-
6 Kasım eylemlerinden yansıyan tablo üzerine…
Yakıcı ihtiyaç, sistematik bir çalışmaya dayanan birleşik mücadele hattıdır!
Gençlik hareketi açısından temel bir gündem olan 6 Kasım’ı geride bıraktık. Bu sürecin değerlendirmesi önümüzdeki dönemler açısından doğal bir önem taşımaktadır. Geçirdiğimiz sürecin toplam tablosuna hakim olabilmek, eksiklikleri ve olumlu yanlarını ortaya koyabilmek, harekete dair iddiası olan her siyasal gençlik grubunun görevidir. Geçtiğimiz senelerin 6 Kasım sürecini değerlendirirken ön sürecin verimsiz geçmesinin belirleyici nedenlerinden biri, tartışmaların çok uzun sürmesi ve bunun sonucunda da oluşturulan birlikteliklere rağmen yerellerde pratiğe zaman kalmamasıydı. 2009 6 Kasım’ı açısından birkaç yereli dışta tutarsak farklı bir tablonun varlığından bahsedemeyiz.
6 Kasım sürecinin gündemleri
Bu yılın 6 Kasım gündemleri; ticarileşen eğitim, YÖK’ün baskıcı ve anti-demokratik uygulamaları (soruşturmalar, cezalar), sistemin krizi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine yapılan saldırılar- sahte açılımlar olarak belirlendi. Genç komünistlerin yürüttüğü tüm çalışmalarda 6 Kasım süreci birçok politik başlık ile birlikte ele alınarak, düzenin teşhiri ve gençliğe yönelik saldırılar bu kapsamda işlendi.
6 Kasım eylemlerinden bir kez daha parçalı durum yansıdı
Geçmiş yılların 6 Kasım tablolarında, eylem değerlendirmelerinde genelde eylemlerin parçalılığına işaret edilmekteydi. Politik ayrışmaların yanı sıra biçimsel kaygılar ve dayatmalar eylemin bölünmesini koşullayabilmişti. Bu sene açısından parçalı tabloyu yaratan esas etken ise, daha çok politik yaklaşımlardaki farklılıklardı.
6 Kasım hazırlık toplantılarına başlanması ile birlikte Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri ve TKP’li Öğrenciler’in politik yaklaşımlarının ana eksenini, AKP karşıtlığı üzerinden eğitimde gericilik ve piyasalaşma vurgusu belirledi. Birkaç yereli istisna olarak dışta tutarsak, yukarıda saydığımız siyasal gençlik grupları kentlerde süreci birlikte örmüş oldular. Çoğunluğu gençlik içindeki reformizmin
temsilcisi olan bu akımlar, eğitim alanında yaşanan neo-liberal dönüşümleri, düzenin yaşadığı krizi ve çözümsüzlüğünü, öğrencilerin eğitim hakkının gaspını, burjuva gericiliği salt AKP karşıtı mücadeleye indirgeyen bir çizgide hareket ettiler. Bu bakışla örgütlenen bir muhalefet, gerçek sorunu tariflemekten kaçınan, gençliğin enerjisini düzen sınırlarında tutan bir yaklaşımdan öteye geçememektedir.
6 Kasım ve Genç-Sen
6 Kasım sürecine yaklaşımı üzerinden değinilmesi gereken bir diğer özne ise GençSen’dir. Genç-Sen bu sene de geçen yılki gibi merkezi bir Ankara mitingi kararı aldı. Bunun öncesinde ise Genç-Sen önüne belirli politik gündemlere dair çalışma hattı ve eylemlilikler koymuştu. Geçen sene ile karşılaştırıldığında belirli yereller açısından hareketsizliğini kıran bir seyir izleyebildi. Belirli yerellerde çalışma yürütülerek, yerel eylemin ve merkezi mitingin ön sürecinde duyurusu yapılabildi.
Genç-Sen yerellerde de kendini ifade edebileceği eylem biçimleri önerdi. Bunun dışında ortaya çıkan kurguların parçası olmayı -birkaç yereli dışta tutarsak- tercih etmedi.
Genç-Sen’in içerisindeki liberal-reformist bloğu oluşturan çevreler de 6 Kasım sürecini sadece Genç-Sen üzerinden örmek sınırlarında hareket ederek, yerellerde yürüyen tartışmaların etkin parçası olmayı tercih etmediler.
Üniversitelerde artan baskılar ve faaliyette ısrar!
Son yıllarda toplumsal muhalefetteki geri düşüş ile birlikte üniversitelerde de düzen saldırılarını alabildiğine yükseltmektedir. Artan soruşturma-ceza terörünün yanı sıra keyfi yasaklar dayatılmakta, faşist saldırılar giderek yükseltilmektedir. 6 Kasım pratiğini örerken birçok yerelde saldırılar yaşandı. Düzenin karşısına dikilmekten çekinilmeyen yerellerde gençlik mücadelesi adına mevziler kazanıldı. Örneğin Hacettepe Üniversitesi’nde polis saldırısı ardından kesintiye uğrayan faaliyet kısa bir sürede toparlanmış ve saldırı süreci püskürtülebilmiştir. Birçok yerelde ÖGB’lerin ve sivil polislerin tüm engellemelerine rağmen politik faaliyet
Bu yılın 6 Kasım gündemleri; ticarileşen eğitim, YÖK’ün baskıcı ve anti-demokratik uygulamaları (soruşturmalar, cezalar), sistemin krizi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine yapılan saldırılarsahte açılımlar olarak belirlendi. Genç komünistlerin yürüttüğü tüm çalışmalarda 6 Kasım süreci birçok politik başlık ile birlikte ele alınarak, düzenin teşhiri ve gençliğe yönelik saldırılar bu kapsamda işlendi.
3
Bu seneki 6 Kasım süreci bir kez daha göstermiştir ki, birleşik bir mücadele hattının geliştirilmesinde birçok engel vardır. Bu aynı zamanda birleşik mücadeleden ve ortak bir eylem sürecinden ne anlaşılması gerektiği ile de ilgili bir sorundur. Birleşik bir mücadele ve eylem süreci, ortak bir politik hatta dayanmalı ve bu çerçevede etkili ve yaygın bir kitle çalışması pratiği ortaya konulabilmelidir. Bu hat çerçevesinde ısrarlı bir müdahale yapılabilmelidir.
4
gerçekleştirilebilmiştir.
Saldırılar kimi zaman sivil faşistler eliyle, kimi zaman ise resmi görevliler ve idare tarafından gerçekleştirilmektedir. Tablonun bütününde ise baskı koşulları üniversite gençliğini susturmayı ve kimliksizleştirmeyi amaçlamaktadır. Somut baskı koşulları 6 Kasım sürecinde de belirmiş, kimi illerde saldırılar yaşanmıştır. Gençlik hareketinin kırması gereken bu cendere her geçen gün daralırken, devrimci güçlere ve gençlik kitlesinin ileri unsurlarına düşen görev, devrimci bir kararlılık ve militan bir pratiktir. Düzenin baskısının biçimi her ne olursa olsun, mücadelenin ileri güçleri bunları karşılamaktan çekindikleri ölçüde düzenin icazet sınırlarına hapsolurlar. Bunun bilinciyle hareket eden devrimcilerin duruma yaklaşımındaki netlik ile faaliyet gerçekleşmiş ve düzenin bekçilerinin saldırısı boşa düşürülmüş, üniversitelerde devrimci faaliyetin meşruluğu korunmuştur. Sermaye diktatörlüğü koşullarında düzene rağmen var olan haklarımız ödenen bedeller ile kazanılmıştır ve ancak militan bir mücadele çizgisi izlenerek, devrimci bir kararlılık sergilenerek korunabilir.
Birleşik bir 6 Kasım eylemi örgütleme çabası
Genç Komünistler 6 Kasım sürecinde gençlik hareketi üzerine değerlendirmelerinin gösterdiği yolda ilerlemişlerdir. Bugün ihtiyaç birleşik ve kitlesel bir gençlik mücadelesini işaret etmektedir. Bunun güncel plandaki anlamı, politik bir birlikteliğin gençliğin ilerici unsurları ile her platformda zorlanmasıdır. Gençliğin doğrudan muhatap olduğu yakıcı sorunlar, bu hedefin manivelalarını oluşturabilmektedirler. Politik tartışmaların odağında ise bu manivelaların etkili bir biçimde değerlendirilebilmesi için doğru müdahale olmalıdır. Bu kavrayış
çerçevesinde, katıldığımız toplantılarda birleşikliğin olanaklarını yaratmanın çabasını sarf ettik. Sonuçta, bu seneki 6 Kasım süreci bir kez daha göstermiştir ki, birleşik bir mücadele hattının geliştirilmesinde birçok engel vardır. Bu aynı zamanda birleşik mücadeleden ve ortak bir eylem sürecinden ne anlaşılması gerektiği ile de ilgili bir sorundur.
Birleşik bir mücadele ve eylem süreci, ortak bir politik hatta dayanmalı ve bu çerçevede etkili ve yaygın bir kitle çalışması pratiği ortaya konulabilmelidir. Bu hat çerçevesinde ısrarlı bir müdahale yapılabilmelidir. Ancak bu seneki 6 Kasım süreci, kimi yerellerdeki olumlu örnekleri saymazsak, afiş ve bildiri dağıtımına sıkışmış bir “ortaklığın” ve “birleşikliğin” dışına çıkamamıştır. Siyasal gençlik gruplarının 6 Kasım sürecini takvimsel bir eylemlilik olarak algılayan bakışı, yazık ki varlığını sürdürmektedir.
Sonuç yerine...
6 Kasım sonrası süreçte yapılması gereken, açığa çıkan tabloyu iyi analiz edebilmek ve bunun ışığında önümüzdeki süreçlere bakabilmektir. Kimi yerellerde anlamlı eylem süreçleri yaşanmıştır. Kimi yerellerde başarılı bir kitle çalışması pratiği sergilenebilmiştir. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla birçok dersi içerisinde barındıran bir 6 Kasım süreci daha yaşanmıştır. Gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verme ve hareketi ileriye taşıma iddiası taşıyan tüm güçlerin yapması gereken, olanakları güce dönüştürüp güne yüklenmek ve geleceği kazanmaktır. Bu irade ortaya konulduğu ve bunun gerekleri yerine getirilmeye başlandığında, bugün yaşanan darlık ve durağanlık da bir yerinden parçalanmaya başlayacaktır.
Gençlik YÖK'e ve YÖK düzenine karşı bir kez daha alanlardaydı! 12 Eylül faşist darbesinin üniversitelerdeki postal izi olan YÖK, kuruluş yıldönümünde Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli eylemlerle protesto edildi. Harçlara yapılan zamlar, artan soruşturma ve gözaltılar, barınma ve ulaşım terörü gibi güncel saldırılara karşı öğrenci gençliğin mücadele etmekten başka bir kurtuluş yolunun olmadığı haykırıldı.
İstanbul:
Eğtim-Sen 6 No’lu Şube
Saat 12.00’de ana kapı girişi önünde basın açıklaması gerçekleştiren Eğitim-Sen 6 No’lu Şube ve KESK İstanbul Şubeler Platformu YÖK’ün üniversitelerdeki misyonunu teşhir etti.
Devrimci Öğrenci Birliği
Devrimci Öğrenci Birliği, “İşçi sınıfı, halklar ve tutsaklar özgürleşmeden öğrenci gençlik özgürleşemez / DÖB” pankartıyla Beyazıt Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirdi.
Demokrasi Nöbeti’ne Rektör Yunus Söylet’ten gelen karalamalara yanıt verildi!
İstanbul Üniversitesi’nde Demokrasi Nöbeti’ni sürdüren öğrenciler de İÜ’nün resmi sitesinden Söylet’in “sayıları 70’i bulmayan mobil profesyonel öğrenciler” olarak kendilerine saldırdığını ifade ettikleri basın açıklamasında rektörlüğü kınadılar.
YÖK Karşıtı Öğrenciler
YÖK Karşıtı Öğrenciler, gelecek ve özgürlük talebi ile 6 Kasım’da Beyazıt Meydanı’ndaydı. YÖK’e ve YÖK düzenine karşı seslerini her yerde yükselteceklerini ve mücadelelerini büyüteceklerini haykıran YÖK Karşıtı Öğrenciler, antidemokratik uygulamalara ve ticarileşen eğitime karşı Beyazıt Meydanı’nda olduklarını ifade ettiler.
Çeşitli üniversitelerden ve liselerden bir araya gelen öğrenciler saat 12.30'da "YÖK'e rake, zanîng gehê rızgar bıke! / Xwendekaren lı dıji YÖK'e" pankartını açarak Beyazıt Meydanı’na yürüdüler. Sloganlarla meydana gelen kitleyi
"Soruşturmalara ve baskılara son. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim için YÖK'e hayır! / YÖK Karşıtı Öğrenciler" pankartı ile İÜ Merkez Kampüsü’nden çıkan öğrenciler karşıladı. Burada İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırma cezaları alan ve Demokrasi Nöbeti’nin 16. gününde olan öğrencilere destek konuşması gerçekleştirildi. Türkçe ve Kürtçe olarak okunan basın metninde üniversiteleri adım adım sermayenin talanına açan YÖK’ün, saldırıları hayata geçirebilmek için üniversiteleri kışlaya çevirdiği, kapitalizmin krizinin gençliğe bir gelecek vaat etmediği, eğitimde yaşanan değişimlerle birlikte gençliğin ucuz iş gücü olarak sermayenin kölesi olma ile karşı karşıya bırakıldığı vurgulandı. Bunun yanı sıra “açılım” adı altında atılmaya çalışılan adımların sahteliğine, yaratılan basıncının Kürt halkının yıllardır vermiş olduğu mücadelenin sonucu olduğu söylendi. Çözümün devlette değil Kürt halkının vereceği mücadelede olduğu vurgulandı. Kürtçe ve Türkçe okunan basın açıklamalarının ardından liseliler de konuşma yaptılar. Ekim Gençliği, DGH, YDGM, Beyazıt Gazetesi, DPG, DİP'li Öğrenciler, Tüm-İGD’nin örgütlediği eyleme PDG ve Ekmek ve Özgürlük destek verdi. Eyleme 300 kişi katıldı.
Üniversite Öğrencileri
YÖK Karşıtı Öğrenciler’den sonra eylemlerine başlayan "Üniversite Öğrencileri" Beyazıt Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirdiler. “Üniversiteler AKP’ye teslim olmayacak! / Üniversite Öğrencileri” ve “AKP = Paralı eğitim + Gericilik - Biz liseliler bu işte YÖK’üz – Üniversite öğrencilerinin yanındayız / Lise öğrencileri" pankartı açıldı. Merkez Kampüs’ten çıkan öğrencilerin de Beyazıt Meydanı’na gelmesi ile basın açıklaması okundu. Konuşmaların ardından kitle kapı önüne giderek burada sergilenen tiyatro gösterimini izledi. Eylem Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri. TKP ve EMEK Gençliği tarafından örgütlendi. İlkay Akkaya’da eyleme destek verdi. Eyleme 500 kişi katıldı.
5
Genç-Sen
Beyazıt Meydanı’nda gerçekleştirilen bir diğer YÖK protestosu Genç-Sen, Özgür Eğitim Platformu ve Tüm Öğrenci Velileri Derneği İstanbul Girişimi tarafından örgütlendi. GençSen alanda “Barınamıyoruz, ulaşamıyoruz, okuyamıyoruz, YÖK’e karşı yürüyoruz – 7 Kasım’da Ankara’da miting’deyiz! – Genç-Sen" pankartı ile yer alırken, ÖEB “Düşünüyorum öyleyse YÖK başaramadı / Özgür Gençlik Platformu” pankartını açtı. Öncelikle İÜ ana kapı önünde veliler gerçekleştirdikleri açıklamadan sonra Genç-Sen adına basın açıklaması okundu. YÖK’e karşı 7 Kasım günü Ankara’da gerçekleşecek eyleme çağrı yapılarak bitirilen açıklamada ÖEP de bir konuşma gerçekleştirdi.
Ankara:
6 Kasım günü Sakarya Caddesi’nde toplanan üniversite öğrencileri yürüyüşe geçerek Yüksel Caddesi’nde basın açıklaması gerçekleştirdiler. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı eylemde “ Eşit, parasız, bilimsel anadilde eğitim!”, “YÖK’e hayır!”, “Parasız eğitim parasız sağlık!”, “ YÖK kalkacak, polis gidecek üniversiteler bizimle özgürleşecek!” sloganları atıldı. 7 Kasım'da Ankara'da buluşan sendika ve gençlik örgütleri YÖK'ü protesto etti, eğitim sisteminin sorunlarına vurgu yaptı.
Eğitim-Sen, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Genç-Sen, TÖK, ÖV-DER, ÖEP, DİP Girişimi, Umut Kültür Derneği, HFÖD, YDG, DPG, SDH, Ekim Gençliği, YDGM, Kurtuluş Yolunda Dev-Genç, Devrimci Gençlik Birliği tarafından düzenlenen mitinge Eskişehir, İzmir, Kocaeli, Mersin, Samsun’dan öğrencilerin de aralarında bulunduğu yaklaşık 1000 öğrenci katıldı. Yürüyüşün en kitlesel kortejini 600 kişi ile Genç-Sen oluşturuyordu. Basın metninin okunmasından sonra söz Eskişehir’de 44 günlük mücadeleleri kazanım ile sonuçlanan ve işlerine geri dönen RENTA işçilerine verildi. Kitle işçilere “RENTA işçisi, direnişin simgesi!”, “Güler Zere’den RENTA’ya, direnenler kazandı!” sloganlarıyla destek verdi. Eylem grup Nena ve Grup Kutup Yıldızı’nın marşları ve türküleri son buldu.
İzmir:
Ege Üniversitesi
6 Kasım günü saat 12.00’de “Paralı eğitime ve geleceksizleştirmeye karşı eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” şiarlı ortak bir basın açıklaması gerçekleşti. Örgütleyici olarak DGH, DÖB, DPG, Ekim Gençliği, Ekmek ve Özgürlük, GençSen; destekleyici olarak DİP Girişimi imzalı basın metninin okunmasının ardından eylem sloganlarla ve aynı gün 17.00’da Bornova metro önünde başlayacak olan
6
merkezi eyleme çağrıyla sona erdi. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı.
Bir diğer eylem ise 12.30 da başlayan Eğitim-Sen’in desteklediği Öğrenci Kolektifleri, Emek Gençliği ve TKP’ nin örgütlediği “Üniversite Öğrencileri” imzasıyla yapıldı.
İzmir merkezli 6 Kasım eylemi
Saat 17.00’de Bornova Metro önünde gerçekleştirilen eylemde ortak pankartla birlikte örgütleyici olarak Genç-Sen, DGH, DÖB, Ekmek ve Özgürlük, destekleyici olarak gelen Dev- Lis ve Liseli Arkadaş’ın pankartları açıldı. Öğrencilerin bulunduğu Küçük Park’tan geçilerek Bornova meydana gelindi ve basın metni okundu. 7 Kasım Ankara eylemine çağrı yapılarak sona erdi. Eyleme yaklaşık 150 kişi katıldı.
Adana:
Çukurova Üniversitesi'nde rektörlük-polis işbirliğiyle gerçekleşen saldırılara rağmen 12 Eylül'ün ürünü YÖK kitlesel bir eylemle protesto edildi. 6 Kasım eylemi saat 12:15’te Son Durak Kafe önünde kitlenin toplanmasıyla başladı. Eylemde "YÖK’e Rakin Zaningeha Azadkin, Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim!” pankartı açıldı, yol kapatılarak yürüyüşe başlandı. Yemekhane önüne gelindiğinde basın açıklaması okundu. Eyleme yaklaşık 250 kişi katıldı.
Bursa:
İlk eylem 12.15’te Uludağ Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. İİBF – Sevgi Meydanı’nda toplanan yaklaşık 50 kişi “YÖK’e Hayır!” yazılı bir pankartla basın açıklaması yapıldı. Antikapitalist Öğrenciler, DGH, Dev-Genç, Devrimci Gençlik Birliği, Ekim Gençliği, Ekmek ve Özgürlük, Genç Sen, Genç Sol, ÖGD, SGD ve YDG’nin örgütlediği basın açıklamasının ardından çekilen halaylarla eylem bitirildi.
Şehir merkezinde meşaleli eylem
Saat 18.00’de şehir merkezinde aynı bileşen tarafından ikinci bir eylem daha yapıldı. Diğer bir eylem de Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, Emek Gençliği ve TKP tarafından gerçekleşitirildi. Eyleme de yaklaşık 70 kişi katıldı.
Eskişehir:
Ekim Gençliği, DPG, DÖB, DGH ve ODAK/Genç Direnişçi’nin örgütlediği eylem 6 Kasım günü Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’nde saat 12.00’de başladı. “YÖK’ü aşalım emperyalist-kapitalist sistemi yıkalım! / Üniversite Öğrencileri” pankartının açıldığı eylem coşkulu bir yürüyüşün ardından rektörlük önünde yapılan basın açıklamasıyla devam etti. Eyleme 90 kişi katıldı.
gerçekleştirildi. Merkezde yapılacak yürüyüşe ve Genç-Sen’in merkezi Ankara eylemine çağrı yapılarak basın açıklaması sloganlarla sonlandırıldı.
Aynı saatlerde Öğrenci Kolektifi, Gençlik Muhalefeti ve TKP Eğitim Fakültesi’nden Fen-Edebiyat Fakültesi’ne yürüyüş gerçekleştirdi.
Samsun merkezde YÖK protestoları
Aynı gün saat 13.00’te Genç-Sen, TMMOB Gençlik Komisyonu ve “Üniversite Öğrencileri” imzasıyla ayrı iki eylem örgütledi.
Samsun merkezde de iki ayrı eylem gerçekleştirildi. Saat 16.30'da Süleymaniye Geçidi'nde Genç-Sen ve TÖK tarafından gerçektirilen basın açıklamasında Cumartesi günü Eğitim-Sen, Genç-Sen ve TÖK tarafından gerçekleştirilecek olan merkezi Ankara eylemine çağrı yapıldı. Saat 17.30'da TKP, Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifi YÖK'ü protesto etmek için toplandı ve AKP İl Binası'na yürüdü.
Aynı saatlerde Rektörlük önünde bir basın açıklaması gerçekleştiren Genç-Sen, ardından yemekhane önünde halaylar çekerek eylemi sonlandırdı.
Edirne:
Trakya Üniversitesi’nde gerçekleştirilen iki ayrı eylemle 6 Kasım protesto edildi.
Saat 12.30’da Menza binası önünde gerçekleştirilen eylem küçük bir skeçle başladı. Ardından basın metni okundu. Eylem Ekim Gençliği, Emek Gençliği, TÖK, TÜÖD, Devrimci Gençlik Birliği, DGH, ÖDP’li gençler, Öğrenci Kolektifleri tarafından örgütlendi. KESK’e bağlı sendika temsilcileri, Trakya’da Birlik ve Dayanışma Derneği, YDG de eyleme destek verdi. Eyleme yaklaşık 80 kişi katıldı. TÜ’deki ikinci 6 Kasım eylemi ise 12.30’da Ayşekadın Yerleşkesi önünde TKP ve Gençlik Muhalefeti tarafından gerçekleştirildi.
Kocaeli:
Bu yıl Kocaeli’de üç ayrı YÖK eylemi gerçekleşti. Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Yerleşkesi'nde biraraya gelen yaklaşık 250 üniversite öğrencisi YÖK'ü protesto etti. Ayrıca YDGM ile Dev-Genç üniversitede , TKP'li Öğrenciler, Emek Gençliği ve Gençlik Muhalefeti de şehir merkezinde eylem gerçekleştirdiler.
Samsun:
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Saat 12.15’te YÖK’ün kuruluşunu protesto etmek amacıyla Genç-Sen’li öğrenciler Tıp amfileri önünde toplandı. Alkışlarla başlayan protesto eylemi hastaneye yürünerek devam etti. Eylemde “Eşit parasız bilimsel anadilde eğitim!” şiarlı pankart açıldı. Hastane önüne gelindiğinde basın açıklaması
Kütahya:
6 Kasım’da Ekim Gençliği, YDGM ve ÖGD, Eğitim-Sen Kütahya Şubesi ortak bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Eğitim-Sen Kütahya Şube Başkanı Abdullah Çiçek'in okuduğu basın metninde YÖK-sermaye ilişkisine vurgu yapıldı, anadilde eğitimden, özerk, demokratik, bilimsel üniversiteye kadar birçok talep dile getirildi.
Kayseri:
6 Kasım günü saat 13.00’de Erciyes Üniversitesi öğrencileri Kayseri İşçi Kültür Evi’nde buluştu. Toplantının sonucunda örgütlülüğün önemi ve Genç-Sen’in Kayseri’de de kurulması tartışıldı. Daha geniş katılımlı bir toplantı yapılıp Genç-Sen girişiminin oluşturulması konusunda düşünce birliğine varıldı. Toplantıya yaklaşık 30 kişi katıldı.
Trabzon
Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Öğrenci Kolektifleri kampüste gerçekleştirdikleri yürüyüşle YÖK'ü protesto ettiler. Kanuni Kampüsü'ndeki İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi önünde toplanan Öğrenci Kolektifleri sloganlarla rektörlüğe yürüdüler.
Bunların yanı sıra Çanakkale, Urfa, Diyarbakır, Hatay, Iğdır, Van, Mersin, Konya, Giresun, Bolu, Tokat, Manisa, Antep, Isparta, Elazığ, Tunceli kentlerinden de “YÖK’e hayır” sesleri yankılandı. Bu coğrafyada 40’a yakın ilde YÖK’ün kuruluş yıldönümü protesto ile karşılandı.
7
Ege Üniversitesi’nde “Çadır Kent” çalışması…
E
Nitelikli, sağlıklı, ücretsiz barınma hakkı istiyoruz!
ge Üniversitesi’nde barınma sorunuyla ilgili bir hafta süren “Çadır Kent” başlıklı yoğun bir çalışma yapıldı. Barındırdığı birçok eksikliğe rağmen bu çalışmanın, Genç-Sen’in çalışma pratikleri içerisinde anlamlı bir deneyim oluşturduğunu düşünmekteyiz.
Ege Üniversitesi Genç-Sen, barınma sorununu ele alan iki söyleşi yaptı. Bu söyleşilerde barınma sorununun ticarileşen eğitimin dolaysız sonucu olduğu, kapitalist sistemin eğitim alanını kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürürken barınma ihtiyacına da el attığı, barınma ihtiyacını kendi kâr alanı olarak değerlendirdiği dile getirildi. Bu durumun öğrencilerin karşısına pahalı, sağlıksız yurtlar, özel yurtlar ve fahiş fiyatlarda kiralar olarak çıktığı tespit edildi. Güncel olarak da yurtlarda yapılan tadilatlar ve yurt kontenjanlarının artırılmaması sonucu öğrencilerin barınma hakkının gasp edildiği vurgulandı. Tüm bu olgular ışığında barınma sorununu ele alırken, yurt kontenjanlarının artırılması, nitelikli-sağlıklı-ücretsiz barınma hakkı ve parasız eğitim taleplerinin sahiplenilmesine karar verilmiştir. Bu talepleri geniş öğrenci kitlelerine taşımak için de pratik faaliyet tartışılmış ve sahiplenen talepler doğrultusunda dilekçe toplanmasına karar verilmiş ve “Çadır Kent” oluşturulmuştur.
Sağlıklı, nitelikli, ücretsiz barınma hakkı için Çadır Kent!
Çadır Kent kurgusuyla amaçlanan, barınma sorununu gündemleştirebilmek, kullanılan alanda film gösterimleri, söyleşiler, müzik dinletileri gerçekleştirerek öğrencilerin dikkatini çekebilmek, öğrencileri Çadır Kent’in sakinleri yaparak, sürecin öznesi olmalarını sağlamak ve barınma sorununu güçlü bir biçimde işleyebilmekti. Nitekim belli eksiklikleriyle beraber bu amaca uygun işlevini yerine de getirdi. Çadır Kent’in ilk gününde öncelikle teknik aksaklıklardan (elektrik, çadır sayısı, materyaller…) kaynaklı sadece çadırların yerleştirilmesi aşaması hayata geçirilebildi. Her geçen gün yeni çadırlar ve sakinler eklenerek yola devam edildi. Çadır Kent çalışmasının öncelikli sıkıntısı ise maddi açıdan yaşandı. Belli bir maddi kaynak gerektiren Çadır Kent çalışmasının okula yeterince yaygın bir şekilde duyurusu yapılamadı. Daha sonra kullanılmış dövizler değerlendirildi, duyuru dar bir alana da olsa yapılmış oldu.
Öte yandan Çadır Kent çalışmasıyla onlarca öğrenciye ulaşıldı, çoğu öğrenci çalışmanın bir parçası yapıldı. Çalışma içinde onlarca öğrenci Genç-Sen’e üye oldu. Belli aksaklıklar da olsa gerçekleşen söyleşiler, film gösterimleriyle, müzik dinletileriyle hem sosyal ortam geliştirildi, hem de anlamlı tartışmalar yapıldı. Çadır Kent faaliyetinin ardından yapılan barınma sorunu gündemli yürüyüşle faaliyet noktalandı. 6 Kasım çalışmalarına hız veren Genç-Sen, barınma sorununu bu kapsamda ele almaya devam etmektedir.
Küçük-burjuva bakışın darlığı ve Genç-Sen
8
Çadır Kent’in kendi başına varlığı bile okul içerisinde gündem olmasını sağlamıştır. Ne var ki, Çadır Kent
sakinleri olan Genç-Sen üyelerinin pratik faaliyeti planlamada yaşadıkları sıkıntı ve faaliyete gösterilmeyen ilgi çalışmanın zayıf yönleridir. Devrimci Genç-Senliler olarak çadır kent faaliyetinde yönlendirici olmuş, pratik faaliyetlerin planlanmasından bunların yapılmasına, çevre düzenlemesinden kolektif yaşayışa dek uzanan bir yelpazede müdahaleler gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Böyle bir durumun yaşanması bizleri şaşırtmıyor. Zira Genç-Sen içerisindeki söz konusu siyasi gençlik örgütlerinin okullarda – Genç-Sen çalışması dışında- sistematik bir çalışması bulunmamaktadır. Böylesi bir çalışma içerisinden gelmeyen, ayrıca küçük burjuva, reformist bakışlı grupların çalışmanın bütününe hakim olması ve planlamaları hayata geçirme yönlü sorumluluğun yerine “tavla oynamayı” tercih etmeleri son derece doğaldır. Ancak bizler kimsenin bakışlarından kaynaklı bu doğallığın arkasına saklanmasına izin vermeden sekiz gün boyunca ısrarla bu tutumları mahkum ettik. Genç-Sen bileşenlerinin çalışmanın bütününe karşı ilgisizliği ve sorumsuzluğu bizi atalete düşürmedi. Aksine, geniş kitleler önünde bu tutumun teşhirini yaparak, Genç-Sen içerisindeki reformist, küçük burjuva bakışın her daim karşısında olduğumuzu dosta düşmana göstermiş olduk.
Deneyimlerle daha da ileriye!
Genç-Sen’in barınma sorunu üzerine yaptığı faaliyet aktardığımız sıkıntıları taşısa da geçen yıllarda ortaya konulan pratiğe göre bir adım ileridedir. Bu çalışmayla Genç-Sen alanın ihtiyaçları noktasında harekete geçmiş ve alanı örgütleme bakışıyla çalışmalarını planlamıştır. Şimdi Genç-Sen’in önünde oldukça anlamlı olan bu deneyimleri daha da ileriye taşımak sorumluluğu durmaktadır.
Devrimci Genç-Senliler olarak Genç-Sen’in şu an Ege Üniversitesi’nde yakaladığı ivmeyi kitle tabanına oturtarak artırmak, Genç-Sen’in tabandan örgütlenerek, alanın ihtiyaçları doğrultusunda çalışmalar örmesi için müdahalelerimizi ısrarla gerçekleştirmeye devam edeceğiz. Deneyimlerin ışığında yolumuzu yürüyecek, birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi geliştirme sorumluluğunun gereklerini yerine getireceğiz.
Ege Üniversitesi’nden Devrimci Genç-Senliler
Hareketin ihtiyaçlarına cevap veren ortak bir araç:
Parasız Eğitim İstiyoruz Platformu
Y
az dönemi birçok üniversite öğrencisinin ve üniversite öğrencisi adayının gündemine harçlara yapılması öngörülen zamlar oturmuştu. Kriz gerekçesiyle işçiye, memura, emekliye % 3 ila % 4’lük zamlar dayatan sermaye iktidarı, üniversite harçlarına % 8 ila % 500’lük zam öngörmüştü. Burjuvazinin has uşağı AKP hükümetinin ve 12 Eylül askeri faşist darbesinin üniversitelerdeki postal izi YÖK’ün bu dayatması, üniversitede okuyan işçi emekçi çocuklarının yüksek öğrenimden mahrum bırakılması anlamına geliyordu. Eksikliklere ve parçalı tabloya rağmen birçok öğrenci gençlik örgütü sürece müdahale ederek, zam oranlarının % 8’e geri çekilmesini sağladı.
karşı belli ölçülerde müdahale etme şansı yakalanabilmiştir.
Öğrenci gençliğin ileri politik unsurları büyük ölçüde yaz dönemi böyle bir mücadele pratiği içerisinden geçtiğinden kaynaklı döneme daha diri girebilmiştir. Üniversiteler açıldığından bu yana birçok üniversitede bazı elzem sorunlara
Bu bağlamda eğitimdeki ticarileştirme ve piyasalaştırma çabalarından Trakya Üniversitesi de payına düşeni belli ölçülerde almaktadır. Yıllardır okulumuzda harç parası ile birlikte 60 liralık “zorunlu bağış” adı altında ekstra bir para öğrencilerden toplanmaktadır. Bu para banka hesaplarında harç parası ile aynı hesapta alındığı için birçok öğrenci ekstradan böyle bir paranın alındığından habersizdir. Tabi ki üniversitemizdeki sorunlar sadece bununla bitmemekte ve diğer üniversitelerde de yaşanan ulaşım, yemek, barınma, teknopark, idare-polis-ÖGB baskısı vb. birçok sorunla karşılaşmaktayız. Yukarıda sıraladığımız birçok sorun orta yerde durduğu ve öğrenciler bu sorunlarla boğuştuğu için Trakya Üniversitesi’ndeki siyasal gençlik örgütleri ve öğrenci gençlik içerisindeki ileri politik unsurlar bir araya geldik. Geçmişle hesaplaşmanın yanı sıra, yaşanılan sorunlar çerçevesinde yoğun tartışmalar yürüttük. Bu tartışmalar sonucunda bu sorunlara karşı nasıl bir yöntemle müdahale edeceğimizi ve nasıl bir politik hat izleyeceğimizi kararlaştırdık. Bu tartışmaları en geniş bileşenle almaya özen gösterdik. Fakat bazı toplantılarda siyasal gençlik örgütlerinin temsilcilerinin toplantılara olan ilgisizliği dikkat çekiciydi. Bu bir yanıyla ileri politik unsurlardaki apolitikliğin, bir yanıyla da yine bu unsurların alana olan ilgisizliğinin bir göstergesi anlamına gelmekteydi bizim açımızdan. Tüm bunlara rağmen elimizden geldiği ölçüde en geniş bileşenle hareket etmeye çalıştık ve bu çerçevede öğrencilerin yaşadığı sorunlarla mücadele edebilmek için esnek bir platform kurma kararı aldık. Parasız Eğitim İstiyoruz Platformu adıyla kurduğumuz platform ilk olarak ortak sorunlara karşı mücadelenin bir aracı olması amacıyla hareket etmekte ve bu çerçevede üniversite içinde öğrenci muhalefetini yükseltmek ve güçlü bir mevzi kazanmak hedefiyle çalışmalarına sürdürmektedir.
Bu minvalde PEİP, içindeki tüm bileşenlerle ortak hareket etmektedir. İlk olarak PEİP, elzem bir sıkıntı olarak gördüğü harç paralarıyla beraber alınan 60 liralık “zorunlu bağış”ları ön plana alan fakat üniversitede yaşanan ulaşım, barınma, yemek, teknopark gibi sorunlara da değinerek bir mücadele programı belirledi. İlk elden yerleşke önlerinde stantlar açılarak 60 liralık “zorunlu bağış”lara karşı bir imza kampanyası düzenlendi. Bununla beraber, üniversitelerde yaşanan tüm sorunların kaynağının eğitimin ticarileştirilmesi yönündeki politikalar olduğunu belirten ve Trakya Üniversitesi’nde öğrencilerin karşılaştığı sorunları anlatan, PEİP imzalı bildirilerimizi dağıttık. Kitle çalışmasının dışında PEİP, 60 liralarla ilgili hukuki yönden de mücadele etme kararı aldı. Bunun için de ilk olarak PEİP bileşeni yaklaşık 10 öğrenci rektörlüğe dilekçeler yazarak, toplanan bu 60 liralarının neye dayanarak alındığını, ne için kullanıldığını vb. soruları sordular. Gelecek cevap doğrultusunda da PEİP bileşenleri konuyla ilgili dava açmayı düşünmektedir.
Eğitimin ticarileştirilmesinin somut yansımalarına karşı mücadele etme iradesini ortaya koyan PEİP, hareket-örgüt diyalektiği çerçevesinde dar grupçu kaygılardan uzak bir şekilde çalışmalarını yürütme iradesiyle, iddialı bir tavırla bu zorlu süreci ilmek ilmek örmek için gayret göstermektedir. Hareketin örgütlendiği zemin açısından PEİP belli eksikliklere sahip bir durumda olsa da geçmiş deneyimler ve yaşanan ya da yaşanılacak deneyimler ışığında daha iyi bir noktaya gelecektir. Yıllardan sonra belli eksiklikleri ve aksaklıkları olsa da ilk kez bu kadar iddialı ve kararlı bir birliğin oluşturulması Trakya Üniversitesi’nin mücadele tarihi açısından önemli bir yerde durmaktadır. Bundan sonraki süreçte de karşımıza çıkan sorunlara, önümüzde duran gündemlere müdahale edip, sorunlara karşı çalışmalar yürütmek için platformda etkin bir şekilde yer alan genç komünistler olarak elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Edirne Ekim Gençliği
9
n e d r e l e t i Ünivers r e l r e b a h Adana Ekim Gençliği faaliyetlerinden...
Adana Ekim Gençliği yaklaşık 1 aydır sürdürdüğü çok yönlü faaliyetin bir parçası olarak 6 Kasım sürecini, bir yandan güçlü bir ajitasyon-propaganda faaliyeti diğer yandan da etkin bir kitle çalışmasına konu etti. 6 Kasım’da gençliği alanlara çağıran Ekim Gençliği imzalı afişler yaygın olarak kullanıldı. Şehrin merkezi güzergahlarına yapılan afişler son dönemlerde ilde kullanılan tek 6 Kasım afişleriydi. Ayrıca Ekim Devrimi’nin yıldönümü ve sosyalizmin güncelliği temelinde yürütülen faaliyet yeni araçlar kullanılarak sürdürülüyor.
YTÜ'de 6 Kasım hazırlıklarından...
YTÜ'de Ekim Gençliği 6 Kasım faaliyetleri kapsamında merkezi materyalleri yoğun bir biçimde kullanarak çalışmalarını sürdürdü. Afişler ve bildirilerinin yanısıra duvar gazeteleri ile YÖK, geçmişi ve bugünü ile üniversite öğrencilerine teşhir edildi. Ayrıca Ekim Gençliği'nin 120. sayısının YÖK ve 6 Kasım konulu kapak yazısı üzerinden bir tartışma gerçekleştirildi. “YTÜ Öğrencileri” imzası ile başlatılan ortak kampanya kapsamında ise YTÜ’de kimlik kartlarının, turnikelerden elektronik kartlı geçişin sağlanması ve zorunlu bankamatik kartı olarak kullanılması (Yıldız Elektronik Kart-YEK) uygulamasına karşı çalışmalar sürüyor.
İzmir’de 6 Kasım’a çağrı
6 Kasım çağrısı İzmir üniversitelerinde yürütülen yaygın çalışmayla gençliğe ulaştırıldı. 4 Kasım Çarşamba günü DEÜ’de 6 Kasım’a çağrı etkinliği yapıldı. Ayrıca etkinlikte Yenikapı Tiyatro topluluğunun “palto” adlı oyunu ve Ay Işığı Tiyatro işçilerinin şiir dinletileri ilgiyle izlendi. Ardından sokak Orkestrasının
10
söylediği marşlarla etkinlik sonlandırıldı.
Ege Üniversitesinde gerçekleştirilen etkinlikte tiyatro oyunu ve şiir dinletisinin ardından paralı eğitim ve geleceksizliğe vurgu yapan ve kapitalist sistemin eğitim alanında uyguladığı politikalara karşı, kapitalizme karşı mücadeleye çağrı yapan bir konuşma gerçekleştirildi. Konuşmanın ardından Genç-Sen müzik grubu sahne aldı.
Erciyes Üniversitesi'nde 6 Kasım bildirisi
Erciyes Üniversitesi'nde Ekim Gençliği imzalı yaklaşık 2 bin YÖK bildirisini üniversitede dağıtıldı. Uzun süredir devrimci faaliyetin büyük bir kısırlık içinde olduğu Erciyes Üniversitesi'nde YÖK’e ilişkin bildiri dağıtımı yapılması birçok öğrenci tarafından şaşkınlıkla ama aynı zamanda sevinçle karşılandı.
Eskişehir'de 6 Kasım faaliyetleri
Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’nde Ekim Gençliği satışı ve 6 Kasım propagandasıyla başlatılan faaliyet, afiş ve bildiri kullanımı ile sürdü. 2 Eylül kampüsünde ise, bu yıl hazırlık binalarının taşınmasıyla birlikte ortaya çıkan ulaşım sorunu öğrencilerin gündeminde olanca ağırlığıyla duruyor. Ekim Gençliği de ulaşım sorunuyla ilgili hazırlanan bildiri, afiş ve 6 Kasım materyalleriyle birlikte sorunu gündemleştirerek 6 Kasım çağrısını öğrencilere ulaştırdı.
Kocaeli Üniversitesi'nde YÖK Karşıtı çalışmalardan...
Kocaeli Üniversitesi'nde YÖK karşıtı çalışmalar ''barınma hakkı'' bildirileri ile başlamıştı. Çalışmalar Ekim Gençliği satışı ile YÖK düzenini ve eğitimin ticarileşmesini teşhir eden bildirilerin dağıtımı ile devam etti. 24 Ekim Cumartesi günü Kocaeli Eğitim-Sen'de 12 Eylül faşist darbesini ve sonrasında hayata geçirilen neo-liberal yıkım politikalarını tartışan bir söyleyişi gerçekleştirildi.
İTÜ Ekim Gençliği faaliyetlerinden...
6 Kasım süreci ile ilgili hem Maslak’ta hem de Maçka’da “YÖK düzeninin krizine ve geleceksizliğine karşı 6 Kasım'da alanlara” şiarlı Ekim Gençliği afişleri yaygın olarak kullanıldı. Ayrıca Ekim Gençliği’nin son sayısının İTÜ’de satışı gerçekleştirildi
MSGSÜ'de Ekim Gençliği faaliyeti
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde 6 Kasım sürecinde “Yök düzeninin krizine ve geleceksizliğine karşı 6 Kasım'da alanlara” şiarlı Ekim Gençliği afişleri yaygın olarak kullanıldı. Ayrıca Fındıklı kantininde açılan standla Ekim Gençliği dergisi MSGSÜ öğrencilerine ulaştırıldı. 6 Kasım faaliyetlerinin yanısıra kampüste bulunan "Polisi sevimli gösterme standı"na karşı da faaliyet yürütüldü.
OMÜ’de faşist ÖGB saldırısı!
5 Kasım günü Öğrenci Kolektifi, Gençlik Muhalefeti ve TKP tarafından Fen-Edebiyat Fakültesi önünde YÖK düzenini eleştiren sokak tiyatrosu ve müzik dinletisi gerçekleştirildi. Etkinliğin ardından ajitasyon konuşmaları gerçekleştirildi. Daha sonra fakülteye girilerek toplu şekilde bildiri dağıtılmaya başlandı. ÖGB, dağıtıma müdahale ederek bildirleri almaya kalkıştı. Bildirileri vermek istemeyen öğrencilere saldırdı. Yaşanan arbede esnasında güvenlik görevlileri bir öğrencinin kafasına sandalyeyle vurdu. ÖGB şefiyle yapılan tartışmada ÖGB’nin tavrı teşhir edildi.
Eskişehir Genç-Sen faşist saldırılara karşı eylemdeydi!
Gençlik Federasyonu açlık grevinde
Genlik Federasyonu 12 Eylül askeri darbesinden 1 yıl sonra 6 Kasım 1981'de kurulan YÖK’ün politikalarını protesto etmek için 4 Kasım Çarşamba günü Abdi İpekçi Parkı'nda açlık grevine başladı. 3 gün süren açlık grevi boyunca parkta bildiri dağıtımları yapıldı, emekçilere YÖK’ün kime hizmet ettiği anlatıldı. 6 Kasım Cuma günü saat 12:00'de sonlandırılan açlık grevinin ardından saat 13:00'te Abdi İpekçi Parkı’nda yapılacak basın açıklaması sonrası meclise yüründü.
Genç-Sen çalışmasına polis saldırısı
4 Kasım günü Adana Genç-Sen bileşenleri 7 Kasım tarihinde gerçekleşecek merkezi Ankara eylemine çağrı yapan “Üniversiteler bizimle özgürleşecek!” şiarlı bildirileri R1- R2 dersliklerine dağıttıkları sırada Devrimci Genç-Senliler’den bir kişi gözaltına alındı. 4.5 saat karakolda tutulan Devrimci Genç-Senli para cezası kesilerek serbest bırakıldı.
Bursa Genç-Sen stand açtı!
6 Kasım’ın yaklaşmasıyla beraber Bursa Genç Sen de hazırlıklarını yapmaya başladı. Çeşitli araçlarla 6 Kasım günü üniversitede yapılacak olan eyleme yönelik çağrıda bulunan Genç Sen herhangi bir politik standın açılamadığı Uludağ Üniversitesi’nde stant da açtı.
Genç-Sen: “Üniversiteler bizimle özgürleşecek!”
Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) 28 Ekim akşamı Beyoğlu Tünel'den Taksim Tramvay Durağı'na gerçekleştirdiği yürüyüşle üniversitelerde yaşanan faşist saldırıları ve polis terörünü protesto etti. YÖK'ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım'da alanlara çıkma çağrısı yaptı.
Sen üyeleri tarafından protesto edildi.
26 Ekim günü Anadolu Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırı ve Türkiye’nin bir çok yerinde süren saldırılar saat 18:00’de Adalar Migros önünde bir araya gelen Genç-
Faşist saldırıya kitlesel tepki!
Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’nde 26 Ekim günü Ekim Gençliği okuru iki kişinin faşistler tarafından saldırıya uğramasının ardından, 27 Ekim Salı günü devrimci ve demokrat öğrenciler faşist saldırıyı, gerçekleştirdikleri eylemle protesto etti. Saat 12.30’da İİBF önünde toplanan devrimci-demokrat öğrenciler ajitasyon konuşmaları eşliğinde kantinde oturan faşist bir grubu teşhir ettikten sonra rektörlüğe yürüdü. Öğrenciler rektörlük önünde gerçekleştirdikleri basın açıklamasında Türkiye genelinde son dönemde şovenist havanın tırmandırıldığını söylediler.
KTÜ'de İsrail Büyükelçisi protesto edildi
Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde İsrail Büyükelçisi'ni protesto eden KTÜ Öğrenci Kolektifi polisin saldırısına maruz kaldı daha sonra da gözaltına alındı. Öğrencilere ilk olarak ÖGB tekme ve tokatlarla saldırdı. Birçok öğrenci çesitli yerlerinden yaralanırken bir öğrencinin kafası yarıldı, bir öğrencinin de parmakları ezildi. ÖGB'nin saldırısını püskürten KTÜ Öğrenci Kolektifi bu kez oturma eylemi başlatarak yaşanan saldırıyı protesto etmek istedi. Oturma eylemi esnasında da polis tekrar öğrencilere saldırarak 30 öğrenciyi gözaltına aldı. Yapılan protesto eylemi sonrası Büyükelçi Levy'nin KTÜ Rektörü'yle görüşemeden üniversiteden ayrıldığı bildirildi.
11
DTFC'de faşist saldırı
2 Kasım günü Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğraya Fakültesi'nde devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilere bir grup faşist sadırdı. Yemekhanede meydana gelen saldırı öğlen saatlerinde gerçekleştirildi. Faşistlerin saldırısını geri püskürten öğrenciler saat 17.30'da okuldan toplu çıkış yaptı. Çevik kuvvetin, DTFC bahçesinde kurduğu barikat ile faşistleri koruduğu çatışma sonrasında, devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler, okulun önünde saldırıya karşı dayanışmaya gelen diğer öğrencilerle birleşerek sloganlarla Sakarya Caddesi'ne doğru yürüdü. Yapılan açıklamada, saldırının dışarıdan gelen bir grup tarafından provakasyon amacıyla düzenlendiğini belirtildi.
İstanbul meslek odalarından “Demokrasi Nöbeti”ne destek!
İstanbul Üniversitesi’nde “afiş asmak”, “eyleme katılmak” vb. gerekçelerle toplam 14 yıl 9 ay uzaklaştırma cezası alan öğrencilerin Beyazıt Kampüsü ana giriş kapısı önünde başlattığı '”Demokrasi Nöbeti” ne destek ziyaretleri gerçekleştirildi. “Demokrasi Nöbeti”nin 9. gününde öğrencilere destek ziyareti gerçekleştiren İstanbul Tabip Odası, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Dişhekimleri Odası, İstanbul Veteriner Hekimleri Odası, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Öğretim Üyeleri Derneği ve İstanbul Serbest Muhasebeciler Mali Müşavirler Odası yöneticileri gerçekleştirdikleri ortak bir basın açıklamasıyla, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nü, öğrencilere yönelik verdiği cezaları geri almaya, üniversitelerde yaşanan sorunların çözümünde demokratik teamüller üzerinden hareket etmeye ve üniversitelerde akademik-bilimsel-yönetsel özerkliğin sağlanması yönünde adımlar atmaya davet etti.
Kamp-Üs çalışmalarından...
İstanbul Üniversitesi’nde kullanılan yerel yayın Kamp-Üs dergisinin çalışmaları sürüyor. 23 Ekim Cuma gerçekleştirilen tanışma toplantısında, derginin çıkış amacı ve geçtiğimiz dönem gerçekleştirilen çalışmalar anlatıldı. Bu sene neler yapılabileceğini tartışıldı. Yeni sayının gündemlerine dair yazılar belirlendi.
12
Ege Üniversitesi’nde çadır kent çalışması
Ege Üniversitesi’nde Genç-Sen’in barınma sorunu çalışması kapsamında oluşturulan çadır kentte çalışmalar çok yönlü olarak sürdürüldü. Müzik dinletisi, film gösterimi, tiyatro oyunlarının yanında dilekçe toplandı, 6 Kasım’a çağrı etkinlikleri gerçekleştirildi. Ayrıca Gençsen “Barınma sorunu ve Genç-Sen” başlıklı söyleşi gerçekleştirildi. TÜM-TİS üyesi işçiler ve İzmir Dev-Lis’te çadır kente destek ziyaretinde bulundu.
Üniversitemize ve özgürlüklerimize yönelik saldırlar boşa düşürülecektir!
Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe Kampüsü'nün jandarma bölgesi olmaktan çıkıp polis bölgesi durumuna gelmesi ile, devrimci faaliyeti engellemeye dönük saldırılar hız kazandı. Bu senenin başından beri afiş asılması, masa açılması ÖGB tarafından engellenmeye çalışılmıştı. Ancak kararlı duruş karşısında bu saldırılar hız kesti. Geçen hafta bir faşistin, yine afiş asan öğrencilere yönelik provokatif girişimi sonuçsuz kalmıştı. Ancak hem 29 Ekim tatilinin yaklaşmasını fırsat bilerek hem de 6 Kasım ve YÖK gündemi üzerinden üniversitede çalışmanın hız kazanması ile rektör ve polis işbirliği içinde siyasal faaliyete yönelik 27 Ekim günü saldırıda bulunuldu. Yaşanan devlet terörü akşam saatlerinde Yüksel Caddesi'nde protesto edildi.
Devrimci-demokrat öğrencilere YDGM saldırısı!
23 Ekim günü, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Demokratik Gençlik Hareketi tarafından afiş haline getirilerek asılan Demokratik Haklar Federasyonu'nun “Barış Sosu İle Kürt Ulusuna Yedirilmek İstenen, Zehirli Teslimiyet Lokmasıdır” başlıklı açıklaması, Yurtsever Demokratik Gençlik Meclisi tarafından Kürt hareketine hakaret içeriyor gerekçesi ile indirilmişti. 26 Ekim günü sabah saatlerinde itibaren DGH'liler tarafından afişler tekrar asıldı. YDGM'liler ise toparlanarak afişleri indirme dayatmasında bulundu. Afişlerini savunan DGH'lılara ve saldırıya engel olmak isteyen aralarında Ekim Gençliği okurlarının da bulunduğu devrimci, demokrat öğrencilere sopalı bir saldırı gerçekleştirildi. Saldırının ardından gerginlik sürerken DGH'lılar tekrar afişlerini asarak çalışmalarını savundular. Ancak bu kez YDGM'lilerin müdahelesi daha sert oldu. Bunu üzerine DGH'lılar gerginliği yatıştırmak için afişlerini indirerek okuldan ayrıldılar.
Tercih sırası geleceğin öğretmenlerinde…
Öğreteni öğüten düzene karşı mücadeleye!
Biraz aralayalım geçmişin tozlanmış perdelerini ve ilkokulumuzun pencerelerini açalım. İlk defa oturduğumuz sıraları, ilk tanıştığımız arkadaşlarımızı, o tahtayı, tebeşiri ve elbette ki ilk öğretmenimizi nasıl unutabiliriz ki?
İlkokula giden bir çocuğun belki anne babasından ve çevresindeki tüm büyüklerden daha ayrı bir yere sahiptir öğretmen. Çünkü ona harfleri, harflerden kelimeler oluşturmayı öğretmiştir. Acıları, sevinçleri kelimelerle anlatmayı, resim çizmeyi, oyun oynamayı öğretmiş, pek çok sürece katılmamıza yardımcı olmuştur öğretmenimiz. Büyüdük, daha büyük sıralarda daha büyük kelimeler öğretildi. Ve belki bizler de öğretmenimizden öğrendiğimiz “öğretme” isteğiyle kendimizi bu alanda ifade etmeye karar verdik, “öğretmen” olmayı seçtik! Ne kadar da “kutsal” bir meslek! Geleceği ilmek ilmek örmek; bugünün yarını olacak bir nesile bugünden şekil vermek, onları güvenli bir gelecek için yönlendirmek! Geçmişin pencerelerini kapatıp bugünkü gerçekliğimize baktığımızda tablonun ne kadar da karanlık olduğunu görebiliyor muyuz acaba? Bugün sözleşmeli, ücretli, vekil öğretmenlik adı altında öğretmeni öğüten uygulamalarla karşı karşıyayız. Düzenlilik ve süreklilik gerektiren öğretmenlik mesleği her yıl yenilenmesi gereken ve uzun süreli olmayan sözleşmelerle idame ettirilmeye zorlanmaktadır.
İlköğretimden itibaren düşünmeyen, üretmeyen beyinler yetiştirmek isteyen düzen, geleceği yarınlara taşıyacak olan öğretmenleri de kendi sürekliliğini sağlamak üzere şekillendirmek istiyor. Bugün bizlere “öğretmenler gününde” öğretmenlik kutsal meslek naraları atan, aynı zamanda öğretmenlik mesleğinin içini boşaltarak öğretmenleri “kısmi geçici zamanlı öğreticiler” yapan, hep aynı maskelerin ardına saklanan aynı yüzlerdir. Fakültelerimizden mezun olduktan sonra bize diplomalı işsizliği dayatan, KPSS-ALESS-ÜDS gibi sınavları gelecek gibi gösteren, sıra arkadaşımıza bile rakip gözüyle bakmamıza neden olan, sahte umutlar vadeden de hep aynı yüzlerdir. Bu sistemin uygulayıcılarından olan eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, sözleşmeli öğretmenlerle kadrolu öğretmenler arsında fark olmadığını söyleyebiliyor. İsterseniz bu uygulamanın maddelerinden sadece birkaçına bakarak bir de biz karar verelim fark olup olmadığına. • Sözleşmeli öğretmenin özür durumu hariç, il içi ve il dışı tayin hakkı yoktur. Kadrolulara bu hak tanınmaktadır. • Sözleşmeli öğretmenin ek dersinden SSK kesintisi yapılmaktadır. Kadrolularda böyle bir uygulama söz konusu değildir.
• Sözleşmeli öğretmenlerin eş, çocuk, doğum yardımları yoktur. Fakat bu kadrolulara tanınmaktadır.
• Sözleşmeli öğretmenler de kadrolular gibi “temel ve hazırlayıcı eğitim kursları” almalarına rağmen, kadroluların stajyerliği kalkarken, bu eğitim sözleşmelilere “mesleki eğitim” adı
altında verilmektedir.
• Sözleşmeli öğretmenlerin sözleşmeleri her yıl ocak ayında yenilenmektedir. Yani sigorta dahil her sene girişçıkış yapılmaktadır. Uzun süreli sözleşme yapılmamaktadır.
• Sözleşmenin 13. maddesinin D bendinde; “Personelin sözleşmesi, norm kadronun gerektiği öğretmen temin edildiğinde veya sözleşmeli personel ihtiyacı ortadan kalktığında sözleşmesi feshedilir” denilmektedir. Bu madde hala yasal olarak geçerliliğini korumaktadır. Bu madde iş garantisinin olmadığının resmi kanıtıdır. • Sözleşmenin 13. maddesinin Ğ bendi; “Eğitim ve öğretim devam ettiği dönemde aralıksız iki aylık süre zarfında sözleşme ücreti karşılığı ders yükünün doldurulamaması durumunda sözleşmesi feshedilir” şeklindedir. Bu da iş garantisinin olmadığının garantisidir.
“Sayın” bakanın dediği gibi sözleşmeli ve kadrolu personel arasında görünürde fark yoktur. Çünkü ikisi de aynı işi yapmaktadır ve ikisi de bakanlık tarafından KPSS sınavına göre atanmaktadır. Ancak aynı işi yapıyor olmalarına rağmen aynı maaşı alamıyor, aynı haklardan yararlanamıyor olduklarını açık bir şekilde görebiliyoruz.
4 yıl okuyup da sözleşmeli olarak da atanamazsak üzülmeyelim. Bize güzel gelecek vadeden “sayın büyüklerimiz” bunun için de bir çözüm üretmişler: Ücretli öğretmenlik! İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri’ne başvuru yaparak, Kaymakamlık onayının alınması ile ancak açık kontenjan varsa görevlendirme yapılarak girdiğiniz ders saati üzerinden ücret alarak çalışabilirsiniz. Görev yaptığınız okulda keyfi sınav uygulamaları ile karşı karşıya kalabilir, bazen müdürün çayını odasına götürmek üzere çağrılabilir, açık olan kontenjan dolduğunda ise her an kapının önüne konulabilirsiz. Dahası öğretmen kartı alamaz, bu nedenle toplu taşıma ücreti dahil hiçbir indirimden yaralanamazsınız. Bu şekilde yaşamaya mecbur olmak, öğretmenlerin ekonomik, sosyal, psikolojik çöküşüne neden olmaktadır. 2006-2007 eğitim-öğretim döneminde, yedi ücretli öğretmen atamalarının yapılamaması sonucu yaşadığı bunalımla intihar ederek yaşamına son verdi. Tüm bu gerçek gözlerimizin önünde dururken, bizlere geleceksizliği vaat eden, kırıntılarla avunmamızı isteyenlere karşı tercih yapmak zorundayız. Evet, tercih sırası şimdi biz geleceğin öğretmenlerinde! Ya sözleşmeli, ücretli öğretmenliği, yani güvencesiz çalışmayı tercih edeceğiz ya da haklarımıza sahip çıkacağız. Ya bize dayatılan geleceksizliği kabul edeceğiz, ya da geleceğimizin kendi ellerimizde olduğunu bilerek harekete geçeceğiz ve geleceğimizi kazanacağız… Eğitim Fakültesi’nden bir EG okuru
13
Genç-Sen’in bürokratik ve dayatmacı yaklaşımları yerellerde karşımıza çıkıyor... Eskişehir’den Devrimci Genç-Senliler: “EHP Gençliği bürokratizmin sınırlarını aştı!”
Eskişehir Genç-Sen’de EHP çevresi ve yeni üyeler dışında bütün Genç-Sen üyelerini dışlayan, eylem haberlerinin dahi dağıtılan bildirilerden alındığı bir süreç yaşanıyor. Yeri geldiğinde tüzüğü dayanak göstererek kendi çizgisini dayatan liberal-bürokrat EHP Gençliği, yeni dönemin başlamasından bu yana toplantı almamış (kendi üyeleri ve çevresi dışında), ÜYK toplantılarını dahi gerçekleştirmemiş, görüş ve önerilere kulaklarını tıkayarak ve hatta kimsenin haberi olmadan Genç-Sen adına eylemler, çalışmalar örgütlemiştir. Genç-Sen’in gerçekleştirdiği eylemlerin bilgisinin Devrimci Genç-Senliler’e ulaşmadığı ve toplantıların yapılmadığı uzunca bir şüreç yaşandı. Bunun üzerinden EHP Gençliği ile gerçekleştirilen görüşmede karar alma toplantılarının ve eylem haberlerinin ulaşmadığı ifade edildiğinde ve bunun nedeni sorulduğunda, mesaj yollayan arkadaşın “gözden kaçırdığı” ya da mesaj yollarken bir “karışıklık” olduğu cevabı alındı.
Aynı tartışma bu süreç içerisinde diğer gençlik örgütlerince de yapılmış, ya telefonlar “size döneceğiz” denilerek kapatılmış ya da görüşme talepleri çeşitli bahanelerle bir şekilde geri çevrilmişti. ÖGD ve SGD’nin çağrısıyla bir araya gelen ÖGD, SGD, Ekim Gençliği ve DPG’den oluşan bileşen bir görüşme gerçekleştirerek, EHP Gençliği’nin bu tutumunun eleştirilmesi ve teşhir edilmesi, ayrıca aylardır yapılamayan İl Meclisi’nin toplanması gerektiğini tartışarak karara bağladı. 19 Ekim Pazartesi günü EHP Gençliği’ne bir çağrı yapılarak, bileşen tarafından görüşme talebi duyuruldu. Dersleri olduğu, işleri olduğu, uzak yerde oldukları vb. nedenlerle oyalama gayreti içerisine giren EHP Gençliği, sonunda çağrıya yanıt vermek durumunda kaldı. Toplantıda eleştiriler yöneltildikten sonra daha köklü bir tartışma yapmak üzere hafta içi bir gün kesilerek aylardır “toplanamayan” İl Meclisi’nin bütün üyelerin katılımıyla toplanmasına karar verildi.
İl Meclisi toplandığında Devrimci Genç-Senliler olarak Genç-Sen bürokrasisine de soracağımız şu sorular orta yerde duruyor: 1-) Haberler bütün bileşene ulaş(tırıl)madan kaç eylem ve toplantı örgütlenmiştir ve bunlar hangi başlıkları işleyen toplantı ve eylemlerdir?
2-) Yeri geldiğinde dillerine pelesenk ettikleri ÜYK dahi toplanmadan, Genç-Sen adına toplantı ve eylem kararını kim ve nasıl almıştır? Kendinden başka kimseye sormadan eylemler örgütleme ve Genç-Sen üyelerini dışta bırakma hakkı nereden bulunmuştur?
4-) Haberleri ulaştıran kişi veya kişiler nasıl oluyor da öyle bir hata yapıyorlar ki EHP ve çevresi dışında kimseye haber ulaştıramıyorlar? 5-) Genç-Sen temsilciliğini yapan EHP Gençliği neden İl Meclisi toplantı çağrılarına bu güne kadar yanıt vermemiştir?
Devrimci Genç-Senliler tüzüksel işleyişe veya ÜYK toplantılarında hangi kararların alındığına takılmıyor. En geniş bileşenle toplantılar örgütlenmeli, kararlar orada alınmalıdır. Yaşanan son durumun da kanıtladığı gibi reformist EHP anlayışı tüzüksel işleyişi, gençliğin mücadelesini engellemek sözkonusu olduğunda sonuna kadar sahiplenirken ve kullanırken, konu dar grupçu kaygıları olduğunda ise pervasızca çiğneyebilmektedir.
Eskişehir’den Devrimci Genç-Senliler
EHP Gençliği'nin bürokratik tutumu Genç-Sen Eskişehir İl Meclisi'ne de yansıdı Genç-Sen Eskişehir İl Meclisi bürokratik dayatmaların yaşandığı uzun bir sürecin ardından iki gündem üzerinden toplandı. Birinci gündem genel değerlendirme ve eleştirilerin yapılmasına ayrılırken, ikinci gündem de ise 6 Kasım üzerinden tartışmalar yapıldı. Birinci gündem tartışmasında EHP Gençliği tarafından sürece müdahil edilmeyen diğer siyasal yapılar ve Devrimci Genç-Senliler, ÜYK üyelerine ve EHP’ye dönük eleştirilerini sıraladılar. ÜYK üyelerinin feshi, açık toplantılar örgütlenmesi ve iletişimden sorumlu bir komisyon oluşturulması ortak talepler olarak öne çıktı.
14
ÜYK üyelerinin ve Genç-Sen “temsilcileri”nin sorulan soruları geçiştirme ve demagojik tartışmalar açarak konuyu çarpıtma çabaları boşa düşürüldü. Daha toplantının başında konuyu geçiştirme eğilimini belli eden EHP
Gençliği “Toplantı fazla uzun sürmesin, işlerimiz var, bir saat yeterli bir süre vb.” ifadeler kullanarak bu çabasını belli etti.
Yaz döneminde açılan kayıt masasında yaşanan sorunların tartışılmasıyla başlayan toplantıda EHP Gençliği demogojik bir tartışma yaparak “Devrimci Genç-Sen diye bir platform yok, bunun için genel kurula başvurulması lazım, işte bu yüzden broşür vermedik” gibi ifadelerde bulundu. Konuyu anlamaktan uzak ve bilgisizce yaptıkları tartışmalarda Devrimci Genç-Senliler gerekli açıklamayı yaparak ortadaki bilgi kirliliğini giderdikten sonra bunun demagojik bir tartışma olduğunu, gerekçenin bu olmasının da anlaşılabilir bir tarafının olmadığını, her türlü gerici dayatmaya karşın Genç-Sen masasının açıldığını ifade ettiler.
Bileşenin büyük çoğunluğu Devrimci Genç-Senlilerin ve kayıt masasını içerde açan diğer Genç-Sen üyelerinin doğru ve yerinde bir tutum aldığında hemfikir oldu. Hiçbir ÜYK üyesi veya temsilcinin bir Genç-Sen üyesine broşür vermeme gibi bir davranış geliştiremeyeceği toplantıya katılan herkes tarafından onaylandı. Sürece dahil edilmeyen bütün Genç-Sen üyelerinin ortak talepleri 1-) ÜYK’nın feshedilmesi
2-) İletişim komisyonu oluşturulması
3-) Açık toplantılar örgütlenmesi ve kararların orada alınması oldu.
Zaman zaman sert tartışmaların yaşandığı yaklaşık 4 saat süren toplantı boyunca bütün eleştirilere rağmen EHP Gençliği’nden Genç-Sen üyelerini tatmin edici bir özeleştiri alınamadı. EHP Gençliği’nin, Genç-Sen faaliyetlerinden diğer Genç-Sen üyelerini kasıtlı olarak bilgilendirmediği herkes tarafından bilindiği halde, sorulan sorulara konuyu çarpıtan cevaplar verildi. ÜYK’nın çalışamaz durumda olduğu ve feshedilmesi gerektiği yönlü ısrarlı tartışmalar sonucunda yine tüzüğe yaslanılarak “İş yapmayan ÜYK feshedilir, ÜYK’nın iş yapmadığını kimse söyleyemez”, “Nasıl olsa seçimler yaklaştı, ÜYK özeleştirisini versin ve kendi arasında konuşup eksikliği gidersin, seçimlerde ÜYK zaten değişecektir.” denildi. EHP’nin ısrarla yürüttüğü gerici-bürokratik tartışmalar karşısında ÜYK’nın görevi meclis tarafından belirlenen bir komisyona devredildi. 6 Kasım gündemi üzerinden gerçekleştirilen tartışmalarda ise Genç-Sen’in birleşikliği gözeten bir tutum geliştirmesi gerektiği ve dayatmacı bir tutumla 6 Kasım tartışmalarına yaklaşmaması gerektiği yine toplantıya katılan bütün bileşen tarafından onaylandı.
Eskişehir Genç-Sen İl Meclisi’nin ve yaz sürecinden beri yaşanan tartışma ve uygulamaların da kanıtladığı gibi gericiliği ve bürokratik bataklığı güçlendiren Genç-Sen tüzüğü derhal değiştirilmeli, taban insiyatifini açığa çıkaran bir tüzük Genç-Sen tabanı tarafından önümüzdeki genel kurulda oluşturulabilmelidir. Bu haliyle tüzük uygulanamaz bir kağıt parçası olmaya devam edecektir.
Eskişehir’den Devrimci Genç-Senliler
Ege Üniversitesi’nden Devrimci Genç-Senliler: Ege Genç-Sen içerisinde merkezi bürokratik tutumun yansımaları
İzmir’de 6 Kasım süreci için gerçekleştirilen toplantılar ile bir kez daha liberal-reformist bloğun bürokratikmerkeziyetçi dayatmaları açığa çıktı. İzmir’de kurulan İzmir YÖK Karşıtı Platform’un toplantılarına Genç-Sen adına katılımın nasıl sağlanacağına dair 19 Ekim günü bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıda, platformun önceki toplantılarına Genç-Sen’i temsilen katılan bir EHP’linin Genç-Sen’in toplamını kesmeyen tartışmalar yapması eleştirildi. EHP eleştirilere yanıt verirken toplamı yansıtmayan tartışmalar yürütülmediğini ifade etse de bileşenleri ikna edebilecek bir tartışma yürütemedi. Bundan sonra platforma Genç-Sen’i temsilen Ege Genç-Sen temsilcisinin katılması kararlaştırıldı. Fakat EHP ısrarlı bir biçimde toplantıya, kendisinin de katılması yönlü tartışma yürüttü. Bileşen ise Ege Genç-Sen temsilcisinin toplantıya katılacağını ve bu toplantıya aktarılacaklarının çerçevesini belirledi. Platform toplantısında EHP, Ege Genç-Sen’in verdiği kararları çiğneyerek ve Ege Genç-Sen temsilcisinin temsiliyetini aşarak toplamı yansıtmayan ama Temsilciler Meclisi’nde alınan bir kararı dayattı. Bunun üzerine toplantıda bulunan Genç-Sen içerisindeki bileşenlerden olan siyasal gençlik örgütlenmelerinin temsilcileri bu durumu mahkûm etti. Genç-Sen temsilcisinin ifadeleri toplantıda bağlayıcı olurken, EHP 5 dakika ara istediğini söyledi ve aranın verilmesiyle bir MYK üyesi ile iletişim kurmaya çalıştı. Bunun üzerine Ege Genç-Sen’in ifade edeceği tartışmaları MYK’nın belirleyemeyeceği, bu tartışmaların EÜ’de alınan toplantılar ile şekilleneceği söylendi.
EHP, toplamda tutumunu gerekçelendirirken “merkezi politikaları” öne sürmektedir. Fakat EÜ’de “merkezi karar” söylemleri eşliğinde dayatılan bürokratik anlayış aşılmıştır. Ege Genç-Sen’in deneyimleriyle oluşmuş bu bakış ve pratik, dışarıdan gelecek “merkezi” tehditlerle bertaraf edilemez. Genç-Sen önümüzdeki günlerde meclisini toplayarak bu dayatmacı tutumu tartışacak, daha da önemlisi 6 Kasım üzerinden yönelimini belirleyecek.
EÜ’den Devrimci Genç-Senliler
15
Politeknik eğitim üzerine... E
ğitim sistemi daima, mevcut devlet ideolojisinin doğrudan uygulandığı, bu ideolojinin hizmet ettiği sınıfın çıkarlarına göre yapılandırılan temel bir araçtır. Kapitalist sistemde eğitim burjuvazinin çıkarları doğrultusunda piyasalaştırılmakta ve asıl işlevinden uzaklaştırılmaktadır. Sosyalizm ve komünizmde ise emeğin ve emek ürününün kolektifleştirilmesi gibi, toplumun üretim süreci içerisinde yer alırken eğitim de aldığı bir yaklaşım sözkonusudur. Sosyalizmde, üretimle iç içe gelişen eğitim biçimi olan politeknik eğitim uygulanmaktadır.
Politeknik eğitim, maddeciliği diyalektik olarak kavrayan bir eğitim/bilgi akımıdır. Politeknik eğitimi tam anlamıyla kavrayabilmek açısından ideolojik ve tarihi köklerini iyi irdeleyebilmek gerekir: Diyalektik materyalizmde evrenin temel erkesi olarak madde (atom, toprak, ateş, hava, su…) esas alınır ve madde/doğa tek başına değil, çelişkileriyle varlığını oluşturur. Çelişkiler ise çatışmalar doğurur. İnsanın hem insanla, hem de insan ürünleriyle (kültür, felsefe, devlet/siyaset vb) kaçınılmaz mücadelesini beraberinde getirir ve değişim kaynağı durumuna gelir. Doğadaki bu bağ her olayın ya da olgunun bir diğerini etkilemesine yol açar: Tez kendi karşıtını (antitez) yaratır ve buradan sonuca doğru (sentez) gider. Toplumsal çelişkiler, insanın üretici etkinliğinden başlayarak süregelmiştir ve kapitalist toplumda en üst düzeye ulaşmıştır. Bu çelişkilerin temeli, üretici olanlar ile olmayanlar (yani üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar) arasındaki çıkar karşıtlığıdır. İnsanın tarihi de bu çelişkilerin toplamından (sınıf savaşımları) oluşmaktadır. İnsanı yabancılaştıran sömürü süreçlerine son vermek için hem üretim araçlarının, hem de bilginin toplumsallaştırılması gerekir. Üretim araçlarının kolektifleştirilerek topluma hizmet için kullanılmasının ve bütün insanlığın tam refaha erişmesinin biricik çözümü sosyalist bir sistemde olanaklıyken; bilginin kolektifleştirilerek üretimle birleşmesinin tek yolu da politeknik eğitimle mümkündür.
Öncelikle, insanın yabancılaşması ne demektir bunu izah edelim. Marx’ın, yabancılaşma teorisinde ele aldığı gibi, kapitalist iş bölümü insanı tek boyutlu bir hale getirmiş, dolayısıyla yabancılaştırmış, türünden uzaklaştırmıştır. Kendi yaşamlarımızdan yola çıkarsak daha iyi görebileceğimiz bir gerçektir bu. Kapitalist sistemde üretim alanında yer alan bir birey yaşamını devam ettirebilmek adına sadece oraya bağlı kalmak zorundadır. Herhangi bir eğitsel, sosyal faaliyet içerisinde yer alamamaktadır. Aynı şekilde kişiler, eğitim süreci içerisindeyken üretim sürecinin çok çok dışında kalmakta, yine yalnızca eğitsel kısımda boğulmaktadır. Bu da insanı edilgenleştirmekte, tek yönlü kılmakta, dolayısıyla da yaratıcılığına ve pratiğine ket vurarak kendi türünden uzaklaştırmaktadır.
Kapitalizmin eğitim sahasında bulunan bizler de aynı tek tipleştirme saldırılarıyla karşı karşıya değil miyiz? Yaratıcılığımızla birleştirebileceğimiz bir pratikten uzak, uygulamalı eğitim alanı diye üretimin (yeni buluşlar yapma, patent, kâr, rekabet vb) piyasaya, şirketlere endeksli olduğu teknokentlerin işaret edildiği ticari güdümlü bir eğitim ablukası altındayız. Bu şekilde sadece simgesel düzeyde, bilimsellikten ve üretimden uzak bir bilgiler yığınıyla donanmakta ve bu yığını kapitalist ekonomiye katkı olarak hayata geçirmekteyiz. Bahsettiğimiz şey kafa-kol emeği arasındaki yabancılaşmanın ta kendisidir. Bu yabancılaşmanın aşılabilmesi ise ancak, eğitimin toplumsal bilgi, hizmet, malzeme ve değer üretimi üzerine kurulmasıyla mümkün olabilir. Aşılmadığı durumda kapitalizmin yarattığı yabancılaşmış emek,
16
aslında ürettikçe, zenginliği yarattıkça yoksullaşır, sefilleşir.
Marx Alman ideolojisinde şöyle der: “Herkesin başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanı olmadığı, ama herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmaksızın sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır". Onun için politeknik eğitim açısından asıl mesele budur: Çok yönlü, tüm yetileri ve yetenekleri gelişmiş ama tek boyutlu işbölümünün esiri olmayan, tek bir uzmanlık alanının içinde körelmeyecek insanı yaratmak. İnsan eğitim sürecinin içerisine toplumsal biçimde katılacak ve emeğinin ürününe sahip olacaktır ve bu süreçte eğitim de alacaktır. Her eğitim ortamı üretim; her üretim ortamı da eğitim alanı olarak işlev görecektir. Politeknik eğitimde uygulama (üretim) ile teori (bilgi) arasındaki ilişki hayatın ve üretimin esaslarının bilimsel biçimde kavranmasına bağlıdır. Yani eğitimden verimli bir sonuç alabilmek için öncelikle üretimi bilimsel temelleriyle kavramak gerekir. Bu bilimsel eğitim sürecinde politeknik eğitimi oluşturan üç ana öğe vardır: beden, zihin ve estetik. Yani birey eğitim süreci içerisinde fiziksel olduğu kadar bilinçsel ve sanatsal olarak da yer almalı, aldığı her bilgiyi kendisinden bir şeyler katarak uygulamaya koyabilmeli ve her üretim aşamasından bir şeyler öğrenebilmelidir. Bu, doğrudan, üretimin kolektif olarak nitelik ve niceliğinin artmasıyla, toplumsal zenginliğin çoğalmasıyla sonuçlanacaktır. Bu noktadan değerlendirecek olursak kapitalizmde üretici güç arttırılır. Ancak bu, toplumun değil, sermayenin çıkarlarına kullanılır. Yani üreten sınıf, emeğinin ürününe sahip olmaz. Sınıfsız topluma giden sosyalizmde ve sınıfsız bir toplum olan komünizmde ise üretim biçimi ve toplum biçimi, üretimin kolektif ölçüde niteliğinin ve niceliğinin artmasını sağlar. İnsan çok yönlü bir eğitim süreci içerisinde yer alır. Bunu üretim süreci ile birleştirir. Bireysel ve toplumsal olarak nitelikli ve anlamlı bir yaşam sürer.
Sosyalizmin yaşanmış olduğu ülkelere baktığımızda politeknik eğitimin uygulanabilirliğini ve nasıl sonuç verdiğini görebiliriz. Örneğin Küba bugün eğitimde dünyada birinci sıradadır. Çünkü teoripratik diyalektik ilişkisine dayalı bir eğitim sistemi mevcuttur. Eğitim her düzeyde parasız, objektif ve bütünseldir. Okuryazar oranının % 100 olduğu Küba’da okullaşma oranı % 98’dir. Öğrenciler uygulamalı eğitim görmekte, gerektiğinde tarlalara, fabrikalara çalışmaya gönderilerek, üretim sürecine dahil edilmektedirler. Kitap, kıyafet, barınma gibi tüm ihtiyaçlar devlet tarafından karşılanmaktadır.
Fidel’in eğitime dair; “Öğretimle, üretken çalışmayı kaynaştırma olgusunun tek gerçek komünist eğitim biçimi olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Başka yolu da yoktur. Kimse karada yüzmeyi, denizde de yürümeyi öğrenemez” sözü, uygulamalı eğitim modelinin, pratik eğitimin gerekliliğine işaret etmektedir. Bu da sosyalizmin ne kadar eşitlikçi, adil bir sistem olduğunun eğitim alanındaki göstergesidir. Sağlıkta, sosyal hizmetlerde ve birçok alanda da sosyalist ve daha ileri bir biçim olan komünist sistemin daima bir bütün olarak toplumun ortak çıkarlarına hizmet ettiğini, emeğin ve bilginin herkesin sahip olabileceği bir düzeyde olduğunu göreceğiz. Bu nihai nesnel sonuca ulaşabilmemiz diyalektik materyalist yaklaşımla, her bilgi ve olayın içindeki değişiklikleri ve nedensellikleri kavramakla mümkün olacaktır. Zilan
Kitle çalışması ve örgütlenme alanında yaşanılan sorunlara dair...
G
enç komünistler olarak, gençlik içerisinde proletarya sosyalizminin bayrağını yükseltmek iddiasıyla hareket ediyor, gençlik hareketine müdahalelerimizi bu çerçevede hayata geçiriyoruz. Gençlik içerisinde proletarya sosyalizminin bayrağını yükseltme iddiası, dolayısıyla kuşanmış bulunduğumuz ideoloji, omuzlarımıza gençlik hareketinin önderlik boşluğunu doldurma misyonunu yüklüyor. Genç komünistlerin de halihazırda omuzladıkları bu misyondur.
Bu misyonun bilincinde olmak; bu doğrultuda ortaya konulan çaba ve bunla bağlantılı olarak birleşik, devrimci ve kitlesel bir gençlik hareketi geliştirmek iradesi demektir. Gençlik hareketinin tablosunu doğru okumak ve bu tablo içerisinde genç komünistlerin oynadığı rolü kavramak demektir, misyon bilinci. Elbette, bu misyon bilinci “politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etme” başarısıyla somutlanabilmelidir.
Genç komünistler olarak yaygın, soluklu ve güçlü bir politik pratik çalışma örüyoruz. Komünist gençliğin gençlik içerisindeki misyonunu layıkıyla hayata geçirme sorumluluğu kendini çalışmalarımızda gösteriyor. Dostun düşmanın gördüğü politik bir olgunluk ve pratik faaliyet kapasitesi ortaya koyuyoruz. Ancak zorlanma alanımızı, tüm çalışmalarımızda örgütlenme alanı oluşturuyor. Bu elbette kendi başına komünist gençliğin örgütlenme sorunu değildir. Bununla bağlantılıdır ancak komünist gençliğin esas uğraşı gençlik hareketini örgütlemektir, kitleleri devrimci politikalar etrafında harekete geçirmek, var olan hareketlilikleri geliştirmek ve devrimci bir mecraya akıtmaktır. Komünist gençliğin örgütlenme sorunu da ancak bu uğraş içerisinde bir yere oturur, anlamını bulur ve çözümüne kavuşur. Bu diyalektik bağ içerisinde kitle çalışmasının sorunlarını ve örgütlenme sorunlarını irdelemeye çalışacağız.
Kitle çalışmasının esasları
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, komünist gençliğin temel uğraşı, gençlik hareketini ileriye çekmek, harekete geçirmek ve var olan hareketlilikleri geliştirerek
devrimci bir mecraya akıtmaktır. Temel uğraşımız bu olduğu ölçüde izlenecek yol elbette, ilk elden alanın tahlilini gerçekleştirmek, sorunlarını tespit ederek olanaklarını açığa çıkarmak ve tüm bunların ışığında hareketi politikleştirecek politikalar geliştirmektir. Ve elbette ki geliştirilen politikanın kağıt üzerinde kalmaması, bu politika çerçevesinde kitleleri harekete geçirebilecek araçları bulmak gerekmektedir. Harekete geçirebilmek dedik, zira tüm bunlar yapıldığında dahi kitlelerin ortaya konulan devrimci politikalar etrafında harekete geçeceğini kesin olarak söylemek mümkün değildir. Çünkü hareketin verili koşullarından, öznel müdahaleyi aşan bir takım nesnel zeminlerden ayrı düşünülemez, süreçler. Politikalar nesnel süreçler göz önüne alınarak oluşturulur, ancak komünistler “nesnel gerçekler” ışığında politikalarını kitlelerin geri bilincine göre değil, aksine kitlelerin bilincini geliştirmek, kitleleri politikleştirmek noktasında üretirler. Kitle çalışması, salt pratik çalışmada karşımıza çıkan sorunlara indirgenemez. Kitle çalışması; alanın tahliliyle, üretilen politikayla, bu politika etrafında kitleleri hareket ettirebilecek araçla, bu aracın etkin kullanılmasıyla, propaganda çalışmasıyla vb. iç içe girmiş bir süreçtir. Örneğin gençlik hareketine dair üretilen bir politika da bu bütünsellikte anlamını bulur, üretilen araç da. Aksi takdirde üretilen politika, kağıt üzerinde kalıp anlamsız cümleler yığını olmaya, belirlenen araç da kendinden menkul işlevsiz bir biçimde ölü doğmaya mahkumdur.
Bu bütünsellik siyasi gençlik örgütleri tarafından tam olarak kavranmamaktadır. Bunun sonucu olarak da kitle örgütlerine ve kitle çalışmasına yönelik çarpık bir bakış ortaya çıkmaktadır. Gençlik hareketinin örgütlenme sorunu, gençlik hareketinin politikleştirilmesinden ayrı ele alınamaz. Bu sorunu, ancak gençlik hareketini politikleştirme doğrultusunda atılan adımlar, ona yönelecek politik pratik çalışma çözecektir. Bizzat biricik çözümünü bu çalışma içerisinde bulacaktır. Kitle örgütlerine bakışımız da bu eksende şekillenmektedir. Kitle örgütleri, anlamını sadece ve sadece alanın sorunlarına cevap verebilen, bu alana
dönük politikanın etrafında kitleleri birleştirip harekete geçirebilen bir araç oluşunda bulur.
Genç komünistler, kitle çalışmasına bu esaslar ışığında bakmakta, pratiklerini de bu bakış üzerine oturtmaktadırlar.
Kitle çalışmasının sorunları
Geçmiş değerlendirmelerimiz, özelliklede kampanya sonrası yapılan değerlendirmelerimiz göz önüne alınırsa görülecektir ki, çoğu çalışmamızda yaygın bir propaganda çalışmasını başarıyla gerçekleştiriyoruz, ancak bunu somut örgütlenme kanallarıyla birleştiremiyoruz. Bunun sonucunda başarılı, ancak eksik bir çalışma örmüş oluyoruz. Kampanya sonrasında yapılan değerlendirmelerde çubuğu sürekli örgütlenme alanına bükmemize rağmen gerisin geri bu sonuçlarla neden tekrar yüz yüze kalıyoruz! Nerede yanlış yapıyoruz? Gençlik içerisinde faaliyet yürütüyoruz. Kitle çalışmasının kendi içinde taşıdığı bütünsellikten hareket ediyoruz. Bu kapsamda ele aldığımızda göreceğiz ki, öncelikle alanımıza yönelik bir yönelimimiz, alanı tanıma, sorunları ve olanakları tahlil etme yeteneğimiz var (gençlik örgütlerinin harekete yabancılaşması, iddiasızlığı ve bunun sonucu ilgisizliği olduğunu tespit ettiğimiz oranda bu yetenek önemli bir olgudur). Alanın tahlil edilmesinin ardından alana dönük politikalar geliştirmek ve politikaları hayata geçirecek, kitleleri bu politikalar etrafında hareket ettirecek araçlar bulmak ve işlevli bir biçimde bu araçları kullanmak durumundayız. Yukarıda yapmaya çalıştığımız kitle çalışmasının içerisinde taşıdığı bütünsellik vurgusu tam da bu noktada kendisini ortaya koymaktadır. Kitleleri örgütlenme alanında yaşadığımız sorunu irdelerken kitle çalışması üzerinden ortaya koyduğumuz bakışın ışığından yararlanmak, dönüp alana dönük politikamızı hayata geçirirken kurguladığımız araçların gerçekten ne kadar ihtiyacı karşılayıp karşılayamadığını, alanımızın somut tahlilini, güçlerini, olanaklarını tekrar gözden geçirmeliyiz. Alanımız için tariflediğimiz araçlarımızın ne kadar isabetli seçildiğinden ne kadar etkin kullanıldığına kadar bir dizi başlık önümüze çıkmaktadır. Kitle çalışmamızda yaşadığımız sorunun çözüm halkası da bu sorulara vereceğimiz cevaplardadır.
Sözlü yazılı ajitasyon çalışmalarımız, topluluklar, kulüpler, yurt çalışmamız vb. ancak böylesi bir politik çalışma içerisinde yerlerini bulabilirler, bir ihtiyacın ürünü olarak rollerini oynarlar. Bu durumda merkezi ve yerel örgütlülüklerimize önemli görevler düşmektedir. Bu görevler; elbette merkezi açıdan belirlenen politikadan bu politikayı şekillendirecek merkezi aracın belirlenmesine, buradan da gençlik çalışmamız içerisindeki politikamızı yerel özgünlüklerini göz önüne alarak işlemeye, bu politikaları somutlayacak araçlar belirlemeden tariflenen araçların özgünleştirilmesine ve eldeki tüm olanakları, çalışmaları bu politik eksen etrafında birleştirmeye varmaktadır. Bu görev; politik pratik hattın belirlenmesidir ve bundan sonrasına bir tek hedefe kilitlenen çalışma kapasitesi sergilemek kalmaktadır.
Kitle çalışması ve örgütlenme sorunu üzerine güncel pratik faaliyete dair notlar
Yukarıda ifade ettiğimiz bütünsellik içerisinde güncel pratik faaliyetimiz için değineceğimiz noktalar bulunmaktadır. Kendi içinde belli başlı bir değerlendirme konusu olan ancak burada sadece önemine ve ele alınış yöntemine dair vurguları paylaşacağımız noktaların başında sözlü ve yazılı ajitasyonpropaganda çalışmamız gelmektedir. Bunun yanı sıra sürekli sistematik bir çalışma hattı, çalışma içerisinde yaratıcılık ve militanlık olguları değineceğimiz diğer noktalar olmaktadır.
Sözlü yazılı ajitasyon-propaganda çalışmamız; gençlik kitlelerine ideolojik-politik sözümüzü söylediğimiz, ideolojikpolitik hattımızı var ettiğimiz, çalışmamızla gençlik kitleleri arasındaki köprüyü kurduğumuz, kitlelerle bizi buluşturan bağdır. Bu açıdan kitle çalışmamızın ne kadar başarılı olacağını belirleyen etkenlerdendir. Sözlü ve yazılı olarak yürütülen ajitasyon-propaganda çalışmamız her alanımızda gözden geçirilebilmeli, alanlarımız bu çalışma içerisinde yetkinleşebilmelidir.
Politik yayın organımızdan yerel bültenlerimize, bildirilerimizden afişlerimizde kullandığımız şiarlara dek uzanan yazılı ajitasyon-propaganda çalışmamız bir örgütsel çalışmanın olmazsa olmazlarındandır. Örgütsel varlığında somut güvencesi olan yazılı materyallerimizi bu açıdan irdelemeli, her aracımızın dilini, sadeliğini aracımızın işlevine uygun olarak ele almalıyız. Sözlü ajitasyon çalışmamız da kitleleri mücadeleye çeken, çalışmamızı güçlendiren etkenlerdendir. Bir bildiri dağıtımı sırasında, dergi satışında kitleye hitap etmek, dikkatleri çekmek ve ajitasyon konuşmalarının belirleyici yanı olarak sorunu örneklerle işleyen ve net çözümler getiren bir konuşma yapmak çalışmamızı besleyecek, propagandamızı daha geniş kitlelere ulaştıracaktır. Sözlü ve yazılı propaganda çalışmamızda, gençlik kitlelerine pompalanan düzen içi çözümlere alternatif olarak düzenin çıkmazlarına işaret etmek, sosyalizm vurgusunu öne çıkarmak, genç komünistlerin bu çalışma içerisinde gözeteceği başlıca alanlardandır. Kitle çalışmamızda gözetmemiz gereken bir başka nokta ise çalışmanın sürekliliği ve sistematikliğidir. Alanlarda yürüttüğümüz çalışmalar sürecin nesnel koşullarından da kaynaklı olarak beklediğimiz hızda sonuçlarını üretmeyebiliyor. Çalışmalarımız, sürekli olarak ve birbirini besleyen bir biçimde sistematik olarak devam ettiği oranda bir karşılığı olacaktır. Birbirinden kopuk, zaman zaman güçlenen, zaman zaman yiten bir çalışma hattı kitlelere güven vermemekte, örgütsel varlığımızı ve politik gücümüzü yansıtmamaktadır. Sistematik ve sürekli bir çalışma hattıyla kitleler kuşatılacak, her an her yerde gördükleri çalışmamızla örgütsel varlığımızı hissedeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında, sözlü yazılı ajitasyonpropaganda faaliyetimiz önemli bir işlev yüklenmektedir. Çalışmamızın sürekliliği ve sistematikliği kitle çalışmamızın
başarısını belirleyen ana etkenlerden biri olmaktadır.
Diğer bir başlık ise, kitle çalışmasında yaratıcılık ve militanlıktır. Kitle çalışmamızda hedeflenen kitleye seslenen, kitlelerin dikkatini çeken araçlar kullanabilmeliyiz. Popülist yöntemlerle devrimci söylemin içini boşaltan yaklaşımları cepheden reddetmeli, ancak yaratıcılıkla popülist yaklaşımları birbirine karıştırarak da sekter bir tutum içerisine düşmemeliyiz. Çalışmamızı besleyen, politik söylemlerimizi en geniş kitlelere ulaştıran araçlarımızı yaratıcı bir biçimde geliştirmektir bize düşen. Genç komünistlerin çalışmalarında örnek olarak aldıkları Ümit yoldaşın okul içerisinde yüksek bir duvara yaptığı yazılama bunun en somut örneğidir. Diğer bir yandan çalışmalarımızın bütününe genç komünistlerin ideolojik politik kavrayışının yön verdiği ve devrimci mirasın yüklediği militan ruh hakim olabilmelidir.
Militan çalışma tarzı faşizme karşı mücadeleyle sınırlı değildir. Alanını tarifleyen, politik hattını uygun araçlarla ören ve etkili bir örgütlenme çalışması yapan, hedeflerine kilitlenen bir çalışma, militan bir çalışmadır. Bir bildiri dağıtımı sırasında yapılan etkili bir ajitasyon konuşması da, alanın hiç seslenilmeyen bölgelerine çalışmanın taşınması da ve elbette ki çalışmamızın önüne çıkan engellere karşı koyuş da çalışmamızın militan yanlarıdır. Bunun yanı sıra sözlü yazılı ajitasyon-propaganda çalışmamızın yereldeki merkezi noktalara taşınması ve bu çalışmanın kararlılıkla sahiplenmesi de çalışmamızı militan kılan yanlardır. Bu açıdan İstanbul’da yapılan köprü ve İzmir’de yapılan zincirleme eylemi örnek olarak verilebilir.
Örgütlenme sorunlarımız
Örgütlenme sorunumuz tek yanlı olarak kadrolaşma sorunu üzerinden değil, bunu da kapsayan bir siyasal çalışma içerisinde çözümünü bulacaktır. Bir çalışma alanında politik pratik bir çalışma ve bunun somut örgütsel normları yoksa, örgütçü militan kadronun kişisel çabaları sonucu olan çözüm sınırlı ve iğreti kalacaktır. Komünistler kitle örgütlenme araçlarını kendilerini örgütlemek için (kendi örgütlülüklerini büyütmek için) değil, kitle hareketini örgütlemek için
oluştururlar. Ancak kitle hareketinin örgütlenmesi ve komünist gençliğin örgütlenmesi olguları birbirinden kopartılamaz. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi komünist gençliğin örgütlenme sorunu da politik bir kitle hareketi geliştirme çabasının içerisinde bir yere oturur, anlamını bulur ve çözümüne kavuşur. Yeni güçlere de bu çalışma içerisinde ulaşılır, var olan güçler de böylesi bir çalışma içerisinde yetkinleşir.
Bu diyalektik etkileşimin yanında elbette ki, gençlik kadrolarının komünist/partili kadro düzeyine erişebilmesi için öznel müdahale belirleyici bir alandır. Kadrolarının çok yönlü eğitimini sağlamak, gençlik kadrolarımızı komünist kadro niteliğine kavuşturmak çabası olmazsa olmazlardandır. Bunun için atılan bir adım olan “Daha güçlü bir komünist gençlik örgütü için ileri!” şiarlı gençlik kampı ve kampın ardından yapılan komünist gençlik örgütünü büyütme, partili kimliği içselleştirme çağrısı bunun somut örneğidir. Kitle çalışmamızın sorunlarını irdelemek, örgütlenme sorunlarımıza çubuk bükmek, eğitim çalışmalarımızı daha güçlü ve sistematik olarak yeniden planlamak, partili yaşamı kolektif bilinci geliştirerek oturtmak gibi bir takım müdahaleler bu çerçevede ele alınabilinmeli, bu gözle okunabilinmelidir.
Sonuç yerine…
Kitle çalışması ve örgütlenme sorunu üzerine ortaya koymaya çalıştığımız bakış ve güncel pratik faaliyete dair notlar irdelenmeli, yerellerin deneyimleriyle göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Genç komünistler olarak, her dönem ortaya koyduğumuz politik bakış ve pratik faaliyet kapasitesinin somut karşılığını almak için önümüzde bir engel bulunmamaktadır. Bizlere düşen, pratiğimizden çıkardığımız sonuçları döne döne değerlendirerek görevlerimizi tanımlamak ve kuşanmış bulunduğumuz ideolojinin gücüyle gençlik hareketi içerisinde tuttuğumuz yerin ve sahip olduğumuz misyonun bilinciyle yolumuzu yürümektir.
İzmir’den genç komünistler
Kapital gençliğin ku
2009 6 Kasım’ını da geride bıraktık. Önümüzdeki süreçte yoğunlaşmamız gereken gündemlere, ortaya çıkan eksikliklere, kitle çalışması ve örgütlenme alanında zaaflarımızı aşmak için yüklenmemiz gereken yanlara dair söyleyeceklerimizden önce bu yılın 6 Kasım sürecinden yansıyanları ele alalım.
Bu yılın 6 Kasım’larından geriye kalanlar yine parçalı eylemler, yine sınırlı zamanda propagandaya sıkışan ön süreçler oldu. Kısacası son yıllarda olumsuzladığımız temel noktalar bu sene de aşılamadı. Bu süreci değerlendirmek sadece geçmiş bir eylemi ve ön sürecini değerlendirmek değildir. Süreci değerlendirmek, gençlik hareketinin son yıllarda yaşadığı sorunları irdelemek, hareketin ihtiyaçları doğrultusunda önümüze bir çalışma pratiği koymak, gençlik kitlelerini harekete geçirip-örgütlemek için perspektif belirleme çabasıdır.
6 Kasım süreciyle bir kez daha görülen gençlik hareketinin güncel tablosudur!
Yazın haraç zammı saldırısıyla ortaya çıkan hareketliliğin ve hemen sonrasında yaşanan IMF-DB sürecinin ardından 6 Kasım tartışmaları başladı. Birbirinin ardısıra yaşanan gelişmeler olsalar da süreç, gençlik açısından sürekli ve birbirini bütünleyen bir şekilde örülemedi.
Bu sene de bulunduğumuz tüm yerellerde birleşik bir 6 Kasım’ın gerçekleşebilmesi için azami bir çaba ortaya koyduk. Tüm tartışmalara ve çabaya rağmen bu süreçte de AKP karşıtlığı ve gericilik tartışmaları eylemlerin bölünmesinin temel nedeni oldu. Geçen sene metropollerde görülen bu ayrışma, bu sene taşralara kadar hemen hemen tüm üniversitelere yansıdı.
Bu yıl, geçtiğimiz senelerde yaşandığı haliyle biçim tartışmaları üzerinden ayrışmalar yaşanmadı (Genç-Sen’in bu noktada kendisini ifade edebileceği eylem biçimlerinin dışında ortak süreçlere katılmamayı tercih etmesini dışta tutarsak). Son iki yılla karşılaştırıldığında tartışmalar daha erken bir tarihte sona erdi. Bu sürenin de etkin bir ön hazırlık örmeye yeterli olmadığını söylemeliyiz. Kalan süreçte üniversitelerde faaliyetler yürütülmeye çalışıldı. Bu yıl da çoğu üniversitede veya ilde sorunların etkin bir çalışmaya konu edildiği, bunların alana taşındığı, ön sürecin eylem, etkinlik, söyleşi, forum vb. şekillerle beslendiği çalışmalar hayata geçirilemedi.
Bulunduğumuz tüm üniversitelerde yürüttüğümüz çalışmalarda da, birleşik bir hat oluşturmaya çalıştığımız tartışmalarda da bu dönemde gençliğin önünde duran gündemleri işleyen ve alana taşıyan bir hat izledik. Zira gençlik hareketine devrimci önderlik iddiası, 6 Kasımları kendinden menkul günler olmaktan çıkarma, bu süreçlerde de gençliğin öne çıkan gündemlerini, karşı karşıya kaldığı sorunları etkin bir faaliyete konu etme yükümlülüğüdür.
Kapitalizmin krizi ve eğitim hakkının gaspına dönük saldırılar…
Kapitalizmin yaşadığı krizin etkileri gün geçtikçe artıyor. Yaşam koşullarının zorlaşması, işsizlik, devlet terörü vb. her biçimiyle düzenin saldırıları boyutlamış durumda. Gençlik sermaye düzeninin çok yönlü saldırılarının en temel hedeflerinden biri olmayı sürdürüyor.
Kapitalist kriz bu düzenin gençlik için bir gelecek vaadetmediğini/edemeyeceğini bir kez daha göstermiş oldu. Gerek eğitim sürecindeki paralı eğitim uygulamaları, gerek niteliksiz eğitim, gerekse de üniversitenin ardından bekleyen işsizliğin yarattığı sorunlar sürekli bir artış halindedir. Keza bu dönemde üniversitelerde siyasal baskı ve saldırı süreçleri de yoğunlaşmış bulunuyor. Özellikle son yılların en çok kullanılan saldırı yöntemi soruşturma ve cezalar bu döneme de damgasını vurdu.
Ticarileşen eğitimin yansımalarıyla veya anti-demokratik uygulamaların sonucunda birçok öğrencinin eğitim hakkı gasp edilmiş durumda. Neo-liberal saldırıların temel bir boyutu olarak eğitimin ticari bir metaya dönüşmesiyle birlikte, işçi ve emekçi çocuklarına eğitim kurumlarının kapıları bir bir kapanıyor. Üniversiteye kadar gelinebildiği takdirde ise paralı eğitim uygulamalarının katmerlenmiş haliyle karşılaşılıyor. Paralı eğitim uygulamaları üniversitelerde farklılık göstermekle birlikte bu yıl yemek ücreti, barınma, zorla verilen banka kartları vb uygulamalarla müşterileştirme saldırısı yoğunlaşmış bulunuyor.
Bu yıl barınma sorunu, ülke genelinde yaşanan ortak bir sorun durumunda. Genç-Sen’in yürüttüğü barınma kampanyası bazı yerellerde etkin örülebildi. Barınma üzerinden yaşanan sorunlar, bundan sonra da her yerde etkin bir propagandaya ve kitle çalışmasına konu edilebilmelidir. Özellikle yurtlara yönelen çalışma pratiklerini önümüze koymalıyız. Bu çerçevede “Parasız ve nitelikli barınma, sağlıklı yaşam hakkı istiyoruz!”, “Devlet yurtları sayısının derhal artırılmasını istiyoruz!” vb taleplerini öne çıkaran bir çalışma örgütleyebilmeliyiz.
Yine bu sene öğrenci kimlik kartlarının birkaç üniversitede daha banka kartı durumuna getirilmesi, bir diğer somut sorun olarak 20 karşımızda duruyor. Kendini holding patronu gibi hisseden üniversite yönetimleri, bir yandan da öğrencileri banka müşterisi
lizm geleceksizliktir, urtuluşu sosyalizmdedir! yapmaktalar. Okula girmekten yemek yemeye kadar, üniversite içerisindeki birçok işlemi bu kart aracılığıyla yapmak zorunlu hale getirilmiş durumda. “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “Üniversite-sermaye işbirliğine son!” söylemlerini yaşanan birçok örneğe karşı öne çıkarmalıyız.
İşçi ve emekçi çocuklarının eğitim hakkı, bir yandan paralı eğitim uygulamaları iyice yaygınlaştırılarak alınırken, diğer yandan ise devrimci faaliyete, hak arama mücadelesine dönük saldırıların en temel ayağını oluşturan soruşturma ve ceza terörüyle gasp ediliyor. En temel sorunlardan biri, hatta en önceliklisi olan soruşturma terörü birçok üniversitede yoğun bir şekilde sürüyor. Bu sene ceza süreci en yakıcı şekilde İstanbul Üniversitesi’nde gündeme geldi. 54 öğrenciye toplamda 14 yıl 9 ay “ceza” verilmiş durumda. İÜ kapı önünde devam eden “demokrasi nöbeti” ziyaret, etkinlik ve söyleşilerle 6 Kasım’a kadar sürdü.
Yaşanan soruşturma ve ceza süreçlerini etkin bir faaliyete konu etmek, komünist gençlik çalışmamızın güncel plandaki en temel başlığı olarak saptanmış bulunuyor. Yaşanan bu saldırı dalgasını bir noktada durdurmak ve gerisin geriye püskürtmek için, toplumun ileri kesimlerinden başlayarak geniş bir taraflaşma yaratmalıyız. Zira bu saldırının püskürtülmesi, mücadele cephesini alabildiğine genişletmeyi zorunlu kılıyor. Yerellerde karşımıza çıkan somut sorunları ele alırken, eğitimin ticarileştirilmesiyle ilgili gelişmeleri işlerken, yaşanan soruşturma ve ceza saldırısıyla, resmi ve sivil faşist terörle bağını kurarak bütünlemeyi ihmal etmemeliyiz.
Kapitalizm, işsizlik ve geleceksizlik demektir!
Eğitim alanına dönük saldırılar, üniversite sonrasında da farklı yüzleriyle karşımıza çıkıyor. İşsizlik ya da sermayeye ucuz iş gücü olmaktan başka bir seçenek tanımayan sermaye düzeni, görünüşü değişmiş sömürü biçimlerinden başka bir şey sunmuyor. Krizle birlikte işten çıkarmalardaki artış, gençliği işsizlik gerçeğiyle yakıcı bir şekilde yüzleştirmiş oldu. Öte yandan sermaye, üniversiteleri kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirirken meslekleri de yine kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıyor. Mesleklerde yaşanan dönüşüm mesleki hakları bir bir tırpanlıyor. Sosyal bilimler başta olmak üzere birçok bölüm işlevsizleşiyor. Bunun sonucunda her yıl işsiz üniversite mezunlarının sayısı artarken, diğer yandan sadece müşteri sayılarını artırma derdinde olanlar üniversitelerde kontenjan sayılarını arttırmayı ihmal etmiyorlar.
Mesleki dönüşümlerin eğitim sürecindeki en temel yansıması eğitimin niteliksizleşmesidir. Bilimsellikten uzak, sermayenin ihtiyaçlarına göre kendini şekillendiren üniversitelerde kontenjanların artması da bu yönlü sorunu artıran bir etmendir. Özellikle hukuk, iktisat, edebiyat vb. sayıca fazla öğrenci alınan bölümlerde yaşanıyor bu durum.
Bu gerçekler, eğitim sürecindeki yansımalarına dönük mücadele hattı oluşturmakla birlikte ucuz iş gücü olmaya, işsizliğe karşı da sözümüzü söylemeyi gerektiriyor. Bu çerçevede “Nitelikli ve bilimsel eğitim!”, “Diplomalı işsiz olmayacağız!”, “Sermayenin kölesi olmayacağız!” şiarlarıyla birlikte mesleki dönüşümlerin bölümlere yansımaları, çalışma hattımızın temel bir başlığı alarak ele alınmak durumundadır.
Yukarıdaki başlıklar sermaye düzeninin çok yönlü saldırılarının eğitim alanına dolaysız yansımalarıdır. Bunlar da içinde sömürü düzeninin işçi sınıfı ve emekçi kitleleri hedefleyen tüm saldırıları, dosdoğru onu hedef almayı zorunlu kılıyor. Eğitimin ticarileştirilmesinden işsizliğe, emperyalist savaşlardan geleceksizliğe tüm sorunların kaynağı bizzat kapitalist düzenin kendisidir. İster somut görünsün ister genel olduğu sanılsın bütün saldırılar işçi sınıfı ve emekçilerle birlikte en çok gençliği hedeflemektedir. Zira bugünden karartılan, gençliğin geleceğidir. Dolayısıyla sorunların temel kaynağı kapitalizme karşı komünist bir toplum alternatifini anlatmayı, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız ve sınırsız bir dünya alternatifini her tartışmamızda sorunların gerçek ve kalıcı çözümü olarak öne çıkarmak, gençlik alanında devrimci iddia ve çalışmanın asgari gereğidir. Bu çerçevede, kriz içinde çırpınan kapitalist düzenin saldırılarını ve sistemin açmazlarını teşhir ettiğimiz ve gençliği gerçek kurtuluşu için “Tek yol devrim kurtuluş sosyalizm!”, “Kapitalizm krizde çözüm sosyalizmde!” vb. şiarlarla mücadeleye çağırdığımız etkili bir propaganda ve örgütlenme çalışması, tüm somut faaliyetimizin bağlandığı ana eksen olabilmelidir.
Sermaye devleti Kürt ulusuna dönük kirli savaşa, emperyalist politikalarda ortaklığa devam ediyor!
Yine bu ana eksene bağlı olarak, gündemdeki siyasal gelişmelere devrimci gençlik cephesinden net bir yanıt vermek, faaliyetimizin en temel boyutlarından biridir. Temel önemde siyasal bir sorun olarak Kürt ulusal sorunundaki gelişmeler bu kapsamda ele alınabilir. Güncel olarak Kürt açılımı yalanları sürerken Kürt halkına dönük operasyonlar ile inkar politikaları da devam ediyor. Bulunduğumuz tüm yerellerde Kürt halkının haklı taleplerini ve mücadelesini çalışmamızın temel bir konusu haline getirmeliyiz. Devlet sahte adımlar atarken, diğer yandan Kürt hareketi ortadaki gerçekliğe rağmen barış çağrısında bulunurken, bizler Kürt halkının yaşadığı sorunların kalıcı çözümünün de gerçek barışın da sosyalizmde olduğunu her gündemde şiarlaştırmalıyız. “Anadilde eğitim” talebini de “Eşit, parasız ve bilimsel eğitim” talebiyle birlikte ele alarak öne çıkartmalıyız. Önümüzdeki dönem boyunca çeşitli yansımalarını göreceğimiz siyasal gelişmelerden bir diğeri, sermaye devletinin Ortadoğu ve Kafkaslar üzerinden yeni taşeronluklara soyunmasıdır. Emperyalistlerle işbirliği konusunda sınır tanımayan sermaye devletinin tüm kirli yüzünü kapsamlı bir teşhire konu edebilmeliyiz. Başta Kürt halkı olmak üzere halklara dönük emperyalist saldırganlığa ve emperyalist savaş çığırtkanlığına karşı mücadeleyi büyütmeliyiz. Gençliği halkların kardeşliği noktasında taraf olmaya çağırmalıyız.
Geçmişten çıkardığımız dersler ışığında güne yüklenip geleceği kazanmaya!
Önümüzdeki süreç açısından çalışmamızın politik gündemlerini sıralamış olduk. Bu gündemleri tartışırken vurgulamamız gereken bir yan daha bulunuyor. Yürüttüğümüz faaliyetin başarısı veya başarısızlığı tek başına ne kadar yaygın propaganda yaptığımızla orantılı değildir. Sistemli ve ısrarlı bir çalışma pratiği, kitle çalışması ve örgütlenme noktasında atılan adımlar ile birlikte ele alınmak durumundadır. Önümüzdeki dönem özel bir tarzda üzerine giderek, bu yönlü yetersizlikleri aştığımız bir dönem olabilmeli. Yer yer ajitasyon-propagandaya daralan ve çalışma tarzının getirdiği yoğunlukla kitle örgütlenmesini geliştirmekten uzak kaldığımız pratiği kesin bir tarzda geride bırakabilmeliyiz. Geçmiş pratiklerimiz bize zengin deneyimler sunmaktadır. Geçmişin deneyimlerinden ders çıkartarak, bugünün ihtiyacını doğru tanımlayarak yol yürüdüğümüzde, geleceği kucaklamaya bir adım daha yaklaşacağız!
21
Yeni Ekimler’in Partisi 11. yılında!
T
ürkiye’de komünist hareketin mücadele sahnesine çıkışından bu yana tam 22 yıl geçti. Komünist hareketin zorlu bir dönemde ve bir avuç insanla neredeyse yoktan başlattığı parti inşa çabası, 1998’de partinin kuruluşuyla taçlandı. Bu topraklarda komünist işçi partisi kurulalı 11 yıl oldu. Yeni Ekimler’in Partisi, bu topraklarda bilimsel sosyalizmle sınıf hareketinin tarihsel birliğini sağlayacak ve sosyalist devrime yürüyecek yegâne güç olduğunun bilinciyle ilerliyor. Bugün bu iddiayı anlayabilmek, komünist hareketin ortaya çıkışını dönemsel ve tarihsel açıdan kavramayı gerektiriyor. Özellikle 1987’deki çıkışı sağlayan geçmiş birikim ve çıkıştan bugüne yaşanan süreç, nesnel ve öznel yanları üzerinden değerlendirilebilmelidir.
1980’ler; dünyada ve Türkiye’de bir dönemin sonu…
Sermaye iktidarının ekonomik ve siyasal ihtiyaçları doğrultusunda, emperyalist efendilerin yönlendirmesiyle yapılan 12 Eylül faşist darbesi, toplumsal mücadele dinamikleri tarafından püskürtülemedi. Faşist generaller şahsında burjuvazi kolay sayılabilecek bir başarı kazandı. İşçi sınıfı, emekçi kitleler ve yığınsal ölçekte politize olmuş örgütlü gençlik, siyasal temsilcileri ve önderleri üzerinden büyük bir yenilgi yaşadılar. Bu yenilginin büyük paylarından biri de Türkiye devrimci hareketine aitti. Böylece 12 Eylül’le Türkiye’de bir dönem, küçük-burjuva sosyalizmi dönemi kesin bir şekilde kapanmış oluyordu. Sonraki birkaç yılda devrimden kaçış ve tasfiyecilik moda halini almıştı. Öte yandan ‘84’ten başlayarak kıpırtılar gösteren işçi sınıfı, giderek canlanmaya, ekonomik-sosyal hakları için mücadeleye başladı. Bunun da oluşturduğu elverişli koşullarda devrimci hareket saflarında kolay yenilginin şokundan ve yarattığı travmadan yeni yeni silkinenlerde ifadesini bulan yeni bir arayış, ayrışma ve saflaşma başladı.
İşçi sınıfı hareketinin iyice belirginleştiği ve devrimci olanlarda umutları yeşerttiği ‘87’de, dünya genelinde tasfiyeciliğin yelkenlerini dolduran tersine rüzgarlar esmekteydi. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un 70. yıl konuşmasıyla dünyada da bir dönem kapanmıştı. Modern revizyonizm, sosyalizmin manevi mirasını dahi burjuvazinin ayaklarının önüne atma telaşındaydı.
22
İşte tam olarak böyle bir dönemde devrimci güçlerin önünde iki seçenek duruyordu: Ya tasfiyeci süreçle beraber sürüklenilecek ya da
geçmişle köklü bir hesaplaşma içine girilerek devrimci bir arınma ve netleşme yaşanacaktı. Türkiye devrimci hareketinin saflarında kimileri çözümü devrimcilikten kaçışta buldu. Kimileri sorunu kişiler üzerinden açıklamaya kalktı. Kimileri bu sefer olmadı, artık olmaz diyebildi. Kısacası ağır bir tasfiyeci süreç yaşandı. Bazı gruplar fiilen tasfiye oldular, bazılarıysa rotasını düzene çevirdi. Ancak o sıralar geleneksel akımlarla yollarını henüz ayırmış bir avuç direngen ve samimi devrimci dışında hiç kimse yenilginin esas nedenlerini çözümlemeye ve aşmaya dair bir çaba ortaya koyamadı.
Büyük güç, kolay yenilgi...
‘80 yenilgisinin ardından yaşanan keşmekeş ve arayış döneminde, kolay yenilgi yaşayan partilerden biri olan TDKP içindeki direnişçi bir grup devrimci, ortadaki çelişkiyi ve yenilgiyi ideolojik ve sınıfsal mantığıyla sorgulamayı gündeme taşımıştı. Buna set çekilmesi üzerine TDKP-Leninist Kanat olarak ayrılıp, yenilgiyi sorgulama çabasını ideolojik netleşmeler sağlayacak şekilde derinleştirdiler. Süreç, farklı devrimci örgütlerden aynı eksende ayrışmış devrimcilerle birleşip EKİM’i kurmak biçiminde ilerledi.
Komünistlerin ifadesiyle kopuş, içinden çıkılan örgütlerin geride bıraktıkları yıkıntıyı sorgulamakla başlamıştı ve o evrede eleştiri politika ve örgüt sorunları çerçevesinde sürüyordu. Sonrası hareketin I. Genel Konferans’ının temel bir metninde şöyle ifade ediliyor: “Fakat eski örgütlerimizin ve bir bütün olarak Türkiye devrimci hareketinin geride bıraktığı politik süreçlerin belirgin küçük-burjuva toplumsal karakteri, bizi hızla hareketin sınıfsal konumunu ve bakış açısını sorgulamaya, buradan da teorik ve programatik temelini tartışmaya götürdü. Yaşadığımız ideolojik sıçramanın iki temel ve dinamik öğesi, Marksist dünya görüşünün proleter sınıf özü ve devrimci yöntemi konusunda yaşadığımız açıklıklar oldu. Birincisi halkçılığı anlamanın ve aşmanın itici gücü olurken, ikincisi onun dogmatik, donmuş teorik önyargılarını ve kalıplarını bir bir kırıp geride bırakmak olanağı sağladı bize…” (Partileşme Süreci – 1, Perspektifler ve Değerlendirmeler, s.31)
Komünist hareket ideolojik-teorik alandaki arınmanınnetleşmenin gücüyle, pratikte de işçi sınıfı devrimciliğine yöneldi. En temel hedefini devrimci bir sınıf partisini inşa etmek olarak tanımladı. Fakat bu dönemde parti inşasının en temel boyutu teorik alanda yaşandı. EKİM, bir yandan yerel planda
halkçı akımlarla hesaplaşırken, diğer yandan bunu uluslararası modern revizyonizmi çözümleme çabasıyla birleştirdi. Yalnızca modern revizyonizmi eleştirmekle kalmadı. Sosyalizm deneyimini devrimci eleştiri temelinde irdeleyerek, modern revizyonizmin ve bürokratik yozlaşmanın kaynağını, sınıfsal niteliğini ve sosyalist rejimleri yıkıma götüren sürecini de açıkladı. Sosyalizmin tarihsel sorunlarına, inkarcı liberal eğilimlerin ve toptan tapınmacı anlayışların tersine, bugüne ve yarına dersler-sonuçlar çıkarmak temelinde yaklaştı. Bu derslerden en önemlisi, emekçi insanı özgürleştirmek, üretim ve yönetim işlerine aktif ve bilinçli katılım temelinde egemen kılmak sorununun sosyalizmin can alıcı sorunu olarak saptanmasıydı. Proletarya diktatörlüğünün özü de tam olarak bu can alıcı sorunda ifadesini buluyordu. “Yeni Ekimler için ileri!” şiarıyla yola çıkan komünist hareket, her açıdan geçmişten köklü bir kopuştu. Geçmişle hesaplaşmanın en temel boyutlarından biri de küçük-burjuva devrimcilik ve örgüt anlayışı alanında yaşandı. Daha ilk çıkışında “düşünen önderler-uygulayan militanlar” ayrımını reddederek, en özlü örneklerini Habip Gül, Ümit Altıntaş, Hatice Yürekli gibi devrimciler şahsında kendi saflarında yetiştirdiği düşünen ve savaşan kadrolar yaratmaya yöneldi.
Daha baştan “Herkes kendi bayrağı altına!” diyerek, her açıdan küçük-burjuva devrimciliğiyle arasına net sınırlar çizmişti. Birilerinin elinde tasfiyeciliğin, reformizmin bayrağı varken, birilerinin elinde küçük-burjuva devrimciliğini devam ettirme ve eski güzel günlere özlemin bayrağı varken, komünistler proleter sosyalizmin bayrağını açıyor ve tüm samimi devrimci güçleri bu bayrak altında birleşmeye çağırıyorlardı. Bu çağrının hayattaki karşılığı EKİM’in illegal bir yayın olarak çıkmaya başlaması ve bu yayın üzerinden illegal bir örgütlenme temelinde ilerlenmesi oldu. Düzen içine kayılan, devrimci örgütten kaçılan, yasal yol ve yöntemlere sarılınan bir dönemde, komünistler için illegal temelde bir örgütlenme ve kadrolaşma salt öznel bir tercih değil, ihtilalci sınıf partisinin yaratılmasında yaşamsal bir zorunluluktu.
İllegal ihtilalci temelde bir örgütlenme ve kadrolaşmanın maddi zemini ise, ısrarlı bir yönelime konu edilen işçi sınıfı ve bu sınıfın bağrında fabrika hücreleri örgütleme çabasını eksene koyan siyasal sınıf çalışmasıydı. Komünist hareket, bir yandan sınıf hareketini geliştirmek uğruna bir savaşım verirken, öncü işçileri de parti ve devrim davasına kazanmaya çalıştı.
İlk çıktığı dönemde dahi 89-91’de yükselen sınıf hareketine niceliği ölçüsünde etkilerde bulunabildi. Bu hareket de ona nicel ve nitel katkılarda bulundu. Aynı dönem devrimci akımların da sınıfa yöneldiği bir dönemdi. Çünkü 12 Eylül’ün karanlık havasını ‘89 baharı aydınlatmıştı. ‘91’de sınıf hareketi kırıldığında geleneksel sol hareket geleneksel alanlarına geri döndü. EKİM ise yeni bir geleneğe imza attı ve sınıftaki gerilemeye küçük-burjuvazideki kıpırdanma ve önemli bazı çıkışlara rağmen sınıfa yönelimine devam etti.
Sınıf Devrimciliğinin Doğuşu: TKİP
Devrim hedefinin anlam kazanabilmesi ve hayatta somutlanabilmesi için komünist hareketin önünde illegalihtilalci komünist işçi partisi hedefi bulunmaktaydı. EKİM bütün gücünü, bakışını, tartışmalarını partinin inşasına yöneltti. Bunun için ideolojik bir tartışmaya, geçmişten ideolojik bir kopuşa önem verdi. İllegal bir örgütsel şekillenişi olmazsa olmaz bir koşul olarak önüne koydu. Hem içerideki hem de dışarıdaki tasfiyeci dalgaya karşı savaştı. Bu savaşla beraber örgütsel yapısı şekillendi, güçlendi. Ancak, sınıf hareketinin çok geri, devrimci kimliğin oluşacağı ve şekilleneceği mücadele dinamiklerinin kısır olduğu bir dönemdi. Harekete katılan güçlerin hemen hemen hepsi küçük-burjuva sol örgütlerin içerisinden çıkmıştı ve bu örgütlerin kimliğini-kültürünü taşımaktaydılar. Bunların yarattığı zayıflıkları aşmanın tek yolu sınıf içerisinde çalışma yapmak, sınıf içerisinde güç olmak ve işçi sınıfı içerisinden kadrolar kazanmaktı. Bunun, partiyi sınıf zeminine oturtmaktan geçtiğini söyleyen ve bu bakışla hareket eden komünistler, 1998 yılında “Devrim tarihimizde bir kilometre taşı: TKİP kuruldu!” müjdeli haberiyle duyuruyordu partinin kuruluşunu. “Partimizin kuruluşu, insanlığı ve uygarlığı tükenişe ve yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist dünya düzenine karşı kendi coğrafyamızdan yükseltilen militan bir mücadele çağrısıdır. Partimizin kuruluşu, on yıllardır yıkılmayı bekleyen Türkiye’nin kokuşmuş ve çeteleşmiş kapitalist sömürü düzenine militan bir savaş ilanıdır. Partimizin kuruluşu, on yıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır. Ve nihayet partimizin kuruluşu, kapitalist sömürü düzenini tarihe gömecek ve bu uğurda tüm emekçilere önderlik edebilecek yetenekteki tek gerçek toplumsal güç olan işçi
23
sınıfının devrimci önderlik ihtiyacının somut olarak karşılanmasıdır...”
“Bir iddiada bulunuyoruz, bir parti kurduk. Böylece ortaya tarihi önemde bir iddia koyduk. Parti, sınıfın siyasal temsili ve devrim hedefi demektir. İlk temel değerlendirmelerimizden başlayarak, devrimle aramızda parti dışında bir aşama tanımlamadık. Bizim için tüm sorunlar parti ve devrim davasının sorunlarıydı.”
“Partiyi kazandık! Gerçekte geleceğimizi, gözbebeğimiz gibi korumamız gereken temel bir tarihsel aracı kazandık. Üzerine artık tereddütsüz öleceğimiz bir davayı kazandık. Artık tereddütsüz öleceğiz! Çünkü parti öncesindeki bütün birikim güvenceden yoksundu. Parti inşa süreci hep bir biçimde attığımız adımların sallantılı olduğu, güvenceli olmadığı adımlardı. Şimdi tereddütsüz öleceğiz! Çünkü parti, her ne olursa olsun, bundan sonra bu birikimin yok edilemeyeceğinin maddi bir karşılığıdır. Partiyi kazandık! Önümüzde sınıfı partiye kazanma, parti ve sınıfa dayanarak devrimi kazanma sorumluluğu var!”
Devirmeyen darbe güçlendirir!
Burjuvazi de bu gelişmeye ağır bir darbeyle karşılık verdi. Geçmişteki darbelerin deviremediği gibi bu darbe de komünistleri deviremedi. Ancak bu süreçte sermaye devleti de görmüştür ki karşılarında devrim ve sosyalizm davasına bağlı bir parti ve işkenceci takımının bir kısmını tanıma fırsatı bulduğu sarsılmaz dava adamları vardır. Devlet bir duvara çarpmıştır. Bu duvar partidir. Parti yenilmezdir.
Burjuvazinin bu darbesini zindanlarda tüm devrimci harekete yönelik saldırılar izledi. Ancak bu partinin hedefine ulaşmasında sadece bir gecikmeye yol açabilirdi. Öyle de oldu. Darbe devirmemişti, güçlendirmişti birçok açıdan. Örgütsel sorunlara bakıştan, devrimci bir direniş geleneği yaratılması kadar birçok alanda parti dersler çıkarmış ve yoluna ışık tutmuştu. Ancak bir yanıyla da nicel olarak bir darbe yenmişti. Partinin kurulmasının hemen ardından yenen darbeler ortaya konan hedefleri hayatta somutlayacak kadrolardan nicel olarak yoksunluğu getirmişti. Önemli bir süre zorunlu tekrardan toparlanmaya ayrıldı. Bu toparlanma ancak ve ancak öncü işçi sınıfla kaynaşmakla olanaklıydı. Sınıf çalışması içerisinde örgütü şekillendirmek ve burada güç olmakla olanaklıydı. Parti, devrim hedefine ancak ve ancak böyle ulaşılacağının bilincindeydi.
Geçmişi aşarak geleceği kazanmaya!
Bugün Yeni Ekimler’in Partisi gerçekleştirdiği II. kongresinde, devrimci sınıf örgütünü her açıdan güçlendirmeyi, sınıf içinde güç olmayı hedefine koymuş bir partidir. Bu partinin adı artık sınıf çalışması ile özdeşleşmiştir. Bu parti ideolojik olarak, örgütsel olarak, devrimci kimlik planında sayısız sınavdan alnının akı ile geçmiştir. Dostun düşmanın karşısında göndere çekilmiş kızıl bayrağı canı pahasına dalgalandırmaktadır. Sınıfla devrimci birleşme ve mezhepçi sol gelenekle bir kopuşun ifadesidir bu parti ve buna uygun davranmaktadır. Önündeki en temel hedeflerden birisi budur: sınıfla devrimci birleşme. Devrimci örgütü her alanda var etmek en temel görevlerinden birisidir. Bu onun var oluş koşuludur. Partinin önünde bu hedefleri hayata geçirecek, inisiyatifli karolar yaratma sorumluluğu durmaktadır. Yeni Ekimler’in Partisi kendi gücünün ve zayıflıklarının farkındadır. Geleceğin, devrimin ve sosyalizmin partisi güne yüklenip geleceği kazanacaktır.
24
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere komünist hareket geleneksel küçük-burjuva devrimciliğinden koparak
Türkiye devrim tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Artık gelecek proleter devrimde ve onun öncü partisindedir. MarksizmLeninizm bu topraklardaki somut ifadesini Yeni Ekimler’in Partisi ile bulmuştur. Artık eski geleneğin miladını doldurduğunu ve yeni bir dönemin başladığını yirmi yıldır söylemekteyiz. Sınıf devrimciliği artık bu topraklarda kök salmıştır. Ne düşmanın darbeleri ne de sert bir şekilde esen tasfiye rüzgarı onu sürükleyemez söküp atamaz.
Partiyi her alanda güçlendirmeyi daha ileriden omuzlamaya!
Genç komünistler gençlik içerisinde siyasal bir taraftır, sınıf devriciliğinin, bilimsel sosyalizmin tarafı! Kendimize biçtiğimiz misyon gücünü, enerjisini tam da buradan almaktadır. “Komünist gençliğin mücadelenin bütün dönemlerini ve alanlarını kesen en öncelikli görevi, gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmektir.”
Geleceği yaratma mücadelesinde Yeni Ekimler’in Partisi bugüne kadar yarattığı birikimle komünist gençliğe ışık tutmaktadır. Partinin yönlendiriliciliği ve yakın önderliğiyle bu çabayı sistematikleştirmek komünist gençlik için en temel sorumluluktur. Bu sorumluluğun bilinciyle coğrafyamızda 11 yıl önce emperyalist-kapitalist sisteme karşı verilmiş savaş ilanını güçlendirmeli, Yeni Ekimler’in Partisi’nin sesini soluğunu her alana taşımalıyız! Gençlik partiye, devrime, sosyalizme! Yeni Ekimler için ileri!
m ü k k a h a T + e y i f s a T = m ı l ı ç A k i t a r k Demo
Kürt sorununda ABD patentli sahte çözüm planının ortaya atılmasından itibaren düzen cephesinden bir takım adımlar atıldı. Devlet, bir tabu olarak gördüğü bu sorunu ve “çözüm” projesini başlıca tüm organlarında tartışarak, -birkaç istisna dışında- bir bütünlük içerisinde hareket etti.
Meclisin açılmasıyla birlikte Abdullah Gül, yaptığı konuşmada “tarihi fırsat” olarak gördüğü bu sürecin düzen açısından hangi sınırlarda ele alınacağını anlatmış ve açılımın sınırlarını çizmiş oldu. Bir kez daha tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek resmi dil temelinde, “Farklılıkları zenginlik olarak kucaklamak ve yönetmek” şeklinde bir çerçeve çizerek, bu projeyi “milli birliği” güçlendirmenin bir gerekliliği olarak tanımlandı. Sürecin başında “Kürt açılımı”, sonrasında ise “demokratik açılım” olarak sunulan sahte çözüm projesi, bu vesileyle birlikte de “milli birlik projesi” şeklinde anılır oldu.
Yakın dönemde açılımla ilgili yeni gelişmeler yaşandı. PKK lideri Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada “Demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşanması ve Kürt sorununa ilişkin yaşanan tıkanmışlığı aşmak; çözümün, demokratik siyasetin önünü açmak” vurgularıyla, 1999’da da gelen “barış grupları” gibi üç “barış gurubu”nun Türkiye’ye gelmesi için çağrı yaptı. Bunun üzerine 26’sı Mahmur Kampı’ndan, 8’i Kandil’den olmak üzere 34 kişilik bir “barış gurubu” geldi. Tam da “barış grupları”nın gelmesinden önce, Başbakan R.T. Erdoğan Irak gezisi sırasında yaptığı konuşmada “teröre ve PKK’ye karşı mücadele”nin devam edeceğini belirtiyordu. Erdoğan, aynı konuşmada, amaçlarının “Terörle mücadeleyi yürütmek, PKK’ya katılımları engellemek, PKK’ya katılanları dağdan indirmek, PKK’yı silahsızlandırmak” olduğunu söyledi. Sürecin başından itibaren düzen ağzından söylenenler bunlardan farklı değildi. Düzenin bu süreçte bir bütün olarak hareket etmesi, tam da bu mutabakattan kaynaklanmaktadır. Gerillaların dağdan inmesi ve Kürt halkının kitlesel bir şekilde, zafer havası içerisinde gerillaları karşılaması, gelen PKK’lilerin tümünün serbest bırakılması, yıllardır şovenizm zehri içirilen insanlarda toplumsal bir travma yarattı. Kürt halkının sevinci, düzenin siyasal güçleri tarafından da sert bir tepkiyle karşılandı. MHP’sinden CHP’sine, AKP’sinden ordusuna kadar sermaye düzeninin temsilcileri, karşılama törenlerinin kabul edilemez olduğunu, bunların provakatif görüntüler olduğunu ve bu durumun devletle restleşme anlamına geldiğini söylediler. “Şehit aileleri”, MHP, Alperen Ocakları ve Türk Solu gibi faşist gurupların yaptığı eylemlikler ve linç girişimleri, içerideki şovenizmi daha da körükledi. Yaratılan havayla birlikte, Avrupa’dan 28 Ekim’de gelmesi planlanan gurubun aynı şekilde karşılandığı takdirde ülkeye girmesine izin verilmeyeceği söylendi. Ardından Tayyip Erdoğan açıklama yaparak sürece ara verildiğini, gerekirse sil baştan yapılabileceğini dile getirdi. PKK 10yıl önce de “barış grubu” ismiyle teslim grupları
yollamış, o zaman gelenler tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırılmıştı. Bugün devletin “açılım” projesi çerçevesinde gelenler belki tutuklanmıyorlar, fakat devletin ve hatta PKK eksenli Kürt hareketinin iradesini aşacak tarzda bir halk hareketine vesile oluyorlar. Bu olay bile, ezilen Kürt halkının barıştan anladığı ile gerek PKK’nin gerekse devletin anladığının bambaşka şeyler olduğunu gösteriyor. Kürt halkı barış söyleminde bile özgürlük tutkusunu dillendirirken, PKK ve devletin barıştan anladığı, sermaye iktidarının çıkarlarına ve ulusal eşitsizliklere dokunmayan masabaşı bir çözüm oluyor. Oysa TC’nin egemenliğinin sürdüğü, Kürt halkına dönük işkence, baskı, terör ve katliamların devam ettiği koşullarda herhangi bir barış ummak, kendini aldatmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, uluslar arasında tam hak eşitliği sağlanmadan ancak sermaye devletinin barışı yapılır. Bu ise Kürt halkına ne eşitlik, ne de özgürlük getirir. Bir yandan açılım süreci hızlanmışken, bir yandan da devlet Kürt halkına dönük işkence ve katliamlarına hız vermektedir. Ceylan Önkol’un havan mermisiyle vurulmasından Resul İlçin’in Batman’da polis gözetiminde katledilmesine, 18 aylık bir bebeğin kafasına gelen gaz bombasından dolayı ölmesine kadar devlet açılım eşliğinde terörünü sürdürmektedir. Bir yandan da içeride yaratılan havayla birlikte şovenizm körüklenerek linç kampanyalarının önü açılmaktadır.
Türkiye’deki sermaye devletinin Kürt sorununun çözümünden ve barıştan anladığı, tam hak eşitliği çerçevesinde Türk ve Kürt halkının gönüllü birliği değil, Kürt hareketini tasfiye ederek Kürt halkını tahakkümü altına almaktır. ABD patentli bugünkü bu proje açık ki sadece Kürt hareketinin silahlarını bırakmasıyla da sınırlı değildir. Reformist bir temelde de olsa silahlı Kürt direnişi, Kürt halkındaki devrimci özlemlerin ve devrimci dinamizmin PKK’yi dahi aşarak diri kalmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla esasta Kürt halkının devrimci taleplerini ve ufkunu boşa düşürerek onu düzene hapsetmek amaçlanmaktadır. Tüm bu yaşananlara rağmen düzenin “açılım”larında başarısız olması, Kürt halkındaki devrimci dinamizme, sosyal-sınıfsal enerjisine bağlıdır. Gerçek çözüm ve kalıcı barış ise Kürt işçi ve emekçilerle Türk işçi ve emekçilerin aynı devrim bayrağı altında örgütlü mücadeleyi yükseltmesiyle sağlanacaktır!
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yeni dönem…
ABD’nin Kafkaslar’daki aktif taşeronluğu yolunda ileri!
B
arack Obama’nın Türkiye ziyaretinden sonra uzun yıllar Ortadoğu üzerinden iyi bir uşaklık örneği sergilemiş olan Türk sermaye devletinin artık hem Ortadoğu’da hem de Kafkaslar’da daha ileri bir rol oynayacağı kesinlik kazandı. Barack Obama ile ‘barışçıl’ bir yüz kazanan ABD emperyalizmi, Türkiye’nin aktif taşeronluk rolünde daha da derinleşmesi gerektiğini düşünüyor, bunu sıkça ifade ediyor. Zira Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da oynayacağı bu ‘ağabeylik’ rolü için ilk önce bir takım sorunların çözülmesi, daha dostane ilişkilerin kurulması gerekmektedir.
Aktif taşeronluk sürecinin Kafkaslar’daki ayağı, Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilmesi şeklinde kendini ifade etti. Zira Ortadoğu ve Kafkaslar’da yaşanan emperyalistler arası hegemonya mücadelesinde Türkiye, daha ilerden roller istiyorsa bu ayak bağlarından kurtulmalı, her alanda barışçıl bir imaj sergilemeli ve ilişkilerini bu noktada ABD’nin bölgesel planları çerçevesinde daha uşakça kurgulamalı. Eğer bunları yaparsa, bu süreçten Türkiye’deki sermaye iktidarı payına bölgede nüfuz alanının artması düşecektir.
26
Mesela, bunlardan biri Kürt ulusal sorunu örneğinde yaşanan, ‘demokratik açlım’ süreci ise, bir diğeri de Kafkaslar üzerinden kendisini ifade eden Ermeni açılımı ya da daha somut haliyle, Zürih’te imzalanan Türkiye Ermenistan protokolüdür. Bu süreç hepimizin bildiği gibi dostluk mesajları ile başlamış, karşılıklı olarak sınırların açılması ve Ermeni katliamının ‘tarafsız-bilimsel’ kaynaklarla birlikte yeniden araştırılması şeklinde devam etmişti.
Aktif taşeronluk sürecinin Kafkaslar’daki ayağı, Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilmesi şeklinde kendini ifade etti. Zira Ortadoğu ve Kafkaslar’da yaşanan emperyalistler arası hegemonya mücadelesinde Türkiye, daha ilerden roller istiyorsa bu ayak bağlarından kurtulmalı, her alanda barışçıl bir imaj sergilemeli ve ilişkilerini bu noktada ABD’nin bölgesel planları çerçevesinde daha uşakça kurgulamalı. Eğer bunları yaparsa, bu süreçten Türkiye’deki sermaye iktidarı payına bölgede nüfuz alanının artması düşecektir.
Bir taraftan emperyalist efendilerine hizmette kusur etmeyen Türk egemen sınıfları ve onların temsilcileri, diğer taraftan Azerbaycan ile ikiyüzlüce bir denge politikası geliştirmektedirler. Dağlık Karabağ üzerinden çıkan restleşmeler, sonrasında Türkiye ile Azerbaycan arasında kurulan ekonomik ilişkilerin tartışılmasına (tehditlere) dönüştü. Türk egemen sınıflarında tedirginlik yaratan bu
durum üzerine Tayyip hızla “Azerbaycan’ın çıkarlarına aykırı bir iş yapmalarının mümkün olmadığını, Ermenistan Karabağ’dan çekilmeden sınır kapısının açılmasının söz konusu olamayacağını, Azerbaycan’ın önceliklerinin kendi öncelikleri olduğu” yönünde bir açıklama yapmıştı.
Diplomatik adımlar ya da sahte kardeşlik mesajları
Emperyalist efendiler tarih boyunca ülkelerin zenginlik kaynaklarını, pazar alanlarını sömürebilmek için işgallerin ve savaşların dışında binbir türlü kirli diplomasi entrikalarını da kullanmışlardır.
1988 yılından itibaren Dağlık Karabağ bölgesi üzerinden yaşanan gerilim bugünlere kadar tırmanarak farklı boyutlarda devam etmiştir. Türkiye’nin Kafkaslar üzerinden Amerikanın hegemonyasını arttırması için harcadığı yoğun çabalar, diğer bir emperyalist devlet olan Rusya ve onun müttefiki Azerbaycan’ı rahatsız etmektedir. Hazar bölgesindeki zengin kaynaklara göz diken Amerika, Türkiye üzerinden Kafkaslar’daki nüfuz alanını genişletmek peşindedir. Kısacası sınır kapılarının açılması tartışması, verilen kardeşlik mesajları, iki devlet arasındaki tarihi hoşnutsuzluğun çözülmesi tam anlamıyla emperyalist efendilerin bölge planları dahilindedir. Keza emperyalizm tarihi boyunca kirli çıkarları için halkları birbirine boğazlatmış, iç savaş çıkartıp, ülkeleri bölmüş, kukla hükümetler kurup bölgede kendisine ileri karakollar yaratmıştır. Hal böyle iken verilen kardeşlik mesajları, samimiyeti tartışılmayacak kadar sahtedir, riyakarcadır.
Görünen o ki, Kafkaslar üzerinde şiddetlenen gerici rekabet ve pazarlıklarda ABD adına “etkin taşeronluk” yapmaya çalışan işbirlikçi Türk burjuvazisi ile onun hizmetindeki iktidara, “Washington’un piyonu” olmak gibi alçaltıcı bir rolden başka bir şey düşmeyecektir.
Dünya halklarının katili ABD başkanına Nobel Barış Ödülü verildi
Gerçek ve kalıcı barış için
N
SOSYALİZM!
obel barış ödülü bu yıl ABD emperyalizminin yeni başkanı, emperyalist savaş ve yıkım politikalarının yeni uygulayıcısı Barack Obama’ya verildi. Adında “barış” kelimesi geçen bir ödülün emperyalist işgal makinesinin liderine verilmesi, birçok kişi tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Ancak önceki dönemlerde Nobel Barış Ödülleri’nin verildiği isimlere baktığımızda, bunun hiç de şaşırtıcı bir yanı kalmıyor. Nobel komitesi 1900’de ilk toplandığında ödülün şiddete karşı olan ve barışa inanıp katkı sunanlara verilmesi gerektiğini öngörmüştü. Bu çerçevede ilk ödülü 1901’de Kızıl Haç’ın kurucusu Jean Henry Dumont’a ve Kalıcı Barış İçin Uluslararası Lig’in kurucusu Fransız Frederic Pasyy’e verdi. Bundan sonraki dört yıl boyunca da ödül buna benzer kişilere verildi. Ancak yıl 1906’yı gösterdiğinde ödül giderek gelişen ve dünya üzerinde her geçen gün daha çok söz sahibi olmaya çalışan Amerikan emperyalizminin kabadayılığı ile tanınan, savaş ve macera düşkünü emperyalist politikalarla insanların kanına giren başkanı Theodore Roosvelt’e verildi. Ancak insanlığa karşı suç işlemiş bir katile ödül verilmesi üzerine ortaya çıkan tepkilerin de etkisiyle ödüller 4 yıl boyunca yeniden barış yanlılarına verildi.
1920’de ödül yine başka bir katile, ABD başkanı Wilson’a verildi. I. Dünya Savaşı sırasında Amerikan emperyalizminin temsilciliğini yapan ve yayılmacı politikalarının uygulayıcısı ve yeminli bir kadın hakları düşmanı olan Wilson’a ödül verilmesi, aslında bu ödülün nasıl bir manipülasyon aracı olarak kullanılacağının da göstergesiydi. 1938’de ise ödüle iki aday gösterildi; biri Alman faşizminin temsilci, Yahudileri tamamen ortadan kaldırmak için onları toptan öldürmeye çalışan ve yeminli bir komünizm düşmanı olan ırkçı-faşist diktatör Adolf Hitler, diğeri Hindistan bağımsızlık hareketinin lideri Gandi’ydi. Komitenin Hitler’i ve Gandi’yi birlikte aday göstermesi de çok şaşırtıcı gibi görülebilir. Ancak Hitler, batı emperyalizmi tarafından SSCB ve Bolşevizm’e karşı siper olarak görülüyordu ve başlatacağı savaşla dünyanın ilk sosyalist devletini ortadan kaldıracağı umuluyordu. Hitler Almanya’daki tüm muhalif kesimleri ya katlediyor ya da sürgüne yolluyordu. Dolayısıyla da ülkede sınıf mücadelesi zincirlenerek “barış ve istikrar” sağlanıyordu. Hitler’in önüne konan hedef Sovyetler Birliği’nin yıkılması yoluyla bu “barış ve istikrar”ın tüm dünyaya yayılmasıydı. Yıl 1978 ödül bu kez Siyonist terörist Menahem Begin ile Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi ile uzlaşarak,
Filistin davasının ihanete uğramasından doğrudan sorumlu olan işbirlikçi Mısır lideri Enver Sedat’a verildi.
2002’ye gelindiğinde Nobel Barış Ödülü, CIA adına ölüm mangaları kuran, 1980 Martı’nda 3000 Koreli’nin ölümüne neden olan, Doğu Timor’un işgalinden sonra Endonezya’daki askeri diktatörlüğe destek aktaran, Hristiyan sağın güçlenmesini sağlayan ABD Başkanı Jimmy Cartear’e verildi. Ve yıl 2009. Nobel komitesi ödülü başkanlık koltuğuna oturur oturmaz Pakistan ve Afganistan’ın bombalanması emrini veren, Latin Amerika için hazırladığı saldırı planını açıklayan bir başkana, yıllardır emperyalist emellerini gerçekleştirmek için kan döken emperyalizmin en büyük temsilcisi olan bir devletin başkanına, Barack Obama’ya verdi. Görüldüğü üzere emperyalist kapitalist sistem, varlığını ve egemenliğini sadece baskı ve zor aygıtlarını kullanarak değil, aynı zamanda bu tür sahte yanılsamalar yaratarak da sürdürüyor. Ödülün Obama’ya verilmesi, Amerika’nın özellikle de Bush döneminde kirlenen imajını temizlemek, attığı her adımda dünya halklarının tepkisiyle karşılaşan Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi uşak takımının yolunu düzlemek amacını taşıyor.
Bu ödül Obama’ya biçilen misyonun, yaratılmak istenen barış elçisi imajının taçlandırılmasından başkaca bir anlam ifade etmiyor. Barack Obama’nın başkanlığa geldiği ilk günden itibaren yaratılmaya çalışılan olumlu hava, seçim döneminde verdiği gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan vaatleri, tüm dünya halklarını etkisi altına almıştı. Oysa Obama’nın, ABD’nin saldırgan emperyalist politikalarını uygulamaktan başka şansı yoktur. Ancak deyim yerindeyse yalancının mumu yatsıya kadar yandı. Göreve gelir gelmez, terörle mücadeledeki tek hedeflerinin Pakistan ve Afganistan olamadığını, ABD’nin tehdit olarak düşündüğü her yere saldırmakta tereddüt etmeyeceğini açıklaması, Obama’nın çevresinde yaratılmaya çalışılan tüm barış hayallerini bir anda tuzla buz etti.
Nobel barış ödülünün Obama’ya verilmiş olması, onun da, hizmet ettiği katillerin de gerçek yüzünü gizlemeye yetmeyecektir. Burjuvazi ve sömürü düzeni adına dünyayı kana bulayanlar katillere ve temsil ettikleri bu düzene hak ettikleri “ödül”ü, demek oluyor ki tarihin çöplüğüne atılma dersini, er ya da geç dünya işçi sınıfı ve ezilenleri verecektir.
27
Munzur’un özgür akmasımücadeleye! için “Son ırmak kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, Son balık öldüğünde; Beyaz adam paranın yenilmeyen bir şey olduğunu anlayacak!” (Kızılderili atasözü)
Son günlerde Dersimliler Munzur Vadisi’ne yapılan ve yapılacak olan barajların yıkıcı etkilerini Uzunçayır Barajı’nın su tutmaya başlamasıyla daha yakından görmüş oldular. Evlerin, toprakların, mezarların sular altında kalması ve arıtma tesisi yapılmadan su tutulmaya başlanmasının yarattığı kirlilik, tehlikenin boyutlarını çarpıcı bir şekilde gösterdi. Dersimlilerin tepkileri ise hızla kitlesel boyutlar kazandı. İlk önce binler Taksim’de “Munzur Özgür Akacak”, “Dersim onurdur, onuruna sahip çık” sloganlarını haykırdılar. Sonra 30 bine yakın Dersimli ve Dersim dostları baraj istemediklerini bu kez daha gür bir sesle Dersim’de haykırdılar. Son olarak da baraj suyunun yükselmesiyle yakın bir zaman içinde sular altında kalacak olan Hızır Gölü ziyaretlerine beş bin kişiyle meşaleli yürüyüş gerçekleştirildi. Dersimliler burada son kez ibadetlerini gerçekleştirdiler, kurbanlarını kesip, lokmalarını dağıttılar. Dersim; dili, dini, yaşayış biçimi olarak sistemden tarafından bir “çıbanbaşı” olarak görülüyor. Gerek Osmanlı döneminde, gerek Cumhuriyet’in 1937’ye kadar olan döneminde egemenlerin baş edemedikleri Dersim, 19371938 yıllarında büyük katliamlarla, benzersiz zulümlerle teslim alınmaya çalışıldı. Devlet, ’38’de onbinlerce insanın hayatını kaybettiği bir katliam yaptı. Ardından soykırımı pekiştirmek için kalanları da sürgün etti. Fakat Dersim yine de teslim alınamadı. Bu tarihsel direngenliğin de etkisiyle Dersim’in çocuklarının kalbi hep devrimden yana attı. O yüzden yıllardır yok edilmeye, teslim alınmaya çalışılıyor.
Son modern Kürt isyanının da en önemli dayanaklarından biri oldu Dersim. Kürt ulusal mücadelesi geliştikçe devletin baskıları da ağırlaştı Dersim’de. Olağanüstü hal uygulamasıyla zulüm alabildiğine yoğunlaştı. Kirli savaşın vahşete dönüştüğü 1993-1994’te ise evleri yakmaya, köyleri zorla boşaltmaya başladı devlet. Yine de emeline ulaşamadı.
En sonunda yıllar öncesinden planlanan baraj yapımını soktular devreye. Kılıfına da uydurmuşlar, elektrik üretecekler. Sözde aydınlatma uğruna koskoca bir tarihi karanlığa gömmeyi amaçlıyorlar. Üretecekleri elektrikle baraj yapım masraflarını bile karşılayamayacaklar. Ama olsun, onların derdi para kazanmak ya da bölgenin çıkarlarını gözetmek değil, bir halkı, bir tarihi ve bir direnişi yok etmek. Çünkü barajlar sayesinde gerillaların geçiş yolları sular altında kalacak, mağaralarını sular basacak. Köylüler evlerinden göç edecekler yine, yine bir bilinmezliğe gidecekler. Egemenler
su üstünde kalan yerleri daha kolay yönetecekler.
Bugün Dersim’e yönelik saldırılar sadece barajlarla ve askeri operasyonlarla sınırlı değil. Orman yakmalarıyla, siyanürle altın arama işletmeciliğiyle, halka ajanlık ve koruculuk dayatmalarıyla, Dersim’de faaliyet yürüten devrimcilere yönelik keyfi tutumlarla çok yönlü ve geniş bir imha, yozlaştırma ve asimilasyon saldırısı sözkonusudur. Devletin saldırıları Dersim’in yanısıra diğer Kürt illerinde de sürüyor. Halkı yıpratmak ve gerilla faaliyetini engellemek için başta Hasankeyf olmak üzere baraj yapım çalışmaları devam ediyor. Ayrıca yaz aylarında yaşanan çatışmalar bahane edilerek orman yakmalar artarak sürdürülüyor.
Öte yandan saldırıların çevreye yönelik yanı, Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleşmektedir. Bugün Türkiye’nin beş yüzden fazla noktasında siyanürle altın arama çalışmalarıyla toprağımıza zehir ekilmektedir. En somut örnek olarak Kaz Dağları karşımızda duruyor. Sonra Bergama, Uşak… Her nedense açılan davalarda altın arama çalışmaları hukuki olarak durdurulmuş olsa da ülkemizde bunun yaptırımı maalesef işlemiyor. Yine baraj yapımları Fırtına Vadisi, Allionai, Hasankeyf ve daha birçok yeri yok etmek üzere sürüyor. Sözde elektrik uğruna ve “suyun denizlere boşa akmasını önlemek” türünden bilinçsiz politikalarla yapılan barajlar bize hiçbir kazanç sağlamayacak. Ömürleri dolduktan sonra bataklık olarak kalacak. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Sinop ve Mersin’e birer nükleer santral açmak istiyorlar.
Bugün bu saldırılara verilebilecek en iyi cevap mücadele etmektir, onlara teslim olmak değil. Dersim direnişinin önderi Seyit Rıza’nın, teslim olmasını isteyen oğluna söylediği şu sözler mücadelede rehber olabilmelidir: “Oğul, oğul! Görüyorum ki hükümetin sana yedirdiği somun ekmeği iştahını bayağı kabartmış. Benden teslim olmayı isteme. Bu şahsımı ilgilendiren bir karar değil, bu halkımı ilgilendiren bir karardır. Ben halkımın şeref ve namus davası uğruna direnmeye yemin ettim. Teslim olmamam da ölümden korktuğumdan değil, halkıma ihanet eden adam olarak tarihe yazılmak istemiyorum. Halkımın gelecek kuşakları da dedelerinin adı anıldığında yüzleri kızarmasın, alnı açık başı dik yürüsünler. Yenilgiyi kabul ederim ama teslim olmayı asla!” İşte Munzur, Seyit Rıza’nın teslimiyete meydan okuyan çağrısını yeni kuşaklara aktarabilmek için dahi özgür akmalı.
İÜ’den bir EG okuru
Kapitalizm, felaketler pazarlayıp kâr yapmaya devam ediyor…
Domuz gribi öldürüyor, peki ya kapitalizm?
“…Son günlerde aktüel konu olan domuz gribini incelediğimizde yine karşımıza kapitalizmin vahşeti çıkar. 1990’ların ortalarından 2000’li yılların başlarına Amerika’da mega domuz çiftliklerinde bir yoğunlaşma yaşandı. 1965 yılında 53 milyon domuz, 1 milyon domuz çiftliği varken, günümüzde bu sayı 65 milyon domuza karşılık 65 bin çiftliğe indi. NAFTA anlaşmasından sonra ucuz işgücü ve çeşitli sermaye teşviklerinden yararlanmak, çevrenin korunması, sağlık problemleri gibi şeylerden muaf olmak için çiftliklerin büyük bir kısmı Meksika’ya taşındı. Son derece sağlıksız, standardize ve steril olmayan koşullarda domuz üretimine başlandı. Bu koşullar birleşik virüslerin oluşma zeminini yarattı. Basit bir grip virüsü başka bir virüsle birleşerek mutasyona uğradı. Ve karşımıza öldürücü ve hızla bulaşan domuz gribi hastalığı olarak çıktı. Bu hastalığın, eğer sonucu itibariyle tartışılmayacaksa, sorumlusu daha ucuz işgücü ve maksimum kâr peşinde olan kapitalizmdir.”(Kapitalizmin ruhu ve krizler I - Kapitalist üretim tarzının doğası / Volkan Yaraşır)
Kuş gribi, kırım kongo kanamalı ateşli hastalığı, SARS… Şimdi de domuz gribi! Kapitalizmin kâr hırsı yüzünden doğada yarattığı tahribat sonucu oluşan, hatta bazılarının belli bir politikanın ürünü olarak labartuvarda oluşturulup bilinçli bir şekilde yayıldığı iddia edilen bu hastalıklar, milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Kapitalizm ise her fırsatta bu durumları kâra çevirmekte gecikmedi.
Domuz gribi konusunda önce insanları yatıştırmaya çalışan, vakaların sadece yurt dışından geldiğini, tehlikenin olmadığını söyleyen hükümet sözcüleri, büyük ilaç tekelleriyle aşılar için sözleşmeler yapılmaya başlanınca felaket habercisi oluverdiler. Sağlık Bakanlığı hiçbir önlem alınmazsa Türkiye’de enfekte olması beklenen insan sayısının 21 milyon olduğunu, başvuranlardan 96 bininin hastaneye yatacağını, bunların da 15 bin 500’ünün yoğun bakım hizmeti alacağını, bu süreçte tahminen 5 bin 300 kişinin öleceğini açıkladı. Ancak aşılama gibi önlemlerle enfeksiyon sayısının 1.8 milyonla sınırlı tutulabileceğini, 7 bin 500’ünün hastaneye 1200’ünün yoğun bakıma yatırılacağını bu şekilde ölüm sayısının 400 olacağını tahmin ettiklerini ifade etti.
Ölü sayısının 23’e yükseldiği Türkiye’de de acil servisler dolup taştı. Bu durum sağlık hizmetlerinin yetersizliğini de bir kez daha gözler önüne serdi. Sıra numaralarının 4 haneli rakamlara çıktığı hastanelerde insanlar tedavi olabilmek için saatlerce bekletildi. Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Çocuk Servisi'nde ateşler içinde yanan çocuklarını tedavi ettirebilmek için saatlerce bekleyen insanlar hastanede tek doktorun olduğunu ve ancak üç saatte 70 kişiye bakabildiğini ifade etti. Bu da hiç ara vermeden saatlerce çalışan doktorun her hastaya ancak üç dakikadan az vakit ayırabildiğini gösteriyor.
Hastalıktan korunmanın en önemli yollarından birinin hijyen olması nedeniyle okulların tatil edilip dezenfekte edilmesi ve sıvı sabun kullanımı zorunlu hale getiriliyor. Oysa yüzlerce okulun tuvaletlerinde el sabunu, tuvalet kağıdı, hatta sifon bile olmadığı, temiz-sağlıklı içme suyu bulunmadığı, temizlik işlerinin okuldaki nöbetçi öğrencilere yaptırıldığı, birçok köyde nitelikli sağlık hizmeti verilmediği, sağlık hizmetinin ve ilaçların zaten paralı olduğu, basit gerçekler olarak karşımızda duruyor.
Öte yandan Türkiye’de her yıl mevsimsel grip sebebiyle ölen kişi sayısı yaklaşık 17 bin. Fakat her yıl binlerce ölüm olduğu halde grip salgını hiçbir zaman bu kadar gündemleşmiyor. Bir yandan domuz gribiyle ilgili panik yaratılırken, diğer yandan tedavisi mümkün olduğu halde mevsimsel gribin her yıl bu kadar ölümle sonuçlanmasının, insanı hiçe sayan sağlık politikalarından başka bir nedeni olabilir mi?
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de yan etkileri yüzünden kullanılmayan ilaçların Türkiye’ye satıldığı iddiaları gündemde. HÜ İç Hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Murat Akova, Türkiye’de yapılan aşılarda yan etkileri olan adjuvan adlı bir maddenin kullanıldığını, bu maddenin beyin üzerinde etkili olduğunu, felce ve ölüme neden olabileceğini söylüyor. Hatta aşılarda kanserli hücreler kullanıldığı da iddialar arasında. Bazı uzmanlar aşının domuz gribinden daha ölümcül olabileceğini de söylüyor. Ancak endişelenmeye gerek yok, çünkü bu tip bir durumla karşılaşıldığında kapitalistler yine “çözüm” üretip satmakta gecikmeyeceklerdir.
Bir başka skandal da aşının saklama koşullarının yarattığı tehlike. Tehlikeli virüsler taşıyan riskli numunelerin taşındığı biyogüvenlik kabininin uygunluk belgesi yok. Bu, virüsün sızmış olması gibi korkunç bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Bir de, numunelerin virüs barındırıp barındırmadıkları, bozulmuş olduklarından sağlıklı olarak tespit edilemiyor. Bu da egemenlerin domuz gribi tehlikesi konusunda ne kadar samimi olduklarının bir başka göstergesi. Metro istasyonlarında, tramvaylarda domuz gribi için alınan temizlik önlemleri boy boy fotoğraflarla, bant kayıtlarıyla gösterilirken, “Bütün bunlar sizin güvenliğiniz için yapılıyor” argümanının arkasında “tehlike” sinyalleri yayılırken, bir yandan da “çok tehlikeli” virüs her türlü yayılma riski göze alınarak taşınıyor.
Görüldüğü gibi egemenler için insan sağlığı hiçbir önem taşımıyor. İnsanlığı ise doğaya verilen zararla birlikte her geçen gün daha da büyük felaketler bekliyor. Şimdi akıllara bir soru geliyor: Asıl sorun hangisi, domuz gribi mi, kapitalizm mi?
29
Kolluk kuvvetleri katletmeye, devlet katilleri aklamaya devam ediyor…
Devlet terörü kolluk kuvvetlerinin imza attığı yeni icraatlarla sürüyor. Hemen her gün televizyon ve gazetelerde polis tarafından darp edilen, darp sonucu bir yerleri kırılan ya da komaya giren insanların haberlerini duyuyoruz. Tüm bunlarla birlikte polis, jandarma ya da askerin, bazıları kurşunla, bazıları havan topuyla çocukları katletmesine de son zamanlarda çokça tanık olduk. Elbette devletin toplum üzerinde estirdiği terör bununla sınırlı kalmıyor.
Sermaye hukukuyla, bürokrasisiyle ya da medyasıyla katillerini bir şekilde aklıyor. En son Ceylan Önkol’un havan topuyla katledilmesi olayında da görüldüğü gibi savcı olay yerine -toplumsal baskının etkisiyle- üç gün sonra gidiyor. Arkasından tüm raporlara rağmen Ceylan’ın bir cisimle patlayıcıyı dürttüğü söyleniyor. Ama Ceylan’ın vücudu yüzlerce parçaya ayrılırken bacaklarına ve oynadığı söylenen cisme neden zarar gelmediği açıklanmıyor. Bu olayla tekrardan gördük ki devlet katletmekten, sonrasında da öldürdüğüne iftira atmaktan çekinmiyor. Bunun için de tüm kurumları seferber ediyor. Ceylan Önkol’un katliamının ardından çok geçmeden “bebek katili” devlet 18 aylık Mehmet Uytun’u da öldürdü. Sonrasında yine aynı senaryo devreye girdi: Savcı görevini yapmadı. Valilikse bebeği eylemcilerin öldürdüğünü söyledi. Ancak tüm yalan ve iftiralara rağmen gerçek ortaya çıktı. Gerçek bebek katili, devletti. Cizre’de jandarma ve eylemciler arasında çıkan çatışmada jandarmanın attığı gaz bombası evinde, annesinin kucağında olan Mehmet bebeğin başına isabet etti ve ölümüne sebep oldu.
Olayın medyada yer etmesi üzerine Şırnak valiliği ise şu açıklamayı yaptı: “Örgüte müzahir (destekçi) art niyetli insanlar küçük bir çocuğun yaralanmasını bile kendi emellerine alet etmek için çaba göstermektedir.” Ve bebeğin ölümüne eylemcilerin attığı taşın sebep olduğunu söyledi. Çok geçmeden devletin “küçük bir çocuğun yaralanmasını bile kendi emeli için” kullandığı ortaya çıktı. Olay günü savcının yaptığı inceleme sonucu evde gaz bombası kapsülü bulundu ve kapsülün jandarmanın o gün kullandığıyla aynı olduğu anlaşıldı. Hatırlanacağı üzere birkaç yıl önce polis panzeri tarafından ezilip öldürülen bir çocuğun da yine “eylemci taşıyla” öldüğü söylenmişti. Yani devlet çocuk katilliğini de tiksinti verici yalancılığını da ilk kez göstermiyor. Devlet terörünün son dönemde en çok gündeme gelen örnekleri bunlar. Ama polisin icraatları bunlarla sınırlı değil. Üniversitelerde, parklarda, sokaklarda, liselerde polis terörü uygulamaları devam ediyor. Polis vahşetinin verileri çok fazla fakat sınırlı örneklerle de olsa polis devleti uygulamasının boyutlarını vermeye çalışalım:
30
- Ahmet Kaya’nın “Mavinin Türküsü” isimli
parçasını söyleyen bir genç polis tarafından çevrildi ve parçanın kime ait olduğunu soran polise Ahmet Kaya cevabını verince ağır bir şekilde darp edildi.
Hakkâri’de, Cafer Ağacanoğlu isimli bir kişi, Hakkâri Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polislerden sis lambası açık olduğu için dayak yedi. Daha önce tanıştığı Mikail Gökbulut isimli çevik kuvvet polisi ile Şirinevler’de görüşmeye giden Yusuf Uzun isimli boyacı ustası, aynı polis tarafından darp edildi. Aldığı darbe ile şakağı yarılan ve gittiği hastaneden rapor alan Uzun, Gökbulut’un arkadaşları tarafından davacı olmaması için ölümle tehdit edildiğini söyledi.
Polis tarafından Şırnak'ın İdil ilçesinde gözaltına alınan 52 yaşındaki Resul İlçin, polis merkezinde yaşamını yitirdi. Polis yetkilileri, İlçin'in düşüp başını çarpması sonucu öldüğünü öne sürerken, ilk otopside İlçin'in kafasında ve vücudunda darp izleri bulundu. Mehmet Şah Araş, 30 Ekim günü eşi ve çocuklarıyla birlikte bir taksiyle Kurtuluş'taki evlerine giderken yolu kapayan çöp kamyonunu yoldan uzaklaştırmaları için polis ekibine ricada bulunduğunu anlattı. Araş, bu ricası üzerine polisin "Sen kimisin? Bana görevimi mi söylüyorsun" diyerek copla kendisini darp ettiğini söyledi.
Antalya'da yaklaşık 1,5 yıl önce sokakta baygın bulunan, alkol tedavisi uygulanan ancak 15 gün sonra ölen kişinin, olay gecesi dövüldüğü ve kafatasında meydana gelen kırılma nedeniyle öldüğü ortaya çıktı.
Sermaye işçi ve emekçilere ekonomik saldırılar yöneltip bir yandan onları açlığa ve sefalete mahkum ediyor, bir yandan da kolluk kuvveti ve yargısıyla onlara gözdağı veriyor. Son dönem artan polis terörünün başlıca nedeni de topluma gözdağı vermektir. Polis salt eylem yapan işçiye, emekçiye ya da devrimciye şiddet uygulamıyor. Sistemli bir biçimde hayatın her alanına uzanıyor. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ve Terörle Mücadele Yasası ile ipleri iyice koparılan polis, adeta 12 Eylül postallarının işlevini görmeye başlıyor. Faşizan bir şekilde salt düzene muhalif görüşler değil, beğenmediği her hareket ve davranış üzerine de şiddet uygulayabiliyor. Sermayenin diktatörlüğü 12 Eylül’de askeri diktatörlük biçimindeyken, şimdiyse polis devleti biçimini alıyor. Tüm bu yaşananların asıl kaynağı sermaye diktatörlüğüdür. Polis devletini ve terörünü yok edebilmek, sermaye diktatörlüğüne karşı yükseltilecek mücadeleden geçiyor.
Kirli savaş sürüyor…
Çocuk katili devlet hesap verecek! B
ir ayı aşkın bir süredir küçük bir kız çocuğunun tek vesikalık fotoğrafı haberlerde ve televizyonlarda karşımıza çıkıyor. Bu kız hayvan otlatmaya gittiğinde çevre karakollardan atılan bir havan topuyla vurulmuş ve küçücük bedeni parçalanmış. Biz ise o fotoğrafa bakıp çocukların böyle vahşice öldürülebildiği bir ülkede yaşıyor olmanın dehşetine düşmeden, paniğe kapılmadan, bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünmeden hayata devam edebiliyoruz. Üstelik bir şey yapmadan oturduğumuz o saklı ama aslında her noktasına kadar zapt edilmiş, kontrol edilmiş yerlerimizde vicdanımızda en ufak bir sızı bile oluşmuyor. Nedendir bilinmez. Belki de kapitalist sistem hayatlarımızı, bedenlerimizi paramparça ederken sadece kültürlerimizi, dillerimizi, onurumuzu, umutlarımızı değil, vicdanımızı da yok ediyor. Ve bizler mücadele etmediğimiz oranda umutsuzlaşarak, umudumuzu kaybettiğimiz oranda vicdansızlaşarak, hissiz robotlar olarak bugün de ölmediğimize şükrederek yuvarlanıp gidiyoruz işte.
Oysa çok değil, bir iki ay önce gencecik bir kızın başı vahşice kesilmişti ve biz bunu haber bültenlerinde saatlerce izlemiş, gazetelerde manşetlerden okumuştuk. Bir katil aylarca firar etmiş, biz de televizyonda gün be gün aranmasını izlemiştik. Bu kızcağıza acımış, bizim de başımıza gelir mi diye korkmuştuk. Peki, bu iki kızı birbirinden ayıran neydi? Birinin haberde gösterilecek boy boy fotoğrafları olmaması mı? Sadece bir tane fotoğrafı var, muhtemelen ilk kez çektirdiği için de gözleri korkuyla kocaman açılmış. Peki, bu tek bir fotoğraftaki kızın katilinin kaçma gereği duymaması, psikopat diye nitelendirilmemesi, hatta bazı kimseler tarafından haklı görülebilmesi başı değil de iç organları parçalandığı için miydi? Yoksa yoksul olması, Kürt olması mıydı onun ölümünü böyle kabullenilesi yapan? Evet, 28 Eylül günü 12 yaşındaki Kürt kızı Ceylan Önkol Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Şenlik köyünde havyan otlatırken sermaye devletinin kolluk güçleri tarafından vahşice katledildi. Ceylan, annesine makarna yapmasını söyleyerek hayvanları otlatmaya gitmişti o gün. 11.30’da duyulan patlama sonucu ailesi, ne olduğuna bakmaya gittiğinde Ceylan’ın parçalanmış cesediyle karşılaştı. Ceylan’ın parçaları dallara dağılmış, küçücük bedeninin ortasında kocaman bir delik açılmıştı. Üstelik savcı güvenlik gerekçesiyle, işine geldiğinde güvenliğini sağlayıp çatışmaların ortasına bile giden savcı, mayın ya da el bombasıyla saldırıya uğrayabileceğini öne sürerek, olay yerine gitmediği, bir ekip göndermediği için Ceylan’ın ailesi kızlarının parçalarını kendi elleriyle toplayıp, komşu köyden getirdikleri bir tabuta koyarak Abalı Jandarma Komutanlığı’na götürdüler.
Ceylan’ın parçalara ayrılmış küçük bedeni tam 6 saat olay yerinde birilerinin gelip katillerini bulması için bekledi. Olay yerinin fotoğraflarını çekmek ve görüntülerini almak için de köyün imamı gönderildi. Savcı ise olay yerine güvenlik önlemlerini ancak 3 gün sonra alarak gitti. Bir de aile delillere zarar verdiği, patlama çukurunun merkezini bozduğu için azar işitti. Anlaşılan bu ailenin acı çekme hakkı da yoktu ki savcı, kızını kaybetmiş, üstelik onun cesedinin parçalarını elleriyle toplamak zorunda kalan bir ailenin yaşadıklarını düşünüp,
buna göre davranma gereği bile duymamıştı.
Ceylan’ın otopsisi yapıldığında oyun oynarken elindeki tahra ile daha önceden atılmış bir 40 mm’lik bombaya vurduğu ve bunun sonucu öldüğü söylendi. Bileklerinde meydana gelen yanıklar ve patlama sonucu oluşan çukurun büyük olmaması bunun kanıtıydı. Vücudunda bulunan şarapnel parçaları da bu mühimmatındı ve patlamadan kaynaklı hasar gördükleri için tam olarak tespit edilemiyorlardı.
Çevredeki karakolların olay yerine uzak olduğu, o gün havan topu atışı yapılmadığı da öne sürüldü. Oysa patlama sesinden önce bir uğultu duymuştu köylüler. Bu, patlamanın havan topu ya da roket atışı sonrasında meydana geldiğini gösteriyor. Ceylan’ın kollarının ve bacaklarının sağlam kalması, karın bölgesinin parçalanmış olması ise isabet alınmış olabileceğinin kanıtı. Ayrıca elinde tuttuğu tahranın ucu değil, ortası hasar görmüş. Ceylan eğer onunla vurup bir şeyi patlatmış olsaydı, önce ucunun hasar görmüş olması gerekirdi. Aynı zamanda tahra incelenmek için aileden alınmamış ve alınan toprak örnekleri de hazırlanan rapora eklenmemiş, bir şeyleri saklamak istercesine.
Uzak denilen karakollardan biri olan Tapantepe Taburu patlamanın olduğu yeri cepheden gören bir yerde. Zaten Ceylan, karakolların olduğu bir bölgede yaşadığı için de ailesi tarafından yerde gördüğü patlayıcı maddeler konusunda uyarılmış bir çocuk. Bu bilince sahip olamayacak kadar da küçük değil. Hadi diyelim ki dedikleri gibi Ceylan vurdu patlayıcı bir maddeye. Bir ülkede küçük bir kızın oyun oynayabileceği bir yerde patlayıcı bir mühimmat bulunuyor olması yeterince utanç verici değil mi zaten? O küçük çocuk kendi vurup patlattıysa o mühimmatı, haklı mı gösterecek bu ölümü bize? O zaman tamam kendi etmiş mi diyeceğiz?
Bütün bunların yanı sıra Ceylan cinayetinin bilirkişi raporu Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne bağlı Terörle Mücadele Şubesi’nden iki polise hazırlatıldı. Bu da dosyanın taraflılığı hakkında soru işaretlerine yol açıyor. Ayrıca dosya terör kapsamına alınarak TSK’nın bu konuda sorumlu olma durumu da yok edildi. Yetmezmiş gibi gizlilik kararı alınarak, medyayla bile paylaşılan bilgilerin davadan önce avukata verilmesi engellendi. Bu da savunma hakkını büyük oranda kısıtlıyor. Bu kararın kaldırılması için yapılan girişimler de 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. Aile şimdi dosyayı AİHM’ye taşıyarak hakkını aramaya çalışacak. DTP grup başkan vekili Selahattin Demirtaş da savcı Mustafa Kamil Çolak hakkında görevini kötüye kullanmaktan suç duyurusunda bulundu. Bununla birlikte TSK da “asimetrik harekat, psikolojik savaş” açıklamaları yaparak durumun vahametini örtbas etmeye çalışıyor. Bölgede bugüne kadar 356 çocuk TSK tarafından katledildi. Uğur, Mizgin, Enes, İsmail, Abdullah bu çocuklardan bir kaçıdır. Kapitalizm; işkencelerde, gözaltılarda devrimcileri, fabrikalarda, tersanelerde işçileri, okul kapılarında bombalarla, adressiz kurşunlarla demokrat öğrencileri, havan toplarıyla çocukları katlediyor. Burjuvazinin düzeni devamlılığını kanla sağlıyor. Kanı paraya dönüştürüyor, kanla insanları susturup güç kazanıyor. Bize ise bir çocuğun ölümüne bile sessiz kalmamıza neden olan duvarlarımızı yıkmak ve bu kanlı düzeni tarihin karanlık sayfalarına gömmek için mücadele etmekten başka çare kalmıyor.
31
Alman Kasım Devrimi…
“Vardım, Varım, Varolacağım!” “Berlin’de düzen sürüyor!.. Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin düzeniniz. Devrim daha yarın olmadan, zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır! Ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: ‘Vardım, varım, varolacağım!’” Rosa Luxemburg
32
1890'lı yılların sonlarına doğru Almanya’da, gelişen sanayiyle birlikte güçlü bir işçi sınıfı oluşmuştu. Ülkedeki Marksist birikimin de etkisiyle Alman işçi sınıfı, örgütlülüğünü diğer ülkelere oranla çok daha geniş kitlelere maletmişti. Öyle ki işçi sınıfını temsil eden Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), I. Dünya Savaşı’ndan önce 1 milyon üyesiyle, 90 yayınıyla ve binlerce yerel örgütüyle dünyanın en büyük ve en etkili sol partisi haline gelmiş, II. Enternasyonal siyasetinin belirlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Fakat SPD, 1891'deki Erfurt Kongresi'nde işçi sınıfının devrimci mücadelesini bir kenara bırakarak, sistemle girdiği uzlaşı içinde parlamenterist bir çizgiye oturdu. Varlığını ve gücünü oluşturan işçi sınıfına reformist bir program dayatarak devrime sırt çevirdi. Partinin bu tutumuna muhalif olan ve devrimci mücadele gerekliliğini savunan bir sol kanat vardı. Rosa Luxemburg ve arkadaşlarının oluşturduğu sol kanat yeterince güçlü olmadığı gibi, işçi sınıfından bağlarını koparmamak için bir ayrılık politikası da yürütmüyordu.
II. Enternasyonal’in 1907’deki Stuttgart Kongresi, savaşın yaklaşması durumunu görüşerek bazı kararlar aldı. Bu kararların özünü en etkin araçları kullanarak savaşın başlamasını engellemek, başladığı durumda ise bir an önce bitirilmesine dair faaliyet yürütmek ve sonucunda doğacak olan ekonomik ve politik durumdan faydalanarak kapitalist sınıfın yönetimini devirmeye çalışmak oluşturuyordu. Buna rağmen SPD, 4 Ağustos 1914'te tarihsel bir ihanete imza atarak, Alman parlamentosunda savaş kredileri lehinde oy kullandı. İşçi sınıfını vatan savunmasına yöneltme politikasını, her türden politik örgütlenme aracını (sendikalar vs.) kullanarak, kitleleri etkilemeye çalışarak devam ettirdi. Parti içindeki sol grup ise bir yandan savaş karşıtı muhalefeti örgütlerken, bir yandan da partili işçileri emperyalist kapitalizme karşı devrimci bir temelde mücadeleye çekmeye çalışmıştı. Komünist önderlerden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in başını çektiği bu grup, çok geçmeden partiden ayrılarak Spartakistler Birliğini kurdu. 1917 baharında Almanya'da 200.000 işçi greve çıkmış ve bu grevle birlikte ilk işçi konseyi kurulmuştu. Fabrikalarda işçilerin seçim yoluyla kurdukları Konseyler, sadece ekonomik talepler değil, savaşa karşı, siyasi tutukluların serbest bırakılması, sansürün durdurulması gibi siyasi talepler ileri sürüyorlardı. İşçiler siyasal örgütlenme ve mücadeleyi Devrimci İşçi Temsilcileri (DİT) olarak gerçekleştiriyorlardı.
Alman işçi sınıfı, Rusya'da işçi sınıfının Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirmesinden etkilenerek devrimci mücadeleye hız verdi. 1918 yılında greve çıkan işçi sayısı milyonları buldu. Hareket o denli gelişmişti ki, hükümetin her türden baskısına ortak olmasına rağmen SPD bile Büyük Berlin İşçi Konseyi içinde yer almak ihtiyacı duydu. İşçi sınıfı yaşanan ihanete karşın yine de SPD’yi kendi partisi olarak görüyordu.
Ordunun ve hükümetin savaşı sürdürmeme kararına karşın, 27 Ekim 1918 günü Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, donanmaya, İngilizlere karşı yeni bir saldırı emri verdi. Daha önce savaşa karşı 1917 Ağustos’unda ayaklanmış Kiel denizcilerinin bu emre karşı çıkması sonucu yeni
ayaklanma patlak verdi. Kasım ayının başından itibaren asker konseyleri kurulmaya başlandı. Birçok yerde işçi konseyleri kuruluşu da sürüyordu.
Aynı günlerde Bağımsız Alman Sosyal Demokrat Partisi (USPD; SPD’den 1917’de ayrılan savaş karşıtlarının kurduğu parti) Berlin temsilcileri, DİT ve Spartakistler bir ayaklanma planı hazırladılar ve tarih olarak 11 Kasım’ı belirlediler. 9 Kasım'da Berlin’de genel greve gidildi ve sokakları silahlı işçi ve askerler doldurdu. Hükümetle pazarlığını imparatorun çekilmesi üzerine yapan SPD, gelişmeler karşısında hareketi destekliyor gibi görünmek için hükümetten çekildi.
Ardından imparator’u ikna eden SPD, Cumhuriyet’i ilan ederken USPD’yi de hükümete katarak tarafına çekmeyi başardı.
Bu gelişmelerden iki saat sonra Karl Liebknecht sarayın balkonundan “Sosyalist Cumhuriyet” in kurulduğunu açıkladı. Bu haliyle ikili bir iktidar ortamı oluştu: Bir yanda USPD ve SPD’nin kurduğu “Halk Temsilcileri Konseyi”, diğer tarafta İşçi ve Asker Konseyleri. Ancak bu süreçte karşı devrimin güçlenmesine engel olacak devrimci dönüşümler sağlanamadı.
1918 yılının son aylarında Berlin İşçi ve Asker Konseyleri üyeleri hakkında tutuklama kararı çıkması ayaklanmalara neden oldu. Spartakistlerin başını çektiği olaylara müdahale eden SPD’li Otto Wels, kitlenin üstüne ateş emri vererek 14 kişinin
ölümüne yol açtı. Ardından USPD konseyden çekildiğinde Halk Temsilcileri konseyi de, İşçi ve Asker Konseyleri de yalnızca SPD'den oluşuyordu. Bu dönemde işçi sınıfının devrimci mücadelesini yükseltmek için Spartakistler Birliği diğer sol gruplarla birlikte KPD’yi (Alman Komünist Partisi) kurdu.
4 Ocak günü USDP'li Berlin polis şefinin görevden alınması yeni bir ayaklanmanın alevlenmesine neden oldu. Hükümetin tutumunu protesto etme kararı USPD, KPD ve Devrimci İşçi Temsilcileri tarafından hükümeti devirmek için genel grev ve gösteriye dönüştürüldü. Devlet aygıtlarının bir kısmının ele geçirildiği bu dönemde Devrimci Komite, hükümetin devrilmesi konusunda tereddüt yaşamaktaydı. SPD ise karşıdevrim saldırısında gecikmedi ve 13 Ocak günü askerleri ve Freikorps (Gönüllü Birlikleri)'ni göndererek devrimcileri katletti. Alman Devrimi'nde öncü rolü olan iki komünist önder Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ise 15 Ocak'ta öldürüldü. Onların katledilmesi, sosyal demokrasi tarafından işçi sınıfına karşı işlenen en büyük ihanetlerden birinin son halkasıdır. Komünist önder Rosa Luxemburg'un da söylediği gibi, işçi sınıfının nihai amacına ulaşması için bir devrim olacaksa, bu, kapitalizme karşı göğüs göğüse verilecek olan bir sosyalizm mücadelesiyle olacaktır.
“Sıkı durun! Kaçmadık. Yenilmedik... Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir... Bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen.” Karl Liebknecht
33
G
Devrimcilik, insanı bencillik ve yalnızlıktan kurtarır, edebiyat da…
ünlük hayatımızda kullandığımız için, ‘yaşam kalitemizi’ biraz daha arttırmak için aldık tüm o eşyaları, süsü püsü. Biraz daha iyi yaşamaktı amacımız ve görenler imrensindi hayatımıza. Başkalarından farklı olmalıydık, ceplerimizde kullanılmışlık kokan paralarımızla. Sahip olduğumuz şeylere taptık bir zaman sonra. Hayatımızın amacı ve akışı daha fazlasına, daha da ‘iyi’sine sahip olmaya programlandı. Kullandığımız çok pahalı bir marka, statü kazandırdı bize. Kişilik, zekâ, erdem kazandırmaz insana bir şey. Ayakkabın iyi mi? O zaman her şeyin mükemmeldir.
Artık bildiklerimiz bizleri rahatsız etmeye başlamıştı. Nasıl olurdu da bir zümre tüm insanlığın kanını emmeye kalkardı? Nasıl bu hakkı tanımışlardı kendilerine? Kim vermişti bu hakkı bu asalaklara? 34
Tabi kullandığınız ve sahip olduğunuz şeyler bir zaman sonra size sahip oldu. Çember daraldı ve bir sabah Gregor Samsa* olarak uyandınız. Gözlerinizi açtığınızda yumuşak bir karına sahip sekiz bacaklı bir böcektiniz artık. Var olma misyonunuz tamamlanmıştı sisteme göre. Sistem oyununu kusursuz oynamıştı. Sizlere, bizlere dayattığı yaşam tarzı sahip olmuştu benliklerimize. Sermaye hiç durmadı; her alanda (yaşam tarzı, iş hayatı, okul…) pis, yozlaşmış, kirli ve kuralsız oyunlarını oynadı bizlere. Beyinlerimizi iğrenç sömürüsüyle yonttu. İnsanlığımızı azalttı. Tüm paylaşım duygularımız yok olmaya yüz tuttu. Alttan alta kendi ameliyat masasında söktü insana dair duygularımızı. Yerine kendi bozuk çarklarını taktı. Ve biz farkına ancak bir sabah bir böcek olarak uyandığımızda farkına vardık.
Sahip olduklarımız bize sahip olmaya başladığı anda imdada yetişti devrim (ve de edebiyat). Edebiyatı tanıdık, okuduk (daha çok toplumcu edebiyatı). İnsanların nasıl zulme uğradığını, nasıl sömürüldüğünü hayat kadar gösterdi bizlere edebiyat. Okudukça sömürüyü zulmü gördük. Sömürüyü gördükçe çıkış yolu aradık. Artık bildiklerimiz bizleri rahatsız etmeye başlamıştı. Nasıl olurdu da bir zümre tüm insanlığın kanını emmeye kalkardı? Nasıl bu hakkı tanımışlardı kendilerine? Kim vermişti bu hakkı bu asalaklara? Cevap belliydi. Bizler vermiştik bu kan emicilere ses çıkarmayarak bu hakları. Tam da cevaplarını aradığımız bu soruların cevabını sosyalizm veriyordu ve tek kurtuluşumuzun sosyalizm kavgasından geçtiğini anlamıştık. Bu onurlu kavganın saflarına katılmak bir istek değil, bir zorunluluktu artık çemberi parçalamak için. Kavgaya katıldık biz de. Ve yeniden insanlığa dönmeye başladık. Bu insanlık, sistemin
dayattığı ‘insanlığa’ hiç de benzemedi. Özünde paylaşma vardı. İnsanları yücelten sahip oldukları değil, paylaştıklarıydı. Artık bencil değildik ve paylaşmak haz verir oldu. Yalnız da değildik. Partimiz, kitlemiz ve inancımız vardı bizim. Benliğimiz ve emeğimiz sömürülmesin diye, onurlu yaşayalım diye, tümden barışı getirelim diyeydi bu haklı savaş.
Düzenin yarattığı bencillikten sıyrılış kavga ve edebiyat sayesinde oldu. Kavga bizi kavganın edebiyatıyla tanıştırdı. Direnmenin hazzını ve gerekliğini Ahmed Arif’ten, Nazım Hikmet’ten öğrendik biz. Edebiyat sayesinde bir işçinin nasırlarını ellerimizde hissettik. Köylünün, işçinin orağının-çekicinin iziydi ellerimizdeki, hakkının ödenmeyişiydi. Sömürülmesiydi yüreğimize oturan burukluk. Çiziktirilmiş saman sayfalar daha da iyi anlattı; daha da iyi anladık zulmü. Kavga bizi edebiyata sürükledi, edebiyat bizi kavgaya.
Yaralarımızdan akan kanlar acıtmıyordu artık canımızı. Ne için aktığının bilincindeydik. Kavga kuşanmıştık. Her bir zerremiz mücadele hırsıyla dolar oldu. Artık tek yumruk olup devirmenin zamanının geldiğini anladık. Tarihin çöplüğüne sermayeyi ve onun uşaklarını atmak gereklilik oldu. Artık dönüş yok! Ya insan olacaktık ya da sömürülen bir böceğe dönecektik. Bizler insan olmanın erdemine inandık ve en haklı yolu; sömürüyü ve sınıfları yok edecek yolu seçtik. İnsan olduk. Mutluluğun burjuvazinin dayattığı yaşam tarzında olmadığını biliyoruz. Ve biz daha özgür ve mutlu gelecek için savaşıyoruz. Şimdi tam sırasıdır mücadeleye katılmanın, tam sırasıdır bu zulüm çemberini parçalamanın! İnsanı insan yapan değerlerin hepsi mücadelede, sosyalizmde! Edebiyat, gerçeklik, insanlık ve mutlu yarınlar, bütün dürüstlükler bizi kavgaya çağırıyor. Kızıl yarınlar selamlıyor mücadelemizi. Kavgayla beslenip yıkmaya yürüyoruz bu köhne kokuşmuş düzeni! Korkun bizden sermaye ve uşakları! Çünkü biz özgür yarınları yaratanlarız, çünkü biz şafakları kızıla boyayanlar, güneşi fethedenleriz! Bizler bizim olan yarınları almaya, sosyalizmi kurmaya geliyoruz! Yaşasın sosyalizm mücadelesi! Guma Berva
*Franz Kafka’nın Dönüşüm romanında bir sabah böcek olarak uyanan karakteri.
Vedat Türkali’den yeni bir roman...
Yalancı Tanıklar Kahvesi… U
sta yazar Vedat Türkali 5 yıl aradan sonra yazdığı Yalancı Tanıklar Kahvesi ile 7 Mart 2009’da tekrar okuyucu karşısına çıktı. Kitapta 1970’li yılların ikinci yarısı ile 12 Eylül darbesi arasındaki süreç anlatılıyor. Türkali bu romanı yazma amacını ve hikayesini şöyle anlatıyor;
“Benim için çok önemli olan bizim aydınları anlatacağım. Hani o yanar-döner aydınlar var ya onları. Yalancı Tanıklar Kahvesi fıkrasını bilir misiniz?”
Adliyenin yakınında bulunan boşanmalar, arazi ihtilafları, borç-alacak ilişkileri için yalancı şahide ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını karşılayan kahvelerdir Yalancı Tanıklar Kahvesi. Yalancı şahide ihtiyacı olanlar buralardan bulurlarmış şahitleri. Bir gün yalancı şahide ihtiyacı olan biri girmiş kahveye. Hemen adamın biri sokulmuş: -Yardımcı olabilir miyim? Nedir sorun? -Bir alacak davası.
-O namussuz herif paranızı vermedi hala değil mi? -Ben borçluyum arkadaş. Parayı benden istiyorlar. Yalancı şahit kükremiş:
-Kaç kez vereceksiniz beyefendiciğim, kaç kez vereceksiniz? Roman, olayların-olguların karmaşıklığı ile akıl yitimine uğrayan, diğer romanlarında da olduğu gibi –özellikle duygusal ve cinsel yönden– zaaflarını, kafa karışıklıklarını aşamamış, küçük burjuva duyarlılığı ile “devrimcilik” savında “direten”, Akdenizli varsıl bir tüccar-ağanın Ankara DTCF’de felsefe okuyan sol görüşlü oğlu Muhsin’in hayatı çevresinde akıyor. Onun gözünden, gelişen olaylar aracılığıyla 1970’li yıllar Türkiye’sinin siyasal, sosyal kaotik havası aktarılıyor. Bunun da kahramanların çelişkilerinin ağırlıklı bir biçimde iç monologlarla yansıtılması yardımıyla gösterildiği özgün Vedat Türkali üslubuyla karşılaşıyoruz. Romanın kahramanı Muhsin, ailesi, devrimci dostu Salih, okuldan eski
hocası Nedim Hoca, aşık olduğu Reyhan, daha sonraları ilgi duyduğu ve birlikte olduğu Nahide üzerinden gelişen olaylarla söz konusu süreç akıp gidiyor.
Romanın nispeten daha siyasal yerleri olan Nedim Hoca ile konuşma-tartışma kısımlarında o günkü olaylara ve genel Türkiye panoramasına dair politik yorumlar yapılıyor. Hikmet Kıvılcımlı tezlerini savunan ya da buna paralel görüşleri olan Nedim Hoca karakteri kuvvetle muhtemel yazarın kendisi. Veya yazar o döneme ilişkin görüşlerini, eleştirilerini Nedim Hoca karakteri üzerinden yapıyor. Daha önceki Türkali romanlarında da benzer durumlara rastlamak mümkün. Güven romanındaki birçok karakterin ’40’lı yıllardaki TKP üye ve sempatizanları olduğu biliniyor. Bir Gün Tek Başına’daki baba karakterinin Hikmet Kıvılcımlı’yı, Kayıp Romanlar’da sokak ortasında öldürülen Zeynel’in ise Önder Babat’ı simgelediği düşünülüyor. Yazarın yazma stili, yaptığı vurgular, değişik şiveleri (özellikle Akdeniz-Ege şivesi) yazı diline etkileyici biçimde dökme ustalığı, olayları ve karakterleri analize etmede ve betimlemede kullandığı kâh komik, kâh acılı dil, romanı bir solukta okumaya itiyor okuyucuyu. Ne var ki Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık ve Kayıp Romanlar kitaplarında da görülebilecek tarz hemen göze çarpıyor. Yine resmin en belirgin yerinin aşk, ayrılık, tutku vb. olması bunun yanında siyasetin, sosyalist ideolojinin, devrimciliğin sadece arka fonu işgal etmesi tarzı yazarın, Güven, Komünist ve Tek Kişilik Ölüm dışında hemen her kitabında görülebilecek bir olgu.
“Benim için çok önemli olan bizim aydınları anlatacağım. Hani o yanar-döner aydınlar var ya onları. Yalancı Tanıklar Kahvesi fıkrasını bilir misiniz?”
Roman, hem Türkiye’nin en sarsıcı dönemlerinden birine gerçekçi bir biçimde pencere açıyor olması hem de devrimci mücadele tarihine didaktik öğeler katması sebebiyle oldukça önemli bir argüman olma özelliği taşıyor. Kocaeli’den
bir EG okuru
35
Marksist Felsefe için notlar… 2 “... Kim hangi cesaretle diyebilir ki: Asla, hiçbir zaman? Kim, sebep bu zulmün devam etmesine? Biz. Kim, sebep bu zulmün ortadan kalkmasına? Yine biz. Kim eziliyorsa baş kaldırmalı onu ezene karşı! Kaybeden döğüşmeli! Kim durdurabilir safa gireni? Bugünün yenilenleri yarının galipleridir, Çünkü değişmez, değişir, bugün bile!” (Bertolt Brecht, Diyalektiğe Övgü)
Teorik ve yöntemsel dayanak olarak diyalektik ve tarihsel materyalizm
Marksist-Leninist dünya görüşünün 3 bütünleyici parçasından biri olan felsefe alanı aynı zamanda teorik ve yöntemsel bir dayanak olarak hayatı ‘anlamak’ için kullanacak bir anahtar niteliğindedir. Bu anahtarı kullanabilmek aynı zamanda nerede ve nasıl kullanacağımız sorusunun yanıtı açısından paralellik taşımaktadır. Hayatı anlamak diye tabir ettiğimiz olgunun, beraberinde “toplumu dönüştürme kavgasının aktif katılımcıları” olmayı gerektirdiğini bir kez daha vurguluyoruz!
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin konusu doğanın, toplumun ve düşüncenin genel hareket ve gelişim yasalarıdır. MarksistLeninist dünya görüşünün iç bütünlüğünü, yaratıcı niteliğini, devrimci içeriğini diyalektik ve tarihsel materyalizmin ilkeleri belirler. Bundan kaynaklıdır ki bu felsefe Marksizm için teorik ve yöntemsel bir dayanaktır. Marksist ideolojinin bilimsel temeline dair en genel çerçevede ilk olarak inceleyeceğimiz diyalektik materyalizmdir.
Hayatı anlamak için bir yöntem: Diyalektik
Doğayı, toplumu, bilinci tanıyıp, bilme yöntemi 19. yy’da doğdu. Bunu ilk ortaya çıkaran filozof antik çağ düşünürlerinden Herakleitos’tu. Herakleitos’un düşüncesinin en özet hali “Her şey akar, hiçbir şey durmaz” cümlesinde ifadesini bulur. Bu haliyle diyalektik ismi verilen bu yöntemin bir bilgilenme yöntemine dönüşmesi için yüzyıllar gerekiyordu.
Diyalektik sözcüğü Yunanca kökeninde tartışmacılık anlamında kullanılmaktaydı ve soru-karşılık yöntemiyle oluşan tartışmaları dile getiriyordu. “Düşüncenin bu diyalektik yöntemi, sonraları doğa olaylarını da kapsadı; doğadaki olayları sürekli bir hareket ve değişme içinde gören, doğadaki gelişmeleri, doğadaki çelişkilerin gelişmesi sonucu olarak ve doğadaki karşıt güçlerin birbirlerini karşılıklı etkilemeleri sonucu kabul eden, doğanın diyalektik kavranması biçiminde gelişti.”( J.Stalin, Diyalektik üzerine) Diyalektiği Lenin, "En uygun anlamıyla, diyalektik, şeylerin asıl özündeki gelişmenin incelenmesidir" (Felsefe defterleri)şeklinde tanımlıyor. Yani özünde diyalektik, çelişkinin mantığıdır. Her şey sürekli değişim ve akış içerisindedir mantığıyla doğayı ve toplumu yorumlamanın bir yöntemidir.
Diyalektiğin Marksist içerik kazanması…
36
Diyalektiğin yasaları Hegel tarafından ayrıntılı biçimde geliştirilmiştir. Ama onun yapıtlarında bu yasalar idealist
G. Umut
bir biçime bürünürler. Diyalektiğe ilk kez bilimsel, yani materyalist bir temel sağlayan Marks ve Engels olmuştur. Marks diyalektik yönteminin Hegel ile olan karşılaştırması için Kapital’in birinci cildinde "Benim diyalektik yöntemim, Hegel'inkinden yalnızca temelde farklı değil, üstelik onun tam karşıtıdır. Hegel'e göre 'ide' adı altında bağımsız bir konu (subject) haline bile dönüşen düşünme süreci, gerçeğin yaratıcısıdır, ve gerçek, 'ide'nin fenomenal [dış-olaysal] biçimidir. Bana göreyse, bunun tersine, düşünme süreci, insan kafasında yansıyan ve düşünce biçimlerine dönüşen madde dünyasından başka bir şey değildir" demiştir.
“Bu yöntem, özünde, idealistti ve burada söz konusu olan, bütün daha önceki dünyayı anlayış tarzlarından daha materyalist olan bir anlayış tarzının geliştirilmesiydi. Hegel yöntemi mutlak fikirden hareket ediyordu. Burada ise, en inatçı gerçeklerden hareket etmek zorunluluğu vardı. Kendi itirafıyla ‘hiçten gelen ve hiçle hiçe giden’ bir yöntem, bu biçimiyle hiçbir işe yaramazdı. Bununla birlikte, bu yöntem, hiç değilse dayanılabilecek olan elde mevcut bütün mantığı malzemenin biricik parçasıydı. Onu eleştirmemişlerdi, böyle bir işin üstesinden gelememişlerdi. Büyük diyalektikçinin hasımlarından hiçbiri, onun heybetli yapısında bir yarık meydana getirememişti ve bu yöntem, Hegelci okul ondan yararlanmasını bilemediği için yok olup gitmişti. Demek ki, yapılacak şey, her şeyden önce, Hegel'in yöntemini kesin bir eleştiriye tâbi tutmaktı.” (Friedrich Engels, Karl Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'sı)
Diyalektik materyalizmin temel yasaları
Engels diyalektiği anlamak için çok uzaklara gitmenin gereksiz olduğunu şu sözleri ile ortaya koyuyor: “Doğa diyalektiğin kanıtıdır. Ve metafizik olarak değil diyalektik olarak işler.” (F. Engels, Doğanın diyalektiği)
Diyalektik tam da bu yüzden gelişmenin yasası olduğu kadar onu inceleme yöntemidir. Aynı şekilde inceleme yöntemi olduğu kadar gerçekliği değiştirme yöntemidir. Doğada bütün olgular diyalektik gelişme yasalarıyla oluşur. “Yasa, doğa ve toplumda bütün olguların gelişimlerini belirleyen temel ilişkileri dile getirir.”
Diyalektik materyalizmin temel yasaları doğadaki, toplumdaki, düşüncedeki gelişmenin genelleme adımıdır ve birbirinden kopuk ya da yan yana var olamazlar. Bu yasalar birbirlerini tamamlayarak, birlik oluşturarak var olabilirler.
Hareket, çelişki ve üç temel yasa
Doğada hiçbir şey sabit değildir. Her şey bir değişim, dönüşüm halindedir. Her şey başka şeylerden gelir ve başka şeylere yol açar. “Yerin kendisi, güneşin etrafında yılda bir kez ve kendi etrafında günde bir kez dönmek suretiyle sürekli hareket halindedir. Güneş de kendi etrafında 26 günde bir kez dönmekte ve galaksimizdeki diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Daha büyük yapıların (galaksi kümelerinin) da bir tür büyük dönme hareketi yapıyor olmaları muhtemeldir. Bu, atomların değişen hızlarla birbiri etrafında dönen molekülleri oluşturduğu atomik seviyeye varıncaya değin, maddenin bir karakteristiği olarak görünmektedir. Atomun içinde de elektronlar çekirdeğin etrafında çok büyük hızlarla dönmektedirler.” (Ted Grant- Allan Wood, Aklın İsyanı) Marks ve Engels hareketi maddenin en temel ayırt edici özelliği
olarak tanımlar. Engels’in tanımı ile: “Maddenin varoluş tarzı, onun doğasından gelen niteliği olarak tasavvur edilen en genel anlamda hareket, basit yer değiştirmeden düşünmeye kadar evrende gerçekleşen tüm değişim ve süreçleri kavrar. Hareketin doğasının incelenmesi için, elbette bu hareketin en aşağı, en basit biçimlerinden başlamak ve bunları daha yüksek ve karmaşık biçimleri açıklamadan önce kavramayı öğrenmek zorunludur.”(F. Engels, Doğanın diyalektiği) Diyalektik düşünce, hareketi ve gelişmeyi çelişki temeline dayanan olgular olarak görür. Çelişki tüm varlığın temel bir özelliğidir. Maddenin en içinde yatar, tüm hareketin, değişimin, yaşamın ve gelişmenin kaynağıdır. Engels diyalektiği “hareketin ve doğanın, insan toplumunun ve düşüncesinin gelişiminin en genel yasalarının bilimi” olarak tanımlamaktadır. Anti-Dühring’ de ve Doğanın Diyalektiği’nde en temel üç tanesini tanımlar. 1) Niceliğin niteliğe dönüşmesi ve tersi yasası 2) Karşıtların karşılıklı iç içe geçmesi yasası 3) Yadsımanın yadsınması yasası
Bu yasaların ortaya koyulması insanın öğrenme faaliyetinin genel yöntemlerini oluştururlar.
Niceliğin niteliğe dönüşmesi ve tersi yasası: Eski- yeni, evrim-devrim ilişkisi
Doğada, toplumda ve bilinçte ilerlemenin alttan üste doğru hangi şartlarda gerçekleştiğini açıklar. Nicel değişme nesnenin ölçme yönündeki yanıdır. Her tür gelişme nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik değişimini gerektirmesi ile gerçekleşir. Gerçekleşen eskinin yerini yeniye bırakmasıdır. Diyalektik materyalizm bu süreci niceliğin niteliğe dönüşmesi ve niteliğin niceliğe dönüşmesi yasası ile açıklar. Doğada, toplumda, bilinçte nicel dönüşmelerin sıçrama ile niteliksel değişimlere dönüştüğünü ve yeni niceliksel özellikleri olan yeni bir niteliğin doğmasına yol açar. Yeni kendinden önceki aşamaya göre yeni, kendinden sonraki aşamaya göre eskidir.
Bunu evrim ve devrim ilişkisi içinde de yorumlayabiliriz. Evrim ve devrim gelişmenin iki yanını oluşturuyor. Gelişmeden söz edebilmek için nicelikçe birikmeler (evrim), bir yanda ise niteliksel değişmeler (devrim) gereklidir. Evrim zorunlu olarak devrimi doğurur. Hayat içerisinde de birçok örneği mevcuttur. 100 santigrad dereceye kadar kaynatılan su nitelik değiştirip buhar olur. Maddenin katıdan sıvıya, sıvıdan buhara dönüştüğü kritik nokta nitel sıçramanın açık bir örneğidir. Nicelikten niteliğe sıçrama bütünün parçaların toplamından çıkarılamayacak ya da ona indirgenmeyecek nitelikler taşıdığı anlamına gelir. Bir varlığı anlamak için onu atomik düzeyde ayrıştırmak yetersizdir. Varlığı anlamak varlığın bütününü atomik düzeylerin ilişkileri doğrultusunda incelemeyi gerektiriyor. Her varlık kendi fiziksel ve çevresel gelişiminin bir ürünüdür. Yine de bireylerin etkileşimlerinin toplamı nitel olarak farklıdır.
Karşıtların birliği ve karşılıklı iç içe geçişi: Hareket ve gelişim
Bu yasa hareketin ve gelişiminin nedenini ortaya koyar. Lenin karşıtların birliği ve karşılıklı iç içe geçişini kavramayı diyalektiği kavramak ile eşdeğer tutar.“Diyalektik, kısaca karşıtların birliği olarak belirlenebilir. Böylece diyalektiğin çekirdeği kavranmış olur.”(Lenin, Hegel’in Mantığın Bilimi’ne İlişkin Düşünceler)
Karşıtların birliği atomun içerisinde yatmaktadır. Doğada, toplumda ve bilinçte tüm süreçler bir karşıtlık taşır, bu karşıtlık hareketin ve gelişmenin kaynağıdır. Her şey birbiri ile ilişki içerisindedir. Hareketin kendisi çelişki içerir. Karşıt eğilimler, uzun bir süre denge içerisinde durabilirler. Bir değişiklik hatta küçük bir nicel değişiklik bu dengeyi yıkana ve nitel bir dönüşüm yaratana kadar. Ana çelişki, dümdüz bir çizgi üstünde gelişmez. Çelişmeler, belli bir anda ve belli bir biçimde, kaynaşırlar. Çelişki doğanın tüm
düzeylerinde vardır ve şeyler kendi karşıtlarına dönüşürler. Maddenin kendi nesnel yasaları uyarınca sonsuz, duraksamasız hareketi dışında, herhangi bir dış kuvvete, ‘ilk itişe’ gerek yoktur. Bu yasanın pratikte karşılığı ile yaşamda birçok kez karşılaşırız. “Doğada örneğin yumurta bu yasayla civciv olur, toplumda örneğin kölecilik bu yasayla feodalite olur, bilinçte örneğin herhangi bir bilgi bu yasayla daha üstün bir bilgi olur. Yaşam olmadan ölüm olmaz, ölüm olmadan da yaşam olmaz; alt olmadan üst olmaz, üst olmadan da alt olmaz; köleci olmasa köle olmaz, köle olmadan da köleci olmaz vb. Bütün bunlar hem bir birlik hem de bir savaşım içindedir. Bu savaşıma mantık dilinde çelişme de denir. Doğasal, bilinçsel ve toplumsal nesne ve olaylarda sayısız çelişmeler ve alt çelişmeler vardır.”(Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi) Karşıtların birliği yasasında çelişki olgunlaşmamış ve çözüm aşamasına gelmemiş olduğu sürece, bu birlik sürüp gider. Çelişki olgunlaşmaya ve karşıtların belirli dönemdeki birliği ortadan kalkmaya başlayınca eski biçim yerini yeni bir birliğe bırakır. Ama bu yasa her daim varlığını korur.
Yadsımanın yadsınması: Süreçleri ucu açık bir sarmal ile kıyaslamak
Diyalektik gelişme eskinin salt bir olumsuzlanması, inkârı değildir. Gelişmenin tekil bir şekilde ardı ardına geliş şeklinde yürümediğini, gelişmenin alttan üste ilerleme olduğunu anlatır. Yani eskinin içerisindeki değerli olanın yeninin içerisine geçmesini anlatır. “Diyalektik yadsıma, eskinin yeni tarafından aşılması süreci içinde, korunup yeni içinde gelişme ile ortadan kalkmanın birliğini dile getirir.” (Friedrich Engels Enstitüsü, Marksist-Leninst Parti’nin Temel Eğitim Dersleri) Yadsıma aynı anda hem yadsınmak hem de muhafaza etmek anlamına gelir. “Bir tohum ayak altında ezilerek yadsınabilir. Tohum ‘yadsınmıştır’ ama diyalektik anlamında değil. Ama aynı tohum eğer kendi haline bırakılırsa ve şartlar da elverişliyse filizlenir. Bir tohum olarak kendisini yadsımıştır ve bir bitki olmaya doğru gelişmektedir.”(Ted Grant- Allan Wood, Aklın isyanı)
Diyalektik doğada, toplumda, düşünce tarihinde işleyen süreçleri kapalı bir çember olarak değil, ucu açık spiral bir gelişme biçimi olarak tasarlar. Sarmal diye adlandırılan gelişme, idealist anlayışlı dairesel gelişmeye karşıt olarak, diyalektik gelişme anlayışını dile getirir. Hegel'in tez-antitez-sentez sürecinde meydana geldiğini saptadığı "her şeyin karşıtına dönüşmesi" olgusunu açıklar. “Her şey karşıtına dönüşür, ama daha üstün bir düzeyde ve daha gelişmiş olarak dönüşür. Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşmezdi ve diyalektik süreç bir karşıtlığın sürekli olarak birbirlerine dönüşmelerinden ibaret bir tekrarlar dizisi olurdu. Diyalektik materyalizme göre tarihsel gelişme, sarmal bir gelişmedir. Tarih tekrarlamalardan ibarettir sözü bu sarmal gelişimi görememekten doğmuştur.”
Sonuç yerine…
Diyalektik, felsefi söz kalıplarından uzak, bilimsel temellere dayandırılarak şeylere doğru bir biçimde yaklaşmamızda önemli bir yöntemdir. Marksist diyalektiği incelerken önemli bazı noktaları vurgulayamadık. Örneğin öz-biçim, zorunluluk-raslantı, içerikbiçim, gibi… Bu bölümün sonunda “girişken okura” bir kez daha sesleniyoruz. Konuya ilişkin birçok kitap incelenmeyi, değerlendirmeyi bekliyor. Herhangi bir teori er ya da geç pratikte kendini kanıtlamak zorundadır. Pratik, diyalektik materyalist felsefenin yasaları açısından çok zengindir. Yeter ki yöntemi anlamaya ve bilmeye çalışalım… Bir sonraki sayımızda tarihsel materyalizmi inceleyeceğiz.
37
Bir reklam yayınlanıyor televizyonlarda... Finansbank’ın yatırım reklamı… Ancak, bu reklamın diğerlerinden bir farkı var. Friedrich Engels’i kullanıyor reklamında, sözde tabuları yıkmak, çağın değiştiğini söylemek için. Ancak sosyalizme ve kurucularına saldırmak işin esası.
Bu çabaları ne ilktir ne de son olacaktır. Lenin’in büstlerini yıkanlar, Che’yi tüm dünyada bir reklam malzemesi olarak kullanmaya çalışanlar, “Marx haklı çıktı” diyerek yapıtının içini boşaltmaya uğraşanlar, Nazım Hikmet’i, Deniz Gezmiş’i sahiplenerek zararsız romantikler haline getirme çabasında olanlar, şimdi de Engels’in peşindeler.
Finansbank’ın reklamının asıl anlamı
Reklamda Engels’in bildiğimiz anlı-şanlı sakalıyla portre çizimi var ve animasyonla beraber Engels traş ediliyor ve saçısakalıyla “çağımıza ayak uyduruluyor.” Ve bir söz: “Ekonomi çağa ayak uydurdu, yatırım anlayışınız eskide kalmasın!” Ve bu reklamla gizlemeye çalıştıkları kendi sömürü sistemleri... Reklamda değiştiği söylenen şey ancak ve ancak bankaların “İşçiemekçilerin paralarına nasıl el koyarız?” sorusuna verdikleri yanıttır. Yoksa bu paralara ‘yatırım’ olarak el koymalarında bir sorun yoktur. Bizler için bu metodların değişmesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Bankaların sermayenin dolaşımını sağladığı, dahası merkezileşmenin ve tekelleşmenin işçi sınfının bütün birikimine el koymanın bir aracı olduğu, Engels ve takipçisi olan bizler için açıktır. Burada Brecht’in bankalar üzerine söylediği sözü söylemeden geçmeyelim: “Banka kurmanın yanında, banka soymanın lafı bile edilmez!”
Söylenecek söz açıktır: Engels’in sakalını ancak animasyonlarda, reklamlarda kesebilirsiniz. Şimdilik, çizimlerle oyalanın, yarın onu da yapamayacaksınız. Çünkü o figürün arkasında bir düşünce vardır. O düşünce yenilmezdir. Sizler Engels’in saçını, sakalını kesebilirsiniz, ancak bir parçası olduğu yapıtı, asla! Çünkü o yapıt, 1871 Paris barikatlarında ölümsüzleşen 60.000 komünar, 1917 Ekim’inde ayağa kalkan Rus proleteryası tarafından yaşatılmaktadır. Proleteryayı sömürüden kurtaracak olan mücadelelerde tüm dünya proleteryası tarafından sahiplenilecek ve sonsuza dek yaşatılacaktır. Bu reklam da burjuvazinin çaresizliği olarak tarihin çöplüğündeki yerini alacaktır.
Değişen çağ, değişmeyen gerçekler
Reklam çağın değiştiğini söylüyor. “Eskide kaldı” diyor, sosyalizm ve sosyalizme ait olan herşey için. Engels’i karşısına alıp “Senin sistemin öldü, çağa ayak uydur, bugünkü sisteme göre kendini şekillendir” diyor. Babası fabrika sahibi olmasına karşın hayatını kendisi kazanan ve bütün varlığını sosyalizm mücadelesine adamış birisi, bugün olsaydı “Finansbank’a yatırım yapardı” demeye getiriyor.
38
Reklama göre sosyalizm düşüncesi çağa ayak
R. U. Kurşun
uyduramıyor. Bir yanıyla doğrudur, sosyalizm ne 150 yıl önce ne de bugün kapitalist sisteme ayak uyduramamaktadır. Bundan sonra da bu düzene ayak uydurmayacaktır. “Pek sayın burjuvalarımız” açısından birçok şey değişmiş, kapitalizmin kimi metodları değişmiş olabilir. Ancak değişmeyen üç şey vardır. Birincisi, burjuva sınıf egemenliğidir. Çağ değişse de bu düzen yıkılmadığı sürece iktidarın sınıfsal yapısı, artı-değer sömürüsü, emek-sermaye çelişkisi değişmeyecektir.
İkincisi, kapitalizm karşısında sosyalizmin 150 yıl önceki kadar taptaze ve kanlı canlı tek alternatif olmaya devam edişidir. Şu sözler hafızalarımızdan ve savaş bayraklarımızdan silinmeyecektir: “Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!”
Üçüncüsü, burjuvazinin korkularıdır. Sosyalizm ve komünizm karşısında duydukları sonu gelmez korkularıdır değişmeyen, Komünist Manifesto’da daha 1848’de söylendiği üzere: “Avrupa'da bir heyula kol geziyor — Komünizm heyulası. Köhne Avrupa'nın tüm güçleri; Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisi bu heyulaya karşı kutsal bir sürek avı için aralarında ittifak etmişlerdir.” Bu ne menem bir sistemdir ki, sözde “tarihin sonu” gelmişken ve kapitalizmin hiçbir alternatifi yokken dahi sosyalizme ve değerlerimize saldırmaktadır. Madem sosyalizm halen güncel değil, neden ona ve kurucularına karşı bir anti-propagandaya girişmektedirler. Cevabı açık: Çünkü, kendi kapitalizmleri çöpe atılmayı beklemektedir. Ve onlar bunun farkındadırlar. Bu sonu değiştirmek içindir tüm beyhude çabaları.
Bilimsel sosyalizmin kurucularından burjuvaziye yanıt
Marx’ın mezarı başında Engels’in yaptığı konuşma, Marx’ın yerine Engels’i koyduğumuzda anlamın hiç değişmediğini göreceğimiz bir yanıttır burjuvaziye: “Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. …
İşte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok karaçalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu karaçalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin, Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu. Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da!”