bittiği ve merkezden mühimmat talebinde bulundukları öğrenildi. Pangaltı’da polis müdahalesine maruz kalan kitle korteje katıldı. The Marmara Oteli’nden üzerinde “77’de buradan ateş açanlar bulunsun” yazılı Genç Siviller imzalı bir pankart açıldı. Pankart kısa süre sonra otel görevlilerince parçalandı.

Saat 11.30: Çatışma ve direniş…

Beşiktaş’ta Hüsrev Gerede Caddesi’nde toplanan yüzlerce kişi Pangaltı’ya doğru yürüyüşe geçti. Polis saldırısına direnişle yanıt veren kitle caddeye barikat kurdu ve uzun süre çatıştı. Şişli çevresinde de çatışmalar yaşandı. Feriköy’de toplanan kitle polis saldırısına karşı militanca bir duruş sergiledi. Polis grubu dağıtmakta yetersiz kaldı ve bölgeye takviye kuvvet sevk edildi. Dolapdere’de toplanan gruplar da polis saldırısı sonucu geri çekildi. Polis panzerlerinin suyu tükendiği için belediye araçları panzerlere

su takviyesi yaptı. Pangaltı’da oluşturulan kortejin Taksim yürüyüşü sürerken Cihangir, Şişli, Tarlabaşı, Feriköy ve Dolapdere’de çatışmalar yoğunlaştı. Cihangir’de banka şubeleri ve ATM’lerin camları eylemciler tarafından kırıldı. Çok sayıda kişi gözaltına alındı.

Saat 12.17: Taksim Meydanı’na çıkıldı!

Binlerce işçi ve emekçi “İşte Taksim işte 1 Mayıs!”, “Yaşasın 1 Mayıs!” sloganlarıyla Taksim Meydanı’na girdi. Polisin tüm baskı ve tehditlerine, azgın devlet terörüne rağmen yılmayan işçi ve emekçiler sokak sokak çatışarak Taksim’i kazandı. Binlerce işçi ve emekçi Taksim alanına çıkarken çevrede süren çatışmalarda çok sayıda kişi gözaltına alındı. İstiklal Caddesi’nde de 200 kişilik bir gruba polis müdahale etti. İşçi ve emekçiler Taksim’de 1 Mayıs Marşı’nı hep bir ağızdan söylediler. Kitle hep bir ağızdan “Katil devlet hesap verecek!” sloganını haykırdı. Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen kutlamalar Süleyman Çelebi’nin konuşmasıyla devam etti. Çelebi konuşmasında Taksim’i alan tartışmasına sınırlamaya çalışanların bu yıl da “makul sayı” tartışması yaparak gündemi boğmaya çalıştığını belirtti ve “Makul olan sayılar değil insanlardır!” dedi. ‘77 1 Mayıs katliamının katillerinin halen bulunmadığını belirten Çelebi, katillerin bulunması talebini yineledi. Krizin etkilerine karşı ortak mücadele çağrısı yaptı. Program devam ederken, Cihangir’de toplanan 500 kişilik grup polis barikatını aşarak Taksim kutlamalarına katıldı. İstiklal Caddesi’nde toplanan ve BDSP, Mücadele Birliği, Devrimci Hareket pankartları açan gruba polis plastik mermiler ve gaz bombalarıyla saldırdı. Kazancı Yokuşu ve Cihangir yönünden gerçekleşen katılımlarla birlikte sayı 10 bini aştı. Taksim Meydanı’nda gerçekleşen kutlama programı Sami Evren’in konuşmasının ardından sona erdi . Taksim’de kutlamaların yapıldığı alana gelen Celalettin Cerrah “Dağıtın bunları” diyerek kutlamalar kaşısındaki çaresizliğini ve öftkesini dile getirdi. Binlerce polis alana girerek kitleyi uzaklaştırmaya başladı. İki grup halinde Gümüşsuyu ve İstiklal istikametine giden kitlelere polis saldırdı.

Saat 14.00: Kitle yeniden Taksim’de

4

Taksim Meydanı’nın boşalmasının ardından dağılan kitle İstiklal Caddesi’nde ve Cihangir’de saldırıya uğradı. Cihangir’de çok sayıda gözaltı yaşandı. İstiklal’de toplanan bir grup EHP’li Kazancı yokuşuna çelenk bırakmak için toplandı. Farklı ilerici ve devrimci güçlerinde katılımıyla sayısı artan gruba polis izin verdi ve sayısı 250’yi bulan grup Taksim’e çıktı. Kazancı Yokuşu’na çelenk bırakan grup burada kitleye hitap konuşmaları yaptı. ‘77 katliamının protesto edildiği konuşmalarda seneye 1 Mayıs’ın Taksim’de barışçıl biçimde kutlanması talep edildi. KESK, TMMOB, SES, Dev Sağlık-İş ve TTB üyeleri Osmanbey metro çıkışında eylemlerini sürdürdü. Polisin barikat kurduğu ve Taksim’e gitmesine izin vermediği kitle oturma eylemine başladı. Polis barikatı sloganlarla ve ıslıklarla protesto edildi. Barikata yüklenilmesinin ardından, polis kitleyi çember içine alıp sıkıştırarak saldırdı. TTB Merkez Konsey üyesi Ali Çerkezoğlu kitleye seslenerek eylemin sona erdiğini söyledi. Kitle bu esnada gözaltına alınan iki arkadaşları serbest bırakılana kadar alandan ayrılmayacağını belirtti. Kamu emekçilerinin kararlı tutumu sayesinde iki emekçi serbest bırakıldı ve kitle dağıldı. İstanbul 1 Mayıs’ı Taksim’de gerçekleştirilen kutlama ve kentin her yanına yayılmış çatışmalarla birlikte sona erdi. Taksim’deki kutlamanın ardından çatışmalar da son buldu.

Kızıl Bayrak / İstanbul


Ankara’da kitlesel 1 Mayıs mitingi… “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşiniz!” Ankara’da KESK’e ve Türk-İş’e bağlı sendikalar ve TMMOB Sıhhıye Meydanı’na giden yürüyüş kortejinin önünde yer aldılar. Eğitim-Sen, Haber-Sen, Kültür Sanat-Sen, ESM, Yapı Yol-Sen, TÜMTİS, Petrol-İş, Yol-İş, Tez Koop- İş, ATO, ASMMO ve TMOBB’a bağlı odalar önde pankartlarıyla yürüdüler. Kortejin devamındaysa demokratik kitle örgütleri, Devrimci 1 Mayıs Platformu ve siyasi partiler yerlerini aldılar. BDSP eyleme “Krizin faturası kapitalistlere!” şiarlı pankartla katıldı. BDSP pankartının arkasında ise, “Yaşasın birlik, dayanışma ve mücadele günümüz 1 Mayıs!” şiarıyla Sincan İşçi Derneği, “Yaşasın 1 Mayıs!” şiarıyla Mamak İşçi Kültür Evi, “Bu çürümüş düzenin tek alternatifi sosyalizmdir! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” şiarıyla Ekim Gençliği ve “Devrim ve sosyalizm mücadelesinde Liselilerin Ses’ini büyütmeye!” şiarıyla Liselilerin Sesi sıralandı. Yürüyüşte Halkevi kortejinin alana girdiği sırada arama noktasında polis provokasyonu yaşandı. Alanda kısa süreli çatışma yaşandı. Kitlenin üzerine gaz bombaları atan polis havaya ateş açtı. Çatışma sırasında yaralana polisler oldu. Miting programı devrim şehitleri adına saygı duruşuyla başladı. Ardından 1 Mayıs Tertip Komitesi adına ortak açıklama okundu. Açıklama “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşiniz!” çağrısıyla son buldu. 1 Mayıs mitingine bu yıl 10 bini aşkın bir katılım gerçekleşti.

lerinden DTP kitleselliği ile dikkat çekti. Miting kürsüsünden Taksim’e girildiği duyurulduğunda alandaki coşku oldukça yükseldi. En önde “Kapitalizmin krizine ve sömürüsüne karşı sokağa, eyleme, direnişe! / BDSP”, “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!/BDSP” pankartları taşıyan komünistler

Kızıl Bayrak / Ankara

İzmir’de coşkulu ve kitlesel 1 Mayıs! Bu yıl İzmir’de 1 Mayıs tablosu son bir hafta öncesine kadar bir netlik kazanmadı. DİSK bu yıl da İstanbul’a katılacağını ileri sürerek 1 Mayıs sürecine örgütleyici olarak katılmadı. Ancak bu kararına rağmen İstanbul’a da araç kaldırmadı. Sembolik olarak birkaç yönetici dışında kitlesini İzmir’de bıraktı. Yaşanan dağınıklıktan kaynaklı ilde ön hazırlık süreci toplam bir havaya çevrilemedi. DİSK, yaklaşık bin kişilik kitlesiyle eyleme katıldı. Bu kolda Deri İşçileri Derneği ile HKP ve Dev-Lis de yürüdü. Türk-İş, eyleme kitlesel bir katılım sağladı. Türk Metal yaklaşık bin kişilik bir katılım sağladı. Türk-İş’in en kitlesel ve canlı korteji 2 bini aşkın sayısıyla Petrol-İş’ti. TMMOB eyleme 2 bin kişilik bir katılım sağladı. KESK’in kortejleri coşkusu ile dikkat çekti. KESK kortejlerinde ağırlıklı olarak kriz, yoksulluk, işsizlik sorunlarını işleyen pankartlar taşındı. Devrimci 1 Mayıs Platformu bileşenleri, tüm alanın en disiplinli ve canlı kortejini oluşturdular ve 600’ü aşkın bir kitleyle tek bir kortej bütünlüğünde alana girdiler. En önde Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Arapça “Yaşasın 1 Mayıs!” şiarının bulunduğu pankartı taşıyan platform bileşenleri sırasıyla Alınteri, Mücadele Birliği Platformu, DHF, BDSP, Partizan pankartlarıyla yürüdüler. Görsellikleri, düzenli kortejleri, gençlik kitlesinin yoğun katılımı ve coşkularıyla dikkat çektiler. DTP, EMEP, ÖDP, ESP, TÖP, DİP, Köz, ESP, EHP, SDP bileşenlerinden oluşan “Birlikte Başarabiliriz Platformu” bileşen-

“Kapitalizmin krizine karşı işgal, grev, direniş!/Çiğli İşçi Platformu”, “Krizin faturası patronlara! Yaşasın 1 Mayıs!/Demir Çelik İşçileri”, “Krizin faturasını ödememek için tekstil işçileri birleşik mücadeleye!/Tekstil İşçileri Bülteni”, “Krizin faturasını patronlara ödetmek için örgütlü mücadeleye!/Çamlıkule Emekçileri”, “Köle değil işçiyiz, örgütlüysek güçlüyüz!/MİB-DER”, “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!/Ekim Gençliği”, “Ticari eğitime, şovenizme, emperyalist savaşa hayır!/İLGP” pankartlarıyla ve kızıl bayraklarıyla eyleme katıldılar. Eyleme 30 bin işçi ve emekçi katıldı. Kızıl Bayrak / İzmir

Ekim Gençliği İzmir’de alandaydı! Genç komünistler olarak 1 Mayıs’ta “Gençlik

5


gelecek, gelecek sosyalizm!/Ekim Gençliği” şiarlı pankartımızla sınıf devrimcilerinin kortejinde yerimizi aldık. Ege Üniversitesi’nde yürüttüğümüz çalışmalar sonucu alana Genç-Sen pankartıyla çıktık. Üniversitede süren pratik faaliyet üzerinden yansıyan ciddiyetsizlik 1 Mayıs alanına da yansıdı. Çalışmalara katılan Genç-Sen bileşenleri 1 Mayıs’ta Genç-Sen pankartını boş bırakarak kendi siyasi pankartlarıyla eyleme katıldılar. Ege Üniversitesi’nde GençSen’in pankartını sahiplenen Ekim Gençliği ve bağımsız öğrenciler oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi Genç-Sen’in de katılımıyla Basmane Genel-İş binasının önünde “Krizin bedelini ödemeyeceğiz, sermaye üniversitemden, bursumdan, yemekhanemden, geleceğimden elini çek!/İzmir GençSen” şiarlı pankart açıldı. İzmir / Ekim Gençliği

Adana’da 1 Mayıs coşkuyla kutlandı… “Saldırılara karşı birleşik mücadeleye!”

6

Adana’da iki koldan gerçekleştirilen yürüyüşte ilk kolun başında DİSK korteji, diğer kolun başında Türk-İş korteji yer aldı. Türk-İş kolunun ardından KESK’e bağlı şubeler yerlerini aldılar.

ATO, ÇHD, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, EMEP, ÖDP, DİP, DTP, EHP kortejleri de bu kolda yerlerini aldılar. DİSK pankartının arkasında sırasıyla Genel-İş, Emekli-Sen, Dev Sağlık-İş yer aldı. Genel-İş korteji içinde işten atılan MakyalErka işçileri de pankartları ile yürüdüler. DİSK’e bağlı sendikaların ardından TMMOB, Eğitim-İş, ADD, Eğit-Der, Sosyalist Feminist Kolektif, İHD, İşçi Filmleri Kolektifi, Adana Eczacılar Odası, Halkevi sırasıyla yer aldı. Bu kortejlerin ardından Devrimci 1 Mayıs Platformu bileşenleri, Alınteri, BDSP, ÇHKM, Güney Sanat Topluluğu ve DHF kortejleri sıralandı. Devrimci 1 Mayıs Platformu’nu SDP, ESP, SEH, Türkiye Gerçeği, Mücadele Birliği Platformu, TÖP, Sosyalist Parti, Dev Yol Yaşam kortejleri takip etti. Kortejlerin bir kısmı alana girmeden önce miting saygı duruşuyla başlatıldı. Enternasyonal marşının çalındığı saygı duruşunun ardından Tertip Komitesi adına hazırlanan basın metni okundu. Komünistler mitingte, “Krizin faturasını kapitalistere ödetmekiçin mücadeleyi yükseltelim!/BDSP“, “Sosyalizm kazanacak!/Kızıl Bayrak“, “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!/Ekim Gençliği“ ve “Köle değil işçiyiz, örgütlüysek güçlüyüz!/SİDER” pankartlarıyla katıldılar. Mitinge yaklaşık 8 bin kişi katıldı.

Kızıl Bayrak / Adana

Bursa’da beşbin işçi ve emekçi alanlara çıktı… “Yaşasın emekçilerin birliği, yaşasın 1 Mayıs!” Bursa’da yaklaşık 5 bin kişinin katılımıyla son yılların en kitlesel ve coşkulu 1 Mayıs’ı gerçekleşti. Gökdere’de toplanmaya başlayan emekçiler mitingin yapılacağı Fomara Meydanı’na kadar kortejler oluşturarak yürümeye başladılar. Kortejin en önünde Türk-İş pankartı yer alırken, onu TÜMTİS üyesi ambar işçileri ve işten atılan sarı otobüs şoförü işçiler takip etti. Türk-İş’in ardından KESK’e bağlı şubeler yer aldı. KESK’in ardından DİSK Birleşik Metal-İş ve Genel-İş sendikaları 1 Mayıs alanında yerini aldı. BMİS kortejindeki Asil Çelik ve Asemat işçileri kendi pankartlarıyla grevlerini 1 Mayıs alanına taşıdılar. Prysmian işçileri de kendi pankartlarıyla alanda yerini aldı. TMMOB, Serbest Muhasebeci, Mali Müşavirler Odası, ÇGD ve ÇHD, Alevi Dernekleri Platformu, Halkevleri, Liseli Genç Umut ve Öğrenci Kolektifleri de bu 1 Mayıs’ın katılımcılarıydı. Devrimci 1 Mayıs Platformu sırasıyla BATİS, BAMİS, SODAP, BDSP, DHF, Eğitim İşçileri, ÖG, ESP, Partizan’dan oluştu. Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun ardından Halk Meclisi, TÖP, DTP, Anti-Kapitalist, ÖDP, Sosyalist Parti, EMEP, SDP yer aldılar. 1 Mayıs Marşı ve sınıf mücadelesinde şehit düşenler için yapılan saygı duruşuyla program başladı. Sendika Başkanları’nın alanı selamlamasının ardından Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi Mehmet Kanca bir konuşma yaptı. Kanca’nın konuşması Devrimci 1 Mayıs Platformu bileşenleri tarafından, “Kahrolsun sendika ağaları!” sloganları ve ıslıklarla protesto edildi. Komünistler 1 Mayıs’a “Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın sosyalizm!/BDSP” pankartı ve kızıl bayraklarıyla katıldılar. Uzun yıllardan sonra Bursa’nın 1 Mayıs alanı olan Fomara Meydanı’nda kutlanan 2009 1 Mayısı’na grevci işçilerin katılımı ve coşkusu ile alandaki gençlik kitlesi damgasını vurdu. Kızıl Bayrak / Bursa


1 Mayıs Türkiye’nin dört bir yanında coşkulu eylemlerle kutlandı… “Yaşasın işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü!” Edirne’de kitlesel ve coşkulu 1 Mayıs!

30 yıl aradan sonra Edirne’de de işçilerin birlik dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs kutlandı. Türk-İş/Tes İş-Tez, Koop-İş, TEKSİF, KESK/SES, BES, Tüm Bel-Sen, Yapı Yol-Sen, Haber-Sen, Tarım Orkam-Sen, ESM, BTS, Emekli Sen Üyeleri, Genç-Sen, TMMOB, Edirne Tabip Odası, Edirne Diş Hekimleri Odası, Birleşik Kamu-İş, Trakya Birlik ve Dayanışma Derneği tarafından örgütlenen 1 Mayıs eylemine Trakya Üniversitesi Öğrencileri ve liseliler “Eşit, parasız, bilimsel anadilde eğitim için yaşasın 1 Mayıs!” ortak pankartıyla katıldılar Genç Komünistler “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” şiarını taşıyan pankartlarıyla alanda yerlerini aldılar. Basın metninde yaşanan krize vurgu yapılarak, örgütlü mücadele sayesinde krizin faturasının patronlara ödettirileceğinin altın çizildi. Eylemde Ekim Gençliği, SGD, Sosyalist Parti, Devrimci Gençliğin Birliği, Dev-Lis, YDGM, DTP, EMEP, CHP yer aldılar. Coşkulu geçen Edirne 1 Mayısı’na yaklaşık 1500 kişi katıldı. Kızıl Bayrak / Edirne

Kayseri’de son yılların en kitlesel 1 Mayıs’ı!

Kayseri’de son yılların en kitlesel 1 Mayıs mitingi gerçekleştirildi. KESK, EMEP, Kayseri Alevi Kültür Merkezi, CHP, EMEP, anarşist bir grup, Devrimci 1 Mayıs Platformu 1 Mayıs’a katıldı. Yaklaşık 1500 kişinin katılım sağladığı 1 Mayıs mitingi, son yıllarda Kayseri’de gerçekleşmiş olan en kitlesel eylemdi. BDSP, DHF, DTP ve ESP’den oluşan Devrimci 1 Mayıs Platformu, bir aya yayılan çalışması ile önemli bir politik etki yarattığını gösterdi. Hem nicelik hem de nitelik olarak göz doldurdu. Kayseri BDSP

Eskişehir’de 1 Mayıs

Eskişehir’de 1 Mayıs tarihsel özünden ve güncel gelişmelerden kopuk bir şekilde kutlandı. Türkİş ve KESK bürokratlarının başından beri siyasi yapıları dışta bırakarak örgütledikleri süreç, 1 Mayıs alanı ve kürsüsünde de kendini gösterdi. İstiklal Marşı’nın okunmasıyla başlayan ve yapılan konuşmalarda kendini gösteren şovenist ve reformist anlayışlar, devrimci kortejler tarafından “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganıyla protesto edildi. DTP, Halkevleri, EMEP, ÖDP’nin kitlesel bir şekilde katıldığı 1 Mayıs’ta, devrimci yapılardan BDSP, ODAK ve DHF kortejleriyle birlikte alandaki yerlerini aldılar. Komünistler eyleme “İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak!/BDSP!” pankartıyla katıldılar. Kızıl Bayrak / Eskişehir

Trabzon’da 1 Mayıs

Trabzon’da KESK, Türk-İş, Halkevleri, siyasi partiler ve öğrencilerin pankartları ile katıldığı mitingte, Ekim Gençliği, DPG okurları ve Genç-Sen bileşenlerinden oluşan KTÜ Öğrencileri “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” pankartı ile alanda yer aldılar. Alanda 1 Mayıs şehitleri için saygı duruşu yapıldı. Sendika temsilcilerinin kürsüde yaptıkları konuşmaların ardından eylem horonlarla sona erdi. Mitinge yaklaşık 1500 kişi katıldı. Trabzon Ekim Gençliği

Tokat’ta coşkulu 1 Mayıs!

Uzun yıllardır basın açıklamaları ile geçiştirilen 1 Mayıs, bu yıl Tokat’ta coşkulu bir şekilde kutlandı. Eğitim-Sen Tokat Şubesi’nin organize ettiği 1 Mayıs mitingine 700’ün üzerinde emekçi katıldı. Mitingde Eğitim-Sen, SES, BTS, EMEP ve ÖDP yer aldı. GOP Üniversitesi öğrencileri de “Sömürüye, faşizme karşı yaşasın 1 Mayıs!” pankartı açarak eyleme katıldılar. Kızıl Bayrak / Tokat

Antakya’da 1 Mayıs!

İşçi sınıfının birlik, dayanışma, mücadele günü olan 1 Mayıs Antakya’da yaklaşık 3 bin işçi ve emekçinin katılımıyla gerçekleştirildi. BDSP eyleme “Kapitalizm kriz demektir, çözüm devrim de kurtuluş sosyalizmde!” pankartıyla ve yaklaşık 40 kişilik bir kitleyle katıldı. Antakya BDSP

7


Samsun’da 1 Mayıs!

Samsun’da bir araya gelen sendikalar, meslek odaları, dernekler ve siyasi partiler 1 Mayıs kutlaması gerçekleştirdi. Genç komünistler “Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!/Ekim Gençliği” imzalı pankartıyla eyleme katıldılar. Ekim Gençliği / Samsun

Kütahya: “Faşizme karşı omuz omuza!”

Kütahya’da 1 Mayıs, Kütahya emniyeti ve Türk-İş tarafından yapılan baskılar ve dayatmalar nedeniyle sınıfsal ve tarihsel özünden uzak bir şekilde kutlandı. Zafer Meydanı’nda kutlanan 1 Mayıs’ın katılımcıları KESK’e bağlı Eğitim-Sen ve SES, Dumlupınar Üniversitesi Öğrencileri ve Türk-İş’e bağlı Maden-İş ve Şeker-İş sendikalarıydı. 1 Mayıs’ın Kütahya’da örgütlenmesi sırasında Türk-İş, alanda yapılacak etkinliklere gerici ve faşizan unsurları getireceğini açıkladı. Kütahya Valisi ve emniyetinin desteğini alarak alanda mehter takımının olacağını anons ettirerek, Kütahya halkını 1 Mayıs’a davet etti. KESK’e bağlı sendikalar ile öğrencilerin başka bir alanda 1 Mayıs etkinliği düzenleme talebi ise reddedildi. 1 Mayıs günü, faşist Kütahya Emniyeti’nin baskıları alana öğrenci pankartını almak istememesiyle başladı. Üzerinde “Eğitim haktır satılamaz! YÖK’e hayır!/ Üniversite Öğrencileri” yazan pankartın önce sopaları içeri alınmadı, daha sonra da “YÖK’e hayır!” bölümünün çıkarılması istendi. Yine öğrencilerin hazırladığı 35 dövize el koyuldu. Öğrencilerin yaklaşık 250 kişilik korteji Zafer Meydanı’na Gündoğdu Marşı ile girdi. Kurulan platformda söz hakkı verilmediğinden, alanda ayrı bir şekilde 1 Mayıs günü katledilenler nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunularak eylem başlatıldı. Platformda İstiklal marşının okunmasından sonra yapılan konuşmalar öğrenciler tarafından sloganlarla protesto edildi. Eğitim-Sen Kütahya Şube Başkanı tarafından yapılan konuşma ise ezan okunduğu gerekçesiyle yarıda kesildi ve daha sonra devam eden konuşmaya müdahale edilerek birçok paragrafı çıkarıldı. Konuşması öğrenciler tarafından sloganlarla protesto edilince, Türk-İş başkanı konuşmasını yarıda keserek kürsüden kitleyi kışkırtmaya çalıştı. Kütahya Emniyet Müdürü’nün kürsüye çağrılması ve mehter takımının hazırlıklarının başlamasıyla birlikte öğrenci korteji, Eğitim-Sen ve SES, “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganlarıyla alanı terk etti. Alandan ayrılan kitleden sonra meydanda yaklaşık 150 kişiyle kalan Türk-İş mitingi bitirmek durumunda kaldı. 1 Mayıs mitingine kendi pankartlarının açılmasına izin verilmediği için Öğrenci Kolektifleri ve Yurtsever Gençlik katılmadı. Kızıl Bayrak / Kütahya

Bandırma’da 1 Mayıs

Bandırma’da 1 Mayıs şiddetli yağmura rağmen kitlesel biçimde kutlandı. Harb-İş, Şeker-İş, Genel-İş, Petrol-İş, Liman-İş ve Eğitim-Sen gibi sendikaların yanı sıra CHP, EMEP ve SODEV’de eyleme katılım sağladı.

Kilis’te 1 Mayıs

Kilis’te Türk-İş’e bağlı sendikalar, AKP milletvekilleri ve belediye başkanıyla birlikte tertipledikleri 1 Mayıs yemeğiyle 1 Mayıs’ın sınıfsal özü ve anlamının içini boşaltmaya çalıştılar. Kilis Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan KESK binası önünde gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamasında ise ağırlıklı olarak KESK üyeleri yer aldı. 100’ü aşkın kişiyle yapılan eylemde KESK’in 1 Mayıs açıklaması okundu. Basın açıklamasına DTP de destek verdi.

8

Kürdistan’da 1 Mayıs eylemlerinden...

İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs Kürt illerinde de coşkuyla kutlandı. Kutlamalarda devletin DTP’ye yönelik operasyonları lanetlendi ve Kürt halkının talepleri dile getirildi.

Diyarbakır’da 1 Mayıs Dağkapı Meydanı’nda gerçekleştirilen miting ile kutlandı. Bir araya gelen DTP, TMMOB, KESK, DİSK, EMEP, Partizan, DHF, İHD ve çeşitli örgütler Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önü ve Ahmed Arif Anıtı önünde iki ayrı kortej oluşturarak meydana giriş yaptılar. Mitingde söz alan DTP Diyarbakır Milletvekili Gültan Kışanak, sigortasız, asgari ücretle bir iş bulanın kendisini şanslı hissettiğini belirtti, ülke kaynaklarının savaş uçaklarına, bombalara aktarıldığını ifade etti. DTP’ye yönelik saldırılara da dikkat çekti ve mücadele çağrısı yaptı. Dersim’de kutlamalar Cumhuriyet Caddesi’nde bir araya gelen kurumların miting alanı olan Kışla Caddesi’ne yürümesiyle başladı. Miting kurumlar adına yapılan konuşmalarla sürdü. Taksim’e girmek isteyen emekçilere yönelik devlet terörü protesto edildi. Mitingde kitleye seslenen DTP Dersim Milletvekili Şerafettin Halis, DTP’ye yönelik operasyonları ve Başbuğ’un açıklamalarını hedef aldı. Siirt‘te DİSK ve KESK tarafından düzenlenen kutlamaya yüzlerce kişi katıldı. Kutlamada konuşan DTP’li Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, bugüne kadar 1 Mayıs için yaşamını yitirenleri anarak sözlerine başladı, saldırıları kınadı. KESK Dönem Sözcüsü Serdar Batur ise Kürt halkına yönelik ve özellikle çocukları hedef alan saldırılara dikkat çekti. Miting halaylarla son buldu. Van’da 1 Mayıs Van Belediyesi işçileri ve Belediye Başkanı’nın katılımıyla kutlandı. Eylemde Belediye Başkanı Bekir Kaya söz aldı ve Taksim yasağını protesto etti. Mardin’in Derik ilçesinde 1 Mayıs kutlaması gerçekleştirildi. Eğitim-Sen Derik İlçe Temsilcisi DTP’ye yönelik operasyonları eleştiren ve saldırıların durdurulmasını isteyen bir konuşma yaptı. Şırnak’ta, Şırnak KESK Platformu, DİSK Genel-İş Sendikası Şırnak Temsilciliği, DTP, Cudi Kültür ve Sanat Derneği, Şırnak Belediye Başkanlığı’nın çağrısıyla Şırnak Belediye Başkanlığı binası önünde bir araya gelen yüzlerce kişi, buradan Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Burada kitleye seslenen KESK Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü, ülkede akan kanın derhal durdurulmasını istedi. Hakkâri’nin Yüksekova İlçesi’nde 2 bin kişi 1 Mayıs’ı kutlamak için biraya geldi. DİSK ve KESK’in çağrısı ile Sabancı İlköğretim Okulu önünde toplanan kitle Şehir Stadyumu’na kadar yürüyüş düzenledi. Mitingde söz alan KESK dönem sözcüsü, son dönemlerde DTP’ye yönelik baskılara dikkat çekti. Batman’da kutlamalar Batman Emek Platformu tarafından düzenlendi. Saygı duruşu ile başlayan etkinlikte SES Batman Şube Başkanı, Petrol-İş Sendikası Batman Şube Başkanı, İHD Batman Şube Başkanı ve DTP İl Başkanı konuşmalar yaptılar.


Ekim Gençliği: Taksim kararlılığıyla sesimizi yükselttik!

Sermaye devleti tüm sokakları tutmuş, Taksim’i yasaklamış olsa da Taksim kararlılığı ile birçok noktada eylemlerimizi sürdürdük. Sabah ilk buluşma noktamız olan DİSK merdivenleri önündeydik. DİSK üyelerinin bir kısmı da burada yürüyüş için toplanmıştı. Yürüyüş başlamadan önce “Yaşasın 1 Mayıs/Ekim Gençliği” pankartımızı açtık. “Yaşasın devrim ve sosyalizm!” sloganlarımızı yükselttik. Yaklaşık on dakika sonra müdahale oldu. Bir müddet süren çatışmanın ardından kitlenin geri çekilmesiyle dağılma yaşandı. Aynı dakikalarda bir kısmımız DİSK’in önüne varmaya çalışırken, Şişli Cami önündeki toplanmaya da müdahale edildi. Burada pankartımızı açtık ve sloganlarımızla eylemimizi başlattık. Kitlenin dağılmasına rağmen bu noktada tazyikli suya karşı uzun süre direndik. Bu iki noktadaki dağılmalardan sonra Şişli Cami’nin ilerisinde toplanıp DİSK’in önüne gitmeye çalışırken polis tazyikli suyla müdahale etti. Şişli Adliyesi sokağından geri çekilerek Namlı Market’in önündeki kitleyle buluşuldu. İkinci bir eylem de burada başlatıldı. Polis bu noktada da tazyikli su ve biber gazı ile saldırdı. Cevahir Alışveriş Merkezi önüne çekilen kitle Mecidiyeköy Metro önünde bir kez daha buluştu. Burada da yönümüzü Taksim’e dönerek sloganlarımızla, ajitasyonlarımızla Taksim çağrımızı yükselttik. Burada uzun bir bekleyişin ardından sendikacılar barikata yüklenmek yerine bulunduğumuz noktayı anma alanına çevirmeye çalışınca, protesto ederek alandan ayrılma kararı aldık. Eylemi bitirmek üzere olan kitleye polis saldırdı. Tazyikli su, boyalı su, biber gazı ile kitleyi dağıtmaya çalıştı. Copla azgınca saldırdı. Kitleye doğru gelen panzerin önüne geçerek pankartımızı bir kez daha açtık. Ara sokaklara çekilirken de yoğun biber gazına maruz kaldık. Geriye doğru çekilen kitlenin bir kısmının polis arabasını taşlamasının ardından arabadan çıkan polisler önce havaya sonra kitleye ateş açtı. Mecidiyeköy metroya ulaşamayanlar ise Şişli Etfal’e doğru ilerledi. Burada da ara sokaklardan Taksim’e doğru ilerlerken birçok ara sokakta polisin müdahalesi ile karşılaştık. Ara sokaklarda bir araya geldiğimiz farklı siyasal gruplarla polis barikatlarında çatıştık. Şişli Etfal’deki çatışma yaklaşık bir saat sürdü. İlk olarak sloganlarla birlikte panzer ve polis taşlanmaya başlandı. Çevik kuvvet ekipleri bu saldırıya gaz bombası atarak karşılık verdiler. Kitlede küçük bir dağılma olsa da yeniden toparlanıldı ve tekrar saldırıya geçildi. Bu kez, boyalı suyla birlikte gaz bombası kullandılar. Fakat kitlenin geri çekilmemesi ve polisi taş yağmuruna tutmasından dolayı bir müddet geri çekilmek zorunda kaldılar. Daha sonra ellerindeki gaz bombası tükendiği için üzerimize panzeri sürdüler. Burada panzer kitlenin üzerine doğru hızla ilerlerken ara sokaklara geçilindi ve polis taş yağmuruna tutuldu. Ara sokaklarda dağınık şekilde duran kitle bu saldırıdan sonra tekrar toplandı. Sloganlardan sonra kitle saldırıyı protesto etmek amacıyla alkış

ve ıslıklarla, ellerindeki sopaları ve taşları demir direklere vurarak kısa bir ses çıkarma eylemi gerçekleştirdi. Ardından çatışma tekrar başladı. Bu çatışma uzun bir süre devam ettikten sonra kitlenin bir kısmı ara sokaklara dağıldı. Bu kez polis bu kitleyi dağıtmak için sokaklara gaz bombası atmaya başladı. Burada küçük bir kovalamaca yaşandı. Ancak caddenin diğer tarafında olanlar çatışmaya devam etti. Daha sonra kitlenin çoğunun dağılmasından dolayı buradaki çatışma sona erdi. Gün içinde Tarlabaşı tarafındaki sokaklarda da militan çatışmalar yaşandı. Çatışmalarda molotof kokteyli kullanıldı. Polis gaz bombasıyla müdahale etti. Saat 12.15 civarında İstiklal’de bulunan kitle ile bir eylem başlatma kararı aldık. Burada açılan BDSP pankartına polis tazyikli su ile müdahale etti. Kitlenin ara sokaklara girmesinin ardından polis gaz bombası kullandı. Daha sonra pankart ikinci kez açıldı. “Taksim kızıldır kızıl kalacak” sloganıyla yürüdük fakat sloganlar kitle tarafından desteklenmedi. Tazyikli suyun ikinci kez kullanılmasının ardından geri çekilmek zorunda kaldık. Kitlenin müdahale sonrasında dağılması nedeniyle uzun süreli bir çatışma yaşanamadı. Bir pankartımız Taksim’deki anma sırasında bir süre Taksim’deki anıta asıldı. Bulunduğumuz her noktada “Yaşasın 1 Mayıs, Bıji Yek Gulan!”, “İnadına Taksim, inadına 1 Mayıs!”, “1 Mayıs kızıldır, kızıl kalacak!”, “1 Mayıs’ta Taksim yasağına son!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!” sloganlarını attık. Taksim kararlılığıyla bulunduğumuz her noktada direndik. Ekim Gençliği/ İstanbul

9


Üniversitelerden...

YTÜ’de ulusalcı çete-polis-rektörlük işbirliği!

2 Nisan’da İP-TGB’nin YTÜ’de bildiri dağıtımı gerçekleştirmek istemesi üzerine devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler Orta Bahçe’de ve Tonoz Cafe’de teşhir konuşmaları gerçekleştirdi. TGB’lilerin dağıtımlarına farklı yerlerde devam etmeye çalışmaları üzerine mü-

dahale edildi. Çatışma araya güvenliklerin girmesi ile son buldu. İP-TGB çetesi, dışarıdan destek alarak okuldaki siyasal afişlere saldırdı. Bunun üzerine TGB’lilere müdahale edildi ve bu kez de provokatörleri korumak için çevik kuvvet üniversiteye girdi. Çevik polis, devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilere saldırıda bulundu. Tonoz önüne çekilen öğrenciler burada sloganlar, marşlar ve halaylar eşliğinde bekleyişlerini sürdürdüler. Çetenin üniversiteyi terk etmesinin ardından okuldan toplu çıkış yapıldı. 3 Nisan günü İP-TGB çetesi ÖGB korumasında okulda devrimcileri karalamak üzerine faaliyet yürütmeye çalıştı. Çeteye bir kez daha müdahale edildi. Bunun üzerine öğrencilere vahşice saldıran kolluk güçleri biber gazının yanısıra plastik mermi de kullandı. Polis saldırısının ardından YTÜ Mimarlık Fakültesi’ne çekilen öğrenciler fakülte içinde barikat kurarak burada bekleyişlerini sürdürdü. Devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler ise polis ve İP çetesinin okuldan çıkmaması halinde dağılmayacaklarını ifade etti. İP’lilerin Tonoz önünde toplanarak basın açıklaması yapacaklarını duyurmaları ile devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler bu basın açıklaması girişimine de müdahale ettiler. Bu durumu fırsat bilen çevik kuvvet ekipleri bir kez daha saldırdı. Çatışmanın ardından öğrenciler yeniden Mimarlık Fakültesi’ne çekildi ve tüm girişlere barikatlar kurarak fakülteyi işgal etti. Çevik kuvvet Mimarlık Fakültesi’ni kuşattı. Bu sırada kapının önünde YTÜ öğrencilerine destek için öğrenciler toplandı ve durumu protesto etmek için basın açıklaması hazırlıklarına başladı. İP-TGB çetesinin üniversiteyi terk etmesinin ardından polisle pazarlıklar sürdü. Polis ablukasının kaldırılmasından sonra fakültede bulunan öğrenciler barikatları kaldırarak sloganlar eşliğinde üniversiteden çıkış yaptı ve kapı önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

YTÜ öğrencileri oturma eyleminde

İP/TGB-polis-idare işbirliğinde gerçekleştirilen provokasyonun ardından saldırılar YTÜ’de devrimci, demokrat, yurtsever öğrencilere yönelik soruşturmalar ile devam etti. 5 TGB çetesi mensubunun da dahil olduğu 23 kişinin alınan “ihtiyadi tedbir” kararı ile okula girişi yasaklandı. Okula hergün gelen çevik kuvvet içeride siyasi afişlere saldırdı. YTÜ öğrencileri olarak bu saldırıları teşhir etmek ve üniversitemi-ze sahip çıkacağımızı göstermek için içeride ve okul kapısı önünde çeşitli eylemlilikler düzenledik. 13 Nisan günü bir basın açıklaması yaparak o hafta teşhir faaliyeti ördük. 20 Nisan’da ise yine bir basın açıklaması ile o hafta oturma eylemi gerçekleştirdik. Açıklamada rektörlüğün, kendisinin de bir parçası olduğu saldırıları üniversitede devrimci siyasal faaliyeti bitirme yönünde bir “fırsata” dönüştürmeye çalıştığı, İP/TGB çetesinin ise bu süreçte kullanılan bir piyon olduğu belirtildi. YTÜ Öğrencileri imzalı “Rektörlük-polis-İP/TGB çetesi işbirliğine son! Üniversitelerde faşist çetelere geçit vermeyeceğiz!”, “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin! Eğitim hakkımız engellenemez!”, “Polis, çeteler dışarı! Öğrenciler içeri!” yazılı pankartlarımızı asarak, “Eğitim hakkımız engellenemez” yazılı tişörtleri-mizle birlikte oturma eylemini gerçekleştirdik. 21 Nisan günü de oturma eylemine yine dağıtılan bildiriler ve yaka kartları ile devam edildi. Dağıtımlar dışarıda ve içeride paralel olarak gerçekleştirildi. Eylemin üçüncü günü olan 22 Nisan’da Bandista, Önder Babat Kültür Merkezi Müzik Grubu ve Serhad Raşa şarkılarıyla direnişe destek verdi.

Hatice Yürekli yoldaş anısına...

Hatice Yürekli yoldaş, Ölüm Orucu’nda şehit düşmesinin yıldönümünde İÜ Edebiyat Fakültesi’nde hazırlanan duvar gazetesi ile anıldı. Yürekli’nin yaşamına ve mücadeleye dair sözlerine yer verildi ve devrime olan inancı bir kez daha hatırlandı.

Gençlikten direniş ziyareti

İstanbul Üniversitesi’nden öğrenciler 44 gündür fabrika önünde kararlılıkla direnişlerini sürdüren LC Waikiki MEHA işçilerine 17 Nisan günü bir ziyaret gerçekleştirdi. Direniş çadırının önüne geçildikten sonra burada üniversite öğrencileri adına bir konuşma yapıldı. MEHA işçileri adına yapılan konuşmada, öğrencilerin ziyaretinin çok anlamlı olduğu, bu tür mücadelelerde dayanışmanın, birlik ve beraberliğin işçiler, emekçiler, öğrenciler olarak hep birlikte gösterilmesi gerektiği söylendi. Yapılan sohbetler ve çekilen halayların ardından ziyaret sona erdi.

Ege’de devlet terörü

20 Nisan günü Ege Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde yurtsever bir öğrencinin sivil polisler tarafından silahla tehdit edilmesi üzerine yaşan tartışmada sivil polis tarafından okul içerisinde silahla üç el ateş açıldı. Olay üzerine faşistler ile bir çatışma yaşandı. Bunun ardından çevik kuvvet bölgeyi ablukaya aldı ve faşistleri koruyarak devrimci öğrencilere saldırdı. Olayların yatışmasının ardından çevik kuvvet okuldan çekildi. Edebiyat Fakültesi’nde süren kısa bekleyişin ardından YDGM rektörlüğe sessiz yürüyüş gerçekleştirdi. Devrimci demokrat öğrenciler okuldan toplu çıkış yaptılar.

10

İzmir’de Ekim Gençliği militan satışı

İzmir Ekim Gençliği olarak 19 Nisan günü İzmir Kitap Fuarı’nda dergimizin militan satışını gerçekleştirdik. Faaliyetimiz başlar başla-


maz çoğu öğrenci olan birçok insanın yoğun ilgisiyle karşılaştık. Güvenliklerin “Satamazsınız, yasak!” diye müdahale etmelerine karşılık, ajitasyonlarla faaliyetimize devam ettik. Yaptığımız ajitasyon konuşmalarında, herkesi krize, açlığa, sefalete karşı 1 Mayıs’ta alanlarda olmaya çağırdık.

Ankara’da Liselilerin Sesi ve Ekim Gençliği satışı

10 Nisan günü Ankara’da Yüksel Caddesi’nde okul çıkış saatinde Ekim Gençliği ve Liselilerin Sesi olarak kitlesel yayın satışı gerçekleştirdik. Yayın satışı esnasında megafonla yaptığımız ajitasyon konuşmalarında, kapitalist düzenin biz gençlere hiçbir gelecek vaat etmediğini, bizi işsizliğe, geleceksizliğe mahkum ettiğini, gençliğin kurtuluşunun mücadele etmekten geçtiğini anlattık ve gençliği 1 Mayıs’ta alanlara çağırdık.

İÜ’de saldırı protestosu

8 Nisan günü, İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs’ten toplu çıkış yapan yaklaşık 15 öğrenci Unkapanı Müze otobüs durağında faşistler tarafından saldırıya uğradı. Bir kısmı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, bir kısmı ise Alperen ve Ülkü Ocakları’ndan gelen 30 kişilik faşist güruh, ellerindeki satırlarla, döner bıçaklarıyla, testere ve sopalarla vahşice saldırarak 3 öğrenciyi yaraladı. Yaşanan faşist saldırı devrimci-demokrat öğrenciler tarafından gerçekleştirilen eylemle protesto edildi. 9 Nisan günü gerçekleştirilen açıklama öncesinde kantinde, yemekhanede, bahçede konuşmalar yapılarak, yaşanan saldırıyı teşhir eden bildiriler dağıtıldı. Faşist saldırılara karşı eyleme katılım çağrısı yapıldı.

Eskişehir: “Faşizme karşı birleşik mücadeleye!”

Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde 18 Mart günü 74 öğrenciye polis saldırmış ve toplu gözaltılar yaşanmıştı. Yaşanan olaylar Anadolu ve Osmangazi üniversitelerinde bir hafta boyunca yürütülen afiş, bildiri ve ajitasyon faaliyetiyle teşhir edildi. “Faşizme karşı birleşik mücadeleye!” şiarıyla örgütlenen süreç 7 Nisan günü Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsünde yapılan bir eylemle sonlandırıldı. Okunan basın açıklamasında rektörlüğün öğrencilerin tekme tokat gözaltına alınması için polisi üniversiteye çağırması, çevik kuvvete araç tahsis etmesi ve arkasından basına verdiği demeçlerde öğrencilere soruşturma açacağını söylemesi hatırlatılarak, bu soruşturmaların hedefinde devrimci öğrencilerin olduğu vurgulandı. Ekim Gençliği, ODAK-Genç Direnişçi, DÖB, DGH, DPG ve Eskişehir Gençlik Derneği’nin örgütlediği eyleme yaklaşık 60 kişi katıldı. Eyleme SGD ve YDG-M de destek verdi.

Kamp-Üs Dergisi festivale hazırlanıyor!

İstanbul Üniversitesi’nde çıkardığımız Kamp-Üs dergisi bu yıl ikinci festivalini yapmaya hazırlanıyor. Bu yılki festivalin konusu, YÖK’ün senenin başında açıkladığı “Özgür ve Güvenli Üniversite” projesini ve toplamda güvenlik kameraları, ÖGB’ler ve soruşturmalar ile bizleri kısıtlayan baskı düzenini teşhir etmek ve gerçek özgürlüğün sınırlarını belirlemek için “Özgürlük” olarak tanımlandı. Öğrencilerin özgürce fikirlerini ifade edemediği, ettiği koşullarda ise soruşturma, okuldan uzaklaştırma ve okuldan atılma saldırılarıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemde, bu projeyle okula polisin girmesinin yasaklanacağı ancak ÖGB’lerin yetkilerinin arttırılaracağı ifade ediliyor. Atölye çalışmalarıyla, dergimizle ve fakülteler içerisinde gerçekleştireceğimiz etkinliklerle festivale hazırlanıyoruz. Geçtiğimiz seneki atölyelerden sinema, fotoğraf, bilim-felsefe atölyeleri çalışmalarını hızlandırarak sürdürüyor.

Ders 1: “Kriz ve geleceksizlik”

“YTÜ Öğrencileri”nden Alternatif Üniversite

YTÜ öğrencilerinin kapı önündeki direnişleri 28-29 Nisan günleri gerçekleştirilen “Alternatif Üniversite” etkinliği ile sürdürüldü. Eğitim hakkımızın engellenmesine yönelik protestolarımız rektörlük-polis-İP/TGB çetesi işbirliğinin teşhiri ile devam etti. 28 Nisan günü “Kapitalizmin krizi ve geleceksizlik” üzerinden yürüttüğümüz tartışmaya TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu ve direnişteki Meha ile Kurtiş işçileri katıldı. Önce üniversiteye alınmayan bir arkadaşımız direniş sürecini anlattı. Daha sonra kendi süreçlerini anlatmak için sözü Kurtiş işçisi aldı. Ücret alacaklarının patron tarafından gaspedildiğine değindi ve direnişlerinde kararlı olduklarını ifade etti. Ardından konuşan Meha işçisi kendi direniş süreçlerine değindi ve sorunların kaynağının ortaklığına vurgu yaptı. Buna karşı verilecek mücadelenin öğrenciler ve işçiler ile ortak verilmesinin önemine değindi. TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu ise üniversitelerde hakkını arayan öğrencilerin üniversite dışında bırakılmasıyla tersanelerde hakkını arayan işçilerin işlerinden edilmesi arasındaki benzerliğe dikkat çekti. Sorunların ortak olduğuna dikkat çeken Nihadioğlu verilecek mücadelenin de ortak olması gerektiğini vurguladı. Soru-cevap bölümündeki tartışmaların ardından hep birlikte Avusturya İşçi Marşı söylendi. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “ Direne direne kazanacağız!” sloganlarıyla etkinlik sonlandırıldı.

Ders 2: “Neden 1 Mayıs, Neden Taksim?”

“Alternatif üniversite” kurgusunun 2. dersi 29 Nisan günü, Tez-Koop-İş Sendikası Genel Eğitim Danışmanı Volkan Yaraşır ve grevdeki ATV-Sabah emekçilerinden Mete Öztürk’ün katılımlarıyla gerçekleştirildi. Volkan Yaraşır sözlerine, Türkiye tarihini belirleyen beş tane 1 Mayıs süreci olduğuna ve bunların hepsinde

11


“sınıfa karşı sınıf” bilincinin açığa çıktığına değinerek başladı. 2009 1 Mayıs’ının temel gündeminin ise kriz olduğuna değindi. Bu krizin küresel olduğunu, üretim sektörünü vurduğunu vurguladı. Böyle bir dinamik varken seçimlerde legalizmin sınıfın öfkesini sistem içine yönlendirdiğini, sol hareketlerin bir kısmının krizi derinleştirmek ve işçilerin öfkesini örgütlemek maksatlı seçimlerden yararlanmadığını, bunun ise düzenin değirmenine su taşıdığını ifade etti. Bugün verilen tatil hakkının devletin bir lütfu değil, 103 yıllık mücadelenin bir sonucu olduğundan ve Taksim iradesinin de tarihsel meşruiyetine dayandığından, “tarihsel rövanşımızın” mutlaka alınması gerektiğinden bahsetti. ATV-Sabah grevinden Mete Öztürk ise kısaca kendi grev süreçlerini anlatarak söze başladı ve TGS’nin 1 Mayıs’ta Kadıköy’de olacağını ifade ederek buna rağmen grevdeki çoğu emekçinin 1 Mayıs alanının Taksim olması gerektiğini düşündüğünü söyledi. İki yıldır işçi ve emekçilerin maruz kaldıkları polis terörünün artık emekçilerin kar hanesine yazılması, 1 Mayıs Taksim iradesinin sonuna kadar sürdürülmesi gerektiğine değindi. Daha sonra sorulan sorulara verilen cevaplarla “ders” tamamlandı. Taksim kararlılığının YTÜ öğrencileri tarafından da gösterileceği vurgulanarak sloganlarla etkinlik sonlandırıldı.

1 Mayıs faaliyetlerinden... Karaköy’de 1 Mayıs gözaltısı Devrimci 1 Mayıs hazırlıkları çerçevesinde “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’ta alanlara! / BDSP” ve “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara! / Ekim Gençliği” afişlerini Tünel-Karaköy Yokuşu ve Karaköy-Tophane hattına yapan Ekim Gençliği okurları faaliyet sırasında polis engeliyle karşılaştılar. Yapılan afişlerin fotoğrafını çeken polis afiş yapan iki arkadaşımızı gözaltına aldı.

Maslak’ta 1 Mayıs gözaltısı 26 Nisan günü Maslak-Kabataş hattına “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara! /Ekim Gençliği” ve “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’a! / BDSP” şiarlı afiş yapan Ekim Gençliği okurları polis tarafından gözaltına alındılar. Emirgan Karakolu’nda yaklaşık iki saat tutulan arkadaşlarımız, polisin keyfi tutumlarıyla karşı karşıya kaldı. Gözaltı işlemi yapılmadığı halde arkadaşlarımıza kelepçe takıp, üst araması yapmaya çalışıldı, ancak üst aramasına izin verilmedi. Kelepçe takma saldırısı da kararlı tutum sayesinde boşa düşürüldü. İki saatin ardından gözaltılar serbest bırakıldı.

İTÜ’de 1 Mayıs hazırlığı 27 Nisan Pazartesi sabahı Maçka Kampüsü’nde BDSP imzalı “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için, 1 Mayıs’ta mücadele alanlarına!” şiarlı bildirilerini yoğun bir şekilde dağıttık. Maslak Kampüsü’ne ise “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara! / Ekim Gençliği” ve “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’a! / BDSP” şiarlı afişlerimizi astık. Ayrıca 75. yıl öğrenci yemekhanesinde Ekim Gençliği masası açtık ve yemekhanede bildirilerimizi dağıttık. Üniversitelilerle yaptığımız sohbetlerde bu seneki 1 Mayıs’ta Taksim çağrısının önemli olduğunu vurguladık ve 1 Mayıs alanının Taksim Meydanı olduğunu söyledik.

İstanbul Ekim Gençliği 1 Mayıs pikniğinde buluştu

12

1 Mayıs’a sayılı günler kala İstanbul’da bulunduğumuz üniversitelerde yürüttüğümüz faaliyeti yoğunlaştırarak sürdürürken, bu faaliyetin bir parçası olarak üniversitelerdeki arkadaşlarımızla birilikte 1 Mayıs etkinliği olarak bir piknik gerçekleştirdik. İlk olarak ortak hazırlanan sofrada kahvaltı yaptık. 1 Mayıs ve Taksim iradesi, öğrencilerin 1 Mayıs alanında neden bulunması gerektiği üzerine ayrıntılı tartışmalar gerçekleştirdik. Bir arkadaşımız yaptığı giriş konuşmasında içinden geçtiğimiz süreçten bahsetti. Kriz ortamı, buna karşı mücadelenin 1 Mayıs alanında dile getirilmesi gerekliliği, bu çerçevede üniversitelerde yürüttüğümüz çalışmayı anlattı. Ardından sendika bürokrasisinin ve reformist bazı kesimlerin Taksim kararlılığını gösteremediği, yaptıkları açıklamalarla düzen güçlerinin işini kolaylaştırdıkları vurgulandı. Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun kurulduğu zamandan beri aldığı tutum dile getirildi. 1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanı olan Taksim’de olacağımız söylendi. Yapılan konuşmanın ardından birçok kişi söz alarak 1 Mayıs’a öğrencilerin neden katılması gerektiği üzerine düşüncelerini belirtti. Burada 1 Mayıs’ın tarihinden kısaca bahsedilerek, 1 Mayıs’ın sadece bir günden ibaret ol-


madığı ve tüm işçi ve emekçilerin, emekten yana olan herkesin mücadele günü olduğu vurgulandı. Ardından birçok siyasal yapılanmanın, emek örgütlerinin ve sendikaların Taksim tutumu üzerinden söyledikleri tartışıldı ve Taksim’de olunması gerektiği bir kez daha vurgulandı. Pikniğe yaklaşık 30 kişi katıldı.

Ankara’da gençlik pikniği 23 Nisan günü Ekim Gençliği ve Liselilerin Sesi olarak 1 Mayıs pikniği gerçekleştirdik. Sabah erken saatlerde başlayan pikniğimizi sonuna kadar kolektif bir şekilde örgütledik. Pikniğimizde 1 Mayıs gündemli bir sohbet gerçekleştirdik. 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesinden Taksim iradesine kadar güncel gelişmeleri içeren tartışmalar yürüttük. Yaptığımız sohbet içerisinde 22 Nisan’da şehit düşen yoldaşımız Hatice Yürekli’yi de anarak devrimcilerin yarattığı mücadele geleneğinin 1 Mayıs’ta da alanlarda yaşatılması gerektiğini vurguladık. Sohbetimiz bugün kriz, işsizlik, geleceksizlik vb. saldırılardan fazlasıyla payını alan gençliğin tek kurtuluşunun mücadele etmekten ve sosyalizmden geçtiğinin vurgulanmasıyla son buldu. Soğuk havaya rağmen akşam saatlerine dek süren pikniğimizi 1 Mayıs alanında tekrar bir araya gelmek üzere sonlandırdık.

DEÜ’de 1 Mayıs hazırlıkları... 1 Mayıs öncesinde Dokuz Eylül Üniversitesi ve çevresini “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’a!” şiarlı BDSP afişlerini kullanarak donattık. Ayrıca “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara!” şiarıyla hazırladığımız ozalitleri okulun merkezi kafelerine astık. Ekim Gençliği masamızı da düzenli olarak açıp, dergimizin ve gazetemizi öğrencilere ulaştırmaya çalıştık. DEÜ’deki yemekhane zamları ile ilgili yürüttüğümüz imza kampanyası ile bütünlüklü olarak krizi, diplomalı işsizliği, paralı eğitim sistemini ele alan ve 1 Mayıs’a çağrı yapan “Krizin faturası kapitalistlere!” başlıklı bildirilerimizi kullandık.

Anadolu Üniversitesi’nde 1 Mayıs çalışması Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde BDSP afişleri ve Ekim gençliği satışıyla başlattığımız 1 Mayıs çalışmasını okulun dikkat çeken noktalarına yaptığımız BDSP afişleri ve “Krizin bedelini kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’a! / Ekim Gençliği”, “Yaşasın 1 Mayıs! / Ekim Gençliği” afişleri ve dergi satışlarıyla sürdürdük.

İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği 1 Mayıs’ta Taksim’de! İstanbul Üniversitesi’nde 1 Mayıs’ın tüm işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin kendi taleplerini haykırabilecekleri bir alan olduğunu anlatarak herkesi Taksim’e çağırdık. Fen-Edebiyat Fakültesi ve Merkez Kampüs’te Ekim Gençliği masası açtık, derginin satışını gerçekleştirdik. “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için 1 Mayıs’ta alanlara!” şiarlı Ekim Gençliği afişlerimizi ve “Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek için 1 Mayıs’a!” şiarlı BDSP afişlerini okulumuzda yaygın bir şekilde kullandık. BDSP’nin çıkarmış olduğu 1 Mayıs bildirilerini de faaliyetimiz süresince kullandık.

Beytepe’de 1 Mayıs çalışmaları Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde çalışma yürüten siyasal gençlik örgütleri Ankara 1 Mayısı’na “Beytepe 1 Mayıs Platformu” adı altında hazırlandılar. Çalışmanın ilk haftası olan 6-10 Nisan arasında üniversitedeki kantin sorunu işlendi. Yürüttüğümüz faaliyet boyunca sermayenin elinde birer şirkete dönen üniversitelerde, eğitimin ticarileştirildiğini ve eğitim boyunca verilmesi gereken hizmetlerin özelleştirildiğini belirttik. İlk haftada kantin konusunda yaşanan sıkıntıları işleyen bildirileri dağıtıp öğrencileri kütüphane önünde açtığımız çay standına çağırdık. “Yaşasın 1 Mayıs! Makine değil sohbet istiyoruz!” yazılı dövizlerle öğrencileri çayımızı, sohbetimizi paylaşmaya ve 1 Mayıs’ı tartışmaya çağırdık. Standımızın yanına ellerinde telsizler bulunan özel güvenlik elemanlarının maketlerini koyduk. Son dönemde Beytepe’de artış gösteren ÖGB baskısını da yürütülen faaliyete konu ettik. Faaliyetin ikinci haftası olan 13-17 Nisan tarihleri arasında ise kapitalizmin kriziyle ilgili kısa bir sohbet gerçekleştirdik Çalışmanın 3. haftasında ise “Neden 1 Mayıs’a gitmeliyiz?” başlığı altında bir çalışma kurguladık.

13


8. Bir-Kar Gençlik Kampı başarıyla gerçekleştirildi…

Öğren, örgütlen, alternatif yarat!

Her yıl geleneksel olarak düzenlediğimiz Bir-Kar Gençlik Kampı’mızın 8.’sini bu yıl, 12-18 Nisan 2009 tarihleri arasında, Almanya’nın Kleve kentinde gerçekleştirdik. 8. kampımızı gerek katılımın bileşimi ve gerekse de içerik bakımından bir eğitim kampı olarak planladık ve buna uygun olarak gerçekleştirdik. Bu çerçevede önceki kamplara nazaran daha sınırlı bir katılımı tercih ettik. Kapitalizmin ağır ekonomik krizi, toplumun her kesimine olduğu gibi gençliğe de ağır bir fatura çıkartmaktadır. Bu fatura gençlik için işsizlik, yoksulluk, yozlaşma ve geleceksizlik anlamına gelmektedir. Fakat ne yazık ki, Almanya’daki gençlik kitlesi ve onun bir parçası olan Bir-Kar Gençliği, bu ağır saldırılara karşı bilinç ve örgütlülük bakımında son derece zayıf bir konumdadır. Bu durumu kamp çağrımızda şöyle dile getirmiştik: “Kabul etmeliyiz ki, halihazırdaki güçlerimiz bilinç ve örgütlülük olarak oldukça yetersizdir. Örneğin birçok arkadaşımız için dinsel, mezhepsel, bölgesel ve ulusal kimlikler, sınıfsal kimliğinden önce gelebilmektedir. O kadar ki, devrimci kimlik için asgari koşul olan, bilimsel bir dünya görüşünden bile yoksundurlar. Tam da bu nedenlerden hareketle, bu seneki 8. Bir-Kar Gençlik Kampımızı bir eğitim kampı olarak gerçekleştirmeyi kararlaştırmış bulunuyoruz.” Eğitim kampımızın seminer konularını bu amaç ve ihtiyaç doğrultusunda, temel bazı toplumsal sorunlarda asgari bir bilinç yaratacak şekilde seçtik. Seminer başlıklarımız şunlardı: Diyalektik ve tarihsel materyalizm, ulusal sorun ve Kürt sorunu, din sorunu, kapitalist kriz ve görevlerimiz, örgütlenme sorunu, partili kimlik ve gençlik, emperyalist kültür, yozlaşma ve gençlik. Bir aksaklık nedeniyle, diyalektik ve tarihsel materyalizm semineri dışındaki seminerlerin tümü başarıyla sunuldu. Seminer konuları çok kapsamlı olmasına, dil konusunda yaşanan problemlere ve politik seviyenin geriliğine rağmen oldukça olumlu ve verimli tartışmalar yapıldı. Sunumdan önce, konuyu özetleyen sorular hazırlayıp, bunları belli bir süre 4-5’er kişilik gruplarda tartışıp sonra genel sunuma geçme yöntemi oldukça verimli oldu. Böylece geniş toplantıda tartışmaktan çekinen arkadaşların daha aktif katılımı sağlanmış oldu. Kampımızda seminerler ve politik tartışmalar daha ağırlıklı bir yer tutsa da, her zamanki gibi müzik, tiyatro ve folklor gibi kültürelsanatsal etkinlikler de gerçekleştirdik. Herkesin mutlaka bir grupta yer aldığı bu etkinliklerde kolektif çalışmanın ürünü güzel ve yaratıcı örnekler çıktı ortaya. Altı gün süren kampımızda, saydığımız etkinliklerin dışında çeşitli kitap ve kişi tanıtımları (Spartaküs, Ümit Altıntaş, Erdal Eren), film gösterimleri, yetenek yarışması, bilgi yarışması, sportif etkinlikler ve şehir turu gibi etkinlikler de gerçekleştirildi. Kampımız baştan sona devrimci, kolektif, paylaşımcı ve dostça bir atmosferde geçti. Bütün gençlerin oldukça memnun ve mutlu ayrılması kampımızın başarısının göstergesidir. Kampımızın son günü olan 17 Nisan akşamı, her zaman yaptığımız gibi bir haftalık kültürel-sanatsal ürünlerimizi paylaştığımız “final gecesi” gerçekleştirdik. Final gecesinin başlangıcında, Hatice Yürekli yoldaşın ölümsüzlüğünün 9. yılı vesilesiyle kısa bir anma yaptık. Gecemiz tüm kısıtlı olanaklara rağmen üretilen müzik, folklor, tiyatro, kamp görüntüleri gibi kültürel ürünlerin sergilenmesiyle devam etti ve çekilen halaylarla sona erdi. Son etkinlik ise yaptığımız ayrıntılı kamp değerlendirmesi oldu. Önce her katılımcı arkadaş görüşlerini belirtti. Ardından diğer katılımcılar, eleştiri-özeleştiri temelinde, konuşan arkadaşın eksik ve üstün yanlarını ve bir yoldaş olarak ondan beklentilerini dile getirdiler. Değerlendirme toplantısında bu tarzı ilk kez kullandık. Böylece değerlendirme toplantısını da eğitici bir araca dönüştürdük. Bu bir haftalık yoğun çalışmadan gençlik çalışması, bundan sonraki kamplar ve gençliğin eğitimi açerçevesinde çıkardığımız özet sonuçlar ise şöyledir: - Seminerleri mümkün mertebe Almanca bilen genç arkadaşlar sunmalıdır. Daha tecrübeli arkadaşlar onlara bu konuda güvenmeli, inisiyatif vermeli, onlara sadece yardımcı olmak ve önünü açmak sınırlarında müdahale etmelidir. - Seminerlerde kuru ve sıkıcı bir dil değil, gençlerin anlayabileceği, tarihsel ve güncel somut örnek, fıkra, resim, çizim, benzetme, istatistik, karşılaştırma vb. gibi öğelerle zenginleştirilmiş, canlı, sade ve popüler bir dil kullanılmalıdır. - Bu zenginleştirilmiş teorik anlatımı güçlendiren ve anlaşılmasını kolaylaştıran dia, sinevizyon, film gibi görsel araçlar daha çok kullanılmalıdır. - Seminer veya eğitim çalışmasından sonra konunun anlaşılıp anlaşılmadığını bilmek amacıyla, sınav havası yaratmadan röportaj, soru, anket veya yarışma gibi uygun araçlarla kontrol edilebilmelidir. - Seminerlerden önce en azından konuyu özetleyen kısa bir metin sunulmalıdır. Bunun dışında konuyu bütün kapsamıyla kavramayı sağlayacak tüm kaynaklar gösterilmelidir. - Sunum sırasında çok sık olmamak kaydıyla, sözün kesilebileceğini söylemek, böylelikle anlaşılmayan şeyleri atlamanın önüne geçmek ve gençlerin rahat soru sormalarını sağlamak, yanı sıra, zaman zaman uyarıcı bazı sorular sorarak konuya ilgilerini arttırmak gerekiyor. - Seminerlerden önce konuyu özetleyen sorular temelinde küçük gruplara ayırıp buralarda tartışmalar yapma yöntemi, seminerin verim ve canlılığını arttırmakla kalmamakta, konunun anlaşılmasını da kolaylaştırmaktadır. Grup çalışmasında herkesin mutlaka konuşup katkı yapmasını sağlamak gerekiyor. - Seminerler sırasında konuşan gençlerin sözlerini mümkün oldukça kesmemek, yanlış şeyler söyleseler bile onları sabırla dinlemek ve sorularına net cevaplar vermek gerekiyor. - Kültür-sanat çalışmaları gençlik çalışmasında, örgütlenmede ve gençliğin eğitiminde vazgeçilmez bir role sahiptir. Daha etkili ve daha profesyonelce kullanılmalıdır. - Bir gencin kendisini marksist dünya görüşü doğrultusunda asgari düzeyde donatabileceği bir eğitim programı hazırlanmalıdır. Bu programda özellikle okuma alışkanlığı zayıf olan gençler için akıcı ve eğitici romanlar ve biyografi kitapları ağırlıkta olmalıdır. - Herkese yeteneğine ve ilgi alanına göre mutlaka bir görev verilerek topluluğun aktif bir parçası olması sağlanmalıdır. Böylece kampın disiplini ve verimliliği de doğal bir şekilde sağlanmış olacaktır. Yerellerde mutlaka kültürel veya politik araçlar etrafında gençlik grupları kurulmalı ve bunlar gittikçe genişletilmelidir. Böylece kampta çok daha yoğun şeklini yaşadığımız kültürel, sosyal ve politik ortam bütün bir yıla yayılmış olacak ve gençler bir dahaki kampa daha da ilerlemiş olarak geleceklerdir. - Kamp yeri için seçilen şehrin doğal güzellik, tarih, müze ve kültür bakımından gezilip görülmeye değer bir yer olmasına dikkat edilmelidir. Kampımızın sağladığı yeni açıklıklar ve biriktirdiğimiz yeni deneyimlere dayanarak, daha ileri, daha hedefli, daha tanımlı ve daha örgütlü bir gençlik çalışması için adımlarımızı sıklaştıracağız.

14

Bir-Kar Gençliği / Almanya


Yinelenen tartışmalar ve samimiyetsizlik!

Edirne’de soruşturma sürecinde yaşananlar...

5 Kasım 2008 tarihinde Balkan Yerleşkesi’nde Trakya Üniversitesi’ndeki devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenci gençlik örgütleri ortak bir YÖK protestosu gerçekleştirmişlerdi. Uzun yıllardan sonra bu kadar kitlesel olan bir eyleme idarenin müdahalesi gecikmedi. İlk olarak Tunca Meslek Yüksek Okulu’nda okuyan birkaç öğrenciye, ardından Eğitim Fakültesi’nde okuyan iki öğrenciye soruşturma açıldı. Fen-Edebiyat Fakültesi’nde eyleme katıldığı “tespit edilen” 89 kişi ise sözlü olarak uyarıldı. Bu yaşanan olayların ilk dönem sonuna denk düşmesi ve üniversitede sınav haftasının başlamasından ötürü hiçbir siyasal gençlik örgütü konu ile gerektiği kadar ilgilenemedi. Ara tatilin bitmesinin ardından Tunca Meslek Yüksek Okulu’nda soruşturma alan öğrencilere birer ay, Eğitim Fakültesi’nde soruşturma alan (aralarında okurumuzun da bulunduğu) 2 öğrenciye ise iki dönem okuldan uzaklaştırma cezası verildi. Bu cezalar üzerine Trakya Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren tüm siyasal gençlik örgütleri bir araya gelerek var olan duruma müdahale kararı aldı. Yapılan toplantılar sonucunda müdahalenin hangi zemin üzerinden yapılması gerektiği tartışıldı. Bu tartışma üzerinden genç komünistler soruşturma sürecinin YÖK zihniyetinin teşhiri ve eğitimin ticarileşmesi ile bağın kurulamadığı sürece yapılacak müdahalenin içinin boş olacağını belirttiler. Bu bütünlükle ele alınmayan bir çalışmanın öğrencilerin gündemine taşınamayacağını vurguladılar. Toplantıya katılan tüm yapılar ortaklaşarak bir program çıkarıldı. Programda; cezalara karşı kitlesel bir basın açıklaması yapılması, konuyla ilgili hukuki sürecin başlatılması, okul genelinde her fakültede “arkadaşıma dokunma” ibaresinin bulunduğu kokart kampanyasının başlatılması, mümkün olduğu koşullarda olayın yerel ve ulusal basında, yerel televizyon ve radyo kanallarında gündemleştirilmesi ve kitlesel bir biçim kazanabildiği ölçüde cezaların geri çekilmesi için açlık grevi yapılması ya da okul önünde nöbet

tutulması gibi eylem ve etkinlikler yer alıyordu. İlk olarak Ayşekadın Yerleşkesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi, fakat eyleme Ekim Gençliği ile birlikte bazı yapılar kitlesel katılırken bazı yapılar temsilci düzeyinde katıldı. Oysa bu basın açıklamasına kitlesel katılımın önemi yapılan toplantılarda vurgulanmıştı. Basın açıklamasının ardından dava harcının temin edilebilmesi için ilerici, devrimci kurum ve sendikalardan yardım talep edildi ve toplanan parayla Bölge İdare Mahkemesi’ne başvuruda bulunularak hukuki süreç başlatıldı. Ardından yine başta Ekim Gençliği olmak üzere bazı yapılar kokart kampanyasını bulunduğu fakültelerde başlatmasına rağmen bazı yapılar, bu kampanyaya başlamadılar. Bu süreç devam ederken, YÖK protestosuna katıldıkları gerekçesi ile Eğitim Fakültesi’nden aralarında daha önceden ceza almış iki arkadaşımızın da bulunduğu 11 kişiye yeni bir soruşturma daha açıldı. Bunun üzerine Trakya Üniversitesi’nde faaliyet yürüten öğrenci gençlik örgütleri bir araya gelerek bir toplantı daha yaptı ve ilk toplantıda alınan kararlar yinelendi. Ek olarak, konuyu milletvekilleri aracılığı ile meclise de taşımak gerektiği noktasında fikir birliğine varıldı ve sorun ilerleyen süreçte meclise de taşındı. İkinci soruşturmalarla beraber kokart kampanyası daha kitlesel bir hal aldı. Konunun basına ve meclise taşınması noktasında başlangıçta daha az çaba sarf eden yapılar da daha fazla çaba sarf etmeye başladılar. Bir kez daha toplantı yapıldı ve alınan kararlar yinelendi. Bu zaman dilimi içerisinde 8 Mart, Newroz, 16 Mart, 1 Mayıs gibi takvim eylemliliklerinin gündeme gelmesiyle soruşturma süreci kendiliğinden sönümlenmişti. Sadece birer yıl ceza alan arkadaşlar hukuki süreci takip ediyorlardı. İkinci açılan soruşturmalar 28 Nisan günü sonuçlandı ve aralarında iki okurumuzun bulunduğu 10 öğrenciye iki yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezası, bir kişiye de YÖK’ten atılma cezası verildi. Bundan sonra da Trakya Üniversitesi’nin fütursuz ve keyfi uygulamalarına karşı mücadelemiz sürecek. Bu saldırıya karşı ilk olarak hukuki süreci başlatmayı düşünüyoruz. Ardından kitlesel eylem ve etkinliklerle yapılan bu saldırıya en tok yanıtı vereceğiz. Ancak, ikinci cezaların açıklanmasına kadar olan süreçte yaşananlar, Trakya Üniversitesi’nde ve Edirne’de faaliyet yürüten bazı siyasal gençlik gruplarının samimiyetsizliklerini gözler önüne serdi. Alanda samimi bir duruş sergileyen yapıların işlerini yavaşlatan bu yapılar, kendi “canları yanmadıkça” sürece müdahil olma noktasında atıl kalmaktadırlar. Alınan kararların altına imza koymakta fakat bunun dışında pratik süreçlere ancak kendi insanları sorun yaşadığında katılmaktadırlar.

Ekim Gençliği / Trakya Üniversitesi

15


Ege Genç-Sen çalışmaları ve ciddiyetsizliğin son perdesi!

Dönem başında merkezi olarak belirlenen “Krizdeyiz yarısını öderiz” kampanyasının politik ufuksuzluğunu ve yerelleri kucaklamamasını mahkum eden Ege Genç-Sen önüne “Krizin faturasını ödemeyeceğiz, diplomalı işsiz olmayacağız!” şiarlı bir kampanya koymuştu. Bu kampanyanın sonunda, birim çalışmalarının ayaklarını oluşturduğu bir sempozyum gerçekleştirilecekti. Bu sırada İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği bursların kesilmesiyle Genç-Sen yüzünü burs sorununa çevirdi. Bu sorunu belirlediği şiar etrafında işledi. “Krizin faturasını ödemeyeceğiz! Burslarımızı geri istiyoruz!” şiarıyla ve “Parasız eğitim, bursların geri ödenmesi, tüm öğrencilere temel ihtiyaçlarını karşılayacak karşılıksız burs!” talepleriyle imza kampanyası yürüttü ve bunu bir yürüyüşle muhataplarına iletti. Çalışmaya ilişkin tüm kararların mecliste alınmasına rağmen imza kampanyası 6-7 kişilik aktif bir bileşene daraldı. Faaliyeti bu bileşen yürüttü, kararları aldı ve eylem gününe kadar tüm gelişmeleri, toplantı saatlerini “gelmeyen” Genç-Sen üyelerine ısrarla bildirdi. Eylem günü ise yürüyüşe sadece çalışmayı yapan Genç-Sen üyeleri katıldılar. Genç-Sen içerisindeki bileşenlerin ciddiyetsizliğinin yeni bir örneği bu eylem üzerinden görülmüş oldu. Bu süreçte faaliyeti yürüten ekibin de elbette bir takım eksiklikleri oldu. Bunlardan en önemlisi, çalışmanın eylem alanına aktarılamayışıdır. Burs eyleminin ardından yapılan Genç-Sen meclis toplantısında burs eylemi değerlendirilerek, “gelmeyen” arkadaşlardan özeleştiri istendi. “Bize haber gelmedi, mesajı bir gece önce gördük” diyen arkadaşlar, iki hafta boyunca okula gelip sürecin gidişatıyla ilgili bir bilgi alma ihtiyacı bile duymamışlardır. Toplantılara ve faaliyetlere “Seçim çalışmalarımız yoğun!” diyerek gelmeyen SGD’lilere haber verilmesine rağmen “Bizim haberimiz yok!” diyebilmişlerdir. Burs sürecine aktif olarak katılmayan yürütmenin tekrar seçilmesi talebimiz ise liberal reformist çevrenin dayatmasıyla, hiç görmediğimiz “bağımsız” öğrencilerin de katılacağı başka bir

16

toplantıya ertelenmiştir. Sempozyum çalışmaları ise “Bizim merkezi çalışmamız var, gelmeye çalışırız”, “Vize dönemi sadece teknik hazırlıklara yardım ederiz” gibi söylemlerle karşılanmıştır.

Gençlik kitlelerini talepleri etrafında örgütlemek ve politikleştirmek, onlara öncülük etmek iddiası olan bir kitle örgütünün içindeki bileşenlerin, çalışmalarını gençlik hareketinin ihtiyaçlarına göre değil de grupsal ya da kişisel ihtiyaçlara göre belirlemeye çalışması anlaşılması güç bir durumdur. “Bizler de öğrenciyiz, sınavımız var!” söylemi apolitikliğin en somut göstergesidir. Bu, kitlelerin bir adım gerisinden gelmektir. Bundan daha vahim olan ise, yapma iradesi gösteremeyecekleri işlerin altına girilmesidir. Burs eyleminin eksiklikleri ortadayken, sınavlar ve bir takım işler bahane olarak gösteriliyorken, “Bir bakalım, gücümüzü sınayalım” denilmektedir. Ciddiyetsiz gerekçelerle temsilci seçmek için bile bir araya gelemeyen bir Genç-Sen gerçeği vardır orta yerde. Sempozyumun amacına ulaşması için, birimlerin çalışmalarını yaptığı, tebliğler hazırladığı, okulda kitle ayağının örüldüğü, merkezi alanlarda çalışmalarının yürütüldüğü, sendika ve kitle örgütlerinin çağrıldığı çok yönlü bir çalışma orta yerde durmaktadır. Genç-Sen bileşenleri ise beş güne sıkışan, afiş ve bildiriye daralan bir sempozyum çalışmasını yeterli görmektedirler. Çalışması birimlerde yapılmamış, gündemleri gençlik kitleleri içerisinde işlenmemiş, böylece içi boşaltılmış bir sempozyum gerçekleştirmektense, bunun kitle ayağı örülmüş okul içi bir etkiliğe çevrilmesi önerisi ise, çağrılmış olan aydının salon dışında konuşma yapamaması ve söz konusu aydına “ayıp!” olacağı gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Gençlik ve kriz gündeminin pratik çalışmasını boşta bırakan, gençliğin kriz karşıtı tepkisini açığa çıkarmayı ve bunu eylemli bir hatta evriltmeyi hedeflemeyen Genç-Sen bileşenleri, 1 Mayıs günü için ise “Herkes Genç-Sen’le yürür, alana gelindiğinde ise kendi pankartlarımızın arkasına gideriz!” diyebilmişlerdir. Gençlik kitlelerini 1 Mayıs’ta krize, paralı eğitime, geleceksizliğe karşı 1 Mayıs’a çağırmaktan uzak duran Genç-Sen bileşenleri, o çok önemsediklerini iddia ettikleri GençSen’in varlığını 1 Mayıs alanında sürdürme niyetinde olmadıklarını göstermişlerdir. Genç-Sen, birleşik bir gençlik hareketi yaratma noktasında bir araç olma imkanını koruduğu müddetçe, Devrimci Genç-Sen’liler olarak bizler Genç-Sen pankartıyla eylemin sonuna kadar 1 Mayıs alanında olacağız. Diğer bileşenleri de bu doğrultuda sorumluluğa çağırmaya devam edeceğiz. Ege Genç-Sen kendisine politik bir hat çizmiştir. Fakat Genç-Sen içerisindeki bileşenler bu politik hatta uygun bir pratik yönelim içerisinde değillerdir. Ege Genç-Sen politik hattını pratiğe uygularken, kitleyle bağlarını güçlendirecek yol ve yöntemleri tartışabilmelidir, kitlelerin geri bilincine sığınmak yerine bu bilinci ilerletecek ve politikleştirecek araçlar belirleyebilmelidir. 1 Mayıs alanına kitlelerle kurduğu bağın gücüyle çıkabilmelidir. Devrimci Genç-Sen’liler olarak bulunduğumuz birimlerde 1 Mayıs’ı, krizi ve birimlerin özgün sorunlarını işleyen çalışma hattımızı ve pratik faaliyetimizi belirlemiş bulunuyoruz. Çalışmamızı kararlılıkla öreceğiz ve 1 Mayıs’a bu çalışmanın verdiği güçle çıkacağız! Devrimci Genç-Sen’liler / Ege Üniversitesi


Kitlesel ve politik içerikli bir şenlik için daha çok çaba!

Geleneksel İTÜ şenliğine dair...

İstisnasız tüm üniversitelerde yapılan sponsorlu şenlikler bugün kapitalizmin ideolojik mevzilerine dönüşmüş durumda. Şenlikler, sponsor desteği ile burjuva ideolojisini gençliğe empoze etmenin bir aracı halini almıştır. Bu, üniversitelerin sermaye ile kurduğu bağın dolaysız bir sonucudur. Geleneksel İTÜ şenlikleri, üniversitelerde yaşanan yozlaşmaya, burjuvazinin her türden gerici ideolojisine ve geleceksizliğe karşı alternatif, kolektif ve özgür bir yaşamı savunur. Bizler sermayenin sponsorluğunda yapılan, üniversitelilere yozlaşmayı ve tüketim kültürünü dayatan her türden etkinliğin alternatifini oluşturabilmeliyiz. Yaptığımız etkinliklerimizde bireyciliği değil paylaşımcılığı ve dayanışmayı geliştirmeliyiz. Tüm etkinliklerimiz, sermayenin üniversiteler üzerindeki saldırılarına karşı anlamlı bir cevap olabilmelidir. Geleneksel İTÜ şenliği, örgütlenme aşamasından şenlik anına kadar kolektif bir tartışma ve üretim sürecinin ifadesiydi. Fakat son yıllarda şenliğin tablosu giderek bundan uzaklaşmaktadır. Bunun temel bir sebebi, örgütlenirken geniş bir bileşenle bu işi planlama olanaklarının yeterince kullanılmamasıdır. Örgütleniş aşaması salt siyasetlere sıkışan bir hal almıştır. Bu sebepten kaynaklı, gerek şenliğin ön toplantılarında, gerekse sonraki süreçte tartışmalar kısırlaşmaya başlamıştır.

2009 İTÜ şenliği toplantılarına dair Bir önceki yıl düzenlenen İTÜ şenliğinde siyasetler ve öğrenci kulüpleri ortak iş yapma noktasında sınırlı da olsa bir adım attılar. Sınırlı sayıdaki öğrenci kulüpleri şenlik toplantılarına katıldı ve kendi yapabileceklerini ifade etti. Kulüplerin şenliğe katkı sunma noktasında gösterdikleri çaba, şenliklerin üniversite öğrencilerinin toplam ürünü olabilmesi açısından önemlidir. Ancak tek başına bu, şenliğin istenilen düzeyde kitlesel ve coşkulu geçmesini sağlayamamıştır. Şenliğin sınırlı bir katılımla gerçekleşmesinin diğer bir nedeni de, ön çalışmasının etkin bir biçimde yapılamayışıdır. Şenliğin duyurusu ve kitle çalışması sınırlı bir zaman dilimine sıkışmaktadır. Bu seneki ilk toplantı Nisan ayında öğrenci kulüplerinin çağrısıyla beraber yapıldı. Öğrenci kulüpleri, Ekim Gençliği, Öğrenci Kolektifleri ilk toplantının bileşenleriydi. Toplantıya sınırlı bir katılımın olması, İTÜ’de bulunan diğer siyasetlerin neden toplantıda olmadığı sorusuna yolaçtı ve çağrının gelişigüzel yapıldığı yanıtı karşımıza çıktı. Nitekim biz de belli ilişkiler üzerinden bu toplantıdan haberdar olmuştuk. Bu tartışma sonucu Kulüpler Birliği toplantısında kimi kulüplerden öğrencilerin, siyasetleri şenlik çalışmalarından dışlamak üzerine tartışmalar yürüttüğünü farkettik. Bazı öğrenciler bu sınırlı katılımı, siyasetler için “İTÜ’de hiçbir varlık göstermiyorlar” veya “Yaptıkları siyaseti beğenmiyoruz” argümanları ile gerekçelendirdiler. Açıktır ki, gençliğin geri önyargılarını ve düşüncelerini referans alarak hareket etmek doğru değildir. Eğer bizler politik öznelersek, gençlik hareketini politikleştirmek noktasında bir iddia sahibiysek, bu tartışmalara takılmadan kitleleri yönlendirebilmeliyiz. Dolayısıyla toplantılar bu işe emek harcamak isteyen en geniş bileşenle yapılmalıdır. Şenliklerin daha kitlesel geçmesini ve öğrencilere maledilmesini sağlayacak temel noktalardan biri de budur. Doğal olarak bu katılım sadece siyasal gençlik örgütlenmelerini değil, öğrenci kulüplerini, komisyonlarını, topluluklarını ve konuya duyarlı tüm öğrencileri kapsamalıdır. Biz de bunu sağlayabilmek için toplantıların açık toplantı şeklinde örgütlenmesi ve çeşitli materyallerle duyurusunun yapılması gerekliliğini ifade ettik.

Şenliği politik bir içeriğe kavuşturma sorumluluğunun üzerinden atlanamaz! Kendinden menkul bir öğrenci şenliği, gençlik içerisinde kök salmış gerici ideolojilerin etkisizleştirilmesi noktasında bir rol oynamayacaktır. Bu

bilinçle hareket etmeli, her türlü pratiğimiz ile gençliği politikleştirmek yönlü bir çaba ortaya koymalıyız. Programın içeriğini, dolayısıyla şenliğin politik muhtevasını şekillendirecek öznelerden biri de siyasal gençlik örgütlenmeleridir ve bu sorumluluk bilinciyle hareket edilmelidir. Şenlik toplantılarında Öğrenci Kolektifleri’nin şenliğin politik içeriğine katkı sunacak tek bir önerisi olmamıştır. Şenliğin içeriğine dönük yapılan önerilerde de destekleyici bir tavır sergilememiştir. (Şenlik yürüyüşü önerisi, %100 İngilizce eğitim programı tartışması, İTÜ’de ve diğer üniversitelerde yaşanan faşist saldırılar, soruşturmalar ve yönetiminin baskıcı uygulamalarıyla ilgili etkinlik önerisi vb…) Özellikle %100 İngilizce eğitim programı üzerinden sergiledikleri tavır, Öğrenci Kolektifleri’nin şenliğe bakışının bir özetini sunmaktadır. Öğrenci Kolektifleri’nin sunduğu önerilerden biri, İTÜ’de önümüzdeki yıldan itibaren kısmi bir şekilde geçilecek olan %100 İngilizce programına dair oldu. Öğrenci Kolektifleri bu sorunun İTÜ için önemli ve yakıcı bir sorun olduğunu, bununla ilgili yapılabilecek bir panelin öğrencilerin ilgisini çekeceğini söyledi. Biz de, bu duruma dair bir panelin anadilde eğitimin bir hak olduğu şiarı üzerinden şekillenmesi gerektiğini dile getirdik. Öğrencilerin tepkisine yolaçan eğitim dilinin %100 İngilizce olması, anadilde eğitimin bir hak olduğunu kitlelere anlatabilmenin bir olanağını oluşturmaktadır. Fakat bu hakkı tek başına Kürt halkının asimilasyonunun bir parçası halini almış egemen dil olan Türkçe üzerinden istemek bizleri şoven bir hatta sürekler. Bu noktaları ifade ettiğimizde Öğranci Kolektifleri, İTÜ’de yaşanan bu değişimin veya önerdikleri panelin kimlik sorunu üzerinden şekillendirilmemesi gerektiğini ifade ettiler. Anadilde eğitim sorununun bundan bağımsız bir sorun ve ayrı bir panel konusu olduğunu belirttiler. Biz ise tek başına %100 İngilizce eğitim programı karşıtı bir paneli şenlik kapsamında desteklemeyeceğimizi ifade ettik. Tartışmalar sonrasında Öğrenci Kolektifleri öneriyi çektiğini ifade etti. Emek Gençliği ve Öğrenci Kolektifleri’nin sergilediği bir diğer geri tutum ise, geçen dönem ceza alan ve üniversiteye giremeyen öğrencilerin bir eylemsellikle içeriye alınması ve şenlik sürecine dahil edilmesi önerisine karşı çıkmaları oldu. Kendi korkularını kitlelere malederek böylesi bir eylemle şenliğin başlamasının öğrencileri korkutacağını ifade ettiler. Şenliğin “sevimli” gözükmesi kaygısı, burada gündemleştirilmesi gereken noktaların önüne geçmektedir. Başka bir tartışma ise şenlik alanında masa açma ve çadır kurma konusundaydı. Emek Gençliği şenlik alanında sadece öğrenci kulüplerinin masa açmasını, siyasetlerin masa açmasının gerekli olmadığı ifade etti. Bu önerilerini ise “kulüplerin üniversitelerin öz örgütlenmeleri olması, siyasetlerin ise böyle bir vasfı olmaması” söylemleri ile gerekçelendirmeye çalıştılar. Kolektifler ise bu konuda yine çekimser davrandı ve bu geri tutuma yedeklenmiş oldu. Bu arkadaşların bu noktadaki kaygıları, gençlik örgütlenmelerinin masa açmalarının yaratılmak istenen şenliğin “rahat” havasının önüne geçeceği düşüncesidir. Kendi iddiasızlıklarını bu gerekçelerle örtmek istemektedirler. Çadır kurma tartışması da yine benzer biçimde geçiştirilmiş ve buna dair net bir tutum sergilenmemiştir. Özetle, İTÜ’de bulunan siyasal özneler şenliğe gereken ilgiyi göstermemiştir. Öğrenci Kolektifleri ise toplamda şenliği politikleştirme konusunda yeterli çabayı harcamamıştır. Bu ilgisizlik kapitalizmin üniversiteleri gerici ideolojisiyle kuşatmasını kolaylaştırmaktadır. İTÜ şenliğinde son yıllarda yaşanan daralmanın nedenlerinden biri, sürece öğrencilerin tam anlamıyla dahil edilememesidir demiştik. Bir diğeri ise, şenlik çalışmalarının çok kısa bir zamana sıkıştırılması ve kitlelerden kopuk bir şekilde örgütlenmeye çalışılmasıdır. 2009 için bunu aşma yönünde olumlu bir adım atılmıştır. Fakat bu yine de yeterli değildir. Bizim olan geleneksel İTÜ şenliğini koruyabilmek için daha fazla çaba harcanmalıdır. İTÜ Ekim Gençliği

17


YTÜ’de İP/TGB-polis-idare işbirliğiyle gerçekleştirilen provokasyonlar, saldırılar ve sonrasında gelişen süreç üzerine…

Devrimci siyasal faaliyetimizi ısrarla ve kararlılıkla sürdüreceğiz!

Üniversitelerde devrimci siyasal faaliyete dönük sistemli provokasyon ve saldırı örneklerinden biri daha Nisan ayının ilk haftasında YTÜ’de gerçekleşti. Ulusalcı çete İşçi Partisi’nin bir uzantısı olan Türkiye Gençlik Birliği (TGB) adlı güruh ve onları açıktan koruma altına alan çevik kuvvet ile yoğun çatışmalar yaşandı. Bunu “fırsata” çevirmeya çalışan rektörlük, devrimci siyasal faaliyeti bitirebilmek amacıyla devrimcidemokrat-yurtsever öğrencileri hedef alan bir soruşturma saldırısı başlattı. Aralarında göstermelik 5 TGB’linin de bulunduğu toplam 23 kişinin soruşturmalarına “ihtiyati tedbir” kararı ekleyerek, söz konusu öğrencilerin okula girişini fiilen engelledi. Okulda yürütülen siyasal faaliyete yönelik çevik kuvvet ve ÖGB eliyle saldırılar düzenlendi. İP/TGB çetesinin sık sık Ekim Gençliği ismini kullanarak hedef gösterdiği devrimci siyasal faaliyetin bütünü açısından yaşanan bu sürecin bir değerlendirmesinin yapılması gerekmektedir.

Ulusalcı İP/TGB çetesine karşı çok yönlü teşhir Geçtiğimiz sene yoğun pratik çabamızla boşa düşürülen İP/TGB provakasyonu, bu sene de benzer bir biçimde hayata geçirilmeye çalışılmıştır. İP/TGB çetesi bu sene birkaç defa faaliyet yürütme çabası içerisinde olmuştur. Ancak bu faaliyetler “öğrenci temsilciliği-öğrenci konseyleri” imzasıyla yapılmaya çalışılmıştır. Söz konusu imzayla İsrail-Filistin sorununa dair bir eylem gerçekleştiren bu güruh, yanı sıra “Ermenilerden neden özür dilemiyoruz?” başlığıyla, şoven zehirlerini akıtmaya yönelik bir panel gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu tür etkinliklere karşı bir dizi teşhir faaliyeti gerçekleştirilmiş, öğrenci temsilciliğinin bugünkü haliyle üniversite gençliği için hiçbir anlam ifade edemeyeceği, İP/TGB adlı çetenin öğrenci temsilciliğini kendisine paravan olarak kullandığı vurgulanmıştır. Bu çetenin Mart ayının sonlarına doğru yine “öğrenci temsilcilikleri” üzerinden örgütlemeye çalıştıkları “Öğrenci sorunlarımızı tartışıyoruz” başlıklı etkinliklerine karşı da teşhir faaliyeti yürütülmüştür. Duvar gazetelerimizin bir kısmı bu çete mensuplarınca sökülmüştür. 2 Nisan günü ise, 4-5 kişilik İP/TGB’li, Obama’nın gelişi ile ilgili TGB imzalı bildirilerini dağıtmaya çalışmışlardır. Kantinlerdeki bildiri dağıtımları esnasında ajitasyon konuşmalarıyla birlikte bu çetenin gerçek yüzü teşhir edilmiştir. Bildiri dağıtımında ısrar eden bu grubun geçtiğimiz sene de bu alanda bir provokasyon ve saldırı gerçekleştirdikleri, arkadaşlarımıza azgınca saldırdıkları, bu nedenle bildirileri dağıtamayacakları ifade edilmiştir. Tartışma çatışmaya dönüşmüştür. Araya giren güvenliklerin korumasında bildiri dağıtımına devam eden İP/TGB’liler, bir yandan da okul dışından arkadaşlarını toplamışlardır. Karşılıklı bekleyiş sürerken fakülte içlerinde başta Ekim Gençliği imzalı teşhir materyallerimiz olmak üzere afişlere saldıran bu çete mensupları, duruma müdahale eden arkadaşlarımıza sopalarla saldırmışlardır. A Blok önünde çıkan çatışma sonrası Tonoz önünde bekleyişe geçen de-

18

vrimci-demokrat-yurtsever öğrencilere çevik kuvvet azgınca saldırmıştır. Bu saldırı sonrası Mimarlık Fakültesi önüne çekilen kitle tekrar Tonoz kantin önüne gelmiş ve İP/TGB çetesi okulu terk edene kadar sloganlarıyla bekleyişini sürdürmüştür.

İP/TGB çetesine yönelik müdahale ve Mimarlık Fakültesi işgali 3 Nisan günü, bir önceki gün yaşananları çarpıtarak anlatan ve devrimci siyasal faaliyete kin kusan bildirilerini dağıtan İP/TGB çetesine tekrar müdahale edilmiştir. Yaşanan çatışmanın ardından çevik kuvvetin azgın saldırısına maruz kalan devrimci-demokrat-yurtsever öğrenciler Mimarlık Fakültesi önüne çekilmişlerdir. Burada çevik kuvvet saldırısına direnen öğrencilere karşı yoğun gaz bombası ve plastik mermi kullanılmıştır. Bu saldırının arkasından fakülte içerisine girilmiş ve giriş kapılarına barikatlar kurulmuştur. Bu esnada YDGM’den arkadaşlar haber dahi vermeden fakülteyi ve ardından okulu terketmişlerdir. (YDGM daha sonrasında bu tutumla ilgili özeleştiri vermiştir.) Rektörlükle yapılan pazarlıklarda, İP/TGB çetesi ve çevik kuvvet okulu terketmezse barikatların kaldırılmayacağı ifade edilmiştir. Buradaki bekleyiş esnasında İP/TGB çetesinin Tonoz önündeki afişlerimize polis korumasında saldırdığı, kitleye ajitasyonlar çektiği ve Tonoz önünde başlayacak bir basın açıklaması hazırlığı içerisinde olduğu öğrenilmiştir. Bu gelişmeler üzerine fakülteden çıkılarak bu çeteye bir kez daha müdahale etme kararı alınmıştır. SGD, SDP ve EHP bundan sonraki süreçte olmayacaklarını ifade ederek alanı terk etmişlerdir. Ekim Gençliği, Tonoz Gazetesi, Gençlik Federasyonu, Genç-Sol, DPG, ÖEP ve bağımsız unsurlardan oluşan 30-35 kişilik kitle TGB’ye Tonoz önünde bir kez daha müdahale etmiş, yaşanan çatışma sonrası polis tekrar azgınca saldırmıştır. Mimarlık Fakültesi önünde polisle çatışma yaşanmış, plastik mermi ve gaz bombasının yoğunluğuyla birlikte tekrar fakülteye geri dönülmüştür. Fakülte girişlerinin polis tarafından tutulmasıyla buralara barikatlar kurulmuş, fakülte fiilen işgal edilmiştir. Pazarlıklar sonucunda fakülte önündeki polis ablukası kaldırılmış ve barikatlar kaldırılarak sloganlar eşliğinde fakülte terk edilmiştir.

Hareketin ihtiyaçlarından ve kitle mücadelesinden kopuk “cezalandırma” eylemi Yaşanan sürece dair 6 Nisan günü YTÜ’de bir basın açıklaması yapılması kararlaştırılmıştır. Alanda tekrar siyasal faaliyet yürüttükleri takdirde fiili müdahalenin bir parçası olacağımız vurgulanmış, bunun dışında İP/TGB’lilerin yalnızca okula gelme-sınava girme gibi durumlarında bizim tarafımızdan müdahale yapılmayacağı ifade edilmiştir. Yapılan basın açıklaması öncesi yürüyüşte, orta bahçede bulunan üç İP/TGB’li güvenlik ablukasına alınmıştır. Gün içerisinde herhangi bir siyasal faaliyet yürütemeyen bu çete, kendilerine yönelik teşhir konuşmaları karşısında tek kelime edememişlerdir.


Bu tabloya rağmen, basın açıklaması sonrası bir dizi siyaset ekip kurarak okul içerisinde İP/TGB’lilerin aranmaları ve cezalandırılmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Gençlik Federasyonu, DPG, Genç-Sol ve Otonomculardan oluşan bir ekip, İP/TGB’lilere iktisat kantininde otururlarken -öncesinde veya sonrasında herhangi bir teşhir dahi gerçekleştirmeden- müdahale etmişler, sonrasında ise okulu terk etmişlerdir. Aynı gün sonunda yapılan değerlendirme toplantısında bu cezalandırma eylemi başarılı bir eylem olarak tanımlanmıştır. Hareketin ihtiyaçlarından ve kitle mücadelesinden kopuk olarak gerçekleştirilen bu cezalandırmayı “başarılı” kılan nedir? Müdahalenin ardından okulu terk eden ekip, yaklaşık bir-bir buçuk saat sonra okula dönmüştür. Bu süre içerisinde alanda kalan öznelere yönelik gerçekleşebilecek bir İP/TGB ya da çevik kuvvet saldırısı hesaba katılmış mıdır? Eğer öyleyse, alan nasıl kolayından terk edilebilmiştir? Cezalandırmanın hemen sonrasında İP/TGB çetesi üyelerinin, özelinde Ekim Gençliği ismini vererek, devrimcilere karşı teşhir konuşmaları gerçekleştirdiği, bunun ardından okulu terk ettiği öğrenilmiştir. Eylemin gerçekleştirildiği alan bu kadar kolayından nasıl terk edilmiş ya da hiç kimse neden bu alana yönlendirilmemiştir? Ekim Gençliği, olumlamadığı bir müdahale gerçekleşmesine rağmen, haber geldikten sonra, olası İP/TGB veya polis saldırısına karşı alanı terk etmeyeceğini açıklamıştır. ÖEP’ten arkadaşlar alanı terk etmek gerektiğini ifade etmişler, Gençlik Muhalefeti’nden orada bulunan kimi güçler ise bizimle birlikte kalacaklarını belirtmişlerdir.

Küçük-burjuva devrimci algının ve reformizmin soruna çarpık bakışı Küçük-burjuva devrimciliğinin çarpık mücadele anlayışına ilişkin örnekleri bu süreçte çoğaltmak mümkündür. Böylesi süreçlerin handikapı olan, işin “askeri” boyuta sıkışması darlığının yaşanmaması için, tarafımızdan ortak bir faaliyet ekseninde “NATO ve anti-emperyalist mücadele” başlıklı bir açık alan forumu önerilmiştir. Bu başlığın önerilmesinde, “Obama karşıtı TGB’lilere Ekim Gençliği ve onun kışkırttığı bir grup saldırı düzenledi” gibi söylemlerin burjuva medyada çokça çıkması dikkate alınmıştır. Bu öneriye Gençlik Federasyonu’nun yanıtı, “Faşist saldırılar dışında ortak süreçler örmeyeceğiz” olmuştur. Sabahki toplu girişlerden, yaşanan çatışmalardan alanda asılan afişlere ve örgütlenecek böylesi etkinliklere kadar tümünün saldırılara karşı ortak mücadele olduğunu kavrayamayan bu anlayış, sonrasında kapı önünde örülen soruşturma karşıtı sürece de, basın açıklamaları dışında katılmamıştır. Bir dizi unsur da gerek toplu girişlere gerekse sonrasındaki eylemlere katılmayı tercih etmemiş, süreci yalnızca çatışmaların yaşandığı günlerle sınırlı tutmuşlardır. Okulu çatışmalar sürerken terk eden SGD, SDP ve EHP, bu ortak tutumlarını sonrasında da sürdürmüşlerdir. Fakültedeki iradenin toplam değil bireysel ve sağlıksız olduğunu iddia ederek tutumlarını meşrulaştırmaya çalışanlara da birkaç soru sormak gerekmektedir.

Fakülte içerisindeki ilk bekleyişin gereğinden fazla uzadığı ifade edilip, bir dizi bedel göze alınarak ikinci müdahale kararı alınmıştır. Zira, İP/TGB, afişleri indirmekte ve devrimcileri karalayan propagandalarını alana kusmaktadırlar. Bu tabloya rağmen alandan kaçmanın siyasal güçler için nasıl bir açıklaması olabilir? Yaşanan sürece dair bir dizi eksiklik bizler tarafından da ifade edilmiştir. Peki bu özneler ortak karar alma süreçlerine veya orada temsilcilerin yaptıkları görüşmelere ne kadar katılmışlar, inisiyatifin bir parçası olmak yönünde ne kadar çaba harcamışlardır? Yanıt kocaman bir hiçtir! Öncesinde ve sonrasında alana dair tek bir pratik çabası-emeği olmayanların söylediklerinin bizim için hiçbir ciddiyeti olamaz!

SİP/TKP’nin kimlikleşmiş oportünizmi Bu süreçte TKP’nin ortaya koyduğu tutum ise, artık kendisinde kimlikleşmiş bir çizgi olan oportünüzmden başkası değildir. Sola veya devrimci siyasal faaliyete yönelik ister polis saldırısı ister faşist saldırı olsun, aynı pasif tutumu takınan TKP, işin içine ulusalcı çeteler girince daha ibretlik bir tutum almaktadır. “Yurtseverlik” politikasıyla ideolojik platformunu daha da netleştiren ve giderek “ulusalcı sol”un soldaki görünümlerinden birine dönüşen TKP, ulusalcı çetelerle politik bir karşı karşıya gelişten dahi uzak durmaktadır. Olayları internet sitelerinden “Yıldız Yerleşkesi’nde iki grup arasında çıkan tartışma kavgaya dönüştü. Kavganın ardından okula rektör izniyle giren polis biber gazlarıyla saldırdı” şeklinde veren TKP, haberi AKP karşıtlığına sıkışan politik ekseni gereği “türbana özgürlük bildirgesine imza atan AKP’li rektörün polise okul bastırması”na bağlayarak sonlandırmıştır. Burjuva medyanın bile daha gerisindeki bu “sol haber” anlayışı, böylesi bir siyasal platform için çok da anlaşılmaz değildir. Zira TKP geleneği böylesi süreçlerde bu türden ilkesiz tutumların defalarca öznesi olmuştur.

Komünistlerin tutumu ve bundan sonraki sürece dair Ulusalcı çetelere karşı mücadelenin en temel noktasını, alanlarda etkin ve sistematik devrimci siyasal faaliyet ısrarı oluşturmaktadır. Bunun olmadığı ya da eksik kaldığı yerlerde, her türden burjuva düzen ideolojisinin kendini var etme zemini bulması kolaylaşacaktır. Ekim Gençliği bulunduğu alanlarda sistematik faaliyetini sürdürecek, yanısıra İP/TGB gibi ulusalcı çetelerin gerçek yüzünü açıktan teşhir etmeye devam edecektir. Bu çetenin devrimci faaliyete dönük saldırılarında ise devrimci şiddeti kullanmaktan geri durmayacaktır. “Bu nokta, ulusalcı çeteler söz konusu olduğunda özel olarak önem kazanmaktadır. Zira sivil faşist çetelerin üniversiteli gençliğin gözünde bir meşruluğu bulunmamaktadır. Ancak ulusalcı çeteler karşısında, özellikle son bir yıldır ülke genelinde yaratılan laik-anti laik kutuplaşmasının bir sonucu olarak, öğrenci gençliğin kafası ye terince açık değildir. Bu haliyle devrimci özneler, bir yandan üniversitedeki olağan politik faaliyeti sürdürmek, diğer yandan bu faaliyeti İP çetesi ve ulusalcı gericiliğin teşhiri ile bütünleştirerek, bu gerici çetelere politika yapacak alan bırakmamak sorumluluğu ile karşı karşıyadır.” YTÜ açısından bakıldığında, her açıdan zor bir süreç bizleri beklemektedir. Siyasal öznelerin bir kesimi okula alınmama sürecine karşı örülen çalışmaya katılmamakta, bir diğer kesimi ise süreci yalnızca hukuksal zemine sıkıştırmaktadır. Soruşturmalara konan “tedbir” kararlarının da büyük oranda cezalarla sonuçlanacağı düşünüldüğünde, kapı önünde ve okul içerisinde ortaya konulacak çalışmaların önemi bir kez daha artmaktadır. Şu an için çalışmayı Ekim Gençliği ve Tonoz Gazetesi sırtlamaktadır. Bu sınırlı tabloya rağmen var gücümüzle içeriden ve dışarıdan faaliyete yüklenmeye devam edeceğiz. Hem soruşturma ve cezaları işleyip baskı koşullarına karşı sözümüzü söyleyeceğiz, hem de İP/TGB-polis-idare işbirliğini her adımda teşhir edeceğiz. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da dev rimci siyasal faaliyetimizi ısrarla ve kararlılıkla sürdüreceğiz! Ekim Gençliği

19


Bununla birlikte, her ne kadar sermaye devleti 1

Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesini kendi bahşettiği bir hak olarak sunmak istese de, bunun verilen çetin mücadelelerle kazanıldığı yalın bir gerçektir.

1 Mayıs günü yaşanan zorbalık sermaye ik-

tidarının gerçek yüzüdür. Vali Güler’in yaptığı açıklamalar, devrimcileri “bölücü, terörist, provokatör” olarak göster-

meye yöneliktir. Polisin zorbalığından söz etmeyenler, eylemcilerin gaz

bombalarından korunmak için gaz maskesi takmasını veya ellerinde sapanların olmasını ise polise saldırmaya geldiklerinin

göstergesi olarak ifade etmektedirler.

2009 1 Mayıs’ında da ser-

maye iktidarı her türlü hazırlığı yapmış ancak işçi sınıfı, emekçiler ve devrimcilerin karar-

2009 1 gen müc

2009 1 Mayıs’ını geride bıraktık. Tüm dünyada iki sınıf karşı karşıya geldi. Bir tarafta bir avuç asalak burjuvazi ve hizmetindeki kolluk güçleri, diğer tarafta tüm dünyayı elleriyle yaratanlar, işçi sınıfı… Bütün bir toplum bu taraflaşmada yerini bir şekilde aldı. Türkiye’de de durum dünyanın geri kalanından farklı değildi. Bu yıl da 1 Mayıs’a bir kez daha işçi ve emekçilerin öfkesi damgasını vurdu. Alanlara çıkan milyonlar, emperyalist-kapitalist sisteminin tüm dünyayı saran krizine karşı öfkelerini haykırdılar. Mücadele kararlılıklarını ortaya koydular. Türkiye’de ise özellikle Taksim’de iki düşman sınıfın karşı karşıya gelmesi önceki iki yılın 1 Mayıs’ında olduğu gibi bir irade savaşı olarak yaşandı. Bu irade savaşını kazanan bu sene de işçi sınıfı, emekçiler ve devrimciler oldu. Taksim sokak sokak çatışılarak, coplara, plastik mermilere, panzerlere, biber ve gaz bombalarına karşı Taksim kararlılığını ortaya koyanlar tarafından kazanıldı.

“1 Mayıs Alanı” Taksim devrimci kararlılıkla kazandı!

‘77 1 Mayıs’ında yarım milyon insanın bir araya gelmesini içine sindiremeyen sınıf düşmanları 1 Mayıs’ı kana buladılar. O tarihten itibaren 1 Mayıs günü için Taksim Meydanı sadece bir alan değil, “1 Mayıs alanı”dır da. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması sadece lılığı karşısında diz bir yer meselesi değil, iki düşman sınıf açısından bir irade savaşıdır. Bu savaşı kazananın kim olduğu sonraki süreçte de dengeleri etkileyebilecek, sınıf savaşının seyrini değiştirebileçökmüştür. cek bir öneme sahiptir. Yıllardır devrimcilerin 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması gerekliliği üzerine yürüttükleri politika, son üç yıldır kitlesel bir şekilde gösterilen Taksim kararlılığı ile ete kemiğe bürünmektedir. Yılbaşı kutlamalarına, bayram etkinliklerine, konserlere, maç kutlamalarına açılan Taksim, söz konusu işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma günü olduğunda kapatılmaktadır. Tayyip Erdoğan yaptığı açıklamalarda ifade ettiği“1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi için gerekli talimatı verdim” rüşvetiyle sendikal bürokrasiye daha en başından göz kırpmıştır. “ ‘İstediğim yerde istediğimi yaparım’ anlayışı illegal örgütlerin, yeraltı örgütlerinin işidir” söylemleriyle de Taksim 1 Mayıs’ını provoke etmek istemiştir. “Taksim Meydanı her gün mitinglerin yapıldığı bir meydan haline döner ki artık oranın bütün cazibesi ortadan kalkar. Kusura bakmasınlar” ifadeleri ile sermaye iktidarının 1 Mayıs’ta zorbalıkta sınır tanımayacağını göstermiştir. Erdoğan şahsında sermaye devleti daha bir dizi başka hamleyle 1 Mayıs’ın içini boşaltma çabasını sürdürmüştür. 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi ve peşi sıra geliştirilen söylemler, bir yanıyla 1 Mayıs’ın ehlileştirilmesi operasyonunun bir parçasıdır. “1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi”, sınıfın bu alana dönük taleplerinden yalnızca biridir. Bu talep ancak “77’ 1 Mayısı’nın katilleri yargılansın!”, “Taksim’de 1 Mayıs yasağına son!” gibi konu özelindeki taleplerle ve sınıfın diğer acil ve temel talepleri ile birlikte yükseltildiğinde anlam kazanacaktır. Bununla birlikte, her ne kadar sermaye devleti 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesini kendi bahşettiği bir hak olarak sunmak istese de, bunun verilen çetin mücadelelerle kazanıldığı yalın bir gerçektir. 1 Mayıs günü yaşanan zorbalık sermaye iktidarının gerçek yüzüdür. Vali Güler’in yaptığı açıklamalar, devrimcileri “bölücü, terörist, provokatör” olarak göstermeye yöneliktir. Polisin zorbalığından söz etmeyenler, eylemcilerin gaz bombalarından korunmak için gaz maskesi takmasını veya ellerinde sapanların olmasını ise polise saldırmaya geldiklerinin göstergesi olarak ifade etmektedirler. 2009 1 Mayıs’ında da sermaye iktidarı her türlü hazırlığı yapmış ancak işçi sınıfı, emekçiler ve devrimcilerin kararlılığı

20


1 Mayısı’nın kazanımları ile nçliği devrim sosyalizm cadelesine kazanmaya! karşısında diz çökmüştür. “Makul sayı” tartışmaları ile sendikalarla pazarlıklar yapılmış, devrimciler 1 Mayıs’tan ve sınıftan yalıtılmaya çalışılmıştır. Meselenin “makul sayı” olmadığı, “makul devrimci nitelik” olduğu ortadadır. Devrimcilerin içersinde bulunmadığı bir 1 Mayıs’ın makul sayısı yüzbinlerle de ifade edilebilecekken, bugün için devrimcilerin içersinde olabilme ihtimalini sıfıra düşürmeye yönelik bir “makul sayı” pazarlığı söz konusu olmuştur. Türk-İş ve Hak-İş üzerine düşen görevi yaparak, düzen için ne kadar “makul sendikalar” olduklarını göstermişlerdir. Sınıfa ihanet içerisinde olan bu hainler Kadıköy’ü eylem yeri olarak göstermişlerdir. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu yaptığı röportajla gülünç duruma düşerken sınıf ihanetçisi çizgisini ortaya koymuştur. “İstanbul’da 1 Mayıs’ın kutlanamama ihtimaline karşı” Kadıköy’ü tercih etmelerini gerekçelendirirken, 50 bin kişilik bir miting yapacaklarını söylemiştir. Ancak Kadıköy’deki sayı Taksim’e çıkanların gerisinde kalmıştır. Eyleme icazet alanı Kadıköy’de katılan EMEP’in bu konudaki tavrı ibret vericidir. EMEP gibi bir takım reformist liberal anlayışlar Taksim 1 Mayıs iradesini boşa düşürmeye çalışmışlardır. Bu liberal yaklaşım 1 Mayıs’ın, düzenin krizin yükünü emekçilere yıkma girişimlerine karşı bir yanıt günü olacağını ileri sürmekte, ancak “dünyanın bugünkü hali içinde 1 Mayıs’ı başka yanlara çekmek, başka türden hesapların vesilesi yapmak, hedef saptırma olur… Geçmiş yıllardan ders alarak şunu söylemeliyiz ki; bahanesi ve tarihsel iddiaları ne olursa olsun, böyle bir dönemde 1 Mayıs’ta ‘sermayeye bir tokat’ atılmasını ‘alan tartışmaları’na dönüştürmek, yanlışların en büyüğü olacaktır” vb. söylemlerle Taksim 1 Mayıs iradesine saldırmaktadır. Eylem sonrasında yapılan açıklamalarda da Kadıköy tutumunu meşrulaştırma çabası içerisindedir, dahası bunu düzenin ağzıyla yapabilmektedir. “EMEP oportünistleri, düzenin ve devletin icazetinde, sermaye işbirlikçisi Türk-İş hainlerinin denetiminde, Taksim 1 Mayısı ileri çıkışını boğmak amacıyla tezgahlanan Kadıköy mitingine, diyelim ki “onbinler”ce işçi ve emekçinin katılımında “sınıf mücadelesinin yakın geleceğinde” ne gibi bir umut görmektedirler? Böyle bir mitinge milyonlar katılsa ne olur katılmasa ne olur. Keza yıllardır sendikal bürokrasinin denetiminde geçen, hatta yüzbinlerin katılarak taleplerini dile getirdiği işçi ve emekçi eylemleri sınıf mücadelesine ne katmıştır?” (Kadıköy’de devletin icazetine sığınan Türk-İş gericiliği ve kuyruğunda sürünenler düzene hizmet etti!,www. kizilbayrak.net) Majestelerinin komünist partisi TKP ise son iki güne kadar Çağlayan’da miting yapma girişiminde bulunmuştur. İşçi ve emekçileri, mücadelelerle aşılmış olan Çağlayan’a çağırarak geri adım attırmak istemiş, fakat yaşadığı basınç karşısında 1 Mayıs’a birkaç gün kala çark ederek Taksim’de bulunacağını açıklamıştır. 1 Mayıs’ı önceleyen süreçte birleşik Taksim iradesinin bir

21


parçası olmamış, gösteremediği iradenin üstünü “kitlesel ve tek bir 1 Mayıs” gerekçelendirmesi ile örtmeye çalışmıştır. Dahası, sokak sokak çatışılarak kazınılmış bir Taksim 1 Mayıs’ı söz konusu iken, Aydemir Güler’in şu sözleri tam bir pervasızlık örneğidir:“Devlet terörünün düpedüz ‘size saldırarak işçilerin 1 Mayıs’a ilgi göstermelerini engelliyorum’ dediği, medyanın da gerekeni yaptığı kesimlerin bu saldırıyı zora koşmak için, oyunu boşa çıkarmak için ne yapmayı düşündüklerini de merak ediyorum. Kaldırım taşı sökmeye çalışmaktan gayrı…” ( “1 Mayıs’tan sonra”, Aydemir Güler, www. sol.org.tr) TKP kendi gösteremediği iradeyi karalayarak bir kez daha düzenin değirmenine su taşımakta, devlet terörüne karşı sergilenen direnişi gölgelemeye çalışmaktadır. Bu liberallere göre Taksim yasağına karşı sergilenen kararlılık, yükseltilen devrimci militan direniş “düzenin oyunu”na gelmektir!

1 Mayıs ve gençlik Kapitalizmin derinleşen krizi 2009 1 Mayıs’ını mücadele açısından çok daha önemli bir hale getirmiştir. İşsizlik oranının %26’ları aştığı koşullarda, direnişlerle, grevlerle, işgallerle geçen bir bahar döneminin ardından 1 Mayıs’a gelinmiştir. Kapitalizmin açmazlarının daha da belirginleştiği ve gençliğe hiçbir gelecek vaadedemeyeceğinin iyice açığa çıktığı bir ortamda 1 Mayıs karşılanmıştır. Fakat 1 Mayıs’ın öngünlerine baktığımızda, toplamda yansıyan, krizle derinleşen geleceksizlik sorununun, paralı eğitim saldırılarının 1 Mayıs’a yönelik hedefli bir çalışmanın parçası yapılmamış olduğu gerçeğidir. Siyasal gençlik örgütlenmelerinin bugüne kadarki edilgen tablosuna bakarak, son dönemde üniversitelerde kısmi bir hareketlenme yaşandığı söylenebilir. Ama bu hareketlilik tek başına propaganda ile sınırlı kalmış ve 1 Mayıs sonrasına bir şey bırakmamıştır. Açıktır ki, günü birlik, hedefsiz pratiklerle gençlik hareketinin gelişimini sağlamak mümkün değildir. Bu yönüyle 1 Mayıs gibi bir süreç değerlendirilememiş, gençliğin mücadeleye kazanılma olanakları bir kez daha heba edilmiştir. Geleceğinin bu düzenin tarihin çöplüğüne gönderilmesinden geçtiği bilincini geliştirerek gençliği devrimci mücadeleye kazanmak görev ve sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Kapitalizmin yapısal kriziyle daha fazla geleceksizliğe mahkûm ettiği gençliğin mücadele saflarında yerini alması için tüm güç ve imkanlar en iyi bir biçimde değerlendirilmek durumundadır. Bu açıdan 2009 1 Mayısı’nın kazanımları önemlidir ve umut vericidir. 2009 1 Mayıs’ı bir kez daha göstermiştir ki, tüm baskılara ve devlet terörüne rağmen işçiler, emekçiler ve gençler direnmeyi seçmişler ve kazanmışlardır! Bu tablo içerisinde gençliğin tuttuğu yeri güçlendirmeliyiz. Gençlik geleceği için işçi sınıfının yanında, devrimci mücadele saflarında yerini almak durumundadır. Genç komünistler bugün bu iddia ile hareket etmektedirler.

1 Mayıs’ın devrimci ruhuyla geleceği kazanmaya! Genç komünistler, başta İstanbul olmak üzere birçok yerde devrim ve sosyalizm bayrağını daha da yükseğe çekmişlerdir. Birçok ilde alanlara çıkarak, 1 Mayıs’ı tarihsel özüne ve sınıfsal içeriğine uygun bir şekilde kutlanması için irade ortaya koymuşlardır. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Samsun’da, Edirne’de açtıkları pankartlarla eylemlerde yerlerini almışlar, gençliğin güncel taleplerinin yanısıra devrim ve sosyalizm şiarlarını yükseltmişlerdir. 2009 1 Mayıs’ı göstermiştir ki, işçiler, emekçiler ve gençlik krizin faturasını sessizce ödemek niyetinde değildir. Bu yıl birçok ilde eylemlere katılımın artması, düzene karşı öfkenin artışının göstergesidir. Bu katılımda gençliğin tuttuğu yer hem sayıca hem de coşku açısından çok anlamlı ve önemlidir. Bu, işçi sınıfının devrimci programının temsilcileri olarak genç komünistlerin bulundukları her alanda devrim ve sosyalizmin bayrağını daha da yükseltmek için daha çok çaba harcamaları sorumluluğu demektir. Seçimler, bahar dönemi ve 1 Mayıs bir kez daha komünistlerin devrimci kimlik, devrimci örgüt ve devrimci politika konusundaki ısrar ve kararlılıklarını ortaya koymuştur. Bunu bilince çıkartmamız, bu gerçeğin bizlere yüklediği sorumlulukla hareket etmemiz gerekmektedir. Geleceği kazanmak istiyorsak, gençliği devrim ve sosyalizm mücadelesine, işçi sınıfının devrimci programına kazanmak zorundayız. Gelecek ve özgürlük bu zorunluluğun kavranmasında, devrim ve sosyalizm mücadelesinin yükseltilmesindedir! Ekim Gençliği

22


İşbirlikçi Türk sermaye devletinin “NATO şovu” girişimi...

Emperyalizme ve onun vurucu gücü NATO’ya karsi mücadeleyi yükseltelim!

Emperyalizmin vurucu gücü NATO’nun kuruluşundan bu yana 60 yıl geçti. Başta ABD olmak üzere emperyalistler ve onların Türkiye gibi uşakları tarafından NATO’nun 60. yılı coşkulu kutlamalara konu edildi. 31 Mart-5 Nisan tarihleri arasında Strasbourg ve Kehl’de düzenlenen zirvede, emperyalist-kapitalist sistemin temsilcileri halkların kanı üzerinden pazarlıklar yaparken, tüm dünyada ise milyonlar, adı militarizm, iç savaşlar, darbeler ve işgallerle anılan NATO’yu protesto ettiler. Strasbourg-Kehl zirvesinde öne çıkan gündemlerden biri beklendiği üzere Afganistan oldu. Fakat sürpriz olarak öne çıkan gündem vardı ki, o da Türk sermaye devletinin Rasmussen’in NATO şefi olması önerisine yaptığı “itiraz”dı. Zirvede, Münih Güvenlik Konferansı’nda olduğu gibi, emperyalistler arasında Afganistan üzerine pazarlıklar yapıldı. ABD’nin Afganistan dayatmasına Avrupalı emperyalistler yine ayak dirediler ancak Amerikan emperyalizminin ısrarı karşısında bazı vaatlerde bulundular. Diğer yandan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ikilisinin ikinci “one minute show” girişimleri hüsranla sonuçlandı. Emperya listlere bir köpek kadar sadık oldukları, yaptıklarının hepsinin sahtekarlıktan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Emperyalistler arasındaki çıkar çatışmaları kendini salt Afganistan üzerinden göstermedi. NATO’nun genişlemesine dair Amerikan emperyalizminin hamleleri Avrupalı emperyalistler tarafından bir süreliğine de olsa engellenebildi. Genişleme meselesine, daha özelindeyse Rusya’nın nüfuz alanı içerisinde bulunan Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya dahil edilmesine ket vuran Avrupalı emperyalistler, Amerikan emperyalizminın çıkarları için kendilerini riske atmak istemiyorlar. Bununla birlikte, kendi coğrafyalarına daha yakın olan bu ülkeleri kendi etki alanlarına dahil etmek istiyorlar. Daha büyük çekinceleriyse Rusya’nın tepkisini çekmek. Avrupa için önemli olan, Rusya ile doğalgaz ticaretinin zedelenmemesidir. Türkiye’de sermaye medyası, zirvede ele alınan konulardan çok, Erdoğan ve Gül ikilisinin hüsranla sonuçlanan yeni “one minute girişimlerini” ele aldı. Görev süresi dolan De Hoop Sheffer’in yerine NATO şefliğine Danimarka Başbakanı Rasmussen’in önerilmesi, Türk sermaye devletinin yeni bir çıkış yapması için fırsat oldu. Rasmussen sayesinde ikinci “Davos çıkışı” yapılacak, böylece Müslüman halkların duyarlılıkları ikiyüzlüce suistimal edilecekti. İsrail’in Ortadoğu’daki en yakın müttefiki olup Filistin’deki katliamları iki yüzlüce Davos’ta “kınayan” Erdoğan, bu defa da aynı şeyi Muhammed’in karikatürlerinin yayınlandığı Danimarka’nın başbakanı Rasmussen üzerinden yapmaya çalıştı. Diğer yandan, ROJ TV’nin yayınının Danimarka üzerinden yapılması birkaç sene önce Türkiye-Danimarka ilişkilerini germişti. Düzenin tüm güçleri Danimarka ve Rasmussen’e kin kusmuşlar, “terör destekçisi” ilan etmişlerdi. Tayyip ve Gül ikilisi de bu şoven kampanya üzerinden prim yapmaya çalıştılar. Düzen medyası hep bir ağızdan yeni “one minute” çıkışını alkışladı. Onlara göre Türkiye hem tüm müslümanların hamiliğine soyunmuş, hem de “terör” destekçisi Rasmussen’in NATO’nun başına gelmesine engel olmuştu! Ancak bu şımarıklığa bir son vermek isteyen ABD, uşağını onu kendisine gelmesi konusunda uyardı. Ardından düzen medyası bunun Obama’nın garantörlüğünde çözüleceğini söyledi. Bu arada, Rasmussen’in karikatürler için özür dileyeceği ve ROJ TV’nin kapatılacağına dair açıklamaların yalan olduğu ortaya çıktı. Rasmussen, karikatürler için özür dilemeyeceğini ve ROJ TV’nin kapatılmayacağını açıkladı. Böylece utanç verici uşaklık ilişkisi kaba bir biçimde ortaya serilmiştir. Gerek başbakanın ve cumhurbaşkanının gerekse medyanın demagojik ve şoven açıklamaları bu gerçeği değiştiremeyecektir. Türkiye cumhuriyeti emperyalist kapitalizmin bir parçasıdır. Her açıdan emperyalizmin hamiliğine muhtaçtır ve ona uşaklık yapmaktadır. Bu yüzden Amerikan emperyalizminin sözünden çıkamaz, söylenenleri uşakça bir sadaketle yerine getirmek zorundadır. Kazara yapamaz ise, 1 Mart tezkeresi sonrasında olduğu gibi, kafasına çuval geçirilir ve en ağır şekilde aşağılanır. Tüm demagoji ve yalanlara rağmen bu gerçek apaçık ortada durmaktadır.

23


Gerçek çözüm sosyalizmde! ABD’nin Kürt sorununda sinsi “çözüm” planı...

Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, Kürt özgürlük mücadelesinin ABD emperyalizminin çizdiği yolda Türk ve Kürt burjuvazisi tarafından boğulmak istenmesidir. Bu plan gerçekleştirildikten sonra, sıra ABD’nin he deflediği diğer ülkelerin halklarına gelecektir. Çünkü Türk burjuvazisinin önündeki önemli bir engel kaldırılacak, Türk burjuvazisi Güney Kürdistan’ın da hamiliğine soyunacak, “bölgesel güç” haline gelecektir.

24

Dünya jandarması ABD’nin ve onun sadık uşağı işbirlikçi Türk burjuvazisinin Kürt sorununun “çözüm”ünde izledikleri yöntem olan havuç-sopa taktiği uygulanmaya devam ediliyor. Fakat 29 Mart yerel seçimleri, ABD patentli çözüm planının şimdilik başarısızlığa uğradığının bir göstergesi oldu. Zira Kürt sorunu tek başına kültürel-dilsel “açılımlar”la çözülebilecek bir sorun değildir. Kürt halkının kültürel-dilsel özgürlük talebini de kapsayan siyasal bir sorundur. Kürt halkının ulusal özgürlük ve eşitlik sorunudur. Sözkonusu olan ise, Kürt ulusal sorununun çözümü değil PKK’nin tasfiyesidir. ABD emperyalizmi, Ortadoğu ve Avrasya’ya yönelik planları çerçevesinde Kürt sorununu bir an önce çözmek istiyor. Bu yüzden, sorun karşısında ayak direyen TSK kendi çizgisine çekildi ve bir takım “açılımlar” yapıldı. Burjuvazi bir bütün olarak PKK’nin tasfiyesi sürecine odaklandı. Bu sürece karşı çıkan ulusalcı kesim ise bertaraf edildi. Seçimler öncesinde bu plan doğrultusunda TRT 6 gibi kültürel adımlar atıldı. Katledilen Kürtler Botaş kuyularında aranmaya başladı. Atılan adımlar büyük birer lütuf gibi gösterildi. Yanı sıra AKP’nin Kürdistan’da dağıttığı sadakalar ve dinci söylem koz olarak kullanıldı. Ancak devletin seçimlere atfettiği referandum işlevi devletin aleyhine döndü. Kürt halkı verilen kırıntılara kanmayacağını ve kimliğini sahiplendiğini bir kez daha gösterdi. Seçimlerden yenilgiyle çıkan imha ve inkar çizgisinin temsilcileri, seçimin hemen ertesinde demokrat maskesini indirip gerçek yüzünü gösterdi. Urfa’da Abdullah Öcalan’ın doğum gününü kutlamak isteyen kitleye polis vahşice saldırarak iki kişiyi öldürdü. Ordu ise gerillalara yönelik saldırıya geçti. En son gelişmeyse DTP’ye yapılan operasyonlar oldu. 16 ilde yapılan operasyonlarda 300’ü aşkın yurtsever gözaltına alındı. Böylece devlet ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya sermiş oldu. Seçim öncesi yapılanların birer oyun olduğu anlaşıldı. Havuç işe yaramayınca tekrar sopaya başvuruldu. Seçimlerden sonra ABD emperyalizminin yeni şefi Barack Obama’nın Türkiye ziyareti gerçekleşti. Ziyaretin amacı, Türk sermaye devletinin Amerikan emperyalizminin taşeronluğunu daha üst seviyeye taşımak ve Kürt sorununun “çözüm”ünde adımlar atmaktı. Obama mecliste yaptığı konuşmada, PKK’yi ortak düşman olarak gördüklerini ve sorunun şiddetle çözülemeyeceğini söyledi. Bu sözlerin anlamı, PKK’nin silah bırakması, Türk sermaye devletinin ise birkaç kırıntı vermesi gerektiği idi. Meclisteki görüşmesinin ardından Ahmet Türk ve Obama 5 dakikalık bir görüşme yaptılar. Ahmet Türk Martin Luther King’in rüyasının gerçekleştiğini, Kürtlerin de kültürel, kimliksel rüyasının karşılanmasını istediğini söyledi. Kürt halkının ve dünya halklarının özgürlük mücadelelerinin düşmanı ABD emperyalizminin şefinden beklentilerinin ne olduğunu dile getirdi. Oysa Obama PKK’nin tasfiyesini istiyordu, iki gün sonra Irak ziyaretinde Kürt halkına karşı şer üçgenini toplayarak bu konuyu tartıştı. Obama’nın Türkiye ve Irak ziyaretleri sonrasında Bağdat’ta gerçekleşen “Terörle Mücadele Zirvesi”nin sonuç bildirgesi niteliğinde olan 5 maddelik açıklama, PKK’nin tasfiyesi için yeni planlarda anlaşmaya varıldığını gösteriyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Federal Irak Ulusal Güvenlik Bakanı Şirvan El Vaili basına açıklama yaptılar. El Vaili, PKK’nin yasaklı bir terör örgütü olduğunu, Irak ve Türkiye’ye zarar verdiğini söyledi. Ayrıca Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi’nin Güney Kürdistan’daki faaliyetlerinin yasaklanacağı resmi olarak açıklandı. Yani “PKK ya silah bırakır ya da Irak’ı terk eder” sözü teyit edildi. Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, Kürt özgürlük mücadelesinin ABD emperyalizminin çizdiği yolda Türk ve Kürt burjuvazisi tarafından boğulmak istenmesidir. Bu plan gerçekleştirildikten sonra, sıra ABD’nin hedeflediği diğer ülkelerin halklarına gelecektir. Çünkü Türk burjuvazisinin önündeki önemli bir engel kaldırılacak, Türk burjuvazisi Güney Kürdistan’ın da hamiliğine soyunacak, “bölgesel güç” haline gelecektir. Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye yönelik planı budur. Türkiye’nin de daha aktif bir tetikçilik rolü üstlenmesiyle, özellikle Ortadoğu’da ABD politikasına ters düşen ülke ya da hareketler, ABD’nin istediği çizgiye çekilecek ya da ezilecektir. Bilindiği gibi Öcalan da sürekli Özal’a atıfta bulunarak, sorunu oturup çözelim, Güney’i de yanımıza aldığımızda bölgesel güç oluruz anlamına gelen açıklamalarda bulunmakta, emperyalizmi ise “demokratik uygarlık” olarak tanımlanmaktaydı. Son iki senedir “Amerikancı çözüm” planına karşı sesler çıkartılsa da, sonuçta emperyalizmden medet umulmaktadır. Bunun son örneği Obama’nın gelişiyle açığa çıkmıştır. Oysa ABD emperyalizmi Kürt halkına kaç kez ihanet etmiştir. Güney Kürdistan’da Saddam döneminde yaşananlar ortadadır. TSK’nın Güney’e yönelik operasyonlarında da gerekli desteği ABD sunmaktadır. Öcalan’ı da yakalayıp Türkiye’ye teslim eden de ABD’dir. Kürt halkı emperyalizmi ve onunla birlikte Türk ve Kürt egemen sınıflarını cepheden karşısına alamadığı koşullarda emperyalizmin sinsi çözüm planı hayat bulacaktır. Kürt halkı gerçek ve kalıcı çözümün yolunu ancak Türk işçi ve emekçileriyle birlikte yükselteceği sosyalizm mücadelesiyle açabilir.


Kapitalizmin krizinin yıkıcı sonuçlarına karşı çare diye ortaya atılan “yeni dünya düzeni” aldatmacadan başka bir şey değildir!

Kapitalizmin krizine geçirilen “yeni dünya düzeni” maskesi! Kapitalizmin krizi dalga dalga yayılırken Nisan ayında Londra’da gerçekleştirilen G20 zirvesinde bir araya gelen devlet başkanları, hizmet ettikleri sermaye düzenini her kriz döneminde olduğu gibi içine düştüğü bataklıktan kurtarmanın yollarını aradılar. Dünya nüfusunun üçte ikisine, ulusal milli gelirler toplamının %90’ına, dünya ticaretinin ise %80’ine sahip olan G20 ülkelerinin bu telaşları, küresel krize karşı ulusal düzeyde alınan önlemlerin yetersiz olmasından ve yaşanması muhtemel bir sosyal patlamadan duyulan korkudan kaynaklanmaktadır. Bu 20 ülkenin özel sektör liderleri ilk olarak Londra’da, ardından da TÜSİAD ve TİSK’in de üyesi olduğu BUSINESSEUROPE (Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu) Brüksel’de toplanarak krize dair taleplerini, somut ve ayrıntılı acil önlem planlarını açıkladılar. “IMF’ye kaynak aktarılması, piyasa ekonomisinden kesinlikle taviz verilmemesi, dünya ticaretinin daha da serbestleştirilmesi” gibi bir dizi öneri G20 zirvesinin gündemlerini belirlemekteydi. Sonuçta zirvede, “IMF kaynaklarını 750, bölgesel kalkınma bankalarının kaynaklarını 100 milyar dolar arttırma, dünya ticaretine ise 250 milyar dolarlık destek sunma” kararı alındı. Krize karşı toplam1.1 trilyon dolarlık önlem paketi bir çırpıda hazırlanarak uygulamaya konuldu. Böylelikle, sermaye uşaklarının telaşlarının gerisinde aslında büyük tekellerin direk tiflerini yerine getirme çabası olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne serildi. Böyle bir toplantının gündemleri arasında çığ gibi büyüyen işsizlik, açlık, yoksulluk gibi başlıkların yer almaması ise kapitalist sistemin işleyiş mantığı açısından oldukça tutarlıdır. Zirve sonrasında IMF başkanının büyük bir sevinç içinde, “Şimdi dünyadaki potansiyel krizle baş etmek için yeterli cephaneye sahibiz” açıklaması, bu cephanenin işçilere ve emekçilere karşı kullanılacağının habercisidir. Aslında bu zirveyi diğerlerinden ayıran, zirve sonrası gündeme yansıyan ve medyada manşetten verilen “ Yeni dünya düzeni kuruluyor” şeklindeki açıklamalardır. İçinden geçilen kriz sürecinde, dünya ölçeğinde artan işsizlik, açlık, yoksullukla birlikte küresel sistem karşıtı eylemlerin artması, egemen ideolojiye olan güvenin sarsılmasıyla güç kazanmaya başlayan sınıfsız, sömürüsüz bir dünya özlemi gibi birçok neden burjuvazinin eteklerini tutuşturmaya yetmiş görünmektedir. Kendi yarattığı krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek isteyen burjuvazi, bununla yetinmeyip vahşi kapitalizmi allayıp pullayıp, adına da “yeni dünya düzeni” diyerek altın tabakta sunmaktadır. Ancak bizler biliyoruz ki, bu söylemler ilk değil. Kapitalizmin krizlerine ilişkin olarak Marks “Sermayenin engeli kendi içindedir, o kendi karşısına diktiği engelleri yıkar ama ilerde daha azametlilerini dikmek üzere” tespitinde bulunalı yıllar oldu. Nitekim tüm söyledikleri doğrulandı. Kapitalizmin önlenemeyen krizleri, her seferinde tam bir yıkım demek olan dünya savaşlarına yol açtı. Ne kapitalizmin kurtarıcı teorisyeni Keynes’in devlet müdahaleli piyasa ekonomisi modeli kapitalizmin krizlerine bir çözüm olabildi ne de neoliberal politikalar... Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku yıkılırken, 1990’da dönemin ABD Başkanı George Bush dünyaya tek başına egemen olacak bir “yeni dünya düzeni”nden söz etmekteydi. Beraberinde “tarihin sonu” ve “kapitalizmin ebediliği” ilan edilmişti. Ama aradan on yıl geçmeden kriz dalgaları birbirini izlemeye başladı. Gelinen yerde ise, burjuva ekonomistleri bile büyük bir çöküşün eşiğine gelindiğini itiraf etmektedirler. Kapitalizm döne döne kriz üreten bir sistemdir. “Kar, daha çok kar” mantığına dayalı bu sistemde “daha adaletli, demokratik bir gelir dağılımının, barışçıl, katılımcı bir yönetim anlayışının olduğu” bir “yeni düzen” mümkün değildir. Bu sistemde zenginlik büyüdüğü ölçüde yoksulluk da büyür. Servet-sefalet kutuplaşması derinleşir. Kriz ise buna yepyeni boyutlar kazandırır. İşsizlik, açlık ve yoksulluk kitlesel bir hal almaya başlar. Kapitalizm bugünkü krizini, yıkıcı faturasını işçi ve emekçilere yükleyerek bir süreliğine atlatsa bile yeni krizlerin patlak vermesini engelleyemeyecektir. Krizi atlatabilmelerinin tek yolu ise, kapitalizmin çarklarını yeniden döndürmek için, işçi ve emekçiler için yıkım demek olan önlemler almak, saldırı politikalarını boyutlandırmaktır. Bunun da yetmediği yerde ise işçi ve emekçileri emperyalist yıkım savaşları beklemektedir. İşçi sınıfı burjuvaziyi alaşağı ederek sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen olan sosyalizmi inşa edemediği sürece, ne kapitalizmin krizleri ne de yıkıcı faturaları son bulacaktır.

25


“Tescilli faşist Muhsin Yazıcıoğlu düzen güçleri tarafından kahraman” ilan edildi!..

Birçok kanlı katliamın ardında onun adı var! Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Kahramanmaraş’tan Yozgat’a giderken helikopterinin düşmesi sonucu öldü. Bu tescilli faşist, başta düzen medyası olmak üzere tüm düzen güçleri tarafından “kahraman” ilan edildi. Bu, hiç de şaşırtıcı değildir. Zira Muhsin Yazıcıoğlu katliam ve icraatlarıyla sermaye devletinin devamlılığının sağlanmasına önemli katkılar sunmuştur.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatı: Gasp, soygun, cinayet, katliam...

26

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatına bakıldığında, devletin pek çok karanlık olayında onun adı görülmektedir. Bahçelievler, Sivas ve Maraş katliamları, Hrant Dink cinayeti bunların en göze çarpanlarıdır. Üniversite yıllarında Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev yapmaya başlayan Yazıcıoğlu, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’nda bulunmuştur. 1978’de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği’nin de kurucu genel başkanı olmuştur. 1992’de MÇP’den (sonraki adıyla MHP) ayrılan Muhsin Yazıcıoğlu, Maraş katliamının ateşleyicilerinden Ökkeş Kenger ile Büyük Birlik Partisi’ni kurmuş ve partinin genel başkanlığını yapmıştır. Ülkücü Gençlik Derneği üyesi Ali Yurtaslan yaptığı itiraflarda, Yazıcıoğlu’nun cinayet ve bombalama emirleri veren, soygun çeteleri kuran bir lider olduğunu belirtmiştir. Abdullah Çatlı’yla Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilişkisini ortaya koyan 1978 Balgat katliamı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: “Ankara’ya geldiklerinden bir saat kadar sonra Yazıcıoğlu şubeye telefon etti. ‘Bu size son ihtarım. Abdullah’ı bırakmazsanız Ankara’nın 150 yerinde bomba patlatacağız’ diye tehdit etti. Gerçekten de ihtar olarak Demirtepe Köprüsü’ne bir bomba konulmuştu. Polis patlamadan bombayı aldı. Abdullah, tehditten sonra bırakıldı.” Yazıcıoğlu’nun 1978 Sivas katliamının baş örgütleyicisi olduğu yineYurtaslan’ın itiraflarında yer alıyor: “1978 sonlarındaki Sivas olaylarını Mustafa Mit ve Muhsin Yazıcıoğlu tertiplemişlerdir. Yazıcıoğlu Sivas’a giderek bizzat olaylara önderlik etti.” Yazıcıoğlu, 7 TİP’li öğrencinin öldürüldüğü Bahçelievler katliamında olaya karışan ülkücüleri tanıdığını ve Haluk Kırcı’ya kaçak yaşadığı yıllarda para yardımında bulunduğunu kabul etmiştir. Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi Yasin Hayal’in, 2000 yılında BBP’ye üye olduğu ve McDonalds’ı bombaladığı için hapis yattığı, BBP’li il başkanı tarafından maddi yardım gördüğü bilinmektedir. Yasin Hayal’in akıl hocası Erhan Tuncel’le Yazıcıoğlu’nun ilişki içerisinde olduğu hem telefon kayıtları hem de fotoğraflarla belirlenmiştir. Muhsin Yazıcıoğlu kendisini eleştiren gazetecilere partisinin yayın organından, “Onları gecenin karanlığında ya da gündüzün aydınlığında ansızın bir sürpriz bekliyor. Kınından çıkarılan bir kılıcın kahpe soyluların kökünü kazıyana kadar bir daha kınına girmeyeceği bilinmelidir” gibi açıkça tehditler savuracak kadar da pervasızdır. Tek başına bu örnekler Muhsin Yazıcıoğlu’nun devletin kirli işlerini yürüten tescilli bir faşist olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Elbette ölümünün ardından bu cinayetlerden, katliamlardan, soygunlardan hiç bahsedilmemektedir. Tersine yaşamını sürdürdüğü zaman diliminde yaptığı kirli işler karşılığında nasıl parti başkanlığı, milletvekilliği gibi ödüller aldıysa, şimdi de ölümüyle “kahraman” ilan edilmektedir. Muhsin Yazıcıoğlu gibi elikanlı tetikçilerin “kahraman” ilan edilmesi, çürüyen düzen ve çeteleşen devlet gerçeğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.


Çürüyen kapitalizm terör rejimi ile ayakta kalmaya çalışıyor!

Polis terörü her yerde…

Yıllardır polis eliyle sergilenen devlet terörü yeni yasal düzenlemelerle ayyuka çıktı. 2007’de “polisineli soğutuluyor” yaygarası koparıldı ve 2008’de “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”nu yeni düzenlenmiş biçimi meclisten geçti. Herhangi bir gerekçe göstermeden kimlik sorma, üst araması yapma, “durdurma” adı altında fiilen gözaltı, suç önleme bahanesi ile ev basma, kaçtığı gerekçesi ile silah kullanma haklarına sahip olan polislerin “özgürlükleri” daha da genişletildi. “Kahraman Türk polisi” yasallaşan terörü ile evde, sokakta, okulda toplumun cellâdı haline geldi. Özellikle son yıllarda Kürt halkı ve devrimcilere aralıksız uygulanan şiddet ve baskı, polisin eli “özgürleşince” daha geniş bir kesime yöneldi. Sadece basına yansıyan olaylara bakıldığında bile devlet terörünün tartışmasız bir hal aldığı gün gibi ortadadır. Yasanın ilk hedefi öncelikle ilerici-devrimci güçler oldu. Birçok ev ve kurum baskını gerçekleşti, keyfi gözaltılar ve işkenceler yapıldı, sokak ortasında insanlar kurşunlanarak katledildi. 2007 ve 2008 1 Mayıs’ında ise polis zorbalığı tescillendi. Polis DİSK binasına saldırdı, bina içine atılan gaz bombaları ile onlarca insan zehirlendi. Copla ve gazla çok sayıda insan yaralandı. Azgınca gerçekleşen saldırıdan Şişli Etfal Hastanesi’ndeki hastalar, yoldan geçen ya da kafede çay içen insanlar da nasibini aldı. 75 yaşındaki bir hasta 1 Mayıs vahşetinin kurbanı oldu. Polisin bir yıldır “orantısız güç kullanımı”nda yeterli tecrübe sahibi olduğunu çeşitli vesilelerle göstermesi, 2009 1 Mayıs’ında da polisin sergileyeceği tutumun habercisidir. Kürt halkına yönelik devlet terörü de her geçen gün boyutlanıyor. İHD’nin verilerine göre, Kürt illerinde artan polis şiddeti ile paralel olarak 2008 yılında 32 bin kişi hak ihlali yaşadı. Burjuva cumhuriyetin kurulmasından bu yana dilleri yasaklanan, evleri yakılıp köyleri boşaltılan, devletin bir dizi katliamına maruz kalan Kürt halkı için bu kudurganlık artarak devam ediyor. Çocukların da nasibini aldığı bu saldırılar oldukça yoğunlaşmış durumda. DTP’nin mitinglerine katılan çocuklar da polisin şiddetinden payını alıyor. Newroz gösterilerinde birçok çocuk yaralandı, gözaltına alındı. Kısa bir süre önce Van’da yaşanan olay ise bilindik polis şiddetinin yanı sıra devletin “dostluk, barış, dayanışma“ anlayışı(sızlığı)nın neye tekabül ettiğini gösterdi. Polis teşkilatının yıpranan imajını TV dizileri, polis reklamları, küçük kızın kediciğini kurtaran polis amca türünden haberlerle tazeleme çabalarına polisöğrenci maçları da eklendi. “Kürt illerinde ‘teröristlerin’ yarattığı psikolojik baskının yumuşatılması ve devlet- Kürt halkı arasında dayanışmanın sağlanması” amacı ile gençlerle polis arasında futbol maçları düzenlendi. Fakat Van’ın Muradiye ilçesinde yapılan “dostluk, barış, dayanışma” maçı karakolda bitti. Bunun sebebi ise, liseli bir gencin maç esnasında arkadaşından Kürtçe pas istemesiydi. Ağızdan çıkan bu Kürtçe kelime, Kürtçe küfür edildiği iddiası ile polislerin çocuklara saldırmasına yol açtı. Saldırı sırasında çocukların polise Kürtçe yakarışları gözü dönmüş polisi daha da azgınlaştırdı ve 4 çocuk hastanelik oldu. Çocuklar gözaltına alındı ve dayak karakolda da devam etti. Böylece Kürt çocukları polisin “dost” yüzüyle bir kez daha tanışmış oldular. Bu olaydan sonra polislerin yargılanması gündeme bile gelmedi. Devletin faşizan uygulamalarının yarattığı psikolojik etki ise saldırının diğer bir boyutu. Kapitalizmin içinde debelendiği ekonomik kriz ve faturanın işçi ve emekçilere kesilmesi için hız kesmeden devam eden neoliberal saldırıların üzeri şiddet ve korku ile örtülmeye çalışılıyor. Polis terörüne, herhangi bir eyleme katılmadan, polise direnmeden, herhangi bir hak arama mücadelesinin içerisinde yer almadan da maruz kalınabildiği, yaşanılan bir dizi örnekle hemen herkes tarafından kabul görmüş durumda. Polisin eli artık herkesin ensesinde hissedebileceği kadar uzun. İşe giderken, parkta otururken polis kurşunu ile yaşamını yitiren ya da evden dışarı çıkmasa bile polis küfrünün, dayağının kapıya dayanmasıyla bu teröre maruz bırakılan birçok örnek sayabilmek mümkün. Öyle ki, sistemin en rahat uyuşturabildiği futbol taraftarları dahi polis terörüne maruz kaldı. BeşiktaşKayseri spor maçı öncesi kafile otobüsü ile stada gitmek istemeyen Beşiktaş taraftarlarına polis saldırdı. Polisin gösterdiği kudurganlık 1 Mayıs görüntülerinden farksızdı. Polisin gaz bombası, tazyikli su, cop kullanması sonucu birçok taraftar yaralandı. Bugüne kadar polis sayısız kez yargısız infaz gerçekleştirdi. Toplumun her kesimini yaşamının her alanında tehdit eder hale gelen bu kudurganlık, kapitalizm var olduğu sürece devem edecektir. Şiddet ve baskı kapitalizmin doğasındadır. Kapitalizm çürüdükçe ve çöküşü hızlandıkça uyguladığı baskı da artacaktır. Polis terörü ile daha fazla insan karşılaşacak, daha çok insan yaşamını yitirecektir. Devlet ve polisin kudurganlığının tek panzehiri ise mücadeledir. İşsizliğin, yoksulluğun, saldırıların, baskının, şiddetin son bulması, barbarlık düzeninin son bulması ile mümkündür.

27


Kapitalizm, dinsel gericilik ve kadına bakış! Başbakanlığa bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün Kürt kentlerinde aile yapısını korumak için hazırladığı raporda, çözüm olarak kadınlara daha sıkı bir dini eğitim verilmesi öneriliyor. Aile yapısının korunması amacıyla dini bilgilerin görsel ve yazılı basında yer almasının teşvik edilmesi, din eğitimi kapsamında peygamberin hayatının daha etkin ve kapsamlı olarak anlatılması gibi önlemler sıralanıyor. Kapitalizmde erkeğin baba ve koca olarak mutlak hakimiyeti ve egemenliği evde kendini en açık bir biçimde gösterir. Kadının köleleştirildiği ve sömürüldüğü alanlardan birisi de evdir. Ev kadınları, ev işlerini ve çocuk bakımını üstlenerek görünmeyen bir emek harcarlar. Özellikle çalışan işçi ve emekçi kadınlar, işyerlerinde sınıfsal olarak ezilip sömürülürken, bir de eve geldikten sonra ev işleri ve çocuk bakımı ile bir kez daha işçiliğe soyunurlar. Ücretsiz, her türlü hak ve güvenceden yoksun olarak üstlenirler bu rolü. İşyerlerindeki ağır çalışma koşullarının üzerine bir de evdeki işler, çocuk bakıcılığı ve kocanın hizmetçisi olma durumu eklenince, çalışan kadının yaşamı iyice köleleşir. Çalışmayan ev kadını ise 24 saat evinin emekçisi, kölesidir. Kadın yalnızca çocuğunun bakıcısı, kocasının hizmetçisi, evinin aşçısıdır. Kadına biçilen rol meslek olmuştur onun için. 24 saat boyunca ücretsiz çalışılan bir meslektir ev kadınlığı. Analık ve ev işleri öylesine hapsetmiştir ki onu dört duvar arasına, insani olan her şeye uzak ve yabancı kalır. Evde üstlendiği “zorunlu sorumluluklarını” yerine getirmekten, sosyal ilişki kurmaya, gezmeye, dinlenmeye, kültürel-sanatsal faaliyetlere zaman ayıramaz. Bugün Türkiye’de kadınların bir kesimi dinsel gericiliğin savunuculuğunu yapıyor, “inançları” doğrultusunda türban, çarşaf vb. kullanmayı seçiyor. Kadının beynine binyılların gerici kültürel mirası sayesinde aşılanmıştır bu. Din burada egemen sınıfların elindeki en etkili ve dolayısıyla en tehlikeli silahlardan biridir. Toplumsal sorunların derinleştiği, yoksulluğun ağırlaştığı koşullarda sosyal-siyasal mücadele gelişmiyorsa eğer, bu durum insanları dinsel önyargılara, dinsel gericiliğe daha çok sığınmaya götürüyor. Öbür dünyaya sığınmak, öbür dünya inancında kendine bir kurtuluş aramak oluyor bu. Ve insanlar din afyonu ile sersemletildiği zaman, bunun en temel sonuçlarından biri olarak karşımıza kadın sorununun daha da ağırlaşması çıkıyor. Dinlerin, kadını ikinci sınıf insan olarak gördüğünü, aşağıladığını ve erkeğin kölesi, hizmetçisi olarak kabul ettiğini, erkek üstünlüğünü ve egemenliğini kutsadığını biliyoruz. Burjuvazinin dini ve her biçimiyle dinsel yargıları canlı tutmasının, desteklemesinin ve güçlendirmesinin, dini topluma, özellikle de ezilenlere karşı etkili bir ideolojik silah olarak kullanmasının en berbat sonuçlarından birini de kadın sorunu

28

üzerinden görebiliriz. Çünkü dinler kadınları erkeklerin kölesi olarak görürler; erkeği efendi, kadını da onun hizmetçisi olarak gösteren bir ideolojik içeriğe sahiptirler.

Sermaye devletinin her kurumunda kadına yönelik gerici bakış kendini gösteriyor Başbakan Tayyip Erdoğan, “Genç nüfusumuzu aynen korumalıyız. Bir ekonomide aslolan insandır. Türk milletinin kökünü kazımak istiyorlar. Genç nüfusumuzun azalmaması için en az üç çocuk yapın” derken, başbakanlığa bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, Diyarbakır’da yaptığı toplantıda, Kürt illerinde aile yapısının korunması için kadınlara daha kapsamlı dini eğitim verilmesini içeren bir rapor hazırladı. Bu çerçevede, din eğitiminin kadınlara doğru verilebilmesi için bayan Kuran kursu öğreticilerine aile eğitimi kazandırılması, dini bilgilerin görsel ve yazılı basında yer almasının teşvik edilmesi, din eğitimi kapsamında peygamberin hayatının daha kapsamlı olarak anlatılması vb. önlemler raporda sıralanıyor. Recep Tayip Erdoğan’ın bu sözlerinin ardından Sağlık Bakanı Recep Akdağ da,“Lütfen, varlıklı ve eğitimli insanlar üç çocuk yapsın” diyerek, Erdoğan’ın “üç çocuk yapın” telkinini tekrarladı. Akdağ, “Bakabiliyorsa dört çocuk yapsın. İyi yetişmiş çocuklar bu ülkeye hizmet versin. Yoksa batılı ülkelerin durumuna düşeriz. Yaşlılarına bakacak genç nüfus bile bulamayız. Aile bağları iyice zayıflar. Çalışacak genç nüfusun azalması, sosyal güvenlik sistemlerini de çökertir” diyerek, devletin kadına bakışını bir kez daha ortaya koydu. Kadınlar, devletin resmi ağzından ifade edildiği ve raporlara yansıdığı gibi, tek başına üreme aracı olarak görülebiliyor. Ya da aile bağlarının “sağlamlaştırılması” misyonu kadına yüklendiğinden, bu tek başına kadının işi olarak görüldüğünden, buna dair planlamalar kadın eksenli oluyor. “Aile bağları”nın zayıflamasında bile kadın suçlanıyor, sorumluluk kadına yükleniyor. Buna karşı bir önlem olarak, kadını değersizleştiren ve emekçi kadınları hayatı yaratan bir özne olarak görmeyen din silahı devreye sokuluyor. Bu son örnek, bu düzende kadından toplumsal yaşamda neler beklendiğini açık bir biçimde ortaya koyuyor: Soyun devamını sağlamak, anne olarak vatana ve millete hayırlı evlatlar yetiştirmek, aile ilişkilerinin sağlıklı bir biçimde devamını sağlamak... Oysa, insanlığın yarısını oluşturan emekçi kadınlar her anlamda hayatı var edenlerdir. Kadınları her türlü gerici düşüncenin boyunduruğundan kurtaracak olan ise, dinsel gericiliğe alan açan, onu etkili bir silah alarak kullanan kapitalist düzenin son bulmasıdır.


Marks’in hayaleti korku salmaya devam ediyor!

Kapitalizmin krizi dünyayı yakıp kavuruyor. Kapitalist sistemin kendi doğasının ayrılmaz bir parçası olan bu ateşte elbette bir kez daha işçiler ve emekçiler yanıyor. Kendisini emekçilerin sırtından var eden bu sistem varlığını sürdürebilmek işçi ve emekçilerin her damla kanını emiyor. Krizin patlak vermesiyle birlikte milyonlarca işçi ya işsiz kaldı ya da kölece çalışma koşullarına mahkûm edildi. Elbette bu tabloyu tersine çevirmeye çalışan sınıf devrimcileri ve bu tabloyu ters düz edecek sınıfın militan çıkışları da var. Krizin faturasını ödemeyi reddeden ve bu faturayı kapitalistlere ödetmenin yolu olarak mücadeleyi gösteren! Nitekim bugün egemenlerin korkusu da, tanımladığımız tablonun kızıl dönecek renginden duyulan korkudur! Rekabet Kurulunun 12. yılı vesilesiyle düzenlenen panelde bu korku bir kez daha dışa vurulmuştur. Burjuva ideologlarına dahi Marks’ın haklılığını tartıştırtan kriz, işçi ve emekçiler arasında da öfkeyi bilemekte, sosyalizm arayışına yolaçmaktadır. Krizin kalbi ABD’den Avrupa’ya kriz mitinglerinde, eylemlerde sosyalizm şiarı yükseltilmektedir. Bundan dolayıdır ki, düzenin bekçilerinin sosyalizme saldırmaktadır. Devlet Bakanı Egemen Bağış, artık piyasa modelinin işlemediği, devletçiliğe geri dönüleceği, Karl Marks’ın hayaletinin geri döndüğü gibi görüşlerin aldatıcı olduğunu belirtmekte, “Dünyada devletçiliğin her aşaması sadece yoksulluğun paylaşılmasını sağlamıştır. Devletçilik dünyada refah yaratamamıştır. Bundan sonra da yaratamayacaktır. Sosyalizmin ne iphone’u ne de plazma televizyonu olmuştur, ne de bundan sonra olacaktır. Dolayısıyla piyasa ekonomisinden vazgeçmek bir ihtimal bile değildir. Sadece aşırılıklar temizlenmelidir ve ülkemizde de yapılmakta olan budur” demektedir. Evet, Egemen Bağış ve onun gibi bu düzenin diğer bekçilerinin koruyup kolladıkları kapitalist sistem, iphone ve plazma televizyon imkanı sağlamıştır. Ancak bu teknolojik araçları yalnızca cebinde parası olan, onlar gibi işçi ve emekçilerin sırtından geçinenler sahip olabilmektedir. Aynı zamanda kapitalist sistem lüks oteller de yapmıştır, devasa kültür merkezleri de... İçinde ne ararsan bulabileceğin alışveriş merkezlerinden tutun da her türlü sağlık hizmetini kolayca alabileceğiniz özel hastaneler de! Ancak bunların hepsi bir avuç asalak içindir! İşçi ve emekçiler o otellerin önünden bile geçemezler. O koskoca alışveriş merkezlerinde kendi ürettikleri elbiselere yalnızca vitrinlerden bakabilirler. Sağlık hizmetini de parası varsa eğer devlet hastanelerinden bin bir işkenceyle beraber alabilirler ancak. Kısacası kapitalist sistemde yaşamın tüm olanakları kapitalistler içindir! Kapitalistler sadece kendilerinin sahip oldukları bu zenginlikleri sosyalizmde yaşayamayacakları için yanıp tutuşurlar zaten. Çünkü sosyalizmde tüm üretim araçları işçi sınıfı iktidarının denetiminde olacaktır. Yani tüm zenginlikler bir avuç asalağın elinden alınarak tüm insanlığa sunulacaktır. Sosyalizm burjuva sınıfına elbette ki çok şey kaybettirecektir. Lüks villalarında ellerinde viskileriyle plazma izleyemeyeceklerdir mesela. İşçi sınıfının ve insanlığın ise sosyalizmle kazanacağı insanca bir yaşam olacaktır. Kapitalist sistem işçi sınıfına açlık ve yokluktan başka bir şey verememiştir ve veremeyecektir. Sosyalizmi basit bir devletçilik olarak ifade eden Egemen Bağış da aslında bunu çok iyi biliyor. Tıpkı onun sınıfından olanlar gibi! “Sosyalizm bitti” naraları boşunadır, Marks’ın hayaleti aramızda dolaşmaya devam etmektedir. Çünkü kapitalizm, her geçen gün daha da derinleşen çelişki ve çatışmalarıyla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Hala işçi ve emekçilerin kanıyla dönmektedir kapitalizmin çarkları. Çocuk hayatları öğütülmektedir bu çarklarda. Kot taşlama işçileri kapitalizmin kar hırsına kurban gitmekte, tersane işçileri iş cinayetleriyle katledilmektedir. Hastane kapılarında çocuklarını parasızlıktan kaybeden babalar ağlamakta, emperyalist savaşlarda insanların kafalarına bombalar yağmaktadır. Bundan dolayı Marks’ın hayaleti aramızda dolaşmaya devam ediyor. Marks’ın hayaletine direnen Desa işçisi Emine Arslan can veriyor. Gürsaş işçisi, Sinter işçisi can veriyor. Ve sınıf devrimcileri fabrikaların önlerinde, sabah servislerinde, okullarda, mahallelerde bu hayalete can veriyorlar. Kapitalistlerin korkularını kâbusa çevirmek için sesleniyorlar: “Kapitalist sistem açlık, sömürü ve talan demektir! Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!”

29


Başbuğ’un açıklamaları inkar ve imha politikasının devamıdır!

Genelkurmay cephesinden yeni bir şey yok!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Harp Akademileri’ndeki Yıllık Değerlendirme Konuşması’nda “önemli” mesajlar verdi. Toplamda yeni bir şey söylemese de, üniter devlet yapısı ve milliyetçilik üzerinden yaptığı vurgular yapılan konuşmada bir ağırlık oluşturmaktadır. Azınlıklar, Kürt halkı ve kültürel kimlik konularına değinerek sermaye devleti açısından değişen bir şey olmadığına, inkar, imha ve asimilasyon politikalarında aynen devam edileceğine işaret etmektedir.

“Türkiye” vurgusu Kürt halkının inkarının bir ifadesidir

30

“Atatürk, Türk milletini şu şekilde tanımlamıştır: ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir.’ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada -ki burası Türkiye’dir- yaşayan halkın bütününü, hiçbir dini ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Burada Türkiye’yi çıkarır Türk derseniz anlam düşer. Buradaki ‘Türk Milleti’ tanımlamasındaki Türk sözcüğü bir sıfat olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır.” İlker Başbuğ “Türkiye halkı” üzerine güzellemeler yaparken, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi kanlı katliamlar, hangi halkların inkarı üzerinden yükseldiğini belirtmemektedir. Türk sermaye devletinin tarihi inkar ve imha üzerinde şekillenmektedir. Yıllardır bu coğrafyada yaşayan Rumlar yerlerinden edilmiş, Ermeniler katledilmiş, Kürt halkı yok sayılmış, sistematik bir imha ve asimilas yona maruz bırakılmıştır. Fakat Türk sermaye devletinin yaptığı tanım çok açıktır: “Tek millet, tek devlet, tek bayrak”! Bu çerçeveyle sınırlı kaldığın sürece, ister Kürt ol ister Ermeni, sen Türk’sündür ve kendi varlığını inkar ettiğin sürece etnik kökeninin bir önemi yoktur! Yapılan “Türkiye” vurgusu da dolaysız olarak bu coğrafyada yaşayan halkarın hiçe sayılması, ulusal özgürlük istemlerinin inkarı demektir. Yani bugüne kadar izlenen çizgide bir değişiklik olmayacak, inkar politikası devam edecektir. Konuşmada dikkat çekici başka bir konu da entegrasyon kavramının kullanılış biçimidir. Başbuğ, “Entegrasyon, kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamaktır. Entegrasyon, farklılıkları kabullenmek, ancak farklı olanların uyum içinde yaşamalarını sağlamaktır.” demektedir. Türk sermaye devletinin Kürt sorununun “çözümü” noktasında yeni dönem politikalarının ifadesi olan bu sözler, Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmak için ortaya atılan kültürel kırıntıları anlatmaktadır. Ama yine de aba altından sopa göstermekten geri durulmamakta, “Türk kimliği” vurgusu sürekli dillendirilmektedir. Yıllardır Kürt halkına dayatılan asimilasyon, yeni dönemde bir takım kırıntılar eşliğinde “entegrasyon” adı altında dayatılmaktadır. Başbuğ konuşmasına, devletin örgüte katılımları engelleyecek tedbirleri alması, gerillanın örgütten ayrılmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin çıkarılması gerekli liğini belirterek devam etmektedir. Genelkurmay Başkanı, TSK ve devletin esneme sınırlarını ise şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Ancak unutulmamalıdır ki; her konuyu tartışabilme özgürlüğü devletlerin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içeremez. Kimse Türkiye’den ne Türkiye’nin ulus-devlet ne de anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin değiştirilmesi yönünde isteklerde bulunabilir. Türk Silahlı Kuvvetleri: “Atatürk’ün bize emanet ettiği ulus-devlet ve üniter devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.” Bu sözler, Türk devletinden “çözüm” konusunda medet umanlara da açık bir yanıttır. Yapılan konuşma, sorunun çözümü doğrultusunda sermaye devletinin tek bir adım bile atmayacağını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Son dönemde Ağrı’da, UrfaAmara’da yaşananlar ve DTP’ye yönelik operasyonlar da bunu göstermektedir. Devlet bir yandan Kürt halkına yönelik saldırılarını sürdürürken, bir yandan da sözde “açılımlar”la Kürt halkının mücadelesini bölme ve sisteme yedekleme çabasındadır. Düzen içi “demokratik çözüm” beklentilerinin boş bir hayalden öteye gidemeyeceği bir kez daha görülmüştür. Kürt ulusunun özlemlerini karşılayacak ve kalıcı çözümü sağlayacak biricik yol, devrim ve sosyalizmdir!


“Biri” tarihin çöplüğüne “gitmeli”!

Kendilerinin yarattığı krizin faturasını işçi ve emekçilere ödettirmeye çalışan kapitalistler, bunun çeşitli yollarını ararken “yaratıcı” projeler üretmeye başladılar. Kapitalizmin işleyişi gereği kriz demek olduğu gerçeğinin görülmesini önlemek ve krizin derinleştirdiği sonuçların doğal karşılanmasını sağlamak için bir dizi yöntem ve araç kullanılıyor. Medya eliyle burjuvazinin yozlaştırıcı kültürü bir kez daha kurtarıcı rolüne soyunuyor. İşten çıkarmalar, ücretsiz izinler, maaşların düşürülmesi vb. işçiler tarafından sessiz sedasız kabullenilirken, krizi emekçiler nezdinde bunu olağan göstermenin yeni bir yolunu daha buldular: “Biri gitmeli”! ABD’deki Fox Tv kanalı “Biri gitmeli” (Someone’s gotta go) isimli bir reality show yayınlamaya hazırlanıyor. Yarışmaya katılacak olan küçülme durumundaki şirketlerin çalışanları, her hafta düzenlenecek yarışmada yapılacak tartışmalarla bir çalışanın işine son verecekler. Böylece daha önce kapitalist patronun çıkarmak zorunda olduğu işçiler artık kendi “iş arkadaşları” tarafından seçilecek!

Kriz ortamı ve işçi emekçilerin durumu 2009 krizi etkilerini büyük ölçüde hissettirirken, kapitalist patronlar krizi atlatmanın yollarını ararken ve çeşitli yöntemlerini bulurken, yeni IMF paketi işçi ve emekçilere dayatılırken, bunlara karşı güçlü bir örgütlü bir tepki henüz geliştirilememiştir. Tekil direnişlerin dışında kapitalistlerin krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkarma çabasına karşı toplu bir karşı koyuş sergilenemezken, krizin yarattığı tablo oldukça ağır. Kriz bahanesiyle binlerce işçi işten çıkarıldı. Türk-İş’e bağlı sendikaların Krize Karşı Emek Masası’na ilettiği bilgiler doğrultusunda hazırlanan rapor, krizin etkisinin her geçen gün derinleştiği gösteriyor. Emek Masası’nın verilerine göre, Türkİş’e bağlı

sendikalardan yaklaşık 42 bin sendikalı işçi işini kaybetti. Otomotiv-metal sektöründe örgütlü olan ve en fazla üyeye sahip Türk Metal Sendikası, Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde en fazla üyesi işten atılan ve ücretsiz izin uygulamasına geçirilen sendika olurken, sendikanın son 5 ayda işten çıkarılan üye sayısı 19 bin 693’ü buldu.

Buna karşılık Ford Otosan yaptığı açıklamada şunları ifade etti: “Bu yılın ilk yarısında üretimini yüzde 25, ihracat gelirlerini yüzde 50 oranında arttırmayı başaran Ford Otosan, 299 milyon TL net kâr elde ederek, bir ilk daha gerçekleştirdi.” Bir yanda işten atılan binler, diğer yanda arsızca açıklanan kar oranları... “Kapitalizmin merkezinde başlayan kriz dalga dalga tüm dünyaya yayılırken, elbette tüm öteki gerçekler burjuvaların feryatları arasında boğulup gidecektir. Kriz fırtınasında baş gösteren bu telaş burjuvalar açısından boşuna değildir. Yalpalamaya başlayan kapitalizmin teknesinde doğal olarak ilk kurtarılacak olan tekellerin kazançlarıdır. Bu yüzden güverteden aşağı atılanlar, ‘aynı gemideyiz’ masallarıyla kandırılmaya çalışılan işçi ve emekçiler olmaktadır. Binlerce işçi işten atılmaktadır.” (19 Aralık 2008 Sayı: KB 2008/02(49))

“Kim gitsin?” Amaç her ne kadar insanları “eğlendirmek” olarak sunulsa da, aslında “eğlendirirken” yani oyalarken kapitalizmin acı gerçeklerini unutturmaktır. Bir yandan kapitalist patron kendi üstündeki “yükü” atarken diğer yandan yarışma içerisindeki işçiler arasında (ki asıl hedeflenen kitle televizyon başındaki milyonlarca emekçidir) rekabet ortamı yaratmak ve tabii ki bu ortamdan faydalanarak karlarına kar katmak amaçlanmaktadır. Bu program emekçilerin, kendilerine dayatılan çalışma koşullarına karşı birlikte mücadele etme tutumunu geriletmeye hizmet edecektir. İşçi ve emekçilere, kriz koşullarında işlerini kaybetmek istemiyorlarsa kölece çalışma koşullarına razı olması, yanı sıra yüksek çalışma performansı göstermesi zorunluluğu aşılanacaktır. Yapımcı şirket bir yandan mensubu olduğu sınıfın çıkarlarını korurken, diğer yandan yüksek izlenme rakamları ile kendi kar oranlarını da yükseltecektir. ABD ve Avrupa’da başarılı olmuş hemen her programın Türkiye’de de yayınlandığını düşünürsek, bu program da ekranlarda yerini alacaktır. Nitekim, bu yarışmanın yapımcısı olan Endemol şirketini geçtiğimiz senelerde Türkiye’de de yayınlanan Big Brother (Biri Bizi Gözetliyor) yarışmasından da tanıyoruz. Bizleri her fırsatta kullanarak rekabet ortamı içerisine sürükleyen sistemin bir oyunuyla daha karşı karşıyayız. Evet, bu oyunlar karşısında “Biri gitmeli”. Peki, kim gitsin? Gece gündüz çalışarak bu dünyayı yaratan işçi ve emekçiler mi, onların sırtından kazandıkları pa ralarla zevk-ü sefa içerisinde yaşayan kapitalistler mi?

31


Mayıs şehitleri ölümsüzdür!

Yiğitlikleri, fedakarlıkları ve adanmışlıklarıyla yol gösteriyorlar!

32

6 Mayıs, 18 Mayıs, 31 Mayıs… Darağacında, işkence tezgahlarında ve dağlarda katlettiler, ama tüketemediler. Ne devrimcileri ne de içini boşaltmaya çalıştıkları devrimci değerlerimizi… Mayıs ayı kavganın daha da alevlendiği bir aydır. Bu toprakların yiğit devrimcileri, devrimi binlerce insanın gönlüne kazıyarak ölümsüzleştiler bu ayda. ‘60’lı yıllar Türkiye ve dünyada emekçi halkların ve gençliğin kitlesel mücadeleyi yükselttiği yıllar oldu. ‘68 gençlik hareketi ve Vietnam işgali karşıtı gelişen anti-emperyalist, anti-Amerikancı rüzgarla birlikte gelişen devrimci yükseliş, ‘71 hareketiyle Türkiye’de de kendisini gösterdi. Gençlik bu mücadelenin en ön saflarında yerini aldı. ‘71’in devrimci gençlik önderleri, burjuva sosyalizminden kopuşun ve düzene karşı ihtilalci bir yönelişin unsurları olmuşlardır. Bu düzen ve bu devlet yıkılmalıydı. Böylesi bir mücadeleyi ise ancak, düzene karşı devrimci bir temelde konumlanan devrimci örgütler verebilirdi. THKO, THKP-C ve farklı bir gelişim seyri izleyen TKP-ML/TİKKO bu süreçte oluştu. Devrim için herşeyi göze almışlardı. Şiarları netti: “Her şey devrim için!” Onlar ne darağaçlarında, ne işkencede ne de düşman kurşunları karşısında teslim oldular. Devrim davası uğruna tereddütsüzce ölümün üzerine yürüdüler. Türkiye topraklarına devrim tohumları böyle atıldı. Genç ve deneyimsiz devrimciler olarak reformist ve darbeci akımlara tepki sonucu küçük-burjuva maceracı bir çizgiye yönelmişlerdi. Fakat onların devrim tarihimizdeki yerini, daha sonraki kuşaklar tarafından kolayca aşılan bu çizgileri değil, bıraktıkları büyük devrimci direniş geleneği belirlemiştir. ‘70’li yılların ortalarında başlayan ikinci büyük devrimci yükseliş, onların bıraktıkları bu miras üzerinde yükselmiştir. Onlar ‘60’lı yılların kitle hareketi içinde gençlik hareketinin militanları olarak yetiştiler. Düzenin icazet alanında mücadelenin reddi olarak ortaya çıktılar, devrim yolunu seçtiler. Burjuva reformizminden kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırının temsilcisi oldular. Onlar sergiledikleri mücadele ile, bizlere bıraktıkları miras ile tarihin sayfalarında yerlerini aldılar.


Devrimciler ölmez! Egemenler ellerindeki her türlü olanakla, silahla özgürlük ve gelecek mücadelesi verenleri yok etmeye çalışmıştır. Fakat, devrimcilerin sarsılmaz kararlılığı devrim ve sosyalizm davasının yenilmezliğini her defasında egemenlerin yüzüne çarpmıştır. Deniz, Yusuf, Hüseyin, İbo, Alparslan, Kadir, Sinan... Kapitalist sistemin bekçileri tarafından katledildiler. Fakat katledilişleri hiçbir zaman bir “son” olmadı. Egemenler kısa vadede çözüm olarak görseler de, mücadele alanlarında hala onların isimleri, onların verdikleri mücadele bayraklaştırılıyorsa, onların sarf ettikleri sözler sloganlaştırılıyorsa, onların sergilemiş oldukları kararlılık ve inançla düşmanın karşısına çıkılıyorsa, bu demektir ki, çözüm sandıkları yöntemlerin devrim ve sosyalizm davasında bir geçerliliği yoktur. Onlar mücadele içerisinde ortaya koydukları pratiklerden cezaevinde aldıkları tutumlara kadar, darağacında, zindanlarda sergiledikleri kararlılığa kadar bizlere sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için ölümüne direnmeyi miras bırakmışlardır. Onlar bizlere umutsuzluğu, teslimiyeti ve ihaneti değil, her ne olursa olsun baş eğmeme, kararlılıkla yürüme iradesini bırakmışlarıdır.

6 Mayıs 1972... Deniz, Yusuf, Hüseyin… ‘71 Devrimci hareketinin gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, 37 yıl önce, 12 Mart’ın hukuk tanımayan mahkemelerinin kararıyla ve sermayenin o günkü temsilcilerinin onayıyla idam edildiler. Bütün reformist legalist akımların karşı devrime boyun eğdiği bir dönemde, onlar ayaklarının altındaki idam sehpasını tekmelerken, devrime olan inançlarını ve bağlılıklarını cellatlarının yüzüne haykırdılar. O sözler yıllarca egemenlerin kulaklarında çınladı ve çınlamaya devam edecek… Deniz Gezmiş idam sehpasına çıkarıldığında, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği, yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi, kahrolsun emperyalizm!” diye haykırdı. Yusuf Arslan’ın son sözleri,“Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!” oldu. Hüseyin İnan ise, “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” diyerek haykırıyordu, idam sehpasına çıkarken. Onlar devrimci oldukları için ölüme mahkum edildiler. Bugün Denizler’in idam kararını “haksızca verilmiş bir karar” olarak göstermeye çalışanlar, gerçekte onların devrimci kimliklerini yoketmeye çalışıyorlar. Denizler devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleştiler ve onları yaşatacak olan da devrim ve sosyalizm mücadelesini bugüne ve yarınlara taşıyanlar olacaktır.

olarak geçti tarihe. TKP/ML’nin önderiydi. Dersim bölgesinde mücadele ederken Vartinik mezrasında yakalandı. Çatışma sırasında yanındaki yoldaşı Ali Haydar Yıldız şehit düşerken, Kaypakkaya yaralı olarak çatışma alanından uzaklaştı. Beş gün sonra kaldığı köydeki birinin ihbarı sonucu yakalandı. 3,5 ay boyunca gördüğü işkenceler sonucu Diyarbakır’da katledildi. İşkence karşısındaki tutumuyla büyük bir direnişin temsilcisi oldu, büyük bir geleneğin yolunu açtı. Genç yaşına rağmen ideolojik-teorik sorunlardaki bakışıyla o dönemin koşullarında yol gösterici bir rol oynadı. Liberal-reformist solu ve ulusalcılığı hala üzerinden atamamış devrimci hareketleri acımasızca eleştirdi. Kemalizmin aşılmasında öncü oldu. Vücudunun lime lime parçalanmasına rağmen düşmana diz çöktüren o oldu. Bıraktığı direniş mirası Türkiye devrimci hareketinin önünde bir yıldız gibi parlamaya devam edecek.

31 Mayıs 1971... Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan, Kadir Manga... THKO’nun aldığı karar gereği Malatya kırsalında eylem yapmak için biraraya gelen gerilla grubu, 31 Mayıs 1971’de Malatya Kürecik’te bulunan ABD üssüne saldırı düzenlemek için yola çıktı. Mola verdikleri Adıyaman Gölbaşı’na bağlı İnekli köyünde, köylülerin eşkiya sanarak jandarmaya ihbar etmesi sonucu jandarmayla çatışmaya girdiler. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan burada katledildiler.

Devrimci kararlılıkları ve adanmışlıklarıyla yolumu aydınlatıyorlar! Üç ayrı tarih, üç ayrı direniş ve yiğitlik destanı... Mayıs şehitleri devrim tarihimizin en önemli ve unutulmaz yapı taşları olarak yolumuzu aydınlatmaya devam edecekler. Onlar, ölümü tereddütsüzce göğüsleyenler, “düzene karşı devrim” sloganını yükselttiler. Onlar kısacık yaşamları içerisine bugün bize yol gösteren mücadelelerini sığdırdılar. Refah içinde yaşama olanaklarına sahip olmalarına rağmen onurlu bir yaşamı yeğlediler. Tercihlerini kapitalist sistem içerisinde her gün biraz daha fazla tükenerek “yaşamaktansa” onurlu bir yaşam sürmenin gereklerini yerine getirmekten yana kullandılar. Denizler’in, İbolar’ın, Sinanlar’ın ve nice yiğit devrimcilerin yaktıkları ateş bugün kavgamızda alevleniyor, devrimci anıları canlılığını hala koruyor. Onların düzen karşısındaki devrimci duruşları, ölümü yiğitçe kucaklamaları ve devrime olan inançları bugün devrimci mücadeleyi yükseltenlerin ellerinde bir kızıl bayrak taşınıyor ve taşınmaya devam edecek. Anıları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.

18 Mayıs 1973... İbrahim Kaypakkaya… Faşizmin işkencehanelerinde ser verip sır vermeyen yiğit bir devrimci

33


İnsanlık tarihinin tanık olduğu en kanlı ve en tahrip edici savaş oldu İkinci Emperyalist Dünya Savaşı. Modern barbarlık sistemi olan kapitalist emperyalizmin yolaçtığı akıl almaz bir kıyım savaşıydı bu. 60 ülkeyi içine alan bu savaşta 50 milyon insan yaşamını yitirdi, 55 milyon insan sakat kaldı. Bunalım içinde debelenen kapitalizmin özbeöz çocuğu olarak yükseldi Hitler... Sosyalizmi kurma yolunda önemli mesafeler alan Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın saldırı üssü olarak kullanıldı Alman faşizmi... Bunalımın yol açacağı bir devrimci dalga korkusuyla da hareket eden emperyalist Batı, Sovyetler Birliği’nin tüm çabalarına rağmen, Hitlerin Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak için kaydedeğer hiçbir şey yapmadı. Hitler Almanya’sı önce Avusturya’yı ilhak etti. Batılı emperyalist devletlerin teslimiyetçi Münih komplosundan güç alarak ardından Çekoslavakya’yı işgal etti. Nihayet Polonya’ya saldırısıyla savaş resmen başlamış oldu. Alman orduları 8 ay gibi kısa bir süre içinde Batı Avrupa’nın önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Böylece Batı’yı sağlam bir cephe gerisi haline getiren Hitler, bu işgal sayesinde daha da güçlendirdiği savaş makinasını Sovyetler Birliği üzerine sürdü. Bütün güçlerini seferber eden, son derece donanımlı ve deneyimli bir orduya sahip bulanan Alman faşizmi, birkaç ay içinde Sovyet topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Alman tümenleri Leningrad, Moskova ve Stalingrad’a dayandı. Sosyalizmin ilk ciddi sınavıydı bu savaş. Batılı emperyalistler sosyalizmin bu ilk devletinin savaşın yıkıntıları altında kalacağı beklentisi içindeydiler. Ancak Hitler’in faşist sürüleri Volga’dan öteye geçmeyi başaramadılar. Yalnızca Kızıl Ordu ile değil, dişiyle tırnağıyla savaşan özverili ve kararlı bir halkın topyekûn direnişiyle karşı karşıya kaldılar. Stalingrad’da yalnızca sokak sokak, ev ev değil, oda oda verilen inanılmaz bir direniş ortaya konuldu; taşla, bıçakla, sıcak suyla savaşıldı. 182 gün büyük olanaksızlıklar içinde sürdürülen böylesine özverili bir direniş sayesindedir ki, Stalingrad düşmana geçit vermedi. Moskova’da ve Leningrad’da emekçiler tarafından halk alayları kuruldu. Leningrad tam 900 gün faşist kuşatmaya direndi. İşçiler, kolhozcu köylüler ve aydınlardan oluşan savaşçı birlikler Kızıl Ordu ile kenetlenerek bu faşist sürüleri geri püskürttüler. İşgal bölgelerinde de yoğun

34

bir partizan savaşı yürütülerek Alman ordusuna ağır kayıplar verdirildi. “Hitler bir imha savaşı istiyor. Ona istediğini vereceğiz!” demişti Stalin. Sosyalist Sovyet ülkesi bu vaadi büyük bir kahramanlıkla gerçekleştirdi. Olağanüstü bir çaba ile bütün güçlerini seferber eden Sovyet halkları, bu insanlık düşmanı savaş makinasını imha etmeyi başardılar. Burjuva Fransa 11 gün içinde teslim alınmış, Hitler’in ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan Paris’e girmişti. Topraklarının önemli bir bölümü işgal altında bulunan, sanayisinin üçte ikisi tahrip olan sosyalist Sovyetler Birliği’nde ise, inanılmaz bir topyekûn direniş ortaya konuldu. Bu nasıl mümkün olabilmişti? Bu savaşta karşı karşıya gelen iki karşıt toplumsal-politik sistemdi. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun en çıplak ifadesi olan Alman faşizmi, sosyalizme karşı bir ölüm-kalım savaş açmıştı. Sovyet halkı bunun bilincindeydi. Büyük acılara ve yoksunluklara katlanarak yepyeni bir toplumu kurmanın mücadelesine girişmiş ve bunda önemli mesafeler elde etmiş olan Sovyet insanı, davasının haklılığına derinden inanıyordu. Uğruna savaşacağı sağlam değerlere sahipti. Bunun sağladığı moral üstünlükle olağanüstü bir savaşma gücü ortaya koyabildi. Bütün bir ülke adeta tek bir savaş karargahı haline getirildi. Örgütlü ve sağlam bir cephe gerisine, dinamik yedek güçlere sahip olan Kızıl Ordu ile, onunla omuz omuza savaşan bir halkın zaferiydi elde edilen... Sovyet halkı yalnızca kendisine yönelen bu tehlikeyi ezip geçmekle kalmadı. Savaşın en büyük yükünü omuzlayarak, en ağır bedelleri ödeyerek bütün Avrupa halklarını da Hitler belasından kurtardı. Savaş Avrupa halkları için de tam bir yıkım olmuştu. Binlerce insan kurşuna dizilmiş, cezaevlerine ve toplama kamplarına doldurulmuştu. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden toplanan 12 milyon işçi, bu kıyım makinasının emrinde en ağır koşullarda çalışmaya zorlanmıştı. İğrenç ve insanlıkdışı bir imha hareketi ile milyonlarca Yahudi katledilmişti. Avrupa adeta bir hapishane görünümü almıştı. Sovyet halkının ortaya koyduğu görkemli direniş işgal altında bulunan halklara büyük bir moral verdi. 1941 sonbaharından itibaren Avrupa’da anti-faşist yeraltı direnişleri yaygınlaşmaya başladı. Hitler bir yıldırım harekatı ile Sovyetler Birliği’ni kısa sürede ezip geçeceğini hesaplıyordu. Bunu başaramadığı gibi, cephe gerisi de zayıflamaya başladı. Fransa,


İtalya, Yugoslavya, Çekoslavakya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk vb. ülkelerde anti-faşist halk hareketleri giderek güç kazandı. Bu savaşta en ağır bedeli Sovyet halkları ödedi. Hitler faşizmiyle tek başına savaşmak zorunda kaldıkları içindir ki, 25 milyonun üzerinde Sovyet insanı yaşamını yitirdi. 25 milyon insan evsiz kaldı. 1710 kent, 7 bin köy yakılıp yıkıldı. Anti-Hitlerci ittifakın emperyalist kanadı söz verdiği “ikinci cephe”yi bir türlü açmadı. İki yıl boyunca Sovyetler Birliği’ni büyük ve kaba bir ikiyüzlülükle oyalayıp durdu. Böylece faşist Almanya’yla süren savaşın tüm yükü Sovyet halklarının omuzlarına bindi. Elbette ki ikiyüzlü emperyalisler çok bilinçli bir sinsi davranış içindeydiler. Amaç, savaşı sürdürmekte olan tarafların birbirlerini yıpratıp güçten düşürmelerini beklemekti. Böylece zamanı geldiğinde devreye girecek, durum üzerinde hakimiyet kuracak, kolay yoldan savaşın gerçek galipleri olup çıkacaklardı. Ancak Hitler ordusuna öldürücü darbeyi vuran ve onu gerisin geri Avrupa’ya sürmeye başlayan şanlı Kızıl Ordu, tüm bu aşağılık hesapları altüst etti. Sovyet Kızıl Ordusu’nun karşı konulmaz bir mutlak zafere doğru yürüdüğünü ve komünistlerin önderliğindeki direniş hareketlerinin çeşitli Avrupa ülkelerinde inisiyatifi ele aldığını gördükleri andan itibarendir ki, ABD ve İngiliz emperyalistleri nihayet harekete geçmek zorunda kaldılar. Savaşın uzaması, tüm kayıplarına rağmen Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak bir yana, onun birçok bakımdan daha da güçlenmesine yolaçıyordu. Savaş koşullarına rağmen Sovyet ekonomisi olağanüstü bir gelişme dinamizmi göstermişti. 1940 yılı ile kıyaslandığında, uçak üretimi dört, top üretimi yedi, tank üretimi sekiz katına ulaşmıştı. Demir ve kömür üretiminde çok büyük oranlarda artış kaydedilmişti. Sovyetler kullandıkları savaş malzemesinin %80’ini kendileri üretiyorlardı. Sovyet halkı kendi güç ve olanaklarıyla Hitler’i ülkesinden kovmakla kalmamış, hızla

Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. En önemlisi de, Sovyet rejimi Avrupa halkları nezdinde büyük bir itibar kazanmıştı. Avrupa’da gelişen direnme hareketi giderek güçleniyor ve komünistler anti-faşist halk hareketinin öncü güçleri haline geliyorlardı. Komünist partilerinin üye sayısı büyük bir hızla artmaya başlamıştı. Emperyalistlerin söz verdikleri “ikinci cephe”yi açmayı biraz daha geciktirmeleri durumunda, Avrupa’ya zafer bayrağı tümüyle Sovyetler Birliği ve devrim yolunu tutacak halklarca dikilecekti. İşte İngiliz ve Amerikan emperyalizinin müdahalesi bu koşullarda gündeme geldi. Normandiya Çıkarması’nı yaparak, nihayet “ikinci cephe”yi açmış oldular. Ancak, Stalin’in çok yerinde ifadesiyle, onlar “ikinci cephe”yi açmamış olsalardı, bu aynı şeyi halklar devrimci bir temelde yapmış olacaklardı. Emperyalist Batı tarafından büyük bir başarı olarak sunulan Normandiya Çıkartması’nın savaşın gidişatında hiçbir tayin edici rolü olmamıştır. Gerçek “ikinci cephe” bu ülke halkları tarafından açılmıştır. Çıkartma, ancak Sovyetler Birliği’nin büyük bir kısmı düşmandan temizlendikten ve Kızıl Ordu Polonya’ya girdikten sonra, 6 Haziran 1944’de yapılmıştır. Bu savaşta İngiliz ve Amerikan ordusunun kayıplarının toplamı yalnızca 500 bin civarındadır. Dünya halklarının kaderini belirleyen anti-faşist zaferin tüm onuru komünistlerindir. Yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, Avrupa’da da son derece elverişsiz koşullarda ve büyük olanaksızlıklar içinde en önde mücadeleye atılanlar ve en ağır yükü omuzlayanlar onlar olmuşlardır. Direniş boyunca yalnızca Fransa’da 75 bin komünist kurşuna dizilmiştir. İtalya’da katledilen komünist sayısı ise 40 bindir. Anti-faşist zaferin gerçek sahibi sosyalist Sovyet ülkesi ve dünya halklarıdır. Bu savaş gerçekte iki sistem arasında yaşanmış ve zafer sosyalizmin ilk ülkesinin kahramanca direnişi sayesinde kazanılmıştır.

8 Mayıs 1945... Anti-faşist zafer...

Emperyalizm, bunalım ve savaş!

Emperyalist-kapitalist sistem derinleşen krizini ancak mevcut pazarları yeniden paylaşma yoluyla aşabilmektedir. Böylesi bir yeniden paylaşım ise insanlık için büyük bir yıkım demek olan savaşlar anlamına gelmektedir. Savaş aynı zamanda burjuvazinin işçi ve emekçileri şoven ideolojiyle etkilemesini kolaylaştırır. Burjuvazi savaşını sürdürebilmek için, aslında tam bir karşıtlık içinde olan iki sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarını ortakmış gibi göstermeye çalışır. Böylesi süreçler ya kitlelerin gerici ideolojilere yedeklenmesini ya da devrimci çıkışları koşullar. 9 milyona yakın insanın hayatını yitirdiği 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı geride korkunç bir yıkım bırakmıştır. Savaş sonrası gerçekleşen Ekim Devrimi ise, dünya işçilerine ve ezilen halklara umut vermiş, sosyalizmin bir alternatif olduğunu göstermiştir. Sovyet ülkesi, işçi sınıfının önderliğinde insanca bir yaşamın temellerini atarken, savaş süresince kendi burjuvazilerine yedeklenmiş ancak savaşın tüm yükünü sırtlanmış olan başka ulusların emekçileri ise ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştır. Kapitalizmin ‘30’lu yıllarda derinleşen bunalımı Kirdop, Krupp ve Thyssen vb. mali sermaye gruplarının desteklediği Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (NSDAP) iktidara gelmesini kolaylaştırmıştır. 1930’da 3 milyon olan işsiz sayısı 1932’de 6 milyona yükselmiş ve NSDAP’ın üye sayısı 1929’dan 1932’ye 170 binden 1.4 milyona çıkmıştır. Almanya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri tarihte eşi benzeri görülmemiş bir katliama hizmet edecek bir ideolojiye yedeklenmişlerdir.

Sosyalizm ve direniş Kapitalizmin buhranı 2. Emperyalist Paylaşım Savaşını koşullamıştır. Savaştan başka bir çözüm üretemeyen kapitalizmin hedefi aynı zamanda sosyalizm olmuştur. Savaşı başlatan Naziler Avrupa’yı işgal ettiler. Diğer batılı emperyalistler bu sürece uzun süre sessiz kaldılar. Avrupa’nın işgalinin ardından

Hitler faşizmi esas hedefine, yani Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Askeri olarak çok daha güçlü olan Naziler, Sovyet topraklarında hızla ilerlediler. Ancak Sovyet halkları için de bu saldırının anlamı açıktı ve göğüslenmeliydi. Yüzbinlerce gönüllüden oluşan partizanlar Nazilere savaşı çekilmez hale getirdi. Nazi birliklerini girdikleri şehirlerde, ellerine geçirebildikleri ile sokağa fırlayan Sovyet emekçileri karşıladı, neredeyse her binada çatışmalar yaşandı. Leningrad, yenilmez denen Nazi birlikleine tam 900 gün direndi. Stalingrad direnişinde Nazilerin bozguna uğratılması ile işgal güçleri Berlin’e kadar geri sürüldü. Kızıl Ordu geçtikleri yerlerde halklara özgürlüklerini sağladı. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da Nazilere direnen komünist partileri iktidara taşıdı.

Anti-faşist zafer ezilen haklara yol gösteriyor! Dört yıl süren savaş boyunca Sovyetler Birliği 25 milyonu aşkın insanını şehit verdi. Sovyetler halkları emperyalizmin hesaplarını boşa çıkardı. Fakat tarih kitapları, savaşı bitirenin Berlin’e kadar faşist bölükleri geri süren Kızıl Ordu’nun zaferi değil de, ABD’nin Japonya’ya attığı atom bombası olduğunu yazdı. Toplama kamplarına girip esirlere özgürlüklerini verenler, Holywood filmlerinde gösterildiği gibi ABD askerleri olabilir miydi? (Henüz ABD kıtaya adımını bile atmamıştı!) Aynı filmlerin savaş sahnelerinde ise, Kızıl Ordu’ya Stalingrad zaferini kazandıranın “Rusya kışı” olduğu gösteriliyordu! Bugün derin bir kriz içinde debelenen emperyalist-kapitalist sistem yine savaş ve yıkım üretmekte ve yine işçi ve emekçileri şovenizm ile zehirlemektedir. İnsanlık bir kez daha savaş belası ile yüzyüze bulunmaktadır. Ekim Devrimi ve 8 Mayıs 1945 anti-faşist zaferi ise tüm ezilenlere yol göstermeğe devam etmektedir!

35


Nazım Hikmet: Devrimin ve komünizmin büyük sairi!

O mükemmel bir kafa mükemmel bir yürek, yumruklarıyla erkek gözleriyle çocuktu. Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o. Yoldaştı o..

36

Daha oniki yaşındayken fark etti Nazım usta, bağrı parçalanmış vatanın bir ümit beklediğini. Bir şair ve bir komünistti. Sevdi vatanını, sömürülen vatandaşını anladı. Hissetti ta yürekten Afrika’da çıplak ayaklı çocukların acısını, patronun kanını emdiği işçinin isyanını. Kalbinin yarısı Çin’de, Sarınehre doğru akan ordunun içindeydi, diğer yarısı her şafak vakti Yunanistan’da kurşuna diziliyordu. Bazı geceler herkes uyuduğunda işkencelerdeydi. Beyazıt Meydanı’nda vurulmuş bir genç delikanlının bir elinde ders kitabını, diğer elinde başlamadan biten rüyasını gördü. Siyah beyaz gazete manşetinden ipin ucundaki partizan Tanya’nın yüreğine dokundu ve yazdı. Kalbini kırmızı bir elmaya benzetiyordu ve o elmayı fakir insanlarına ikram ediyordu, en uzak yıldızla birlikte çarpan kalbini... “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz” dedi diye “vatan haini” oldu. Zaten hep öyleydi, öyle kalacaktı. “Vatan çiftliklerinizse, kasalarınız ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarımızda al kanımızı içmekse vatan vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan mızraklı ilmühalse, vatan polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan amerikan üsleri, amerikan bombası, amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmaksa kokuşmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.” dedi Nazım Hikmet. Sonrası sürgündü hayatının. Ama devrimcinin yeri yurdu olmazdı; tüm dünya onundu, mücadele onundu. Çünkü insanların avuçlarının içinde sınıf damgasını taşıdığını biliyordu, bu ondan önce keşfedilmişti ama işleyen ellerin güzelliğini o görmüş, ilk o yazmıştı. Onu hapsedemediler. Demir parmaklıkların ardında da, sınıfın içinde ve düşmanın yakasındaydı, kuralsız kafiyesiz şiirlerinde olduğu gibi. İşçiler fabrikalarda direnişteyken, o dört duvar arasında ve demir parmaklıklar ardında açlık grevindeydi. Grevde taşınan pankarttan sevgiliye yazılan mektuba kadar Türkiye işçi sınıfının içindedir Nazım Hikmet, içimizdedir. Devrimciliğiyle sanatçılığının buluştuğu o eşsiz mısralarında, daima sınıfın çarpan yüreği oldu. Çünkü şiirlerini bir şair değil, elleri nasır tutmuş bir işçi, tarlada sabana koşulan bir ırgat, karnında çocuğu, sırtında küfesiyle bir kadın, ateşe verilen bir halk yazdı. Kaleminin kâğıda değişindeki her darbede, madenlerden, fabrikalardan tersanelerden sesler yükseldi. Nazım, bu seslerden aldı gücünü ve iradesini. Çünkü sevdiği kadar inandı insanlarına. Anlatmaya çalıştı, her şeyin mücadele ederken anlam kazandığını. “Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.” Daha ne kadar derin ufuklara açılabilinir, kavgaya daha ne kadar güzel bir izah bulunabilir ki? “Sevdalınız komünisttir, yatar Bursa Kalesi’nde” diyor ve meselenin tutsak olmak değil teslim olmamak olduğunu anlatıyor. Evet, asıl mesele teslim olmamak, mücadele bayrağını daima daha daha ilerilere taşımaktır. Hedef bir yıldız da olsa ona ulaşmanın yolunu bulmak, kendi kabuğumuzdan çıkıp başka hayatları anlamak, başka yürekleri hissetmek, başka elleri keşfetmek olduğunu Nazım gibi görmek gerekiyor. Bu kavga boşa değildir! Ustanın da dediği gibi, er geç ezilen ve sömürülenlerin yani bizlerin kurtuluşunu selamlayacağız. Komünizmin büyük ustalarından Nazım Hikmet’i bir kez daha saygıyla anıyor ve Türkiye işçi sınıfını selamlıyoruz. “Ve elbette ki sevgilim, elbet dolaşacaktır, elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır, en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet…”


Dünyada 1 Mayıs eylemlerinden...

Avrupa’da 1 Mayıs gösterilerinden...

Basel’de coşkulu, devrimci 1 Mayıs...

1 Mayıs sendikaların oluşturduğu “1 Mayıs komitesi’’ ve Türkiyeli örgütlerden TKİP ve MLKP’nin yer aldığı İsviçreli devrimci anti-faşist gruplardan oluşan “Devrimci 1 Mayıs Platformu’’ tarafından coşkuyla kutlandı. 1 Mayıs alanına Almanca olarak orak-çekiç amblemli ve TKİP imzalı “Sosyal hak gasplarına, işsizliğe, ırkçılığa ve savaşa karşı sosyalizm için mücadele alanlarına!” pankartımızı açtık.

Basel’den TKİP taraftarları

Fransa

Fransa’da 1 Mayıs’ta yüzbinlerin katılımıyla 300’ü aşkın kentte kitlesel kutlamalar gerçekleştirildi. Paris’teki eyleme 160 bin, Bordeaux’da 50 bin, Marseille’de ise 35 bin kişi katıldı. Gösterilerde Sarkozy hükümetinin saldırı politikaları protesto edildi. Özellikle temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, işsizlik oranının artması ve işyerlerinin kapatılmasına karşı tepkiler yükseltildi.

Yunanistan

Atina, Selanik ve Pat-ros’ta kitlesel olmak üzere 77 kentte 1 Mayıs gösterileri düzenlendi. Atina’da otobüs ve metro şoförleri greve gittiler. Liman işçileri de 24 saatlik bir grev gerçekleştirdiler. Gösterilerde gıda tekellerine ait ürünlerine yapılan zamlar ve emeklilik yaşının yükseltilmesi protesto edildi. Gençlik “parasız eğitim” talebini yükseltti.

Avusturya

1 Mayıs gösterisine 100 bini aşkın işçi ve emekçi katıldı. Eylemde konuşan Avusturya İşçi Sendikaları Birliği Başkanı, küresel krizin faturasının işçilere ödettirilemeyeceğini belirterek, “Küresel krizi işçi sınıfı yaratmadı. Küresel kriz kumarhane kapitalizminin eseridir” dedi.

Rusya

Rusya İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, Rusya’da 88 kentte yapılan eylemlere yaklaşık 33 bin kişi katıldı.

Küba

Havana’daki Devrim Meydanı’nda görkemli bir gösteri ile 1 Mayıs kutlandı. Bu yıl devrimin 50. yıldönümü olduğu için çok daha kalabalık bir katılım gerçekleşti.

Tayvan

Mitingde ABD karşıtlığı öne çıktı. Tayvan hükümetinden ise işsizliği azaltmaya yönelik politikalar uygulaması talep edildi.

Arnavutluk

1 Mayıs Tiran’da İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından örgütlenen bir gösteri ile kutlandı. Eylemde hükümet protesto edildi.

Meksika

Meksiko City’de 100 bini aşkın işçi ve emekçinin katıldığı kitlesel bir gösteri gerçekleştirildi.

Güney Kore

Seul’de düzenlenen 1 Mayıs mitinginde hükümetin ekonomi politikaları protesto edildi. Onbinlerce emekçinin katıldığı eyleme öğrenciler de destek verdiler.

Rotterdam’da 1 Mayıs

Yaklaşık 1000 kişi katıldığı eyleme, Hollandaca “Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!” şiarlı pankartımız ve kızıl bayraklarımızla katıldık.

Hollanda’dan TKİP taraftarları

Stuttgart’ta 1 Mayıs!

4 bin işçi ve emekçinin katılımıyla gerçekleşen mitingte yapılan konuşmalarda kapitalizmin krizine değinildi. Bizler “Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın proletarya enternasyonalizm!” pankartımız ve kızıl bayraklarımızla eyleme katıldık.

Stuttgart’tan TKİP taraftarları

Bielefeld’de 1 Mayıs!

Almanya’da sosyal haklara dönük gaspların her geçen gün arttığı, işsizliğin tırmandığı, krizin etkilerinin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir dönemde gerçekleştirilen 1 Mayıs gösterilerine bu gündemler damgasını vurdu. Bizler yürüyüşe “Yaşasın 1 Mayıs!” şiarının yer aldığı TKİP imzalı ana pankartımızla, Bir-Kar Gençliği ise “Kurtuluş yok tek başına, hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için!” pankartıyla katıldı.

TKİP taraftarları/ Bielefeld

Dortmund 1 Mayısı’na faşist saldırı!

1 Mayıs mitingi 2300 kadar göstericinin gerçekleştirdiği yürüyüşle başladı. 300 kadar faşist hiçbir engelle karşılaşmadan 1 Mayıs mitinginin yapılacağı alana taş ve şişelerle saldırdı. Polis’te saldırıyı engellemek yerine 1 Mayıs eylemine saldırarak safını belli etti. Bizler 1 Mayıs yürüyüşüne “Kapitalizm barbarlık, çözüm sosyalizm!/ TKİP” şiarlı pankartımızla katıldık. Saldırı sırasında kararlı bir tutum sergiledik.

Dortmund TKİP taraftarları

Berlin’de 1 Mayıs

1 Mayıs Berlin’de yapılan yürüyüş ve etkinlikle kutlandı. TKİP taraftarları olarak Almanca “Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!”, “Yaşasın sosyalizm!” ve TKİP yazılı pankartlarımız ve kızıl bayraklarımızla yürüyüşe katıldık. Kreuzberg’de ayrıca ‘devrimci 1 Mayıs’ adı altında iki ayrı yürüyüş gerçekleşti. Birincisi saat 13.00’te ikincisi ise saat 18.00’de yapılan yürüyüşlere azgınca saldırıldı.

Berlin’den TKİP taraftarları

Köln’de 1 Mayıs kutlaması

1 Mayıs’a, 8 bin kişi katıldı. Biz komünistler olarak eyleme, Almanca açılımlı bir büyük parti pankartı, üzerinde “Krizin faturası kapitalistlere!”’ şiarı bulunan Bir-Kar imzalı bir pankartla katıldık.

Köln’den TKİP taraftarları

Hamburg’da 1 Mayıs kutlaması

10 bin civarında emekçinin katıldığı eyleme BİR-KAR olarak “Kapitalizm krizde, çözüm sosyalizmde!” dövizleriyle katıldık.

Bir-Kar Hamburg

37


Milyoner filmiyle bir kez daha kanıksatılmaya çalısılan:

“Hersey alınyazısıdır”!

38

“Mumbai’nin kenar mahallelerinden bir çocuğun yaşam öyküsünü anlatan Slumdog Millionaire, 8 dalda birden ödül kazandı. Danny Boyle’a “En İyi Yönetmen Ödülünü” kazandıran film, “En İyi Film”, “En İyi Uyarlama Senaryo”, “En İyi Görüntü Yönetmeni”, “En İyi Ses Miksajı”, “En İyi Kurgu”, “En İyi Müzik” ve “En İyi Orjinal Şarkı” dallarında da Oskar aldı. Film, hayatla mücadelesine, Hindistan’ın Mumbai kentinin kenar mahallesinde başlayan bir çocuğun, zorluklar içindeki büyüme sürecini, bir aşk hikayesini de içine katarak, katıldığı bir yarışma programı çerçevesinde ele alıyor.” 8 dalda Oscar’a layık görülen Slumdog Millionaire (Varoş Milyoneri) filmi dünyanın birçok yerinde tartışmalara konu oldu. Film, Türkiye’de yayınlanan “Kim 500 Milyar İster?” benzeri bir programda, soruların cevaplarını yoksulluk ve sefalet içinde geçen hayatının bazı anlarından anımsayarak yarışmayı kazanan ve bir anda varoşların milyoneri olan Jamal’in tek aşkı Lathika’ya kavuşması sonucu mutlu sonla biten öyküsünü anlatıyor. Film, Hindistan’daki sefaletin ve yoksulluğun en uç noktalarını, bu yoksulluğun kaynağının kapitalizm olduğu vurgusunu yapmadan anlatıyor. Yoksul halkın varsıl azınlığa duyduğu öfkeden ise hiç bahsetmiyor. Oysa, Hindistan gerçeğini bütün acımasızlığıyla ifade eden bu film, bütün bunların nedenlerini biraz olsun sorgulatabilirdi. Fakat filmin konusu, Jamal’in tek aşkı Lathika’ya kavuşma çabası üzerinden şekilleniyor. Yani fakir bir aşığın serüveni anlatılıyor. Filmin sonunda yaratılan etki de alışık olduğumuz üzere milyoner Jamal ile sevgilisi Lathika’nın birleşmesinden duyulan mutluluktan ibaret kalıyor. Ama bir yerlerde yine gözü çıkarılan çocuklar dilendirilmeye, çocuk yaşta kızlar pazarlanmaya devam ediyor. Film bunlara rağmen Bollywood klasiği tam kadro eğlenceli bir dans sahnesiyle son buluyor. Oysa, Jamal ve Lathika’nın kavuşma serüveninde karşılarına çıkan her türlü engele duyulan nefret birazcık olsun sistem karşıtı bir öfkeye de dönüşebilirdi. Fakat “esas oğlan” fakir Jamal tek aşkı Lathika’ya kavuşmuş, üstelik milyoner olmayı başarmış, “esas kız” Lathika da içine sürüklendiği fuhuş batağından kurtulup sevdiğiyle zengin ve mutlu bir hayata yelken açmıştır! Ya geride kalanlar? Açlıkla, sefaletle pençeleşen milyonlarca insan, satışa çıkarılan, fuhuşa zorlanan kız çocukları, kolları bacakları kesilip ya da gözleri oyulup dilendirilen çocuklar... Bunları bir anda unutturan film, romantizmle süslediği trajediyi mutlu sonla bitirerek gerçeklerden uzaklaşan bir etki uyandırıyor. Peki nedir Hindistan gerçeği? Fuhuş, sakatlanıp dilendirilen yüzlerce çocuk, din ve mezhep kavgaları, kast, açlık ve sefalet… Film “Hindistan gerçeğini”, açlığı, yoksulluğu gözler önüne sererken, diğer yandan günümüz dünyasının en vahşi kapitalist devleti olan Amerika’yı ve Amerikan burjuvazisini güzelliyor. Cömert Amerikalı, turist rehberliği yapan küçük bir çocuğa verilen 100 dolarlık bahşişle filmde yerini alıyor. Ortaya çıkan görüntü ise, fakir Hintli çocuğa yardım eden zengin ve merhametli Amerikalı oluveriyor. Bütün bu eksikliklere rağmen film Hindistan’daki burjuvazinin öfkesini uyandırmaya yetmiş durumda. Film, Hintli seyirci kitlesini sinemaya çekemediği gibi ülkenin sefalet içindeki yoksul kesiminin durumunu gözler önüne serdiği için öfke uyandırıyor. The Hindu gazetesinde yazan yapımcı K. Hariharan, “Film Hindistan hakkında hayal edilmiş en ucuz ve gerçeklikten uzak bir film olarak algılanmalıdır” diyerek Hindistan’ın gözlerden uzak tutulmak istenen yoksul yüzünün gösterilmesine duyduğu öfkeyi dile getiriyor. Ve “Küresel mali krizin ağırlığı altında ezilmiş batılı seyircilerin çoğu için Hindistan’ın en iğrenç yüzü hakkındaki bu peri masalı, bir tür eğlence boşalımı olmalı” ifadesini kullanıyor. Doğrusu Hindistan’ı anlatan bir filmin Hindistan’da yakalayamadığı başarıyı Oscar törenlerinde yakalamasının altında filmin bu tarz bir etki yaratması olabilir. Sonuç olarak film, kapitalizmin yarattığı yoksulluk, açlık ve sefaleti gayet iyi işlemesine rağmen, izleyende bütün bunların nedeni olan kapitalist sisteme karşı bir tepki bile uyandırmıyor. Hatta seyirciye bütün bunların nedenini sorgulatmak bir yana, olan biteni çoktan seçmeli bir sorunun hiçbiri cevap olamayacak nitelikteki şıklarından birine sıkıştırıveriyor: “d) alın yazısı”!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.