YÖK düzeninin krizine ve geleceksizliğe karşı 6 Kasım’da alanlara!
Kapitalizmin yaşadığı yapısal krizle birlikte saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemdeyiz. Ortaya çıkan yeni krizle birlikte kapitalizm açmazlarıyla bir kez daha karşılaştı ve saldırganlığını arttırdı. Gençlik açısından da krizin sonuçlarının yakıcı bir şekilde hissedildiği bir süreçten geçiyoruz. Son yıllarda gençlik sermaye düzeninin yoğun saldırılarıyla karşı karşıya kalıyor. Ekonomik saldırının boyutları her geçen yıl artıyor. Tek boyutlu ilerlemeyen bu saldırılar kuşkusuz yozlaştırma, baskı ve denetim ile birlikte çok yönlü olarak hayata geçirilip yükselecek muhalefetin de önü kesilmeye çalışılıyor. Sermaye düzeni, üniversiteleri suskun toplumu yaratmanın fabrikalarına dönüştürmüş durumda. Üniversite yaşamı boyunca çok yönlü saldırılarla karşılaşan gençlik, yaşamının geri kalanında da ekonomik saldırılar ve hak gasplarıyla karşı karşıya kalacağı için bu dönemde uygulanan sindirme uygulamalarının ne kadar karşılık bulduğu sermaye açısından çok önemlidir. Üniversitelerde düşüncelerini ifade etmek, hakkını aramak, tartışan sorgulayan bir insan olmak, hatta ve hatta farklı bir görünüşe sahip olmak bile saldırıların veya sindirme politikalarının odağı olmanın nedeni olabiliyor. Son senelerde üniversitelerden yansıyanlar; yoğunlaştırılmış denetim mekanizmaları, polis ablukasında kampüsler, soruşturma ve cezalar, faşist, ulusalcı çeteler eliyle saldırılar vs. diye sıralanıp gidiyor.
Krizin bedeli öğrencilere de kesilmeye çalışılıyor!
Yazın ortasında harçlara yapılması planlanan zamlarla birlikte uzun senelerden sonra görece bir hareketlilik ortaya çıktı. Üniversitelerin kapalı olduğu bir dönem olmasına karşın gençlik tepkisini sokakta dile getirdi. Sokakta yükselen ses hedeflenen zamların yapılmasını engelledi. Harçlara yapılması hedeflenen zamlar krizin bedelinin öğrencilere de kesilmeye çalışıldığını gösteren çarpıcı örneklerden biriydi. Krizini aşmaya çalışan sermaye IMF ve DB gibi emperyalist kuruluşlarını İstanbul’da ağırlayarak işçi ve emekçilere dönük yeni yıkım politikalarını karara bağlamış oldu. Krizin toplumdaki tüm yansımaları bire bir gençliğin yaşamını etkilemektedir. Krizle birlikte artan işten çıkarmalarla işsizliğin vardığı boyut, sistemin pembe düşlerinin sahteliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Kapitalist krizin iyice belirginleştirdiği olguların, özellikle de düzenle ilgili gerçeklerin geniş gençlik yığınları tarafından anlaşılmasını sağlamak, somut sorunlarda ne söylediğimizle yakından ilgilidir. Bu çerçevede, geleceğimizi karartanlara karşı yürüttüğümüz mücadelede “Harçlar kaldırılsın, eğitime ayrılan bütçe artırılsın!”, “Parasız eğitim istiyoruz!”, “Krizin faturasını ödemiyoruz! Krizin bedeli kapitalistlere!” şiarlarını yükseltmek, özel bir önem taşıyor.
Düzenin üniversitelerdeki eli ayağı YÖK’tür!
Kapitalizmin son bir yıldır dindiremediği krizinin aslında uzun bir birikim süreci bulunuyor. Bugün, çok daha erken bir evrede gündeme geldiği halde uzun yıllar boyunca idare edilen, işçi sınıfı ve emekçilere kan kusturularak yatıştırılan bir tıkanmanın yeni düzeyde patlamasıyla karşı karşıyayız. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın enkazları üzerinde yükselen, yeniden yapılanma döneminde iyi kötü semiren küresel kapitalizm, ’70’lerin başında yeni bir krizle sarsılıyordu. Bu krizden kurtulmanın yolu olarak ’70’li yıllardan başlayarak tüm dünyada neo-liberal saldırı politikaları gündeme getirildi. Türkiye’de 70’lerde yükselen devrimci mücadelenin gücü, sermayenin saldırı politikaları karşısında büyük bir engel olarak duruyordu. Ekonomik-sosyal saldırı politikalarını uygulamakta zorlanan sermaye iktidarı, çözümü askeri cuntada buldu. Faşist darbenin ardı sıra dönüşümler hızlı bir şekilde hayata geçirildi. Bu politikalar, üniversitelere eğitimin ticarileştirilmesi saldırısı olarak yansıdı. Paralı eğitim uygulamalarının ve özelleştirmelerin önü açıldı.
12 Eylül ile birlikte üniversitelerdeki denetimi artırarak tek elde toplamak ve ticarileştirme adımlarını sıklaştırmak için 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu. O günden bugüne YÖK’ün icraatlarıyla üniversitelerde ticarethane-kışla modeli oluşturulmuş, toplumdan yalıtık alanlara dönüşme süreci neredeyse tamamlanmıştır. Eğitimin paralı hale gelmesinin vardığı boyut, işçi-emekçi çocuklarının üniversite, hatta lise okumasını bile her geçen gün daha da zorlaştırmıştır. Süreci devrimci bir perspektifle örgütlemek, bizzat YÖK düzeninden kaynaklanan güncel sorunları hedef alan bir politik mücadele hattı ile mümkündür. Eğitimin ticarileşmesinden artan baskı koşullarına, işsizlikten geleceksizliğe, emperyalistlerin dünya halklarına dönük saldırganlığından Kürt halkına karşı “açılım” adı altındaki sahte poli-
3
tikalarla maskelenmeye çalışılan kudurganlığa kadar birçok olgu, sömürü düzeninin yansımaları olarak gençliğin karşısında duruyor. 6 Kasım’a hazırlık sürecinden başlayarak bu sorunlara karşı bir mücadele hattı oluşturmalı ve her söylemimizde, tüm pratiğimizde hedefe söz konusu sorunlarla birlikte, onların temel kaynağı olan kapitalist sistemi çakmalıyız. Bu bize, gençlik kitlelerine sorunun ana kaynağını göstermekten geri durmamak, karşımızdaki sorunların bütünselliğini kavramak ve kavratmak sorumluluğu yüklüyor.
YÖK düzeninin en etkili saldırılarından biri de birçok üniversitede devrimci-demokrat öğrencilere, devrimci faaliyete karşı kullanılan soruşturma silahıdır. 6 Kasım’a yürürken“Soruşturma ve cezalar geri çekilsin! Eğitim hakkımız gasp edilemez!” diyerek üniversitelerin baskıcı ve anti-demokratik yapısını teşhir etmeliyiz. Yine üniversitelerde “açılımın” sahte adımlarından biri olarak Kürt dili eğitiminin başlaması yönlü adımlar atılıyor. Bu süreçte “Anadilde eğitim” talebini devrimci bir temelde sahiplenerek devletin hamlelerinin arka planını ortaya koymalı, bu talebin tam hak eşitliği temelinde karşılanmasının yolu olarak devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeliyiz. Öte yandan gençlik kitlelerini, hapsedildikleri karelerden çıkmalarını sağlamak için yaşadıkları sorunlar üzerinden harekete geçirmeyi ve sorunları yaratan düzeni teşhir etmeyi birlikte ele alabilmeliyiz. Kendi krizi içinde debelenen YÖK düzeninin gençliğe dayattığı geleceksizliğin karşısında, kurtuluşun tek yolunu, demek oluyor ki devrim mücadelesini sürekli bir faaliyetle gençlik kitlelerinin gündemine taşımalıyız. Toplumsal gündemleri ve yerellerin özgün sorunlarını iç bağıntılarının anlaşılmasını sağlayarak, sistematik ve ısrarlı bir çalışmaya dönüştürmeliyiz. Bütün bunlar, YÖK’e ve YÖK düzenine karşı mücadeleye hazırlanmanın güncel bir çerçevesi olarak da düşünülebilir.
Birleşik ve geçmişin zaaflarını aşan bir 6 Kasım!
12 Eylül karanlığının mirası YÖK, aradan geçen 28 yılda eğitimin ticarileştirilmesiyle, üniversitelerin yüklendiği misyonla iyice teşhir olmuşken, buna karşı yükselen muhalefet her geçen yıl gerilemektedir. Önümüzdeki 6 Kasım sürecini pratikte nasıl ele almak gerektiğini ifade etmeden önce son yılların eksikliklerini ortaya koymak yararlı olacaktır. Son yıllardaki 6 Kasım tablolarına baktığımızda en çok göze çarpan nokta, parçalılıktır. Ayrılma gerekçelerinin çoğunun politik değil de biçimsel tartışmalardan kaynaklanıyor olması, gençlik hareketi adına gelinen noktanın vahametini göstermektedir. Son yılların 6 Kasım’larına baktığımızda protesto eyleminin ötesine geçemeyen bir tabloyla karşılaşıyoruz. Haftaları bulan, birbirini tekrarlayan toplantılar, sonrasında biçimselpolitik ayrışmalar ve birkaç günlük çağrıya sıkışan bir eylem… 6 Kasım günü gerçekleşecek bir eyleme çağrı yapmanın ötesine geçemeyen bir “ön süreç” yaşanıyor. 6 Kasımlar bir süreç olarak örülemeyen, yerelle bağı kurulamayan parçalı eylemler bütünü olmaktan öteye geçemiyor.
Gençliğin gündemlerine söz söyleyen, YÖK’ü protesto eden bir yaklaşımla açıklamalar yapılsa da bunlar alanlara taşınamıyor. Gençliğin gündemlerinin yerellere taşındığı, yerel sorunların işlendiği ve yürüyen çalışmaların 6 Kasım alanına taşındığı bir süreç örülemiyor. Yerelde açığa çıkan sorunlara karşı tepkiler açığa çıkıp, yer yer
4
kitleselleşen yerel eylemler örgütlenirken bunların 6 Kasım alanına taşınamaması geçmiş yılların ders çıkartılması gereken olumsuz örnekleridir.
Harç zammıyla ortaya çıkan süreç bir kez daha gençlik hareketinin ihtiyaçlarını ve sorumluluklarımızı hatırlatmıştır. En yakıcı şekilde kendini hissettiren, geniş gençlik kitlelerinin ortak bir zeminde hareket edebileceği birleşik bir örgütlülük ihtiyacıdır. Hareketin böylesi bir örgütlülüğe sahip olmaması sonucunda oluşan tepkiler parçalı kalmıştır. Öylesine ki parçalı ilerleyen süreçleri birleşik bir zemine çekme tartışmaları hayli uzun bir zaman almıştır. Kendiliğinden ortaya çıkan kimi tepkilere müdahalelerde de atıl kalınmıştır. Zamların geri çekilmesiyle de birçok örgüt bu süreçten yüz geri etmiştir. Süreci harç saldırısını aşan bir çizgide bütünlüklü ele alıp birleşik bir mücadeleye dönüştürmek gerekirken, zam sınırında bakmanın sonucu yön değiştirmeye neden olmuştur.
Gençlik hareketi açısından yaz dönemiyle birlikte ortaya konan tepkiyi ve krizle birlikte daha da artan saldırıları göz önüne aldığımızda, hareketi ileriye taşıma sorumluluğu yakıcı bir şekilde omuzlarımıza biniyor. Bunun gereği, ortaya çıkan dinamiğin hareketi yükseltecek bir olanağa dönüştürülebilmesidir. Yaz boyunca harç saldırısına karşı sesimizi yükselttik. Krize çözüm bulma iddiasıyla İstanbul’a gelen IMF ve DB’ye karşı eylemlerimizle sokakları ısıttık. Saldırıların yoğunlaşmasıyla tepkilerin çoğaldığı, eylemlerin sıklaştığı, grev ve direnişlerin yaygınlaştığı bu dönemin gençlik hareketi açısından önemi yeterince açıktır. Böyle bir dönemde durgunluğu kırmanın, hareketi yükseltmenin manivelasını yaratma çabasıyla hareket etmeliyiz. 6 Kasım’a hazırlığımızın çerçevesini bu sorumluluk ekseninde çizmeliyiz. Gençlik açısından önemli bir gündem olan 6 Kasım’ın kendinden menkul bir eylem gününe sıkışmaması, bugünden sergilenecek seferberliğe bağlıdır. Bu konudaki adımların başarısı, 6 Kasım’ların son yıllardaki tablosunu kırabilmeyi, birleşik bir 6 Kasım örgütlemeyi ve ön süreci sağlam örülmüş güçlü bir 6 Kasım’ı sonrasına taşımayı da belirleyecektir.
Ekim Gençliği
Yeni eğitim ve öğretim dönemi ‘yeni’ sorunlarla açıldı Yeni eğitim ve öğretim dönemi başlarken eğitim ve öğretimin sorunları da artarak devam ediyor. İlköğretimden üniversitelere varana dek sorunların ana kaynağını eğitimin temel bir ihtiyaçtan çıkarılarak ticari bir metaya dönüşümü oluşturuyor. Eğitim sermaye için büyük bir kâr alanı haline geliyor ve bu kâr alanının tümüyle talan edilebilmesi için de devlet yıllardır sermayenin önündeki pürüzleri temizlemeye çalışıyor. Tüm bunların yanında yine devlet eğitime ayrılan bütçeyi trajikomik bir seviyede tutmayı da sürdürüyor. Devletin sunması gereken bütçe emekçilerin ceplerinden çıkarılıyor.
Ticarileşen eğitimin bu yıl en pervasız saldırılarından biri yaz aylarında üniversite har(a)çlarına % 8 ila % 500 arasında yapılması planlanan zam girişimi oldu. Bu zam girişimine karşı verilen tepkilerin sonucunda hükümete geri adım attırılarak zam sadece % 8 oranında yapılabildi. Öğrenciler bu pervasız saldırıya karşı sessiz kalmış olsalardı üniversitelerin kapıları işçi ve emekçi çocukları için bir hayalden ibaret olacaktı. Tüm bunlara rağmen gençliğin har(a)ç uygulamasına verdiği tepkinin de yetersiz kalması üzerine üniversite harçlarına % 8 zam yapılmış oldu. Bu oran da emekçi aileler için az değildir. Keza bu zamlar her sene % 5 ve % 10 arasında yapılmaktadır.
Üniversitelerdeki ticarileştirme saldırılarından biri de kayıt parası uygulamasının yaygınlaşması oldu. Hiçbir yasal dayanağı dahi olmayan kayıt ücreti uygulaması birçok üniversitede hayata geçirilmişti. Bu dönem başında kayıt parası soygunculuğuna dört üniversite daha katılmış oldu. İstanbul Üniversitesi’nde yeni kayıt yapan öğrencilerden kimlik kartı bedeli olarak 50 TL istendi. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde hiçbir açıklamaya dahi gerek duyulmadan 120 TL alınırken, Ege Üniversitesi’ndeyse kimlik kartı bedeli olarak 45 TL, sigorta bedeli olarak ise 5 TL istendi. Kocaeli Üniversitesi de kayıt parası soygunculuğuna girişen yeni üniversitelerden biri oldu.
Bu eğitim ve öğretim yılı barınma sorununun da katlanarak arttığı bir yıl olacak. Mevcut barınma sorununu çözmek için herhangi bir girişimde bulunmayan devlet, bölümlerin kontenjanlarını bu sene de arttırdı. Bu da yetmezmiş gibi bazı üniversitelere ikinci öğretimler açıldı. Tüm bunlar yapılırken bu öğrencilerin nasıl barınacakları üzerine bir açıklama dahi yapılmadı. Devlet yurtlarının kapasitelerinin genişletilmemesi
ya da yeni yurtların yapılmamasının gerisinde ise özel yurtların kâr sağlaması yatıyor. Bu yurtlar öğrencileri aylık en az 400 TL’den alıyor. Bunun yanında kantin gibi masraflardan da büyük kârlar sağlıyor. Devlet nasıl özel üniversitelere kamu üniversitelerinden fazla pay ayırıyorsa, barınmada da fiilen özel yurtları teşvik ediyor. Evlerde kalan öğrencilerse yüklü miktarda kira ödemekle yüz yüze kalıyorlar. Yıllardır devam eden bu sorunun bu sene katlanarak artacağı açıktır. Ayrıca üniversite öğrencileri için ulaşım da başlı başına bir sorun olmaya devam ediyor.
İlk ve orta öğretimdeki sorunlar da kendini büyüterek sürdürüyor. Bakanlığın ya da valilerin “kayıt parası alınmayacak” türünden göz boyama açıklamaları eşliğinde, veliler bu sene de çocuklarını okullara yerleştirebilmek için katkı adı altında yüklü miktarda para ödediler. Katkı parasını ödeyemediği için okulun çatısını onaran, bu sırada çatıdan düşüp ölen veli akıllardan çıkmamışken, bu dönem başında da para ödeyemeyen veliler okulun temizliğine ‘yardım etmek’ zorunda kaldılar. Yüzlerce okul altyapıdan yoksun ve okullardaki sınıf sayısının azlığı öğrencileri kucak kucağa ders yapmaya zorunlu kılıyor. Özellikle metropollerdeki emekçi mahallelerinde bulunan okullarda dersliklerdeki öğrenci sayısı 80’e varabiliyor. Bu sorunların temel kaynağını eğitime yeterli miktarda kaynak ayrılmayışı ve eğitimin ticarileştirilmesi oluşturuyor. Gayri safi milli hasıladan eğitime ayrılan pay % 2.51 dir ve bunun % 65’i personele ayrılmaktadır. Eğitime ayrılan bütçe, okullarda ve üniversitelerde nitelikli bir eğitimi geçelim, var olan kötü koşulları düzeltmeye dahi yetmemektedir. Brunei Sultanlığı % 4.8, Fildişi Sahilleri % 4.6, Kiribati ise % 11 eğitime pay ayırırken, Türkiye bu ülkelerin oldukça altında kalmaktadır. Öğrenci başına düşen payda ise Türkiye OECD ülkeleri arasında sonuncudur. Bütçe yok safsatalarını kullanmaya devam eden devlet aynı dönemde Patriot füzelerine 8 milyar ayırabilmektedir.
Eğitime ayrılan bütçenin arttırılabilmesi, eğitimin ticarileşmekten çıkarak temel bir hak haline gelebilmesi, tüm bu sorunlara karşı verilecek mücadeleye bağlıdır. Yukarıda bu sene kapsamları artan daha çok ekonomik temelli sorunlardan bahsetmiş olduk. Ancak tüm bunların yanında antidemokratik, şoven ve bilimsel olmayan eğitim sistemi hala varlığını sürdürmektedir ve bu sorunlar için de çözüm mücadelededir.
5
Üniversitelerden haberler Kamp-Üs faaliyetleri başlıyor!
İstanbul Üniversitesi’nde “Toplama KAMPı, sermaye ÜSsü üniversite istemiyoruz!” şiarıyla çıkartılan Kamp-Üs dergisi çalışmalarına yeni dönemin açılmasıyla birlikte başladı.
Hazırlanan broşürde Kamp-Üs dergisi anlatılarak gerçekleştirilen faaliyetleri çoğaltmaya ve üniversitelerde sözümüzü söylemeye çağrı yapıldı. Geçen senenin değerlendirilmesinin yapıldığı ve yeni sayının gündemlerinin belirlendiği bir toplantı gerçekleştirildi.
İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği faaliyetlerinden...
İstanbul Ekim Gençliği olarak 1-7 Ekim tarihleri arasında İstanbul’a gelecek olan IMF ve Dünya Bankası’nı teşhir etmek amacıyla çalışmalar yaptık. Bu çerçevede afişlerimizi okulun açıldığı günden itibaren Merkez Kampüs ve Edebiyat Fakültesi’nde kullandık.
İstanbul Üniversitesi’nde afiş ve sergiye müdahale...
İstanbul Üniversitesi’nin yeni eğitim-öğretim yılına başlamasıyla birlikte devrimci, demokrat öğrencilere yönelik saldırılar da başladı. 28 Eylül günü Merkez Kampüs’e gelen 20’den fazla öğrenci okula alınmadı. Geçen senenin sonunda artan soruşturma saldırılarının sonuçları açıklandı. Devrimci öğrencilere 2 hafta ile 5 dönem arasında değişen cezalar verildi.
Ertesi gün ise Merkez Kampüs’te ilk olarak Öğrenci Kolektifleri’nin harç süreciyle ilgili açtıkları serginin indirilmesini söylediler. Ardından IMF-DB’yi teşhir eden Ekim Gençliği afişlerine yönelerek bu afişleri indirmeye çalıştılar. Çıkan arbede sırasında sergiyi ve afişleri indirdiler. Ardından afişler ve sergi ortak bir duruş sergilenerek tekrar duvarlara asıldı. Bunun üzerine ÖGB’ler tekrar gelmeye cesaret edemediler ve saldırı püskürtülmüş oldu.
YTÜ'de yeni dönem başladı!
Geçtiğimiz sene YTÜ'de yaşanan İP-TGB saldırısının ardından idare-ÖGBpolis işbirliği ile okul içerisinde oluşturulmaya çalışılan siyaset yasağına rağmen bu dönemin başlaması ile birlikte çalışmalarımıza başladık. ÖGB'lerin masaların ve afişlerin izinsiz olduğu sebebi ile kaldırılması gerektiği yönündeki baskı ve tehditlerine rağmen diğer siyasal gençlik örgütlenmeleri ile birlikte ortak tutum aldık.
Tonoz kantin önünde Ekim Gençliği masası açtık, İMF-DB süreci ve yeni dönem ile ilgili afişlerimizi okul içerisinde yaygın bir şekilde kullandık. Yaygın bildiri dağıtımı gerçekleştirdik.
Ege’de çalışmalar sürüyor…
6
Ege Üniversitesi’nde Ekim Gençliği masamızı düzenli olarak açıyoruz. 28-29 Eylül tarihlerinde E Cafe’de yürüttüğümüz çalışmalarımızı 30 Eylül günü Edebiyat Fakültesi’ne taşıdık. İMF-DB sürecine dair sözümüzü söylediğimiz merkezi broşürümüzü ve afişimizi yaygın biçimde kullandık.
EÜ’de Genç-Sen toplantısı
Okullar açılmadan önce bir araya gelen Ege Genç Sen Meclisi, önündeki gündemleri tartıştı. 23 ve 24 Eylül günlerinde Ege Üniversitesi’nde masalar açıldı. 1 Ekim günü yapılan Ege Genç-Sen meclis toplantısında ise 6 Kasım başlığı tartışıldı ve kriz gündemiyle beraber 6 Kasım’ı ele almak gerektiği bu bütünsellikte barınma sorununun ve harçların işlenmesine karar verildi.
Edirne'de faşist saldırı
Edirne'de 3 Ekim günü TKP’li 2 öğrenci gazete satışı sonrası evlerine dönerken ülkücü faşistlerin saldırısına uğradı. Faşist saldırı 4 Ekim günü saat 13.00'te TKP Edine il örgütü tarafından PTT önünde yapılan basın açıklamasıyla protesto edildi. Eğitim-Sen, Yapı Yol-Sen, SES, Trakya'da Birlik ve Dayanışma Derneği, Ekim Gençliği, SGD, Sosyalist Parti, Dev-Genç Birliği, Genç-Sen ve EMEP de eyleme destek verdi.
İstanbul’da Ekim Gençliği satışı
Yeni dönemin ilk sayısını Taksim’de her hafta yaptığımız satışlarla birçok öğrenciye ve emekçiye ulaştırmış olduk. Satışlarımızda haraçlardan barınma sorununa, IMF-DB toplantılarından Güler Zere’ye kadar birçok konuda ajitasyon konuşmaları gerçekleştirdik.
İzmir’de Ekim Gençliği satışı
3 Ekim Cumartesi günü akşam saatlerinde Buca Forbes’ta Ekim Gençliği satışı gerçekleştirdik. Ajitasyon konuşmalarımızda İMF ve DB’nin işçi emekçilere yıkım getirdiğini belirttik. Parasız eğitim talebimizi haykırdık. Militan satışımız sırasında İMF-DB’ye karşı eylemlere çağrı yaptık ve onlarca dergiyi gençliğe ulaştırdık.
Kocaeli Üniversitesi’nde protesto
6 Ekim günü Kocaeli Üniversitesi’nin yeni akademik yıl açılışında eylem yapan öğrenciler IMF-DB Zirvesi’ni ve işbirlikçi AKP hükümetini protesto etti.
Umuttepe Kampüsü'nde toplanan öğrenciler, açılış törenine katılan Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün'ün Prof. Dr. Baki Komsuoğlu Kültür ve Kongre Merkezi’ne girmesiyle birlikte salona girmek istediler. Özel güvenlik görevlileri tarafından engellenen öğrenciler ÖGB terörüne ve biber gazına maruz kaldı. Öğrenciler saat 15.40’ta kampüs kapısına yakın bir noktada basın açıklaması yaptı.
Erdoğan'ın katıldığı YTÜ açılışında gözaltı terörü
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin resmi açılış töreni Recep Tayyip Erdoğan'ın ve Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun katılımı ile 7 Ekim günü öğrencilere kapalı bir biçimde gerçekleşti. Sabahtan itibaren alınan yoğun "güvenlik" önlemleri ile beraber ana giriş kapısı kapatılırken yaya girişi için sadece törenin gerçekleşeceği Oditoryuma uzak olan üst giriş kapısı açıldı. Öğrencilere kimlik kontrolü ve üst araması dayatıldı. Yıldız Kültür Öğrenci Derneği’nden (YKÖD) öğrenciler saat 10.30 civarında gözaltına alındılar. Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen öğrenciler öğleden sonra serbest bırakıldılar. Oditoryum civarında Öğrenci Kolektifleri imzasıyla pankart açan bir kişi onlarca sivil polisin saldırısına maruz kaldı. Ayrıca Birgün gazetesi taşıyan iki öğrenci de ÖGB ve polis terörüyle karşı karşıya kaldılar.
7
“Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür!”*
(* Diyarbakır Zindanı’nda karanlığı yaran çağdaş Kawa Mazlum Doğan tarafından haykırılmıştır...)
Cumhuriyet tarihi Kürt halkının özgürlük mücadelesini kanla, baskıyla zulümle bastırma tarihidir aynı zamanda. Egemenliğini devam ettirmek için her türlü yola başvuran sermaye devleti, bu niteliğinden en ufak bir şey kaybetmiş değildir. Bugün sözde açılımlarla, türlü oyunlarla, kırıntı düzeyindeki reformlarla gözler boyanmaya, mücadele bitirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Kürt halkının özgür yaşama iradesini, ne sermaye devletinin katliamları, baskısı, zulmü, ne Kürt egemen sınıflarının ihanetleri, ne de uzun bir dönem önderlik ettiği devrimci Kürt isyanını mahkum etmiş PKK çizgisindeki burjuva-reformist Kürt hareketinin düzenle uzlaşı çabaları kırabilmiştir. Ve sermaye düzeni ne söylerse söylesin, düzene hizmete hazır olduğunu her fırsatta tekrarlayan ulusalcı Kürt önderliği hangi yola girerse girsin, “demokratik açılım” hayalleri ne kadar karşılık bulursa bulsun, son sözü direnen Kürt halkı söyleyecektir. Çünkü “tarihte son sözü hep direnenler söyler!”
Açılım hayalleri ile bitirilmeye çalışılan özgürlük mücadelesi
Bugün ülkenin dört bir yanında “Kürt Açılımı”, “ Demokratik Açılım” propagandası estiriliyor. Aylardır sürdürülen bu propagandadan sermaye düzeninin kaba ikiyüzlülüğünden başka bir şey yansımıyor. Bu iki yüzün bir yanı “Var gücümüzle sorunu çözmek için uğraşıyoruz” derken, diğer bir yanı “Son terörist ortadan kalkana dek mücadele sürecek” demektedir. Cümleleri kuranlar sermayenin çeşitli alanlarda sürtüşen iki gücü olmakla beraber, cümleleri kurdurtan aynı sermaye devletidir. Burjuva sınıf çıkarları söz konusu olduğu için, sözler bir zıtlık değil, bir bütünlük arz etmektedir.
Sermaye iktidarı imha ve inkâr politikasından taviz vermemiştir, vermeyecektir. Katliam, baskı, zulüm devletin geleneğinde, sınıf iktidarının özünde vardır, onun vazgeçilmezidir. Ancak devlet Kürt sorununu sadece bu yöntemlerle çözemeyeceğini anlamıştır. Bu ona emperyalizm tarafından anlatılmıştır. Dahası bizzat kendi pratiği, baskı ve zulümle Kürt halkının özgürlük mücadelesinin önüne geçmenin imkânı olmadığını, yıllardır bir şamar gibi sermaye iktidarının suratına çarpmaktadır. Demokratik açılımın yapılacağına dair hayallerin yayılmasının iki temel nedeni bulunuyor. Birincisi, emperyalizmin Ortadoğu’daki planları ve bu çerçevede Türkiye’nin ileri karakol olarak uşakça görevlerini tam olarak yerine getirmesinde, Kürt sorununun ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin engel olmaktan çıkarılması isteğidir. İkincisi ise Türk burjuvazisinin sırtında büyük bir kambur olarak duran, ülke çapında etkili bir mücadele odağı olan, sermayenin sınıfsal egemenliğine karşı proleter devrim mücadelesinin önemli bir yedek gücü olabilecek bir dinamiğin tasfiye edilmesi ihtiyacıdır.
Bugüne kadar sermaye devleti emperyalizmin Ortadoğu planları çerçevesinde birçok görev üstlendi. Bu görevleri layıkıyla yerine getirmek için, bir yandan da geleceğini tehlikeye sokan mücadele dinamiklerini ve kendi açmazlarını bitirmekle meşgul oldu, oluyor. Bu açmazların ve dinamiklerin en önemlilerinden biri olarak Kürt halkının mücadelesi, Türk burjuvazisine hem içte, hem de dışta sürekli kan kaybettiriyor. Ayrıca demokratik bir ülke imajı çizmeye çalışan sermaye devletini dış siyasette (örneğin Avrupa Birliği sürecinde olduğu üzere) zorda bırakan temel
8
bir faktördür.
Sermayenin Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine bakışı değişmemekle beraber, sorunun sadece baskı ve zulümle, katliam ve operasyonlarla çözülemeyeceği bir takım kırıntıların verilmesi gerektiği, ancak bu şekilde mücadelenin bitirilebileceği düşünülmektedir. Yine de bayramın ikinci gününde Mardin’e giden İlker Başbuğ, yaptığı açıklamada;“Silahla, kanla bir yere varılmaz. Tek çıkar yol bölücü terör örgütünün silahı bırakmasıdır. Bunun dışında başka çıkar yol yoktur” diyerek devletin Kürt halkına yönelik inkâr ve asimilasyon politikasında bir değişiklik olmadığını göstermiş oldu. Başbuğ konuşmasında ayrıca “ülkenin bölünmez bütünlüğü”ne vurgu yaparak, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük bir kısmı birlikte yaşamak isteğindedir. Arada marjinal gruplar çıkmıştır” diyebilmektedir. Marjinal gruptan kasıt PKK’dir. Uzun yıllardır devlete hizmete hazır bir uzlaşma-barış çizgisi izlemesine, düzenle bütünleşme yolunda adımlar atmasına rağmen Kürdistan’da PKK değil, TC marjinaldir. Bunun aksini iddia etmek, su katılmamış bir arsızlık örneğidir. Diğer taraftan Başbakan Tayip Erdoğan, AKP’nin tek başına bu meselenin altından kalkamayacağının farkında olarak, burjuva partilerde ve devletin tüm kurumlarında bir ortaklık olması gerektiğini, “Demokratik Açılım”ın AKP politikası değil, devlet politikası olduğunu dile getirmektedir. Geçen haftalarda yaptığı ABD ziyaretindeki başlıklardan birisinin Ortadoğu ve özel olarak da Kürt sorunu olması, ABD eliyle atılan adımların sıklaşacağı sinyallerini vermektedir. Meclisin açılması ile birlikte Ekim ayında somut adımların atılacağı söylenmektedir.
Sermaye devletinin bu sorunu gerçekten çözeceğini beklemek, tam bir hayaldir. Hükümet bu sorunu çözmeye çalışıyor demek, AKP’nin, sermayenin sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini görmezlikten gelmektir. Hükümetin şefi Tayyip Erdoğan’ın, “Kürt’ten tanık olmaz”, “Çocuk da olsa, kadın da olsa polis gereğini yapar”, “Bu rejimi beğenmeyen çeker gider” sözlerinin sahibi olduğu nasıl unutulabilir ki?
Farklı söylemler kullansalar da Kürt sorununda tek hedefleri Kürt halkını teslim alarak, mücadeleci kimliğini ortadan kaldırmaktır. Zira Kürt halkının isyan kimliği ortadan kalkmadığı sürece sermaye devletinin geleceğine karşı bir tehdit unsuru olarak kalmaya devam edecektir.
Sonu yok zulmün, isyanı seçmedikçe…
Kürt halkının mücadeleden başka çözüm yolu yoktur. Bugün bir takım adımların atılmasını sağlayan Kürt halkının on yıllardır süren özgürlük mücadelesidir. En ufak bir kırıntı dahi bu mücadele sayesinden kazınılmıştır.
Bugün işçi sınıfını da Kürt halkını da ezen, sömüren, haklarını gasp eden aynı sermaye düzeni ve devletidir. Bu düzen yıkılmadan özgürlük yalnızca hayaldir. Bir başka deyimle; “Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için de, kardeş Kürt halkı için de kurtuluşun yegâne yolu devrimden ve sosyalizmden geçmektedir. Çözümün anahtarı halkların devrimci mücadele birlikteliğindedir.” Kürt halkının kaderini özgürce tayin edebilmesi ve “Özgürlük, Eşitlik, Gönüllü Birlik” için başka bir yol yoktur.
Kapitalizmin kar hırsı ve işçi sınıfının hezeyanı! 6 Eylül Pazar günü meteoroloji tarafından yapılan sel uyarılarına rağmen ilgili kurumların bu uyarıyı dikkate almamaları sonucu 9 Eylül günü Trakya’nın belli bölgelerinde ve İstanbul’un Avrupa Yakası’nda tüm Türkiye’nin gözleri önünde bir sel felaketi yaşandı. Trakya'da 7 cana mal olan sel, İstanbul'da 31 kişinin ölümüne neden oldu. 9 kişi ise kayıp.... Felaket öncesi yapılan tüm uyarılara rağmen herhangi bir önlem almak noktasında atıl kalan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Valiliği, çevre illerin belediyeleri ve valilikleri bu afetin baş sorumluları arasındadır. Tabi ki yaşanan bu afetin boyutlarının bu kadar büyük olmasının tek sorumlusu ilgili makamlarda bulunan “zat-ı muhteremler” değil.
Ülkemizde sanayinin gelişmesi, yeni fabrikaların ve üretim alanlarının kurulmasıyla birlikte bu üretim alanlarında çalışacak iş gücüne ihtiyaç duyuldu. 1950’li yıllardan bu yana sanayinin gelişmesiyle doğru orantılı olarak kırsal kesimlerden şehirlere büyük göçler yaşandı. Kırsal alanlardan şehirlere iş bulma umuduyla gelen yüz binlerce insan bu yeni kurulan fabrikalar ve üretim alanlarında iş gücü ihtiyacını çok iyi bir biçimde karşıladı ve hala da karşılamaktadır. Bu göçlerin bir sonucu olarak göç eden insanların konut ihtiyacı ortaya çıktı. Yaşanan bu konut açığı sermaye devleti tarafından ve ona egemen olan burjuvazinin kar hırsı yüzünden planlı bir şekilde karşılanmayınca kontrolsüz olarak yapılan konutlar nedeni ile sanayi havzaları çevrelerinde çarpık kentleşme baş gösterdi.
ları, daha önce olduğu gibi yine bilindik söylemlerin arkasına sığındılar. Yaşananların üzücü olduğunu söylemekten ve kurtarma çalışmalarının tüm hızıyla sürdüğünü belirtmekten öte bir şey yapmadılar. Bu sel felaketi ve daha öncesinde yaşanan birçok doğal afet bize gösteriyor ki, bu tür olaylar sadece birkaç yetkilinin ihmalkarlığının bir ürünü değil, direkt olarak kapitalizmin acizliğinin ve acımasızlığının bir ürünüdür.
Yaşanan sel felaketi bir başka boyutuyla da karşımıza geldi. Özellikle haber bültenlerinde sürekli olarak “işte, mal canın yongası” türünden söylemlerle evlerini su basan insanların acıları yansıtıldı. Ayrıca sel sularına kapılmış birçok eşyanın ve aracın yağmaya uğradığı da sürekli gözler önüne serildi. Burjuva basının kapitalizmin ve onun kurumlarının bu olaydaki büyük ihmalini hasıraltı edip bu türden haberlerle özel mülkiyeti kutsaması pek de anlaşılmaz değil. Yapılan bu türden haberler yaşanan bu felaketin büyük ihmallerden ve kapitalizmin kâr hırsı yüzünden olduğu gerçeğini gizleyerek, sel sırasında kimin ne kadar mal topladığı ve kimin ne kadar yağma yaptığı ile hatırlanmasına neden oldu. Böylelikle Marmara Depremi halkın bilinci sonrası nasıl dumura uğratıldı ve öfkesi nasıl manipüle edildiyse, yine aynı senaryo tekrarlandı. Yukarıda da döne döne tekrar ettiğimiz gibi kapitalizm ve onun uşakları kâr ve sömürü hırsı uğruna her türlü pisliği yapmaktan çekinmemişlerdir, çekinmezler de. Yaşanan son felakette de kapitalizmin ve yerli işbirlikçilerinin pervasızca ölen insanları suçlaması yeni bir şey değil. Afganistan’da, Irak’ta, Kürdistan’da, Filistin’de ve daha birçok yerde acımasızca insanları katleden eller ile sele kapılarak ölenlerin ardından yas tutup, üzülenler aynı zihniyetin ürünleridir. Kapitalizm Öldürür,
Kapitalizmi Öldürün!
Engels’in 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu adlı kitabında da değindiği gibi burjuvazi ve onun egemen olduğu devlet aygıtı işçi sınıfının yaşam alanlarıyla hiçbir biçimde ilgilenmedi ve ancak bu yaşam alanlarını kendi çıkarına uygun düştüğü koşullarda derleyip toparlamaya çalıştı(kentsel dönüşüm örneği ya da oy kapma düşüncesi ile gecekondulara belediye hizmetlerinin götürülmesi örneğinde olduğu gibi).
Son yaşanan sel felaketinde işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin kapitalizm için hiçbir önemi olmadığını, Pameks Tekstil patronunun, sel yüzünden servis aracı olmaması gereken bir araç içinde boğularak can veren 8 çalışanı üzerine söyledikleri açıkça gösteriyor. Sonuç olarak kapitalizm, daha fazla kâr için insanları kötü koşullarda yaşamaya, böyle felaketlerle boğuşmaya, hatta ve hatta ölmeye mahkum etti.
Yaratılan çarpık kentleşmenin acısını ve aciziyetini daha önce Marmara Depremi’nde, bugün ise Trakya’da ve İstanbul’da ortaya çıkan sel felaketleriyle gören kapitalizmin uşak-
9
IMF-Dünya Bankası ve emperyalist boyunduruğa karşı yerimiz işçi-emekçi barikatlarıdır! ‘’Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası Grubu’nun Yıllık Toplantıları, dünyanın ekonomik görünümü, yoksulluğun ortadan kaldırılması, ekonomik kalkınma ve yardımların etkililiği dahil küresel meseleleri tartışmak üzere her yıl merkez bankalarının yöneticilerini, maliye ve kalkınma bakanlarını, özel sektörün üst düzey yöneticilerini ve akademisyenleri bir araya getirmektedir.’’ Dergimizin hazırlanma süreci, 1-7 Ekim tarihlerindeki IMF ve DB yıllık toplantısı için haramilerin Türkiye’ye üşüşmesiyle çakışıyor. IMF, bu toplantıları sözüm ona yoksulluğun ortadan kaldırılması ve ekonomik kalkınma amaçlı yapıyor. Peki bu doğru mu? Aksine IMF bugün dünyada hızla artan yoksulluğun sebebi, işçi ve emekçilerin üzerine ağır yükler yükleyen neo-liberal politikaların tasarlayıcısı ve uygulayıcısıdır.
IMF ve DB ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası ortaya çıkmıştır. “Gelişmekte olan ülkelere verdiği kredilerle onların iktisadi açıdan kalkınmasına yardımda bulunduğu” iddia edilen IMF ve DB, esasında bu ülkeleri daha da yoksullaştırmış, emperyalizme olan bağımlılığını perçinlemiştir. Verdiği borçlar bu ülkeleri kalkındırmak bir yana daha da kötü hale getirmiştir. Üstelik bu borçları ödemek için çıkarılan acı reçeteleri hep işçi ve emekçiler ödemiştir. IMF’nin uygulattığı politikalar bu ülkeleri borç batağına sürüklemiştir. İşçi ve emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıran, pek çok hak gaspı getiren yıkım politikaları yüzünden milyonlarca insan işsizliğe ve açlığa mahkûm edilmiştir. Emek düşmanı yapısını her fırsatta açığa çıkaran IMF, son dönemde yaptığı icraatlarla da bunu kanıtlamıştır. Örneğin Honduras’ta yönetime el koyan darbecilere verdiği 150 milyon dolarla onlara açıktan destek olmuştur. Daha önce Şili ve Türkiye’deki darbecilere de gereken desteği sağlamıştı.
2001’de Arjantin’de yaşanan ekonomik krizi pek çok insan hatırlar. Bir anda alt üst olan Arjantin ekonomisi kitleleri sokağa dökmüş, şiddetli eylemler yaşanmıştı. Öyle ki insanların aç kalması sonucu yağma olaylarının önü alınamamıştı. Oysa Arjantin model ülke olarak gösteriliyordu. 1955’de yaşanan askeri darbe ile Arjantin ekonomisi IMF’ye devredilmişti. Ekonomisi IMF’ye devredilen bir ülkenin sonu Arjantin gibi olmak zorundaydı, nitekim öyle de oldu.
En yağlı kaynak Türkiye!
Türkiye de IMF politikalarını uygulamak konusunda oldukça “başarılı” bir ülkedir. 1999- 2007 arası dönemde Türkiye IMF’den 43 milyar dolar borç almıştır. Bu borcun 34.7 milyar dolarını geri ödeyebilen Türkiye, faiz olarak ise 5.6 milyar dolar ödemiştir. Türkiye ödediği faizle IMF’nin cari harcamalarını finanse eden tek ülkedir. “Ocak 2007 tarihli verilere göre, IMF’nin 73 ülkeden alacağı bulunuyordu. 19.9 milyar doları bulan bu alacağın 10.2 milyar doları (31 Ocak 2007 itibariyle) Türkiye’nin borcundan kaynaklanmaktaydı. Yani
10
IMF’nin her 100 dolarlık alacağının 51 dolarını Türkiye’nin borcu oluşturuyordu. 2008 yılı başı itibariyle dünyada IMF’ye borcu olan 7 ülke arasında en borçlu ülke yine Türkiye idi.’’ (www.kizilbayrak.net’ten alınmıştır) Sanırız bu satırlar Türkiye’nin IMF’ye olan bağımlılığını görmemiz açısından oldukça faydalı.
Sözde bu borçlar ekonomiyi düzeltmek için alınıyor ama ne hikmetse yıllardır IMF’den milyarlarca dolar borç alınmasına rağmen Türkiye ekonomisi bir türlü düzelmiyor. Hatta düzelmek bir yana uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomi günbegün bozulurken, işçi ve emekçilerin yaşam standartları gitgide kötüleşiyor, işsizlik oranı istikrarlı bir şekilde artıyor.
Şu soru hemen akla geliyor: Peki bu paralar nereye gidiyor? Yanıtı basit aslında; patronların kasasına! Bu bağlamda örneğin TÜSİAD gibi sermaye gruplarının sürekli “IMF ile derhal anlaşma yapılmalıdır” türünden buyrukları boşa değildir. Kriz yüzünden artan zararlarını bu paralar ile kapatacak, faturayı da her zamanki gibi işçi ve emekçilere ödetecekler. IMF ve DB’den alınan her borç patronları daha fazla zenginleştirirken, işçi ve emekçileri daha fazla yoksullaştırıyor. Sermaye sınıfının IMF ve DB ile pek problemi yok. Hatta denilebilir ki onlar çok iyi iki dost, birbirlerini karşılıklı olarak besliyorlar. Pek çok ortak çıkarları var. Oysa işçi ve emekçiler için aynı şeyleri söylemek zor. Zira IMF’nin uygulattığı politikalarla sağlıktan eğitime emekçilerin pek çok hakkı gasp ediliyor, işsizlik sürekli artarken yaşam standartları düşüyor.
IMF-DB politikaları, geleceğimizin karartılmasıdır…
Ayrıca yaşanan bu yıkım politikalarından gençliğin etkilenmemesi ise söz konusu bile değil. IMF buyruğu neo-liberal politikalar ile eğitim her geçen gün ticarileşirken, okullar birer piyasa haline dönüştürülüyor. Üniversitelerde alınan har(a)çlarla okumak bir lüks haline gelirken, üniversitelerin kapısı emekçi çocuklarına kapatılıyor. Üniversiteyi bitiren pek çok genç işsiz kalıyorsa, 200 bin öğretmen açıkta kalıp atama bekliyorsa, iyi bir okula girmek için insanlar dershanelere tonlarca para vermek zorunda kalıyorsa ve aslında parasız olması gereken üniversitelerde pek çok genç har(a)cını ödeyemeyip okulu bırakmak zorunda kalıyorsa unutulmamalı ki bunların başlıca sorumlularından birisi IMF ve DB gibi emperyalist kuruluşlar ve onların uygulattığı yıkım politikalarıdır. Öyleyse, IMF ve DB yetkilileri yalnızca 1-7 Ekim tarihleri arasında değil, hiçbir zaman bu ülkeye öyle elini kolunu sallayarak gelip gitmemeli. Her gelişlerinde onlara layık bir karşılama töreni yapmalıyız. Zira yaşadığımız bu yoksulluğun, açlığın ve sefaletin birinci dereceden sorumluları bu emperyalist haydutlardır. Anadolu halkları misafirperverliği ile bilinir. Kuşkusuz bizler misafir karşılamasını iyi biliriz ama kan emici hırsız ve haydutları kovmasını da… Bizler bu ülkenin antiemperyalist gençleri olarak 6. Filo’yu Dolmabahçe’de boğaza döken Denizler’in yolunda yürüyecek, 6-7 Ekim’de olduğu gibi, emperyalizme karşı mücadelede her zaman işçi-emekçi barikatlarındaki yerimizi alacağız!
Emperyalizm, İran’a yönelik tehditlerine devam ediyor! ülkenin başkanı söylemektedir.
BM’nin 64. Genel Kurulu toplantısı ve aynı tarihlerde yapılan G-20 zirvesinin ana gündemi İran oldu. ABD Başkanı Barack Obama, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ortak bir açıklama yaparak İran’da gizlenen ikinci bir nükleer tesisin bulunduğunu, nükleer çalışmaların durdurulmaması halinde yeni bir yaptırım paketi uygulayacaklarını açıkladılar. Sonrasındaysa İran bu tesisin varlığını kabul etti ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na açacaklarını söyledi. İran’ın tesislerini UAEK’ya açıp açmamasından bağımsız olarak ABD öncülüğündeki batılı emperyalist güçler tehditlerine devam ettiler. BM’nin 64. Genel Kurulu toplantısının ana gündemlerinden birinin İran olacağı önceden belliydi. Çünkü gündemlerden biri nükleer silahlanma üzerine olacaktı. Bu da senelerdir süregelen İran’a yönelik tehditlerin BM Genel Kurulu’nda bir kez daha yineleneceğini gösteriyordu. Molla rejimi de bunu bilerek birkaç hafta önce Hamaney’in ağzında nükleer silahlara karşı olduklarını ve yasakladıklarını açıkladı. Ancak barışçıl nükleer çalışmanın da süreceği söylendi. BM toplantısından hemen önce de menzili Avrupa’ya ulaşabilen 2000 km’lik Şahap-3 ve Siccil füzelerinin denemesini yapan İran, BM’ye de bu koz ile gitmiş oldu. Karşı taraftan Batılı emperyalistler de İran’ın karşısına başka bir koz ile çıktılar ve ajanlarının yeni bir nükleer tesisi keşfettiklerini açıkladılar. Molla rejimi de tesisin faaliyete geçmediğini, UAEK’ya faaliyete geçmeden 6 ay önce haber verilmesi gerektiğini, kendilerininse çok daha önceden haber vermiş olacaklarını iletti.
Daha önce Irak’ta da görüldüğü üzere kitle imha silahları bulunup bulunmaması emperyalistleri ilgilendirmemişti. Onlar bu silahların ortaya çıkmaması üzerine ne Irak halkından özür dilediler ne de işgali sona erdirdiler. İran için de durum farksız değildir. İran rejimi kapıları ardına kadar UAEK’ya açsa da ABD emperyalizmi İran’ın “küresel çapta nükleer silahsızlanma hareketine bir tehdit” olduğunu dile getirmiştir. Bunu elinde yeryüzündeki yaşamı silebilecek kadar nükleer bombası olan ve bu bombaları dünyanın en stratejik noktalarına konuşlandıran bir
İran’ın atom bombası imal etmek gibi bir amacı olduğunu farzetsek bile elinde İran’ı birkaç kez yok edebilecek kadar nükleer bombası olan İsrail ve Ortadoğu’yu kendi nükleer bombalarıyla donatan ABD emperyalizmine karşı bu hareket normal karşılanabilirdi. Keza bunun da sebebini ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizmi oluşturdu. Peki İran nükleer altyapısını kendi özgücüyle mi kurmuştur? Elbette ki hayır! İran, Şah döneminde SSCB’ye karşı ABD’nin ısrar ve yardımlarıyla nükleer çalışmaya başlamıştır. Ortadoğu’da Türkiye’yle birlikte İsrail’in en önemli müttefiki olan Şah rejimi ABD’nin yardımlarıyla nükleer altyapısını güçlendirmiştir. İran’da 1979 devrimi ile Şah devrilip ABD bu ülkede nüfuzunu kaybedince Alman ve Fransız emperyalizmi İran’ın nükleer faaliyetlerini desteklemişlerdir. Ancak ABD’nin baskısıyla yaptığı pazarlıklar ve kendi çıkarları gereği bu desteği son BM toplantısında geri çekecektir.
Tüm bu tartışmaların asıl nedeni ise Molla rejimine nükleer çalışmaları olsun ya da olmasın boyun eğdirebilmektir. İran Ortadoğu’da önemli bir güçtür ve onun bölgesel nüfuzu 2006 Lübnan örneğinde olduğu gibi İsrail ve ABD’ye büyük zararlar verebilmektedir. Ayrıca emperyalizm için büyük bir pazar adayı olduğu gibi çok geniş hammadde ve petrol rezervlerine sahiptir. 1 Ekim’de 5+1 (ABD, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya) ve İran arasında çeşitli pazarlıklar yapılacak. Bu pazarlıklar sonucunda Molla rejiminin geri adım atma ihtimali vardır. Çünkü Rusya da desteğini geri çekmiş, geriye sadece tutumu belli olmayan Çin kalmıştır. Pazarlıklar sonuç vermediği takdirde İran’a yönelik yaptırımlar ağırlaşacak, belki çatışmaya dönüşecektir. Ancak Irak ve Afganistan batağında sıkışan ABD için bu çok zordur. İsrail ise saldırı tehditlerini sürdürmekte, ABD’nin iznini beklemektedir.
Ahmedinejad, ABD ile dost olabileceklerini, tarihsel olarak İran ile dostluk kuranların bundan çok fazla yarar sağladığını söylemektedir. Yani İran rejimi de emperyalizme kapılarına sonuna dek açmaya hazırdır, ancak pazarlıkların kendi lehine bitmesini istemektedir. Ahmedinejad’ın söyledikleri bir bakıma doğrudur. İran egemen sınıfları ülkeyi yarı-sömürge haline getirmiş, ilk önce İngiltere ve Rusya, ardından ABD ile sürekli dost olmuş, Ortadoğu’da tetikçiliğini yapmıştır. Ancak İran işçi ve emekçileri sömürgecilerle hiçbir zaman dost olmamıştır. İngiliz ve Rus sömürgeciliğine karşı mücadeleyi yükseltmiş, sömürgecilerin uşağı Şah’a karşı birçok kez ayaklanmıştır. II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra birçok bedel ödeyerek, emperyalist tekellerin elindeki petrolü geri almış, Şah’ı ikinci kez indirmişlerdir. CIA’nın komplolarıyla tekrar tahtına geçen Şah ile ABD emperyalizmi bu kez 1979’da tarihin en geniş katılımlı halk devrimiyle sökülüp atılmıştır. Ancak işçi ve emekçiler tekrardan yenilgiye uğramışlar, iktidar da molla burjuvazisine kalmıştır. İran işçi sınıfı çok büyük bedeller ödemiş, çok yenilgiler almıştır. Ancak yenile yenile yenmesini öğrenerek, emperyalizmle dost olmaya çalışan eli kanlı molla burjuvazisini devirince, asıl atom bombası o zaman görülecektir.
11
Emperyalistlerin İstanbul çıkartması sokakta karşılandı!
IMF-DB İstanbul’da, işbirlikçiler ile birlikte yerin 7 kat altında…
Kapitalizmin ekonomik krizi geçen sürede daha da derinleşti. Sermayenin lafazanlığını üstlenen ağızların çıkış beklentileri yerine ise yalnızca yeni yıkımlar ortaya çıktı. Emperyalizmin en etkili ekonomik silahları Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası, kriz içinde debelenen sistemin ihtiyaçlarını tartışma mekânı olarak bu yıl İstanbul’u belirlemişlerdi.
Emperyalistler İstanbul'a gelmeden işçi-emekçiler, muhalifler, dev-rimciler bir hareketliliğin içine girmişti. Yapılması planlanan toplantıların egemenler açısından önemi göz önüne alındığında işçi sınıfı adına zorlu bir süreçten bahsedebiliriz. Öncelikli hedef bu toplantıları engellemek olarak belirlendi. Ön sürecinde gerek açıklamalar, eylemler, yürüyüşler, gerekse toplantının yapılacağı yerin açılışındaki protestodan yol kesme eylemlerine kadar birçok yöntemle toplumun gündemine sokulmaya çalışıldı. 1 Eylül’de Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde IMF başkanının katılımıyla gerçekleştirilen toplantı ayakkabı protestosu, salonun içinde açılan pankart ve dışarıdan yüklenen kitlenin etkisi ile yarım kaldı. Ön sürecinde ve başlangıcında gerçekleşenler dünya çapında bir etki yarattı.
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB
IMF-DB karşıtı oluşumlardan biri olan dörtlü, hareketin kitleselleşebilmesi açısından önemli bir yerde durmalasına rağmen, şu ana kadar içinde bulundukları toplam atalet ile tam aksi yönde bir seyir izlemişlerdir. Üyelerini çok dar biçimde eylemlere taşımakla yetinmişler, işçi ve emekçileri çalıştıkları alanlardan doğru kitlesel ve etkili eylemlilik süreçlerine dâhil etmemişlerdir. Sınıfsal çıkar çatışmalarının son derece keskinleştiği böylesi bir dönemde genel grev gibi bir eylemlilik sürecinin tartışılmasından bile uzak olunması, büyük bir eksikliğin ifadesidir. Paralel bir biçimde dörtlü, sınıfın öncü güçlerine kendisini kapatmıştır. Ortak eylemlerde dahi bu kapalılık önceden belirlenen ve devrimci güçlere tartıştırılmaktan sakınılan kurgular ile kendisini yansıtmıştır.
IMF-DB Karşıtı Birlik
Emek cephesinin müdahalede geciktiği süreçte en geniş bileşeni bir araya getirme hedefiyle sınıf devrimcilerinin de içinde olduğu IMF-DB Karşıtı Birlik kuruldu. Toplantıyı engelleme hedefi ile yola çıkan birlik, ses getirmeyi hedefleyen eylemler gerçekleştirdi. Kitlesel açıklama ve eylemlerin yanı sıra farklı eylem tarzları da hayata geçirildi. Sürecin ilk protestosu da Kongre Vadisi’nin açılış toplantısında birlik tarafından geçekleştirilen protesto eylemi oldu. Toplantı salonuna giren eylemciler sloganlar ile IMF-DB’yi protesto ettiler. Birlik, emperyalistlerin gelişlerinin yaklaştığı günlerde çeşitli noktalarda aynı anda Yapı Kredi, McDonalds ve toplantı birleşenini taşıyacak olan VIP Turizm gibi şirketlerin merkezi yerlerini hedef alarak yazılamalar ve kuşlamalar yaptı. Toplantıya katılacakları taşıyan otobüslerin geçiş güzergâhlarında yol kesme eylemleri gerçekleştirdi. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin de içinde olduğu Taksim yürüyüşüne ve Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen basın açıklamasına ise IMF-DB Karşıtı Birlik de katıldı. Dörtlü bileşim ve IMF-DB Karşıtı Birlik dışında, Direnİstanbul ve yurtdışından anarşist güçler de sürecin bir parçası oldular. Çeşitli eylemler ve forumlar üzerinden katılım sağladılar. Anti-emperyalistlerin sokakları en kitlesel direniş mevzilerine dönüştürdüğü günler ise 6-7 Ekim tarihleri oldu. 6 Ekim Salı Taksim Meydan’da toplanan kitle Harbiye yönüne doğru harekete geçti. Sloganları ve alkışları ile konum-
12
lanıldı. Kitlenin Kongre Vadisine doğru yürüyüşünü engellemek niyetinde olan kolluk güçlerinin kurduğu barikata yüklenilmesinin ardından ise devlet terörü bir kez daha dizginlerinden boşandı. Gaz bombalarına boğulan emekçiler tazyikli su ve coplar ile saldırıya uğradılar. İlk anda gerçekleşen gözaltılar ardından güçlerini toparlayan kitle sokakları barikatlar ve ateşler ile bir direniş alanına çevirdi. Emperyalistlerin bekçiliğini üstlenen devletin kolluk güçleri çeşitli noktalarda zor durumda kaldılar kimileri sınıf kininin daha dolaysız muhatabı oldular. Saatlerce süren mücadele ardından gün 100’e yakın gözaltı ve devlet terörünün aldığı bir can ile sonlandı. 7 Ekim’de saldırılarına toplanmadan önce başlayan kolluk güçleri yine sokak direnişleri ile karşılaştılar ve 40’a yakın gözaltı aşandı. Antiemperyalistlerin sokakta vücutlaşan sınıf kini küresel tekellerin sömürü aygıtları bankaların şubelerini ve emperyalistlerin bekçiliği rolünü üstlenen kolluk güçlerini hedef almaya devam etti. Sokaklara yazılamaları ile izlerini bırakan eylemciler Tophane civarında hazırlık yapan gerici-faşist güçlerin saldırısına uğradıkları gibi birçok mevkide de çevredekilerin desteğini ve yardımlarını gördüler. Azgınca yürütülen saldırı ardından kolluk güçleri emperyalist efendilerine daha fazla hizmet etmek için eylem alanlarının çevrelerinde kontrollerini sıklaştırdılar ve eylemci avı yürüttüler. Gözaltına alınanlar ise polis araçlarında ve nezarethanelerde işkenceye maruz kaldılar. İki güne damgasını vuran ise anti-emperyalistlerin kararlı direnişi oldu.
Emperyalizme karşı birleşik mücadeleyi yükseltmeye!
Krizden çıkma hedefiyle bir araya gelen emperyalistler, aldıkları kararlarla krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetme çabasındalar. Sürece yeterince erken başlanmamasından, kitle çalışması yapılamamasına kadar birçok eksiği barındıran bu süreçte yine de sokakların ısıtıldığından bahsedebiliriz.
İlk günlerdeki verilerden bile sürecin eksikliklerini görebilmek mümkündür. Toplumsal muhalefetin ve sınıf mücadelesinin geri olması, daha etkili ve kitlesel eylemler gerçekleşmesini olumsuz önde etkileyen etmenlerdir. Yanyana gelen unsurların belli politik tartışmaları ve dolayısıyla ihtiyaç duyulan hazırlığı gecikmiştir. Etkin ve yaygın bir eylem/etkinlik takvimi ortaya konulamamıştır. Ajitasyon ve propaganda kısmı bile sınırlı kalmıştır. Yerellere taşınan ve oradan beslenen süreçler örgütlenememiştir. Kitle çalışmasının zayıflığı neticesinde harekete geçen unsurlar devrimci, ilerici güçleri aşamamıştır. Birleşik bir süreç örülememesi sürecin başlıca eksiğidir. Kitle örgütlerinin devrimcilerle yan yana gelmemek için ortaklığı kabul etmemeleri kitlesel bir sürecin önünü baştan kesmiş oldu. Örgütledikleri eylemlere desteğe gidilmesine bile mesafeli durdular. Birlik’in kendi içindeki aksaklıklar ve algı farklılıklarıyla beraber daha etkin müdahalenin imkanları kullanılamamış oldu. Birlik bileşenleri eylemlilikleri çoğu kez “bayrak yarışı” olarak gördüler.
Oysa sözkonusu olan, işçi ve emekçilerin emperyalist politikalar ve kapitalist sömürü karşısında mücadelesini yükseltmesi için hareketin birleşikliğe olan ihtiyacının en açık bir biçimde yansıdığı süreçlerden biridir. Uluslararası deneyimin de gösterdiği gibi toplumsal muhalefetin geniş kesimlerinin bir araya getirilebildiği bir süreçte, politik farklılıklara rağmen sürecin doğru tanımlanmış müdahale araçları ile yürütülmesi ve emperyalist çalışmaları engellemeye yönelik en güçlü pratiğin ortaya konması gerekirdi. Bu başarıldığında sınıf algısının uğratılmak istendiği yıkımın önüne sınıfın yıkıcı gücü geçecektir.
IMF-DB karşıtı protestolar...
“Emperyalistler, işbirlikçiler 6. filoyu unutmayın!”
İMF Karşıtı Öğrenciler sokaklardaydı!
İMF Karşıtı Öğrenciler Dolmabahçe’ye yürümek için 2 Ekim günü İstanbul Üniversitesi ana kapı önünde biraraya geldi. Eylemde “Gençlik İstanbul’u İMF’ye dar edecek!” yazılı pankart açıldı. Öğrencilerin önü Beyazıt Meydanı’nda kolluk güçleri tarafından kesildi. Burada öğrenciler ajitasyon konuşmaları, sloganlar, marşlar eşliğinde bir süre beklediler. Polisin barikatı kaldırmaması üzerine öğrenciler, yürüyüşe Kabataş’tan devam etme kararı aldılar. Kabataş’ta polis barikatı ile karşılaşan öğrenciler barikatı yararak Dolmabahçe’ye ilerledi. Dolmabahçe’de IMF Karşıtı Öğrenciler adına yapılan açıklamada, İMF-DB sürecine ve eğitimin ticarileştirilmesi ve gençliğin geleceksizlik sorununda İMF politikalarının rolüne değinildi. Eylem sloganlar ve marşlarla sonlandırıldı.
15 metrelik direkte yağmur altında bir saatlik eylem
IMF ve Dünya Bankası toplantılarını protesto etmek amacıyla 4 Ekim günü Taksim Meydanı'nda bulunan 15 metrelik direğe çıkarak üzerinde “IMF defolÖğrenci Kollektifi” yazan afiş asan 3 kişi gözaltına alındı. Sağanak yağmurun altında 15 metre yüksekliğindeki direkte yapılan eylem 1 saat sürdü. Basın açıklamasının ardından direğe çıkan eylemciler gözaltına alındı.
Ankara: "IMF-DB defol!"
Ankara’da da 1 ve 2 Ekim tarihlerinde basın açıklamaları gerçekleştirildi. 3 Ekim günü ise 17.30’da Sakarya Caddesi’nde buluşan devrimci, demokrat ve ilerici kurumlar “Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı emeğin ve geleceğin için ayağa kalk, IMF ve Dünya Bankası Defol” pankartıyla Yüksel Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçti.
Yüksel Caddesi’ne gerçekleştirilen açıklamada IMF ve Dünya Bankası’nın hayatımızın her alanında varlığının hissedildiği vurgulanarak İMF’nin ülke ekonomisini egemen sınıflar lehine düze çıkarmaktan başka bir amacı olamayacağı ifade edildi. Basın açıklamasının ardından “Var Mısın Yok Musun?” yarışmasının doğaçlama olarak sergilendiği tiyatro gösterimi yapıldı.
Adana'da antiemperyalist gençlerden eylem
Anti-emperyalist Gençlik Birliği 4 Ekim Pazar günü eylem gerçekleştirdi. 5 Ocak Meydanı'nda “IMF-DB Defol / IMF and World Bank Go Home” pankartı arkasında toplanan kitle Çakmak Caddesi'ni trafiğe kapatarak İnönü Parkı'na yürüdü. Yürüyüş sırasında yolun açılması için müdahale eden polisin tutumu gençliğin kararlı duruşuyla boşa düşürüldü. İnönü Parkı'nda yapılan basın açıklamasında dünyanın en büyük suç örgütlerinden IMF-DB’nin yeni sömürü ve darbe planları yapmak için İstanbul’da biraraya geldiği söylendi.
İzmir'de IMF-DB karşıtı eylem
İzmir’de 5 Ekim Pazartesi günü gerçekleştirilen yürüyüş hazırlık binası önünde “68’den bugüne 6. Filo’yu unutmayın / İMF-DB Defol/ Anti-emperyalist öğrenciler” pankartının açılmasıyla başladı. Yürüyüş boyunca yol trafiğe kesildi. E Cafe önünde okunan basın metninde İMF ve DB’nin tarihsel icraatları sıralanarak bu kurumların emperyalizmin araçları olduğu ifade edildi. Neo-liberal politikaların üniversitelerdeki etkilerine değinilerek mücadele çağrısı yapıldı.
Umuttepe'de İMF-DB protestosu
Kocaeli Üniversitesi öğrencileri 5 Ekim günü Umuttepe Kampüsü’nde gerçekleştirdikleri yürüyüşle IMF-DB toplantılarını protesto etti.
Eylemden öncesinde, yemekhanede IMF'yi teşhir eden konuşmalarla öğrenciler eyleme çağrıldı. 5 dakikalık oturma eylemiyle başlayan ve ardından gerçekleştirilen yürüyüşle İletişim Fakültesi kantini önünde son bulan eylemde yapılan açıklamada Türk Devleti'nin emperyalizm ile olan kirli ilişkilerine değinildi. Eylemde "İMF eşittir açlık, sömürü, işsizlik, paralı eğitim" pankartı açıldı.
İzmir Ekim Gençliği'nden zincirli protesto
İzmir Ekim Gençliği 6 Ekim günü gerçekleştirdiği eylemle İMF-Dünya Bankası Zirvesi’ni ve emperyalist haydutları protesto etti.
Konak Meydanı’nda Saat Kulesi’ne kendilerini zincirleyen genç komünistler “İMF-DB defol! / Ekim Gençliği” imzalı pankart, “Bağımsız sosyalist Türkiye! / Ekim Gençliği” imzalı döviz açtılar. Genç komünistler meydanda bulunan emekçilere, İMF ve Dünya Bankası’nın işçi ve emekçilere dayattığı saldırıları teşhir ettiler. İşçileri, emekçileri, gençliği birleşik mücadeleye çağırdılar. Eylemde, İMF ve Dünya Bankası şeflerine, işbirlikçi burjuvaziye karşı mücadele çağrısı yükseltildi, zindanlarda devrimci tutsaklara yönelik saldırılara karşı da duyarlılık çağrısı yapıldı.
Bir süre sonra eyleme müdahale eden kolluk güçleri zincirleri kırarak, pankarta saldırarak genç komünistleri zorla gözaltına aldı. Zafer işaretleri ve sloganlarla gözaltına direnen genç komünistler emekçilerin alkışları arasında zorla polis aracına bindirildiler. Önce Kemeraltı Karakolu’na, akşam saatlerinde ise sağlık kontrolü için hastaneye götürüldüler. Ekim Gençliği okurları 20.00 sıralarında serbest bırakıldı.
13
MYO’lar sermayeye peşkeş çekildi Son dönemde sermaye temsilcilerinin dillerinden birer birer “eğitim öncelikli meselemiz” sözleri dökülürken. eğitim süreci içerisindeki tüm özneler çok yönlü saldırılarla karşı karşıya kalıyor.
İlkin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İzmir AKP İl Başkanlığı’nda sarfettiği “Küresel ekonomik krize rağmen, bu şekilde bağırmanın anlamı yok”, “Meslek okullarının önünü kestiler. YÖK’ün yeni çalışmalarıyla meslek okulları daha cazip hale geliyor. Sanayicilerin yetişmiş eleman açığı karşılanacak.” sözleri meslek yüksek okullarına yönelik saldırıların habercisi niteliğindeydi. Ardından YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Bilecik Üniversitesi’nin Gülümbe Yerleşkesi’nde düzenlenen yeni akademik yılı açılış töreninde yaptığı konuşmada “Gelişmiş ülkedeki öğrencilerin % 70’i mesleki ve teknik eğitime % 30’u da üniversiteye girer. Bizde ise bu oran tam tersidir. Bizde % 35’i mesleki ve teknik yüksek okullara gider, % 65’i de üniversite kapısına gelir. Zaten üniversitede bu kadar ciddi bir sorunumuzun olması, böyle esaslı bir sorunu çok öncelerden halledemememizden ileri gelmektedir. Biz bu sorunun kesinlikle halledilmesinin gerektiğini düşündük. ‘Mesleki ve Teknik Eğitimin Yeniden Yapılandırılması’ başlıklı bir proje başlattık. Bu projeye iki boyutta çalıştık. Biri, meslek yüksek okullarıydı, diğeri de teknoloji fakülteleri dediğimiz, yine Türkiye’de zaman zaman açılmaya çalışılmış, mühendislerimizin direnişleriyle bir türlü açılamamış olan teknoloji fakülteleridir” diyerek sermaye düzeninin meslek yüksek okullarına ve üniversitelere yönelik yeni dönem kirli politikalarını açıkça ortaya serdi. Özcan, konuşmasının devamında meslek yüksek okullarının 4 yarıyıl yerine 2 yıllık eğitim süresi korunarak 3 yarıyıl teorik eğitim ve 3 yarıyıl sanayide staj olmak üzere 6 yarıyıla çıkarılacağını ekledi. Kısaca liselerde uygulanan zorunlu stajlar yüksek öğrenime de taşınarak eğitimin toplumsal üretimle bağının kurulması kisvesi altında öğrenciler ucuz işgücü olarak (hatta çoğunlukla bedava çalıştırılarak) emek pazarına sürülmek isteniyor. Bu da kısa zamanda zaten günden güne eriyen emek ücretlerinin tümden buharlaşmasına ve asalak patronların azgın sömürü koşullarını daha da sertleştirmesi anlamına gelecektir. Diğer yandan başbakanın “sanayicilerin yetişmiş eleman ihtiyacını karşılamak” diye ifade ettiği, aslında patronların ürün maliyetlerinden emek ücretini düşürerek daha fazla kâr ve mülk elde etmesidir.
YÖK Başkanı Y. Ziya Özcan konuşmasında ayrıca, “Endüstriyle ekonomiyi adeta evlendirmek gerek” diyerek her okulda müfredatın yeniden düzenleneceğini, işkolunun ihtiyaç duyduğu elemanların yetiştirilmesinde en önemli payı alacak danışma heyetlerinin kurulacağını müjdeliyor. Peki Almanya ve ABD’de uygulanan bu sistemle sermayenin hedeflediği nedir? YÖK başkanı konuşmasının başında da “Bizim
14
ülkemizdeki öğrencilerin % 65’i üniversiteye % 35’i yüksek okullara gider” derken ve yine danışma heyetinden bahsederken de temelde aynı bakışla hareket ediyor. Yani sermayenin ihtiyaç duyduğu işgücünü yetiştirirken eğitim sürecinden başlayarak yarının işçilerini kontrol almayı hedefliyor.
Emek-sermaye çelişkisi üzerine kurulu olan kapitalist sistemin öncelikli ihtiyacı ucuz işgücüdür. “Herkesin üniversiteye girmesine gerek yok” diyen düzen ağızları bir yandan da iş gücü ihtiyacından bahsederek meslek yüksek okullarını özendiriyor. Ayrıca zaten birbirinden bağımsız olmayan endüstri ve ekonomiyi meslek yüksek okulları yoluyla adeta evlendirmek fikri de ancak bir burjuva ağza yaraşır. Burjuvazi felsefi açıdan her şeyin birbirinden bağımsız, farklı olduğunu öğütlerken, kendi sınıf çıkarları söz konusu olduğunda kendi ideolojisini bile inkar etmekten çekinmiyor.
YÖK başkanı yakın zamanda kurulması planlanan mesleki ve teknik eğitim anlamında teknoloji fakültelerinin kurulmasından da bahsediyor:“Gerçekten bu fakültelerin açılmasını ve mezun vermesini istiyoruz. Bu mezunlar bizim klasik anlamda iş yapan mühendislerimizden farklı olarak işçi seviyesinde çalışarak işin bizzat yapılmasını sağlayacak olan arkadaşlardır. Bu yolla ekonomimize ve endüstrimize son derece faydalı olacaklarına inanıyoruz.” diyerek sözlerini tamamlıyor. Bu da demek oluyor ki kapitalist üretim süreci daha fazla işbölümüne ihtiyaç duyuyor. Kapitalist üretimdeki işbölümü işçilerin ürettiğine yabancılaşması sonucunu doğurmuş ve işçileri üretim sürecinin bir öznesi olmaktan çıkarıp nesneleştirmiştir. İşbölümünü artırmak, burada daha çok mühendislerin işlerinin bölünmesi ve zamanla mühendislerin de işçileştirilmesi anlamına gelmektedir. YÖK tüm bu açıklamaların sonunda Erdoğan’ın “meslek okulları daha cazip hale getiriliyor” dediği, meslek okullarının ve teknik okulların katsayısını kaldırmak için danıştaya dava açtıklarını belirtiyor. Meslek yüksek okullarının kontenjanı arttırılıyor. Meslek liselerinden sonra meslek yüksek okulları da “memleket meselesi”ne dönüştürülüyor. Kapitalist sistem yaşadığı yapısal krizi fırsata çevirebilmek için okullarımızda da sermayenin tahakkümünü artırmaya çabalıyor. Birer birer raflardan indirilen saldırı planları ile her geçen gün biz öğrencilerin yaşamı daha da zorlaşıyor. Bu çürümüş düzenin eğitimi, bizlerin geleceğini daha iyi planlamak bir yana, ancak egemen sınıf olan sermayenin ihtiyaçlarına cevap aramaktadır. Bu da bizim için her anlamda geleceksizlik demektir. Bizler için gelecek, onurlu yarınlar için şimdiden onurlu bir mücadele vermektir.
DEÜ ve İÜ’de soruşturmalar cezaya dönüştürüldü
Eğitim hakkımız gaspedilemez! DEÜ Ekim Gençliği: “Devrimci faaliyet engellenemez!”
Yeni dönemin başlamasıyla beraber devrimci-demokrat öğrenciler şahsında gençlik hareketine de “soruşturma” lar üzerinden somutlanan saldırılar başladı. Geride bırakılan dönemde açılan soruşturmaların sonuçları tek tek üniversitelerde açıklanmaya başlandı. İÜ’de 32 öğrenci uzaklaştırma, okuldan atılma gibi cezalarla karşı karşıya kaldı. DEÜ’ de ise seçim döneminde bağımsız sosyalist aday N. Şafak Özdoğan’ın seçim afişlerini yapan iki Ekim Gençliği okuruna ÖGB’ ler saldırmıştı. Bu olayın ardından açılan soruşturmaların sonucunda iki yoldaşımız, toplam üç ay uzaklaştırma aldılar. Ege Üniversitesi’nde başlayan soruşturma terörü öğrencilere açılan davalarla devam ediyor. Ali Serkan Eroğlu anmasında çıkan çatışma sebebiyle açılan davada 5 öğrencinin hukuksal süreci devam ederken, yaz döneminde İzmir’de Genç-Sen’in örgütlediği harç eyleminde “yolu trafiğe kapatma” gerekçesiyle beş Genç-Sen üyesine dava açılmış bulunmakta. Bunlar ilk elden açıklanan ve ortaya çıkan saldırılar. Bu saldırıların arkası elbette gelecektir.
İÜ Ekim Gençliği: “Baskılar bizi engelleyemez!”
İstanbul Üniversitesi’nin yeni eğitim-öğretim yılına başlamasıyla birlikte devrimci, demokrat öğrencilere yönelik saldırılar da başladı. Geçtiğimiz sene rektörlük “görevine” başlayan Yunus Söylet de Mesut Parlak’ın bıraktığı yerden hız kesmeyerek soruşturma saldırılarını arttırmıştı. Senenin sonuna doğru 50’ye yakın öğrenciye çeşitli gerekçelerle soruşturma açılmıştı. Bu soruşturmaların sonuçları olarak Merkez Kampüs’te 27 öğrenciye 2 hafta ile 5 dönem arasında değişen uzaklaştırma cezaları verildi. Devrimci, demokrat öğrencileri kitlelerden yalıtma politikasının bir ürünü olan bu saldırılarla amaçlanan öğrenciler üzerine korku salmaktır. 12 Eylül askeri faşist darbesin bir ürünü olan bu politikalar kitlelere korku psikolojisi yayarak düşünmeyen ve sadece denileni yapan, kısacası robot gibi “çalışan” bireyler yaratmayı amaçlamaktadır.
En hareketli üniversitelerden biri olan İstanbul Üniversitesi’nde bu saldırılar geçtiğimiz senelerde yoğunlaşmıştı. Bir dönem içerisinde 60 öğrenciye 500’e yakın soruşturma açılmıştı. Bu soruşturma gerekçelerinden birinin “solcu öğrencilerle görünmek” olması bu politikanın kanıtlayıcısı durumundadır. Bu soruşturmaların sonucunda da 11 öğrenci okuldan atılmış 40’a yakın öğrenci de çeşitli sürelerde uzaklaştırma almıştı. Dönemin rektörü Mesut Parlak “üniversiteden siyaseti sileceğim” diyerek bu politikaları uygulamaya koymuştu. Yunus Söylet ise geldiği dönem yaptığı açıklamada “üniversitede birkaç marjinal grup var, bunları temizleyeceğiz” demiş ve bunun sonucu olarak bu saldırıları yöneltmiştir. Cezaların uygulanmaya başlandığının ertesi günü ise okulda yapılan afişlere, açılan sergiye müdahale edilmesi de saldırıların süreceğinin bir göstergesidir.
Ancak bu saldırılar hiçbir faaliyeti engelleyemeyecektir. Bu geçtiğimiz senlerde de böyle olmuştur. Bundan sonra da bu kararlılık gösterilerek çalışmalarımız sürecektir. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği
Bu saldırı tablosu ortadayken R. Tayyip Erdoğan’ın Dokuz Eylül Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma tam bir iki yüzlülük örneğidir. “Üniversiteler özgür düşüncelerin yeşermesi gereken ortamlar olmalı” sözleri tam da onu protesto etmek isteyen bir öğrencinin salondan ağzı kapatılarak çıkarılmasının ardından söylenmiştir. Aynı zamanda R. Tayyip’in yine Dokuz Eylül Üniversitesi’nin kampüslerinin dağınık olması üzerine bu tablodan rahatsız olduğunu ve tüm bölümlerin büyük bir kampüs içerisinde bir araya getirilmesinin gerektiğini söylemesi düşündürücüdür. Yakın bir zamana kadar bırakalım kampüslerin birleştirilmesini, kampüsler arasında geçiş dahi yasaktı. Şu an bu yasak kalkmış olmasına rağmen, “özel günlerde” yani bir kampüste eylem varsa, yani öğrenciler özgür düşüncelerini ortaya ko-yacaklarsa, o kampüse giriş yasaklanıyor ve turnikeler çalıştırılıyor. Kısacası her daim özgür düşünceye karşı turnikeler çalışmaya hazır ve nazır beklemektedir. Özgür düşüncenin filizlenmesi gerektiğini ifade eden ve bu filizlenmemeyi öğrencinin “kütüphanenin yolunu bile bilmeden mezun” oluşuna bağlayan sermaye devletinin sözcüsü, tam da kendisinden bekleneni yapmış oluyor. Bu sözleriyle gerçeklerin üzerini örtmeye çalışmakta. Ancak her gün harçların ödenmemesi sonucu yarıda kalan okullar, sekiz kişilik odalarda kurulmaya çalışılan yaşamlar, bir kağıt parçasından başka bir şey olmayan diplomalar ve “aykırı” her düşünceye açılan soruşturmalar bu gerçeğin üzerindeki örtüyü parçalamaya yetmektedir. Üniversitelerde özgür düşünce; bu ikiyüzlü adamın her gün yeni bir saldırıyı haber veren ağzından çıkan “özgür düşünce” sözleriyle gelmeyecektir. Ancak yüksek öğrenim üzerindeki neo-liberal politikalara karşı mücadeleyi, bu süreçte karşımıza çıkarılan sindirme politikalarına karşı verilecek mücadeleyle birleştirerek ördüğümüzde özgür düşünce üniversitelerde filizlenmeye başlayacaktır. Ve elbette; özgür düşüncenin tam anlamıyla filizlenip ağaca durması için bu kokuşmuş kapitalist sistemin kökünden sökülüp atılması gerekmektedir. Ağacımızın ihtiyaç duyduğu toprak insanın insan tarafından sömürülmediği sosyalist düzende mevcuttur! DEÜ Ekim Gençliği
15
Genç-Sen Temsilciler Meclisi toplandı
Yeni dönemde tanışma toplantıları gibi etkinlikler örmek gerektiği, ancak toplantıların politik olarak da bir anlam taşıması açısından belirlenen gündemler üzerinden gerçekleştiril mesinin anlamlı olacağı vurgulandı. Hedefsiz, amaca yürümeyen faaliyetlerde n kaçınmak gerektiği söylendi.
16
Genç-Sen Temsilciler Meclisi 26 Aralık günü Ankara’da Eğitim-Sen Genel Merkezi’nde toplandı. Yeni dönem politikalarını tartışmak için yapılan toplantı cansız, cansız olduğu kadar da birçok gündem üzerinden genel geçer değinmelerle geçti. Toplantının gündemleri ise şöyleydi: 1.
Üniversite kayıt masaları,
3.
Dönem açılışları,
2. 4. 5. 6. 7.
Lise platformları,
IMF-DB karşıtı eylemler, 6 Kasım,
Anadilde eğitim,
Genç-Sen 3. Kongresi.
İlk olarak yerellerin, üniversitelerde kayıt zamanında açılan stantların ve yapılan broşür dağıtımlarının değerlendirmesi yapıldı. Yapılan çalışmalar genel olarak verimli kabul edilirken, Genç-Sen’in artık kitleler nezdinde de bir “meşruluğu” olduğu ifade edildi. Son zamanlarda yeni açılan üniversitelerle birlikte yurtlarda kontenjanın artırılmaması sebebi ile birçok öğrencinin mağdur olduğu ve yapılan çalışmalar sırasında da öğrencilerle en çok yurt sorununun tartışıldığı ifade edildi. Yeni dönem politikaları arasında barınma sorununun önemli bir yer tutmasının kazanımla sonuçlanacağı söylendi. Üniversite kayıt haftasında yapılan çalışmalarda bazı üniversitelerde öğrenciler tarafından açılan masalara ÖGB’nin izin vermediği, ortamı terörize ettiği gerekçe gösterilerek çalışmaların başka şekilde yürütüldüğü ya da yapılamadığı ifade edildi. Adnan Menderes Üniversitesi’nde rektörün Genç-Sen’e çalışma yapabilmesi için belli bir aralık verdiği belirtirken, Yıldız Teknik Üniversitesi temsilcisi, rektörden izin alarak masa açıldığını, ancak daha sonra sivil polislerin baskısıyla yönetimin buna izin vermemesi üzerine masanın kapatıldığını ifade etti. Kayıt günlerinin son iki günü başarılı bir şekilde masa açılarak çalışmaların sürdürüldüğü söylendi. Ankara Üniversitesi temsilcisi ise ÖGB’nin ortamı terörize etmesi gerekçesi ile stant açmayarak, broşür dağıtımıyla çalışmalarını sürdürdüklerini söyledi. Başarılı bir şekilde çalışma yürütüldüğünü ifade eden temsilcilerin anlattıkları, esasında yeni gelen öğrencilere “şirin” görünmek adına veya ÖGB baskısı karşısında yine çalışmaların yasal cendereye sıkıştırıldığının veya çalış-
maların sınırlandırıldığının göstergesidir. Oysa militan eylemlerle harç zamlarının geri çektirilmesi büyük bir kazanım olarak anlatılırken, çalışma alanlarında zamanında bedeller ödenerek kazanılan haklar dahi korunmaya çalışılmamaktadır. En ufak bir müdahalede veya sözlü uyarıda geri adım atılması, üstüne üstlük çalışmaların başarılı geçtiğinin ifade edilmesi şaşkınlık vericidir. Şube aktarımlarından sonra lise platformları adına Ankara Reha Demiroğlu Lisesi’nden bir liseli yapılan çalışmaları aktardı. Ankara’da, Edirne’de, Eskişehir’de, İstanbul’da, Kocaeli’de, İzmir’de çalışmaların olduğu ve kimi yerlerde düzenli toplantıların alındığı söylendi. Kayıt paraları ile ilgili çalışmalar yapıldığından bahsedildi. Ancak geniş bir kitle faaliyetinden ziyade kimi okul veya il toplantılarının alındığı gözüktü. Genç-Sen’in kuruluşunda ve 2. Genel Kurul’da liselilerin şube oluşturamaması, temsilci seçememesi gibi kararların alınmasına rağmen, liselere yönelik çalışma adımlarının atılması önemli bir noktadır.
Bu gündemin ardından dönem açılışında yürütülecek çalışma üzerine tartışma yürütüldü. Yeni dönemde tanışma toplantıları gibi etkinlikler örmek gerektiği, ancak toplantıların politik olarak da bir anlam taşıması açısından belirlenen gündemler üzerinden gerçekleştirilmesinin anlamlı olacağı vurgulandı. Hedefsiz, amaca yürümeyen faaliyetlerden kaçınmak gerektiği söylendi. Har(a)ç zamları döneminde yaz olmasına rağmen politik içerikli ve açık kitle toplantılarının alınmasını önemli bir adım olarak nitelendirdiğimiz oranda, yeni dönemde de bu işleyişin devam etmesi önemlidir.
Genç-Sen’de yeni dönem gündemleri
Genel sorunun barınma sorunu olduğu gerekçesi ile her yerelde çalışmanın bu gündem üzerinden yürütülmesi gerektiği ve bu çalışmanın Genç-Sen’in gücünü arttıracağı ve dört bir yandan saldırmak anlamına geldiği söylendi. Barınma sorunu ile ilgili olarak da harç zamları sırasında “Genç-Sen nasıl kendine muhataplar arayarak onlarla görüşmeler yaptı ise şimdi de aynı yolu izlemeli ve kendine muhataplar bulmalıdır” denildi. Yapılan öneriler arasında şunlar yer alıyordu: “Yurt kontenjanlarının artırılması, belediyelerden yardım isteme, kiraların düşürülmesi talebi…” Ancak toplantıya getirilen barınma sorunu gündemli broşürün temsilciler meclisi öncesinde çıkartılmış olması, zaten temsilciler
meclisindeki tartışmaların MYK açısından öneminin olmadığına bir göstergedir. MYK, meclise bu konu üzerinden öneri sunabileceği gibi, bu önerileri uğruna sonuna kadar tartışma hakkına da sahiptir. Temsilciler Meclisi, Genel kuruldan sonra temel karar alma mekanizması olmasına karşın, MYK’nın yerellerin tartışmalarının üzerinden atlayan merkezi bir politika belirlemesi Genç-Sen’i bürokratik bir işleyişe götürecek, Genç-Sen bileşenlerinin özneleşmesinin önünü tıkayacak, nesneleştirecek bir tutumdur. Halihazırda barınma sorunu üzerinden yürütülen tartışmaların kapsamı da bir takım somut talepler öne sürmek uğruna barınma sorununun, genel eğitim sistemi sorunundan kopartılması anlamına gelmektedir. Bu gündem tartışması bittikten sonra bir MYK üyesi söz alarak, doğru hedefler belirlendiğinde Genç-Sen’in doğru müdahalelerde bulunduğunu, belli kazanımlar elde edildiğini, ancak örgütlenme adına eksik kalındığını söyledi. Yapılan propaganda çalışmaları sonrasında örgütlenmenin hedeflenmesi gerektiğini vurguladı. Esasında Genç-Sen’in özel olarak üzerinde durması gereken örgütlenme sorunu bir değinme ile geçilmiş oldu. Örgütlenmeden üye kaydetmeyi anlamadığımız ölçüde, bu konuda mekanizmaların (açık kitle toplantıları, politik tartışmalar vb.) yaratılması, insanları özneleştirecek ve mücadeleye katacak bir bakışın nasıl oluşturulacağı üzerine Genç-Sen bir tartışma yürütmelidir. Genç-Sen’in geleceği bu bakışıyla paralel olarak gelişecektir.
Ardından IMF-DB’nin İstanbul’a gelmesi başlığına geçildi. Genç-Sen’in emperyalizme karşı mücadele yürüttüğü ve bu gündemin okullarda işlenmesinin yanında alanlarda da olmak gerektiği vurgulandı. Çalışmanın ise IMF-DB’nin buyruğuna göre uygulanan neoliberal politikalar kapsamında ele alınabileceği ifade edildi. IMF’nin ne anlama geldiğinin ve bugüne kadar uygulanan IMF programlarının ne gibi sonuçlar doğurduğunun anlatılması gerektiği söylendi. Neo-liberal politikalar üzerinden MYK’nın materyal hazırlayıp mail üzerinden ulaştırması, neo-liberal politikaların uygulandığı ülkelerin bilânçosunun materyallerde yer alması gerektiği söylendi. Bu gündemde de esasında barınma sorunu üzerinden gelişen süreç yüzeysel tartışmalar ve kararların MYK’ya bırakılması kapsamında tartışıldı. Bu bakış süreç içerisinde Genç-Sen’de bürokratik işleyişin oturmasına neden olacaktır.
Kendini dayatmak, yalnızlaşmaya ve daralmaya götürür…
6 Kasım gündeminde MYK, öğrencilerin sorunlarına odaklı, Eğitim-Sen, TMMOB, TTB ile birlikte merkezi bir 6 Kasım mitingi kurguladıklarını belirtti. Yerellerde örülecek güçlü bir çalışma ve yerellerde yapılan eylemler sonrasında 7-8 Kasım gibi Ankara’da merkezi bir eylemin yapılmasının anlamlı olacağı söylendi. Genel olarak politik içeriği tartışılmayan 6 Kasım eylemi sonrasında bir temsilcinin müda-
halesi ile içeriği tartışılmaya başlandı. Ulaşım ve barınma sorunlarının, parasız eğitim talebinin, “YÖK’e hayır” şiarının, 50/d’ lilerin YÖK’ün kurbanı olduğunu anlatan çalışmaların temel başlıklar olacağı kararlaştırıldı. Eyleme dair yapılan konuşmalarda dikkat çekense geçen seneki 6 Kasım sürecinde olduğu gibi Genç-Sen merkezli bir bakışın hakim olduğuydu. GençSen’e tabi olunan “ortaklık” algısıyla bir kez daha tartışmalar sürdürüldü. Gençlik örgütlerine ve siyasetlerine çağrı yapılması, ancak temel belirleyenin Genç-Sen olması kararlaştırıldı. Bu da gençlik hareketinin tek muhatabı GençSen’dir denilerek gerekçelendirildi. Bir MYK üyesi “Genç-Sen artık doygun ve dolgun bir örgüt olarak, her şeyin muhatabıdır” diyerek bakışı gerekçelendirmeye çalıştı. Genç-Sen’in bu bakışı kendisini olmadığı bir yerde görmesi anlamına gelmektedir. Elbette ki Genç-Sen büyük bir olanaktır. Ancak bu olanak gençlik hareketini ve öznelerini kendisine tabi kılmaya çalışarak geliştirilemez. Bu ancak sekterliğe ve daralmaya, yalnızlaşmaya götürür. Birleşiklikten bahsedilen bir yerde bu bakış olmamalıdır. Bu bakışın olduğu yerde birleşiklik söylemi samimiyetsizliği ifade etmektedir.
Daha sonra bir temsilci söz alarak TMMOB’de şu anda yürüyen sendikalaşma tartışmaları üzerine konuştu. Genç-Sen’in mesleki talepler doğrultusunda da bir yöneliminin olması ve eğer onlarla birlikte bir 6 Kasım örgütlenecekse “ Diplomalı İşsizlik, Ücretli Kölelik Düzenine Son!” taleplerinin de yer alması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine fakültelerin sorunları üzerinden yerel ve mesleki alan temelli çalışmalar yürütülmesi gerektiği vurgulandı.
Anadilde eğitim talebi üzerine anadilde eğitim talebinin bilimsel bir talep olduğunun anlatılması gerektiği söylendi ve Eğitim-Sen’in de bu talep üzerine yeni çalışmalarının olduğu ve bu çalışmanın ortaklaştırılabileceği kararlaştırıldı.
Kongre başlığında ise bir sonraki temsilciler meclisinde yeniden tartışılmak üzere kısaca üzerine fikirler sunuldu. Erken bir zamanda yerellerin gündemine sokabilmenin önemli olduğu, hedeflerin belirlenmesi ve gündem tartışmalarının yapılabileceği Aralık ayı gibi bir genel kurul yapılması düşünüldüğü konuşuldu. Genel olarak cansız ve heyecansız geçen Temsilciler Meclisi’nde yeni dönemin heyecanı ve politik gündemler üzerinden çalışmalara başlama azmi temsilcilere yansımıyordu. 26 üniversiteden temsilcilerin ve Genç-Senliler’in katılımıyla 60 kişilik bir meclis toplanmış oldu. Politik gündemler üzerinden yapılan tartışmaların kısırlığı, birçok gündeme dair politikaların netleştirilmesinin MYK’ ya bırakılması, işleyiş açısından dikkat çekicidir.
Ankara Ekim Gençliği
Genel olarak cansız ve heyecansız geçen Temsilciler Meclisi’nde yeni dönemin heyecanı ve politik gündemler üzerinden çalışmalara başlama azmi temsilcilere yansımıyordu. 26 üniversiteden temsilcilerin ve Genç-Sen’lilerin katılımıyla 60 kişilik bir meclis toplanmış oldu. Politik gündemler üzerinden yapılan tartışmaların kısırlığı, birçok gündeme dair politikaların netleştirilmesinin MYK’ ya bırakılması, işleyiş açısından dikkat çekicidir.
17
Eskişehir Devrimci Genç-Senliler:
“Genç-Sen’de bürokratik dayatmalara son!”
Devrimci Genç-Senliler olarak örgütlenme çalışmasının ve anti-demokratik uygulamaların teşhirinin birbirinden kopartılamayacağını, yeni gelen öğrencilere “şirin gözükmek” adına kazanılmış mevzilerin bir çırpıda terk edilemeyeceğini, ayrıca nasıl ki kayıt parası gibi anti demokratik uygulamalar teşhir ediliyorsa, masaya olan müdahalenin de benzer bir şekilde çalışmanın parçası haline getirilerek faaliyetin sürdürülmesi gerektiğini savunduk.
Eskişehir’de yeni dönem kayıtlarının başlamasıyla birlikte Genç-Sen merkezi broşürlerinin ve yerel bildirilerin dağıtımının yapıldığı bir çalışma başlatıldı. Anadolu Üniversitesi ve Osmangazi Üniversitesi kampüslerinde Genç-Sen masası açılarak dağıtımlar gerçekleştirildi. Ayrıca Osmangazi Üniversitesi’nde kayıt parası adı altında toplanan 100 TL bedelindeki har(a)ca karşı imza kampanyası yürütüldü.
Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampusü’nde çalışmanın başladığı ilk gün açılan “kayıt destek masası”, ÖGB’lerin müdahale etmesi sonucu kapatıldı. Bunun üzerine Devrimci Genç-Senliler olarak masanın yeniden okul içerisine alınması gerektiği üzerine tartışma yürüttük. Genç-Sen içerisindeki liberal-reformist blok ise kimseye sormadan masayı okul dışında kurdu. Tartışmalarımız sonuç vermeyince, İl Meclisi’nin toplanmasını önerdik ve orada tartışma yürütülerek bunun karara bağlanması gerektiğini söyledik. Üst üste toplantı talep edilmesine rağmen, iki-üç gün boyunca buna karşılık verilmedi ve tartışma, yaz sürecinde kurulan koordinasyonu sağlamakla yükümlü olan ve eylemlerin pratik işlerini örgütlemekle görevlendirilen komitenin toplantısına bırakıldı. Bu süreçte, liberal-reformist blok, masanın okul içerisinde açılması gerektiği yönündeki tartışmalarımızı geçiştirmeye çalıştı. Okul içerisine girmeyi reddeden EHP’lilere neden okul içerisine kurulmuş olan masayı daha ilk müdahalede ve hiçbir direnç göstermeden okul dışına taşıdıklarını sorduğumuzda, süreci kaçırmamak ve daha çok öğrenciyi örgütlemek için masanın okul dışarısına taşınması gerektiği, antidemokratik uygulamalara karşı dönem içerisinde de mücadele edilebileceği, ancak örgütlenme ve anti demokratik uygulamaların teşhirinin karıştırılmaması, yeni gelen öğrencileri sorunsuz bir şekilde karşılamamız gerektiği vb. açıklamalarda bulundular. Devrimci Genç-Senliler olarak örgütlenme çalışmasnın ve anti-demokratik uygulamaların teşhirinin birbirinden kopartılamayacağını, yeni gelen öğrencilere “şirin gözükmek” adına kazanılmış mevzilerin bir çırpıda terk edilemeyeceğini, ayrıca nasıl ki kayıt parası gibi anti demokratik uygulamalar teşhir ediliyorsa, masaya olan müdahalenin de benzer bir şekilde çalışmanın bir parçası haline getirilerek faaliyetin sürdürülmesi gerektiğini savunduk.
18
Tartışmaların başladığı andan itibaren “bizi ikna edemezsiniz, masayı yarın tekrar okul dışına açacağız” gibi pervasız söylemlerle, masayı okul dışında açmakta ayak direyen EHP’liler, bu eksende dönen ilkesiz tartışmalarını komite toplantısı sırasında da sürdürdüler. Komite toplantısında da yer yer bağırıp çağırarak tartışma yürüten EHP’iler, toplantının ilerlemesiyle saldırgan bir tavır sergilemeye başladılar. Tüm uyarılarımıza rağmen bu tavırlarında ısrar eden EHP’liler, herhangi bir müdahale olursa çevik kuvvetin bile okula alınacağını, bununla çalışmanın sekteye uğrayacağını söylediler. Devrimci Genç-Senliler olarak bu dayatmayı kabullenmeyeceğimizi söyledik ve okulun içerisinde Devrimci Genç-Senliler’in standını açacağımızı belirterek toplantıdan ayrıldık. Toplantıyı DPG de bizimle beraber terk etti. Toplantı sonrasında DPG ile yaptığımız konuşmanın ardından, ortaklaşarak ertesi gün okul içersine Genç-Sen kayıt destek masası açtık.
EHP’lilerin okulun dışında açtığı masaya giderek çalışmanın içeride de yürütüldüğünü ifade ettik ve merkezi broşürlerden istedik. ÜYK’nın izni olmadan bize broşür verilmeyeceğini, ÜYK’nın da broşür vermeme kararı aldığını söylediler. Genç-Sen üyesi olarak broşür istediğimizi ifade ettik ve broşürleri almaya yöneldiğimizde AÜ ve OGÜ ÜYK’sının da aralarında bulunduğu liberal-reformist blok gerici tutumlarını sürdürerek bizi fiili olarak engellemeye çalıştı. Gerilimin tırmandığı sırada içerideki arkadaşlardan ÖGB’nin masaya müdahale edeceği haberini aldık ve tartışmayı orada sonlandırarak İl Genel Meclisi’nde tartışmak üzere masanın olduğu yere gittik. Kararlı bir tutumla masayı savunarak ÖGB’nin müdahalesini püskürtüp çalışmamıza devam ettik. Bu sırada liberal-reformist blok ise, saldırıya karşı hiçbir tutum almadığı gibi yerlerinden bile kıpırdamadı. Genç-Sen içerisinde karşımıza çıkan bu dayatmanın ve “çalışmanın sağlıklı yürütülmesi” kaygısıyla alınan gerici tutumların kaynağı Genç-Sen içerisindeki liberal-reformist anlayışın, bürokratik dayatmacı çizgisidir. Son yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki, Genç-Sen içerisindeki bürokratik anlayış, gerçekleştirilmek istenen devrimci çalışmanın önüne set çekme çabası içerisindedir.
Eskişehir’den Devrimci Genç-Senliler
Mühendisiz, mimarız, şehir plancısıyız…
Peki, hayatın neresindeyiz?
tiğini göstermektedir. Bu mesleklerin hakim kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemeyeceği ortadadır. Canlı emek gücünün vazgeçilmez bir elemanı olan teknik bilgi ve becerisi olan ücretli çalışan ve artı-değer üretiminde (satın alınan emek gücünün değerinden fazlasını üretmesi ve bu üretimin patronun ya da sermayedarın kasasına kar olarak geçmesi olarak kısaca tanımlayabiliriz) etkisi olan MMSP’yi işçi sınıfı içerisinde değerlendirebiliriz. Bu noktada işçi sınıfının mensubu olan mühendislerin bu bilinçle ve diğer sınıf kardeşleri mavi yakalı işçilerle ortak amaçlar için hareket etmesi gerekmektedir. Almış olduğu eğitim, görece daha iyi şartlarda çalışmakta olması (klimalı odalar, bilgisayarlar, temiz kıyafetler vb.) birlikte hareket etmenin önüne bir engel olarak koyulmamalı, ayrıcalıklı ve her an sınıf atlayabilecek potansiyelde görülmemelidir.
Son krizle birlikte birçok fabrikada başlayan işçi grevleri ve direnişleri çalışma koşullarına karşı oluşan tepkinin, sendikal örgütlenme önüne konulan setlerin, işten çıkarmaların zorunlu mücadele deneyimleri olarak gerçekleşmektedir. Diğer taraftan kimi örnekler üzerinden beyaz yakalı çalışanların örgütledikleri plaza eylemleri, ATV-Sabah çalışanlarının 200 günü aşkın grevleri, kimi eksikliklerine rağmen son dönemde gerçekleştirilen önemli eylemler olarak karşımızda duruyor. Bununla birlikte dünyanın çeşitli yerlerinde mühendisler de benzer sebeplerden kaynaklı grev ya da iş bırakma haklarını kullanmışlardır. Kanada’da bir demiryolu şirketinde çalışan mühendislerin toplu sözleşme hakkı için grev haklarını kullanmaları, Yeni Zelanda’da haberleşme mühendislerinin iş güvencesi talebiyle greve çıkmaları, Avustralya Qantas şirketinde ve Pakistan Uluslar arası Havayolu PIA’da çalışan uçak mühendislerinin ücret artışı için grev başlatmaları dünya genelinden birkaç örnektir. Elbette tekil tekil yaşanan bu örnekler hem bir potansiyeli hem de bir eksikliği barındırmaktadır. Bugün mühendisler kapitalist sistem içinde üretimde tuttukları yer göz önünde tutularak bir sınıfsal ayrışma içerisine girebilir. Üniversitelerden mezun olup çalışma yaşamına giren her mühendisi tek bir sınıf içerisine sokmak büyük bir yanılgı olur. TMMOB’nin üye profil araştırması anket sonuçlarından edinilen bilgiler doğrultusunda “çalışanların % 81’i ücretli olarak, % 18.3’ü ortağı olduğu veya kendisine ait bir şirkette veya proje bürosunda çalışmaktadır.”
Diğer taraftan, ücretli (ve maaşlı) çalışan mühendis ve mimarların çalıştıkları işyerlerinin % 42.5’inde sendikal örgütlenme olduğu anlaşılmaktadır. Sendikaya üye olan mühendis ve mimarların oranı ise % 17 düzeyindedir. Mühendislerden beşi ve mimarlardan üçünün sendika konusuyla ilgilenmediği ortaya çıkmaktadır. Bu oranlardan sendikalara ve sendikal mücadeleye karşı bir ilgisizliğin olduğu anlaşılmaktadır. Tüm bu bilgiler hayatlarını sürdürebilmek için emek gücünü satmak zorunda olan ücretli çalışan MMSP’nin büyük bir teşkil et-
Bizler, Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları olarak, kurultayı iki gün üzerinden şekillenen takvimsel bir gün olarak değil tartışmalarının öncesinde ve sonrasında geniş kesimlerin sahiplenmesi gereken bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Bu noktada TMMOB’nin kurultayın çalışmalarına gönüllü olan her üyenin aktif bir sürdürücüsü olması yoluna her türlü yol açıklığını sağlaması, bürokratik ya da kişisel engellerin kaldırılması yolunda adım atmasını bekliyoruz. İnsan olarak ya da mühendis, mimar, şehir plancısı vb. olarak yaşadığımız her türlü sorunun kaynağının kapitalist sistemde yattığı bilinci ile işçi sınıfının mücadelesini büyütmeye ve sahiplenmeye çağırıyoruz.
Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları
TMMOB 14-15 Kasım 2009 tarihlerinde “Ücretli ve İşsiz Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Kurultayı” gerçekleştirecek… Konular ve tartışma başlıkları • Ücretli mühendis, mimar ve şehir plancılarının çalışma yaşamını belirleyen yasalar • Ücretli mühendis, mimar ve şehir plancılarının çalışma koşulları • Kamu ve özel sektörde çalışan ücretli mühendis, mimar ve şehir plancılarının özlük hakları ve iş güvencesi • Kapitalizmin dünyadaki ekonomik krizi ve özlük haklarına etkileri • İşsizliğin ve güvencesizliğin mühendis, mimar ve şehir plancıları üzerinde etkileri • Ücretli ve işsiz kadın mühendis, mimar ve şehir plancılarının çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlar ve çözüm önerileri • Örgütlenme; TMMOB, sendikalaşma ve diğerleri İstanbul Yerel Kurultayı 17 Ekim 2009 Cumartesi Saat: 10.00-18.00 - YTÜ Oditoryum(Beşiktaş) Özel sektörde çalışan ve işsiz mühendis, mimar ve şehir plancılarının sorunları ve çözüm önerileri tartışılacak 26 Ekim 2009 Cumartesi - Saat: 10.00-18.00 YTÜ Oditoryum
19
Ekim, partili kimliği, dönemin gençlik hareke-
Genç gü
tinin doğurduğu zayıflıklara karşı mücadele ederek inşa etmenin en temel silahı olarak kullanılabilmelidir. Diğer şeyler bir yana, onun kullanımı bile başlı başına ihtilalci bir kimliğin inşasına başlamaktır. Dönemin yarattığı tasfiyeci liberalizm ortamında düzen, aile, Yeni öğrenim dönemi başlarken, gençlik hareketinin ve okul vb. ile hesaplaşmaların çalışmamızın sorunlarını tartışmak doğal bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Elbette genç yoldaşlarımız gençlik yayınında bu tartışmayı sürekli ertelendiğini ve bunun değişik yönleriyle yapıyorlar. Fakat bu, merkez yayın organı üzerinden bu tartışmaları genelleyerek perspektif sunma, gençlik hareketinin sorun ve da doğal görülebildiğini biligündemlerini ihtiyaca uygun bir şekilde işleme sorumluluğunu ortadan yoruz. Herhangi bir kaldırmıyor. Gençlik çalışmasında Ekim’in yeri abartıya düşmeksizin diyeSorun yalnızca Ekim’in, merkezi önderlik görevlerinden biri olarak gençlik çalışmasına yönelik taktik-siyasal müdahalelerde bulunması zorunluluğundan biliriz ki, bugün illegal bir ibaret değildir. Bunun yanı sıra, partinin en temel örgütleyici araçlarından biri olarak, kendi özgünlüğü üzerinden gençlik alanında da bu misyonunu gereğince yayın olarak Ekim’e yazyerine getirebilme sorumluluğu bulunuyor. Elbette bugünün Türkiye’sinde, bugünün gençlik hareketi koşullarında Ekim’in bu alanda yapabileceklerinin belli mak, onu okumak, onu sınırları var. Böyle de olsa, hem bizzat partimizin çevresindeki gençlik güçlerinin, hem de genel olarak gençlik hareketinin doğal taşıyıcısı durumundaki ileri gençlik dağıtmak, onun kitlesinin ilgi duyduğu, değerlendirdiği, yararlandığı bir araç olabilmesi, biraz da gençlik alanından beslenip beslenmemesine, bu alanla doğrudan ilişkiler kurup üzerinden politik kuramamasına bağlıdır. düzeyi olan kitleyle Böylece, Ekim’in gençlik alanında kullanımı ve ona katkı görevini gençlik çalışmamızın temel sorunlarından biri olarak ifade etmiş oluyoruz. Bu sorunun öncelikli bağ kurmak bile, muhatapları doğrudan çalışmanın yürütücüsü konumundaki genç yoldaşlarımızdır. Ekim’le bu türden bir bağ kurma kaygısı herhangi bir görev olarak değil, parti ile gençlik çalışmamız düzen-devrim arasındaki bağları güçlendirme sorumluluğu olarak önümüzde duruyor. ikilemine bizzat Ekim, partili kimliği, dönemin gençlik hareketinin doğurduğu zayıflıklara karşı mücadele ederek inşa etmenin en temel silahı olarak kullanılabilmelidir. Diğer şeyler bir yana, onun dokunmak kullanımı bile başlı başına ihtilalci bir kimliğin inşasına başlamaktır. Dönemin yarattığı tasfiyeci liberalizm ortamında düzen, aile, okul vb. ile hesaplaşmaların sürekli ertelendiğini ve bunun da anlamına doğal görülebildiğini biliyoruz. Herhangi bir abartıya düşmeksizin diyebiliriz ki, bugün illegal bir yayın olarak Ekim’e yazmak, onu okumak, onu dağıtmak, onun üzerinden politik düzeyi olan kitleyle gelecektir. bağ kurmak bile, düzen-devrim ikilemine bizzat dokunmak anlamına gelecektir. Temel değerlendirmelerimizin güncelliği
Gençlik hareketiyle ilgili tartışmalarımızda bize yön göstermesi gereken, doğal olarak öncelikle Ekim’in değerlendirmeleridir. Yakın dönem değerlendirmeleri içinde, özellikle 2004 yılında 139. ve 140. sayılarda peşpeşe yayınlanan iki başyazı, gençlik hareketiyle ilgili o güne kadarki tüm birikim, pratik ve deneyimlerin tahlili üzerinden kaleme alınan ve net bir perspektif ortaya koyan metinler olarak, güncel ilgiyi fazlasıyla hak etmektedirler. Bu değerlendirmelerde hem gençlik hareketinin hem de gençlik çalışmamızın güncel plandaki sorun ve ihtiyaçları kapsamlı bir şekilde ele alınmakla kalınmıyor bir yandan alanın temel niteliğiyle ilgili özgün belirlemeler yapılırken, diğer yandan buradan süzülen sonuçlar güncel durum, sorun ve ihtiyaçların tahliliyle birleştirilerek dönemsel bir taktik-siyasal hat çiziliyor.
Sözkonusu metinler ile birlikte gençlik alanıyla ilgili en temel yakın dönem değerlendirmelerimize kolaylıkla ulaşılabileceği için, burada genel bir tekrar yerine onları incelemeyi öneriyoruz. Yine de son beş yıl üzerinden, yer yer tekrara düşmek pahasına bazı başlıkları yeniden ele almak, bazı sorunları sürecin yansımaları üzerinden irdelemek, bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor.
Belli yönleriyle gençlik hareketinin süreçleri ve durumu
20
Bugün gençlik hareketi en geri ve en dağınık dönemlerinden birini yaşıyor. Bu belirleme aslında, dönemsel canlanma dönemleri dışında, son yılların temel bir olgusunu yinelemekten başka bir şey değil. ‘96’da başlayan kırılma sonrasında gençlik hareketinin bir parça yükselme işaretleri verdiği dönem 2000’li ilk yıllardır. Bunun çapı ise dönemin sosyal hareketliliğinin sınırları tarafından belirlenmiştir.
çlik çalışmasının üncel sorunları Dolayısıyla gençlik hareketinde “yükseliş”, “canlanma” vb. denildiğinde, bu süreçteki sosyal mücadelenin durumuna bakmak gerekiyor. Nitekim, sözkonusu değerlendirmelerin yapıldığı tarihlerde, bu canlanma belirtilerinin de sonlandığını görüyoruz ki bu nedensiz değildir. Yalnızca sosyal hareketliliğin kendiliğinden sınırlarını aşamadığı, politik sıçrama yapamadığında yaşadığı bir gerilemeden de ibaret değildir. Gençlik hareketindeki canlanma belirtileri tam da devletin hücre saldırısıyla yeni bir dönemi başlattığı tarihlere denk geliyor. Hücre saldırısına karşı hapishanelerdeki devrimcilerin canı-kanı pahasına yükselttiği direniş, saldırıyı püskürtmeye yetmedi, yetemezdi. Hücre saldırısının asıl başarısı ise, devrimci harekete vurduğu darbenin katmerlisini toplumsal muhalefete vurması oldu. İşçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin ileri kesimlerinden başlayarak geniş yığınlara yayılan bir travmaya yol açtı. Sınıf savaşımının gerçeklerinden kopmayan hiç kimse, etkileşimi zincirleme bir süreç olarak görmekte zorlanmaz. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, en temel haklara saldırılar gündeme geldiğinde (kölelik yasası çıkarken, siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerde AB demokratikleşmesi perdesi altında ağır baskı ve yasakların önü alabildiğine açılırken) en ufak bir tepki gösterememesi de, en dinamik kesimini devrimci olanların oluşturduğu ileri kitlesinin yaşadığı kırılmadan, ideolojik, politik, özellikle moral ve özgüven alanındaki yıkımdan bağımsız anlaşılamaz. O günden bu yana siyasal atmosferi ilkesizlik ve tutarsızlıkla, kendiliğindencilik ve oportünizmle, daha da kötüsü her türlü devrimci değerde inanılmaz bir erozyonla zehirleyen tasfiyeci liberalizmin güç kazanması da doğrudan bununla ilintilidir. Elbette bunda hücre saldırısının başarısı tek etken değildir fakat bundan büyük bir kuvvet kazandığı da açık bir olgudur.
O dönem canlanma yaşayan gençlik hareketi, bir yandan Afganistan ve Irak savaşları ile dizginlerinden boşanan emperyalist saldırganlık karşıtı duyarlılıkla beslenirken, diğer yandan ise bu genel kırılmadan payına düşeni alıyordu. Tam olarak bu aşamada devreye yoğun bir soruşturma ve uzaklaştırma saldırısı girdi. Bu saldırıyı faşist terörün tırmandırılması tamamladı. Sermaye iktidarı böylece hücre saldırısının üniversite ayağını da gerçekleştirmiş oldu. Her geçen gün daha dar bir kesime sıkışan direnme çabalarının da etkisizleşmesiyle tam bir dağılma ve gerileme süreci başladı. Bu yüzden son beş yılın her biri, bir öncekini aratır tarzda “en kötü dönem” olarak tanımlanıyor. Öyle ki, gençlik hareketinin devrimci politik güçleri alana özgün müdahale planında her geçen yıl daha derin bir iddiasızlığa sürükleniyorlar. Kendi tarzlarında bir militan çalışmayı örgütsel bir liberalizmle bütünleyen bir-iki reformist çevrenin faaliyetleri dışında, sistemli ve sürekli faaliyet ancak genç komünistlerin bulundukları alanlarda onlar tarafından yürütülüyor. Düne kadar iyi-kötü bir siyasal etkinlik ve faaliyet alanı olan belli başlı üniversitelerde politik faaliyet yürütmek neredeyse imkansız hale gelmiş durumda. Bunun en çarpıcı örnekleri Çukurova, Trakya, Karadeniz Teknik gibi üniversiteler ile İstanbul’daki belli kampüslerdir. Son yıllarda neredeyse her ile açılan taşra üniversitelerinin durumu ise çok daha iç karartıcıdır. Gençlik hareketinin bu duruma gelmesinde temel rol oynayan bir diğer etken, genel olarak gençlik kitlesinin (hareket sözkonusu olduğunda üniversiteli gençliğin), yine yaşanan genel toplumsal süreçlerden payına düşeni almasıdır. Gençlik yığınları içinde idealist/duyarlı bir kimlikle öne çıkanların oranı her geçen gün daha da düşüyor. Genç olmanın getirdiği merak ve ilgiyle işe yarar kitaplar, kaynaklar okumak, uğraşlar edinmek yerine, gerçek hayata yabancılaşmayı ve ilgisizliği büyüten bir sanal oyun merakı, en ücra emekçi mahallerinde bile oldukça yaygındır. Son birkaç yıldır liselerde, günümüz koşullarında kitlesel de sayılabilecek bir politik ilgi ve hareketliliğin yaşanması bu gerçeği değiştirmiyor. Zira bu kitlede de duyarlı, sağlıklı kimlik-kişilik konusunda ciddi kusurlar bulunuyor.
Soruşturma-uzaklaştırma karşıtı mücadelenin önemi
Bu koşullarda gençlik hareketinin geleceği açısından, üniversiteye adım atan politik olarak duyarlı ileri gençlik kesiminin politik faaliyetle tanışabilmesi yaşamsal bir önem taşıyor. Dolayısıyla üniversitelerde siyaset yapma hakkının gaspı, gençlik hareketinin önündeki en temel, en öncelikli engeldir. Bu hakkın gaspı soruşturma, uzaklaştırma, bunu tamamlayacak tarzda tutuklama terörüyle sağlanıyor.
Bu sorun kendi başına gençlik hareketinin üstesinden gelebileceği düzeyi çoktan aşmış bulunuyor. Burjuva kamuoyunda dahi yer yer tepki alabilen, öğrenim hakkının gaspına dönüşen siyaset yapma, duyarlılığını ortaya koyma hakkının okul yönetimleri, polis ve mahkemelerin işbirliği ile bu denli kaba bir şekilde çiğnenmesi karşısında yapılanlar son derece yetersiz. Oysa herhangi bir alandaki bu türden bir saldırı, tüm kamuoyunun desteğini kazanmaya, günün sınıf ve emekçi hareketlilikleriyle etkin bir kader birliği kurmaya yönelecek bir faaliyetin gündemi olabilmelidir. Bu çerçevede genç komünistlerin geçtiğimiz öğrenim yılında bir yereldeki soruşturma-uzaklaştırma saldırısı karşısında örgütledikleri süreç, şüphesiz eksik kalan yönleri giderilerek, özellikle de toplumsal destek ve tepki örgütleme, etkin bir kamuoyu oluşturma seferberliği yönü güçlendirilerek temel alınabilecek bir örnek teşkil ediyor. Bu söylenenlerden, sorunu salt öğrenci gençlik mücadelesinin sorunu olarak görmekten kurtulmak gerektiği de kendiliğinden anlaşılıyordur. Partinin siyasal sınıf çalışmasını yürüten örgütlenmeleri de, gençlik alanında bu tür bir faaliyete/mücadeleye en ileri düzeyde bir destek sunabilmelidir. Bu yapılmadığında, gençlik hareketi ve çalışmasına verdiğimiz önem boş bir laf kalıbı haline gelecektir. Yeri gelmişken, yer yer sınıf çalışmamızın kimi yerellerinden de yansıyabilen ilgisizliğin (yayınına, alanın sorunlarına ve harekete ilgisizlik, bazı durumlarda küçümseme) kesin bir şekilde geride bırakılması gerektiğini de hatırlatmış olalım. Soruşturma-uzaklaştırma terörü (siyaset yasağıyla birlikte eğitim hakkının gaspı) gençlik çalışmasının herhangi bir politik
21
gündemi olarak değerlendirilmemelidir. Önemi bakımından, öğrenci hareketinin dönemsel olarak karşısında duran ve elbette birbiriyle yakından bağlantılı olan tüm diğer faaliyet gündemlerinden (eğitimdeki özelleştirme politikasının üniversitelerdeki yansımaları, harçlar, barınma ve yaşam sorunları, sivil faşistlerin ve ulusalcı çetelerin zaman zaman yoğunlaştırılan saldırıları, ÖGB-polis terörü, YÖK ve 12 Eylül karanlığı, akademik ve bilimsel düzeydeki düşüş, ulusal sorun ve anadilde eğitim, emperyalist savaş ve saldırganlık vb...) daha öncelikli olarak tanımlanabilir. Ancak bununla, tüm gündemlerden kopuk, dahası somut bir gelişmeye dayanmayan bir soruşturma-uzaklaştırma karşıtı mücadele ve faaliyetten söz etmiyoruz. Böyle bir yaklaşım yalnızca güçlerin tükenmesine ve mevcut imkânların heba olmasına yol açar. Elbette ki aslolan, somut bir gelişmeye dayanan ve gerek toplumsal açıdan gerekse öğrenci hareketinde öne çıkan özgün gündemlerle dolaysız bağlarını kuran bir mücadele ve faaliyeti örgütleyebilmektir. Elbette bugünkü veriler ve gelişmelerden hareketle, küresel krizin henüz kontrol altında tutulabilse de her an kendini şiddetli bir şekilde dışa vurması kuvvetle olası etkilerinden biri olarak eğitimde özelleştirmenin tırmandırılması (doğal olarak en temel ihtiyaçlar alanlarında baş gösterecek sorunlar), emperyalizmin bölgede hazırlıklarını yürüttüğü yeni hamlelerin yarattığı sorunlar üzerinden emperyalist savaş, bununla doğrudan bağlantılı bir şekilde uzun bir süredir gündemde olan “açılım” tartışmaları üzerinden Kürt ulusal sorunu (doğal olarak anadilde eğitim) gibi başlıklar da önplana çıkan gündemler olacaktır. Gençlik hareketinin özgün sorunları çerçevesindeki diğer gündemler ise, somut gelişmelere bağlı olarak yer değiştirerek faaliyete konu olabilecektir. Kaldı ki, alana özgü somutluğu genelde yakalayabilen, sürekli ve sistemli bir faaliyete dönüşen bir politika belirleyebilen bir gençlik çalışmamız olduğu ölçüde, faaliyetin politik gündemleri ile ilgili bir zorlanma yaşanmıyor zaten.
Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi sorunu ve Genç-Sen deneyimi
Gençlik hareketine müdahalede zorlanma noktalarından ilki soruşturma-uzaklaştırma terörüne göğüs germek, ikincisi ise hareketin hem çok dar hem de olabildiğince parçalanmış tablosudur. Yukarıda işaret ettiğimiz değerlendirmelerde, dönemin olanakları ve ihtiyaçları üzerinden sorun ayrıntılı bir biçimde tartışılmış bulunuyor. Konuyla ilgili olarak, birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketini geliştirme ihtiyacına yapılan vurgu, politik gençlik örgütlenmelerinin mücadelenin politik ihtiyaçlar temelinde birliktelik sağlaması zorunluluğuna bağlanıyor. Bu aynı zamanda, günün koşullarında gençlik hareketinin kitlelerle birleşmeyi başarabilecek etkili bir çıkışının, gençlik hareketini oluşturan ileri gençlik birikimine dayanma zorunluluğu olarak da anlaşılabilir. Daha somutta sorun, “ilerici-devrimci gençlik güçlerini mücadelenin öne çıkan gündemleri ve ihtiyaçları doğrultusunda giderek kurumlaşan bir mücadele birliği içine çekmek, bunu zamanla birleşik bir gençlik örgütlenmesi düzeyine vardırmak” olarak tanımlanıyor. O günden bugüne geçen süreç, genç komünistlerin yaptıkları değerlendirmelerden de görüleceği üzere, mücadele birliği ve birleşik gençlik örgütlenmesi konusunda gençlik örgütlenmelerinin ve birikiminin fazlasıyla sorunlu ve yetersiz olduğunu, her gün daha katı bir gerçeklik şeklinde doğrulamış bulunuyor. Esasında ülkemizin yakın geçmiş deneyimi, hareketin kitlesellik ve birleşiklik arzettiği dönemlerin, nesnel dinamikler üzerinden yaşanan çıkışlar olduğunu gösteriyor. Bu kendiliğinden yükselişlerin yaşanmasında, ilericidevrimci çevre ve grupların örgütsel müdahalesinin rolü ihmal edilebilir düzeydedir. Dahası, devrimci gruplar gençlik içinde ancak bu türden yükselişler sayesinde bir güç kazanabilmiş, bir yer tutabilmişlerdir. Elbette örgütsel müdahalesiyle belirleyici olmasa da, devrimci-politik kesimin bu süreçlerde belli bir etkisi olmuştur. Ancak bu, gençlik hareketini kendiliğindenlik sınırlarının ötesine taşımaya yetmemiştir. Dahası, küçük-burjuva akımlar genelde kendiliğinden oluşan birleşiklik ve kitleselliği bozucu, dağıtıcı bir rol oynayabilmişlerdir.
22
Bu davranışın bir benzeri Genç-Sen süreçlerinde göze çarpmaktadır. Genç-Sen bir işçi sendikası aracılığıyla öğrenci hareketinin gündemine taşındı. Elbette gündeme gelmesinde sendika üzerinde etkinliği olan belli siyasal anlayışların kendince hesapları önemli bir yere sahipti. Üstelik hala da kitlesel bir temele kavuşamadığı ölçüde, dışarıdan dayatılan bir örgüt modeli olma zaafını koruyor. Tüm bunlara rağmen, birincisi, salt sendika örgütlenmesinin ileri kitleler nezdinde taşıdığı meşruiyetin gücünden; ikincisi, herhangi bir grubun dayatması olarak algılanmamasından; üçüncüsü, arkasında birçok açıdan tartışmalı da olsa en ileri sendikal mevzinin bulunmasından ve nihayet ileri gençlik dinamiklerini sürekli olarak birlikte davranmaya zorlayan nesnel etkenlerden kaynaklı olarak tüm hareketlerin ilgisini çekti ve belli bir kesimin katılımını sağlayabildi. Bu aracın birleşik, kitlesel, devrimci gençlik hareketini geliştirmekte oynayabileceği rolün bir sınırı olabilir. Fakat masabaşı bir üretim olsa da, gençlik gruplarının içinde çalışma yürütmesine açık bir araç olduğu ölçüde, gençlik hareketini geliştirmede dayanak olabilecek bir mücadele birliği ve birleşik örgütlenmenin olanaklarını barındırıyor. Hareketin genel çıkarlarını her koşulda önde tutan komünist gençliğin böyle bir aracı önemsemesinden daha doğal bir şey olamaz.
Ne var ki, bizzat Genç-Sen süreci döne döne, gençlik içinde var olan siyasal örgütlenmelerin (doğal olarak ileri gençlik birikiminin omurgasının), harekete birleşik bir karakter kazandırılmasına yapıcı değil bozucu bir etkide bulunduklarını gösteriyor. Yalnızca birleşiklik sağlanmasında değil gençliğin kitlesel örgütlenmesinde de işlevsel olabilecek bu tür bir aracı etkin hale getirmek bile, politik faaliyette olduğu gibi, kitle tabanı ve örgütlenmede de büyük bir kuvvet olabilmeyi gerektiriyor. Bugün boğucu bir bürokrasinin hakimiyetindeki Genç-Sen ile politik-taktik çizgilerin taban inisiyatifi ve demokratik temelde yarıştığı bir Genç-Sen arasında tam bir karşıtlık vardır. Bu koşullarda ikincisine ulaşabilmenin ve birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi politikasına itilim kazandırmanın yolu, bağımsız bir güç olarak etkin bir faaliyet yürütebilmekten ve örgütlü bir temelde politik kitle tabanını büyütmekten geçiyor. Doğal olarak burada birbirini besleyen süreçlerdir sözkonusu olan. Bu hiç de çeşitli gündemler üzerinden sağlanabilen politik birlikteliğin karşısına konulabilecek bir yaklaşım değildir. Tersine, böylesi mücadele ve eylem birliklerinin bir parça işe yarayabilmesi dahi, grupsal kaygıları hareketin ortak çıkarlarının önüne koymayan samimi siyasetlerin gücüne bağlıdır. Birlikte faaliyeti ve eylemi örgütlemeyi dayatan 6 Kasımlar, bahar eylemlilikleri ya da son haraç zamları gibi özgün gündemler, gençlik hareketine, onun ileri birikimine müdahalenin de sınırlarını çiziyor. Politik faaliyet kapasitesi kadar nitel ve nicel açıdan gelişkin bir militan kuvvet olmak, bu süreçlerde belirleyici bir önem taşıyor. Bir yandan birleşik hareketi her olanağı değerlendirecek tarzda zorlarken, diğer yandan bunu etkin bir bağımsız faaliyet örgütlemeyle birleştirebilmeyi, bir başka deyişle bağımsız siyasal güç olma çabasını bir an bile zayıflatmamayı bize dayatan işte bu olgudur. Birlikte hareket ve iş yapma (daha özel bir zemin olarak Genç-Sen de dahil) süreçlerinde tavrımızı belirleyecek olan budur. Sonuçsuz kalacak tarzda enerjimizi tüketen, bağımsız siyasal faaliyetin engeline dönüşen, politik kimliği silikleştiren, yer yer çeperimizi dahi dağıtabilen ortaklaşma çabaları bizim sorunumuz olamaz. Sonuç olarak, bir ihtiyaç olarak kendini dayatan ve sağlıklı bir zeminde yaşanan ortaklaşma, birlikte iş yapma süreçlerinin etkin bir örgütleyicisi ve katılımcısı olmalı, fakat günün koşullarında sonuçsuz kalmaya mahkum ve yıpratıcı zorlamalardan ise uzak durmalıyız.
Gençlik hareketinin politik özelliği, çalışmanın politik niteliği
Gençlik hareketine müdahalede karşımıza çıkan üçüncü bir zorluk alanı, hareketin politik kitlesi ile geniş yığınları arasındaki derin uçurumdur. Hareketin politik-örgütsel dayanağı durumundaki ileri kitlesi politik olarak duyarlı, fakat alanın özgün sorunlarıyla zayıf ilişki içindeyken, geniş yığınlar da genel toplumsal sorunlara alabildiğine ilgisiz bir durumdadır. Bunun yarattığı sorunlar, Türkiye’de devrimci gençlik hareketi tarihine damgasını vuran özelliği ile birlikte ele
alındığında daha iyi anlaşılır.
Türkiye’de gençlik hareketi hep düzen-devrim çatışması ekseninde bir taraflaşmanın ifadesi olmuştur. Bugün de politik faaliyetin ilk muhatapları doğrudan toplumsal sorunlara duyarlılıkları, devrimci mücadeleye ilgileri ile öne çıkıyorlar. ‘60’lar ve ‘70’ler döneminde de bu böyledir, ‘80 sonrası dönem boyunca zaman zaman yaşanan geçici canlanma dönemlerinde de... Hatta en reformist-liberal çevrelerin bugün, gençlik sözkonusu olduğunda devrimci şiarlara sarılmalarının, yer yer diğer alanlarda görülmeyen bir militan eylem çizgisi izlemek zorunda kalmalarının gerisinde de bu vardır.
Gençlik hareketimizin politik kimliğinin ne anlam ifade ettiği ve müdahalede hangi zorunlulukları doğurduğunu belirlemek için, bazı Avrupa ülkelerindeki gençlik hareketiyle kıyaslama yoluna gidebiliriz. Avrupa’nın birkaç ülkesinde son yıllarda gündeme gelen gençlik hareketleri, genelde gençliğin eğitim hakkına yönelik saldırı politikalarına tepki temelinde yükseldi. Fransa ve Almanya’daki liseli gençlik eksenli hareket bunun çarpıcı örnekleridir. Bunun temelinde, tarihsel mücadelelerin kazanımı olan, en kötü dönemlerde dahi harekete geçirilebilen bir hak bilincinin varlığı yatmaktadır. Emperyalist-kapitalizmin tüm bozucu etkilerine, toplumsal ölçekte derinleşen yabancılaşmaya rağmen, kazanılmış bu hak bilinci genç kuşakları harekete geçirebilmektedir. Buna karşın Avrupalı kimliğinde, emperyalist ayrıcalıklardan kaynaklı olarak, devrimcipolitik duyarlılık ve eylemlilik niteliğinde belirgin bir zayıflık vardır. Türkiye’deki gençlik kitlesi açısından ise tersi bir durum söz konusudur. Toplumdaki, dolayısıyla gençlik kitlelerindeki hak bilinci alabildiğine zayıfken, hareketin dinamiği olan kesimin temel hareket noktası devrimci özlemleri ve politik eyleme olan ilgisidir. Alanın özgün sorunlarından çok, genel toplumsal sorunlar çerçevesinde hareketlenmeler yaşanıyor. Emperyalist savaş ve saldırganlığın, Ortadoğu’daki gelişmelerin ortak hareketlenmeler yaratmasının nedeni de budur. Gençlik hareketinin bu özellikleri, gençlik alanındaki faaliyetimizin niteliğini belirleyecektir. Demek oluyor ki, gençlik alanındaki faaliyetimiz, ağırlık merkezi bakımından düzen-devrim çatışması üzerinden bir politik içeriğe sahip olmalı, devrimci sosyalist temelde bir ajitasyon-propaganda ve örgütlenmeyi esas almalıdır. Bununla, alanın özgün sorunlarından ve somut gelişmelerinden kopuk kuru sosyalist ajitasyonu değil, alanın her türlü sorununu düzen-devrim ikilemi temelinde ele alan bir çalışmayı kastediyoruz. Zira bir parça ciddiyeti olan herhangi bir siyasal faaliyet ancak alanın özgünlüğünden, somut sorunlarından kopmadan inşa edilebilir.
Faaliyetin politik niteliğine dair bu vurguyu iki açıdan önemli görüyoruz. Öncelikle hareketin genel ihtiyaçları bakımından önemsenmelidir. Zira, gençlik içinde çalışma yürüten belli siyasal güçler ile Genç-Sen üzerinden karşımıza çıkanlar, “kitlenin geriliği” gerici dayanağına yaslanarak, bunu kaba bir kitle kuyrukçuluğunun gerekçesi haline getirerek, kendi bünyelerine çektikleri gençliğin politik ilgisini ve enerjisini törpüleyen ve yozlaştıran bir çizgi izliyorlar. Bunu diğer taraftan, keskin ve temelsiz bir solculukla belli bir kitleyi gençliğin somut gündemlerinden uzak tutan, sistematik ve sürekli bir faaliyetten alıkoyanların iradeci apolitizmi tamamlıyor. Dolayısıyla, gençlik hareketinin doğal taşıyıcısı olan ileri gençlik kitlesinin devrimci bir temelde faaliyetin içine çekilmesi ve sağlıklı kimliksel şekillenmesi, alanın özgünlüğünü yakalayabilen, somut gündemleri üzerinden yürütülen, fakat kesin bir tarzda devrimci politik niteliği gelişkin bir faaliyeti zorunlu kılmaktadır.
Doğal olarak bunu eylem çizgisinde ve politik çalışmanın yürütülüş tarzı ile araçlarında devrimci militan bir nitelik tamamlamalıdır. Bu alandaki her zayıflık gençliğin devrimci coşkusunu kucaklayamayacağı gibi, her türlü aşırı zorlama da geniş yığınlarla hareket arasında giderilmesi zor bir kopukluğa yol açacaktır. Kitlenin geriliği, dönemsel koşullar ile hareketin nesnel ihtiyaçları iki ayrı şeydir ve bizim tutumumuzu belirleyecek olan ikincisidir.
Komünist gençlik çalışması açısından politik niteliğin önemi Faaliyetin politik niteliğine dair vurguyu önemli kılan ikinci
neden ise, bizzat komünist gençlik faaliyeti ve örgütlenmesi açısından doğuracağı sonuçlardır. Türkiye’de dönemsel koşullar ne olursa olsun, gençlik hareketinin ileriye çekilebilecek kesimlerinin özellikleri, çalışmanın devrimci politik niteliğini bir tercih değil bir zorunluluk haline getiriyor. Buna uygun davranılmadığında, en doğru politikalarla dahi liberal reformist cenderenin dışına çıkmak mümkün olamaz. Böylesi bir zaafiyet aynı zamanda gençlik kitlemizin ve örgütlenmemizin şekillenmesini ve niteliğini de belirleyecektir. Bu zaaf giderilemediği koşullarda, örgütsel liberalizm, devrimci-militan kimlikte zayıflık kaçınılmaz olur. Gençlik alanındaki örgütsel yapımız, ihtilalci partimizin varoluş niteliğine aykırı hastalıklarla malul olur. Örneğin yıllarca üniversiteli gençlik çalışmamızda yer alıp da sonra kolayca dökülmeyi, devrimin ve partinin ihtiyaçları orta yerde duruyorken büyük bir rahatlıkla “ben mesleğimi yapacağım” demeyi normal karşılamayı bundan bağımsız düşünemeyiz. Yine yıllarca faaliyetimizin etkin özneleri olup da hala düzen-devrim tercihini yapamayan yoldaşlarımızı, ancak bunun üzerinden anlayabiliriz. Oysa gençlik, insanlık tarihi boyunca, toplumun en devingen, en cüretkar, en atak, en coşkulu ve en fedakar kesimi olmuştur. Dolayısıyla tercihlerde de daha tereddütsüz olması gerekir… Gençlik alanında saflarımıza katılan en yeni insanın dahi düzendevrim çatışmasını aile, okul, gündelik yaşam, ilişkiler vb. alanlarda devrimci bir iradeyle çözümleyebilmesi, yürüttüğümüz faaliyetin niteliğine, örgütlenme ve eylem çizgimize dolaysız bir şekilde bağlıdır. İdeolojik kuvvetle sınıf intiharını gerçekleştirip partili kimliği gençlik alanının nesnel tablosuna rağmen inşa etmek, devrimci siyasal niteliği belirgin bir faaliyetten, devrimci örgütlenmeden ve militan eylem çizgisinden bağımsız başarılamaz. Partili kimlik konusunda zayıflığın olduğu her yerde, temelde yatan sorunun bu üç alandaki zayıflıktan kaynaklandığı dikkatli hiçbir gözden kaçmayacaktır.
Komünist gençlik çalışmasıyla ilgili özel tartışma alanına girmişken, son bir soruna, gençlik alanında kitle çalışması sorununa, daha özelde kitle örgütlenmeleri boyutuna da değinelim. (Değinmek diyoruz, zira bunun yanı sıra, gençlik örgütlenmemiz, kadrolaşma sorunları, eğitim sorunu, çalışmanın araçları vb. bir dizi alanda özel tartışmalar yapmak ayrıca bir ihtiyaçtır.) Bu soruna burada gençlik hareketine genel müdahale sorunlarının bir bileşkesi olarak değiniyoruz. Alanda Genç-Sen de dahil çok sayıda örgütlenme aracı bulunuyor; kulüpler, topluluklar, yerel yayınlar, mesleki örgütlenmeler, vb... Yaygın bir siyasal çalışma yürütebildiğimiz halde, yer yer kendi içine kapanan, deyim yerindeyse kendi dünyasını genel kitleden koparan bir örgütsel zemini aşamayabiliyoruz. Oysa yer yer olumlu örneklerden de görülebileceği üzere, kitlelerle devrimci politikalar arasında en etkili ve yaygın ilişkileri kurmamızı sağlayacak araçlar, sözkonusu türden yığınsal kitle örgütlenmeleridir. Bunların içinde etkin bir şekilde yer almayan, bu tür örgütleri dar grupsal ihtiyaçların ötesine geçerek etkince değerlendirmeyen herhangi bir siyasal çalışma yalnızca günü kurtaran bir iş yapmış olur. Farklı gençlik örgütlenmelerinin çevresindeki samimi gençlik güçlerini etkileyebileceğimiz alanlar, genel siyasal faaliyetten çok, bu tür araçlar içindeki etkinliğimiz olabilir. Dahası ideolojik geriliğin ayyuka çıktığı günümüz koşullarında, her türlü sol söylemi aynı kefeye koyan bir ileri kitlenin olduğu yerde, bu etkinlik çok daha hayati bir önem kazanmaktadır. Şimdilik bunu hatırlatmakla yetinelim. Başta da belirttiğimiz üzere, sadece değinme sınırlarında kalan sorunlar da dahil, gençlik alanındaki sorunları Ekim’de işlemek tüm genç yoldaşlarımızın önünde yeni dönemin önemli bir sorumluluğu olarak duruyor. Bu sorumluluğun gereğince yerine getirileceğine inanıyor, tüm genç yoldaşlarımızı görevi omuzlamaya çağırıyoruz.
(EKİM’in Ekim 2009 tarihli 259. sayısından alınmıştır.)
23
Yurt çalışmasına dair... Sermayenin rant alanlarına çevirdiği üniversiteler, hayli kârlı yatırım alanlarıdır. Potansiyel müşteriler olarak üniversiteye gelen öğrenciler için başlıca sorunlardan biri barınma ihtiyacıdır. Özel yurtlar, üniversitenin bulunduğu ve onu çevreleyen semtlerde var olan emlak sektörü, devlet yurtları üzerinden kendini var eden ticari eğitim uygulamaları… Bunların hepsi sermayenin kendi eliyle yarattığı barınma sorununa yine kendi “kâr” mantığı üzerinden bulduğu çözümlerdir. Müşterileşen öğrenciler ise bu çözüm seçeneklerinden birini seçmek zorunda kalmaktadır. İşte tam da bu noktada devlet yurtları diğer seçeneklere göre maddi açıdan daha “uygun” olduğu için işçi-emekçi çocukları tarafından tercih edilmektedir. Bundan dolayı devlet yurtlarında barınanlar, ağırlıklı olarak işçi ve emekçi çocuklarından oluşmaktadır.
Barınma sorunun ticari eğitimin dolaysız sonuçlarından biri olması ve bunla bağlantılı olarak devlet yurtlarında işçi ve emekçi çocuklarının yoğunluklu olarak bulunması sebebiyle genç komünistler çalışmalarını bu alanlara taşımak zorundadırlar. Yurtlara yapılacak müdahale, elbette üniversitenin tümüne yapılacak müdahaleden ayrı düşünülemez. Yine de yurtlardaki özgün koşullar üzerinden de bir özgün politika alanı bulunmaktadır. Barınma sorununun ticari eğitimin dolaysız sonucu olduğunu tespit ettiğimiz ölçüde, yurtlarda yaşanan özgün sorunların alana dönük politikalarla bağlarını kurmak kaçınılmazdır. Yurtlar, öğrencilerin yaşam alanlarıdır. Bu yaşam alanı içerisinde karşılarına çıkan gündelik sorunlar, öğrenciler için daha yakıcı olmaktadır. Aynı zamanda bu gündelik sorunlar, yurtlarda yaşanan her tür sorunun bir bütün olarak eğitim sisteminin ticarileştirilmesinden ayrı olmadığı gerçeğinin, yurtta yaşayan öğrenciler tarafından kavranmasını kolaylaştırmaktadır. Bu olgu ise yurtlarda yaşayan işçi ve emekçi çocuklarının politikleşmesinin zeminini hazırlamaktadır.
Yurtların özgün koşullarından bahsedersek konuyu biraz daha somutlamış oluruz. Birçok yurtta yemeklerin kötü, sağlıksız ve pahalı olması, kantin fiyatlarındaki pahalılık, hijyen sorunu, giriş-çıkış saatlerindeki katı sınırlamalar, sosyal aktivitelerin kısıtlılığı, özellikle sıcak suyun çok sınırlı verilmesi, bazı yerlerde ihtiyacı hiç karşılayamaması, yaşanan en temel sorunlardandır. Barınma ihtiyacı salt kalınacak yer sorunu değil, kişilerin temizlik, yemek, çalışma ortamı, sosyal faaliyet gibi çeşitli ihtiyaçlarının bütünüdür. Örneğin, yurtlarda jeneratör bulunmamasından dolayı on günü bulan elektrik kesintileri olabilmekte, bu da yurttaki yaşamı felç
etmektedir. Bu gündelik fakat temel önemde sorunlar, politik bir çalışmayla işlendiğinde, yurtlarda kitle hareketinin nüvelerini oluşturabilir ve işçi-emekçi çocukları bu çalışmanın bir parçası yapılabilir.
Yurtlarda örgütsüzleştirme saldırıları
Yurtlardaki politik çalışmanın en önemli sorunlarından biri örgütlenme alanında karşımıza çıkmaktadır. Örgütlenmeye karşı tahammülü olmayan sermaye devleti, üniversitelerde uyguladığı soruşturma, uzaklaştırma gibi devrimci faaliyeti teslim almaya dönük saldırılarını, yurtlarda da hayata geçirmektedir. Yurt öğrencileri, ağır ve ucu açık yönetmelik maddeleriyle, çok sayıda ÖGB’lerle, işbirlikçi öğrencilere yaslanan iç istihbarat ağıyla sıkı bir denetim altındadır. Ticari eğitim uygulamaları ve bu uygulamaların yurtlara yansımalarına karşı gösterilecek herhangi bir tepki, bu baskı araçlarıyla dizginlenmeye çalışılmaktadır. Yurtların, işçi ve emekçi çocuklarının politikleşmesinin zeminlerini barındırdığı gerçeği, sermaye devleti tarafından da görülmekte ve bu baskı araçları bilinçli bir tercihin ürünü olmaktadır. Yanı sıra okulların genelinde devreye sokulan faşist örgütlenmeler de yurtlarda engelsizce cirit atmaktadırlar.
Yurtlarda genç komünistlerin örgütlenme sorunu
Yurtlar toplu yaşam alanlarıdır ve bundan dolayı yaygın bir sosyal ve politik ilişki ağının gelişmesinin zeminine sahiptir. Yurtlarda genç komünistlerin örgütlenme sorunu, bu zemin üzerinden yürütülecek kitle çalışmasında bir yere oturmaktadır ve yurtların barındırdığı imkânlardan kaynaklı çözüme daha yakındır. Aynı zamanda genç komünistler yurt çalışmasının sahip olduğu sosyal ve politik ilişki olanaklarını, çalışmanın çok yönlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere değerlendirmek yeteneğine de sahip olmalıdırlar.
Kitle çalışmamız içerisinde yurtları, yukarıda tanımlanan sorunlar ve müdahale olanakları ekseninde ele almamız gerekmektedir. Yurtların barındırdığı olanakları, sermaye devletinin yurt politikalarını ve kendi örgütlülüğümüzü geliştirme dinamiklerini irdelemeyi sürdürmeliyiz. Yeni dönemde barınma sorununu siyasal faaliyetimizin önemli başlıklarından biri olarak ele almalı ve yurtlara dönük faaliyetlerimizi sürekli ve sistematik bir çabaya dönüştürmeliyiz. Yerel örgütlenmelerimiz, alanlarında bulunan yurtları genel politik-pratik çalışmalarının içinde değerlendirmeli, yurtlara dönük müdahalelerini gençlik çalışmamızın bir parçası haline getirmelidirler.
Yurt çalışması deneyimine dair... Geçmiş dönemden sınırlı da olsa yurt çalışması noktasında atılan adımları aktararak bu alandaki deneyimlerimizi paylaşacağız. Yaşadığımız örnekler üzerinden ortaya çıkan sonuçları vurgulamaya çalışacağız.
Yurtların güncel tablosunu göz önüne aldığımızda en az üniversitelerin içerisi kadar baskı ve yasakların olduğu bir alan olduğu açık. Ama üniversitenin içerisindeki ajitasyon propaganda çalışmasının yurtlara da taşınması gerektiğini düşünüyoruz. Bu alanın olanaklarını zorlayarak veya koşullarına uygun bir yöntem geliştirerek yaygınlaşan ve güçlenen bir çalışma ortaya çıkartabilinir.
Bizler, mühendislik fakültelerine seslenen çalışmalarımızı yurtta mühendislik öğrencilerinin kaldığı mühendislik bloğuna da düzenli olarak taşıyoruz. Dönem dönem odalar dolaşılarak gazete, dergi satışı gerçekleştiriyoruz. Bildirilerimizi yurtlardan doğru da ulaştırmaya çalışıyoruz, bazı dönemlerde yurdun özgün koşulları da gözetilerek kapı altından bırakmayı da tercih edebiliyoruz. Bu çalışmayla çok sayıda mühendislik öğrencisine ulaştığımızı söyleyebiliriz. Özellikle dergimizin düzenli satışının yapılması gerektiğini ve odalarda yayın tartışması yapılmasının işlevli olduğunu düşünüyoruz. Yurdun doğal ortamı sayıca genişleyen bir tartışma zemini yaratabiliyor. Yaşadığımız bir örnekle de yine yurdun ortamının yarattığı imkanları görebiliriz. Okulda kullanacağımız 8 Mart gündemli duvar gazetesini iki okurumuz yurdun koridorunda hazırlarken birçok öğrencinin dikkatini çekiyor. Resimler, yazılar vb. materyallere koridordan geçen her kişi dönüp bakıyor. Bir süre sonra çalışmanın başına çömelip soru soran öğrencilerle tanışmaya, 8 Mart’ı tartışmaya ve çalışmaya yardımlarını almaya başlıyorlar. Duvar gazetesinin hazırlık aşaması bir tartışma ve kolektif üretim alanına dönüştürülebiliniyor.
Üniversite içerisinde yürüttüğümüz sistematik faaliyetin yurda taşınmasının yanı sıra, bu alanın kendi özgün sorunlarını işlemekle daha fazla sonuç alınacaktır. Devlet yurtları çok fazla sorunu içinde barındıran alanlar olmalarından kaynaklı bu sorunlara dair muhalefeti örgütlemek çok önemlidir. Bu noktada da yaşadığımız bir pratik yurdun kendi sorunlarına karşı spontene bir şekilde nasıl örgütlenilebilindiğini göstermektedir. Bir yurtta üst katlara çıkan suyun sıcaklığındaki
sürekli değişimler bu katta yaşayan öğrenciler için işkenceye dönüşmüş bulunmaktaydı. Bir hafta böyle devam eden sorunun sonunda okurlarımız tepkiyi analiz edip, çalışmaya başlamışlardır. Tepkisini ortaya koyan birkaç öğrenciyle beraber kattaki odalar dolaşılmış ve kat toplantısına çağrı yapılmıştır. Bunun sonucu bu katta yaşayan öğrenciler bir araya gelmiş sorunu nasıl çözeceğini tartışmıştır. Tartışmalar sonucunda yurt yönetimine sözlü ve yazılı olarak durumun bildirilmesine ve sorunun çözümü için bir hafta süre tanınmasına aksi takdirde bu sorunu tüm bloğa yayarak eylem yapılması kararlaştırılmıştır. Bir hafta içerisinde sorun çözülmüştür. Bu kararın altına AKP’li olduğunu söyleyen bir öğrencide imzasını atmıştır. Bu çalışmanın sonunda daha önce bu tarz eylemlilikleri ve davranışları doğru bulmadığını ancak yapılanın insan olmanın gereği olduğunu açıklaması anlamlıdır. Aynı yurttan bir başka örnek daha sunacağız. Bir akşam elektriklerin kesilmesi ve yurtlarda bilinen “Abaza yürüyüşü” yapılmasının ardından güvenlik görevlilerinin de geç saatlere kadar bu yürüyüşe katılanlarla eğlenmesi belli bir tepkiye sebep olmuştu. Okurlarımız daha önceki çalışmalarla politize olmuş öğrencileri ilk elden toplayarak bir tartışma yapmış ve sorunu tariflemişlerdir. Yapılan tartışmanın sonunda güvenlik görevlilerinin asıl işlevi ortaya konunmuş ve bir imza kampanyası başlatılmıştır. İmza metninde ise; salt “güvenlik” adı altında dayatılan baskılar işlenmemiş, su sorunundan, çalışma odasına dek uzanan sorunlar bir bir sıralanmıştır. Netice de imza kampanyası “nitelikli, sağlıklı, ücretsiz barınma hakkı”nı yükseltmiştir. Bu çalışma yaklaşık bir hafta on kişilik bir ekiple yürütülmüştür. Ancak final tatili sebebiyle yarıda kalmıştır. Sonuca gidilememiş olsa dahi bu örnek göstermektedir ki yurtlar örgütlenmenin ve kitle çalışmasının daha etkin yapılabilineceği alanlardır.
Deneyimlerimiz daha çok yurtta yaşanan sorunları ve tepkileri görüp onlara şekil verme adına yapılabilinmiştir. Bu süreç hem yurt alanının imkanlarını görmemizi hem de sorunlar karşısında refleks geliştirmemizi sağladı. Önümüzdeki dönemde de politikalarımızı yurtlara taşıma ve buraların ihtiyacını karşılayacak örgütlenmeler yaratma bakışıyla hareket edeceğiz. İzmir Ekim Gençliği
Yerel yayın çalışmasına dair... Öğrenci gençlik içerisinde kitle çalışması yapmanın önemini vurgularken elbette ki gençlik kitlelerinin bugünkü verili durumu üzerinden hareket edilir. Bu verili durum en genel anlamıyla apolitik gençlik kitleleri olarak tanımlanır. Gençliği politikleştirmenin yol ve yöntemleri planlanırken de kitle çalışmasında kullanılan araçlar devreye girer. Yerel yayın faaliyeti de bu araçlardan bir tanesidir.
Yerel yayın çalışmasını, devrimci bir gençlik hareketi yaratmak perspektifiyle, gençlik hareketinde devrimci önderlik ihtiyacı ve gençlik çalışmamızın bugünkü ihtiyaçları doğrultusunda tartışmamız gerekmektedir. Bu tartışma yapılırken dikkat edilmesi gereken bir diğer durum ise alana özgü yapılan faaliyetlerde yerel yayının önemi üzerindendir.
Alana yönelik politika üretmek ve yerel yayın
Devrimci bir gençlik hareketi yaratmak, bulunduğumuz yerellerde mevziler kazanmak ve kazandığımız mevzileri korumak merkezi politikaları yerele özgü sorunlarla bütünlüklü bir şekilde ele alan bir kitle çalışmasıyla mümkündür. Gençlik kitleleri toplumsal, siyasal gündem, eğitim sürecindeki saldırılar ve sorunlara karşı belli bir duyarlılığa sahip değilken, öğrenci gençliği kendi üniversitelerinde hatta kendi bölümlerinde yaşadığı güncel sorunları tanımlayıp bu noktadan hareketle merkezi politikaları yerelde somutlama sorunu en yakıcı biçimde karşımıza çıkar. Bu da ancak alanı iyi tanımakla mümkün olacaktır. Bulunduğumuz yerelin özgün sorunları ve ihtiyaçları nelerdir? Bu soruya verilecek yanıt o yerelde yerel yayın çalışmasının işlerliğini ilk elden belirleyecektir. Şöyle ki yerel yayın çalışması kimi yerellerde çalışmayı güçlendirmenin bir aracı olurken kimi yerellerde de yeni oluşan bir çalışmanın ayaklarının oturmasını sağlayan bir işlev görebilir. Bu da o yerelin şartlarına göre değişecektir. Ayrıca yerel yayının içeriği de buna bağlı olarak değişiklik gösterir. Kimi yerellerde sadece bir gündem üzerinden yerel yayın çıkarılabilirken kimi yerellerde birkaç gündemi bir arada işleyen aynı zamanda ülke gündemine de değinen yayınlar daha işlevli olabilir. Tüm bunların belirleyicisi bir önceki soruya verilecek yanıtta olacaktır. Bu aracı doğru bir şekilde kullanmak ise iyi bir gözlem yeteneği ve alanı doğru tahlil etmeye bağlıdır.
Kitle çalışmasının bütünleyeni yerel yayın
Kitle çalışmasının önemini anlatırken bu çalışmayı yerele özgü sorunlarla birlikte ele almak gerektiğini vurgulamıştık. Bu da merkezi kampanyaların yereldeki özgünlüklerle birleştirilmesi ve yerel çalışmanın merkezi politikaların bütünleyicisi haline dönüşmesiyle mümkün olacaktır. Bu aynı tanımlama yerel yayın faaliyeti için de geçerlidir. Bu bağlamda yerel yayınlar merkezi yayının tamamlayıcısı niteliğini taşır. Peki hangi anlamda? “Merkezi bir siyasal çalışmanın mahalli araçlar üzerinden sürdürülerek faaliyetin bütünlüğünü sağlamak an-
lamında. Merkezi gençlik politikasının özgülleştirilmesi, yaratıcı bir tarzda uygulanması anlamında. Mahalli gençlik hareketine ilişkin somut bir perspektif ve plana sahip olmak gerektiği anlamında. Siyasal araçların çeşitlendirilerek zenginleştirilmesi, böylelikle siyasal etkinin daha geniş bir alana yayılmasını sağlamak anlamında.”
Komünist gençlik olarak, bugünkü temel devrimci görevimiz gençliğin arayışını devrimcileştirmek ve devrimci bir gençlik hareketi örgütlemeyi başarabilmektir. Yerel yayın faaliyeti her şeyden önce bu temel devrimci görevimizi yerine getirmenin bir aracı olarak işlev görmelidir. O halde yerel yayınlar öncelikle gençlik kitlelerine dönük çalışmada kullanacağımız popüler propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir araçlarıdır. Bu anlamda merkezi politikanın yerelleştirilmesi ve uygulanması açısından da kolaylık sağlayacaktır.
Politik önderlik sanatında yetkinleşmenin aracı yerel yayın
“Yerel yayın faaliyeti, mahalli çalışmayı örgütlemenin, kitlelere dönük politik propaganda ve ajitasyonu sürekli hale getirmenin, bu alanda yetişip yetkinleşmenin, politikayı özgülleştirmede ustalaşmanın ve gençlik hareketine önderlik etme kapasitesini geliştirmenin araçlarıdır.” Bu anlamda yerel yayın yerel inisiyatifleri geliştirmenin araçlarından biridir. Yerele özgü yürütülen politikalarda inisiyatif sahibi olmak ve bu alanda yetkinleşmeyi, yerel önderlikleri açığa çıkarmayı gerektirir. Bu da politik önderlik sanatında yetkinleşmenin bir başka ifadesidir.
Kendi gelişimimizi sağlamanın yanında yerel yayın faaliyetinde kitlelerin katkılarını almak ön plana çıkmalıdır. Yerel yayın ilerici, duyarlı ve mücadeleden yana gençlik kesiminin eleştiri ve katkılarına açık olmalıdır. Yapılacak olan faaliyetlerin tabanla birlikte planlanmasına, örgütlenmesine özen gösterilmelidir. Taban inisiyatifinin açığa çıkması sağlanmalıdır. Bu noktada yerel yayının sadece bir yayın çalışmasından öte çeşitli ayakları oluşturularak (atölyeler, ekipler, komiteler vb.) kendi içerisindeki örgütlülükleri oluşturulmalı ve çeşitli alanlardan öğrencilere seslenilmelidir. Yerel yayının kendi iç işleyişlerini oluşturması daha geniş kitlelere farklı yönlerden hitap edebilmesi açısından da önemlidir. Burada kültür-sanat faaliyetleri devreye girebilir. Özellikle başta yayın ekibinin ilgisi üzerinden insanların farklı ilgi alanlarına seslenerek geniş örgütlülükler oluşturulabilir.
Bu açılardan yerel yayın çalışmaları alanın özgünlükleri gözetildiğinde ve işlevli bir şekilde kullanılabildiğinde önemli sonuçlar üretmektedir. Bu bir yanda alanda yetkinleşmemizi sağlarken diğer yandan yerel örgütlülüğü de güçlendirme işlevi görmektedir. Bu açıdan bu tartışmaların önemini kavrayarak çalışmaları güçlendirmeli yeni dönemde bu perspektifi kavrayarak çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız!
Yerel yayın çalışması deneyimi üzerine... Yürüttüğümüz bir kampanya sürecinde ortaya çıkan yerel yayın çalışmasının iki yıllık sürede bıraktığı deneyimle, bu aracın kitle çalışmasındaki önemini kavramış olduk. Yerel yayını alanın hangi ihtiyacından doğru tanımladığımızı ve alanda yarattığı sonuçlardan bahsederek bir tartışma yürüteceğiz. Yerelimizde muhalif öğrencilerin hızla tasfiye edildiği, öğrenci sorunları ve toplumsal gündemler noktasında duyarsız bir öğrenci kitlesinin yaratılmaya çalışıldığı bir süreçte “Kamp-Üs” isimli yerel yayınımızın faaliyetlerine başladık. Yerel yayın çıkarma kararını yaptığımız açık toplantılar sonunda çevremizdeki insanlarla beraber aldık. Bu toplantılarda tanımladığımız sorun üniversitemizde öğrencilerin yaşadıkları sorunlara yabancılaşması ve bunun sonucu çevreleriyle ilgilenmeyen, bireysel yaşayan insanlara dönüşmesiydi. Bunu aşmanın bir yolu olarak insanlara yazarak politika tartıştırmak ancak sadece yazmak sınırında kalmayarak, harekete geçmelerini sağlamak için yayın çıkarmaya karar verdik. Bu yayında temel olarak vurguladığımız şey ise karşılaşılan somut sorunlar, bu sorunların çözümüne dair önerilerle birlikte sistemin bizleri bireyselleştirme çabasının önüne geçerek birlikte üretmek ve kolektif yaşam alanı oluşturmak oldu.
Yerel yayın çalışmamızın başlamasıyla daha geniş gençlik kitlelerine seslenerek çalışmamızı genişletmiş ve temel politikalarımızı daha fazla insanla tartışabilmiş olduk. Öncesinde çalışmamızın olmadığı bir alana yerel yayın faaliyetiyle girebilmiş olduk. Yerel yayın çalışmasının kendi etkinlikliklerini, afişini vb yapması sonucunda hem geniş bir kitleyle politik bağ kurduk hem de bu insanları belli çalışmaların parçası yapabildik. Yerel yayını kullanmamızdan ziyade işlevli bir araca dönüştürebilmemizin gerisinde alanı iyi tanımamız yatıyordu. Yerelin ihtiyaçlarını tanımlayarak en önemlisi bunu çevremizde insanlarla tartışarak bir yerel yayın çalışması yürüttük. Bu da büyük oranda yayının kendi çevresini oluşturmasını sağladı. Kendi örgütlülüğünü yarattı.
Ancak yerel yayın “yalnızca kitleleri aydınlatmanın ve harekete geçirmenin bir aracı olarak değil, kendilerinin siyasal donanımlarını artırmanın, siyasal yetkinleşmenin, gençlik hareketinin seyrine tam hakimiyet sağlamanın, hareketin nabzını elinde tutmanın, gençlik kuşağının eğilim ve davranış biçimlerine hakim
olmanın vb. bir imkanı olarak” görülmelidir. Bu siyasal donanımı arttırmak anlamında bizler de gündemdeki konular hakkında -özellikle ulusal sorun ve ülkemizde yansıması Kürt ulusal sorunu hakkında- geniş tartışmalar yaptık, bu tartışmalardan önce okumalar yaparak bilgi birikimini arttırmayı planladık. Bunların yanında okulda yaşanılan sorunlara müdahale etmeye çalıştık. Bunu gerek dergimizde yazılara yer vererek gerek derginin satışı sırasında bu yazılar üzerinden öğrencilerle tartışarak gerçekleştirmeye çalıştık.
Öğrencilerle kurulan bağ, büyük ölçüde yayının insanlara salt yazı yazarak ulaşması amacı taşımaması ve eğitim alanını kolektif yaşam alanına çevirme bilinciyle yayının kendi iç işleyişini oturtma, bununla birlikte gelişen sorumluluk alma çabalarıyla da ilişkilidir. Bu bağlamda alan içerisinde yapılan çeşitli yaratıcı etkinlikler yayın faaliyetinin işleyişini ve çalışmamızı güçlendirmiştir. Bu etkinliklerin birçoğunun kültür-sanat gündemlerinden oluşması bu çalışmanın daha geniş bir kitleye hitap etmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan film gösterimleri yapılmış, festivaller gerçekleştirilerek yayın faaliyeti güçlendirilmeye çalışılmıştır. Salt bir yazı ekibinin dışında ayrıca sinema, fotoğraf, resim vb. alanlarda çeşitli atölyeler oluşturularak bu işleyiş genişletilmiş böylece yerel yayın kendi iç işleyişini ve örgütlülüğünü oluşturmasının en büyük ayaklarını oluşturmuştur. Yapılan birçok etkinliğin bu ayaklar üzerinden planlanması ve dayanaklarının bu atölyeler olması ise çalışmayı ayrıca güçlendiren bir etkendir. Bu henüz bütün atölyeler için geçerli olmasa da güçlü örülen bir atölye çalışmasının düzenlediği etkinliğin de aynı güçlülüğü taşıması üzerinden buranın önemini kavrayabiliriz.
Yerel yayın, faaliyetimizin bugünden ürettiği sonuçlar üzerinden de alanımızda işlevli bir biçimde kullanabildiğimiz ölçüde yararlı bir araçtır. Bu çalışma yerelimizi daha iyi tanıma, yerel sorunlara karşı daha hızlı sonuçlar üretme ve kendi adımıza da yetkinleşme noktalarından olumlu sonuçlar açığa çıkartmıştır. Yerel yayın çalışmamızın aktardığımız olumlu örneklerine rağmen eksik kalan yanlarını aşarak önümüzdeki dönemlerde de bu çalışmamıza devam edeceğiz.
İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği
Bolşevik Parti, Rus proletaryası ve Ekim Devrimi arasındaki diyalektik ilişki… Yıl 1917… Tarihçiler, şanlı Rus proletaryasının Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’ni kayıtlara düşüyor. Rus proletaryası tarihi önemde bir olaya imza atıyor. Tüm dünya proletaryasına ve ezilen halklara izlenecek yolu gösteriyor. 1830 Lyon’dan, 1871 Paris’inden bu yana, proletaryanın mücadele tarihi boyunca sınıfsız, sömürüsüz bir dünya özlemine ve mücadelesine dair en somut adım atılıyor. Buz kırılıyor, yol açılıyor. Ekim Devrimi ile proleter devrimler çağı başlamış oluyor. “Ekim Devrimi, tüm insanlığı sarsan, yeni bir çağ açan, ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluş umutlarını görülmemiş ölçüde büyütmekle kalmayan, bunu bizzat açtığı çığır içinde somutlayan, bir gerçeklik haline getiren muazzam önemde ve kapsamda bir tarihsel olay” olarak tarihe kazınıyor ve aradan geçen 92 yıla inat yolumuza ışık tutmaya devam ediyor. Nasıl ki burjuva devrimler çağını anlamak için 1789 Fransız Devrimi’ne bakmak gerekiyorsa, bugün emperyalizm ve proleter devrimler çağında da bakacağımız yer, Ekim Devrimi olarak karşımıza çıkıyor. Ekim Devrimi’ni anlamak, algılamak ve bugünkü mücadelemize sonuçlar çıkartmak ise öncelikle Bolşevik Parti deneyimini ve onun devrimdeki rolünü algılamayı gerektiriyor.
Bolşevizm’in doğuşu ve şekillenişi
Lenin, 1920’de, Komünist Enternasyonal II. Kongresi’nin hemen öncesinde, Bolşevizm deneyiminden Komünist Enternasyonal için sonuçlar çıkarırken, “siyasal bir düşünce akımı olarak ve siyasal bir parti olarak Bolşevizm, 1903’ten beri vardır” diyor ve daha ilerde şu olgunun altını çiziyor: “Bolşevizm, 1903’te Marksist teorinin son derece sağlam temeli üzerinde yükseldi.” (“Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı...) Bununla esasında devrimci bir partinin olmazsa olmazı olarak onun Marksist teorik temeline vurgu yapıyor. “Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” özdeyişi ile özetlenebilecek bir bakışla hareket ediliyor. Bolşeviklerin süreçlere müdahalesinde, devrimci bir pratik sergilemesinde Marksizmi kavramadaki başarısı, pratiklerine yön veren bir bakışın ve yöntemin varlığı en önemli etken ve Bolşeviklerin en büyük üstünlüklerindendir. Lenin, bu bakışı şu sözlerle de vurgulamaktan geri durmuyor: “Öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin klavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz.” (Ne Yapmalı, 1902). Bolşeviklerin bir diğer üstünlüğü ise devrimci teorinin kılavuzluk ettiği devrimci pratiği gerçekleştirecek bir örgütsel şekillenişe sahip olmalarıdır. Zaten 1903’te Bolşevik-Menşevik ayrışmasının temelini partinin örgütsel şekillenişine dair ayrışma oluşturuyordu. Kurulu düzeni zora dayalı toplumsal bir devrimle yıkma amacının gerçekleşmesi, buna uygun bir örgütsel şekillenişi de beraberinde getirmektedir. “İlk ve zorunlu pratik görevimiz, siyasal mücadeleye gerekli enerjiyi, oturmuşluğu ve sürekliliği sağlayabilecek olan bir devrimciler örgütünün yaratılması” derken Lenin, Rus proletaryasını devrime örgütleyebilmenin
28
yolunun tek vücut olmuş, çelikten bir disipline sahip, merkeziyetçi, illegal bir örgütün oluşturulmasından geçtiğini vurguluyordu. Düzenin baskısının karşısında yenilmemek için bunlar şarttı. Sömürü düzenini yıkabilmek, Rus proletaryasını örgütleyebilmek için her yerde aynı bakışı, aynı politikaları uygulayabilmek şarttı. Böylesi bir örgüt oluşturulamadığında, ne baskının karşısında durulabilirdi, ne de proletaryayla bütünleşilebilirdi. Örgütün güvenliği ve devrimci pratiğin gereği, böylesi bir örgütü gerektiriyordu. Ve bunu da Lenin şu sözlerle özetliyordu: "Bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya'yı altüst ederim!" Elbette Bolşevizm’i yaratan yalnızca Lenin’in kişisel bakışı değildi. Marksizmin kavranması ve pratikte uygulanmasından edinilen deneyimler ve sonuçlarla şekillendi Bolşevik Parti.
“Bizzat dönemin genel ‘Marksist hareketi’ içinde, bir yandan teoriyi revize eden ‘legal Marksizm’e, öte yandan ‘teoriye karşı tam bir umursamazlığı’ dar pratikçilikle birleştiren ‘illegal ekonomizm’e, kendiliğindenciliğe ve kuyrukçuluğa karşı kararlı ve kapsamlı bir mücadele içinde başarıldı…”
“Öte yandan, teorinin kaya gibi temeli üzerinde yükselen Bolşevizm, deneyim zenginliği yönünden dünyanın hiçbir yerinde eşi olmayan on beş yıllık (1903–1917) bir tarihi pratiği yaşadı.” “Rusya proletaryasıyla et ve tırnak gibi kaynaşmış Bolşevik partisinin başarılı önderliği olmasaydı, Ekim Devrimi’nin zaferi de mümkün olamazdı. Devrimin koşulları derinlemesine ve genişlemesine oluşmadan hiçbir devrimci parti, ne kadar doğru bir çizgi izlerse izlesin, ne kadar militan ve gözüpek olursa olsun, herhangi bir devrim yapamaz. Fakat eğer bu koşullar oluşmuşsa, hazırlıklı ve yetenekli bir öncü kuvvet olarak parti olmadan, koşulları oluşmuş bir devrimi muzaffer bir sona bağlamak da mümkün olamaz…” “Dolayısıyla, Bolşevizm’in kendine özgü teorik gelişmesini, Marksizm'in sağlam teorik temeliyle Rusya’daki devrimci eylemin diyalektik ilişkisi ve etkileşimi içinde kavramak gerekir.”(Partileşme Süreci - 1 / Perspektifler ve Değerlendirmeler, Eksen Yayıncılık, s. 9-23)
1917 Şubat’tan, Ekim’e…
“Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Bu sorun aydınlatılmadıkça devrimde kendi rolünü bilinçli bir biçimde oynamak ve hele devrimi yönetmek söz konusu olamaz.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Nisan 1917) 1917 Şubat’ından hemen sonra Lenin’in bakışını ifade eden bir alıntıyla başlamak Ekim Devrimi’ni, yalnızca 8 aylık bir dönem üzerinden gelişen süreci ve bakış değişikliğini kavramayı da kolaylaştıracaktır. Şubat 1917’de gerçekleştirilen devrim ile Rus Çarlığı yıkılmıştır. Feodal sınıf egemenliğine son verilmiştir. İktidar, burjuva sınıfın eline geçerek el değiştirmiştir. “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunu” olduğu ölçüde, gerçekleşen bir
devrimdir ve niteliği bakımından, hangi sınıfın alaşağı edildiği ve hangi sınıfın iktidara geldiği açısından bakıldığında burjuva demokratik bir devrimdir.
Rus burjuvazisi Şubat 1917’deki devrime öncülük edememiş olsa da süreç Şubat 1917’de iktidarın burjuvazinin eline geçmesi sonucunu doğurmuştur. Bu özgünlüğü Lenin şu net sözlerle ifade eder:
“Devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var. Bir iktidar ikilliğini eskiden kimse ne düşünür, ne de düşünebilirdi… Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.” “Şubat-Mart 1917 Devriminden önce devlet iktidarı, Rusya’da, eski bir sınıfa, başında Nikola Romanov’un bulunduğu feodal toprak soylularına aitti. Bu devrimden sonra, iktidar, başka bir sınıfa, yeni bir sınıfa, burjuvaziye ait bulunuyor. İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamıyla olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir. Burjuva devrimi ya da burjuva demokratik devrim, Rusya’da, bu bakımdan tamamlanmıştır.” (Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, V. I. Lenin, Nisan 1917)
Bu bakışla Şubat devriminden sonra Rusya’ya dönen Lenin, kendi tezlerinin ilk önce Bolşevik saflarda karşılık bulması için çaba sarf etti. Ancak Merkez Komitesi dâhil eski Bolşevik bakışa karşı bir tutuculuk hâkimdi. Bu yüzden Lenin, kendi bakışına ve Nisan Tezleri’ne sınıf içerisinde destek bulduktan sonra dönüp Bolşevik Parti’ye kabul ettirdi. Bu süreçteki devrimci iradesi, düşündüğünü ne pahasına olursa olsun, tek başına kalsa dahi savunma ve hayata geçirme tutumunun temsilcisi olarak Lenin, devrimci kimlik planında eşsiz bir deneyim de bırakmıştır.
Tarihin gördüğü ilk proleter devrim: Ekim Devrimi…
“Dün erkendi, yarın geç!” sözlerinde özetlendiği gibi ayaklanma çağrısı tam zamanında yapılmış oldu. Ayaklanmanın Menşevik gazetesinde daha öncesinden duyurulmasına rağmen, burjuvazi Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği gün Bolşeviklerin önderliğinde ayaklanan 400.000 işçinin karşısına dikilemedi. Ve iktidar işçi, köylü, asker Sovyetlerinin eline geçti.
Şubat’tan Ekim’e burjuvazi vaadlerinin hemen hiçbirini yerine getiremedi, burjuva demokratik devrimin taleplerinin hiçbiri gerçekleşmedi bu 8 aylık süreçte. Ancak Bolşeviklerin öncülüğündeki Rus proletaryası burjuva demokratik devrimin bütün taleplerin yerine getirilmesi anlamında da tamamlanmasını bekleyemezdi. Bunun hayatta bir karşılığı yoktu. “Gri teoridir, dostum, ama yeşil yaşamın sonsuz ağacıdır.” “Eskiden yapıldığı gibi, burjuva devrimi ‘tamamlama’ sorununu ortaya atmak, canlı Marksizmi ölü metinlere feda etmek demektir.” Marksizm, canlı yaşayan bir teoridir, bir yöntemdir, bir dogma değildir. “Dini, ya da kadının hak yoksunluğunu, Rus olmayan ulusların eşitsizliğini ve ezilişini ele alalım. Bunlar bütünüyle burjuva-demokratik devrimin sorunlarıdır. Aşağılık küçük-burjuva demokratları sekiz ay boyunca bu konuda lafladılar… Sadece söz verdiler, sözlerinde durmadılar. Sözlerinde duramazlardı, çünkü ‘kutsal özel mülkiyet’ için duydukları ‘saygı’ buna engel oluyordu… (zira) bugün dünyanın en ileri ülkeleri arasında dahi bu sorunları burjuva-demokratik doğrultuda tamamen çözmüş olan tek bir ülke dahi yoktur.” “Bizim proleter devrimimizde kahrolası ortaçağa ve ‘kutsal özel mülkiyet’e karşı duyulan bir ‘saygı’ söz konusu değildir.
Rusya’da devrimin (Ekim Devrimi) ilk ve kaçınılmaz görevi, ortaçağ kalıntılarını bertaraf etmek, bunları son kırıntısına kadar temizlemek, Rusya’yı bu barbarlıktan, bu utançtan, kültürün ve ilerlemenin önüne dikilen bu en büyük frenleyici engelden kurtarmak şeklindeki burjuva-demokratik bir görevdi.
Bu yolda ilerlerken burjuva-demokratik devrimin sorunlarını kendi temel ve gerçek proleter-devrimci sorunlarımızın, sosyalist eylemlerimizin bir “yan ürünü” olarak çözdük. Her zaman söylediğimiz ve eylemlerimizle kanıtladığımız gibi, burjuvademokratik reformlar, devrimci sınıf mücadelesinin yani sosyalist devrimin yan ürünüdür. Burjuva-demokratik devrim, proleter-sosyalist devrimin içine girer. İkincisi geçerken birincisinin sorunlarını da çözer. İkincisi birincisinin eserini kökleştirir. Mücadele ve sadece mücadele ikincinin birinciyi ne derece aşıp aşmayacağını belirler.” (14 Ekim 1921, Ekim Devrimi Üzerine, V. I. LENİN)
Saf bir devrimin olmayacağının kavranmış olması ve burjuva demokratik devrim ile proleter devrim arasındaki diyalektiğin kavranması Bolşeviklerin üstünlüklerindendir. Ekim Devrimi’ni yaratan da Marksizm’i kavramadaki ve uygulamadaki bu başarıdır.
Ancak ekonomik ve sosyal olarak geri bir ülkede iktidarı ele geçirmiş bulunan Rus proletaryasının önünde, ele geçirdiği iktidarı korumak ve sosyalizmi inşa sürecini başlatmak gibi bir sorumluluk durmaktaydı. Devrim o güne kadar beklendiği ekonomik ve sosyal açıdan ileri kapitalist ülkelerde değil, emperyalist-kapitalist dünya zincirinin en zayıf halkalarından birisinde Rusya’da gerçekleşmişti. Elbette sadece çelişkilerin en derin yaşandığı yer olduğu için değil, mevcut koşulları devrimi örgütlemede değerlendirecek yeteneğe, bakışa ve örgütlenmeye sahip, Rus proletaryası ile et ile tırnak gibi bütünleşmiş Bolşevik Parti’nin de varlığıyla gerçekleşmişti Ekim devrimi. Ekim Devrimi’nin hemen ardından devrimin kaderini, ileri kapitalist ülkelerden gelecek bir proleter devrime ve Rus köylülüğünün devrimin tarafına çekilmesinde alınacak mesafeye bağlayan Lenin, bu konuda da haklı çıkmıştı. Rus köylülüğünün desteği alınmasına rağmen, beklenen devrimler dalgasının gerçekleşmemesi Ekim Devrimi’nin yalnız kalmasına neden oldu. Alman Kasım devriminden yalnızca bir ay önce Lenin, “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır. Devrimci parti yok Avrupa’da. Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor” diyerek, meseleyi en açık şekilde ifade etmişti.
Sonuçta emperyalist-kapitalist dünya sistemi karşısında tek başına kalan, ekonomik ve sosyal açıdan geri bir ülkede, yeni bir devrimci dalga yükselene kadar iktidarı elinde tutma görevi ve sosyalizmi inşa sürecine başlama göreviyle yüz yüzeydi Rus proletaryası ve Bolşevik Parti. Tüm nesnel zorluklara, yapılan hatalara ve ortaya çıkan sonuçlara karşı 72 yıl yaşayan bir SSCB gerçeği vardır. Ancak Ekim Devrimi 1989’da da yenilmemiştir, yenilmeyecektir.
“Tarihin sonu, en ideal sistem kapitalizmdir” gibi propagandalar karşısında Ekim Devrimi tüm güncelliğiyle dalgalanmaktadır. Onun kurtuluş çağrısı düşmana korku, işçi sınıfı ve ezilen halklara umut vermektedir. Halen tüm dünya proletaryasına ve ezilen halklara yol göstermeye devam etmektedir. Bolşevik Parti’nin ve Rus proletaryasının bu eşsiz deneyimi, her geçen gün daha yaşamsal bir önemle değerlendirilmeyi ve kendisinden dersler çıkartılmayı fazlasıyla hak etmektedir. R. U. Kursun
29
F tipi tabutluklara verilen yanıt: 2000 Ölüm Orucu direnişi
Sermaye devletinin “beş yıldızlı otel”lerinden bahsetmek istiyoruz size. “Suç işlerseniz girersiniz” mantığının ürünü olan o ‘oteller’ ki hapsedilene yalnızca tutsaklık, işkence ve tecrit koşulları dayatıyor. Evet, F tiplerinden bahsediyoruz. Sermayenin devrimcileri insanlardan yalıtma ve devrimci mücadeleyi sindirme politikasının ürünü olan cezaevlerinden...
Yükselen muhalefeti bastırmak için sistem, her dönem çeşitli politikalar üretir. Bu politikaların en kalıcı olanı, korku psikolojisini yayarak insanların hareketsiz kalmalarını sağlamaktır. Bunun en büyük aracı ise tarihin birçok evresinde “cezalarını çekmesi için” insanların yerleştirildiği zindanlardır. Bir kişinin zindana atılması, “Siz de aynı suçu işlerseniz sonunuz aynı olur” mantığının insanların bilinçaltına yerleştirilmesi amacını taşır. İşte korku burada devreye girer. Sermaye devleti bu korkuyu devrimcilere yönelt-meye çalışarak kendisine karşı yükselecek olan hareketliliği geciktirmeye çalışır. Bu yüzden de zindanların en büyük “misafirleri” bugüne kadar hep devrimciler olmuştur. Fakat devrimcileri yalnızca zindanlara kapatmak, düzene hiçbir zaman yeterli gelmemiştir. Özgürlükten yoksun bırakmaya, her zaman tecrit ve ağır baskı koşulları eşlik etmiştir. Bu faşizan politikanın en rafine biçimi, siyasi mahkumlar için hazırlanan tabutlukların; yani F tiplerinin, onların deyimiyle “beş yıldızlı oteller”in gündeme getirilmesiyle hayat bulmuştur.
Ulucanlar: Bir büyük direniş destanı!
Toplumsal muhalefeti bastırmanın bir diğer ayağını ise katliamlar oluşturuyor. İnsanların vahşice öldürülmesi, asılması, yakılması, üzerlerinde kimyasal silah denemelerinin yapılması… İşte bu katliam politikasının zindanlardaki uygulanışı, devletin gerçek yüzünü tüm çirkinliğiyle yansıtan tarihsel bir aynadır.
Sermaye devletinin gerçek yüzünün sırıttığı dönemeçlerden biri de ’99 yılında yaşanmıştı. Devletin 26 Eylül’de Ulucanlar cezaevine düzenlediği operasyonda gaz ve sis bombaları, iş makineleri ve kimyasal silahlar kullanılmış ve on devrimci kurşunlanarak, “diri diri yakılarak” katledilmişti. Ancak devlet katliamın karşısında ummadığı bir direnişle karşılaştı. Teslim olmaktansa ölmeyi tercih eden, üzerlerine gelen kurşunları paylaşan devrimciler, Ulucanlar’da unutulmaz bir direniş yazdılar. “Kanla yazılan tarih silinmez!” şiarı, gerçekten kanla yazılarak cezaevinin duvarlarından dışarıya taştı. Ulucanlar katliamı 1996 Süresiz Açlık Grevi-Ölüm Orucu direnişiyle durdurulmuştu. Bu hücre saldırısının yeni dönemdeki ilk vuruşuydu. O günden sonra hapishanelerdeki saldırılar tırmanışa geçti. Burdur ve Bergama hapishanelerinde katliam provaları, 17 Ocak protokolü, F tipi inşaatları vb. derken, hücre saldırısının hazırlıkları kesintisiz sürdürülmekteydi.
F tiplerine karşı yükselen ses!
Hücre saldırısına karşı devrimciler de kendi hazırlıklarını sürdürdüler. Nihayet 20 Ekim 2000’de başlayan süresiz açlık grevi üzerinden F tipi saldırısına net bir yanıt verilmiş oldu. “Direnişin başladığı günden 3 gün sonra, 24 Ekim’de, Ankara’da “Ulucanlar katliamı”nın duruşması vardı. Devletin traji-komik bir biçimde Ulucanlar’da azgın terörünün hedefi olan tut-
30
sakları, kendi arkadaşlarının katili olmakla suçladığı dava, hücre karşıtı mücadelenin dışarıdaki ayağının örülmesi için önemli bir hareket noktası konumundaydı. Nitekim bu durum birçok eyleme konu edilebildi. Devletin kolluk güçlerinin estirdiği teröre eylemciler militanca bir karşı duruş sergileyerek hücrelere geçit verilmeyeceğini haykırdı.”
19 Kasım’da SAG (Süresiz Açlık Grevi), Ölüm Orucu direnişine dönüştürüldü. Devrimci tutsaklar tabutluklara girmemek için kendi bedenlerini ortaya koydular. Kimliksizleştirme saldırısına karşı verilen yanıt güçleniyordu. 1. ÖO (Ölüm Orucu) ekibinde yer alan bir devrimci, dönemi şöyle anlatıyordu: “Ölüm Orucu’na başlarken 9 maddelik bir talepler listemiz vardı. Bu listede merkeze oturan ise hücreleri yıkma perspektifimizdi. Ancak direnişin amacı ve hedefleri bu talebi aşmaktaydı. Kaldı ki zindanları ve F tiplerini yıkma bakışı zindanlarla ve tutsaklarla sınırlanabilir bir bakış değildir. Bunun dışarıdaki mücadeleden etkilenen ve dışarıyı etkileyen birçok pratik ve politik yanı vardır.” Saldırılara verilen yanıt dışarıdan gelen desteklerle birlikte artıyordu. Bu direniş karşısında kuduran devlet ise terör estirmeyi sürdürüyordu. “Tutsaklarla görüşmeler kesildi, aracı heyet susturuldu, medyaya yayın yasağı konuldu ve muhalif eylemlere biber gazı, cop, panzerlerle saldırıya geçildi.” Aynı ekipte yer alan başka bir direnişçi ise şöyle diyordu: “F tipi saldırısı sadece cezaevlerine yönelmiş bir saldırı değildi. Asıl olarak dışarıya yönelmiş bir saldırıydı. Bu saldırının içerisi ile dışarısı arasındaki bağlantısının tam anlaşılamadığı koşullarda belirli kaygılar ön plana çıkabilir. Direnişin görkeminin belli bir zamandan sonra gündemden düşmesi/düşürülmesi kitlelerde umutsuz bir ruh hali yaratmış olabilir. Devletin istediği de bu zaten. Toplumsal sorunlardan, mücadeleden uzak duran bir gençlik yaratmak.”
Devletin katliamcı yüzü bir kez daha sahnede…
Hem içeride hem de dışarıda sergilenen bu direnişi bastırmak için devlet bir kez daha katliamcı yüzünü öne çıkardı. 19 Aralık’ta “Hayata dönüş” operasyonu adıyla 20 cezaevine eş zamanlı saldırılar düzenlendi. Ancak sermayenin üniformalı itleri, kullandıkları bütün silahlara rağmen -gaz, sis bombası, iş makineleri, ateşli silahlar, bombalar vb.- içeriye dört gün sonra girebildiler. Gösterilen direniş düzenin acizliğini bir kez daha yüzlerine vurdu. Direnişi büyük bedeller ödeyerek devam ettiren ve bunu yaparken en ufak bir tereddüt göstermeyen tutsaklar, devrimci iradenin dört duvar arasında olsa dahi hiçbir koşulda teslim alınamayacağını tüm dünyaya bir kez daha ilan ettiler. SAG ile başlayan ve ÖO direnişiyle devam eden süreçte şehit olan devrimciler bizlere direnişin yolunu gösterdiler. Dört duvar arasında kullanılacak tek şeyin bedenleri olduğunu düşünen bu yiğit devrimciler, hiçbir tereddüt göstermeden kendi yaşamlarını ortaya koydular. Koşullar ne olursa olsun, dostun düşmanın yüzüne teslim olmaktansa ölümü tercih edeceklerini haykırdılar!
F Tipi saldırısını püskürtmek uğruna ölümsüzleşen tüm devrimciler önünde saygıyla eğiliyor ve bir kez daha haykırıyoruz: Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
a d n ı l ı y . 0 1 n i n i ş i n e r i d r a l Ulucan ! k ı d n a ı z ı m ı z 10 kızıl yıldı
yürüyüşe geçtiler. Ajitasyon konuşmaları ve sloganlar eşliğinde mezar başına gelindi. Anma saygı duruşuyla başladı.
Günün anlam ve önemine dair hazırlanan metin okundu. Metinde Ulucanlar’da bir devlet katliamı olduğu kadar şanlı bir direnişin de yaşandığı ifade edildi. Daha sonra Habip yoldaşın siyasal yaşamını anlatan bir metin okundu. Ardından Habip yoldaşı birebir tanıyan bir yoldaşı konuşma yaptı. Konuşmanın ardından, şiirler ve marşlarla anma etkinliği bitirildi.
Ankara: İstanbul:
Ulucanlar Cezaevi’nde katledilen on devrimci, Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Birliği (TUYAB) tarafından 26 Eylül günü TKİP Merkez Komite Üyesi Ümit Altıntaş'ın mezarı başında Karacaahmet Mezarlığı'nda gerçekleştirilen etkinlikle anıldı. “Ulucanlar katliamını unutmadık, Unutturmayacağız! / TUYAB” pankartının açılmasıyla birlikte sloganlar eşliğinde Karacaahmet Mezarlığı Cami önünden yürüyüşe geçildi. Program İsmet Yurtsever tarafından mezar başında gerçekleştirilen açılış konuşması ile başladı. Konuşmada Ulucanlar’da katledilen on devrimcinin büyük bir zafere imza attığı vurgulanırken onları anmanın ancak 24 saat mücadeleye sarılarak mümkün olabileceği söylendi.
TUYAB adına yapılan ortak açıklamada ise Ulucanlar’da devrimcilerin kendilerine dayatılan teslimiyete karşı cepheden tavır aldıkları ve bu zaferi ezilen milyonlara armağan ettikleri ifade edildi, direnişi yaşatmanın önemi vurgulandı.
TUYAB açıklamasının ardından Ümit Altıntaş'ın kardeşi Tayfun Altıntaş söz aldı. Altıntaş yaptığı konuşmada önce katliamdan bu yana geçen on yılın bilançosunu çıkararak çürümüş kapitalist düzenin işçi ve emekçilere reva gördüğü yaşamı aktardı. Ulucanlar'da katledilen 10 devrimcinin bu sisteme karşı çıktığı için katledildiğini vurguladı.
Ankara Tecrite Karşı Mücadele Platformu (Halk Cephesi, Partizan, DHF, Odak, Alınteri), BDSP, 78’ler Girişimi, EHP ve TÜM-İGD tarafından örgütlenen Ulucanlar anması 26 Eylül günü, Ziraat Bankası Hamamönü Şubesi önünden Cezaevi'ne yürüyüş ile başladı.
Ulucanlar önünde yapılan basın açıklamasında Ulucanlar katliamının hesabının sorulacağının vurgusunun yapıldı, hapishanelerde uygulanan yok etme politikası anlatıldı. Engin Çeber ve Güler Zere örnekleri verildi.
Ardından ÇHD Ankara Şubesi’nin basın metni okundu. Eylem sloganlarla devam ederken devrim şehitlerinin aileleri tarafından cezaevi kapısının önüne kızıl karanfiller konuldu. Karşıyaka mezarlığında devam eden etkinlikte kortejlerle devrimcilerin mezarları başına gidildi. İsmet Kavaklıoğlu, Önder Gençaslan ve Mahir Emsalsiz’in mezarları başında yapılan etkinlik sloganlarla başladı.
Ulucanlar katliamında ölümsüzleşen on yiğit devrimcinin özgeçmişlerinin okunması ile devam eden anma etkinliği, devrim şehidi Özgür Kemal Karabulut’un annesi Sultan Karabulut ve Mahmut Konuk’un düşüncelerini paylaşması ile devam etti. 100 kişinin katıldığı anma etkinliği Enternasyonal Marşı’nın hep bir ağızdan okunması ile son buldu. Etkinliğin hemen sonrasında ise Özgür Kemal Karabulut’un mezarı başında kısa bir anma gerçekleştirildi.
(www.kizilbayrak.net sitesinden alınmıştır.)
Anma etkinliğinde ayrıca Hıdır Sabur ve Güzel Şahin de birer konuşma yaptı. Hıdır amca konuşmasında tarih boyunca ezen, yöneten sınıfların ezilenlere baskı uyguladığını, ancak buna rağmen tarihin akışını durduramadıklarını vurguladı. Güzel ana ise önce bu etkinliğe anaların katılımının sınırlı olduğunu belirterek sitem etti. Katliamların ne ilk, ne de son olduğunu söyleyen Güzel ana: “Bir gün hesap sorulacak, belki bizler göremeyeceğiz ama sorulacak. Belki biz göremeyeceğiz ama devrim birgün mutlaka olacak” dedi.
Ümit Altıntaş'ın “Tek renk kızıl!” adlı öyküsünün okunduğu anma etkinliğinde Grup İsyan ateşi, Esenyurt İKE Müzik ve Şiir topluluğu ile Grup Munzur da sahne aldı. Müzik gruplarının ezgilerinin ardından anma sona erdi.
İzmir:
İzmir’de devrimci kurumlar tarafından her yıl Buca, Diyarbakır, Ulucanlar cezaevleri katliamları Eylül ayında bir haftaya yayılan eylem ve etkinliklere konu ediliyordu. Ancak Eylül ayı anmaları bu yıl İzmir’de tek bir eyleme sıkıştırıldı. 24 Eylül günü İzmir’de meşaleli yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirildi. “Buca, Diyarbakır, Ulucanlar katliamlarını unutmadık! Hesabını soracağız!” yazılı pankartın açıldığı eylemde, meşaleler yakılarak Karşıyaka Çarşısı içinde yürüyüşe başlandı. BDSP, Alınteri, ESP, KÖZ, Partizan, DHF, Halk Cephesi'nin birlikte örgütlediği eylem çarşının sonunda bitirildi. Burada zindanlarda şehit düşenler şahsında devrim şehitleri için saygı duruşu gerçekleştirildi. Basın açıklamasının ardından eylem bitirildi. Komünistler ise Habib yoldaşın mezarı başında yaptıkları anma ile hem Habip yoldaş şahsında Ulucanlar şehitlerini sahiplenme, hem de düzen güçlerine karşı mevziyi koruma iradesi gösterdiler. 27 Eylül günü Habip yoldaşın mezarı başında Ulucanlar şehitlerini andılar, direnişi selamladılar. Helvacı Köyü girişinde toplanan komünistler ve Habip yoldaşın ailesi Habip, Ümit ve Hatice yoldaşların fotoğraflarının bulunduğu “Devrimciler ölmez devrim davası yenilmezdir!” pankartını açarak
31
3. Köprü: Ulaşım sorununa çözüm değil, sermayeye rant projesi!
İstanbul Boğazı'na yapılması uzun süredir tartışılan, İstanbul'un trafik sorununu çözeceği iddia edilen 3. köprü geçtiğimiz aylarda tekrar gündeme geldi. 3. köprü İstanbul Valisi Muammer Güler tarafından “Ben vali olarak üçüncü köprüyle ilgili zarurete inanıyorum”, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından ise "Çevre bozulacak diye kalkınmayalım mı?" açıklamalarıyla gerekçelendirildi. Beykoz ve Tarabya arasına yapılacağı açıklanan 3. köprünün güzergahı başbakan, ulaştırma bakanı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından helikopter turu gibi bilimsel(!) bir yöntem kullanılarak belirlendi.
3. köprü: Orman alanları ve su havzalarının talanı…
3. köprünün geçeceği güzergah İstanbul'un elinde kalmış son orman alanları ve su havzalarının bulunduğu bölgedir ve ekolojik dengenin korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak 3. köprünün yapımı ile bu alanlar imara açılmaktadır. İçerisinde Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen ÜLKER, FİBA gibi firmaların bulunduğu pek çok şirket 3. köprü güzergahını çok daha önceden “tahmin ederek” 3. köprü güzergahı üzerinde arazi toplamaya başlamışlardır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “3. köprü İstanbul için cinayettir. Yeni köprü beraberinde çarpık yapılaşma ve yeşil katliamını getirecektir” diyen Erdoğan'ın da, geçmişteki beyanatlarında İstanbul'a 3. köprü için karşı tutum sergileyeceğini açıklayan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın da gün gelip de nemalanma sırası kendilerine gelince nasıl bir ikiyüzlülükle haraket edebildikleri ortadadır.
3. köprü: Ulaşım sorununa çözüm değil, kontrolsüz büyüme ve çarpık yapılaşma!
Doğal çevrenin katliamı anlamına gelen 3. köprü özünde toplumun ihtiyaçları için değil, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda hazırlanmış bir “rant” projesidir. Hiçbir planlama çalışmasına dayandırılmayan 3. köprü, geçmişteki köprü örneklerinde olduğu gibi, geçeceği güzergah üzerinde kontrolsüz büyümeyi getirecektir. Bu durum Fatih Sultan Mehmet Köprüsü örneğinde kentin hem Anadolu hem de Avrupa yakasında doğal alanları tahrip ederek TEM otoyolu boyunca kontrolsüz büyümesi, sonuçta da Sultanbeyli ve Sarıgazi gibi sağlıksız yerleşimlerin oluşması ile sonuçlanmıştır. Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş'ın bir “transit geçiş köprüsü” olacağını ve kontrolsüz gelişmelere karşı önlem alınacağını belirttiği 3. köprünün hayata geçirildiği takdirde Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde yaşananların tekrarlanacağı bellidir.
Ayrıca 3. köprünün iktidar sahiplerinin iddia ettiği gibi ulaşım sorununa çözüm getiremeyeceği de açıktır. Boğaziçi Köprüsü üzerinden geçen araçların yaklaşık % 90’ı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü üzerinde ise yaklaşık
32
% 86’sı özel araçlardan oluşmaktadır. Aşırı tüketime dayalı bir sistem olan kapitalist sistem, doğalında toplu taşımayı değil, büyük bir kâr kapısı olan özel araç kullanımını teşvik etmektedir. Bu durum da karşımıza hiçbir zaman çözülemeyen trafik sorunu olarak çıkmaktadır. Yeni yapılacak bir köprü diğer örneklerde olduğu gibi, yaratacağı yeni yapılaşmalarla birlikte kendi trafiğini oluşturacak, bu da beraberinde trafik sorununu ağırlaştıracaktır. Doğa katliamı anlamına gelen ve iddia edildiği gibi trafik sorununa çözüm olmayan 3. köprü başta meslek odaları ve akademik çevre olmak üzere pek çok duyarlı kesim tarafından protesto edilmektedir.
Konu ile ilgili olarak Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Erhan Demirdizen “İstanbul Boğazı’na yapılması planlanan üçüncü köprünün bir ulaşım projesi değil, emlak ve rant projesi olduğu düşüncesindeyiz… Üçüncü köprüye tamamen karşıyız. İstanbul’un ulaşım ihtiyacı açısından üçüncü köprü nereye yapılırsa yapılsın ihtiyaca cevap vermiyor. Şu anda iki köprüyü ve deniz yollarını kullanarak iki yaka arasında günde 1.1 milyon yolculuk yapılıyor. Yeni köprü olursa bu en fazla 1.5 milyona çıkar. Şehir genelindeki yolculuk sayısı ise 21 milyon. Bu kadar fark için bu kadar pahalı yatırım yapılmamalı. Boğaz’ı raylı sistemle, tünelle geçmeliyiz. Üçüncü köprü hormonlu büyümeye, kuzey ormanları ve su havzalarının yapılaşmasına yol açar” açıklamasını yapmıştır. İstanbul Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu ise yeni bir köprü ile ilgili “Boğaz’ın köprüyle geçilmesi düşüncesinin İstanbul’a bağlı tarım, içme suyu ve çevreye zarar vereceği bilimsel raporlarla ortaya konulmuştur. Çubuklu ve havzası, Beykoz ormanları, Ömerli Barajı’nın içme suyu havzası yok olabilir” demektedir. Ayrıca “Rant hırsı, orman talanı, 3. köprü ısrarı yuvaların yıkımıdır!” şiarıyla örgütlenen 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu konu ile ilgili bir dizi eylemlilik gerçekleştirmiştir.
Tüm bilimsel gerçeklere ve oluşan tepkilere rağmen sermaye sahiplerinin sözcüsü iktidarın 3. köprü ısrarı ve bunu savunurken sergiledikleri utanmaz tavır son derece anlaşılırdır. Sermaye, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda değil, doğa katliamı ve ekolojik dengenin bozulması ile sonuçlanacak olsa da kendi ihtiyaçları, yani “rant” hırsı ile hareket eder. İçerisinde bulunduğu sistemin bir parçası olan kentler de doğal olarak bu sistemin özelliklerini yansıtır. Sağlıksız, donatı ve altyapıdan yoksun, çarpık gelişmiş kentler kapitalist sistemin aynasıdır. Toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bir kent ve yaşam planının ortaya konması, ancak insan ve doğa merkezli bir toplum olan sosyalizmle mümkündür.
Alın verin, gerekirse can verin!
Ekonomik krizin çeşitli söylemlere göre teğet, sürtünerek veya delip de geçtiği günümüz Türkiye’sinde yeni işten atmalarla birlikte işsizliğin %26’lara ulaştığı bir dönemde, ancak reklamlar aracılığıyla süsleyebilirdi yalanlarını sermaye… Onu da yapmakta gecikmedi sağ olsun!
Önce bir kampanya başlattılar: “Eve kapanma, pazara çık!” Ünlü tiyatrocu Bertolt Brecht “Banka kurmanın yanında banka soymak nedir” diye sorar, kapitalist sömürü düzeninde bankaların rolüne vurgu yaparak… Bankaların rolünün kuşkusuz sermayedarlar da farkındadır. Yastık altı yapmayın, bankaya yatırın, faiziyle gül gibi geçinirsiniz deyip sürekli bu ‘aklı’ propaganda ettiler. Şimdi de cebimizdeki üç kuruşa göz dikiyorlar. Ey vatandaş eve kapanma ama bankaya gidecek kadar paran olmadığına göre banka yolu üzerindeki semt pazarına uğra da marul al, yaprakları iyi gelir! Ey vatandaş evinin ihtiyaçlarını karşıla, ocağın tütsün, değirmenin dönsün! Sahiden de evlerimizin çekip çevrilmesini mi arzuluyorlar; yoksa yeni bir ‘sıcak para’ avcılığıyla daha karşı karşıya mıyız? Cevap elbette ikincisi… İşsizliğin had safhaya ulaştığı ülkemizde işe gitmeyen, yani belli bir geliri olmayan vatandaşlarımızın yolu o pazara nasıl düşer? Sanırım denklemi tersinden kurmak lazım gelir. Ya banka soyup pazara gidilecek ya da aç biilaç gezilecek… Brecht söylemiş hangisinin daha büyük bir insanlık suçu olduğunu. Lakin polisimiz de onu dinlemez, tıkar kodese işsizimizi... Peki ya iş bulup çalışanlara ne demeli! Hani şu asgari ücretle ev geçindirmeye çalışanlar… Kirayı, elektriği, suyu, yakıtı da düşer düşmez neyi beklerler pazara koşmak için? ‘Godotyu mu?’ Teğetestağfurullah! İşten çıkarılmayanlarsa ya ücretsiz izne, Miami’ye tatile gönderiliyorlar ya da esnek çalışma koşullarının ‘ışığı’ altında on beş saat, -yerinde bir tabirle- ‘eşek sudan gelinceye kadar’ çalıştırılıyorlar. Eşek sudan geç dönüyor. Ayrıca bu çalışma süresince ‘sırta semer demokrasisinden’ nasipleniyorlar.
Altına, ilginçtir işçinin yanında olması gereken (tabiatı gereği, işçi haklarını aramak savunmak için kurulur sendika dediğimiz) Türk-iş, Hak-iş gibi işveren yanlısı, hükümet yardakçısı kimi sendikaların da çekinmeden imza attıkları bu kampanyada bir zincirden söz ediliyor ve zinciri kırmayın diye ekleniyor. Üretim-tüketim-istihdam zinciri…
Bir saptama yapalım ve bu zincirin ikiyüzlülüğünü gözler önüne serelim. Bahsi geçen zincir uyarınca bir fabrika üretir, üretilen mal piyasaya sunulur, vatandaş malı satın alır fabrika maldan kâr eder. Elde ettiği kâr gereği istihdam alanı açar. Hadi bunu yapmadı, işçisinin maaşını öder. Oysa ki patronlar krizi fırsata çevirmenin yolunu işçilerden çok önce keşfetmiş bulunuyorlar. İşçiye ürettiriyor, malı tükettiriyor sonra atıyor işçiyi işten… Bahane dünden hazır: Kriz var! Oysa incelendiğinde işçi atan işletmelerin ekonomilerinin daral-
madığını, aksine birçoğunun Türkiye’nin en çok kâra geçen işletmeleri arasında yer aldığını dahi görürüz. Şaşırtıcı değil mi? Bir zincir var kuşkusuz, fakat kollarımızda ve ‘vurmaya devam’ dediler. O esaret zincirine bir halka daha eklemek için hedefte yine akıllarımız var. Bilinç bulanıklığı yaratmak için bir de reklam organizasyonu yaptılar. Merkez bankası eski başkanı, ayaktopu yorumlayan iktisatçı bozmaları, burjuva medyanın ‘yağ yapan, bal satan’ köşe yazarları oyunculuğa soyunup ‘simitçi, bakkal, çiçekçi’ oluverdiler. Gül gibi bir ekonomi için “Alın, verin, ekonomiye can verin” dediler. Ne yerinde bir slogan! Ey vatandaş sana sokağa çık demedik mi! Pazara git fileni doldur, sakız çiğne stresini at, sevgiline çiçek al işsizliğini unut demedik mi! İlla reklam maskara mı etmek lazım belli bir ‘saygınlığı’ olan insanları? Üstüne koskoca Merkez Bankası Başkanı’nı simitçi yaptın ya helal olsun sana!
Bir işçi asgari ücretinin tümüyle 300- 400 simit ancak alabiliyor. Simit onun için artık lüks sayılır. Kuru ekmeğe muhtaç olmuş, ne simidi? Sakız deseniz, belki laçkalaşan sinirini hafifletir, onu da her gün alsan bütçe sarsılır yahu! Gül gibi ekonomi öyle mi? Elde kalırken tarımsal ürünler! Ordu’da fındık üreticisi, Ege’de tütün üreticisi ürününü satamamış, kasa kasa domates çöpü boyluyor. Avrupa’da eğlencesine domatesler içinde güreşilir, bizde çaresizlikten çöpe dökülür tonlarca domates… Sanırım yalnızca Isparta’yı kurtaracak bu yeni dâhiyane fikir! Ya kuvvet gülsuyu! Biraz açalım reklam sloganlarını aslında alın verin, gerekirse can verin diyorlar. Yeter ki sektör büyüsün, işletmeler kârlarını katlasın, patronlar yağlı göbeklerini sıvazlasın. Tuzladaki tersaneler özetliyor can alan sermaye gerçekliğini… Son on yılda 130 ölü… İhmalden mi, işçilerin cahilliğinden mi kaynaklanıyor bu ölümler; yoksa üç kuruşluk bareti çok gören patronda mı kabahat? Kum torbası almayıp işçiyi filika testlerinde ağırlık olarak kullanan büyüme delisi zihniyette mi? Bir kere de siz alın verin kum torbası da, işçiye can verin!
Can verdiriyorlar işçiye… Davutpaşa’da 23 işçi canıyla ödemişti üç kuruşluk maddi yükten kaçınarak alınmayan önlemlerin bedelini… Kot taşlama işçileri canlarıyla ödediler makinelerin yapması gereken kumlama işlemine maruz kaldıkları için. Son olarak geçtiğimiz sel felaketinde 8 kadın tekstil işçisi servis yerine bir mal taşımak için kullanılan bir otomobilde çuval gibi taşındıklarından dolayı boğularak öldüler, ekonomi için can verdiler, fedakârlık ettiler, kemer sıktılar, canlarından oldular… Deniz Gökçe artık “Abla taze Kars kaşarı geldi vereyim mi?” diyemeyecek onlara… İstanbul Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği Okuru
33
Yeniden toplumcu edebiyat Sadece bir taş yontularak oluşturulabilir mi, eziliyoruz duygusu?
Tuval, boya ve fırçadan faşizmin acımasızlığını anlatabilir mi bir tablo?
Birkaç gitar telinden çıkan ritim ya da yan yana getirilmiş birkaç kelime, başlatabilir mi bir isyanı, bir devrimi? Şili’de Victor Jara’nın telleri halkın yüreğinden süzülenler değil miydi?
Bu topraklar görmedi mi, Pir Sultan’ın ezgilerinin başlattığı, yol gösterdiği isyanı? Nazım ustayı kalemine bağlayan şey sosyalizm kavgası değil miydi?
Her sınıf kendi bakışı ve çıkarları doğrultusunda sanatı ve edebiyatı kullanma yolunu seçmiştir. Bu yüzdendir ki bütün bir tarih boyunca egemen sistemi öven ve onun bakışını yansıtan akımlar çıkmakla beraber, mevcut sisteme ve onun sanata bakış açısına başkaldıran birçok akım da çıkmıştır. Bu topraklarda da toplumcu edebiyat, yoksul köylülüğün, işçi sınıfının hayatlarından, toplumsal mücadelelerden ve kitle hareketlerinden etkilenerek ve bunları kendisine konu edinerek oluşmuştur. Peki ya şimdi?
Şimdiye gelirsek bu topraklarda edebiyat da gitgide içi boşaltılmış, tamamen sisteme hizmete zorlanır hale getirilmiştir. Toplumdan kopuk, yaşama dair hiçbir şey bulundurmayan, dar bir çevreye hitap etmek zorunda bırakılan bir alandır günümüz edebiyatı. Sistem kendi kirli oyunlarını sanata ve edebiyata da bulaştırdı. Topluma sanatçı diye tanıtılan kişileri kendi burjuva yayın organlarının paralı kalemi haline getirdi ve kendi akla sığmayan, gerici burjuva ideolojisini, sanatçı diye piyasaya sunduğu insanlara anlattırdı. Sistem, böylece sanatı da kendisi gibi yozlaştırdı. Sistemin sanat üzerindeki hegemonyası da kitle hareketinin ve toplumsal muhalefetin zayıflığı ile elbette paraleldir. Tersinden devrim ve sosyalizm mücadelesi kitleselliğini yitirdiği oranda toplumcu edebiyat ve sanatçılar üzerindeki etkisi de zayıfladı. Dolayısıyla sistem boşlukta olan ve kitleleri harekete geçirmede çok başarılı bir silah olan edebiyatı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmiş ve ehlileştirmiş, tehlikesiz bir hale sokmuştur.
Geçmişte ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki toplumsal uyanışın ve sosyal mücadelelerin etkisiyle yazar ve sanatçılar da yoğun bir şekilde toplumcu eserlere yönelmişlerdir. Yazarlar fildişi kulelerden inip toplumu anlamaya, onu anlatmaya çalışmıştır. Başarılı da olunmuş o dönemde. Sanat ve edebiyat gerçekten vurucu bir güç olmuştur.
34
Kitle hareketlerinden etkilenen sanat ve edebiyat; bir süre sonra kitleleri de etkilemeye başlar. Buna en
iyi örnek Yılmaz Güney’in sinema alanındaki başarılı çalışmalarıdır. Yaptığı filmlerle Anadolu insanının acılarını, yaşayışını ve toplumu başarılı bir şekilde anlatarak kitlelerde örgütleyici bir etki yaratmıştır.
Aslında burjuva devriminden sonraki toplumcu edebiyat, sadece ’60’lı yıllardan etkilenip başlamamıştır. 1940-1960 arası sosyalist aydın yazarların oluşturduğu edebiyattan ve edebiyatçılardan da bahsetmek gerekir. Mesela Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve daha birçoğu toplumsal mücadele henüz en zayıf dönemindeyken ürünler vermiştir. Zaten yapıtları, mevcut düzeni, ağalığın çektirdiklerini, işçilerin yaşamlarını ve toplumdaki buhranları anlatır. Bu ürünler elbette ‘68 kuşağını etkilemiş ve yol göstermiştir. Özellikle büyük usta Nazım’ın o harika ve büyülü dizeleri kuşanılmıştır. Nazım’a karşı yapılan propagandalara rağmen aydınlar ve halk ustayı sahiplenmiştir. Ahmet Arif’in dizeleri içerdekine, dışarıdakine, derste-sıradakine moral vermiştir. Şiir alanında bu iki büyük usta birçok edebiyatçıya da örnek olmuştur. Roman alanında Orhan Kemal, pamuk işçilerini ve hayatlarını başarılı bir şekilde anlatmıştır. Fakir Baykurt köylüyü kendi diliyle kendisine anlattırmıştır. Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’e gelince; “İnce Memed” ve “Esir Şehrin İnsanları” başlı başına birer destandır zaten. Görüldüğü gibi toplumsal bir hareketlilik başlamadan önce de sağlam yapıtlar verilmiştir. Bunlardan derin bir şekilde etkilenen ‘60 sonrası, özellikle ‘68 kuşağı ve ‘70’li yıllardaki yazarların öncekilerden farkı, edebiyatı bir kitle örgütleme aracı ve vurucu bir silah olarak çok daha etkin kullanmalarıdır. Sonuç olarak geçmişte toplumcu edebiyat kitleleri etkilemiş ve toplumsal mücadele üzerinde etkin olmuştur.
Bugün, biz devrimcilere düşen sanata hak ettiği önemi vermektir. Ve gelecek kuşakları etkilemek adına yeniden bir toplumcu edebiyat örgütlemektir. Durgunluktan kurtulmanın yolu kitleleri harekete geçirmektir ve kitleleri harekete geçirmede edebiyat da etkin bir silahtır. Günümüz devrimci hareketlerinin bir zaafı da sanatı ciddiye almamalarıdır. Oysa ki kimi zaman sayfalarca, kitaplarca anlatacağımız şeyi sanatla tütsülenmiş tek bir cümle anlatabilir. Barutu ateşleyebilecek bir kıvılcım yaratabilir. Kelimelerin gücü en etkili silahtan daha büyük olabilir. Bugüne kadar koşullar mücadeleleri başlatmakta; mücadeleler toplumcu edebiyatı geliştirmektedir. Toplumcu edebiyatın gelişimi ve kitlelere yaygınlaştırılması mücadele adına anlamlı bir zincir yaratmaktadır.
Bize düşen kelimelerin gücünü önemsemektir. Sanata ve edebiyata devrim mücadelesinde kendine düşen önemli payı vermektir. Çünkü sanat, örgütlenmeyi tek tek kişilerin tercihi olmaktan kurtarıp kitleleri etkileyerek, partinin yığınları arkasına almasına hizmet eder. Bunun için bu topraklarda yeniden bir toplumcu edebiyat geleneği oluşturmak ve edebiyatı sistemin kirli ellerinden kurtarıp tekrar bu topraklar üzerinde ezilenleri sanatın ve edebiyatın sahibi yapmak bir gerekliliktir.
Edebiyatla çok şey başarılmıştır. Kelimeler o kadar güçlüdür ki; tek bir cümle, tek bir dize büyük hareketlerin, isyanların fitilini ateşleyebilir. ‘68 Paris’inde “Gerçekçi ol imkânsızı iste” sözü kıvılcım çakabilmiş, Yunan isyanı Nazım’ın dizelerini kuşanarak büyümüştür. Anadolu insanı Pir Sultan’ın dizelerinden güç almıştır. Bu yüzden mücadelenin ortak dili bizleri birleştirmektedir. Elimizdeki tüm imkânları devrim ve sosyalizm mücadelesinde kullanmakla yükümlüyüz. Walt Whitman’ın dediği gibi, “Gerekirse silahla gerekirse kalemle!” DTCF’den bir Ekim Gençliği Okuru
Bir isyan ve iki kitap:
Pugaçev Ayaklanması ve Yüzbaşının Kızı
Gesinoviç’in “Pugaçev Ayaklanması” ve Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” adlı eserleri insanı 1760-70’lerin çarlık Rusya’sına götürüyor. İki romanda da Pugaçev ayaklanmasına değişik açılardan bakıyoruz, tarihe tanıklık ediyoruz.
Pugaçev Ayaklanması
İlk romanda kendimizi kazak köylülerinin arasında buluyoruz. Önce asiller ve devlet memurlarının amansız sömürüsü altında inleyen bir köylü oluyoruz. Köle olarak çalıştığımız evin köpekleri boğulduğu için kocamız kızgın kömürlerin üstünde yürütülerek ayak tabanları yakılırken, bize ise köpeklerin yavrularını emzirmek düşüyor. Sonra bu zulme direndiğimiz için burun delikleri sökülen bir kazak oluveriyoruz. Ardından Emelyan Pugaçev adlı bir kazağın arkasından yürüyoruz Moskova’ya doğru! “Umudumuz üçüncü Petro, çarımız!” diye haykırıyoruz!
Gesinoviç, Pugaçev ayaklanmasını ustalıkla anlatıyor. Özellikle Pugaçev’in kişilik tahlili olaylar üzerinden veriliyor ve okuyucunun dikkati bu tahlillere çekiliyor. Pugaçev ömrü askerlikte geçen bir kazaktır ve tekrar askerliğe gitmemek için kaçak hayatına başlar. Bu kaçaklık yaşamında köylü kurnazlığını da kullanarak bin bir türlü yolla her seferinde paçasını kurtarır. Yakalanıp zindana düştüğünde dahi uydurduğu bir senaryoyla gardiyanları ikna ederek, bir yolunu bulup zindandan da kurtulmasını becerir. En büyük uydurması kendisinin çar olduğuna dair olanıdır. Gesinoviç de anlatımı sırasında Pugaçev’den “düzmece” olarak bahseder. Düzmece, çar olduğuna insanları inandırır ve köylüleri ayaklandırır. Romanın “ayaklanmanın dayandığı güçler” ara başlığı altında Gesinoviç, ayaklanmanın başarısını ve arkasındaki sebepleri irdeler. Bu bölümde dönemin köylülerinin durumu tahlil edilir. Neticede köylüler kurtuluşu “çar” olduğunu iddia eden bu adamın peşinden gitmekte bulur. Çünkü bu çar, onlara barut, buğday vaat ediyordu. Çünkü bu çar, ele geçirdiği köylerde serflerine kötü davranan senyörleri asıyordu. Toprak ve hürriyet! İşte bunlardı talepler, vaatler! Pugaçev ayaklanması düşman olarak “asilleri”, “ senyörleri”, “devlet memurlarını” göstermesine rağmen, bunları bir bütün olarak karşısına almıyordu. “İyi” olanlarını, serflerine kötülük etmeyenleri kendi hizmetine alıyordu. Pugaçev, savunmasında da bu durumun altını çiziyor, halkın intikamını aldığını vurguluyordu. Ayaklanma inişli çıkışlı başarılarla sürer. Sonunda Moskova’ya yürümekten vazgeçip Don bölgesine dönen Pugaçev’i, güçlenen hükümet orduları beklemektedir. Don bölgesinde yapılan anti propagandayla birlikte Pugaçev yalnız kalır ve son kafileyle kaçarken yanındaki adamlarınca ele verilir.
“Satırı çaldı cellat, düştü boynu. İşte bu kadardı ol hikaye…” diyerek biter Pugaçev Ayaklanması.
Yüzbaşının Kızı
İkinci kitapta ise küçük bir kalede buluyoruz kendimizi. Kale kapısından içeri atların üstünde dörtnala gelen kazak asilerinin kılıcından kaçıveriyoruz eteklerimizi toplayarak! Etraf toz toprak, kan revan! Sonra bir subay oluveriyoruz kendisini çar ilan eden kazağın önünde eğilmediği için idam sehpasına yürüyen, kazak köylülerinin korkunç nefret çığlıkları arasında. Sonra bir kazak oluyoruz, elimizde Pugaçev imzalı bildiriyi tutan ve atımızın eğerlerine asılıp, asilere katılan! Arkamızda bir toz bulutu ve haykırıyoruz; “Umudumuz, üçüncü Petro, çarımız!” Puşkin, aslında bir aşk hikayesinin arkasına gizlemiştir, Pugaçev ayaklanmasını. Bielogorsk kalesinde görev yapan Pyotr Andreviç’in yüzbaşının kızına olan aşkı ve yüzbaşının kızını asilerin elinden kurtarışı etrafında dönüyor roman. Ve tüm bu olayların içinde, romanın sayfaları arasında Pugaçev aynı çehreyle çıkar karşımıza. Bir köylü! Yeri geldiğinde cani, yeri geldiğinde babacan bir köylüdür. Ayaklanmayı bastırmak için uğraşan tarafın gözüyle anlatılmıştır olaylar. Bu sebeple, Pugaçev ayaklanmasının yarattığı korkuyu ve etkiyi bu romanda daha iyi duyumsarsınız. Kaledeki kazaklara ulaşan asilerin bildirilerinin yarattığı kargaşa, kazak askerlerinin asilere katılışı, her bir ayrıntı, Pugaçev ayaklanmasının gücünü gösterir. ***
Romanların, insanı alıp başka diyarlara götürdüğü söylenir. Doğrudur! Romanda yaşayan karakterlerle beraber tadarsın tüm duyguları. Kâh onlarla beraber üzülür, kâh sevinirsin. Sayfaları çevirirken farkında olmazsın belki ama romanın geçtiği zaman ve mekândasındır artık. O zamanın ve mekânın kültürüne bulanırsın hemencecik. O zamanların entarisini üstüne geçiriverirsin. Bakışların, sözcüklerin, hatta duyguların ve düşüncelerin hemencecik değişiverir. İşte bundandır, bir dönemi en iyi romanlardan öğrenir insan. Çünkü artık sen o mekanlarda geziyor, gözlüyorsundur olayları. Bizzat tarihe tanıklık etmek değildir de nedir bu?
İşte Gesinoviç’ten “Pugaçev Ayaklanması”, Puşkin’den ise “Yüzbaşının Kızı” adlı romanlar dönemin çarlık Rusya’sının anlatımıdırlar. İşte tam da bu sebepten tarihe tanıklık eden bu romanlardan “Pugaçev Ayaklanması” kitabının adını Lenin’den de duyarsınız “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı kitabında! Tanya
35
Endüstriyel futbola karşı yaşasın renklerin kardeşliği Futbol; egemenlerin kitlelerin bilincini dilediklerince kirletip yönlendirdikleri, milliyetçi söylemler eşliğinde işçi sınıfı ve ezilenler içinde mikro milliyetçiliğin güçlendirilemeye çalışıldığı bir tuzak mı yoksa sahada ve tribünlerde kolektif iradenin yansıması ortak tutumların geliştirilebileceği ve bu yolla da ezilenler arasında bir şekilde de olsa ortak reflekslerin geliştirilip sınıf bağının güçlendirilebileceği bir oyun mu? Bu sorunun yanıtı her ikisi de olabilir. Her sınıflı toplumda olduğu gibi kapitalist sistemde de bu oyunun da iki sınıf içinde farklı anlamı var ve bu hiç de şaşırtıcı değil.
Futbol geçmişte özellikle Avrupa’da büyük kentlerde işçilerin sosyal birlikteliklerinin sağlanmasında önemli bir rol oynadı. Aynı takımın taraftarı olmak ve zenginlerin kulüpleri karşısında tribünde dahi birlikte olabilmek işçilerin birbirleriyle dayanışmalarını ve kendilerine güven duymalarını sağlıyordu. Ve sadece bu bile futbolun burjuvazi tarafından tehlikeli görülmesi için yeterliydi. Aslında amatör haliyle futbol tam anlamıyla bir işçi sporu sayılabilir. Çünkü futbol fiziki istihdam gerektiriyordu ve proleter sporcular bunu işlerinden tanıyorlardı. Bunun yanında rekabetin kendisi de sistem tarafından baskı altında tutulan işçilerin beceri ve zekâlarını uyandırmayı sağlıyordu. İşçilerin tribünlerde de olsa bu kitlesel buluşmaları, burjuvazi tarafından tehdit olarak görüldü. Hâkim sınıflar, proleter kitle sporunun kolektif iradenin yaratılması noktasındaki tehlikeyi görünce, 1945’ten sonra futbolu daha güçlü bir biçimde kontrol etmeye yöneldiler. Futbolun ticarileşmesi, büyük paralarla kurulan şirketvari takımların ortaya çıkması, parayla tutulan görevlilerin öneminin büyümesiyle birlikte dernek üyelerinin, oyuncuların ve taraftarların etkisi azaldı ve burjuva ideolojisi hâkim oldu. Seyircinin kendi sınıfıyla özdeşlemesinin yerini bölgecilik ve milliyetçilik aldı.
Uzun zamandır burjuvazi amatör futbolu hızla parçalıyor. Bunu tüketiciye yönlendirilmiş futbol endüstrisinin çıkarları doğrultusunda yapıyor. Stadyumlar butikler, restoranlar, salonlarla donatıldı. Televizyonda gösterim hakkı ve reklâmlar ile daha fazla gelir hedefleniyor, biletlerden ise daha az. Futbol takımları şirketleşerek borsalara giriyor, bilet fiyatları giderek artıyor ve alt tabakadan gelen taraftarlara en fazla televizyondan maç seyretme ve duygusal tatmin ve öfkenin yanlış yerlere akıtılması olanağı bırakılıyor. Her ekonomik sektörde olduğu gibi, eşitsiz büyüme ve tekelleşme, futbolda da hızlı kutuplaşmalar yaratıyor. Oldukça zengin ve her türlü politik ilişkinin de desteğiyle hareket eden birkaç büyük takım, şampiyonluk kupalarını kendi aralarında nöbetleşe döndürürken, geri kalanlar, konu mankeni muamelesi görüyor. Bu da seyirciden çok bir tüketiciye dönüşen taraftarların heyecanını, oyundan zevk alma duygusunu gün be gün öldürüyor. Avrupa ülkelerine öykünerek gelişen Türkiye’deki futbolun yapısı her geçen yıl biraz daha metalaşıp ticarileşiyor. 2006 milli geliri 400 milyar dolar olarak ölçülen Türkiye ekonomisinde, ileri-geri bağlantıları ile futbol sektörü
36
yaklaşık % 1’lik büyüklüğe sahip. Bu da yaklaşık olarak kendi başına 4 milyar dolarlık katma değer anlamına geliyor. Milli gelirde madenciliğin yüzde 1.1, mali sektörün yüzde 1.5, enerji sektörünün yüzde 3.4, otel-lokanta sektörünün yüzde 3.2 payı olduğunu anımsadığımızda, 4 milyar dolarlık bir katma değer büyüklüğü ile hızla gelişen ve büyüyen bir sektörden sözediyoruz demektir.
Böyle devasa miktarda paranın döndüğü bir sektörde ise mafyalaşma kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. En büyüğünden en küçüğüne kadar neredeyse tüm takımların yönetimlerinin farklı mafya çıkarlarınca tutulmuş olmalarının gerisinde yatan da bu. Birçok mafyatik çevre bir yandan bulundukları konumu kara para aklama ve gelir elde etmek için kullanırken diğer taraftan da bu konumlarını ihalelerde “iş bitirmek” için etkin bir şekilde kullanıyor.
Bunun yanında futbolun kitleleri yönlendirmedeki eşsiz gücü daha önce de iktidarlar tarafından pervasızca kullanıldı. Bu listede Hitler’den Mussolini’ye, Salazar’dan Franco’ya kadar birçok diktatör öne çıktı. Sovyetlere karşı üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan Hitler’e cevabı ölümleri pahasına Dinamo Kiev’in Bolşevik futbolcuları verdiler. İspanya ve Yunanistan’da sol hareketler faşist baskı ve terör karşısında kaybettikleri bir dizi etkinlik alanlarını futbol kulüpleri üzerinden yeniden kazandılar. Yunanistan’da bugün bile birçok kulübün taraftar derneklerinde Lenin’in resimlerinin olması tesadüf olmasa gerek. Nasıriye’de ölen İtalyan askerleri üzerinden estirilmeye çalışılan şovenizm ise Livorno tribünlerinde takıldı kaldı.
Tribünlerin politikleşmesi henüz ülkemizde pek görülen bir şey olmasa da bunun olanakları fazlasıyla mevcut. İşte yakın zaman öncesinde oynanan Adana Demir Spor- Livorno maçında neredeyse ilk kez olumlu anlamıyla futbol futbol olmaktan çıktı. Bugüne kadar daha çok Çarşı tribünleri üzerinden yansıyan bazı çıkışlar dışında tribünlerdeki flama ve pankartlardan atılan sloganlara söylenen sosyalizm marşlarına, atılan sloganlara kadar endüstriyel futbola karşı kızıl tribünler yaratılmasının ilk güzel örneklerinden biri oldu bu maç. Bu ilk örnek tribünlerde salt şehir şovenizmine indirgenmiş fanatizmin yerine sınıfın sesinin ve öfkesinin kolektif bir şekilde yansıtılmasının olanaklarını da gösteriyor. Ancak tribünlerin gerçekten özgürleşmesi, endüstriyel futbolun sahadan da tribünlerden de tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması sonuçta bu sorunları ortaya çıkaran sistemin ortadan kaldırılmasına doğrudan bağlıdır. Burjuvazinin işçi ve emekçilerin bilincini bulandırmak ortak eğilim ve tutumlarını boşa düşürmek için kullandığı silahlar ne olursa olsun, sonunda tuzla buz olmaya mahkûmdurlar. Bu kirli silahları etkisizleştirecek olan ise sınıf savaşımının kendisidir. İşçi sınıfı önderliğinde ezilenler tepki ve öfkelerini yaşadıkları sömürünün asıl kaynağı olan kapitalizme yönelttiklerinde, kurtuluşun yolunu da açmış olacaklardır. Bu gerçekleştiğinde futbol yeniden ve gerçekten işçi sınıfı sporu, demek oluyor ki, “halkın ruhsal ve bedensel sağlığını amaçlayan, dostluğu ve dayanışmayı güçlendiren kitle sporu” haline gelecektir.
Marksist Felsefe için notlar… Yaklaşık 150 yıllık tarihi olan Marksizm’in, farklı vesilelerle özellikle son yıllarda öldüğü söylenir. Sistem kendisini bu kadar iyi tahlil eden, tahlil etmekle kalmayıp onu değiştirmek için savaşım veren “Marx”ı bütün bunalımlarında “anar”. – “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar oysa sorun onu değiştirmektir!”(1)
Toplumun krizi insanları oldukları koşulları sorgulamaya yönlendirir. “Dünyayı anlama mücadelesi (diyalektik materyalizm) insanların kendisini salt hayvani varoluş düzeyinden koparma, doğanın kör güçleri üzerinde hâkimiyet kurma ve kelimenin hukuki anlamıyla değil, gerçek anlamında özgürleşme mücadelesi ile sıkı sıkıya özdeşleşmiştir. Bu mücadele tüm insanlık tarihinin üzerinden kızıl bir şerit gibi geçer.”(2)
İnsanlığın dünyayı anlama mücadelesi ile insanın özgürleşme mücadelesinin içiçeliği, kapitalizmin doğasından kaynaklanan bunalımları ve kendisinden yükselen küf kokuları, dolaysız biçimde sosyalizme işaret etmektedir. İnsanların ‘hayvani’ koşullara zorlanmadan yaşadıkları, insanın ‘özüne’ kavuştuğu bir sistemin var olabilirliği tüm bilimselliği ile ortadadır. Bu bilimselliği anlama çabasında olan her kişi bilimsel sosyalizm olarak Marksizm’i, onun yöntemi doğrultusunda incelemek, özümsemek zorundadır. Marksizm’i özümsemek kitabi bilgileri ezberlemekten uzaktır. Ki Marksizm’in temel yöntemi olan diyalektik için Marx; “Diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışkan bir hareket içinde görür ve bu yüzden, onun geçici niteliği, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiç bir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir!” der.
Bu yazıda Marksizm’e dair temel noktaları, belirli ana hatları içerisinde işlemeye çalışacağız. “Gerçeğin ardından koşan girişken okur”un çabası ile bir ideolojik eğitime dönüştürüleceğini umuyoruz. Hatırlatılması ve vurgulanması gereken bir diğer noktayı Engels işaret ediyor. “Bizim öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur.”(3) Marksizm her bilim gibi hayatın içinde doğmuştur ve hayatın içinde gelişmektedir. Pratikte uygulaması olmayan her bilgi ‘entelektüel birikim’ sınırında kalmaya mahkûmdur. Onu teorinin ‘gri’ tonundan çıkartmak ancak devrimci pratikle birleştirmek ve bir yaşam biçimi haline dönüştürmek ile mümkündür.
Marx Kapital’in birinci cildinin Fransızca baskısına önsöz ve sonsözünde “Gerçeğin ardından koşan girişken okura” seslenir:
G. Umut
“Annelerin ninnilerinden spikerin okudugu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, anlamak, sevgilim, o, bir müthis bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı.” Nazım Hikmet
“Bilime giden düz yol yoktur ve ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanmaları göze alanlar aydınlık doruklarına ulaşabilirler!”
Marksizm: Bilimsel dünya görüşü
İnsan hayatı boyunca belirli bir pratik faaliyet üzerinden, çevresi ile kurduğu ilişkilerden ‘görüş’ler geliştirir. Bir dünya görüşünün oluşması için insanın salt karşılaştığı sorunlar değil, aynı zamanda doğa ve toplum ile kurduğu ilişkiler de belirleyici bir rol oynar. Dünya görüşünün görevi insanlara, düşünceleri, davranışları ve eylemleri yönünden tutarlı, yol gösterici bir dayanak sağlamaktır. Marksizm bilimsel bir dünya görüşüdür. Marksizmin, bütünselliği içerisinde ve yöntemi olan ‘diyalektik’ ile incelenmesi gerekmektedir. “Marksizm’in birliği ve bütünlüğünü oluşturan özellik, her üç parçanın da, işçi sınıfının tarihsel görevini gerçek toplumsal gelişim sürecine uyarlı olarak her yanıyla kapsamlı şekilde açıklayabilme özelliğidir.”(4) Marksizm üç bütünleyici parçadan oluşmuştur. Birinci parça felsefedir; doğanın, toplumun ve düşüncenin genel gelişim yasalarının kavranmasıdır. Marksizm’in felsefesi materyalizmdir. Materyalizm kapsamında diyalektik ve tarihsel materyalizm inceleyeceğimiz temel kavramlardır.
İkinci parça ekonomik öğretidir. “Tarihsel olarak belirlenmiş, belirli bir üretim ilişkilerinin, bunların başlangıcı, gelişimi ve çöküşünün incelenmesidir.”(5) “Toplumsal yapının” bilimidir yani maddi zenginliklerin üretiminin ve bu zenginliklerin dağılımının, insanların üretim süreçlerinde kurdukları toplumsal bağların bilimidir.
Üçüncü parça bilimsel sosyalizm ve komünizmdir; kurulacak sosyalist sistemin temel ilkelerinin bilimidir. İşçi sınıfının tarihsel rolünün vurgulandığı ve bu sınıfın sosyalist hedeflerinin bilimidir.
Felsefenin temel sorusu
“Tüm felsefenin, özellikle yeni felsefenin temel sorunu, düşünce ile varlık ilişkisi sorunudur.”(6)
Marksist felsefede, felsefenin temel sorunu maddenin bilinç ile kurduğu ilişkide hangisinin belirleyici olduğudur. Felsefenin temel sorunu ve bu sorununun cevapları gereği felsefede özel bir yer tutar. Felsefenin temel sorusu ve bu soruya verilecek yanıt diğer tüm sorulara aranacak yanıt açısından belirleyicidir. “Bu sorunun şöyle ya da böyle cevaplanmasına göre filozoflar iki büyük kampa
37
ayrılırlar. Ruhun maddeye göre önceliğini ileri sürenler, yani son tahlilde evrenin herhangi bir tarzda yaratıldığını kabul edenler, idealizm kampını oluştururlar. Doğayı başlangıç olarak kabul eden diğerleri, materyalizmin çeşitli ekollerine girerler.” (7) Engels’in yaptığı tanımlamayı inceleyecek olursak idealizm; ruhun maddeden önce geldiğini ve maddeyi belirlediğini kabul eder, yani nesnel gerçekliğe ruhtan türetilmiş şey olarak bakar. Materyalizm ise; maddeyi belirleyici kılar, ruhu, düşünceyi maddenin bir ürünü ve özelliği olarak kabul eder. İnsanları, toplumu gerçekliği ile birlikte kavramaya yönlendirir ve insanın toplumda oynadığı belirleyici rolün bilimsel olarak açıklanmasını sağlar. Her insan, maddeyi öğrenmeye çalışırken farkında olarak ya da olmayarak ona önce materyalist bir anlayışla yaklaşır. Hayatta karşılaşılan pratik deneyimler sonucunda, kendisini kuşatan dünyanın kendisinin dışında ve bağımsız var olduğunu bilir. Buna rağmen idealist dünya görüşü var olur.
“Ağaçlara bakarken ormanın bütününü göremeyen bir ideoloji”: İdealizm
İnsanlar uygarlığın başlangıcında doğa güçleri karşısında aciz ve çaresizdiler. Maddi üretimlerinin gelişmemiş olması bunun temel nedenlerinden biridir. Platoncu idealizm Atina’da ortaya çıktı. Köleci sistemin doruğa ulaştığı bir dönemdi ve böyle olması da bir tesadüf değildi. O günlerde ‘el emeği’ kölelik ile anılıyordu. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve iş bölümü sonucu toplumun birbiriyle bağdaşmayan sınıflara bölünmesi idealizmin gelişmesinin toplumsal nedenleri arasındadır. İş bölümü ve özel mülkiyet bir sınıfa kafa emeği ile maddi zenginliklere sahiplik olanağını sunarken, diğer sınıfa ise bedensel çalışma gücünden kaynaklı maddi zenginliğin üretimi dışında bir seçenek kalmamıştır. Böylelikle kafa emeği toplumsal pratikten ayrılması sonucu ortaya çıkıyor. Ve bilincin dünyada tek güç olduğu görüşü yaygınlaştırılıyor.
Lenin idealizmi incelerken “Felsefi idealizm… materyalist bakış açısına göre bilginin karakteristik özelliklerinden, yanlarından, sınırlarından bir tanesinin; maddeden, doğadan koparılmış, tanrılaştırılmış mutlağa dönüştürüldüğü, tek yanlı, abartılmış, şişirilmiş bir gelişmedir. Tek hatlılık ve tek yanlılık, katılaşma ve kemikleşme, öznelcilik ve öznel körlük… İdealizmin bilgi teorisi kökenleridir”(8) tanımlamasını yapıyor.
Diğer bir nokta ise egemen sömürücü sınıfın kendi egemenliğini korumak için idealizmi yaygınlaştırmasıdır. Çünkü idealizmin yardımıyla var olan çelişkiler gizlenebilmiş, toplumun dikkati manevi değerlere yönlendirilmiştir. Bütün bunların yanı sıra batı felsefesi tarihi, idealizm ile değil, materyalizm ile başlar. Yunanlılar Colomb’dan önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfetti, mekaniği icat ettiler, buhar makinesi yaptılar. Ve bu gelişimin hiçbir evresinde din hakim değildi. Antik toplumun çöküşüyle birlikte Ortaçağ bilimsel düşünceyi yüzyıllar boyunca esir aldı. Bilim üzerindeki ölü toprağını Rönesans dönemi attı. Bu döneme hakim olan felsefi akım ise materyalizmdi.
Materyalizm devrimci bir içerik kazanıyor
Materyalist akıl İngiltere’de gelişirken Fransa’da devrimci bir içerik kazandı. Büyük düşünürler 1789-1793’te feodal monarşinin devrimci yıkılışının yolunu hazırladılar.
Marx ve Engels felsefi materyalizmi net bir biçimde savundular ve geliştirdiler. Bu gelişimi Ludwig Feuerbach ve Anti-Dühring’te dünyaya açtılar.
38
Marx 18. yüzyıl materyalizmi ile yetinmedi. Lenin ‘Karl Marks, Marksizmin Bir Açıklaması ve Kısa Bir Biyografik Özeti’ kitabında Marx’ın eski materyalizm üzerine vurgu noktalarını işaret ediyor. “1844-45 yıllarından başlayarak, Marks, bir materyalistti ve özellikle, daha sonraları materyalizminin tek zayıf noktasının yeterince tutarlı ve kapsamlı olmadığını gördüğü, Ludwig Feurbach'ın bir izleyicisi oldu. Marks'a göre, Feuerbach'ın, tarihi ve "çığır açan" özelliği, Hegel'in idealizminden kesenkes kopması ve ‘18. yüzyılda, özellikle Fransız materyelizmi yalnızca varolan siyasal kurumlara ve ... din ve tanrıbilime karşı değil ... aynı zamanda metafiziğin her türüne de karşı’ (‘aklı başında felsefe’den ayrı olarak ‘kendinden geçmiş spekülas-yonlar’ anlamında) bir materyalizmi benimsemiş olmasında yatar. (Literarischer Nachlass'taki Kutsal Aile.)” Marx ve Engels felsefi anlamda idealizm ile savaşırken Hume ve Kant'ın görüşlerine, bilinemezciliğe, eleştiriciliğe ve olguculuğun değişik biçimlerine karşı kararlı biçimde savaştılar. Yine aynı yapıtta Lenin özellikle vurguluyor: “Marks ve Engels'e göre, Feuerbach'ınki dahil, ‘eski’ materyalizmin şu eksiklikleri vardı:
1) Bu materyalizmin ‘mekanik yanı ağır basmakta’ idi, kimya ve biyolojide sağlanan en son gelişmeleri hesaba katmıyordu (bugün, maddenin elektrik teorisini de katmak zorunluluğu vardır);
2) Eski materyalizm ne tarihsel idi, ne de diyalektik (antidiyalektik anlamda metafizikti) ve evrim anlayışına sistematik ve genelleşmiş bir biçimde bağlı değildi; 3) Eski materyalizm, ‘insan özü’nü, (somut olarak ve ta-rihsel olarak saptanmış), ‘bütün toplumsal ilişkilerin karışımı’ olarak değil de, soyut olarak [sayfa 18] görüyor ve bu yüzden dünyayı yalnızca ‘yorumluyor’du, oysa bu bir ‘değiştirme’ sorunuydu, yani ‘devrimci pratik eylem’in öne-mini kavramamıştı.”
Marx ve Engels’in en büyük başarısı diyalektiktir. Diyalektik, çelişkinin mantığıdır. Her şey sürekli değişim ve akış içindedir mantığıyla, doğayı ve toplumu yorumlamanın bir yöntemidir. Diyalektik materyalizmin “gelişmenin en eksiksiz, en derinine inen ve tek yanlılıktan kurtulmuş öğreti”(9), “en iyi çalışma aracı” ve “en keskin silah”(10) olduğunu tarih bize göstermiştir.
Marx, felsefi materyalizmi geliştirmiş ve bunun mantıksal sonucu olarak, doğa bilgisini de genişleterek insan toplumuna ulaşmıştır. Tarihsel materyalizmde; tarihsel gelişimi incelerken üretici güçlerin büyümesi sonucu, bir toplumsal biçimden daha üst başka bir biçimin nasıl doğup geliştiğini görürüz. İlişkiler ağını karmaşıklıktan kurtaran, kendi içerisinde uyumlu yasaları göz önüne seren bilimsel bir teoridir… (Devam Edecek) (1)
K.Marx, Feuerbah Üzerine Tezler-11.tez
(3)
Friedrich Engels
(2) (4) (5) (6) (7) (8) (9)
(10)
Alen Woods-Ted Grant, Aklın İsyanı
Friedrich Engels Enstitüsü, Marksist-Leninist Parti’nin Temel Eğitim Dersleri
V.İ.Lenin, Karl Marks, Marksizmin Bir Açıklaması ve Kısa Bir Biyografik Özeti Friedrich Engels, Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu Friedrich Engels, Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu V.İ.Lenin, Diyalektik Sorununa Katkı V.İ.Lenin
Friedrich Engels