EG 123. sayı

Page 1



Yeni döneme girerken artan devrimci sorumluluklarımız üzerine…

Üniversitelerde yeni eğitim dönemi başlıyor. Yeni eğitim dönemine ilişkin bir değerlendirmede, yeni mücadele dönemi ve getirdiği sorumluluklar öne çıkacaktır elbette. Döneme başlarken gençliğin önünde duran gündemleri gözden geçirerek, sorumluluklarımızın altını yeniden çizmek istiyoruz. Geçtiğimiz dönem, gençlik mücadelesinin belli konularda bilendiği ve deneyim kazandığı bir süreç olarak geride kaldı. Harç zamlarıyla birlikte gelişen süreç, yapılan eylemliliklerin, ardısıra birçok yerde ulaşımdan yemekhaneye kadar farklı alanlarda yaşanan sıkıntılar üzerinden tepkilerin ortaya konduğu bir dönem olarak bütünlendi. Gelişmeler, uzun yıllardır durağanlık içinde olan gençlik hareketinin ivme kazanmakta olduğunu gösterdi.

Yaşanan sürecin önemli gelişmelerinden biri de gençliğin, sınıf mücadelesinin deneyimlerine tanıklık etmesi/ediyor olmasıdır. Son yıllarda parça parça ilerleyen grevlere, direnişlere ve işgallere tanıklık etmiş olan gençlik kitlelerinin ilerici kesimleri ve siyasal gençlik grupları, TEKEL direnişi üzerinden önemli bir deneyim yaşamaktalar. Bu deneyimlerle yan yana gelmeye çalışan gençlik kitleleri, geleceği yaratacak sınıfın gücünü kavrama çabasındadır.

Öte yandan gençlik hareketindeki canlanma belirtileri, saldırıların da yoğunlaşmasına neden oldu. Bu, aynı zamanda yeni dönem açısından işaret edilecek temel noktalardan biridir. Saldırıların arttığı bir sürece denk gelen yeni eğitim dönemi açısından bunun karşılığı, dönemin yeni saldırılarla başlayacak olmasıdır. Gündelik yaşamında toplumun geneline hakim baskı ve terör koşullarının etkisi altında olan gençlik, üniversitelerde özellikle yoğunlaştırılmış yasak ve engellemelerle karşı karşıyadır. Bu baskı koşullarının bir yüzü olan soruşturma ve ceza terörüyle, gençlik içindeki ilerici, devrimci kesimlerin üniversitelerinin dışında bırakılarak kitleyle bağları kopartılmaya çalışılmaktadır. Bu saldırının siyasi ve iktisadi temelinde, eğitim alanındaki ticarileştirme saldırıları ve geleceksizlik karşısındaki arayışların baskı ile sindirilmesi ihtiyacı yatmaktadır. Düzen cephesi, soruşturma-ceza terörüyle bu ihtiyacı sürekli bir şekilde ve kolayından giderebilmeyi ummaktadır.

Mücadele karşısında artan baskılar

Sermaye düzeninin artan baskı ve terör politikaları ile polis cinayetlerinin son yıllardaki bilançosu, saldırganlığın boyutunu gözler önüne sermektedir. Sokak ortasında infazlardan keyfi gözaltılara ve gözaltında katletmeye, sınıfın gerçekleştirdiği direnişlerden Kürt ulusal mücadelesinin girdiği süreçte gelişen eylemlere her alanda dizginsiz devlet terörü yoğunlaşarak sürüyor. Alaattin Karadağ yoldaşın katledilmesi, devlet terörünün yoğunluğunun yanısıra alçaklık boyutuna yeniden ayna tutan bir cinayet olarak kayıtlara düştü. Sokak ortasında infaz edilen devrimci-komünist bir işçi olan Alaattin’in

katledilmesi düzenin devrimci faaliyete olan tahammülsüzlüğünü ve sınıfsal karakterini de çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Sermaye devleti gençlik hareketi açısından da gençlik mücadelesini dizginlemek, devrimci faaliyeti engellemek için yoğun baskı ve yasaklarla karşımıza çıkıyor. Bu baskılar gençlik içerisinde devrimci faaliyeti ve ilerici, devrimci gençlik hareketinin genelini ÖGB-polis terörü, faşist saldırılar, linçler, soruşturmalar ve cezalar ile hedef almaktadır. Özellikle gençlik alanında bu saldırıların kitlesel bir şekilde karşılanamıyor oluşu nedeniyle faaliyetin sekteye uğradığı durumlar oluşabilmektedir. Kimi yerellerde öğrencilerin üniversitelerine dahi alınmadığı, devrimci faaliyetin birçok araçtan yoksun bırakıldığı biliniyor.

Geçtiğimiz sayılarda, gençlik hareketine dönük son yılların temel saldırı biçimi olan soruşturma terörü karşısında alınacak tutum üzerinden bakışımızı ortaya koymuştuk. Burada yeniden belirtmek gerekir ki, ancak bu saldırılar karşısında çalışmayı büyütecek, kitleleri bu saldırlar karşısında tavır almaya çağıracak bir çalışma ekseniyle yol alabiliriz. Zira bu saldırılar çok yönlü olarak işletilmektedir. Soruşturmalar, cezalar, polis-jandarma terörü ve ulusalcı-faşist çeteler eli ile gerçekleştirilen fiili saldırıların bir amacı devrimci güçleri marjinalleştirmektir. Başka bir yönüyle de devrimci güçler baskılar ile abluka altına alınmaktadır. Bu ikincisi doğru müdahaleler ile karşılanamadığı taktirde ise gündemlerin söz konusu saldırılara sıkıştığı ve gerek gençlik, gerekse sınıf hareketinin temel yönlerden ayrı düşebildiği durumlar oluşabilmektedir. Bu noktalara özellikle dikkat çekerek önümüzdeki süreçte gençliği kazanacak, taraflaştıracak ve soruşturmalara karşı ortak hareket edecek bir irade oluşturabilmeli ve diğer gündemlerle bağını güçlü bir şekilde kurabilmeliyiz.

Genç komünistler olarak omuzlarımızdaki yük sadece gençliği hedef alan saldırıları püskürtmek değildir. Gençliğin karşı karşıya kaldığı baskı ve terör politikaları toplumun genelinde devreye sokulan baskı

Gündelik yaşamında toplumun geneline hakim baskı ve terör koşullarının etkisi altında olan gençlik, üniversitelerde özellikle yoğunlaştırılmış yasak ve engellemelerle karşı karşıyadır. Bu baskı koşullarının bir yüzü olan soruşturma ve ceza terörüyle, gençlik içindeki ilerici, devrimci kesimlerin üniversitelerinin dışında bırakılarak kitleyle bağları kopartılmaya çalışılmaktadır.

3


ve terör politikalarının bir yansımasıdır. Dolayısıyla bunu tüm açıklığı ile ortaya koyabilmek ve sermaye düzenini topyekün hedeflemek sorumluluğu ile yüz yüzeyiz. Dahası gençliğe yönelik saldırıları püskürtmenin yolu da bundan geçmektedir.

Sınıf mücadelesi ve gençliğe etkileri

Gençliğin toplumsal sorumluluğunu yerine getirmesi bakımından, özellikle içinden geçmekte olduğumuz son süreçte sınıf mücadelesindeki hareketlenme de önemli imkanlar sunuyor. Son dönemlerde yaşanan eylem ve direnişlerin, özellikle son haftalara damga vuran TEKEL direnişinin gençlik alanında yarattığı etkiyi değerlendirmeye, önümüzdeki eğitim döneminde bulunduğumuz alanlarda gençliğin sınıf hareketiyle bağlarını güçlendirmeye büyük bir özen göstermeliyiz.

60’larda da bu böyleydi, 70’lerde de, 80’lerde de. 68 hareketi, bir gençlik hareketi olarak nitelendirilse de Türkiye’de bu gençlik hareketinin oluşmasını sağlayan, uluslararası sınıf hareketinin seyri ve ’60’larla beraber bu topraklarda işçi sınıfının eylemlerle, grevlerle, direnişlerle sahneye çıkmasıdır. 15–16 Haziran, ’77 1 Mayıs’ı, ’89 bahar eylemlilikleri ve bugün de TEKEL direnişi gençlik hareketinin seyrini etkileyecek tarihsel olaylardır.

Bu gündemlerin üniversitelere taşınmasının önemi gençlik hareketinin bu yolla sınıf hareketiyle bağlarının güçlenmesi bakımından belirleyicidir. Bu da belli deneyimlerle kendini ortaya koymuştur. Gençlik hareketinin seyri kendi iç dinamiklerine ve dünyadaki gelişmelere bağlı olmakla beraber, esasında düzenin temel çelişkileri üzerinden gelişecek mücadelelerden çok daha güçlü etkilenmektedir. Sınıf mücadeleleri tüm toplumu şekillendirmekte, farklı sınıfsal katmanları kendi etrafında taraflaştırmaktadır. Nerede bir işçi direnişi olsa, başta direnişin yaşandığı bölge olmak üzere direnişin çapına göre herkesi tavır almaya, taraf olmaya itmektedir. Bunun en somut örneğini bugün TEKEL direnişinde görmekteyiz. Sermaye iktidarının saldırılarına karşı mücadele yürüten işçiler herkesi şu veya bu ölçüde tavır almaya zorlamaktadır. Memurundan işçisine, öğrencisinden esnafına, ev kadınından işsizine yayılan bu taraflaşma, hakları için mücadele eden binlerce işçinin, temelinde işçi sınıfın gücünü göstermektedir. 60’larda da bu böyleydi, 70’lerde de, 80’lerde de. 68 hareketi, bir gençlik hareketi olarak nitelendirilse de Türkiye’de bu gençlik hareketinin oluşmasını sağlayan, uluslararası sınıf hareketinin seyri ve ’60’larla beraber bu topraklarda işçi sınıfının eylemlerle, grevlerle, direnişlerle sahneye çıkmasıdır. 15–16 Haziran, ’77 1 Mayıs’ı, ’89 bahar eylemlilikleri ve bugün de TEKEL direnişi gençlik hareketinin seyrini etkileyecek tarihsel olaylardır.

Bugün yaşanan gelişmeler ışığında baktığımızda TEKEL direnişine katılan gençlik güçleri üzerinden birebir gözlemleyebilmek mümkündür ki sürece katılan herkeste bir mücadele azmi oluşmaktadır. Deyim yerindeyse gecesini gündüzünü direniş alnında geçiren bir gençlik kesimi bulunmaktadır. Kendi sorunlarından doğru harekete geçmeyen kesimler dahi bu süreçte hareketlenebilmekte, mücadeleye katılabilmektedir. Başta TEKEL direnişi olmak üzere birçok alanda yürütülen İtfaiye, Esenyurt, ENTES gibi kanallar üzerinden sınıf mücadelesiyle bağlar kurulmalıdır. Esnek platformlar oluşturulabilmeli, kurulmuş dayanışma platformlarına ve komitelerine girebilmeliyiz.

4

Sürece müdahale edebilmek açısından önemli bir diğer nokta da yaşanan direniş sürecini soluyabilmektir. Sınıf devrimciliği perspektifimizin gereği olarak direnişin bir parçası olabilmektir. Bunun anlamı ise yeri geldiğinde direnişle birlikte yatıp kalkmaktır. Yapacağımız müdahale öncelikle direnişin seyrini, moral-motivasyon düzeyini

etkileyecek ve işçi sınıfı açısından zaferle sonuçlanacak bir seyre girmesi yönünde olmalıdır. Elbette ki bunun genç komünistler açısından bir sınırlılığı olacaktır. Ancak bu sınırı biz koymamalıyız. Bu sınır, sınırları zorlayan kararlılığımızın hayatta bulduğu karşılıkla belirlenmelidir. Geçen dönem İstanbul’da oluşturulan Direniş Platformu örneğinde olduğu gibi gençlik mücadelesinin öznelerini de içine alan süreçler doğabilmektedir. Eğitim hakkının gaspına karşı başlatılan öğrenci direnişlerinin işçi direnişleriyle birleşik hareket etmesi önemli bir deneyim olmuştur.

İkinci ve esasında gençlik çalışmamız açısından daha belirleyici olan ise direnişlerin sesinin yayılması için gençlik içerisinde yürütülecek çalışmadır. Bu, gençliğin hem direnişlerle dayanışma içerisinde özneleşmesi, hem de kendi sorunları ile bağlantısını kurarak yürütülecek biçimde olabilmelidir. Gençlik alanında mücadele yürüten biz sınıf devrimcileri açısından sınıfın gündemlerinin gençlik çalışmamıza etkin bir şekilde konu edilebilmesi önemlidir. Yeni dönemde genç komünistler, sınıf devrimcisi olmanın gereğini gençlik içerisinde yürütecekleri çalışmayla daha ileriden ortaya koyabilmelidir. Bu, gençlik içerisinde proleter sosyalizmin bayrağını dalgalandırmaktır. Bu bayrak bizlerin ellerindedir.

Artan sorumluluklarla yeni dönemi kucaklayabilmek…

Sınıf hareketindeki gelişmeler, dizginsiz devlet terörü, gençliği hedef alan baskılar, soruşturma ve ceza saldırıları, dünyayı bir yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist sistemin birçok gelişmeyle beraber çürümüşlüğünü göstermektedir.

Önümüzdeki döneme girerken gençlik mücadelesinin etkilendiği iki temel başlığa değinmeye çalıştık. Bunlarla birlikte karşımızda sistemin çok yönlü saldırıları durmaktadır. Gençliğin karşısındaki işsizlik ve geleceksiz sorunu, eğitimin ticarileşmesi, emperyalist savaş ve işgallerin yeni hedefler doğrultusunda yeni saldırı planları şeklinde yol alması, açlığın ve sefaletin geldiği boyutla barbarlığın tablosu, Kürt halkının mücadelesi, arttırılan şovenizm ve linç, geçtiğimiz dönemdeki temel başlıklar oldu. Bu gündemlerin yarattığı etkiyle beraber yeni döneme gireceğiz. Yeni dönem her zaman artarak devam eden sorumluluklar demektir. Bu sorumlulukları omuzlayabilmek, stratejik ve taktiksel olarak doğru konumlanabilmeyi gerektirir. Genç komünistler, bu gerekliliği yerine getirmeye aday, gençlik hareketinin öncüsü olma iddiasındadırlar. Bu iddiayı ete kemiğe büründürecek olan, devrimci ısrar, irade ve bilinç açıklığıdır. Sürecin kendiliğindenliğine kapılmamak, süreci kitleleri peşimize katarak kazanabilme bakışı, tek seçeneğimizdir. Gençliği dört bir yandan saran ve mücadeleye çağıran gelişmelere sessiz kalmak veya doğru bir tavırla yaklaşamamak, mücadelenin ve ortaya konan enerjinin boşa düşmesine neden olabilmektedir. Tüm bu gelişmeler karşısında devrimci komünist çizginin temsilcileri olarak tutumumuzu eylemde, direnişte, harekette daha güçlü bir şekilde ortaya koyabilmek, kitlelere farkı pratikte anlatabilmek yeni dönemin önemli bir görevi olarak karşımızda duruyor.

Ekim Gençliği


YTÜ’de soruşturma ve ceza terörü sürüyor!

Üniversitelerdeki baskı ve saldırılara karşı birleşik mücadeleye!

Sistem, yarattığı krizden çıkmanın yollarını ararken, her geçen gün artan saldırganlık bugün üniversitelerde de belirgin bir şekilde hissedilmektedir. Bunun çarpıcı bir örneği de YTÜ’de yaşanmaktadır. 2009-2010 öğretim yılının başından beri yaklaşık 15 öğrenciye 20’nin üzerinde soruşturma açılmıştır. Üniversitelerde devrimci, demokrat düşünceye tahammülsüzlüğü ve saldırganlığı iyice artan YTÜ idaresi için afiş asmak, bildiri dağıtmak, masa açmak soruşturma sebebi olabilmektedir. Açıktır ki YTÜ idaresi üniversitede meşru taleplerin yükseltilmesinden korkmaktadır. Bu tahammülsüzlüğünü TMMOB öğrenci, öğrenci kulüp ve topluluklarının masalarını dahi izinsiz ilan ederek de göstermektedir. Ayrıca YTÜ idaresi, pervasızca kullandığı soruşturma silahını bir adım daha ileriye taşımış, kendi sınırlarının dışında gerçekleşen olaylara da soruşturma açma yetkisiyle hareket etmektedir. 17 Kasım 2009 tarihinde TKP’nin Mecidiyeköy metrobüs durağında metrobüs zamlarına karşı gerçekleştirdiği eyleme katılan iki YTÜ öğrencisine eyleme katılmalarını sebep göstererek soruşturma açmıştır. 23 Aralık Çarşamba günü Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsü’nde faşistler üniversiteye dönük saldırı gerçekleştirince arkadaşlarına desteğe giden YTÜ öğrencilerine de soruşturma açılmıştır. 13 Aralık Cuma günü itibariyle YTÜ idaresi 3 öğrencinin okula girişini afiş asmak, bildiri dağıtmak, masa açmak gibi “suçlar”ının devam etmesini sebep göstererek ve “okulda huzurun sağlanması”nı amaçlayarak soruşturma süresince engellemiştir. Bu karara bir öğrencinin açtığı davayla yürütmeyi durdurma çıkmış, YTÜ idaresi de 28 Aralık Pazartesi itibari ile uygulamayı kaldırmak zorunda kalmıştır. Bu yaşananlar göstermektedir ki YTÜ idaresi üniversitede meşru taleplerin dillendirilmesinden, devrimci, demokrat düşüncenin ifade edilmesinden duyduğu korkuyla birlikte öğrencilerin eğitim haklarını kendi yasal düzenlemelerine bile sığmayacak şekilde engellemekten çekinmemektedir. Okula giriş yasağının kaldırılması ile birlikte YTÜ idaresi hızla soruşturmaları cezaya dönüştürmeye başlamıştır. İçerisinde Ekim Gençliği okurlarının da bulunduğu öğrencilere 15 günden 1 döneme kadar değişen uzaklaştırma cezaları verilmiştir.

YTÜ idaresinin tahammülsüzlüğü öğretim görevlileri için de geçerli…

YTÜ idaresi, öğrencileri soruşturma ve ceza terörü ile sindirmeye, baskı altında tutmaya çalışırken, benzer uygulamalarla öğretim görevlileri de karşılaşmaktadır. 2009-2010 öğretim yılının başında bir tv programında “Kürt açılımı” ile ilgili görüşlerini dile getiren YTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi Özgür

Sevgi Göral’ın ataması durdurulmuştur. Göral’a destek için bir gazetede yazı yazan YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ergun Aydınoğlu hakkında da YTÜ idaresi tarafından soruşturma açılmıştır. Soruşturma sonucunda Aydınoğlu’na 1/8 oranında maaş kesintisi cezası verilmiştir.

Soruştur malar, ce zalar geri çekil sin! Eğitim ha kkımız

engellene

mez!

YTÜ yönet imi eğitim ihtiyaçlarım icraatlarına ızı görmezd devam edi en gelerek yor. Daha başladığı eği üniversiten yılın başınd in tüm değ tim yılında a öğrencileri erlerine sal öğrenci dü n açtığı ma ne kadar per dırarak öğren şmanı saları yasakl vazsız olduğ cil erin sosyal amaya kalkan unu gösterdi açmaktan ger alanlarını ken yönetim . Bu yasakçı zih i durmadı. di keyfine Aynı baskıc niyeti kabul göre düzen veren Özgü ı zihniyet Fe etmeyen öğ lemekte r Sevgi Gö ren n Ed ral’ın da bir cilere ise sor ebiyat Fakü vererek bu televizyon uşt lte urma si gün toplum To plum Bilim programınd a dayatılan leri Bölüm a ifade ettiği ın ötesinde ü’nde ders fikirlerinden hiçbir düşün ötürü işine ceye taham son mül edeme diğini göste rdi.

YÖK aracılığı ile sermaye düzeninin üniversitelere biçtiği rolü uygulamada kararlı adımlar atan YTÜ idaresinin soruşturma ve ceza Bugün de so P e r şe m b e k ruşturma açıla silahını bu kadar pervasızca kullanması şaşırtıcı lı a r A 4 2 n üç : sonuçlanmad sı YT Ü ma iversiteye giriş öğrencisinin daha soruştu değildir. Üniversitelerde hızla eğitim Böğaresıncnilearinçaneğıkünitila lerin iştimk,abipr ısrmıaları yagnir a m haklarını gaY T Üi yaasankla yöne : sp r ticarileştirilmekte, kısacası sermayenin çıkarları et e Yini enge mekte bir yandan da on yanda şünc0eler Yönetim hiz a t 1 2 S ahakmelartinınade olddüuğu:0 ların r, llemeye çalış demokratik sermaye dü makta doğrultusunda şekillendirilmektedir. YTÜ idaresi etm zeninin çık dır r: mala sahip çıkan, arlarıyla uy u t eyen her dü kapitalist sis ş uşm aya u n, şünceyi yas r ün tem ive o in öğrencil rsitelerde aka S aklamayı her kapitalizmi ere ve toplum n bilimsel daim kendin de bir yandan “eğitim şenliği”, “kariyer günleri” a dayattığı eleştirisini e görev bil baskı ve zor yapabilen miştir. Toplu egelkecesahdemilksiip,zliik-sği kabinul ! ile susturulm herkes hay i mcuç r ak istenmekt bir bakışa atın her ala e eşitsizliğin g nın r edi ve da r. söm Ko old ürünün top rkla uğu gibi ün ulan ise özg gibi uygulamalarla öğrencilerini sermayeye iversitelerd lum ür düşüncen cunegenzişa YTÜ yönet e de katmanlar in kitleler imi bu korku a! ı karşısında ile paylaşm ile hareket dayatmakt gözler önün ası, yanı şılmay etmekte ve adır. Bunu ı eda pazarlamakta, bir yandan da eğitim müfredatını rş ser öğ ilm ka yap ren esidir. ark cil ra güvenlik bir erece en de, karşıs , ses za sizla top imleri) ile ına ve lum dik a un ilen her öğ fabrikası bir saldırmakta urmalar hakkının gas ren ciy , ün şt on ivr e lar disiplin yö toplum için değil, sermaye için bilim mantığı ile Üç öğren YpıdTır.ÜBu’dsere masoyerudüzenin topı cezlumalarkıilelaünrivebi ldındıra tutamnetazme!liği ve ÖGBsite(özel rsiten ziinyıdış u mahkum ci hakkında mak isteme Bas ettiği karanl açılmış dis ktedir. Bu afişler ve açt ığı gençlik iplin soruşl eğitim ıkları masal üzerindeki düzenlemektedir. Bu dönüşümler beraberinde tur ma ları vardır. ar öne sürülm gölgesidir! olmaktan ile Bu soruşturm ektedir. Dü ri gelen me alar için öğ şünce özgürl şru bir eylem açmaktadır. ren cilerin astıkl üğü bugün dir. Düşün Bugün açılan arı evr ce sermaye düzeninin ihtiyacı olan düşünmeyen, ens bir el bir haktır başka boyu soruşturmala afişler ve bil ve insan tu ile bize r ise doğru diriler insanl onu ifade özg dan bu özg ık onuruna ifadenin bir ürlüğe saldır ürlüğünü de aykırı değerl aracıdırlar. ıdı r. er Zir içe a sorgulamayan, sessiz, sinmiş bir öğrenci rmemektedi sözkonusu ma rler. Aksin Geleceğimize eşsalecar,ek! e gençliöz ğingü merl profiliyle birlikte sistemin çizdiği sınırlara itaat eğitim hakkı gaspsahedipileçıknmaöğk içiÜnniversiteler bizimdir, bizimle şru taleplerini renciler ile dayanışmayı yükseltelim! eden öğretim görevlisi profilini dayatmaktadır. Sayısı ve yetkisi her geçen gün artan özel güvenlik ! ız engellenemez birimleri, kamera gibi araçlarla öğrenciler, hocalar, Eğitim hakkım çalışanlar kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Bu çok yönlü baskı ve saldırı araçlarının en somut k ve örneği olarak YTÜ’de bu dönem uygulamaya geçen sahip çıkma hakkımıza ha söylemek içn 2 için, eğitim z da amız haykırmak am eğini birke ızı ec ıkl ey ım aç öd dığ Yıldız Elektronik Kart (YEK) uygulaması ünde basın an yılma tronların Baskılard bedelini pa Ü ana giriş kapısı ön in krizinin 12:00’de YT tüm kapitalizm nü gü e mb an gösterilebilir. YEK ile bir yandan YTÜ idaresi İş Aralık Perşe Geleceğine sahip çık rtsever uz. buluşuyor mokrat yu a devrimci de bir olmay e Bankası ile ortaklık kurmakta, öğrencilere kendi izl im öğrenciler, ses rumları güçler ve ku z! çağırıyoru iradeleri dışında İş Bankası’nın müşterisi olmayı dayatmaktadır. Bir yandan da öğrencileri elektronik takibe almakta, kampüslere, fakültelere giriş çıkışları denetlemektedir.

ara mahkum rlaşan koşull karşısınd emekçiler ağı ve ekonomik yıkım lerde, işçi ve n türel geçiyor. So inleştiği gün sürükleyen sosyal, kül n der ada k ere tırm yalnızlaş kolluklar bu n ve l krizinin gid rları geleceksizliğe tıla ısa dan dır yap ma sal n is e azgınca nden, yozlaş Kapitalizmi orlar. Dünyada milya pol iler örü da ekç ter ın em is lı’n re, niy ve pol n As amının ine olmak üze dın Erdem ve Osma edilmek iste menin yolu ise devlet kı ve zor ort iryolu işçiler dir an Ay yaratılan bas insanlığı sin TEKEL, itfaiye ve dem n Karadağ’ın ardınd çekleşmesi atti ger ta ın Ala baş e lar de günler üdür. Yin elik gözaltı lonun bir yüz faaliyete yön toplam tab , devrimci katledilmesi tarafından n kışkırtt r. maye düzeni dırılar diğer yüzüdü mler ve ser irliğinde sal eral dönüşü ivil faşist işb lanan neo-lib iği yerl e-s hız tild dar a, üre is-i akt iler pol yansım olojilerin mahku a gerici ide tsever öğrenc de de aynen ulsuz itaate üniversiteler devrimci demokrat yur tine sunmak ve burjuv encileri koş Bu abluka rin hizme ıları ile öğr ında duran dır etle şıs sal şirk a kar ri ik cez ele gericil uşturma ve r. Üniversit sor rla , adı eni akt hedef olm sermaye düz ak isteyen olarak saklam dir. kte Yıldız Teknik etmek isteme öğrencinin huzurunu ve sini veren 3 n mücadele üniversitenin ıtmak, afi yı dağıtmanı sonuçlanıncaya kadar ak, bildiri dağ ısı bugün r şı bu abluka açm ala kar sa urm ine ma lan soruşt ların say eceksizliğ ekçesi ise açı ma gel a ger urt in ın ınd uşt zen lar lar nd sor Dü ef alan Soruşturma idare tarafı girişleri hak hed r. eği iyi ’ne ıştı lec esi enc anm edi rsit yasakl atan Ünive ın gasp e yakın öğr ksizliği day tim hakkın sağlamak için eylemlerimizdir. 15’ boyunca eği mülsüzlük, bize gelece mak istendiğ güvenliğini ve z em mi dön eri bir ki görüşl taham yaratıl gibi meşru ise önümüzde ve faaliyete duyulan siz toplumun öğrencinin eye gençliği ses aşmıştır. Bir mci düşünc ile öğrenci miştir. Devri mekte, idare aracılığı kesinleştiril n beslen nde eni düz dir. sermaye hapsetmekte üniversiteye

Açıktır ki üniversitelerde baskı ve saldırılar çok yönlü bir şekilde sürmektedir. Ancak bizler de kararlı bir şekilde direnen TEKEL işçileri, itfaiye işçileri gibi tüm baskı ve saldırılara karşı aynı kararlılığı gösterebilmeliyiz. Bu da ancak birleşik bir gençlik mücadelesi ile gerçekleşebilecektir. Bu noktada okulun dışında bırakılan öğrencilerle içerideki öğrencilerin birlikte bir çalışma örebilmesinin sağlanması önemlidir. Soruşturma ve cezalara karşı örülecek mücadelede bir diğer önemli nokta da mücadelenin devamlılığıdır. Örülen süreç sadece eğitim hakkının engellenmesine sıkıştırılmamalı, yukarıda da belirttiğimiz üniversitedeki diğer gündemler işlenmeli, toplumsal muhalefet ile ilişkiler kurulmalıdır.

Soruşturma-ceza terörüne karşı, ticari eğitime karşı, işçi ve emekçiler ile sınıf mücadelesini üniversitelerde yükseltmek için birleşik mücadeleye!

Ekim Gençliği/YTÜ

5


Adana Ekim Gençliği ve Devrimci Liseliler Birliği’nden mücadele çağrısı...

Geleceğimizin elimizden alınmasına geçit vermeyeceğiz!

Ama gençlik ne sahte taraflaşmalar içinde yolunu kaybedip mücadelesinden vazgeçecek ne de kardeş halkların imha ve inkârı karşısında sessiz kalacaktır. Gençlik kendi geleceğinin ancak bu sisteme karşı mücadele ederek kazanabileceğinin bilincinde olarak sadece doğrudan kendisine dönük saldırılara geçit vermemekle kalmayacak aynı zamanda her türlü baskı ve sömürü karşısında özgürlük ve eşitlik talebini yükseltecektir.

Kapitalist sitemin kriz içinde debelendiği, burjuvazinin içinde bulunduğu bu krizden çıkmak için krizin faturasını işçi emekçilere ve gençliğe ödetmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde sadece eğitimin ticarileşmesi bakımından değil, aynı zamanda kardeş halkların düşman ilan edilerek şovenizmin tırmandırılmaya çalışıldığı, devletin derininin aslında devletin ta kendisi olduğu gerçeğinin gizlenerek bir yanda dinci gericiliğin,. diğer yanda darbecilerin bulunduğu bir taraflaşmanın olduğu bir kuşatma yaratılmaya çalışılıyor. Bu kuşatma içinde çürüyen ve çeteleşen devlet bir yandan gençliği işsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm ederken diğer yandan da onuruna ve geleceğine sahip çıkanların Alaattin Karadağ gibi sokak ortasında katledildiği bir baskı rejimi yerleştirmeye çalışıyor. Ama gençlik ne sahte taraflaşmalar içinde yolunu kaybedip mücadelesinden vazgeçecek ne de kardeş halkların imha ve inkârı karşısında sessiz kalacaktır. Gençlik kendi geleceğinin ancak bu sisteme karşı mücadele ederek kazanabileceğinin bilincinde olarak, sadece doğrudan kendisine dönük saldırılara geçit vermemekle kalmayacak, aynı zamanda her türlü baskı ve sömürü karşısında özgürlük ve eşitlik talebini yükseltecektir.

Egemenlerin iç çatışmaları eşliğinde sahte saflaşmalara geçit yok!

Sermaye düzeninin kendi iç çatışmaları arasında düzene yedeklenmeye çalışılan gençlik kesimleri, bugün AKP-ordu, laik-anti laik tartışmaları ekseninde kendi sorunlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bir yanda demokrasi havarisi kesilen ve darbecilerle hesaplaştığı iddia edilen AKP hükümeti işçi emekçilere açlık ve yoksulluktan, öğrencilere ise

geleceksizlikten başka bir şey vermezken, diğer yandan laik olduğunu iddia eden taraf ise darbeci geleneğinden taviz vermeyerek darbe ve cinayetleri açıktan savunmaktadır. Bugün karşı karşıya gelen düzen güçlerinin ikisi de bundan vazgeçememektedirler. Ordu cenahı yıllardır kendi denetiminde faaliyet gösteren bu yapıyı korumaya çalışırken AKP tarafı yeni dönemde emperyalizmin bölgesel politikalarıyla daha uyumlu yeni bir derin devlet yaratmaya çalışmaktadır. Bu karşı karşıya gelişe rağmen iki taraf da Kürt halkının direnişine ve örgütlü mücadelesine karşı her türlü vahşeti meşru görmekte, Alaattin Karadağ gibi devrimcileri sokak ortasında öldürmekte bir sıkıntı duymamaktadırlar.

İşte böylesi sahte bir saflaşmada gençlik gerici taraflaşmalara yedeklenmeyerek kendi mücadele talepleri ekseninde geleceğin ve özgürlüğün tarafında olmalıdır. İşte bu nedenle gençlik sahte taraflaşmalar içinde yolunu kaybetmeden, mücadele yolunu seçerek geleceğinin elinden alınmasına geçit vermeyecektir.

Çürüyen düzene çeteleşen devlete geçit yok!

İçinde yaşadığımız sömürü düzenini ayakta tutmak, ancak buna karşı gelişecek hareketlilikleri ve örgütlü mücadeleyi ezmekle mümkün olacaktır. Bu ise sömürü üzerine kurulu bir düzende bu sömürünün güvenceye alınabilmesi için her türlü yolun ve aracın kullanılmasına zemin yaratmaktadır. Giderek çürüyen, çürüdükçe çeteleşen sermaye devletinin gelinen yerde her gün yeni bir pisliği daha ortaya saçılmaktadır. En küçük hücresine kadar çeteleşmiş bu yapı okullarımızda gerici faşist odaklar eliyle devrimci faaliyeti engellemeye çalışmakta, yapamadığı yerde de bu devlet eliyle bu çeteleri koruyup kollamakta, kullanmaktadır.

Ancak böylesi bir işleyiş bir çocuktan bir katil yaratmayı başarabilmiş ve yeri geldiğinde devrimcileri muhalifleri sokak ortasında katledebilmiştir. İşte böyle bir bataklık içinde gençlik, bu sömürü düzeninin korunması adına meşru olmayan her türlü pisliğe bulaşarak çürüyen ve çeteleşen devlet eliyle geleceğinin elinden alınmasına geçit vermeyecektir.

Kardeş halkların imha ve inkârına geçit yok!

6

İçinde yaşadığımız sistemin bir yansıması olarak eğitim sistemi de her düzeyde gerici ve baskıcı bir karakter taşıyor. Liselerden üniversitelere kadar her yerde kardeş halklara düşmanlık temelinde gerici faşist anlayıştan beslenen bir süreç işliyor. Bu yolla da gençlik şoven duygular eşliğinde kardeş bir halkın inkâr ve imhasına ortak edilmeye çalışılıyor. Bu süreç içerisinde Filistin halkı için gözyaşı döküp mücadele ettiklerini iddia edenler yanı başlarındaki kardeş Kürt halkı için ise imha ve inkâr temelinde daha fazla baskıyı reva görüyorlar. “Açılım” adı


altında kardeş Kürt halkının yıllardır yarattığı devrimci birikim düzenin kanalları içinde eritilmeye, yok edilmeye çalışılıyor. Ama gençlik, toplumda şovenizmin dizginlerinden boşanırcasına tırmandırılmasına karşı “yaşasın halkların kardeşliği” şiarı altında Kürt ve Türk gençliğinin birlikte mücadelesiyle gerektiğinde kardeş halka yönelen namluların önüne siper olarak bu saldırılara geçit vermeyecektir.

İşsizliğe ve geleceksizliğe geçit yok!

Biliyoruz ki üniversiteye giriş sınavını kazanmak, bugün öğrenciler için oldukça önemli olsa da bizler okul yaşantımız daha bitmeden derin bir geleceksizlik süreci ile karşı karşıya kalıyoruz. Neoliberal politikalar doğrultusunda yıllardır atılan adımlar, kamu hizmetlerinin ve sosyal bölümlerin tasfiyesi, özelleştirmeler ve eğitim alanındaki piyasalaştırma eğitimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda teknik eleman yetiştiren bir sürece dönüştürmüştür. Bu süreç sonucunda da gençliğin önemli bir kısmı okulu bitirdikten sonra eğitimli birer işsiz olarak geleceksizliğe mahkûm edilmektedir. Geldiğimiz yerde geleceğinden umudunu kesen, işsizlik sorununu kabullenen, bireysel kurtuluş umuduyla her geçen gün tükenen geçlik yığınlarının arttığı bir süreçten geçiyoruz. Ancak yaşanan tüm sıkıntılara rağmen gençlik parayla satılan, metaya dönüşmüş bir eğitim ve onun yaratacağı işsizlik ve geleceksizliğe geçit vermeyecek ve geleceği için mücadele bayrağını yükseltecektir.

Ticari eğitime geçit yok!

Bugün eğitim sisteminde yaşanan tüm sorunların gerisinde ticarileşen eğitim süreci durmaktadır. Sistemin ihtiyaçları doğrultusunda kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılıp piyasaya açılan eğitim sistemi binlerce eğitim emekçisi, yüzbinlerce öğrenci ve binlerce eğitim kurumu ile burjuvazi için iştah kabartıcı bir kâr alanıdır. Bu süreç içinde eğitim her düzeyde paralılaştırılırken, eğitim sistemi de sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. Okullar işletme, eğitim emekçileri bilgi satan bir tezgâhtar haline getirilirken, biz gençliğin de uysal birer müşteri olmamız isteniyor. Bu müşterileşme süreci aynı zamanda bilinçlerimizin de bu düzenin ihtiyaçları ve bakışı üzerinden yeniden şekillendirilmesini içeriyor. Ama gençlik ne eğitimin ticarileşmesine geçit verecektir, ne okullarımızın bilginin satıldığı bir işletmeye dönmesine, ne de gençliğin itaatkâr müşteriler olmasını dayatan bu saldırılara...

Bu dönemde başta seçilmiş alanlarda olmak üzere yaygın bir ajitasyon-propaganda faaliyeti eşliğinde güçlü bir kitle faaliyeti yürütecek, gençliğin özlem ve taleplerinin sözcüsü olmaya çalışacağız. Bu süreç içinde öne çıkan başlıkların yanında gelişen gündemler üzerinden de sözümüzü söyleyecek, gelişecek saldırıların karşısına dikileceğiz.

Bu kampanya sürecinde sahte kutuplaşmalar karşısında gençliğin gerçek taleplerini ileri süreceğiz, çürüyen sistemin çeteleşen devletin bizi kendi karanlığında boğmasına, kardeş Kürt halkının imha ve inkârına dayalı politikaların uygulanmasına geçit vermeyeceğiz. Eğitimin ticarileşmesi yoluyla gençliğin işsizlik ve geleceksizlik içinde boğulmasına geçit vermeyecek, geleceğimize sahip çıkacağız.

Adana Ekim Gençliği ve Devrimci Liseliler Birliği olarak tüm gençliği saldırılar karşısında mücadeleyi büyüterek geleceğini sahiplenmeye, bunun için de yükseltilen bayrağı sahiplenmeye çağırıyoruz. Adana Ekim Gençliği/Devrimci Liseliler Birliği

Sermayenin geleceğimizi elimizden almaya dönük hile ve oyunlarının gençliğin mücadelesi karşısında bir hükmü yoktur. Kapitalist sistem içerisinde gençliğin karşısına çıkarılan hiçbir saldırının geleceği için mücadele eden gençliğin devrimci hareketi karşısında tutunabilmesi mümkün değildir. Öyleyle yapılması gereken birleşik devrimci bir gençlik hareketinin yaratılması kavgasını büyütmektir.

Geleceğimizin elimizden alınmasına geçit vermeyeceğiz!

Sermayenin geleceğimizi elimizden almaya dönük hile ve oyunlarının gençliğin mücadelesi karşısında bir hükmü yoktur. Kapitalist sistem içerisinde gençliğin karşısına çıkarılan hiçbir saldırının, geleceği için mücadele eden gençliğin devrimci hareketi karşısında tutunabilmesi mümkün değildir. Öyleylse yapılması gereken birleşik devrimci bir gençlik hareketinin yaratılması kavgasını büyütmektir. İşte bu nedenle içine girdiğimiz dönemde Adana Ekim Gençliği ve Devrimci Liseliler Birliği başlattığı kampanya çalışması ile üniversiteli ve liseli gençliği saldırılara geçit vermemeye ve haklı talepleri için mücadeleye çağırıyor.

7


Genç-Sen 3. Genel Kurulu’nun ardından…

Geleceğe yürüyebilmek için özeleştiriler sözün ötesine geçmelidir! 20 Aralık günü gerçekleşen Genç-Sen 3. Olağan Genel Kurulu, önceki iki genel kurulla karşılaştırıldığında kısmi olumluluklar taşısa da, genel planda iç hesapların ve kirli pazarlıkların gölgesinde geçmiş oldu.

Özellikle yaz döneminden itibaren yaşanan pratik, GençSen’in tüzük maddelerini ve bürokratik dayatmalarını ezip geçmiştir. Liberalreformist bloğun, şu an için tartışma düzeyinde de kalsa, söz konusu kısmi olumlu adımları atmasında bu pratik belirleyici olmuştur.

Gerek ön sürecinde gerekse de genel kurul anında geçmiş çalışma değerlendirilirken, liberalreformist blok, bu kez hem güzellemeler yaptı hem de özeleştiriler verdi. Önceki genel kurullarda, ortaya çıkan eksiklikler ya da yaşanan sıkıntılardan hiçbir şekilde söz edilmiyordu. Bu eksiklikleri ya da sıkıntıları dile getirenlere karşı tahammülsüz davranılıyordu. Ancak bu genel kurulda, söz konusu bloğun bir kısmı, özeleştiri veren bir tutum ortaya koymaya çalıştı. Bu çabanın olumlu bir adım olduğunun üzerinden atlamadan altı çizilmesi gereken şudur: Söz konusu öznelerin takındıkları tutumlarda samimi olup olmadıklarını genel kurul sonrası pratik süreç gösterecektir.

Genel Kurul ön sürecinden yansıyanlar

Belli yerellerin dışında, Genç-Sen’in hala sistematik ve bütünsel bir çalışmaya sahip olduğu söylenemez.

Yaz döneminde harç zamlarıyla ortaya çıkan gündemlere müdahaleyle birlikte bir ilerleme yaşanmış olsa da henüz istenilen pratik hat sağlanmış ve bu çerçevede işleyen şubeler/yereller oluşturulmuş değildir. 3. Genel Kurul, önceki ikisi gibi tamamen pratik ön süreçten yoksun olarak örülmemiştir. Yine de yerellere dayanan, etkili ve hedefli bir genel kurul sürecinden bahsetmek mümkün değildir. Genel kurul büyük oranda seçimlere sıkışan bir darlıkla ele alınmış, hareketin ihtiyaçlarını karşılayacak bir temelde örgütlenmemiştir.

Öncesinde yapılan bir dizi tartışmada, “Demokratik üniversite, söz-yetki-karar hakkı!” şiarıyla genel kurula yürünmesi hedeflenmesine rağmen bu iddia hayata geçirilememiştir. Önce sendika içerisinde “demokrasi ortamının oturtulması”nın hedeflendiği söylenmesine rağmen bunun zemini tam anlamıyla oluşturulamamıştır. Yerellerin çoğunda şube toplantıları ancak genel kurulun öncesindeki hafta içerisinde, apar topar gerçekleştirilmiştir. Böylece söz konusu yerellerin şube toplantıları genel kurula yönelik önergelerin son gönderilme tarihi sonrasında gerçekleşmiştir. Çoğu şubede var olan önergeler veya yeni döneme dair politikalar dahi tartışılmamış, yalnızca ÜYK seçimleri yapılmıştır.

8

Genel Kurul sürecinde liberal-reformist blok tarafından da dillendirilen birçok eleştiri/özeleştiri noktası, Devrimci Genç-Senliler tarafından ortaya koyulan eleştirilerin ötesinde bir şey değildir. Yakın

zamana kadar böyle eleştirileri dinlemeye bile tahammül edemeyenler, süreçle birlikte sorunları belli yanlarıyla görmek/kabullenmek zorunda kalmışlardır. Özellikle yaz döneminden itibaren yaşanan pratik, Genç-Sen’in tüzük maddelerini ve bürokratik dayatmalarını ezip geçmiştir. Liberalreformist bloğun, şu an için tartışma düzeyinde de kalsa, söz konusu kısmi olumlu adımları atmasında bu pratik belirleyici olmuştur. Liberal-reformist bloktaki özneler, blok dışındaki güçleri de kapsayan bir “denge politikası” da izlemektedir. Son dönemde, liberalreformist bloğun ilke ve tutarlılıktan uzak kendi iç tartışmalarının yarattığı gerilimlerin, söz konusu denge politikasının hayata geçirilmesinde etkili olduğunun altını çizmek gerekir.

Önerge tartışmalarından yansıyanlar

Bu genel kurulda, sunulan önergelerin başka toplantılara ertelenmesi yönünde herhangi bir tartışma yapılmamış olması da olumlu tutuma bir göstergedir. Genel kurula sunulan tüm önergeler kürsüden okunmuştur. Önergelerin bir kısmı, üzerinde yapılan tartışmalar sonrası oylamaya sunulmuştur.

Ancak bu tabloya rağmen salondaki kitlenin tartışmalara karşı genel bir ilgisizlik içerisinde olduğu gözlemlenmiştir. Böylece önergeler üzerine canlı ve verimli tartışmalar da yapılamamıştır. Genç-Sen’in eleştirilerimize konu olan gençlik hareketi içerisindeki konumlanışı ile gençlik hareketinin sorunlarına ilgisiz üye profili arasındaki kopmaz bağ bir kez daha görülmüştür. Özellikle “Kadın sorunu” ile “Kürt sorunu ve barış süreci” içerikli önergelerde, birçok tartışmadan özellikle kaçınılmıştır. Yapılan tartışmalara “herkesin bakışı farklı, burası bunların tartışılacağı yer değil” biçiminde yanıtlar veren liberal-reformist blok temsilcileri, kendi politik eksenlerindeki önergeleri genel kuruldan geçirmek için “cambazlık” yapmaktan geri durmamışlardır. Söz konusu önergelerin içeriğine dair tartışmaların tercihen üzerinden atlayan bu güçler, hızlı bir “indir-kaldır” yöntemiyle işin içerisinden sıyrılmayı başarmışlardır.

Genel Kurul boyunca gerginliğin tırmandığı tek örnek, lise önergeleri üzerinden yaşanmıştır. Liseli Genç-Senliler’in yürütmesi önerilen çalışma planının ve liselilerin de şubeleşebilmesi yönündeki tüzük değişikliği önergesinin salon tarafından kabul edilmesi üzerine SDP’liler, bilindik tutumlarını bir kez daha ortaya koymuştur. SDP’liler tarafından, itiraz edilen noktaya dair tek bir söz dahi söylenmeden ve oldukça saldırgan bir tutumla ilk oylamanın iptal edilmesi talep edilmiştir.


MYK seçimlerine yansıyan ilkesiz pazarlıklar

Liberal-reformist blok, attığı kimi olumlu adımlara rağmen, kapalı kapılar ardında yapılan ilkesiz koltuk pazarlıklarından bu genel kurulda da vazgeçmemiştir.

“Tüm siyasetlerin MYK içerisinde temsil edilmesi gerek” sözlerinin arkasına saklanarak bir yandan bağımsız unsurların bu mekanizma içerisinde yer alabilmesi en başından engellenmekte, öte yandan da kafa hesabı üzerinden koltukların paylaşıldığı ilkesiz koltuk pazarlıklarının yolu düzlenmektedir. Öyle ki EHP Gençliği, birçok tartışmada, bağımsız unsurların ÜYK ya da MYK gibi organlarda yer almaması gerektiğini açıktan savunmuş ve bu yaklaşımını “Eğer ki bir şeyler aksarsa kim muhatap alınacak? Siyasetlerin siyaset olmalarından kaynaklı bir muhattabiyet alanı var” sözleriyle gerekçelendirmeye çalışmıştır. Böyle anlayışların, hareketin ihtiyaçlarından kopuk ve tabanın iradesini yok sayan bir Genç-Sen’in yalnızca siyasetlerin ilkesiz birliğinden oluşan bir Genç-Sen olacağını bilmeleri gerekmektedir.

Israrlı bir çalışma yürütmeye devam edeceğiz

Devrimci Genç-Senliler’in, Genç-Sen çalışmasının sistematikleşmesi ve amaçlanan düzeye çıkarılması bakımından halen eksik bıraktığı yönler bulunmaktadır. Genel Kurul sürecine müdahalede de benzer eksiklikler gösterilmiştir.

Herşeyden önce, sürece müdahalemiz politik gerçekliğimizi ve güçlülüğümüzü yansıtmayan bir tabloda gerçekleşmektedir. Genç-Sen’in yorucu ve çoğu zaman toplam politik faaliyetimizi dağıtıcı tartışmalarından sakınmak ile ona gerekli ve zorlayıcı müdahaleleri yapmak arasındaki dengeyi daha başarılı bir biçimde sağlamamız gerekmektedir. Öyle ki, bu dengeyi sağlayamamaktan dolayı ortaya çıkan zayıflıklar, genel kurul gibi süreçlerde yapabileceğimiz güçlü müdahalelerin önünü daha baştan kesmektedir. Bu durum, tüzüğe dair değişiklik önerilerimizi genel kurula sunamamak gibi ciddi bir sıkıntının da zeminini oluşturmuştur. İlkesiz pazarlıklara dayalı koltuk paylaşımları üzerinden gerçekleşen MYK seçimlerinde

Devrimci Genç-Senli’lerin kendi bağımsız politik tutumları ile aday olarak kürsüye çıkmaları ve burunu etkili bir teşhir-tartışma alanına çevirmeleri, birçok açıdan oldukça önemli ve anlamlıdır. Öyle ki, soruşturma almış bir Devrimci Genç-Sen’li kürsüden herkesi konu dahilinde tutum almaya çağırabilmiştir. Yanısıra aynı kürsüden, kimi yerellerdeki sorunlu tutumlar ya da MYK seçimlerindeki ilkesiz pazarlıklar teşhir edilebilmiştir.

Bu tabloyu çok yönlü olarak değerlendirecek, buradan süzülen sonuçlarla birlikte Genç-Sen’e yönelik müdahalemizi daha hedefli hale getireceğiz. Özcesi, Devrimci Genç-Senliler, tutarlı politik yaklaşımları çerçevesinde Genç-Sen’e dönük ısrarlı çalışmalarını sürdürmeye devam edecektir.

Sonuç yerine...

Tüm bu tartışmalar ışığında Devrimci GençSenliler, önümüzdeki sürece dair şu acil hedefleri hayata geçirebilmek için ciddi bir çaba içerisinde olacaklardır.

* Demokratik bir işleyişi Genç-Sen’e hakim kılmak yönünde ciddi bir çaba içerisinde olmalıyız. “Demokratik üniversite, söz-yetki-karar hakkı!” hedefini, Genç-Sen içerisindeki demokratik zemini güçlendirecek ve taban iradesini açığa çıkarabilecek araç ve yöntemleri zorlayarak hayata geçirmeliyiz. * Genel kurulda da karar altına alınan, çalışma gündeminin ve somut pratik hattın belirleneceği haftalık karar alma toplantılarını, hareketin ihtiyaçlarından kopuk tüzüksel normlara takılmadan gerçekleştirebilmeliyiz. * Genç-Sen’i, etkin bir pratik süreç üzerinden gençlik kitlelerini kucaklamayı ve örgütsel varlığını geliştirip pekiştirmeyi hedefleyen bir örgütsel iddiaya dönüştümek için ısrarlı bir kitle çalışmasını önümüze koymalıyız.

* Siyasal gündemlere bütünlüklü müdahale çabasını sistematikleştirmeli, aynı zamanda GençSen politikalarının gençlik kitleleri içerisinde her yönüyle tartışılmasını sağlayabilmeliyiz.

İlkesiz pazarlıklara dayalı koltuk paylaşımları üzerinden gerçekleşen MYK seçimlerinde Devrimci Genç-Senli’lerin kendi bağımsız politik tutumları ile aday olarak kürsüye çıkmaları ve buruyı etkili bir teşhirtartışma alanına çevirmeleri, birçok açıdan oldukça önemli ve anlamlıdır.

Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi ve örgütü için mücadaleye!

Devrimci Genç-Senliler

9


Genç-Sen Temsilciler Meclisi Gerçekleşti! 10 Ocak tarihinde Ankara’da Temsilciler Meclisi gerçekleşti. Temsilciler Meclisi gündemlerin belirlenmesi ile başladı. Merkez Yürütme Kurulu önerisi olan “Siyasi durum ve öğrenci hareketi değerlendirmesi”, “Genel Kurul değerlendirmesi”, “19 Ocak çalışmaları”, “Yeni dönem çalışmaları”, “Mali durum” başlıklarıyla birlikte, “Şube değerlendirmesi”, “Türk-İş’in 14 Ocak TEKEL eylemi”, “Homofobi ve LGBTT hareketi” başlıkları toplantı gündemi olarak belirlendi.

“Siyasi durum ve öğrenci hareketi değerlendirmesi” başlığında yapılan konuşmalarda baskı araçlarına karşı Öğrenci Gençlik Sendikası olarak nasıl bir tutum alınması gerektiği tartışıldı. Yapılan konuşmalarda kesişen taleplerimiz çerçevesinde sınıf hareketiyle ortak bir mücadele hattı örülmesi gerektiği üzerinde duruldu. İşçi sınıfı ile gerçekleştirilen dayanışma eylemlerinin bu çerçevede ele alınması gerektiği söylendi. Gençliğe dayatılan geleceksiz ve işsizlik sorunun işlenmesi gerektiği vurgulandı. Kürt açılımı ile birlikte tırmandırılan şovenizmden bahsedildi.

“Siyasi durum ve öğrenci hareketi değerlendirmesi” başlığından sonra “Şube değerlendirmesi” başlığına geçildi. Aydın Adnan Menderes Üniversitesi temsilcisi yaptığı aktarımda Genel Kurul’a Adnan Menderes Üniversitesi’nden 4 Genç-Senli’nin katıldığını, ancak EHP’nin Genç-Sen’e üye olmayan 4 kişiyi getirip oy

kullandırttığını, ÜYK’da olan 4 “örgütsüz” Genç-Senli’ye EHP mailleri geldiğini ve arkadaşların bundan rahatsız olduğu iddia edildi. Temsilciler Meclisi’nin geri kalanı bu tartışmaya sıkıştı. Başka üniversitelerde de benzer sıkıntıların yaşandığı söylendi. Yapılan konuşmalarda disiplin komisyonu vb. bir yapının oluşturulması gerektiği ve bu yapının gereken “ceza”yı vermesi gerektiğini önerenler de oldu. Tartışmaların tıkanması üzerine sorunun yaşandığı yerellerde çözüm üretilmesi gerektiği önerildi. Tartışma EHP’nin mail listelerini kontrol edeceğini ve Genç-Sen’e üye olanların mail listesinden çıkartılacağını söylemesi ile sağlıksız bir şekilde bitirildi.

Şube değerlendirmesi başlığından sonra zaman sıkıntısından kaynaklı “Genel Kurul Değerlendirmesi” başlığı bir sonraki Temsilciler Meclisi’ne bırakıldı. Genel Kurul’da asıl tartışılması gereken başlıklar olan “19 Ocak çalışmaları”, “Yeni dönem çalışmaları” başlıklarına yaklaşık 1 saatlik bir süre ayrılmış oldu. “19 Ocak çalışmaları” kapsamında yereller nasıl eylemlilikler ortaya koyabileceklerini belirttiler ancak MYK’nın önerisi olan “Barış ve Demokrasi Haftası” başlığı ve materyallerin içeriği yeteri kadar tartışılamadı. “Yeni dönem çalışmaları” başlığında ise yapılan öneriler kişisel temennilerin ötesine taşınamadı ve somut öneriler getirilememiş oldu. Türk İş’in gerçekleştireceği Ankara TEKEL mitingine ise Genç-Sen olarak katılma kararı alındı.

İstanbul İl Koordinasyon Toplantısı ve İl Meclisi Toplantısı 12 Ocak Salı günü, il koordinasyon toplantısının gündemleri olarak “19 Ocak Çalışması”, “Türk İş TEKEL Eylemi”, “Mali Durum”, “Şube değerlendirmeleri”, “İletişim/Bilgilendirme” başlıkları belirlendi.

Toplantı Okan Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi, ArEl Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi'nden Genç-Senliler'in şube aktarımları ile başladı. Yapılan aktarımlar birçok yerelde şube toplantılarının alındığı ancak toplantılara ve çalışmalara yeni insanların katılamadığı yönündeydi. Refleks eylemler vb durumlarda üniversiteler arasından iletişimin daha rahat ve çabuk sağlanabilmesi için iletişimden sorumlu iki kişi belirlendi.

19 Ocak davası ile ilgili olarak ekseninde “Genç-Senliler’e açılan dava, soruşturma-ceza terörü ve direnişteki işçiler”in olacağı bir panel ve yürüyüş gerçekleştirme kararı alındı. Eylemin biçimi ile ilgili yapılan konuşmalar ise “eylemde desteğe gelecek sendika, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin kendi flama ve materyalleri ile kendilerini ifade edip edemeyecekleri” tartışmasına sıkıştı. Eylemin içeriğinden kaynaklı olarak sendika, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerine kendilerini ifade etme özgürlüğünün veerilmesinin anlamlı olacağı ifade edillirken buna karşıt

10

görüş olarak Genç-Sen'in bu durumda zayıf gözükeceği veya GençSen'in böyle bir eylem biçimini daha öce hiç denememiş olması v.b. gerekçeler gösterildi. Yapılan tartışmalar sonucunda karşılıklı ikna yoluyla bir sonuca varılamayınca oylama yoluna gidildi. Yapılan oylama sonucunda da sendika, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerine eylemde flama ve materyaleri ile destek vermemesi, ancak destek mesajı veya konuşması gerçekleştirebilecekleri kararı çıktı.

1 Şubat Pazartesi günü İstanbul il meclisi toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıya “4 Şubat’ta gerçekleşecek genel grev” ve “medikoların kapatılması” iki gündem belirlendi. Zamandan kaynaklı mediko ile ilgili olan gündem konuşulamadı, kapsamı öğrenebilmek adına görev paylaşımı yapılabildi. 4 Şubat’ta grev olsa da olmasa da katılma ve genel grev vurgusu yapma kararı alındı. 4 Şubat’a “Genel grev genel direniş! Zafer direnen emekçinin olacak!” şiarıyla katılma kararı alındı.

Toplantıda ÜYK ve işlevi üzerine de bir tartışma yürüdü. ÜYK’yı boşa düşmemesi için düzenli olarak toplanması gerektiği söylendi. Bunun üzerine üniversitelerin kapalı olması sebebi ile şube toplantılarının gerçekleşmediği için ÜYK’nın tek başına toplantı yapıp karar almasının kişisel fikir öne sürmenin ötesine geçmeyeceği söylendi. Bu durumda da il meclisinin düzenli olarak toplantı alması, ÜYK’nın ise bu toplantılar sonucunda çıkacak kararların üyelere iletilmesini sağlaması karara bağlandı.


Soruşturmalar, gözaltılar, baskılar… Düzen bizi kazanmaya çalışıyor.

Susma! Devrim kazansın…

Geçtiğimiz yaz, 7 Temmuz’da YÖK tarafından üniversite harçlarına yapılması planlanan zam oranları basına yansıdı. Normal eğitim veren bölümlerin harçlarına %8, ikinci öğretimlere de %100 ile %500 arasında değişen oranlarda zam yapılacağı duyuruldu. Bu zam saldırısı çeşitli gençlik örgütleri tarafından protesto edildi. GençSen üyesi öğrenciler 10 Ağustos günü konunun görüşüleceği Bakanlar Kurulu toplantısında bakanlığın önünde toplanarak bakanla görüşmek istediklerini ifade ettiler. Ancak o gün Başbakanlık kapısında sabahın erken saatlerinden akşama kadar polisler ve Başbakanlık görevlileri tarafından oyalandılar.

Bu sırada zam kararını verecek bakanlar toplantılarını bitirmiş, oradan ayrılmaktaydılar. Genç-Sen temsilcileri bakanlar ile görüşmek istediler. Bunun üzerine polisler tarafından engellenen öğrenciler gözaltına alınmaya çalışıldı. İçerideki arkadaşlarının gözaltına alınmaya çalıştığını öğrenen Genç-Senliler bakanlığa yürümeye başladı. Polis öğrencileri engellemek için biber gazı ve copla müdahale etti. Polis terörüne uğrayan öğrencilerin birçoğu yaralandı. Saldırı sonrasında öğrencilerden 40’ına izinsiz toplantı ve yürüyüş yaptıkları gerekçesiyle dava açıldı. Bakanlarla görüşme yapmak isteyen GençSen’in temsilci olarak seçip gönderdiği 4 kişiye, bu ‘izinsiz’ yürüyüşü yönettikleri gerekçesiyle 1,5 yıldan 3 yıla kadar; polisin kullandığı gaza, copa karşı durmaya çalışan 5 kişiye, “izinsiz eyleme müdahale sırasında cebir ve şiddet göstererek polis memurlarına saldırdıkları ve mukavemette bulundukları” gerekçesiyle 3 yıldan 5 yıla kadar; aralarında eyleme katılmayanların da bulunduğu 31 kişiye de eylemlerini sürdürdükleri gerekçesiyle 1,5 yıldan 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Bu, son dönemde yaşanan saldırılardan sadece biri. Saldırılar her gün yaşanıyor. Üniversitelerde de haklı talepleri için mücadele eden öğrenciler ÖGB, polis terörüne maruz kalıyor, eli satırlı sivil faşistlerin saldırısına uğruyor, soruşturma ve cezalarla kapı önüne konuluyor. Akademisyenler düşündükleri, konuştukları için soruşturma terörüne maruz kalıyorlar. Düzen sadece üniversitelerde saldırmıyor. Sokakta, fabrikada hakkını arayan işçilere, emekçilere silahla, copla, biber gazıyla saldırıyor, devrimcileri sokak ortasında katlediyor. Kendi kimliğini dayattığı bir halkın çocuklarını baş kaldırdıkları, boyun eğmedikleri, polisin saldırısına kaldırım taşlarıyla karşılık verdikleri için tutukluyor, katlediyor. Burada dur ihtarına uymadığın için ya da sadece sana tahammül edemeyen bir polis öyle istediği için kurşunlanabilirsin. Ya da yolda durdurup sana kimliğini soran polisin kimliğini görmek istediğin için öldüresiye dövülebilirsin. Tersanede kum

torbası olabilirsin ya da kot taşlama atölyesinde zehirlenirsin. Sağlık güvencen ya da paran olmadığı için hastane kapısında ölebilirsin. Bir sabah uyandığında üniversite kapısından girebilmek için geçtiğin onca sabır ve dayanıklılık testinden sonra, dershanelere, özel kurslara verdiğin onca paradan sonra, üniversite harçlarına gelen zam haberiyle okulu bırakıp asgari ücretle çalışan bir işçi olma ihtimaliyle, daha da kötüsü aç ve işsiz olma ihtimaliyle yüz yüze kalabilirsin. Karşı çıkarsan biber gazı, cop, tekme ve yumruklarla karşı karşıya kalabilir, tutuklanıp cezaevine gönderilebilirsin.

Susmak mı? Evet susmak bu ihtimalleri daha da azaltır. Ama sustuğun her dakika onun korkunç nefesini ensende hissedeceksin. Sokaklarda seni izleyen kameralar, okulunun etrafını çeviren jiletli teller, okul kapısında tam teçhizat seni karşılayan “güvenlik” görevlileri, yolda, sokakta her yerde beli silahlı tam yetkiyle donatılmış üniformalılar… En kötüsü de insani yanına ihanet ediyor olmanın, seni yapmaya çalıştıkları ‘şeye’ dönüşüyor olmanın dayanılmaz huzursuzluğu… Açlığı, sefaleti, savaşı, cinayetleri, işkenceleri ve kıyımları bilip de susuyor olmanın hissettirdiği suçluluk… Yaptıklarının birilerine daha fazla kâr sağlamaktan başka bir şey getirmediğini bilmenin yarattığı tatminsizlik... İnsani yanını her geçen gün biraz daha kaybedip zavallı bir robota dönüşüyor olduğunu fark etmenin giderek azalan ve sonunda yok olan acısı…

Damarlarında dolaşmasına izin verdiğin zehir vücudunu ele geçirirse bu kez insanlığa ihanet etmeye başlarsın. Kendi içindeki çürümüşlüğü etrafına yayarsın. Artık acı olmaz. Mutluluk da kalmaz, korku da, cesaret de. Hissiz bir robota dönüşürsün zamanla, tıpkı onların istediği gibi. Tırmanmak için altındakileri acımasızca ezmekten keyif alırsın, daha fazla kazanmak için her yola başvurursun. Bu yüzden ne kadar çok insan nefret ediyorsa senden o kadar başarılısın demektir. Onlar sürekli daha fazlasını isterler senden ve daha azını verirler. Seninle işleri bittiğinde sana ihtiyaçları kalmadığında artık onlara kâr değil, zarar getirdiğinde ya da daha fazla kâr sağlaman gerektiğinde hayatını bir anda değiştiriverirler. Tıpkı bugün TEKEL işçilerine yaptıkları gibi! Tıpkı harç paralarını ödeyemedikleri için üniversite kapısının önüne konulan işçi, emekçi çocuklarına yaptıkları gibi… Tıpkı “Sermayenin kölesi olmayacağız” diyen, “Parasız eğitim istiyoruz” diyen öğrencilere yaptıkları gibi… Susacak mısın? Yoksa haykıracak mısın? Her şeye rağmen elinden geleni yapmış olmak huzursuzluğunu azaltacak, hoşnutsuzluğunu değil. Haydi, çık o zaman sokaklara, bağır bağırabildiğin kadar. Umudu yay okulda, sokakta, her yerde. Unutma, gelecek bizim ellerimizde…

A.Seher

Susacak mısın? Yoksa haykıracak mısın? Her şeye rağmen elinden geleni yapmış olmak huzursuzluğunu azaltacak, hoşnutsuzluğunu değil. Haydi çık o zaman sokaklara, bağır bağırabildiğin kadar. Umudu yay okulda, sokakta, her yerde. Unutma gelecek bizim ellerimizde…

11


a

Hukuk Uzmanlık Sınavı (HUS) neyi ifade ediyor? “Sistem allak bullak... Yeni yapılacak düzenlemeye göre Hukukta Uzmanlık Sınavı geliyor. Her kente bir üniversite mantığı ile hareket eden siyasi iktidarlar bu sefer de mezun olan yüz binlerce genci ne yapacağını şaşırdı...”

Hukuk fakültesi mezunlarına, Hukukta Uzmanlık Sınavı (HUS) geliyor. YÖK'ün üzerinde çalıştığı taslağa göre, HUS'tan geçer not alamayanlar, hakim, avukat ya da savcı olamayacak. İlk HUS ise gelecek yıl yapılacak. Yargıda standartları yükseltmek için, Hukuk Fakültesi mezunlarına uzmanlık sınavı getiriliyor. Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Hukuk Fakülteleri mezunlarına ‘Hukukta Uzmanlık Sınavı (HUS)’ getirmek için çalışma başlattı. HUS’tan başarılı olanlar hakim, avukat, cumhuriyet savcısı olarak görev yapabilecek. HUS’u geçemeyen hukuk mezunları ise sadece diğer lisans mezunlarının yararlandığı haklardan yararlanırken, mesleğini icra edemeyecek. Sınav klasik yapılacak

YÖK, sınavı test usülü değil klasik yazılı sınav şeklinde yapılmasını planladı. Böylece adayların HUS için dershanelere gitmesi önlenecek. Klasik tarzda düşünülen sınavın merkezi olup olmayacağı ise henüz belli değil. Klasik sınavın ÖSYM tarafından değerlendirilmesinde zorluk olacağı için, sınavın hukuk fakültelerinde yapılması düşünülüyor. Bu durumda her öğrenci, YÖK tarafından belirlenen ve okuduğu okula yakın bir başka fakültede sınava alınacak. Sınavı geçen öğrenciler avukatlık stajı yapabilecek, hakim ve savcı adayı olabilecek. Halen taslak olan ve önümüzdeki yıl yürürlüğe konulması planlanan HUS uygulaması, ‘Türkiye’deki Hukuk Öğreniminin Sorunları’ konulu çalıştaylarda da tavsiye edilmişti… (Basında çıkan haberlerden derlenmiştir.)

Burda değinilmesi gereken noktalara bakalım:

Öncelikle sorun, HUS’u geçemeyen hukuk fakültesi mezunlarının avukat, hakim, cumhuriyet savcısı ve noter olamayacağıdır. Peki o zaman bu sınavı geçemeyen arkadaşlar ne yapacaklar? Burada işçi avukatlık gündeme gelmektedir. Aslında işçi avukat bile olunamıyor. Asıl olarak zabit katibi olabiliyoruz.

İşçi avukatlık nedir peki? İşçi avukatlık HUS sınavını vermiş ya da daha önceden avukat olan kişilerin bünyesinde aylık sabit bir ücretle hiçbir yetkimiz olmadan çalışmak demek. Daha da açarsak; avukatın yanındaki katipten hiçbir farkımız olmayacaktır, çünkü aynı işleri yapacağız. Hatta ondan da fazla olarak davayı biz çözümleyeceğiz ama duruşmalara giremeyeceğiz. Siz davayı çözümleyeceksiniz, yanında çalıştığınız avukat-patron vekalet ücreti alacak ve sizin üstünüzden para kazanacak. Bu durumda avukat patron, müvekkil müşteri, hukuk bürosu dükkan konumuna gelecek. Peki bu durumda adalet ve hukuktan bahsedilebilir mi? Tabii ki burada artık para konuşacaktır.

12

Yapılacak olan sınavla ilgili sorunlar da var. Sınavın klasik yazılı sınav olması gündemdedir. Bu şartlar altında merkezi bir sınavın yapılması mümkün değildir ve sınav değerlendirmesinin üniversitelerin kendi bünyesinde yapılması düşünülmektedir. Peki o zaman ne olacak? Her üniversite kendi sınav sorularını hazırlayacak ve değerlendirmeyi kendi not düzenine göre yapacak. Adillik nasıl sağlanacak? İşte asıl istenen de budur, kim adil olmasını istiyor ki?

Burada özel üniversiteler gündeme geliyor. Biz hukuk öğrencilerinin hep yakındığı, özel üniversitelerdeki eğitimin çok kolay ve diploma almanın bizimkine göre çok çok basit olmasıdır. Ayrıca hukuka dair bilgilerinin de yetersizliğidir. O zaman bu kişiler HUS’u nasıl verecekler? İşte burada üniversitelerin kendi bünyesinde yapacakları sınav ön plana çıkıyor. Nasıl mı olacak? Örneğin özel üniversitedeki sınav çok basit olacak ve sınavları üniversite bünyesinde hazırlanacağından bu soruların öğrencilere dağıtılıp dağıtılmayacağı belli değildir. Veya aslında neler olabileceği şimdiden bellidir. Bir de sınav kağıtlarının okunması durumu vardır ki burada da hem farklı bir durumun olacağı söylenemez, hem de değerlendirmenin adil olması beklenemez.

Örneğe devam edelim. Devlet üniversitesinde okuyan öğrencilere ne olacak? Bu sınavın amacı birilerini elemek değil midir? Elbette birileri elenecektir. Ki bunlar da devlette okuyan hukuk öğrencileridir. Kim bekler ki özelde okuyan bir kişinin gidip katiplik yapmasını, dosya peşinde, tebligat peşinde koşmasını. Elenen gene devlette okuyan hukuk öğrencisidir. Burada kaybeden gene biziz. Gene emekçi çocukları olacak. YÖK’ün haberlere yansıyan açıklamasından çıkan sonuç budur.

Bir de bu sınavın iç yüzü var ki o daha da korkutucu bizim açımızdan. 3+2’lik bir sistem öngörülmektedir. Peki nedir bu? 3+2’lik sistem; onca emek harcayıp gecemizi gündüzümüze katıp çalışarak ÖSS gibi bir belayı atlatıp geldiğimiz hukuk fakültesinde 3 yıl okuduktan sonra HUS’a girip bu sınavı geçtiğimiz takdirde, 2 yıl da yüksek lisans düzeyinde eğitim almak şeklindedir. Eğer 3 yıl sonunda bu sınavı veremezsek ne olacak? Veremeyen kişiler zabit katibi olarak görev yapacaklar. Yani hukukçu olacağım, avukat olacağım diye o kadar emek verip geldiğimiz okulumuzdan katip olarak çıkacağız. Burada sorulmasa gereken şudur: Hukuk eğitiminin niteliği bu şekilde mi yükseltilir? Okulların gerekli altyapısı olmadan arttırılan kontenjanların, tıkış tıkış doldurulmuş amfilerde verilen eğitimin, profesörü, doçenti olmayan okullarda verilen eğitimlerin niteliği bu sınavla mı aşılacaktır?

Marmara Üniversitesi

Hukuk Fakültesi’nden bir EG okuru


Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde yeni formasyon uygulaması…

Herkese koşulsuz formasyon hakkı!

Yakın dönemde YÖK tarafından alınan bir kararın ardından Fen ve Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin pedagojik formasyon hakkının tanınması, beraberinde bir dizi tartışmayı da getirmiş oldu.

Geçmişte Eğitim Fakülteleri dışında FenEdebiyat Fakülteleri de normal eğitim süreleri içinde bu eğitimi alabiliyorlardı. Böylece mezun olup da sonrasında branşı ile ilgili bir işe başlama şansına sahip olamayanlar, öğretmenlik yapabilme haklarını kullanabiliyorlardı. Ancak sonrasında bu kaldırılmış ve yerine kimi yerlerde bir, kimi yerlerde bir buçuk yıl süren tezsiz yüksek lisans eğitimi başlamıştı. Bu durum Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde okuyan öğrencileri mağdur etti. Zira bir yandan LES’i geçmek ve tezsiz yüksek lisansa kabul edilecek bir yer bulunması bakımından, diğer yandan da bir-bir buçuk yılı bulan ek eğitim ve harç paraları nedeniyle, öğrenciler için oldukça büyük bir sıkıntı, sermaye açısından da yeni bir rant alanı oluşmuştu.

Bunların yanında tezsiz yüksek lisans eğitiminin sonucunda sertifika alabilmek için “akademik bir heyet karşısında” sözlü mülakata katılmak ve başarılı olmak gerekiyordu. 4 yıllık eğitim süreci içerisinde gerekli eğitimi “verememek”, iki yıllık tezsiz yüksek lisans eğitiminde gerekli formasyonu sağlayamamak eğitim sisteminin sorunu olabilir ancak. Zira keyfi bir jüri sistemi ile formasyon dağıtmak daha baştan eğitim sisteminin niteliğini ortaya koymaktadır.

Ancak bu da yetmemiş olacak ki sistem bir kez daha değişti. Yükseköğretim Kurulu Eğitim Fakültesi dışında bir fakülteyi bitirenlerin öğretmen olabilmeleri için aldıkları ''Tezsiz Yüksek Lisans'' eğitimini kaldırdı. Yeni sistem şöyle işleyecek: — İlgili üniversitede Eğitim Fakültesi veya Eğitim Bilimleri bölümü bulunacak ve bu alanda yeterli sayıda ve nitelikte kadrolu öğretim üyesi olacak.

— Formasyon eğitimi 5. yarıyılda başlayacak ve 2 yıla (dört yarıyıla) yayılarak verilecek. — Formasyon eğitimine kabulde öğrencilerin ağırlıklı not ortalaması 4 üzerinden en az 2,5 olacak ve en fazla alttan başarısız 2 dersi bulunacak.

— Ortaöğretim Alan Öğretmenliği Tezsiz Yüksek Lisans eğitimleri 2010-2011 eğitimöğretim yılından itibaren açılmayacak ve daha önce izin verilenlere öğrenci alınmayacak. — 2010–2011 eğitim-öğretim yılından itibaren mezun durumda olan öğrencilere pedagojik formasyon sertifikası eğitimi verilmeye başlanacak.

— Mezun durumda olan öğrencilerin diploma notu 4 üzerinden en az 2.5 olacak, mezunların formasyon eğitimi süresi iki yarıyıl olacak.

Normal koşullarda Fen-Edebiyat Fakülteleri tıpkı Eğitim Fakülteleri gibi edebiyat, felsefe, matematik, fizik vb. alanlarda uzmanlar yetiştirmek için kurulmuşlardır. Burada eğitim gören gençlerin kendi alanlarında öğretici olmalarının engellenmesi, sermaye açısından hiçbir haklı gerekçeye dayandırılamaz. Öyle ki; bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıklamasına göre 150 bin, sendikaların açıklamalarına göre de 300 bin civarında öğretmen açığı varken, devletin “öğretmen olamazsın” demesinin akla uygun bir yanı bulunmamaktadır. Formasyon alamayanlar ise öğretmen adayı bile olamayıp, ya işsiz kalmakta ya da çok kötü koşullarda dershanelerde çalışmak zorunda kalmaktalar. Tüm bunlara rağmen pedagojik formasyon engelini geçen sınırlı öğrenciyi bekleyen ise “ücretli-sözleşmeli öğretmenlik” adı altında bekleyen iş güvencesizliğinden başka bir şey değildir. Zira neo-liberal saldırıların sonucunda kamu hizmet alanları bir bütün olarak tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Bugün eğitim, sağlık gibi alanlarda önemli bir açık olmasına rağmen, bu alanlara dönük atamalar ihtiyacı karşılamaktan oldukça uzaktır. Sermaye devleti böylesine önemli bir boşluğu “sözleşmeli personel” ile doldurmaya çalışmakta, bu ise çok yoğun emek sömürüsü, örgütsüzleştirme saldırısı, sosyal hakların gaspı ve düşük ücret anlamına gelmektedir. 4 yıllık eğitim sürecinin sonunda asgari ücretle, hiçbir sosyal hakkı olmadan çalışma koşulları dayatılmaktadır. Son on yıl içerisinde kadrolu olarak göreve başlayanların sayısına baktığımız zaman durumun vahameti ortaya çıkıyor. Fen-Edebiyat öğrencilerinin mücadele dışında bir çıkar yolu bulunmamaktadır. Bu nedenle son dönemde Çukurova Üniversitesi’nde olduğu gibi başka bir dizi yerde de ortaya çıkan hareketlilik daha da büyütülmeli, kendi içinde formasyon alınması sorununa daraltılmadan mücadele derinleştirilmelidir.

Normal koşullarda fenedebiyat fakülteleri tıpkı eğitim fakülteleri gibi edebiyat, felsefe, matematik, fizik vb. alanlarda uzmanlar yetiştirmek için kurulmuşlardır. Burada eğitim gören gençlerin kendi alanlarında öğretici olmalarının engellenmesi, sermaye açısından hiçbir haklı gerekçeye dayandırılamaz. Öyle ki; bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıklamasına göre 150 bin, sendikaların açıklamalarına göre de 300 bin civarında öğretmen açığı varken, devletin “öğretmen olamazsın” demesinin akla uygun bir yanı bulunmamaktadır.

13


Bir direniş sürerken…

TEKEL Direnişi: Anlamı, anlaşılanlar, anlaşılamayanlar…

On yılları bulan özelleştirme saldırısının bir parçası olan TEKEL özelleştirme süreci, kölelik koşullarında yaşamaya mahkum edilmeye çalışılan işçi-emekçilere dayatılan kölelik yasaları ile perçinleniyor. Parça parça özelleştirilen ve işçi sınıfının ortak bir mücadele hattı örmesinin önüne engeller çıkartan sermaye devleti, önce içki fabrikalarını özelleştirdi. Ardından sigara fabrikalarını ve şimdi de yaprak tütün fabrikalarını kapatıyor. Nedeni açık: “Zarar” ediyor. Bilinçli olarak üretim alanı daraltılıyor, fabrika işlemez hale getiriliyor. Sonra da “yatarak para kazanma dönemi bitti” deniliyor. Kölelik yasalarının da geçirilmesi ile kadrolu, iş güvenceli çalışma ortadan kaldırılıyor. Emeklilik hakkı ortadan kaldırılıyor. 4-b, 4-c gibi yasalarla bütün bu adımlar meşrulaştırılıyor. Ancak tüm toplumda biriken öfke TEKEL direnişi ile patlak verdi. İşçi sınıfının gücünü yeniden keşfetme ve gösterme sürecine tanıklık ediyoruz.

Tekel işçileri Ankara’ya akıyor…

15 Aralık ’09 günü binlerce TEKEL işçisi Ankara’ya gelerek süreci başlatmış oldu. İşçilerin mücadele süreci, özelleştirme idaresi önündeki eylemlerden yerellerde-fabrikalarda yapılan bir dizi eyleme, esasında yıllardır süregelen bir süreçti. Ancak gelinen yerde 31 Ocak’ta iş akitleri feshedilen 10.800 işçinin mücadeleden başka şansının kalmadığı, bunun da “Ölmek var dönmek yok” denilerek ortaya konulduğu bir süreç başlamış oldu 15 Aralık’la. Ankara’da AKP Genel Merkezi önünde toplanan 3000’e yakın işçi haklarını istiyordu. Buna karşı polis çemberi oluşturuldu ve “Eylem yapılması yasak” denildi. Oradan Abdi İpekçi Parkı’na gelindi. Burada oturma eylemi yapılacaktı. Daha ilk adımlarda devletin azgınca saldırısıyla karşılandı. Abdi İpekçi’de coplarla, gaz bombaları ve biber gazı ile yaşanan polis terörü TEKEL işçilerin öfkesini biledi. Ve direniş başlamış oldu...

Türk-İş önü direniş alanına çevriliyor…

Parktan ayrılan işçiler Türk-İş binası önüne gelerek burada beklemeye başladılar. Sürecin başından beri esasında ortada olmayan sendika TEKEL işçilerinin direngenliği ve kararlılığı ile sürece dahil olmak durumunda kaldı. Ve bu andan itibaren oyalamalar da başladı. Sendika görüşmeler devam ediyor derken, eylemsizliği dayattı. Hükümet baskıyla, tehditle ve hiçbir hak vermeyeceğini söyleyen açıklamaları ile direniş karşısındaki tutumunu ortaya koydu.

Bu süreçte binbir türlü söylenti yayıldı. İşçilerin 2-3 milyar maaş aldığı, devletin onlara verdiği işi beğenmedikleri, yatarak para kazanıldığı, TEKEL işçilerinin değil, aralarındaki provokatörlerin işi olduğu gibi söylentiler hem toplumunun desteğini kesmeye yönelikti, hem de işçilerinin birliğini bozma, dayanışmaya gelen devrimcilerden uzaklaştırma taktikleriydi. Ancak hepsi süreç içerinde boşa düşürüldü. Direniş alanına sayısız ziyaret gerçekleştirildi. Sınıf dayanışmasının örnekleri ortaya kondu. Toplumda yükselen öfke TEKEL direniş alanına aktı. İşçilerden, memurlardan, öğrencilerden, işsizlerden destekler geldi.

Direnişin gücünden korkanlar adım atmaya başlıyor…

TEKEL işçileri, kararlılıkları ve direngen tutumları ile sendikayı adım atmak zorunda bıraktı. Sendika yönetimi pasif bekleyişi önerirken, TEKEL işçileri harekete geçmeyi talep ediyordu. Ancak sendika bürokrasisi kendisini işçilerin örgütlülüğü olarak dayatıyor, örgütlülüğe danışmadan, sendika karar almadan harekete geçmeyi engelliyordu. Sonuçta işçilerin kararlılığı Türk-İş’i toplantılar ve kararlar almaya zorladı. Bu toplantılardan oyalamadan başka bir şey çıkmadı önceleri. Ancak TEKEL işçileri kararlıydı. Ankara’da AKP Genel Merkezi’ne kendisini zincirledi 42 işçi. İstanbul’da Boğaz Köprüsü’nü trafiğe kesti işçiler. İzmir’de vapur işgal ettiler.

14

Kendi inisiyatifini kaybedeceğini anlayan sendika ağaları göstermelik de olsa kararlar almaya başladılar. İlk karar şöyleydi: 14 Ocak’a kadar sonuç alınamazsa miting yapılacak, ardından 3 günlük oturma eylemi, ardından 3 günlük açlık grevi, ardından da ölüm orucuna başlanılacak. Bu kararları almak zorunda kalan sendika bürokrasisi her adımda ikiyüzlülüğünü gösterdi. Miting önce 16’sına sonra 17’sine ertelendi. İşçilerin militan eylemlerinin önünü kesmek için her şeyi ve herkesi mitinge kilitlemeye çalıştılar. Başardılar da. 17 Ocak mitingi sendika yönetiminin beklediği türden bir dönüm noktası olmadı. Yine de işçilerinin gücünün tekrardan fark edildiği ve işçi sınıfının kararlılığı karşısında durulamayacağının anlaşılması açısından bir dönüm noktası


oldu. Mitingi bir konsere çevirmeye çalışmalarına TEKEL işçilerinin yanıtı kürsü işgali oldu. “Genel grev sözünü almadan buradan gitmeyiz” diyen işçiler, göstermelik de olsa bu sözü aldılar. Farklı işçi kesimlerinden de genel grev konusunda destek aldıklarını gördüler.

İşçilerden oturma eylemi, açlık grevi iradesi, genel grev ısrarı

Bu süreçte oturma eylemi de başlamış oldu. 14 Ocak’tan itibaren akın akın Ankara’ya gelen işçiler 24 saatlerini Türk-İş önünde geçirmeye başladılar. Ancak sendika daha ilk günden işçileri yalnız bıraktı. Binlerce işçi hiçbir hazırlık yapılmadığı için Ankara’nın soğuğana terk edildi. Ancak direnişin ateşi ve TEKEL işçilerinin kararlılığı, sorunu çözdü. İşçiler çadırlar, sobalar kurdular, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya başladılar. Direniş alanı bir yaşam alanına çevrildi. Bu esnada birçok yardım ve destek de gelmeye başladı.

Yalnız bırakılma ve pasif bekleyişe zorlanma tavrı işçilerin öfkesini arttırıyordu. 19 Ocak günü açlık grevine başlandı. Açlık grevi bir yanıyla işçilerin kararlılığının göstergesiydi, bir yanıyla da pasif bir eylem biçimiydi. Yapabilecekleri onlarca şey varken, eylemli bir süreç işletip, hayatı felç edebilecekken, genel grev için adımlar atıp direniş ateşini yayabilecekken böylesi bir açlık grevi kendi iradelerini ortaya koymanın ötesine geçmemekti, öyle de oldu.

İşçilerin her adımda yansıyan kararlılığı konfederasyonları toplanmaya zorladı. Bu toplantı sürerken işçiler Türk-İş’i kuşattı. “Genel grev, genel direniş!” sloganları ile Ankara sokaklarını inlettiler. Toplantı bitiminde 26 Ocak’a kadar hükümete süre tanınırken, o güne kadar bir sonuç çıkmazsa genel greve yürüyoruz açıklaması yapıldı. İşçileri oyalamaktan öte bir anlamı yoktu bu açıklamanın. Zaten genel grev değil, dayanışma grevi deniyordu yazılı açıklamada. İşçileri oyalamayı başarmıştı bu taktik sahipleri.

26 Ocak günü gelip çattığında, hükümet, 28 Ocak’ta Türk-İş’le bir görüşme alacağını açıklayınca kararlar değişti. Bu kez “Bu görüşmeden bir sonuç çıkmazsa 3 Şubat’ta genel greve gidiyoruz” denildi. Bir oyalama süreci daha işletilmeye devam etti. 28 Ocak görüşmesinden de “çalışmalar yapılacak, sonuçları 1 Şubat’a kadar netleşecek” kararı çıkınca, “3 Şubat Genel Grevi”, çalışması yürütülmeyen bir belirsizlik olarak kaldı. Zaten yazılı açıklamalarda genel grev yerine, yalnızca genel eylem denilmekteydi. Sendika bürokratları, hükümetle el ele vermelerine rağmen bir uzlaşma sağlayamamaları üzerine, 2 Şubat’ta, yani kararlaştırılan eylem gününden yalnızca bir gün önce 3 Şubat’ta “iş bırakma” eylemi yapılacağını açıklamak zorunda kaldılar. TEKEL işçilerinin kararlılığı ile direniş süreci 2 Şubat’a kadar bu şekilde ilerledi. Bu kararlılık sonuç alana kadar devam edecek, farklı kanallarla devam ettirilecek gibi duruyor.

Direnişin ortaya çıkardıkları

Direnişe dair bir değerlendirme yapmak şimdiden zor olmakla beraber direniş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın herkes için birçok ders barındırdığı açıktır. TEKEL işçileri bir sınıfın parçası olduklarını fark ettiler. Birlik olmanın anlamına vardılar. Kendi uğursuz görevini yerine getiren sendika bürokratlarını tanıma şansı buldular. İnisiyatifi komitelerle kendi ellerine almadan sonuç alamayacaklarını fark etmeye başladılar.

Birçok işçi ve emekçi için umut ışığı oldu direniş. Dayanışma ruhu yeniden canlandı. Ekmeğini paylaşmak, soğuğu paylaşmak, ateşi paylaşmak, bu düzende aynı kaderi paylaşmak… Tüm bunlar birleştirdi ve büyüttü mücadeleyi. Ancak bir eşik var aşılması gereken. Bu eşik de kendine güvenle aşılacak ancak. Şimdiye kadar kendi hayatımıza dair kararları hep bir başkasına bırakırken, bugün özne olmak gerektiğinin farkına vardı binlerce işçi. Direnen işçilerin bütün yasaları parçalayabileceğini gördük biz bu direnişte. Ne meclisin, ne hükümetin direnen işçiler kadar söz sahibi olamadıklarını gördük. Diz çöktürebileceğimizi gördük.

Bu düzende yaşanılan tüm sorunların aşılmasında işçi sınıfının gücünü gördük. Bu gücün nereden geldiğini ve nelere kadir olabileceğini gördük. Direnen TEKEL işçilerinin mücadelesinin yalnızca kendi haklarını talep etmekle sınırlı kalmadığını, çakılan bu kıvılcımın yangına çevrilmesinin bir an meselesi olduğunu gördük. Bunu anlayamayanların, sınıftan kaçanların dönüp geldiğini gördük. Popülizmi gördük.

Sınıf devrimcilerini gördük. Kimse dillendiremezken, sendikayı karşısına alamazken, “İşçi komitelerini kuralım” diyenleri, genel greve yürünecek yolu çizenleri ve bunu işçilerle etle tırnak gibi kaynaşarak yapanları gördük. Sınıfı örgütleyecek partinin ayak seslerini duyduk direniş alanında. Kararlılığı, direnişi, dayanışmayı, paylaşmayı, sınıfın gücünü gördük. Aynı zamanda sendika ağalarının ihanetini, kokuşmuş burjuva düzenini tekrar tekrar gördük. Ancak gördüklerimiz göreceklerimizin yanında az kalır. Daha işçi sınıfının ayaklanmasını ve bu düzeni yerle bir etmesini göreceğiz. Belki yarın, belki de çok sonraları. Ancak, en kısa zamanda görebilmek için mücadeleye devam edeceğiz: “Ölmek var, dönmek yok!”

Ankara’dan Genç Komünistler

15


TEKEL’de direniş kazanacak!

Yaşasın TEKEL Direnişimiz!

On binlerce işçi ve emekçi Ankara'da haykırdı... “Genel grev-genel direniş!” Ankara'ya akan on binlerce işçi TEKEL direnişiyle sınıf dayanışmasını yükseltmek ve sermayenin saldırılarına cevap vermek için 17 Ocak’ta alanlardaydı. Türkİş Genel Merkezi önünde 15 Ocak günü oturma eylemine başlayan TEKEL işçilerinin de kitlesel katılımla yer aldığı mitinge 70 bin civarında işçi ve emekçi katıldı.

İşçiler “genel grev-genel direniş” istedi

Coşku, kararlılık ve kitleselliğin hakim olduğu mitinge “Genel grev-genel direniş!” sloganı damgasını vururken Türk-İş bürokrasisine yönelik tepkiler de miting alanındaki platformu ve Türk-İş binasını işgal eden TEKEL işçileri nezdinde ortaya çıktı. TEKEL direnişinin basıncı ve toplumsal ölçekteki desteğin de etkisiyle mitinge kitlesel katılım sağlayan Türk-İş'e bağlı sendikaların miting programını apar topar bitirme ve “konsere çevirme” çabalarına işçiler karşı çıktı. İlerici ve devrimci kurum ve güçler de mitingde yerlerini aldı. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) yürüyüş ve alanda "Sosyal yıkım saldırılarına karşı genel grev, genel direniş! / BDSP" pankartıyla yer alırken "Alaattin yoldaş ölümsüzdür! Devrimciler ölmez devrim davası yenilmez! / BDSP" pankartı da miting boyunca taşındı.

TEKEL işçileriyle dayanışma etkinliği

Ankara’dan sınıf devrimcilerinin kuruluşuna öncülük ettiği TEKEL Direnişiyle Dayanışma Komitesi'nin TEKEL işçileriyle dayanışma amacıyla düzenlediği etkinlik gerçekleştirildi. 17 Ocak Pazar günü Ankara Sanat Tiyatro’sunda yapılan etkinliğe oldukça coşkulu bir hava hakimdi ve150 işçinin katıldı.

Açılışta TEKEL Direnişiyle Dayanışma Komitesi adına bir konuşma yapıldı. Komitenin birincil amacının, TEKEL direnişinin sesini tüm Ankaralı işçi ve emekçilere taşımak olduğunu belirten komite sözcüsü, bunun için birçok aracın

16

kullanıldığını belirtti.

Ardından Tersane İşçileri Birliği Derneği Başkanı Zeynel Nihadioğlu ve Entes direnişçisi Gülistan Kobatan birer konuşma gerçekleştirdi. Kobatan’ın konuşmasının ardından Yavuz Canpolat, ezgileri ile işçi ve emekçilere seslenerek TEKEL direnişinin yanında olduğunu belirtti. Programın devamında Ve Sanat Tiyatrosu’nun hazırlamış olduğu Hacivat-Karagöz gölge oyunu sunuldu.

Gölge oyununun ardından Tadal direnişçisi kendi direniş sürecini anlattı. Sonrasında ise Kürtçe ve Türkçe ezgilerle ve serbest kürsüyle program sonlandırıldı

Tuzluçayır 'da

TEKEL'le dayanışma eylemi

Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Demokratik Haklar Federasyonu, Devrimci Demokratik Sendikal Birlik, Kaldıraç ve TümİGD'nin bileşenleri arasında bulunduğu Ankara Direnişteki İşçi ve Emekçilerle Dayanışma Platformu, 27 Ocak akşamı Tuzluçayır'da, TEKEL direnişine destek olmak amacıyla bir eylem gerçekleştirdi. Eylem çerçevesinde Süleyman Nazif İlköğretim Okulu önünden Tuzluçayır Meydanı'na yapılan yürüyüş boyunca, işçi ve emekçilere TEKEL direnişini anlatan ajitasyon konuşmaları yapıldı.

Yürüyüş sonunda gerçekleştirilen basın açıklamasında, 44 gündür birçok zorluğa rağmen “Ölmek var, dönmek yok!” diyerek direnen TEKEL işçilerinin mücadelelerinin her geçen gün daha da yükseldiği vurgulandı. Eyleme yaklaşık 100 kişi katıldı.

Çiğli'de TEKEL'le dayanışma çağrısı

Çiğli'deki emek ve demokrasi güçleri tarafından, 27 Ocak’ta, direnişteki TEKEL işçileriyle dayanışma amacıyla bir eylem gerçekleştirildi.

Saat 17.30'da Çiğli Kasaplar Meydanı'nda toplanan kitle, "TEKEL işçisi yalnız değildir" ve "Krizin yükü patronlara" ozalitleri açarak AKP Çiğli İlçe binası önüne doğru yürüyüşe geçti. Basın açıklamasını Haber-Sen üyesi bir PTT çalışanı okudu. Açıklamada, TEKEL işçilerinin kolay yutulacak lokma olmadıklarını kanıtladıkları, emeğe saldıranlara karşı nasıl tutum alınması gerektiğini gösterdikleri ifade edildi. Çiğli'li işçi ve emekçilere dayanışmayı yükseltmeçağrısı yapıldı. Eyleme yaklaşık 150 kişi katıldı.

TEKEL direnişinin ateşi Buca’ya taşındı!

"Ölmek var, dönmek yok!"

Buca TEKEL İşçileriyle Dayanışma İnisiyatifinin 24 Ocak’ta gerçekleştirdiği eylem saat 15.00’te Forbes çıkışında bulunan EğitimSen’in önünde toplanılmasıyla başladı. İnisiyatif bileşenleri “TEKEL İşçileriyle Dayanışma İçin Yürüyoruz! / Kurtuluş yok tek başına ya hepberaber ya hiçbirimiz! / Buca TEKEL İşçileriyle Dayanışma İnisiyatifi” pankartı arkasında toplanırken eyleme katılan Tekel işçileri de üzerinde TEKEL logosu olan bir pankart açtılar.


Coşkulu yürüyüşün ardından basın açıklaması için Forbes girişinde toplanıldı. Burada inisiyatif adına hazırlanan basın metni okundu. Basın metninin okunmasının ardından TEKEL İşçileri Derneği başkanı bir konuşma yaptı. BDSP, BDP, DHF, EHP, ESP, KÖZ, PSAKD Buca Şubesi tarafından oluşturulan Buca TEKEL İşçileriyle Dayanışma İnisiyatifi’nin örgütlediği eyleme Alınteri, Devrimci Hareket, Ege 78’liler, Deri İşçileri Derneği, Emekli Sen Buca Şubesi destek verdi. TEKEL İşçileri Derneği üyesi işçiler de kitlesel bir katılım ve destek sağlayarak eylemin öznelerinden biri oldular.

TEKEL için oturma eylemi

Ankara’da direnişlerini sürdüren TEKEL işçilerine destek vermek için mücadeleyi büyüten Adana Krize Karşı Emek ve Demokrasi Platformu (KKEDP), İnönü Parkı'nda oturma eylemine başladı.

Oturma eylemini kamuoyuna duyurmak için 23 Ocak’ta gerçekleştirilen basın açıklamasında, TEKEL işçilerinin yaklaşık 40 gündür Ankara’nın soğuğunda direndikleri ifade edilerek KKEDP'nin sonuna kadar işçilerin yanında olacağı ifade edildi. Açıklamada, emekleri ve çocukları için soğuğa, yağmura rağmen direnen TEKEL işçilerinin sesinin insanca bir yaşam için mücadele çağrısı olduğu belirtilerek “Şimdi bu çağrıya kulak verme zamanıdır” denildi. KKEDP'nin 24 Ocak Pazar günü saat 12.00’ye kadar İnönü Parkı'nda oturma eylemi gerçekleştireceğinin belirtildiği açıklama, Adanalı işçi ve emekçilere yapılan TEKEL işçilerine destek olma çağrısıyla sona erdi.

Her yer TEKEL her yer direniş!

Bursa’da, TEKEL İşçileriyle Dayanışma Platformu 26 Ocak’ta 19.00’da Fomara Meydanı’nda toplandı. Sloganlarla yolu tek yönlü trafiğe kapatarak Türk-İş 8. Bölge Temsilciliği önüne yürüdü.

Türk-İş’i göreve çağıran platform bileşenleri burada attıkları sloganlarla Türk-İş’i işçilerin taleplerine sahip çıkmaya ve genel grev ilan etmeye çağırdı. Çevreden de alkışlarla desteklenen eyleme yaklaşık 40 kişi katıldı.

Güvenli gelecek için genel grev çağrısı

26 Ocak’ta Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu ve İşten Atmalar Yasaklansın Platformu'nun İstanbul'da örgütlediği eylemde birleşik mücadele çağrısı yapıldı.

Saat 12.30 Taksim AKM önünde bir araya gelen platform bileşenleri sloganlarla "Bugün TEKEL, itfaiye, belediye işçilerine... Yarın hepimize! 4/C'ye hayır!" pankartı arkasında Türk-İş 1. Bölge Başkanlığına yürüdüler. Yolun tek şeridinin kapatıldığı yürüyüşte TEKEL, itfaiye ve belediye işçilerinin direnişlerini selamlayan sloganlar atıldı. Gümüşsuyu'ndaki Türk-İş 1. Bölge Başkanlığı önüne gelen platform bileşenlerini açlık grevindeki itfaiye ve belediye işçileri karşıladı. Basın açıklamasının ardından Türk-İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak itfaiye ve belediye işçilerinin gerçekleştirdiği açlık grevini hatırlatarak eylemlerin birleştirilmesi gerektiğini ifade etti. Eyleme Entes direnişçisi Gülistan Kobatan da katıldı. Basın açıklamasının ardından açlık grevinde olan işçiler ziyaret

edildi. HSGGP adına Hüseyin Demirdizen, İşten Atmalar Yasaklansın Platformu adına Sertap Akdağ ve Sevim Belli yaptıkları konuşmalarla işçilerin direnişlerini sahiplendiklerini ifade ettiler.

TEKEL direnişine sansüre protesto

TEKEL işçilerinin Ankara'da devam eden direniş sürecinde sayfalarında ve ekranlarında eylemi çarpıtan haberlere yer veren ATVSabah Grubu, İşten Atmak Yasaklansın Platformu tarafından 23 Ocak günü protesto edildi.

AKP'ye yakınlığıyla bilinen “Sahibinin sesi ATV-Sabah Grubu”nun bu tutumuna son vermemesi durumunda boykot edileceği söylendi. Beşiktaş Balmumcu'daki ATV-Sabah binası önünde toplanan platform üyeleri, TEKEL direnişinin 40. gününde gerçekleştirdikleri eylemle ayrıca TEKEL direnişini selamladılar. “Her Yer Tekel, her yer direniş” pankartının açıldığı eylemde TEKEL işçilerinin kararlılıkla süren direnişinin hükümeti ve onun sözcüsü olan medyayı korkuttuğu ifade edildi. Açıklama, TEKEL direnişine yönelik sansür ve çarpıtmalarına devam etmesi halinde ATV-Sabah Grubu'nun boykot edileceğinin belirtilmesiyle son buldu.

Ekim Gençliği’nden

TEKEL direnişine ziyaret

İstanbul Ekim Gençliği, 26 Ocak Salı günü direnen TEKEL işçilerine destek ziyareti gerçekleştirdi. Ziyaret, saat 11.30’da TEKEL işçisi kadınların Erdoğan’ın türbanlı TEKEL işçisi kadınlarla ilgili açıklamasına karşı gerçekleştirdikleri protesto eylemiyle başladı. Eylemin ardından direniş çadırlarına ziyaretler gerçekleştirildi. Ziyaretler esnasında “Geleceğimiz ve haklarımız için tek ses tek yumruk olmaya! Genel grev genel direniş!” şiarlı Ekim Gençliği imzalı broşürler dağıtıldı. Broşürler işçiler tarafından ilgiyle karşılandı.

Direniş çadırları ziyaret edildi

İşçilerle direniş deneyimleri üzerine konuşmalar yapıldı ve Ekim Gençliği'nin bulunduğu üniversitelere direnişin ilk gününden itibaren TEKEL işçisinin sesinin taşındığı, üniversite öğrencilerinin TEKEL direnişine nasıl yaklaştıkları anlatıldı. TEKEL işçileri de yaptıkları konuşmalarda direnişi sadece kendileri için değil tüm işçi ve emekçiler ve çocuklarının gelecekleri için gerçekleştirdiklerini vurguladılar. Pek çok işçi bu düzenin onlara dayattığı geleceksizliği mücadele sırasında fark ettiklerini, şimdiye kadar savundukları düzen partilerinin gerçek yüzlerini anladıklarını, bundan sonra da haklarını alana kadar kararlılıkla devam edeceklerini anlattılar. Ayrıca sendikanın tutumu, genel grevin önemi, ortak mücadelenin gerekliliği üzerine de konuşuldu. İşçiler 3 Şubat üzerinden açıklanan genel grev tarihini geç kalınmış bir karar olarak değerlendirdiler. Genel grev söylemi işçileri yatıştırmak için ileri bir tarih üzerinden öne sürülmüş gibi görünse de işçiler üzerinde motivasyon yarattı.

Gün boyunca uğranılan bütün çadırlarda ve protesto eylemlerinde 43 günü zorlu koşullara rağmen geride bırakmış binlerce işçinin kararlılığıyla karşılaşıldı.

17


Açlık grevindeki İtfaiye ve Esenyurt Belediye İşçileri ile konuştuk… Ekim Gençliği: Bize direniş sürecinizden ve karşılaştığınız sorunlardan bahseder misiniz?

Esenyurt Belediye işçisi Fatih Albayrak: Sendikalı olmak anayasal bir hak. Biz de sendikalıyız. Yakuplu Belediyesi kapanıp Esenyurt Belediyesi olunca sendikalı olma çalışmamız başladı. Belediye başkanı bizleri yıldırmaya çalıştı, tehdit etti. Kadrolarımızı değiştirip, çöpçülük kadrosuna geçirdi. En sonunda da sendikalı olmak anayasal bir hak olmasına rağmen tazminatsız işten atıldık. Biz hakkımızı korumak için direnişe geçtik.

Direnişe geçtikten sonra önce Belediye Başkan Yardımcısı Emin Batmazoğlu’nun saldırısına uğradık. Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu’nun ise küfürlü saldırılarına maruz kaldık. Afişlerimize, pankartlarımıza saldırdı.

Ama biz direnişimizde 163. güne geldik. Eylemlerimizi direnen diğer işçilerle birleştirme kararımız var. Sinter Metal, Havaİş sendikasına bağlı işçiler, Entes işçisi Gülistan Kobatan, IBM işçileri ile çeşitli ortak eylemler yaptık, direnişlerimizi birleştirdik. En son da itfaiye işçileri ile direnişimizi birleştirme kararı aldık. Direnişe geçen itfaiye işçilerinin bizim direnişimizden haberleri yoktu. Ancak bunda onların suçu yok. Sebep sendika yöneticileri. Belediye-İş Sendikası başkanı Nihat Altaş’la çok kavga ettik. Boğaz köprüsü eyleminden kaynaklı sürtüşme yaşadık. Kıraç Belediyesi de Esenyurt Belediyesi’ne bağlandı. Onlar DİSK’e bağlı Genel İş üyesi. Sınıf dayanışması olması gerekirken onlardan yeterli desteği göremedik. Yalnız bırakıldık.

İtfaiye işçisi Fatih Zeytinli: Neden direnişi seçtiniz sorusundan çok ne istiyorsunuz sorusunu yanıtlarsam zaten cevap vermiş olacağım. Biz iş güvencesi istiyoruz. Kimlere peşkeş çekileceğiz diye her yıl düşünmek istemiyoruz. Her yıl KasımAralık aylarında kara kara düşünmek istemiyoruz. İtfaiye işçileri olarak taşeronlaşma istemiyoruz. Biz mesleğimiz gereği ölümle burun burunayız. Özel şirket öldüğümüz takdirde tazminat bile ödemeyecek. Biz taşeronlaşmaya karşı direniyoruz.

Biz sendikalı olduktan sonra 2009 yılının 3. ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan toplu iş sözleşmesinden yararlanmak için yetki belgesi aldık. Ancak bizim toplu iş sözleşmesi hakkımız belediye tarafından yılsonuna kadar ötelendi. Yani belediye bizi oyaladı. Aralık ayına geldiğimizde ise BİMTAŞ’ta 4 yıldır devam eden süreci tamamen kapatıp, özel bir şirket olan Lapis Makro iş ortaklığına itfaiye işçileri peşkeş

18

çekildi. Aralık ayının sonuna kadar da 900 olan sayımız, çeşitli baskılar ve ikna odaları sayesinde şu anki sayımız olan 40’a düşürüldü. Geçen hafta Büyükşehir Belediyesi önünde direnişi bırakmış olan, belediyeyle anlaşan arkadaşlar itfaiye direnişinin bittiğini söyleyerek yalan beyanda bulunmuşlardır. Bunun sonucunda medyada itfaiye direnişinin bittiği haberleri yer aldı. Bunun akabinde hem TEKEL, hem de Esenyurt Belediyesi’nde çalışan arkadaşlarımıza destek vermek için ve direnişin bittiği yönündeki yalan haberlerin doğru olmadığını göstermek için 2 günlük açlık grevi kararı aldık. E.G.: Açlık grevine çıkmayı neden tercih ettiniz?

F.A.: Açlık grevini seçme amacımız öncelikle 163 günde kendimizi ifade edemediğimiz noktalarda kendimizi ifade etmek istedik. İtfaiye işçisi arkadaşlarımızla birlikte olduğumuzu ve bundan sonra da birlikte olacağımızı göstermek için ve TEKEL işçilerine destek olmak için açlık grevine başladık. Sendikalı veya sendikasız, işten atılmış veya atılmamış tüm işçilerin bu tür eylemlere, grevlere destek vermesini istiyorum.

F.Z.: Başbakanla Türk İş Başkanı Kumlu görüşme yapacak. Açlık grevine başlamamızda asıl amacımız TEKEL işçilerinin yanında itfaiye ve Esenyurt Belediyesi çalışanlarının da bir bütün olarak karara bağlanması. Ancak bu görüşmeden çıkacak sonuç ne olursa olsun bizim haklı olan direnişimiz sonuç alana kadar devam edecek. E.G.: Direnen işçiler olarak üniversite öğrencilerine söylemek istediğiniz bir şey var mı?

F.Z.: Direnişimizin başladığı günden bugüne çalışma arkadaşlarımızdan alamadığımız desteği üniversite öğrencilerinden ve sivil toplum örgütlerinden gördük. Geleceği şimdiden gören üniversite öğrencileri mezun olduklarında karşılaşacakları taşeron belasını şimdiden bertaraf etmek için mücadelemize destek verip, savaşımıza ortak oldular.

F.A.: Üniversite öğrencileri direnişimizin genişlemesine destek verdiler. Mezun olduklarında işsiz kalacaklarını bildikleri için bizim yanımızdalar. Üniversite öğrencilerine bu tarz eylemleri bırakmamalarını söylüyorum.


Çukurova'da eylem günü Adana Çukurova Üniversitesi öğrencileri, üniversite yurdunda “eşek ve at eti” yedirilmesine ve formasyon hakkının gaspedilmesine karşı yürüyüş ve basın açıklamaları gerçekleştirdiler.

Öğrencilerden insanca bir yaşam talebi

Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu'nun yemekhanesinde öğrencilere at ve eşek eti yedirildiğinin ortaya çıkmasının ardından eyleme geçen öğrenciler 30 Aralık günü yurt önündeki yolu trafiğe kapatmışlardı. Öğrenciler eylemlerine 31 Aralık günü de devam ederek Çukurova Üniversitesi yemekhanesi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. “İnsanca bir yaşam, insanca bir yurt istiyoruz” pankartının açıldığı eylemde yurt müdürü Nuri Küçük ve Rektör Alper Akınoğlu’nun istifaları istendi. “Rektör sen de at eti ye!”, “AKP uşağı satılmış rektör!”, “Geliyor geliyor büyük boykot geliyor!”, “Müşteri değil öğrenciyiz!” sloganlarının atıldığı eylemde yapılan açıklamada at ve eşek etini öğrencilere yediren zihniyetle özelleştirmeci zihniyetin aynı olduğu söylendi.

Kantinlerin, hastanelerin, yemekhanelerin birer birer satıldığına ve yurttaki olumsuz koşullara değinilen açıklama şu sözlerle son buldu:“Bugün burada toplandık, yeter artık demek için. Sorulacak hesabımız var. Kabul etmiyoruz, sağlığımızı hiçe saymanızı, sattığınız yemekhanelerimizde bize eşek eti yedirmenizi kabul etmiyoruz. Çünkü kurduğunuz oyunları yedirmeniz, eşek eti yedirmek kadar kolay değil artık. Geçit yok, ne AKP’yi ne de sağlığımızı pazarlayan rantçı yurt müdürüne geçit yok!”

Öğrenciler eylemin ardından formasyon hakları için eylem yapan FenEdebiyat Fakültesi öğrencilerine destek için rektörlüğe doğru yürüyüşe geçtiler.

Çukurova Üniversitesi'nde Eşek Eti Protestosuna Soruşturma!

Çukurova Üniversitesi'ndeki Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu öğrencilerinin kendilerine at ve eşek eti yedirilmesini protesto etmelerinin ardından 18 öğrenci hakkında soruşturma açıldı. öğrencilere soruşturma gerekçesi olarak eylem yapmaları ve yurt müdürünü küçük düşürücü slogan atmaları gösterildi. Soruşturmaların ardından yurt müdürlüğü öğrencilerin, maksadını aştıkları belirtilen eylem nedeniyle yurt idare ve işletme yönetmeliğinin 23’üncü maddesi gereğince ‘yurttan süresiz çıkarma cezası’ ile cezalandırılmaları gerektiği bildirilerek, 3 gün içinde savunmaları yazılıp, teslim edilmesi istendi. Yurt Müdür Yardımcısı Nuray Türkmen imzalı savunmada şu ifadelere yer verildi:

“Müdürlüğümüz öğrenci yemekhanesinde tek tırnaklı (at, eşek) eti yedirildiğini ve bu olayın medyada haber olmasının ardından bunu bahane ederek 29.12.2009 ve 30.12.2009 tarihlerinde akşam saatlerinde yapılan eylemlere aktif olarak katıldığınız ve bu hususta dış kapıda basın açıklaması yapara idareyi boykot ettiğiniz; güvenlik görevlileri ve yurt personelinin yaptığı tespit ve nöbetçi memur tutanağıyla alınan ifadelerden anlaşılmış olup, yapılan eylemlerde ‘müdür istifa et, etini sen ye’ ve ayrıca ‘yönetim istifa’, ‘yemekhane kamulaştırılsın’, ‘taşeron firma istemiyoruz’ gibi sloganlar attığınız ve yürüyüş esnasında ‘insanca bir yaşam, insanca bir yurt istiyoruz’ yazılı pankart açarak yurdun huzur ve güvenliğini bozduğunuz, idare ve idarecileri küçük düşürecek, rencide edecek davranışlar sergilemeniz ve özellikle 30.12.2009 tarihli eylemin maksadını aşmış olması nedeniyle işlemiş olduğunuz bu fiillerden dolayı yurt idare ve işletme yönetmeliğinin 23’üncü maddesi (b ve m fıkraları) gereği ’yurttan süresiz çıkarma’ cezası ile tecziye edilmeniz gerekmektedir. Suçlamalarla ilgili savunmanızı yaparak 3 gün içinde teslim etmenizi rica ederim.” Ekim Gençliği / Çukurova

19


Soruşturmalara acil bir ihtiyaçtır

Sorunun nasıl ele alınması gerektiği, EKİM’in 259. sayısında yer alan “Gençlik çalışmasının güncel sorunları” başlıklı değerlendirmede açık bir şekilde ifade edilmiştir: “Soruşturma-uzaklaştırma terörü (siyaset yasağıyla birlikte eğitim hakkının gaspı) gençlik çalışmasının herhangi bir politik gündemi olarak değerlendirilmemelidir. Önemi bakımından, öğrenci hareketinin dönemsel olarak karşısında duran ve elbette birbiriyle yakından bağlantılı olan tüm diğer faaliyet gündemlerinden (eğitimdeki özelleştirme politikasının üniversitelerdeki yansımaları, harçlar, barınma ve yaşam sorunları, sivil faşistlerin ve ulusalcı çetelerin zaman zaman yoğunlaştırılan saldırıları, ÖGB-polis terörü, YÖK ve 12 Devlet tüm kurumlarıyla devrimci mücadeleyi ezmek, gelişen işçi ve Eylül karanlığı, akademik ve bilimsel emekçi hareketliliklerini sindirmek ve gelişen sınıf hareketiyle devrimci düzeydeki düşüş, ulusal sorun ve mücadelenin bağ kurmasını engellemek için her türlü yöntemi kullanıyor. Toplumsal muhalefetin, devrimci faaliyetin karşısında devlet terörünün anadilde eğitim, emperyalist savaş ve tırmandırıldığı, polis cinayetlerinin arttırıldığı bir süreçten geçiyoruz. saldırganlık vb...) daha öncelikli olarak Sermaye devletinin, bu baskı ve sindirme projesinin gençlik mücadelesine dönük en yoğun kullandığı saldırı silahı soruşturma ve cezalar artarak devam tanımlanabilir. Ancak bununla, tüm ediyor. Bir yandan da mahkeme halkası bu sürece eklenmiş durumda. gündemlerden kopuk, dahası somut Geçtiğimiz dönem boyunca birçok üniversitede soruşturmalar açıldı. bir gelişmeye dayanmayan bir Uzaklaştırma cezalarıyla ilerici, devrimci öğrenciler üniversite kapılarının dışında soruşturma-uzaklaştırma karşıtı bırakıldı. Soruşturmalar sonuçlanmadan üniversiteye girişler yasaklandı. Polis, üniversite kampüslerini, kültür merkezlerini işgal edip öğrencileri gözaltına aldı. mücadele ve faaliyetten söz Birçok üniversite öğrencisi ev ve yurt baskınlarında gözaltına alındı. Bunların birçoğu etmiyoruz. Böyle bir yaklaşım tutuklu yargılanıyor. Yazın harçlara gelen zamlara karşı eyleme katılan 40 öğrencinin yalnızca güçlerin tükenmesine davası sürüyor. Bu tablodakiler gençlik mücadelesinin önünü kesmenin, hak arama mücadelesini engellemenin, gençlik kitlelerini sindirmenin vardığı noktayı ve mevcut imkanların heba resmetmektedir. olmasına yol açar. Elbette ki Üniversiteler soruşturuyor, mahkeme yargılıyor! aslolan, somut bir gelişmeye Üniversiteler soruşturma yağdırıyor! Geçtiğimiz döneme birçok üniversitede dayanan ve gerek toplumsal öğrencilere kesilen “cezalarla” başlamıştık. İstanbul’a baktığımızda İÜ’de 54 öğrenciye toplam 14 yıl 9 ay uzaklaştırma verilmişti. YTÜ’de 15 öğrenciye açılan soruşturmalar açıdan gerekse öğrenci sonuçlanmadan 3 öğrencinin üniversiteye girişleri engellenmeye başlanmıştı. Dönem içerisinde hareketinde öne çıkan de yine üniversiteler soruşturma yağdırmaya, uzaklaştırmalarla öğrencilerin eğitim hakkını gasp özgün gündemlerle etmeye, devrimci faaliyeti engellemeye dönük saldırılarını sürdürdü. dolaysız bağlarını kuran Geçtiğimiz dönemden bu eğitim dönemine kalan bilanço: YTÜ yönetimi soruşturmalar konusunda koşuyu en önde sürdürenlerden. YTÜ her türlü ifade özgürlüğüne ve mücadele yöntemine bir mücadele ve karşı bu saldırıyı kullanıyor. Yeni dönemde uzaklaştırmalara maruz kalan öğrencilerin yanında faaliyeti akademisyenler de bu saldırıdan payını almış durumda. YTÜ’de yaklaşık 15 öğrenciye 1 haftadan 1 örgütleyebilmektir.” yıla kadar uzaklaştırma verilmiş bulunuyor.

Soruşt bas

Marmara Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırı sonrasında yaklaşık 30 ilerici-yurtsever öğrenciye soruşturma açıldı. Soruşturmalar sonuçlanmadan üniversiteye girişler engellenmeye çalışıldı.

Kocaeli Üniversitesi’nde Aydın Erdem’in katledilmesinin ardından gerçekleşen eylem nedeniyle 24 devrimci-demokrat-yurtsever öğrenciye “okulun huzurunu bozmak”, “toplumu kutuplaşmalara teşvik etmek” vb. gerekçeler sunularak soruşturma açıldı. Ayrıca 40 öğrenciye açılan üçer tane soruşturmaların sonucunda 13 öğrenci uzaklaştırmalara maruz kaldı.

Osmangazi Üniversitesi’nde “Başka bir OGÜ mümkün” başlığıyla yürütülen çalışmalar kapsamında yapılan basın açıklaması ve kart yollama eylemlerinin ardından rektörlük tarafından eylem “yasadışı” ilan edilip 20 öğrenciye soruşturma açıldı.

Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde kriz gündemli yapılan toplantı sonrasında onlarca öğrenciye soruşturma açıldı. 7’si bir dönem olmak üzere 23 öğrenciye uzaklaştıma verildi.

Çukurova Üniversitesi’nde bulunan yurdun yemekhanesinde at ve eşek eti kullanıldığının ortaya çıkmasının ardından protesto gösterisi gerçekleşti. Gerçekleşen eylemde insanca bir yurt talebi vb. sloganların yurt müdürünü küçük düşürdüğü iddia edilerek soruşturma açıldı.

20

DTCF’de de gündelik yürüyen faaliyetin yasadışı olduğu bahanesiyle hem soruşturma açıldı, hem de bir ay boyunca aileler arandı. 10’u aşkın öğrenciye soruşturma açıldı.

Polisin yönlendirmesiyle üniversite dışında yaşanan olayların sonucunda da soruşturmalara başvurmaktan geri durmuyorlar.


a ve baskılara karşı birleşik bir mücadele r!

turmalar, tutuklamalar, skılar bizi yıldıramaz! YTÜ, metrobüs zammına karşı yapılan eylemlere katılmaktan soruşturma açarken, Marmara Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırının ardından arkadaşlarına desteğe giden öğrencilere de kendi okullarından soruşturma açıldı.

Mahkemeler yargılıyor! Mahkeme ve tutuklama süreci, öğrencilere dönük baskı ve saldırıların diğer bir ayağını oluşturuyor. Yaz döneminde harçlara %500’lere varan zam planı karşısında birçok eylem gerçekleşmişti. Genç-Sen tarafından Ankara’da düzenlenen eyleme katılanlar, polis saldırısıyla karşı karşıya kaldılar. Bu eyleme katılan 40 Genç-Sen üyesine 6 yıla varan hapis cezası istemiyle dava açıldı. Birçok gerekçeyle gözaltına alınan üniversite öğrencileri geçtiğimiz haftalarda tutuklandılar. Bunlardan Trakya Üniversitesi’nden 3 Gençlik Derneği üyesi öğrencinin tutuklanma gerekçeleri yanlarında bulunan fotoğraf, parasız eğitim talep eden bildirilerdi. Van’da ev ve yurt baskınları sonucunda 21 öğrenci gözaltına alındı, bunlardan 11’i tutuklandı. Diyarbakır’da Aydın Erdem’in katledilmesi üniversite ve kent merkezlerinde protesto edildi. Bu eylemlere katılan birçok öğrenci gözaltına alındı, bunların da bir kısmı tutuklandı. Sokak ortasında pervasızca kurşun yağdıran, bu hakkı yasalarca genişleten sermaye devleti üniversiteleriyle de mahkemeleriyle de devrimciilerici öğrencileri kıskaca almaya çalışıyor. Bu tablo saldırının boyutunu göstermektedir ve korkularının vardığı noktayı işaret etmektedir.

Soruşturmalara karşı mücadele sermayenin saldırılarına verilecek tok bir yanıt olacaktır!

Sermaye sınıfının bu saldırısına yanıt üretmek, toplumun birçok kesimine dönük farklı saldırılara karşı da mücadele bayrağını yükseltmek demektir. Bu çalışma hattımız kendinden menkul bir soruşturma-ceza karşıtlığı değildir, olmamalıdır. Bu saldırılar parasız eğitim isteyen, ulaşım zamlarına karşı eylem yapan, halkların kardeşliğini savunan, işçi ve emekçilerin mücadelesini sahiplenen, emperyalist savaşlara dur diyen, devrim ve sosyalizm mücadelesini yürüten insanlara yapılmıştır. Aslında bu cezalar bu düşüncelere, bu eylemlere, bu mücadelelere kesilmiştir. Aslında bu soruşturmalar toplumun üzerinden geçen 12 Eylül darbesinin postal izleri, sorgusuz infazların kurşunları, kirli savaşların mayın tarlasıdır. Tüm bunlar mücadele hattımızın

eksenini belirginleştirmektedir. Söz-eylemörgütlenme noktasında kararlılık, soruşturma ve cezalara verilmiş birer cevaptır zaten.

Bu sorunların yaşandığı yerlerde tüm öğrencilerin gündemine sokacak ve sahiplenmelerini sağlayacak şekilde faaliyete konu etmenin ötesinde, sorunun bire bir muhatabı olmayan yerlerde de gündemleştirmek hem sorunun sahiplenilmesi, hem ortak bir tepki geliştirilebilmesi açısından temel bir hedef olmalıdır. Mutlaka bu saldırılara karşı mücadeleyi toplumsal gelişmelerle ve gençliğin kendi gündemleriyle bağ kurarak işlemeliyiz. Neticede bu saldırılar tam da toplumsal sorun ve gündemlerle ilgili mücadeleyi yükseltmeye çabalayan kesime dönük yürütülmektedir. Buradan yola çıkarak saldırıların aslında temel hak ve özgürlüklerimize, geleceğimize yapıldığının altını çizmeliyiz. Yanı sıra, sermayenin saldırılarına maruz kalan ve buna karşı mücadele eden diğer kesimlerle bağlar kurulmalı, ortak mücadele eksenleri oluşturulmalıdır.

Sermaye devletinin soruşturma-ceza saldırısı karşısında iki temel noktayı göz önüne alarak hareket etmek gereklidir. Birincisi, birleşik bir mücadelenin önemi görmezden gelinmemeli, bu süreci geri püskürtebilmenin topyekün bir karşı koyuşla gerçekleşebileceği sorumluluğuyla hareket edilmelidir. Birçok gençlik örgütü tarafından bu saldırı sadece “cezaya maruz kalan” öğrencinin sorunuymuş gibi algılanmakta, “gençliğin gündemi değil” denilmektedir. Bu yaklaşımın sahipleri genelde süreçlerin dışında kalmaktadırlar. Oysa her adımda görüldüğü üzere bu tam da genel gençlik kesiminin gündemidir – birçok gündemi hissetmediği gibi, bunu da yakıcı olarak hissetmese bile–. Bu sorunun bu şekilde kavranmaması bu sorunla bire bir muhatap gençlik örgütleri için dahi tali kalmaktadır. Ama görülmelidir ki devrimci öğrenciler üniversitelerin dışına itilerek, devrimci faaliyet engellenerek gençliğin “kendi” alanları onlara kapatılmaktadır.

Sorunun nasıl ele alınması gerektiği, EKİM’in 259. sayısında yer alan “Gençlik çalışmasının güncel sorunları” başlıklı değerlendirmede açık bir şekilde ifade edilmiştir: “Soruşturma-uzaklaştırma terörü (siyaset yasağıyla birlikte eğitim hakkının gaspı) gençlik çalışmasının herhangi bir politik gündemi olarak değerlendirilmemelidir. Önemi bakımından, öğrenci hareketinin dönemsel olarak karşısında duran ve elbette birbiriyle yakından

Uzaklaştırma cezasına maruz kalınan tüm üniversiteler “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin. Eğitim hakkımız engellenemez!” şiarıyla direniş alanına çevrilmelidir. Alternatif dersler, etkinlikler, forumlarla, eylemlerle üniversitelerin önü mücadele mevzisine dönüştürmelidir.

21


bağlantılı olan tüm diğer faaliyet gündemlerinden (eğitimdeki özelleştirme politikasının üniversitelerdeki yansımaları, harçlar, barınma ve yaşam sorunları, sivil faşistlerin ve ulusalcı çetelerin zaman zaman yoğunlaştırılan saldırıları, ÖGB-polis terörü, YÖK ve 12 Eylül karanlığı, akademik ve bilimsel düzeydeki düşüş, ulusal sorun ve anadilde eğitim, emperyalist savaş ve saldırganlık vb...) daha öncelikli olarak tanımlanabilir. Ancak bununla, tüm gündemlerden kopuk, dahası somut bir gelişmeye dayanmayan bir soruşturmauzaklaştırma karşıtı mücadele ve faaliyetten söz etmiyoruz. Böyle bir yaklaşım yalnızca güçlerin tükenmesine ve mevcut imkanların heba olmasına yol açar. Elbette ki aslolan, somut bir gelişmeye dayanan ve gerek toplumsal açıdan gerekse öğrenci hareketinde öne çıkan özgün gündemlerle dolaysız bağlarını kuran bir mücadele ve faaliyeti örgütleyebilmektir.” İkinci noktası ise bu saldırı geri püskürtülene kadar sistematik bir faaliyet örülmesi ihtiyacıdır. Sadece mahkeme sürecine sıkışan değil, sadece kamuoyu oluşturmaya sıkışan değil. Elbette bunların hepsinin bir mücadele yöntemi olduğunu unutmadan tüm bu kanalları kullanarak saldırı süreci geri püskürtülene kadar ısrar ve irade ile devam edilmelidir. Kamuoyu ayağını oluşturmak da bir o kadar önemli yerde durmaktadır. Geçtiğimiz sene ve ilk dönemki süreçlerde kendi adımıza eksik kaldığımızı söylememiz gereken yan burası oldu. Bu saldırı karşısında toplumsal muhalefeti oluşturmak, etki alanını genişletmek, sorunu topyekun mücadele gündemine taşımak açısından büyük bir önem taşıyor. Aydın ve sanatçılar, kitle örgütleri, sendikalar, meslek odaları mutlaka bu sürecin parçası yapılmalıdır. Eğitim-Sen’i bu süreçte mutlaka harekete geçirmeliyiz. Eğitim-Sen’in destek olduğunu belirtmesi yetersizdir. Hele ki akademisyenlere ve araştırma görevlilerine dönük de benzer bir saldırı süreci varken aktif bir unsur olmalarını sağlamalıyız.

Genç-Sen baskı politikalarına karşı etkin bir hat oluşturmalıdır!

Gençlik alanındaki özneler açısından ise iddialı olan her kesim soruşturma-uzaklaştırma saldırısının, doğal olarak buna karşı mücadelenin ilk elden muhatabıdır. Halihazırda Genç-Sen’li 40 öğrenciye açılan dava ile Genç-Sen’in kapatma davası sürüyor. Sözeylem-örgütlenme hakkına dönük bu iki süreç önümüzdeki dönem Genç-Sen’in yüklenmesi gereken temel gündemlerdir. Soruşturmalar, cezalar, harç zammına karşı eyleme katılan 40 öğrenciye dönük dava, Genç-Sen’in kapatma davası süreçleri birlikte ele alınmalı, bu saldırı süreçlerini geri püskürtecek merkezi bir kampanyaya dönüştürülmelidir. Şimdiye kadar bu süreçlere eylemlerle, açıklamalarla yanıt üretilmeye çalışıldı. İşçi sınıfı cephesinden direnişlerin toplumun havasını değiştirmeye başladığı bir dönemde, merkezi bir Genç-Sen kampanyası ve geniş kitle desteğini hedefleyen bir direniş hattı Genç-Sen payına da ertelenemez bir sorumluluktur. Bu çerçevede “Soruşturmalar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!”, “Söz-eylem-örgütlenme hakkımız engellenmez!” şiarları, paralı eğitime ve geleceksizliğe karşı taleplerle bütünleştirilerek ele alınabilir. Şayet hem örgütlülüğe dönük saldırıları püskürtme sorumluluğu, hem de örgütlülüğü büyütme hedefi boş bir iddia olarak kalmayacaksa Genç-Sen için böylesi bir çalışma zorunlu hale gelmiş demektir. Geçtiğimiz dönemde “Harç zamlarına karşı mücadelemiz yargılanamaz!” şiarıyla birçok ilde gerçekleştirilen eylemler, bu yönde atılmış anlamlı adımlardır. İkinci dönemin başında bu şiar tüm üniversitelere taşınmalıdır. Harç paralarının yatırılma süreçleri harç zamlarının, paralı eğitim saldırılarının, geleceksizliğin ve mahkeme sürecinin gündemleştirildiği bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Genç-Sen bu saldırı süreçlerine karşı mücadelenin aktif bir unsuru olma sorumluluğunu omuzlarında hissetmelidir.

Soruşturmalara karşı birleşik mücadeleye!

Genç komünistler, kolay başarılar beklemeksizin soruşturmauzaklaştırma saldırısına karşı mücadeleyi büyütmeyi sürdürecekler. Yeni dönemde bu çok daha yoğun ve ısrarlı bir çabanın konusu olabilmelidir. Bu çerçevede uzaklaştırma cezasına maruz kalınan tüm üniversiteler “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin. Eğitim hakkımız engellenemez!” şiarıyla direniş

22

alanına çevrilmelidir. Alternatif dersler, etkinlikler, forumlarla, eylemlerle üniversitelerin önü mücadele mevzisine dönüştürmelidir. Öncelikle bu direnişlerin yürütüldüğü üniversitelerde faaliyet sürekli ve ısrarlı bir şekilde örülmelidir. Soruşturma ve ceza saldırısının ardından üniversitelerin içlerindeki baskı ve terör arttırılıyor. Buralardaki faaliyetin devamlılığı, örgütlenme çalışmalarının sürdürülmesi, saldırının püskürtülmesi açısından en öncelikli adımlardan biridir.

Bu saldırıların yakıcı bir şekilde yaşanmadığı üniversitelerde ise bu sorunun gündemleştirilmesi sorumluluğuyla hareket etmeliyiz. Soruşturmaların ve her türlü baskının herhangi bir üniversitede yaşanır yaşanmaz diğer üniversitelerde de gündemleştirilmesi, refleks eylemler oluşturulması saldırıya karşı verilecek mücadelenin önemli bir yanıdır. Sorunla bire bir muhatap olmayan bir alandan yükselecek ses ve tepki, destek çalışması, bir yerde süren direnişi güçlendirecek, saldırının boşa düşmesini sağlayacak bir halka olacaktır. Üniversitelerde yürüyen direnişler ve çalışmalar, il merkezli eylem ve etkinliklerle de bütünleştirilmelidir. Böylece hem kamuoyu oluşturma hem de desteği genişletme hedefi taşınmalıdır.

Yürüttüğümüz çalışmanın sermayenin saldırına maruz kalan işçi sınıfı ve emekçilerle bağ kuran bir ayağı mutlaka olmalıdır. Başta da dediğimiz gibi bu saldırı topyekün bir saldırının bir parçasıdır. Verilecek yanıt da ortak bir zeminde olabilmelidir. Soruşturmalara karşı yürüttüğümüz direnişler süregiden direnişlerle birleştirilebilmeli, ortak hareket edebilmenin mekanizmaları (örneğin platformlar, komiteler vb.) oluşturulmalıdır. Ayrıca soruşturmalara karşı yürüyen direnişlere, çalışmalara destek-dayanışma eksenli birliktelikler oluşturulmalıdır.

Son olarak bir kez daha belirtelim ki güncel gelişmeler ve özgün sorunlarla bağı üzerinden soruşturmauzaklaştırma saldırısına karşı mücadele, önümüzdeki dönem daha yoğun bir şekilde yükleneceğimiz bir alandır. Kendi adımıza üniversitelerde siyaset yapma hakkına dönük saldırıları püskürtmek için ceza sürelerinin dolmasını hiçbir yerde beklemedik, beklemeyeceğiz. Yeri gelmişken gençlik içindeki tüm siyasi öznelerin soruşturma-uzaklaştırma saldırısına karşı birleşik mücadeleyi örgütleme sorumluluğuyla yüz yüze olduklarını da burada yinelemek istiyoruz. Egemenlerin, üniversiteleri suskunluğun kalelerine, “dikensiz gül bahçeleri”ne çevirme başarısına artık bir son vermek için zorlu, fakat aynı oranda onurlu ve zorunlu bu görev tüm yakıcılığı ile orta yerde duruyor. Gelinen yerde bu görevi omuzlayıp omuzlamamak politik gençlik kitlesinin iddiasını ve ciddiyetini belirleyecektir.

Ekim Gençliği


2010’da Kürt halkıyla devrimci dayanışmayı yükseltelim!

Sermaye devleti 2009 yılını, kendisi için temel sorun olarak gördüğü Kürt sorununu “çözme” çabasıyla, daha doğrusu PKK’yi tasfiye ve Kürt halkını tahakküm altına alma manevralarıyla geçirdi. Düzen güçleri bir taraftan Kürt halkına “açılım” adı altında sahte hayaller sunarken, bir taraftan da Kürt halkına dönük imha ve inkar politikası temelinde her türden saldırılarına devam etti. Kürt halkı ise bu sahte hayallere ve saldırılara karşı cevabını yine sokaklarda ve alanlarda verdi. Newroz’dan Öcalan’ın cezaevi koşullarının ağırlaştırılmasına ve DTP’nin kapatılmasına kadar birçok süreçte yapılan eylemlikler ve sokak çatışmaları Kürt halkının devrimci dinamizmini bir kez daha açığa çıkardı. Geçtiğimiz yıl seçimlerden önce Kürt halkına bir takım kırıntılar vererek onların oylarına göz diken AKP hükümeti seçimlerden sonra Kürdistan’da bir hezimet yaşamış, bu durumun sonucunda ise planlı bir şekilde çeşitli illerde KCK’ya dönük gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleştirmişti. Ancak sonrasında kapsamlı bir “açılıma” girişen sermaye düzeni, gerek ABD’nin Irak’ta ona biçtiği aktif taşeronluğu yapabilmek, gerekse Kürt coğrafyasında ucuz iş gücü yaratabilme açısından bir proje ortaya atmıştı. İlk başlarda “Kürt açılımı” olarak lanse edilen bu proje, sonrasında CHP ve MHP’nin yaratmış olduğu şovenist havayla birlikte “demokratik açılıma”, ardından ise “milli birlik ve beraberlik projesi”ne dönüştü. Bu projeyle birlikte toplumda ve Kürt halkı nezdinde sorunun bu yolla çözülebilineceği hissiyatı yaratılmıştı. Gerek DTP, gerekse PKK ve Abdullah Öcalan dönem dönem düzenin bu adımlarının anlamlı ve sorunun çözümü noktasında önemli adımlar olacağını söylemişlerdi. Hatta yaratılan o iyimser havayla birlikte dağdan gerillalar indirilmiş, böylece bu sürece PKK cephesinden de karşı bir adım atılmıştı.

Kürt halkının dağdan inen gerillaları kitlesel bir şekilde karşılaması ve sahiplenmesi, düzeni bir kez daha açmaza soktu. Bir yandan Kürt halkında büyük bir coşku yaşanırken, diğer yandan TC’nin yıllardır topluma verdiği şovenizm zehri bir kez daha tavan yapmıştı. Düzen ağzından bir bütün olarak bu olayın kabullenilemez olduğu, hatta gerekirse açılımdan başa dönüleceği tehditleri savruldu. Sokaklarda ise bir kez daha ırkçı faşistlerin güç gösterileri, linç girişimleri baş göstermiş, paralelinde ise devletin Kürt halkına dönük gözaltı, tutuklama ve infazlar bir ivme kazanmıştı. İzmir’de ve Çanakkale-Bayramiç’te yaşanan olaylar, Aydın Erdem’in katledilmesi, Kürt çocuklarının tutuklamalarının devam etmesi bu süreçte yaşanan belli başlı olaylardı.

Düzen saldırılarını öylesine arttırmıştı ki DTP’ye yönelik uzun zamandır devam eden kapatma davası bir anda gündeme gelmişti. Anayasa Mahkemesi on ikiye karşı sıfır oyla DTP’yi kapattı. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü. Mardin milletvekili Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk dahil 37 kişiye 5 yıl boyunca siyaset yasağı getirilmesine karar verildi. Hızını alamayan sermaye devletinin saldırılarının bir sonraki ayağı ise 24 Aralık sabahı Diyarbakır merkezli olarak 11 ilde gerçekleştirilen operasyonlar oldu. Ağırlığını belediye çalışanlarının oluşturduğu birçok BDP’li ve eski DTP’li gözaltına alındı. 26 Aralık günü Diyarbakır’da savcılığa çıkarılan 36 kişiden 28’i mahkemeye sevkedildi. Aralarında Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı ve eski DEP milletvekili Hatip Dicle’nin de bulunduğu 23 kişi

tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ardından Batman’da ve Van’da da toplam 24 kişi hakkında tutuklama kararı verildi. Böylece operasyonlar kapsamında şu ana kadar tutuklananların sayısı 47’ye yükselmiş oldu. Sermaye düzeni bir kez daha imha ve inkara dayalı yüzünü Kürt halkına göstermiş oldu. Bu yaşanan gelişmelerle birlikte amaçlanan tasfiye ve tahakküm projesi Kürt halkı nezdinde bir direniş ve başkaldırıyla karşılandı. Yaratılmak istenen “çözüm” havası bir anda bu sokak direnişleriyle birlikte hayatın gerçekliğine çarpmış oldu.

Son süreçte ise inandırıcılığını iyiden iyiye yitiren bu sahte hayaller projesine devam edildiğini göstermek adına AKP hükümeti bir dizi yasa tasarını meclise göndermeyi düşünüyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “demokratik açılım” ile ilgili yasa tasarılarının Ocak ayının ortasında Meclis’e geleceğini söyledi. Ayrıca milletvekillerine tek tek “açılım” anlatılacak, önerileri dinlenecek. 81 ilde paneller, seminerler düzenleneceğinden bahsetti. “Kamu düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı”nın kurulmasından “Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu” oluşturulmasına kadar meclise gönderilecek birçok yeni yasa tasarısı, aslında içeriğine bakıldığında bir hak kırıntısı dahi olmayıp, güvenlik güçlerinin faaliyetlerinin koordinesini sağlamak, kirli savaşı daha da yoğunlaştırmak, hak ve özgürlükleri daha da kısıtlamak amaçlıdır.

Diğer bir yandan ise “İnsan Hakları Koruma ve Ayrımcılığı Önleme Kurulu”nun oluşturulması ve BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesi ek protokolünün Meclis’e getirilmesi, böylece AB’den gelecek inceleme komisyonlarına Türkiye’de gözaltı ve tutuklama merkezlerini ziyaret imkanı sağlayacak yasa tasarısı da gündeme alındı. Bu iki yasa tasarısı da “açılım” kapsamında meclise gönderiliyor. Ancak bakıldığı zaman her ikisi de “AB’ye uyum” programında zaten çıkarılması gereken zorunlu tasarılardır. Ancak AKP hükümeti bunları “açılım” kapsamında göstererek Kürt halkı nezdinde inandırıcılığı kaybolmuş eski havayı tekrardan yaratmak istiyor. Kaldı ki daha önce “AB’ye uyum” adı altında çıkarılan birçok yasa ne Kürt halkı üzerindeki imha ve inkar politikalarına son vermiş, ne de işçi ve emekçiler için bir hak kazanımı sağlamıştır. Bugün düzen tarafından atılan adımların hepsi verilen mücadele sonucundaki kazanımlardır. Sermaye düzeni 2009’da bir yandan içeride ve dışarıda gözaltı, tutuklama ve infazlarını sürdürürken, 2010’da da meclise gönderdiği yasa tasarıyla birlikte Kürt halkı üzerinde tekrardan yanılsamalar yaratarak, Kürt halkının bilincini bulandırmak niyetindedir. Bu sayede “açılım projesi”nin temel hedefi olan, PKK’nin tasfiyesini ve Kürt halkını tahakküm altına almayı başarmak istemektedir. Kürt halkı düzenin tüm bu tasfiye ve inkar politikalarına rağmen, sokakta ve barikatta sergilediği mücadeleyle bu sahte hayallere kanmayacağını göstermiştir. Bugün Kürt sorunu güçlü bir toplumsal temele sahiptir. Ancak bu mücadele doğru devrimci bir kanaldan ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin mücadelesiyle birleştiği oranda gerçek anlamıyla başarıya ulaşabilecektir. Kürt halkının direnişinin tasfiyesiden kararlı olan sermaye düzenine karşı bizler de Kürt işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele etmeli, onların ulusal eşitlik, özgürlük ve gönüllü birlik temelinde taleplerini sahiplenmeliyiz. Ancak bu şekilde gerçek kalıcı bir barış ve kardeşliğe kavuşuruz.

23


Emperyalist barbarlığın işgal gücü NATO’yu İstanbul'da emekçilerin ve gençliğin kavga çağrılarıyla karşılayalım! İkinci emperyalist paylaşım savaşı emperyalizm karşısında Sovyetler’in onurlu zaferi ile sonuçlandı. Hitler komutasındaki faşist taburları durduran ve gerisin geriye Avrupa’ya süren Sovyetler, sadece işgalcileri değil, tüm emperyalist saldırganlığı yenilgiye uğrattı. Bu benzersiz bir özveri ile kazanılmış bir zaferdi ve esasen faşizmin yenilgisi de kapitalist sistemin yenilgisiydi. İşgalcilerin geri sürüldüğü coğrafyalardan, Almanya’nın doğusunda ve bir dizi başka ülkede proletaryanın siyasi iktidarı alması ve ezilen halkların kurtuluşu, bu zaferin somut bir yüzüydü. Bu yüz emperyalistlerce de çok iyi bellendi: Ezilen halklar ve dizginsizce sömürülen proleterler için gerçek barış ve insanca bir yaşam ancak sosyalizm ile gelebilirdi. Sovyetler'in zaferi ve ardından onu takip eden işçi iktidarları, dünyada sosyalizmin itibarını yükseltti ve onun kapitalizm karşısında gerçek ve tek alternatif olduğunu gösterdi. Avrupa’da kapitalizmin kaleleri devrim dalgası ile irkildi ve işçilerin kurtuluş umudu karşısında komünizm tehlikeli bulundu.

Eli kanlı anti-komünist çete: NATO

17 Mart 1948’de Belçika, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan Brüksel Anlaşması, komünizm tehdidi karşısında Sovyetler Birliği’ne karşı yapılanan Avrupa kökenli anti-komünist blokun ilk adımıdır. Tehdit, burjuvazi diktatörlüğünde sömürülmekte olan milyonlarca Avrupalı işçi ve emekçinin kızıl bayrak altında özgürleşmesi ve emperyalist egemenliğe kendi coğrafyalarında son vermeleri tehdidiydi. Blok ise burjuvazinin egemenliğini koruyabilmek için önünün alınması gereken sosyalizm ile savaşacaktı. Açıkça görüleceği gibi söz konusu blok coğrafi bir ortaklıktan ziyade, anti-komünist tanımını layıkıyla doldurarak kapitalist sömürünün sürekliliğine adanmış emperyalist bir çeteydi. 20 yüzyıla damgasını vuran “Soğuk Savaş” ile Sovyetler Birliği’nin karşısına kapitalist iktisat modeli, bilimi ve kültürü ile çıkan, dünyanın dört bir yanında ezilen halklarca ve sömürülen proleterlerce lanetlenmiş ve emperyalizmin dünya ölçeğinde sömürü politikalarının yürütücüsü kan emici ABD’nin 4 Nisan 1949'da birliğe katılması ile çetenin amacı açıkça ortaya serilmişti. Çete Amerikan sermaye devletinin katılımının ardından, kanlı tarihi ile hafızalara kazınacağı NATO (Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü) adını almıştır.

NATO’nun gizlenen yüzü kontra örgütlenmeler!..

Komünizm tehlikesine ve Sovyetler’e karşı antikomünist bir savunma örgütü olarak kendini ilan eden NATO, icraatlarına da devrimci güçleri ve emek örgütlerini hedef alarak başladı. Zira onlar sosyalist kurtuluş umudunun en canlı yandığı yerlerdi ve saldırılar kapitalistler açısından sömürü politikalarının da önünün açılması anlamına geliyordu. NATO üye olan veya olmayan ülkelerde katliamlara, faşist darbelere ve cinayetlere imza atarken, İtalya’daki Gladio gibi katliamcı çeteleriyle emperyalizmin gözünü diktiği coğrafyalarda toplumsal mücadelelere, ulusal kurtuluş savaşlarına saldırarak milyonlarca yurtseveri, devrimciyi ve komünisti katletti. Emperyalizm anti-komünist mücadelesini bir yandan ideolojik saldırıları ile yürütürken proleterlerin kulaklarına hurafeler fısıldıyordu. Diğer yandan ise doğrudan gözleri açılmış, mücadeleye adanmış insanları NATO ve onun cinayet şebekeleri ile katlederek tarihini kanla yazıyordu.

24

Emekçilerin kanıyla emperyalist pazarlık…

NATO ile Türkiye’nin ilişkilerine gelirsek, sözde bir üyelik tarihinden bahsetmek emperyalizm ile Türkiye burjuvazisinin bağını bayağı bir imzaya indirgemek olur. Zira apaçık ortada olduğu gibi emperyalist efendilerin saldırı birliği, daha etkin bir sömürü ve güçlü bir egemenlik için vardı. Böyle bir çetede de bal tutan parmağını yalayacaktır. Sermaye devletinin de daha üyelik bile ortada yokken Kore’ye emperyalist savaş aygıtı hizmetinde asker yollaması ve ABD’den sonra en fazla kayıp veren ikinci ülke olarak emekçilerin kanıyla pazarlığa oturması bunun en açık ifadesidir. Ardından ise emperyalist uşaklık mükâfatlandırılmıştır. Zira '50’ler Türkiye’de burjuvazinin iyice semirdiği emperyalizm ile kopmaz bağların güçlendiği bir dönemin başıdır. Türkiye’nin NATO’ya girmesini gerekli gören resmi devlet açıklaması şöyleydi: “Dünyanın her tarafında demokratik milletleri pek haklı olarak endişeye düşüren büyük tehlike karşısında memleketimizin dış emniyetini korumak gayretimiz bu antlaşmaya iltihakımızla (katılma) pek müspet bir inkişaf (gelişim) kaydetmiş olacağı gibi, devletlerin tam eşitlik ve bağımsızlık içinde gelişmeleri prensibi de böylece büyük ölçüde takviye edilmiş bulunacaktır.”

Emperyalistler yeni katliamları 1-5 Şubat’ta İstanbul’da planlıyorlar!

Geçen 60 yılda Sovyetler Birliği fiilen de sonlandı ve Avrupa’da devrimci güçler yıllar süren katliamlar ve baskılar ile ikinci plana düştüler. NATO ise emperyalizme daha geniş bir coğrafyada hizmet ediyor. Savaş aygıtının süreli yayını NATO Review’deki bir alt başlık olan “Kosova’dan Kabil’e ve ötesine” de emperyalizmin, savaş aygıtına bugün ne için başvuracağı ifade ediliyor. Zira artık emperyalizm NATO’ya Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar’da ihtiyaç duyuyor. Bu bölgelerin kesişme noktasındaki Türkiye ise bugün emperyalizmin temel bir üssü konumundadır. Bununla birlikte artık aktif taşeronluk ve stratejik ortaklık ile sermaye devletinin arkası da, Türkiye burjuvazisin konumu da daha sağlamdır. Emperyalizmin tablosundaki bu karenin emekçiler açısından anlamı ise daha fazla işgal ve kandır.

1-5 Şubat’ta İstanbul’da NATO genel sekreterinin katılımıyla gerçekleştirilecek gayrı resmi toplantının kapsamı şüphesiz ki Irak, Afganistan gibi işgal bölgelerinde emperyalist politikaların seyri ve yeni işgaller olacaktır. Emekçilere bu görüşmelerden çıkacak olan ise sermaye devletinin kanımız ile yapacağı pazarlıkları ardından işgal bölgelerinde barbarlıktır, ellerimizin kardeş halkların kanına bulanmasıdır.

Emperyalist barbarlığın karşısında halkların kardeşliğini haykırmak, Ortadoğu’da işgalci olmamak bugün insan olmaktır. Bugün insan olmanın sorumluluğu, kardeş halkların dökülen kanlarının hesabını sormak, emperyalizmin Amerikancı askeri darbelerle, polis-devlet ve sivil faşistler eliyle katlettiklerinin bedelini ödetmek, devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmektir. 1-5 Şubat’ta barbarları karşılamak ve insan olduğunu hatırlamak isteyen tüm emekçileri mücadelemize çağırmak için İstanbul sokaklarında olacağız!


“Türk Milli Refleksi” ve Türkiye’de linç kültürü… Yakın zamanlarda sıklıkla televizyonlarda izlediğimiz linç görüntüleri bizlere hiç de yabancı değil. Sadece ‘anormal’ olan son zamanlarda (mesela son 6 ay) oldukça yaygın ve klişeleşmiş linç ‘mağdurları’ yelpazesinin daha da genişlemiş olmasıdır. Linç girişimleri eskiye nazaran daha senkronize ve daha sık; ama gerekçeler hala aynı… Türkiye gerçekten de bir ‘linç’ cumhuriyeti. Linç için dişe dokunur bir gerekçe bile artık yok. Linç girişimlerinin açıklaması artık siyasal gerekçeler bile olmayabiliyor. İşte tam da ‘linç kültürü’ ifadesi burada gerçek anlamını buluyor… Vatan, Allah, namus, komünistlik, bölücülük, hainlik vb. linç gerekçeleri (sözde açıklamaları) saymaya kalkılırsa uzar gider Fizan’a kadar. Türkiye’de kronikleşen, adeta bir kültür haline gelen linç, artık gündelik yaşantımıza sözcük olarak da girmiş bulunuyor. O kadar sıradan bir olay halini aldı ki, linç haberlerini insanlar “a, yine linç olmuş!” gibi sıradan bir ifadeyle karşılıyor. Tabi bu duruma neden olan şey, hem sistematik bir şekilde yaşanan linç girişimleri, hem de toplumsal duyarsızlık.

Belki de dünyanın en iğrenç provokasyonudur linç. Sadece linç kelimesi bile oldukça, kan dondurucu, vahşi ve mide bulandırıcıdır. Bir düşünün, kelimelerin bittiği yerde başlayan şey bir kere. Artık söz bitmiştir, ağzı salyalı bir güruh nefret ettiği bir şeyden “öç almak” için onu döverek komaya sokacak, öldürecektir. Bunun için toplanmıştır yüzlerce veya binlerce kişi. Saldırganların gözü dönmüşlüğü “laf dinlemezliği” ve çete ilişkileri hep aynı; linçlerin Sakarya’da mı, Şirinevler’de mi, Balıkesir’de mi, Kestel’de mi, Trabzon’da mı, Bolu’da mı yoksa Edirne’de mi olduğu hiç ama hiç fark etmez. Türkiye’de linçler artık, linç konusunda nam salmış, klişeleşmiş birkaç kentin sınırlarını aşmış durumda. Son dönemlerde yaşananlar bizlere gösteriyor ki her yerde linç girişimi olabiliyor. Ege’nin bütün illerinde de, İç Anadolu’da da… Türkiye Cumhuriyeti için şu ifade de rahatlıkla hiç çekinilmeden kullanılabilinir: Linç Cumhuriyeti…

Linç gibi aşağılık bir provokasyon türü bu topraklarda yeni değildir. Neredeyse cumhuriyetle yaşıttır. Mesela, 1921’in Ocak ayında Atatürk tarafından Türkiye’ye çağırılan TKP önderlerinden Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Kars’ta ve Erzurum’da hazırlanmış linç organizasyonları beklemekteydi. Ya da başka bir örnek 1955 yılında 6-7 Eylül olaylarında gayri Müslim vatandaşların evleri yağmalanmış ve birçok insan ağzı salyalı, galeyana getirilmiş güruh tarafından linç vesilesi ile katledilmiştir. Çorum ve Maraş katliamları da linçler eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Bunlar gerçekten çok ufak bir kısmıdır.

Türk sermaye devleti tarafından “milli refleks” diye de ifade edilen linç kültürü, genelde azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı oluşmuştur. Tabii milli refleks olması bu ülkede devrimcilere karşı girişilmediği anlamına gelmiyor elbette.

Türk milliyetçiliği ile paralel olarak gelişen barbar kültür, son birkaç ay içerisinde kendisini farklı illerde aynı şekillerde göstermiştir. Sanılmasın ki, sermaye devleti tarafından ifade edildiği gibi, münferit, vatandaş tepkisi, milli refleks, galeyan… Linçler düpedüz devletin-polisin ve polisin himaye ettiği faşist beslemelerin eliyle örgütlenmektedir. Linçlerin arka planını ise, Türk ırkçılığı ve dinci gerici algı oluşturmaktadır. Bunun en iyi kanıtı, bu yıl içerisinde Sakarya’da meydana gelen iki linç girişimidir. Bunlardan ilkinde 2009 Mayıs ayında Akyazı’da mevsimlik Kürt fındık işçilerine “Kürtçe konuşamazsın” gerekçesi ile saldıran ülkücüler bir kişiyi öldürdü ve iki kişiyi yaraladı. Ekim ayında ise, Arife’de aynı gerekçe ile Kürtlere saldırıldı. Aynı ay içerisinde bu kez İzmir’de DTP il binası önüne gelen ülkücüler “Kahrolsun PKK!” sloganları ile binanın camlarını kırdılar. Çanakkale Bayramiç’de 4 yıl içerisinde 39 linç girişimi oldu. Bunlardan sonuncusu ise, Kasım 2009’da. Bir başka linç ise, Beyoğlu’nda basın açıklaması yapan Kürtlere silah ve satırlarla devletin ve ülkücülerin organizasyonu ile saldıran Roman vatandaşlara karşı yapılmıştır. Manisa Selendi’de “Selendi bizimdir bizim kalacak” kudurganlığı ile Romanlar’ın yaşadıkları mahallelere giden ülkücüler evlerin camlarını kırmış, bir ev ile 6 arabayı da ateşe vermiştir. Selendi’den adeta sürülen Romanlar’a Manisa valisi Selendi’yi zorla terk ettirilmediklerine dair belge imzalatmıştır. En son ise, Edirne’de bir komplo ve hukuk terörüyle tutuklanan Harika Kızılkaya ve Cevahir Erdem’in serbest bırakılması için yapılan basın açıklamalarına yönelik başladı linç. Polis ve Ülkü Ocakları, gerçekleştirdikleri linçi protesto etmek için şehir dışından gelen Halk Cepheliler’e karşı ikinci defa linç gerçekleştirmişlerdir.

Türk milliyetçiliği ile paralel olarak gelişen barbar kültür, son birkaç ay içerisinde kendisini farklı illerde aynı şekillerde göstermiştir. Sanılmasın ki, sermaye devleti tarafından ifade edildiği gibi, münferit, vatandaş tepkisi, milli refleks, galeyan… Linçler düpedüz devletin-polisin ve polisin himaye ettiği faşist beslemelerin eliyle örgütlenmektedir. Linçlerin arka planını ise, Türk ırkçılığı ve dinci gerici algı oluşturmaktadır.

Bu örnekler sadece birkaç ay içerisinde yaşanan linçlerinin bir kısmıdır.

Yaşanan ırkçı saldırılara, faşist kudurganlığa karşı halkların kardeşleşmesi şiarını yükseltmeliyiz. Farklı milliyetlerden insanların kardeşçe yaşaması önünde hiçbir engel yoktur. Estirilen bu şoven ırkçı rüzgarı yok etmek için devrimci sınıf mücadelesini geliştirmeliyiz.

25


İşgal, kan ve gözyaşı üzerinden emperyalist planlar sürmekte… Emperyalizmin barışçıl yeni yüzünü Türkiye, Kürdistan ve şimdi de Yemen üzerinden görmekteyiz. Değişen hiçbir şey yok! Katliamlar, emperyalist haydutluk devam etmekte. Özellikle son günlerde, Yemen üzerinden yapılan tartışmalar yeni bir emperyalist müdahale ekseninde sürmekte. ABD’nin ve Avrupa emperyalizminin “terörle” ya da özelinde El Kaide ve radikal İslamcı gruplarla mücadele konsepti ne hikmetse yeni emperyalist müdahalelere dönüşüyor.

26

Barack Obama’nın devlet başkanı olması ile birlikte uluslararası kamuoyunda ortak bir algı oluşturulmaya çalışılmıştı. ABD’de ilk defa siyahi birisinin devlet başkanı olmasının “değişim” çanlarının çaldığı anlamına geldiği yutturulmaya çalışıldı. Obama’nın işgal ve ırkçılık “karşıtı”, barış vaazları değişim arzularına işaretti. Örneğin Irak’taki işgalin sonlandırılmasından bahsediyordu Obama. Elbette bu ‘yeni projeler’ yeni barışçıl yüz, baltayı taşa vurdu. Kademeli olarak Irak’tan askerlerini işbirlikçi Türk Devleti sınırlarından geçirerek çekecekti ABD. Ancak işler başka yürüyor. Obama’nın iktidara gelişi elbette değişen bir takım şeylerin olduğunu kanıtladı. Bush hükümeti işgalleri, katliamları ve savaşı açıktan savunuyor, pervasız ve desteksiz ifadeler kullanıyordu. Değişen tek şey ABD’nin yansıtmaya çalıştığı sahte imajdır. Irak’taki işgale son vermekten bahsedilirken, bir yandan da Afganistan’a yeni askeri destek güçleri gönderilmesinin planları yapılmadı mı? Emperyalist kudurganlığın, Obama’nın devlet başkanı seçilmesi ile dünya kamuoyunda yeni bir barışçıl yüz yaratmak arzusu konusunda neredeyse herkes mutabık artık. Aktif taşeronluk rolü biçilen Türkiye özellikle son dönemlerde Ortadoğu’daki ilişkilerde daha “belirleyici”. Bu rol ona bir şartla verilecekti. Birincisi, Kürt direnişinin tasfiye edilmesi onun yakın zamandaki en önemli ödevi idi. İkincisi ise, Kafkaslar’daki yeni emperyalist planları düzene sokmak idi. Bunun için Ankara-Erivan arası mekik dokudu. Sahte kardeşlik mesajları verdi. Kirli ve katliamcı tarihinin geride kaldığı yalanını söyledi. Çünkü artık devir “barış devriydi”.

Emperyalizm “barışçıl” yüzünü Yemen’e döndü

Emperyalizmin “barışçıl yeni yüz”ünü Türkiye, Kürdistan ve şimdi de Yemen üzerinden görmekteyiz. Değişen hiçbir şey yok! Katliamlar, emperyalist haydutluk devam etmekte. Özellikle son günlerde, Yemen üzerinden yapılan tartışmalar yeni bir emperyalist müdahale ekseninde sürmekte. ABD’nin ve Avrupa emperyalizminin “terörle” ya da özelinde El Kaide ve radikal İslamcı gruplarla mücadele konsepti ne hikmetse yeni emperyalist müdahalelere dönüşüyor. En son Amsterdam-Detroit seferini yapan uçağa karşı bir intihar saldırı girişiminde bulunulmuştu. Saldırıyı El Kaide’nin üstlenmesi ABD cephesinden “bardağı taşıran” son

damla oldu. Bu ‘son damlanın’ ardından burjuva medya bile bir emperyalist müdahale olma ihtimalinden bahsetti. Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Yemen’e dair planlar son birkaç yılın canlı gündemi. ABD’nin bölgedeki istihbarat faaliyetlerinin de arttığı uluslararası ajansların bölgeden geçtiği bilgiler arasında yer alıyor. CIA’den ismi açıklanmayan üst düzey bir yetkiliye dayandırılan haberde, CIA’in çok sayıda saha ajanını bir yıl önce Yemen’e yolladığı, bu arada gizli özel operasyon komandolarının Yemen ordusunu eğitmeye başladığı belirtildi. Yemen’e dair yapılan planlar göz önünde bulundurulsa son intihar saldırısı girişimi ya da toplamında “terörle mücadele” tam anlamıyla bir düzmecedir. Irak işgali Pentagon’a yapılan intihar saldırısından sonra gerçekleşmiş, binlerce insanın kanı ile sürüp gitmişti. Emperyalist yayılmacı planlarına dayanak olarak gösterdikleri bu gerekçeler, kendi kanlı imajlarını gizlemeye elbette yetmeyecektir. Guantanamo hapishanesindeki tutsakların yarısına yakınının Yemenli olması, ülkenin El Kaide’nin merkezi faaliyetleri kurguladığı bir yer olduğu iddiası, Amerikancı Yemen iktidarının da onayladığı ve hizmet ettiği bir savaş gerekçesi. El Kaide ve radikal İslamcı gruplarla mücadele çerçevesinde yakın dönemde Yemen hükümetine 70 milyon dolar fon aktarılmıştır. 2009 Aralık ayının ilk iki haftasında Yemen’in kuzeyini bombalayan ABD destekli uçaklar yüzlerce kişiyi katletmiştir. Ölen onca insanın arasından sadece 7 kişi El Kaide ile ilişkilendirilebilmiştir. İşte terörle mücadele yalanı: Ölen insanlardan sadece 7’si “terörist”. Operasyonların ya da emperyalist işgallerin mahiyetleri bu örneklerle daha iyi algılanabilir. Barış ve savaş karşıtlığı söylemleri eşliğinde kan ve gözyaşının akıtılmasına devam edilmektedir.


Kapitalizm dünyanın her yerinde can almaya devam ediyor!

Kapitalizmin timsah gözyaşları Haiti halkının üzerinde!

Geçtiğimiz günlerde Haiti’de yaşanan depremin boyutlarını hepimiz izledik. Ölü sayısının yüz binlerle ifade edildiği ve neredeyse tüm binaların yerle bir olduğu bir doğa felaketi olarak yorumladık. Halbuki yaşanan bu doğa felaketlerini tetikleyen, hızlandıran ve bu afetler karşısında insanlığı aciz bırakan, bunca yoksul insanın enkaz altında kalmasına sebep olan bir gerçek vardı perde arkasında: KAPİTALİZM!

Evet, son 20 yıldır yapılan araştırmalar, yıllarca emperyalist savaş altında kalan, bombalanan, nükleer silah denemelerinin yapıldığı bölgelerde depremin daha yıkıcı boyutlarda yaşandığını gösteriyor. Kapitalizm, kendi güvenliği için ürettiği kimyasal silahlarla, bombalarla, radyoaktif madde içeren denemeleriyle doğayı tahrip ederek fay hattını tetikliyor. Depremi ve yaşanan onlarca felaketi hızlandırıyor. Haiti’nin yıllarca Fransa’nın sömürgesi ve işgali altında kalmış, 20. yüzyıl boyunca katliam ve savaştan kurtulamamış bir ülke olması bu araştırmaları kanıtlıyor. Sermayenin “Gölgesinden faydalanamadığın ağacı keseceksin” mantığına dayanan aşırı kâr hırsı yıllarca emperyalist savaş altında kalmış yoksul halkı, sağlıksız konutlarda, depreme dayanıklı olmayan çürümüş evlerde, işsiz ve güvencesiz bir hayatın ortasında bir de depremin yıkıcı boyutlarıyla ve yaşanan ölümlerin acısıyla yüz yüze bırakıyor. Bilimin ve teknolojinin sermaye sınıfının elinde olduğu bir sistemde, müteahhitler, belediyeler, hükümetler ve kapitalistler arasında dönen kirli ilişkilerin ve bu ilişkilerin ortaya çıkardığı yıkımın aslında bu afetler karşısında insanlığı nasıl aciz bıraktığı ve bu yıkımların acısını yine işçi ve emekçilerin, yoksulların çekmek zorunda kaldığı bir gerçek aslında. Depremi ve diğer doğal afetleri önlenemez ve dolayısıyla sorumluluğu yüklenemez olarak görmek bu gerçeğin üstünü örtmek olacaktır. Bir başka gerçek ise kapitalist ülkelerin döktükleri timsah gözyaşlarının ve gönderdikleri yardımların kendi suçlarını çok iyi bilmelerinden kaynaklandığıdır. Depremden sonra binlerce askerini Haiti’ye gönderen ve Haiti’de bir Amerikan üssü kuran ABD aslında yeni bir işgal hazırlığı içindedir. Dökülen timsah gözyaşları aslında emperyalist ülkelerin pastadan pay kapma ve çıkar sağlama politikalarından başka bir şey değildir. Kendi ülkesinde işçi emekçilerin açlığına, yoksulluğuna

gözlerini kapayan, Kürt halkını kirli savaşta yıllardır katleden Türkiye’deki sermaye devletinin de Birleşmiş Milletler’in çağrısıyla Haiti’ye yaptığı tonlarca erzak ve ilaç yardımı sahte bir vicdan gösterisinden başka bir şey değildir.

Kapitalist emperyalist ülkelerin uzattıkları yardım elleri işçi ve emekçilerin, yoksul halkların acısını dindiremez. Biz biliyoruz ki kapitalistlerin bir günlük kârı bugün açlıktan ve yoksulluktan evlerini talan etmeye başlayan Haiti halkını açlıktan kurtarabilecek ve ülkede yeniden bir altyapı oluşturabilecek büyüklüktedir. Bugün bu yardım elini uzatanlar aslında yoksulluğu, açlığı ve felaketleri yaratanlardır. Yarın yine insanlığı felakete sürükleyen projelere imza atacak, sömürüye, zulmü yaşamın her alanında uygulayacak ve işçi-emekçilere açlık sınırı altında yaşamı dayatmaya devam edeceklerdir. Onların gözyaşlarının ve acılarının sahte olduğunu, geçtiğimiz yıl İtalya’da yaşanan depremin ardından evleri yıkılan depremzedelerle “Kendinizi bir aylık çadır tatilinde düşünün” diyerek dalga geçen İtalya başbakanı tüm bayağılığıyla göstermiştir. Ya da ‘99 depreminden bu yana hala prefabrik evlerde yaşayan, bu yüzden eylem yapan depremzedelerin üzerine polisi saldırtan Türk sermaye devleti, bu ikiyüzlülüğün çok açık bir aynasıdır. Bizler biliyoruz ki ezilen, sömürülen ve doğal felaketlerin acısıyla yüz yüze yaşayan halkların kurtuluşu ve insana yaraşır bir yaşam, ancak sosyalizmle mümkün olacaktır.

Biz biliyoruz ki kapitalistlerin bir günlük karı bugün açlıktan ve yoksulluktan evlerini talan etmeye başlayan Haiti halkını açlıktan kurtarabilecek ve ülkede yeniden bir altyapı oluşturabilecek niceliktedir. Bugün bu yardım elini uzatanlar aslında yoksulluğu, açlığı ve felaketleri yaratanlardır.

27


Bir katilden “kahraman” yaratma öyküsü: M. Ali Ağca!

Aklanmak istenen sermaye düzeninin kontrgerilla devletidir!

Katillerini her dönem koruyan ve diğer katillerin elini soğutmamaya çalışan devletin Ağca’yı serbest bırakmasında şaşılacak bir yan yoktur. Geçmişten bugüne irili ufaklı onlarca katil ya düzen mahkemelerinde suçlu oldukları halde aklandı ya da aklayamadıklarını yeşil pasaportlar düzenleyerek emniyet müdürlüklerinin bahçesinde beslediler.

28

Abdi İpekçi’nin katili, İtalya’da papa suikastını gerçekleştiren ve adı iki ayrı gaspla anılan kontrgerilla devletinin tetikçisi M. Ali Ağca geçtiğimiz günlerde serbest bırakıldı. Serbest bırakılmasının gündeme geldiği günden beri tartışmalara neden olan bu katilin, geçmişte işlediği suçları tekrar hatırlayabilmek için gelin şöyle bir geçmişe bakalım: 1 Şubat 1979 yılında demokrat bir gazeteci olarak bilinen gazeteci yazar Abdi İpekçi’ye bir suikast düzenleyerek öldürdü. İşlediği cinayetten sonra kaçtı ve 5 ay sonra yakalandı. 23 Kasım 1979 yılında daha sonra adı Susurluk kazasıyla gündeme gelecek olan Abdullah Çatlı’nın da aralarında olduğu kişiler tarafından bulunduğu Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Kontrgerilla devletinin kol kanat gerdiği azılı katil, çok geçmeden tüm dünyada tanınmasını sağlayan bir suikast girişimiyle gündeme geldi. Papa 2. John Paul’e düzenlediği bu suikasttan sonra ölüm cezasına çarptırılan tetikçi, papayla görüştükten sonra papanın onu affetmesinden sonra Türkiye’ye iade edildi. Hakim karşısına bir kuyumcu dükkanı ve bir gazoz deposunun soyulması suçlarıyla çıkan bu katil, bu suçlar nedeniyle 36 yıl hapse mahkum edildi. Bu ceza daha sonra aflar uygulanarak 7 yıl 2 aya indirildi. Bu kontrgerilla devletinin tetikçisinin asıl suçunu oluşturan ve ona katil unvanını kazandıran Abdi İpekçi cinayetinden sonra aldığı idam cezası 1991 yılında çıkartılan infaz yasası gereği 10 yıl hapse çevrildi.

12 Ocak 2006’da serbest bırakılan bu katil daha sonra “yanlışlıkla oldu” gibi saçma bir söylemle 20 Ocak 2006 tarihinde tekrar tutuklandı. Ve evet bu kadar suça rağmen bu katil şimdi serbest. Bu duruma şaşırmamak gerek. Nitekim birçok kez ifade edildiği gibi bu katil, sermaye düzeninin katil devletinin bizzat kendi eliyle yetiştirdiği bir tetikçidir. Keza bu katil ne ilktir ne son olacaktır.

Birkaç yıl öncesine dönecek olursak farklı bir etnik kimliğe sahip olduğu için yine başka bir devlet beslemesi katil tarafından öldürülen Hrant Dink’i hatırlayacağız. Hrant Dink’in katili olan Ogün Samast yakalandıktan sonra götürüldüğü karakolda bir “kahraman” gibi ağırlanmış, onu gören jandarmalar katille birlikte hatıra fotoğrafları çektirmişlerdir. Keza aynı görüntüler bugünlerde M. Ali Ağca denilen faşist devlet beslemesinin serbest bırakılmasıyla tekrarlanmaktadır. Yine azılı bir katile adeta “kahraman” gibi davranılmaktadır. Tahliyesi sırasında onu elleri çiçekli bir kalabalığın davul zurnayla karşılaması, dışarıda onu bir medya ordusunun beklemesi, dinlenmek üzere ülkenin en konforlu otellerinde kalması vb…

Bu katili devletin kolladığının bir diğer göstergesi ise askerlik sorununun hemen çözülmesidir. Tahliyesinden sonra götürüldüğü GATA’da hemen “anti-sosyal kişilik bozukluğu” gibi saçma bir teşhis konularak, askerliğe elverişli değildir raporu verilmiştir.

Katillerini her dönem koruyan ve diğer katillerin elini soğutmamaya çalışan devletin Ağca’yı serbest bırakmasında şaşılacak bir yan yoktur. Geçmişten bugüne irili ufaklı onlarca katil ya suçlu oldukları halde düzen mahkemelerinde aklandı ya da aklayamadıklarını yeşil pasaportlar düzenleyerek emniyet müdürlüklerinin bahçesinde beslediler. Polis ve devlet terörünün giderek tırmandırıldığı şu günlerde Ağca’nın serbest bırakılması, eli kanlı katillere açık bir mesajdır; siz katledin arkanızda devlet var. Biz genç komünistler de Alaattin Karadağ yoldaş başta olmak üzere tüm siyasi cinayetlerin aydınlatılması talebiyle üniversiteleri ısıtmaya devam edeceğiz ve gençliği mücadele alanlarına çağıracağız.


Hrant Dink Ermeni kimliğinden ötürü sokak ortasında katledilmişken ve her gün sokakta yapılan infazlara bir yenisi ekleniyorken;

Düşman kim?

19 Ocak 2007 14:57… Bir gazeteci yerde yüzükoyun yatıyor, üzeri gazetelerle örtülü. Arkadaşları onu altı delik ayakkabısından tanıyorlar. Yerde yatan Hrant Dink’ten başkası değil.

Hrant Dink Ermeni’ydi, Agos gazetesi yazarıydı ve yıllar yılı katledilen, yok sayılan bir halkın hesabını soruyordu. Türk, Müslüman ve boyun eğen olmayan her ‘vatandaş’ gibi bu memlekete fazlaydı ve katli vacipti. Bir sabah arka arkaya üç kurşun sıkıldı, güvercin kadar ürkek ama bir o kadar da özgür bu yüreğe. Katledilişinin ardından hemen katili bulunuverdi. Tetiği çeken 17 yaşındaki Ogün Samast idi. Karakolda kahramanlar gibi karşılandı. Türk bayrağının altında hatıra fotoğrafları çekildi. Hatta üzerine şarkılar bestelendi. Medya tabi ki üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi. Burjuva basını toplumda ırkçı, şoven dalganın yükselmesi için adeta birbirleriyle yarıştı. Faşist abluka soğukkanlı çığırtkanlıklar yaparken İstanbul emniyet müdürü şu açıklamayı yaptı: “Cinayetin siyasi bağlantısı yok, örgüt bağlantısı yok, katil milliyetçi duygularla cinayet işlemiş.”

Fakat faşist devlet, toplumda Ermeniler’e karşı milliyetçi duyguları azdırmayı, planladığı ölçüde başaramadı. Yüz binlerin katıldığı cenaze töreninde hep bir ağızdan tereddütsüzce haykırılan “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” sloganı bunun ispatıydı. Katliamın arkasından sır perdesi gitgide açılıyordu. Hrant, sayısız kez tehdit almış, koruma talebinde bulunduğu halde olumlu yanıt alamamıştı. Cinayeti tam bir suikasttı! Devletin haberdar olduğu bu cinayet planının, MİT, emniyet, jandarma ve Alperen Ocakları ittifakıyla gerçekleştiği ortaya çıktı. Tüm deliller, telefon görüşmeleri, yazışmalar belgelerle ortaya döküldü ve hemen sonra hasıraltı edildi. İşte bu gerçekler

katil devletin kendini aklama çalışmalarının ayan beyan resmiydi. Hrant Dink bir Ermeni’ydi, “bölücü”ydü, tıpkı Kürtler, Araplar vb. gibi. İşte Türkiye’de katledilmek için yeterli bir sebep! Kilit kelime “bölücülük”! Ermeniler nereyi, kimi bölüyor? Artık yok sayılmak istemiyorlar, sermaye devletinin yıllarca yaptığı katliamları kabul etmesini istiyorlar. Kürtler nereyi, kimi bölüyor? Onlar da artık katledilmek istemiyorlar, varız diyorlar ve bir ulus olarak tanınmak istiyorlar.

Farklı bir ırk, farklı bir dil, farklı bir inanç, farklı bir görüş yaşam vaat etmiyor bu ülkede. Sokak ortası infazlar, keyfi gözaltılar, tutuklamalar, baskılar şiddetlenerek hız kazanıyor. Sermaye kılıcını çekmiş, her an hazır bekliyor en ufak bir başkaldırıyı ezmek, yok etmek için. Polisiyle, silahıyla, medyasıyla, mafyasıyla, tüm aygıtlarıyla saldırıyor. Halkları birbirine düşman göstererek, düşünmeden sorgulamadan bir insanın canına kıyan bireyler haline getiriyor. Sınıf kini bilendikçe görülecek: Düşman, bu topraklar üzerinde birlikte yaşadığımız sınıf kardeşlerimiz değil, bizlere bunca sömürüyü, katliamı, zulmü yapan faşist sermaye devleti ve onun dışarıdaki işbirlikçileridir. Yine tüm Türkiye’nin gözleri önündeki bir örnek: TEKEL işçileri sömürüye hayır diyerek, hep birlikte tek yürek gece gündüz direniyor, ölüm oruçlarına giriyorlar. Kazandıkları bilinçle artık ne milliyetçi, ne mezhepçi, ne de birbirleri arasına sokulmaya çalışılan bir başka kimliği kabul ediyorlar. Türk, Kürt, Ermeni işçiler kol kola devletin kolluk güçleriyle çatışıyorlar. Sermayenin gerçek yüzünü görüyor ve gelecek her türlü saldırıya karşı birlikte mücadele veriyorlar. İşte gerçeklik budur! Paraya ve kana doymayan faşist sermayeye karşı mücadele vermenin ve onu devirmenin tek yolu birleşik sınıf mücadelesini yükseltmektir. Yeni Hrantlar’ın, Alaattinler’in, Aydınlar’ın infaz edilmemesi için burjuvaziye karşı birlik olmaktan başka bir çözüm yolu yoktur.

Sermaye kılıcını çekmiş, her an hazır bekliyor en ufak bir başkaldırıyı ezmek, yok etmek için. Polisiyle, silahıyla, medyasıyla, mafyasıyla, tüm aygıtlarıyla saldırıyor. Halkları birbirine düşman göstererek, düşünmeden sorgulamadan bir insanın canına kıyan bireyler haline getiriyor.

29


Karl ve Rosa katledilişlerinin 91. yılında yol gösteriyor!

Vardık, varız, varolacağız!

Rosa Luxemburg’taki inanç ve kararlılık Karl Liebknecht’te devam ediyordu. “İşçilere ayaklanma çağrısı yapıp, yenilgi tehlikesi anında onları terk etmeyi kaderleriyle baş başa bırakmayı aklımdan dahi geçirmem. Sonuçta zafer sosyalizmin olacaktır. Ya da başka bir gelecek olmayacaktır…” diyerek devrime olan inancını bir kez daha kanıtlıyordu.

30

1918 Kasım Devrimi imparatorluk rejimini devirerek Alman egemenlerine ağır bir darbe vurdu. Devrimci gelişmenin, iktidarını sallayacağını bilen burjuvazi bilinen bütün kirli yöntemleri kullanarak mücadeleyi boğma amacındaydı. Alman sosyal demokrasisinin haince yardımları gerici-faşist Alman ordusunun amacına ulaşmasında büyük rol oynadı. Sosyal-Demokrasi (SPD) Berlin’deki duvarları Karl ve Rosa’nın resimleriyle donatarak “öldürün onları” diyor ve ordu güçlerini Berlin’e çağırarak katliamın zeminini hazırlıyordu.

SPD’nin de hizmetkarı olduğu burjuvazinin bu açık katliam planını Berlin sokaklarında bilmeyen işçi emekçi kalmamış durumdaydı. Rosa ve Karl da katledileceklerini biliyordu. Ülkeyi terk etmeleri için ısrar eden arkadaşlarına ise Rosa ve Karl’ın yanıtları kesindi. “Sevgili dostum” diye yazıyordu Rosa “İdam tehlikesiyle yüz yüze kalsam da hiçbir zaman kaçmayacağımdan emin olmalısın. Basit bir nedenden dolayı bedel ödemek sosyalistler için doğal ve anlaşılırdır.” Rosa Luxemburg’taki inanç ve kararlılık Karl Liebknecht’te devam ediyordu. “İşçilere ayaklanma çağrısı yapıp, yenilgi tehlikesi anında onları terk etmeyi kaderleriyle baş başa bırakmayı aklımdan dahi geçirmem. Sonuçta zafer sosyalizmin olacaktır. Ya da başka bir gelecek olmayacaktır…” diyerek devrime olan inancını bir kez daha kanıtlıyordu.

Sermaye devleti dünyanın her yerinde mücadeleyi bastırmak için katliamlar hazırlamaya, devrimcileri sokak ortasında, cezaevlerinde, işkencehanelerde katletmeye devam ediyor. Artan toplumsal muhalefeti ve işçi sınıfının öfkesini örgütleyerek devrimi kazanacak olan öncü gücü boğmak için türlü yöntemlere başvuran sermaye devleti dünyanın her yerinde karakterine uygun bir

şekilde hareket ediyor aslında. 19 Kasım akşamı Alaattin yoldaşı sokak ortasında katleden faşist katillerin, 91 yıl önce Rosa ve Karl’ı hunharca katledenlerden hiçbir farkı yoktur. Ve devrimcilerin ölümü kucaklayışlarında da bir fark yoktur. Aynı sisteme karşı mücadele eden, sosyalizmi kurma, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı yeniden yaratma hedefiyle yaşayan devrimcilerin yıllar önce ölüme gidişleri, bugünün devrimcilerinin ölüme kahramanca meydan okumaları, devrimin ve sosyalizmin dünya üzerinde son insan kalana kadar yaşamaya devam edeceğini de gösteriyor aslında. İki devrimci önder katledilişlerinin 91. yılında dünya proleteryasına yol göstermeye, inancı ve kararlılığı öğretmeye devam ediyorlar. İnançları ve kararlılıkları kadar öngörüleri de 91 yıl sonra dünyanın dört bir yanında yanıt buluyor, gerçekleşiyor. 91 yıl önce Rosa Luxemburg’un verdiği cevap dünya ve Türkiye devrimcilerinin dilinde bir tokat gibi çarpıyor faşist budalaların suratına. Tıpkı faşist kurşunlara kahramanca siper olan Alaattin yoldaşın 19 Kasım akşamı verdiği cevap gibi. “Vardık, Varız, Varolacağız!”

Eskişehir’den bir Ekim Gençliği Okuru


8 Mart sadece bir tarih değildir,

Emekçi kadınların burjuvaziye karşı isyanıdır!

8 Mart 1957; kapitalizmin bazı işkollarında günlük çalışma saatinin 18 saati bulabildiği ilk dönemleri… ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi, daha iyi çalışma koşulları ve 10 saatlik iş günü talebiyle greve başladı. Ancak polis işçilere saldırdı ve onları fabrikaya kilitledi. Arkasından çıkan yangında işçiler fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamadılar ve çoğu kadın 129 işçi diri diri yakıldı. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 8 Mart 1886; tekstil işçisi kadınların “eşit işe eşit ücret”, sendikalaşma ve oy hakkı için başlattıkları mücadele kana boğuldu. Yüzlerce işçi öldü, birçoğu da tutuklandı. 8 Mart 1908; yürüyüşe geçen Amerikalı kadın işçiler bu kez 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve sendikalaşma hakkı için alanlara çıktılar. Polisin açtığı ateş sonucu 140 kadın işçi öldü, birçoğu da tutuklandı.

26 - 27 Ağustos 1910; Danimarka’nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

Bugün, işçi kadınlara yönelik saldırılar hala devam ediyor. Kadınlar da çocuklar gibi yedek iş gücü ordusu olarak görülüyor. Kapitalizm tarafından gerektiğinde üretimden soyutlanıp ev işleriyle meşgul olurken, gerektiğinde de yoğun bir propagandayla birlikte üretim sürecinin içine dahil ediliyor, sözde “özgürleştiriliyor”. Kadına üretim ilişkileri içinde böylesi bir yer biçen sistem, yarattığı algıyla beraber, emekçi kadınları sendikal mücadeleden soyutluyor. Kriz gibi bunalım dönemlerinde ilk işten çıkarılan ve tercihen üretim sürecinin dışına atılanlar kadınlar olurken, düzenin yarattığı toplumsal algı da kadını mücadeleden uzak tutarak ev işleri ve çocuk bakımıyla ilgilenmeye itiyor. Mücadele sonucu koparılmış en küçük yasal hak kırıntılarını bile vermeye yanaşmayan patronlar, önlerine bu yasalar çıkarıldığında işçileri işten çıkarmakla tehdit edebiliyor. Son dönemlerde yaşanan çarpıcı örneklerden birisi de tekstil ve konfeksiyon işkollarının yeni bir düzenlemeyle birlikte tehlikeli iş kolları kapsamına girmesiyle bu iş kollarında çalışan kadın işçilere her ay 5 gün regl izni uygulamasını reddeden SANKO holding patronunun yaptığı açıklamaydı. Patron “Ben kadın işçilerimin aybaşını mı takip edeceğim?” diyerek 4 bin kadın işçiyi işten atmakla tehdit etme pervasızlığını gösterebilmişti.

Bu sömürü düzeni, kadınları çifte sömürünün yanı sıra da birçok farklı alanda da şiddete maruz

bırakmaktadır. Kadınların cinsel birer meta haline getirilmesiyle birlikte sistem hem kadın bedenini doğrudan pazarlayarak bir sektör oluşturmuş, hem de yarattığı güzellik algısıyla beraber güzelliği de ayrı bir sektör haline getirmiş durumdadır. Birçok reklam filminde toplumsal ahlak kurallarınca bastırılmış ve ayıplanmış kadın cinselliğinin abartılı bir biçimde ön plana çıkarılması reklamları, dizileri vb. daha ilgi çekici hale getiriyor. Bununla birlikte giderek ulaşılabilir olandan daha da uzaklaştırılan güzellik algısı, kozmetiği ve plastik cerrahi sektörünü giderek daha çok kâr sağlayan bir işletme haline dönüştürüyor.

Bununla da kalmayan sermaye düzeni yeri geldiğinde kadın cinselliğini kadınları mücadeleden soyutlamak, yıldırmak için birer baskı aracı olarak da kullanıyor. Birçok işçi kadın iş yerlerinde patronlarının tacizine maruz kalırken, emperyalist savaşın sürmekte olduğu ülkelerde kadınlar askerlerin, polislerin tacizlerine, hatta tecavüzlerine maruz kalıyorlar.

Görüldüğü gibi kadın sorunu bütün yönleriyle kapitalist sistem gerçekliğinden ileri geliyor. Birçok akım (genel olarak feminist hareketler) sorunu sistemden bağımsız olarak ele alan bir çizgide emekçi kadınların vermiş olduğu sınıf mücadelesini burjuva bir düzlemde eritmeye, sınıflarüstü bir alana hapsetmeye kalkıyor. Kadın sorununu da ataerkilliği de iktisadi temellerinden bağımsız ele alan bu akımlar, salt kadına yönelik erkek egemen baskı ve şiddeti ön plana çıkarıyorlar. Emekçi kadın mücadelesinin karşısında burjuvaziyle işbirliği içerisinde bir tutum ortaya koyarak, emekçi kadınların yaşadıkları sorunların hiçbirini yaşamayan, hatta sınıfsal konumları bakımından emekçi kadın mücadelesinin doğrudan karşısında yer alan burjuva kadınlar ile işçi-emekçi kadınları yan yana getirmeye kalkışabiliyorlar. Kadın sorunu toplumsal üretim ilişkilerinden ileri gelen bir sorundur. Bu sorunun çözümü de ancak üretim araçlarının toplumsallaştırılması yönünde işçi sınıfının hep birlikte vereceği bir mücadeleyle gerçekleşecektir. Dolayısıyla nasıl Kürt işçi emekçilerin uğradığı ulusal sömürü karşısında bu coğrafyanın bütün işçi emekçileri tek yumruk olmalılarsa, cinsel sömürüye karşı da yine kadınerkek bütün işçi ve emekçiler hep birlikte mücadele etmelilerdir. Bu mücadele doğrudan işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesidir. Bizler de üniversite gençliği olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde emekçi kadınların mücadelesine omuz vermek ve cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye karşı mücadeleyi büyütmek için alanlarda olacak, emekçi kadınların haklı taleplerini haykıracağız. 8 Mart kızıldır kızıl kalacak!

Kadın sorunu toplumsal üretim ilişkilerinden ileri gelen bir sorundur. Bu sorunun çözümü de ancak üretim araçlarının toplumsallaştırılması yönünde işçi sınıfının hep birlikte vereceği bir mücadeleyle gerçekleşecektir. ... Bu mücadele doğrudan işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesidir.

31


28 Ocak 1963 Kavel… 22 Ocak 1980 Tariş…

İşçi sınıfının direnişleri yolumuzu aydınlatıyor!

Türkiye işçi sınıfı tarihi pek çok direniş, grev gibi mücadelelere sahne olmuştur. İstanbul İstinye’de bulunan Kavel, bu mücadeleler arasında önemli bir yerde durmaktadır. İşçilerin ikramiyelerini ödemeyeceğini ve ücretlerde indirim yapacağını söyleyen asalak Kavel patronuna, işçiler 28 Ocak 1963 tarihinde başlattıkları beş günlük oturma eylemiyle cevap verdiler. Oturma eylemiyle başlayan grevi engellemek için işçilerin bazılarını işten atan Kavel patronu, bir yandan da sermayenin kolluk güçleri ile saldırarak direnişi baltalamaya çalıştı. Tüm saldırılara rağmen aileleriyle birlikte fabrika önünde direnen Kavel işçilerine diğer fabrikalardan da destek geldi.

Kavel işçilerinin başlattığı grevin büyümesinden korkan sermaye uşakları, işçilerin ellerinden almak istedikleri hakları geri vermek zorunda kaldı. İşten atılan işçiler tekrar işe alındı. Kazanımla sonuçlanan grevin, Toplu İş Sözleşmesi haklarının ve iş yasalarının işçiler lehine düzenlenmesine etkisi olmuştur.

Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yerde duran bir başka direniş ise 22 Ocak 1980 tarihinde başlayan Tariş direnişidir. Tariş’te çalışan ilerici ve demokrat işçilerin işten çıkarılıp, yerlerine yeni hükümet tarafından faşistlerin yerleştirileceği söylentisi Tariş işçileri tarafından tepkiyle karşılandı. 22 Ocak’ta Çiğli İplik Fabrikası Zeytinyağı Kombinası ve Üzüm İşletmeleri’ne kolluk güçlerinin zorla girmeye çalışması üzerine başlayan direniş, Tariş’e bağlı diğer işletmelere de yayıldı. Öğrenci eylemleriyle ve semtlerden gelen desteklerle direniş giderek büyümeye başladı.

Fakat direniş sermayenin azgınca saldırısının ardından bastırıldı. Direnişin hala sürdüğü iplik fabrikasının kuşatılarak boşaltılmasıyla birlikte direniş sona erdi. Tariş direnişi süresince onlarca işçi yaralandı ve yüzlercesi gözaltına alındı. Sermaye devletinin bastırmak için panzerler ve on bin jandarma ile saldırdığı Tariş direnişinin zaferle taçlandırılamaması işçi sınıfı açısından bir kayıp olarak görülebilir. Fakat sınıf bilinciyle hareket eden işçilerin saldırlar karşısında militan ve direnişçi bir tutum sergilemeleri, Tariş direnişinden çıkarılması gereken önemli derslerin ve ipuçlarının bulunduğunun bir göstergesidir. Tariş ve Kavel direnişleri işçi sınıfı ve emekçilerin birlik olduklarında neleri yapabileceklerinin bir göstergesidir. Özellikle TEKEL direnişinin yaşandığı böyle bir dönemde, süreci belirleyenin, Kavel ve Tariş’te başlatılan direnişlerdeki gibi işçilerin kararlı ve militan tutumları olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak gerekir! Zafer direnen işçilerin olacak!

“Sükûn yok, hareket var bugün yarına çıkar yarın bugünü yıkar ve durmadan akar akar akar.”

32


TEKEL direnişine dair gözlemler... Merhaba,

Cumartesi gününden bu yana TEKEL işçilerinin yanındayım. İlk defa bu kadar sayıda işçinin böyle bir eylem yaptığına tanık oldum. İşçilerin kaldığı çadırların hepsini dolaşma imkânım oldu. Çadırlar naylondan. Ortalarında sobalar var. Soba yanıyor olsa bile yakın yerde oturmazsanız üşüyorsunuz. Soğuk insanın içine işliyor, TEKEL işçilerine soğuk işlemiyor! İşçiler çadırlarda ziyarete gelenlerle konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Sürekli ziyaretler gerçekleşiyor. Desteklemeye gelenlerin ardı arkası kesilmiyor. Çadırda otururken Ankaralı kadınlar ellerinde evde yaptıkları yiyeceklerle içeri girip, tekel işçilerinin haklı mücadelelerinin yanında olduklarını söylüyor, neler yapabileceklerini, nelere ihtiyaçlarının olduğunu soruyor. Ziyaretler sürekli devam ediyor. Dışarıda slogan sesleri hiç eksik olmuyor! Bazen soba başında meyve ya da başka bir şey yeniliyor. Siz de yemezseniz olmaz! —Yemeyen AKP’li olsun! cevabı gelir işçilerden.

Çadırlarda Ankara’nın tüm soğuğuna rağmen TEKEL işçilerinin sıcak, paylaşımcı tavırları içimizi ısıtmayı başarıyor. Eşi ve çocuklarıyla gelen işçiler de var. Çocuklar da sloganlara katılıyor. —Sendikalar göreve genel greve!

Beş altı yaşlarındalar. Gelecekleri için, geleceğimiz için yağan kara ve ayazlı soğuğa rağmen, küçücük yaşlarına ve bedenlerine bakmadan kendi üzerlerine düşeni yapıyorlar. Tekel işçilerinin direnişi bugün 44. gününü dolduruyor. Direniş kararlılıkla sürüyor!

Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden bir EG okuru

Merhaba;

Ben Isparta’dan bir okurunuz. Sizinle TEKEL işçilerine destek amaçlı katıldığım oturma eyleminde ve mitingde gözüme çarpan olayları ve o süre içerisinde hissettiğim duyguları paylaşmak istiyorum. Gece yarısından sonra vardığımız direniş alanında ilk başta gördüklerime inanmakta zorluk çekiyorum. Ateşler yakılmış, insanlar battaniyelerin altına girmiş, oluşan gruplardan türküler sloganlar yükseliyor. Bizi gören işçiler “hoşgeldiniz” diyorlar ve zaten 5-6 kişiyi altına alan battaniyenin bir ucu da bize uzatılıyor. Günlerin verdiği yorgunluğa rağmen yılgınlık yok yüzlerinde. Bir umut selidir akıyor gözlerinden. Onlara destek için gittiğimizi öğrenince tüm samimiyetleriyle bir kez daha kucaklıyorlar bizi. Ne soğuk ne polis copu ne de sendika ağaları yıldıramamış onları. Onlar da direnişi görüyorum, umudu, sevinci, devrime adım adım giden yolu görüyorum. Sosyalizmin ayak seslerini duyuyorum onlarda. Halaylarla karşı koyuyorlar soğuğa. Halaylarla türkülerle yayılıyor direniş. Sohbetler, türküler, sloganlar, halaylar eşliğinde karşılıyoruz günün ilk ışıklarını. Büyük mitinge hazırlık başlıyor artık. Bildiriler dağıtıp insanları direnişe çağırıyoruz. Gece tüm çadırları dolaşıp sohbet ediyoruz işçilerle. Bir kere daha hep beraber bağırıyoruz: “Direne direne kazanacağız.”

Büyük miting vakti geliyor. Binlerce insan toplanıyor meydanda. Kortej yürümeye başlıyor. Sloganlar dinmiyor, Ankara’yı inletiyor. “Ölmek var dönmek yok!” sloganıyla en önde almış yerini TEKEL işçileri. İşçileri oyalamaya çalışan sendika ağaları başlıyor. Beklenen açıklama gelmiyor bir türlü. Genle grev çağrısı yapılmıyor, yapılmak istenmiyor. Ve en sonunda işçilerin sabrı taşıyor. Kürsü işçiler tarafından işgal ediliyor. İşçiler güçlerini gösteriyor. Ardından Türk-İş binasının işgali sendika ağalarını açıklama yapmaya zorluyor. İşçi günler sonra gücünün farkına varıyor. Dönme vakti yaklaşıyor fakat ayrılmak istemiyorum direniş alanından. Çünkü sosyalizm ateşini görüyorum, işçi sınıfının gücüne şahit oluyorum. Daha bir gönülden sarılıyorum davamıza. Hayata bakışım değişiyor iki günde. Ve artık daha bir yürekten söylüyorum, “Devrim davası yenilmezdir!”.

Süleyman Demirel Üniversitesi’nden bir EG okuru

33


“Yarın Bizimdir Yoldaşlar!” Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanı, bir döneme tanıklık etmenin ötesinde, devrimci mücadeleye dair deneyimleri, önemli vurgu noktalarını paylaşmakta. Öyle ki, bir romandan çok, partili kimliği, illegalite kurallarını, dirayeti işleyen bilimsel bir makale gibi.

Kırk sekiz yıllık illegal yaşantısını 25 Nisan'dan (Karanfil Devrimi’nden) sonra hızla sonlandıran, faşizmin yerine burjuva parlamenter işleyişin tahkim edilmesini kendine amaç edinmiş, ufku demokratizmin sınırlarını aşamayan, burjuva diktatörlüğünün zor aygıtlarını devrimci şiddetle felç etmek yerine Karanfil Devrimi’nde ayaklanan askerlerin silahlarına karanfiller takmayı tercih eden, ‘devrimden’ sonra hızla meclisteki temsil hakkına koşan bir komünist parti… Portekiz Komünist Partisi’nin bu ‘tercihlerinin’ elbette ‘nedenleri’ var. En belirleyici olanı, 30'lu yılların son dönemlerinde başta Komünist Enternasyonal olmak üzere birçok komünist partinin faşizme karşı demokratik halk iktidarları perspektiflerini aşamaması. Faşizm ile birlikte burjuva sınıf egemenliğinin de yıkılması anlayışına sahip olmamak kuşkusuz birçok örneklerinde olduğu gibi PKP'nin de düzene bu şekilde entegre olmasına neden olmuştur. Romandaki parti, çalışma tarzı, militanlarının adanmışlığı, okuyucuda doğal olarak derin bir saygı uyandırıyor. Ancak eminim ki, partinin akıbetini öğrenen okuyucu büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Türkiye’de Portekiz Komünist Partisi’nin aynıları özellikle 12 Eylül sonrası oldukça fazladır: tasfiyecilik, reformizm… Ama okuyucu üzülmesin; roman, Portekiz Komünist Partisi’nin tasfiyecilik yıllarından ve Karanfil Devrimi’nden bir hayli önceki çalışmalarını anlatmaktadır.

Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanı, bir döneme tanıklık etmenin ötesinde, devrimci mücadeleye dair deneyimleri, önemli vurgu noktalarını paylaşmakta. Öyle ki, bir romandan çok, partili kimliği, illegalite kurallarını, dirayeti işleyen bilimsel bir makale gibi. Bu romandan dersler çıkartmak gerekmektedir. Yarın Bizimdir Yoldaşlar’ı bu gözle okumamız gerektiğini düşünüyorum. İllegal-ihtilalci bir yaşam ve örgütlenme tarzı… Gizlilik, disiplin, fabrika eksenli çalışmalar, yapılan hataların nelere malolabileceği... Birçok açıdan öğretici bir roman. Romandaki her karakter kişisel özellikleri bakımından okuyucuya farklı mesajlar vermekte. Mesela, Vaz karakteri, çalışkanlığı, adanmışlığı, fedakarlığı, inisiyatif sahibi olması, örgütsel güvenlik kurallarını titizlikle uygulaması yönüyle partili kimliği temsil etmekte.

Okuyucu romanın her satırından, yapılan tartışmalarından, düşülen hatalardan ayrı ayrı çıkarsamalar yapmalıdır. Vaz'ın tersine Afonso karakteri, mücadele içerisinde, örgütsel ve güncel yaşamında zaaflı, bildiğini okuyan, bencil, sürekli kaçış noktaları oluşturan, illegal yaşam kurallarını sık sık çiğneyen bir anlayışa denk geliyor.

34

Sadece partili kimlik, illegalitenin yaşamsal kuralları değil, geri bilinçte olan işçilerin bile, keskin, öğretici süreçlerde ve birimlere dayalı bir işleyiş sayesinde mücadele içersinde nasıl çelikleştiklerini, kişisel kaygılarını

nasıl bir kenara bıraktıklarını da anlatıyor. Bunun en iyi örneklerinden biri, bir eylem sırasında faşist diktatörlük tarafından kızı katledilen Manuel Rato’dur. Bir diğeri ise proleter bir kimliğe sahip olan, yaşadıklarından ve devrimcilerle iç içe olmasından kaynaklı sınıf bilincine erişen, kadınların mücadele içerisinde nasıl özgüven kazandığını ve özgürleştiğini teyit eden kadın işçi Liseta’dır. Varlıklı bir aileden gelen, yüksek okul mezunu, entelektüel ve mücadeleci Antonio da üzerinde önemle durulması gereken bir şahsiyettir. Antonio, zaaflarını mücadele içerisinde aşan, rahat bir yaşamı elinin tersiyle itip, tercihini devrim mücadelesinden yana yapan, aile kurumuna, gelecek kaygısına ve kişisel çıkarlara savaş açan, komünist kimliği PİDE (Polis Teşkilatı) cellatlarının önünde haykırması ile düzen-devrim çatışmasını, sınıf intiharını sembolize etmektir.

Romandaki önemli karakterlerden bir başkası ise, Ramos’tur. Ramos, birikimli, partinin ideolojik hattını bilen, disiplinli, küstah, ukala olmasına karşın, militan ama zaafları olan bir karakterdir. Hatta bu zaaflı davranışlarından dolayı, yoldaşları Ramos’un mücadelede geri bir konuma bile düşebileceğini düşünürler. Ama Ramos bütün bu kişisel özelliklerine rağmen PİDE cellatları tarafından sokak ortasında infaz edilirken bile, bilincinde partinin örgütsel güvenliği vardır. Can çekiştiği sırada, cebinde ki notu PİDE’nin cellatları ele geçirmesin diye, cebinden çıkarır, ağzında çiğner ve yutar… Sonuçta o ölecektir belki ama cebinde bulunan o not sayesinde başka yoldaşlarının yakalanması, parti hücrelerinin açığa çıkarılmasını engellemek istemiştir. Bir komünistin ölürken bile bilinç altında partisi vardır!.. Genel grev operasyonundan sonra, partinin birçok hücresi açığa çıkarılmış, çalışmaları büyük oranda dağılmış, militanları tutuklanmış ya da katledilmiştir. Elbette açığa çıkarılamamış hücreleri de var.

Etrafta bir ‘avuç’ militan, bir ‘avuç’ sempatizan kalmıştır. Şimdi her şey çok daha zordur. Geride kalanlar boşlukları doldurabilmeli, partinin çalışmalarını tekrardan toparlamalıdır. Elbette bu cüret, alabildiğine bedelli olacaktır…

Paulo, operasyondan sonra, hızla eski arkadaşlarını görür, onlardan bağış toplamaya çalışır, bütün imkânlarını zorlar, cüret eder, sempatizanlarla ilgilenir, yeni komiteler kurmaya çalışır vesaire. Her zamankinden birkaç misli çaba harcamak zorundadır. Elbette ‘yeniden inşa’yı tek başına yapmamıştır ama en önemli isimlerden birisidir.

Faşist diktatörlük dönemlerinde, illegal bir partinin çalışmalarını anlatan bu kitap, dünyanın birçok diline çevrilmiştir. Türkiyeli devrimcilerin de başucu kitaplarından biri olan Yarın Bizimdir Yoldaşlar, kendi mücadele tarihimizle de oldukça paralel yanlar taşımaktadır. Bu romandan öğreneceğimiz çok şey var. Komünist kimlik bunların başlıcalarından… B. Durgut


Avatar:

Yeni dünya, eski hikaye

Terminatör ve Titanik gibi Hollywood başyapıtlarına imza atan James Cameron’un son filmi Avatar gösterimde…

Epey kabarık bütçesiyle en pahalı film namına erişen yapım, gişe hasılatıyla da Titanik’in 1.8 milyar dolarlık kazancını geçecek gözüküyor... Bu ünvanlar ve rakamlar işin sektörel boyutu. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar denir. Bu deyiş kapitalist düzende eksik bir tespit olarak kalır. Çünkü zengin, malını-kazancını, kısacası varını yoğunu züğürdün kollarıyla alınterinden yaratır. Dolayısıyla Avatar’ın maliyeti konuşulurken, set çalışanlarının emeğinden bahsedilmez ya da kazancın ‘ihtişamı’ gündeme oturur. Amerikan sinema sektörünün rakamları züğürdün kalemini meşgul etmesin diyerek filme geçelim...

Avatar filminin, son Hollywood kültü olmakla beraber sinema sektöründe ve sinema teknolojisinde çığır açtığı söylenebilir... Sektör noktasında 3 boyutlu teknolojinin kazandıracağı parayı düşünür ve kendi sinemalarımızda karşılaştığımız örnekler üzerinden (3 boyutlu filmlerden artı bir para alınıyor, ayrıca gözlükler için de kira ödeniyor!) hesap edersek kısa sürede hem 3D uyumlu salon sayısı artacak, hem de bu teknolojiye yapılan yatırım. Teknolojide açılan çığırı ise tırnak içine alarak ihtiyatlı davranmakta yarar var. Daha doğrusu bu teknoloji sinema dilinin gelişmesine ne ölçüde katkı sunar gibi sorular yöneltmek hakkımız... Sadece görüntü ile başlayıp görüntü ve ses ile devam eden anlatım gücü, bugün artık görselliği daha inandırıcı kılmanın yollarını keşfetmiş bulunuyor. Avatar’da resmedilen Pandora gezegeninin teknolojik yöntemlerle izleyiciye adeta yaşatıldığı ortada. Fakat unutmamak gerekir ki bir filmi gerçekçi kılan yalnızca görüntünün kusursuzluğu değil, anlatılan hikayenin inandırıcılığıdır aynı zamanda... Bitkisinden hayvanına tüm doğasıyla yeni ve farklı bir dünyayı etkileyici bir görsel anlatıma konu eden Avatar, hikayesiyle de sınıfı geçiyor... Öyle ki geçmemesi şaşırtıcı olurdu. Zira yanıbaşımızda Irak, Afganistan işgalleri yaşanırken; hedef tahtasında ise Suriye ve İran’ın adları yazıyor. ABD emperyalizminin saldırılarına tanıklık ediyoruz her geçen gün... Barutla olmasa da siyasal ve ekonomik boyutlarıyla aynı hegemonyadan Türkiye için de bahsetmek mümkün.

Bilimkurgu türünün doğası gereği gelecekte geçen filmde ABD yine işgalci konumunda... Dünyada tüketilmemiş kaynak, bu kaynak uğruna dökülmemiş kan kalmamış olacak ki ABD ‘bakir’ gezegenlere sefer düzenliyor. Mavi tenli Navi halkının yaşadığı Pandora da bu seferlerden birine maruz kalıyor. Bir kilosu milyarlarca dolar değerinde olan maden yatakları Naviler’in yerleşim yerlendinde bulununca, petrol için Mezopotamya’yı

işgal eden ABD bu kez değerli maden için Naviler’e savaş açıyor... Siyasal gerçekliğin sınavı da burada başlıyor. Cameron klişelerle ördüğü filminde Amerikan halkından Jake Sully gibi şövalye ruhlu kahramanlar da çıkarıp ABD imajının tümden “çizilmesine” engel oluyor. İtirazımız ise ABD politikalarına ters düşen vatandaşların hatta askerlerin varolamayacağına değil, bu vatandaşların, askerlerin Jake Sully gibi bir halkın kaderini değiştirecek güce sahip olarak algılanmasına, bir illüzyon yaratılmasına... Diyebiliriz ki Avatar bir filmdir; Jake Sully’ler film icabı önce karşısında savaştığı halkı kurtarmayı seçer, başarır!

İzleyici “film icabı” görüyorsa, o film klişelere yaslanıyor demektir. Çünkü klişe sahnelerin kullanımı gerçeklik algısına ve özdeşleştirmeye sekte vuran bir faktördür. ABD ile Navi halkının çatışmasına ABD güçleri arasında ciddi bir yan çatışma eklemek, filmin olay örgüsüne katkı sunsa da günümüz koşulları değerlendirildiğinde gerçekliğin dışında kalması itibariyle klişeleşir. Jake Sully’e çevreci profesör ve savaş pilotu da ekleniyor. Böylece işgal güçleri arasından kopan bu grup Navilerin safına geçiyor. Emperyalist işgallere yapılan göndermelerin yanısıra ‘dünyalı’ vurgusu, kapitalist tekellerin, emperyal sermayenin çevre kirliliğindeki rolünün önüne geçiyor. Dünyayı insanlar bitirdi çarpıtmasına bir halka daha ekleniyor. Hatırlanacaktır. Bir hükümet temsilcisi küresel ısınmadan Ayşe teyzeleri sorumlu tutmuştu.

Avatar’ın siyasal göndermeleri bunlarla sınırlı kalmıyor. Pandora’nın keşfi, Amerika’nın ‘keşfini’ anımsatıyor. Kabilelerle sömürü düzenini kurmuş Avrupalılar’ın çatışmasını, yine yerli halk Navilerle bireyciliğin ve ihtirasın doruğundaki dünyalı çatışmasına vardırıyor Cameron. Bir yanda kolektif yaşantı yer alırken, diğer yanda sınıflı toplum anlayışının hakimiyetini görüyoruz. Ayrıca savaş uçakları, dev robotlarıyla Navilerin dünyasını yıkmaya çalışanlar dozerleriyle, kolluk kuvvetleriyle yoksuların kondularına yönelenleri çağrıştırıyor. Tinsel temaların yer yer öne çıktığı film; teknolojisi, siyasal göndermeleri ve kazancıyla daha çok konuşulacağa benziyor. Ve yeni bir dünya olan Pandora’da eski bir hikayeyi anlatıyor; işgal, talan, yağma yani kapitalizmin karakterini... Avatar’a niyetinden bağımsız anlamlar yüklemek, ona toplumsal misyonlar biçmek bu filmin değerini artırmak bir yana, azaltır. Cameron’u cesaretinden dolayı kutlamak fikri bana anlamsız geliyor. Mesele cesaretse düzenle köprüleri atmayan siyasi mesajlarla bezeli bir kurguyu göklere çıkarmak yerine niçin tüm çıplaklığıyla bir Irak filmi çek(e)mediğini sormak gerekiyor.

T. Talip

Filmde,bir yanda kolektif yaşantı yer alırken diğer yanda sınıflı toplum anlayışının hakimiyetini görüyoruz. Ayrıca savaş uçakları, dev robotlarıyla Navilerin dünyasını yıkmaya çalışanlar dozerleriyle, kolluk kuvvetleriyle yoksuların kondularına yönelenleri çağrıştırıyor.

35


Marksist felsefe için notlar... 3 “Işık daha çok ışık!” Goethe

Diyalektik materyalizmi doğanın yapısında bir yasa olarak ortaya koyduktan sonra bu yasayı tarihsel süreci çözümlemek aşamasında kullandığımız ve maddeci anlayışımıza uyarladığımızda tarihsel materyalizmin en genel işleyişini tanımlarız. Tarihsel Materyalizm tarihsel gelişmenin maddeci açıklamasıdır.

Marks ve Engels Alman İdeolojisi’nden Kapital’e dek Tarihsel Materyalizm’in gelişimini incelemiştir. Alman İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’de Marks ve Engels diyalektik materyalizm ile birlikte Hegel’in diyalektik anlayışını ayakları üzerine oturturlar. Engels, Doğanın Diyalektiği ve Anti Dühring’te diyalektik materyalizmi önce doğa, sonra da topluma uyarlarlar. Ve o zamana dek var olan materyalizm ile de hesaplaşmaktadırlar. Bu hesaplaşmanın sonuçlarından birisi diyalektik anlayışın idealist özünden ayrılıp maddeci bir konuma oturtulması ise diğeri de o zamanki materyalizmin mekanik nesnelci yanından ayrılmasıdır. Tarihsel Materyalizm’e bu çabanın sonucunda varıldı ve burada maddeci tarih anlayışının genel ilkeleri ortaya koyuldu.

Marks ve Engels mekanik materyalizme karşı giriştikleri tartışmalarda Tarihsel Materyalizm anlayışının en genel ifadesini kullanırlar. Teorik olarak karşıtlıkların çözümünün sadece teorik olmadığını ve bunun aynı zamanda pratik bir mesele olduğunu vurgularlar. Maddi pratik belirleyicidir, Praksis vurgusu bu çerçevede anlam kazanır. Bu, aynı zamanda Marksist felsefe açısından temelde bulunan teori ve pratik bütünlüğünün bir başka ifadesidir ve bütün tartışmalarda görebileceğimiz bir noktadır.

Marks ve Engels’te maddi pratik, incelemeler sonrası net olarak tanımına kavuşur. Maddi pratiği inceleyeceğimiz alan, üretim yapısı ya da üretim tarzı içerisindedir. Tarihsel Materyalizm’in somut uygulamasını göreceğimiz alan ise daha çok ekonomik öğreti içerisinde olacaktır. Üretimin maddi yapısı toplumsal tarihsel alanın maddi temelini oluşturur ve tarih bilimsel olarak incelenmeye buradan başlanır. Marksist Felsefe açısından kendini geliştirmek isteyen okur mutlaka bu yapıtları incelemeyi önüne koymak durumundadır. Biz bu yazıda en genel hatlarını işlemeye çalışacağız.

36

Marksist felsefede tarihsel incelemenin tuttuğu yerin öncesinde Marksizm’in analizlerinin ve öğretisinin ne olduğunu bir kez daha Marks’tan alıntılayalım. Marks,

G. Umut

Arnold Ruge’ye Eylül 1843’te yazdığı mektupta teorik savaşımın pratik savaşımdan ayrılmayacağının tartışmasını yaparken, eleştirinin uygulama yeri olarak siyasetin eleştirisini ve siyasette tavır takınmayı, eleştirileri savaşımla özdeşleştirmelerinin nedenini vurgular ve sonunda şöyle tarifler: “…Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgesini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz ve özbilinç, istensin istenmesin, kazanılması gerekecek bir şeydir…”

“Biz yalnız tek bir bilim tanıyoruz.”

Marksist felsefede tarihin rolünü anlamak için Marks’ın Alman İdeolojisi yapıtındaki vurgusuna başvuruyoruz: “Biz yalnız tek bir bilim tanıyoruz. O da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi doğa tarihi ve insanların tarihi diye ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte bu iki yön birbirinden ayrılmazlar, insanlar var oldukça insanların tarihi ile doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerine koşullandırırlar. Doğa tarihi, yani doğa bilimi ile belirtilen şey burada bizi ilgilendirmez. Buna karşılık insanların tarihi ile, ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gerekecek. (…) İdeolojinin kendisi de zaten bu tarihin görünümlerinden biridir.”

“Benim bilincim beni çevreleyen şey ile ilişkimdir”*

özetlemiştir.

Marks Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin önsözünde Tarihsel Materyalizm’in temel dinamiğini “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” şeklinde

Tarihsel Materyalizm açısından hareket noktamızı oluşturan, dogmalar yığını değil, soyutlayabileceğimiz gerçek koşullardır. Bireyler ve kendi eylemleri ile oluşturdukları maddi yaşam koşullarıdır. Bu önermeyi insanlık tarihine uyguladığımızda canlı insanın varlığı ilk koşuludur. Burada üzerinde duracağımız ilk olgu insanların fiziksel örgütlenişleri ve doğa ile ilişkileridir. Tarih bilimi bu koşullardan hareketle, yani insan eyleminin meydana getirdiği değişikliklerden bir çıkarım yapabilir.

Marks ve Engels, tarihsel materyalizm ile toplumların oluşum sürecini, sınıfların oluşumunu, mülkiyet ilişkilerini, toplumdaki servet sefalet kutuplaşmasını, devlet, hukuk, ahlak, kültür gibi kurumların oluşumunu, sosyal gelişmelerin nedenlerini, savaşları, sınıf savaşımının zorunluluğunu tüm netliği ile açıklarlar. Kapitalizmin gelişim yasalarını ve onu daha da ileri bir toplumsal yapıya dönüştürmeye neden olacak, içerisinde barındırdığı çelişkileri ortaya koydular.


Diyalektik olarak toplumlar tarihine bakıldığında temel olarak şunları söyleyebiliriz. Toplumlar süreçler boyunca bir gelişim ve dönüşüm yaşamıştır. Gelişim yasaları bilinebilir ve açıklanabilir olmakla birlikte gelişim devam edecektir. Toplumsal gelişim, içerisinde bulunulan maddi yaşam koşulları ile bağlantılıdır ve nicel birikimlerin nitel dönüşümler yaratmasıyla meydana gelmiştir. Toplumsal gelişim, çelişkilerin çatışmalara dönüşmesi ve bu çatışmalardan daha ileri toplum biçimlerinin çıkması yoluyla gerçekleşir.

İnsanlar var oluşlarını sürdürebilmek için geçim araçlarını üretmeye başladıkları anda hayvanlardan ayırt ediliyorlar. Bu süreçte doğallığında kendi maddi yaşamlarını da üretiyorlar. Üretim süreci ilk zamanlar doğada buldukları ile gerçekleşiyor. Bu üretim tarzı ise belirli bir zaman içerisinde bir yaşam tarzını temsil ediyor. İnsanların ne oldukları, ne ürettikleri ve nasıl ürettikleri ile dolaysız bir biçimde bağlantılı oluyor. Daha genel adlandırılması ile “bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşularına bağlıdır.”

Alman İdeolojisi’nde ilk tarihsel eylemden tarihsel gelişime evirilen süreç tanımlanır. Bu bağlamda üretici güç ve insanlık tarihinin nasıl ele alınması gerektiğine dair bir yol çizilir. “İlk tarihsel eylem, bu gereksinmeleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin üretimidir ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur. …İkinci nokta şudur ki, ilk gereksinmenin kendisi bir kez sağlandığında, sağlama eylemi ve bu sağlama işinden kazanılmış olan alet, yeni gereksinmeler yaratır —ve bu yeni gereksinmelerin yaratılması ilk tarihsel eylemdir. …Burada, tarihsel gelişmenin içine daha baştan dahil olan bir üçüncü ilişki de şudur: her gün kendi yaşamlarını yenileyen insanlar, başka insanlar yaratmaya, kendi kendilerini yeniden üretmeye koyulurlar; bu, kadınla erkek arasındaki, ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkidir; bu ailedir.

…Yaşamı üretmek, işle kendi öz yaşamını olduğu kadar, döl vererek başkasının yaşamını üretmek, demek ki, artık bize çifte bir ilişki olarak görünür, bir yandan bir doğal ilişki olarak, öte yandan da bir toplumsal ilişki olarak —şu anlamda toplumsal ki, bununla, birçok bireyin, hangi koşullarda, ne tarzda ve ne amaçla olduğu önemli olmayan elbirliği anlaşılır. Bundan çıkan sonuca göre: bir üretim tarzı ya da belirli bir sanayi aşaması, sürekli olarak bir elbirliği tarzına veya belirli bir toplumsal aşamaya bağlıdır ve bu elbirliği tarzının kendisi bir ‘üretici güçtür’; gene bundan çıkan sonuca göre: insanlarca ulaşılabilir üretici güçler toplamı toplumsal durumu belirler ve dolayısıyla ‘insanlık tarihinin’, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile kesintisiz bağlantısı içinde incelenmesi ve ele alınması gerekir.” Tarihsel ve toplumsal gelişme içerisinde belli başlı noktaların vurgulanması önemlidir. Bunlardan biri ise işbölümüdür. Marks ve Engels Alman İdeolojisi’nde işbölümünü ve sonuçlarını şu şekilde ifade eder.

“Ve eni sonu, işbölümünün bize derhal ilk örneğini sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, şu halde, özel çıkar ile ortak çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek ki, faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insan kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren yabancı bir güç haline dönüşür. Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine

ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır -oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır. Toplumsal faaliyetin bu şekilde sabitleşmesi, kendi ürünümüzün, bize hükmeden, biçim denetimimizden kaçan, beklentilerimize karşı koyan, hesaplarımızı boşa çıkaran maddi bir güç halinde bu toplaşması, zamanımıza kadarki tarihsel gelişmenin belli başlı uğraklarından biridir.”

“Alt yapı üst yapıyı belirler”

Toplumsal gelişimi etkileyen birçok faktör sayılabilir. Coğrafi koşullar, nüfus yoğunluğu, üretim biçimi vb… Üretim biçiminin toplumsal gelişim içerisindeki rolü belirleyicidir. Toplumların gelişimi açısından belirleyici güç insanların ürünleri elde ediş biçimi, yani üretim biçimidir. Üretim biçimini belirleyen ise üretici güçler ve üretim ilişkileridir. Üretici güç; üretim aletleri ve üretimdeki insandır. Üretim ilişkileri ise bu süreçte insanların birbirleri ile kurduğu ilişkidir.

Bir toplumun üretim biçimi, toplumun sosyal, politik yapısını belirler. Bu olgu, “Alt yapı üst yapıyı belirler” şeklinde formüle edilmiştir. Alt yapı üretim biçimi, üst yapı hukuk, politika, kültürel vb. yaşamdır. Üretim biçimindeki değişiklik, üretici güçlerin gelişmesi ve üretim ilişkileriyle arasındaki uyumun bozulması sonucunda olur. Yeni üretim güçleri ve yeni üretim ilişkisi var olmak için eskinin yok olmasını beklemez, eskinin içinde doğar gelişir ve yerini alır. Bu, diyalektik açısından yadsımanın yadsımasını incelerken vurguladığımız sürecin toplumlar tarihindeki somutudur. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde, Marks, insan toplumuna ve tarihine uygulanan materyalizmin temel ilkelerinin tam bir formülasyonunu aşağıdaki sözlerle vermektedir:

“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir— hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu

37


dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. ... Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal ekonomik biçimlenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler”

Tarihsel materyalizmin kurucularına göre doğalında bizim bilimsel sosyalizmimize göre “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar”. Bizler tarihin öznesiyiz değiştirir ve dönüştürürüz. Bu savaşım içerisinde çabamız büyük çabaların ürünü olarak ortaya koyulmuş ideolojimizi özümseyebilmek ve bilincimize çıkarabilmek.

38

Marks’tan genel çizgileri ile alıntıladığımız kısmın içerisinde de vurgulandığı üzere 5 tane toplum biçimi var olmuştur. İlkel komünal toplum: Üretim araçları toplumun ortak mülkiyetindedir. Üretim ve paylaşım ilişkisi toplumsaldır, sömürü yoktur. Köleci toplum: Üretim araçları köle sahiplerinin özel mülkiyetindedir. Üretim ve paylaşım ilişkisi köle emeğinin sömürüsüne dayalıdır. Köleler köle sahiplerinin malıdır. Feodal toplum: Üretim araçları feodal beylere aittir. Köle emeği, yerini serf emeğinin sömürüsüne bırakır. Kapitalist toplum: Üretim araçları burjuvazinin özel mülkiyetindedir. Üretim işçi sınıfının emeğinin sömürüsüne dayalıdır. Sosyalist toplum: Üretim araçlarının mülkiyeti toplumsaldır. Emek sömürüsü ortadan kalkmıştır, herkes emeğine göre, giderek de ihtiyacına göre üretimden pay alır. Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasında tam bir uyum vardır. Tarihsel materyalizm açısından temel noktaları vurguladık. Yazı içerisinde birçok noktayı tercihen sınırlandırmak durumunda kaldık. Yazı dizisinin başında vurguladığımız üzere “girişken okura” seslenerek ve son sözü ise yine Marks ve Engels’e bırakıyoruz.

“Geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, en sonu bize şu sonuçları da verir:

1) Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makineler ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişki araçları doğar, ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak, kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan dışlanmış, ve zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf, toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır. 2) Belirli üretici güçlerden bazı koşullar içinde yararlanılabilir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullandır; bu sınıfın, sahip

olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci savaşım, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.

3) Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet tarzı değişmemiş kalıyordu ve yalnızca bu faaliyetin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim, bunun tersine, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelmiştir, çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.

4) Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.”

Tarihsel materyalizmin kurucularına göre doğalında bizim bilimsel sosyalizmimize göre; “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar.” Bizler tarihin öznesiyiz değiştirir ve dönüştürürüz. Bu savaşım içerisinde çabamız, büyük çabaların ürünü olarak ortaya koyulmuş ideolojimizi özümseyebilmek ve bilincimize çıkarabilmektir. Dünyayı değiştirme çabamızı kendimizi değiştirme çabamızla iç içe geçiren, devrimci pratiğimizi sağlamlaştıracak olan, mücadelenin zor dönemlerinde, tasfiyecilik yıllarında, soluğumuzu uzun süreli kılacak olan, Marksizm’i tüm bilimselliği ile kavrama çabası olacaktır. *Karl Marks, Alman İdeolojisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.