EG 124. sayı

Page 1



Kızıla boyanmış Mart’tan Mayıs’a baharın kavga ateşiyle sokağa, eyleme, mücadeleye! Sermaye düzenine karşı öfkemizin bilendiği, katliamlar ve mücadele tarihi ile anılan Mart ayındayız. 8 Mart’ın 100. yılında prangalarını parçalayarak yürüyen işçi ve emekçi kadınların yükselen sesiyle bahara girdik. 12 Mart Gazi, 16 Mart Beyazıt ve Halepçe katliamlarının yıldönümlerini geride bırakırken unutmadığımızı ve hesap soracağımızı haykırarak ilerliyoruz. Newroz ateşlerini bu sene süregiden baskı ve imhaya inat daha da harlayacağız. Ve Mart’ın 30’unda Kızıldere şahsında bir kez daha katliamcı sermaye düzenine karşı kavganın sürdüğünü göstereceğiz. Mart’tan Mayıs’a yürürken gençlik mücadelesinin dinamiklerini ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Gençliğin karşı karşıya bulunduğu ve her geçen gün artan sorunlara karşı bahar dönemini en iyi şekilde değerlendirmek sorumluluğuyla hareket ediyoruz. Bu açıdan sınıf hareketinin oluşturduğu atmosfer, önemli bir olanak olarak karşımızda duruyor. Türkiye’de ve dünyada süregiden grev ve direnişler hızla duyarlı gençlik kitlelerinin ilgi odağına dönüşüyor. Özellikle TEKEL direnişi tüm toplumsal kesimleri taraflaştırmış ve harekete geçirmiştir. TEKEL direnişi aynı şekilde gençliğin de gözünü diktiği, sınıfa olan güvenini tazelediği bir süreçtir. Sınıf mücadelesinin politik ve moral kazanımlarından da aldığı güçle gençlik, karşı karşıya kaldığı saldırılara ve kapitalist sömürü düzenine karşı mücadeleyi büyüterek bugünden 1 Mayıs’a hazırlanmalıdır. İşçi ve emekçiler sömürü ve hak gasplarına karşı yürünmesi gereken yolu gösteriyor! Kapitalizm krizinden çıkış yolları ararken gençliği ekonomik, sosyal, kültürel çok yönlü saldırılarla kuşatma altında tutuyor. Sermaye iktidarı gündemde tuttuğu saldırı dalgasıyla gençliği biraz daha yıldırmayı, mücadeleyi biraz daha pasifize etmeyi amaçlıyor. Bugün düzenin bu yönlü hamlelerini boşa düşürebilmek, gençliğin önündeki en temel sorunlardan biridir. Gençlik hareketinin, kuşatmayı yarıp saldırı dalgasını püskürtebilmesi, sınıf ve emekçi kitle hareketinin gidişatıyla da yakından alakalıdır. TEKEL’in de yarattığı atmosfer sayesinde yeni bir canlanma dönemiyle karşı karşıyayız. Krizin sonuçlarına karşı mücadeleyi seçen işçi ve emekçiler işgal, grev ve direnişlerle kapitalist sömürüye boyun eğmediklerini gösteriyorlar. Türkiye özeline baktığımızda da başta TEKEL direnişi olmak üzere birçok sanayi havzasından yükseltilen mücadele ile baharın kavga ateşiyle ısınacağı bugünden görülüyor. Ocak-Şubat aylarının ısınmasında muazzam bir rol oynayan TEKEL direnişi, bir adım daha ileriye sıçrayacakken sendikal bürokrasiye takıldı. Devletin ve sendikal bürokrasinin ayak oyunlarıyla birlikte direniş alanı boşaltıldı. Ama TEKEL işçileri mücadelede ısrarlı olduklarını döndükleri illerde gerçekleştirdikleri eylemlerle gösteriyorlar. Sendikal bürokrasinin eylemi bitirme manevrasının bir parçası olarak aldığı 1 Nisan ve 26 Mayıs kararları, bu koşullarda çok daha önemli hale geliyor. Bilindiği gibi 1 Nisan’da temsilen 1000 TEKEL işçisi Ankara’da olacak. 26 Mayıs’ta ise “genel iş bırakma eylemi” yapılacak. 26 Mayıs’a tabandan gerçek bir hazırlığı ve “Genel grev genel direniş” çağrısıyla yüklenmeyi, ilkin 1 Nisan’ın bürokrasinin denetiminden kurtarılarak gerçek bir kitlesel eylem gününe dönüştürülmesi, ardından da 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel, devrimci bir temelde bu çağrıya bağlanarak örgütlenmesi sağlayabilir.

TEKEL işçilerinin 4/C ve işsizlik tartışmaları üzerinden “Geleceksiz yaşam-güvencesiz çalışma” sorununu yeniden tüm işçi ve emekçilerin gündemine taşımış olması, sürecin örülmesinde önemli bir ortaklaşma ve birlikte hareket etme zeminidir. Aynı şekilde direnişin politik ve moral kazanımlarının toplumdaki tüm mücadele dinamiklerine maledilmesinin de yolunu açmıştır. Bu, gençliğin sürecin örülmesinde ve gerçekleşecek eylemlerde militan ve kitlesel bir şekilde yer alması için önemli bir olanaktır. Keza bu dönem, sözkonusu eylem sürecinin de etkisiyle bir yandan gençliğin bellibaşlı gündemlerinin geniş yığınlara taşınabileceği, diğer yandan gençliğin sınıfla bağını geliştirebileceği bir süreçtir. Artan baskı ve saldırılarla, gençlik mücadelesinin dizginlenmesi hedeflenmektedir! Dünyanın dört bir yanında krizin faturasını kabul etmeyen işçi ve emekçiler ile Avrupa’da sosyal yıkım saldırılarına ve geleceksizliğe işgallerle yanıt veren gençlik, yürünmesi gereken yolu açıkça gösteriyor. Türkiye’de ise gençliğin tepkisinin yeterince eylemliliğe dökülebildiğini söylemek mümkün değil. Ekonomik saldırıların ve baskıcı uygulamaların gençlik açısından da en yoğun yaşandığı ülke olmasına rağmen bu böyle. Eğitim yılı başlarken %500’lere varan harç zammının telaffuz edilebilmesinin, sonrasında püskürtülse de bir karar olarak açıklanmasının nedeni son yıllardaki durağanlıktı. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısının üniversitelerde pervasızca uygulanması ise gençlik hareketinin mevcut tablosu üzerine sermayenin keyfiliğinin vardığı en uç boyutu gösteriyor. Harç zamları süreciyle gençlik hareketinin içinde bulunduğu durağanlık biraz kırılmış olsa da gerçek anlamda silkelenip kalkmış bir gençlik mücadelesinden bahsedemeyiz. Harçlardan ulaşıma, yemekhaneden yurtlara sürekli gelen zamlarla öğrenci gençliğin yaşadığı ekonomik sıkıntılar katlanarak büyüyor. Eğitim

26 Mayıs’a tabandan gerçek bir hazırlığı ve “Genel grev genel direniş” çağrısıyla yüklenmeyi, ilkin 1 Nisan’ın bürokrasinin denetiminden kurtarılarak gerçek bir kitlesel eylem gününe dönüştürülmesi, ardından da 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel, devrimci bir temelde bu çağrıya bağlanarak örgütlenmesi sağlayabilir.

3


Genç komünistler bahar döneminde, sınıf devrimciliğinin gençlik içerisindeki temsilcisi olmanın getirdiği sorumlulukla güne yüklenmedirler. Bu süreçte genç komünistler çubuğu kendilerine bükmeyi, eksiklikleriyle hesaplaşmayı da başarmalıdırlar.

4

alanını temel bir kâr alanı olarak gören sermaye, başta paralı eğitim uygulamaları olmak üzere ticarileştirme adımlarını hızlandırıyor. Ticarileşmenin geldiği boyutla birlikte işçi-emekçi çocuklarının eğitim “hakkı” göz göre göre gasp ediliyor. Krizle birlikte artan işsizlik ise üniversiteden mezun olduktan sonra gençliğin karşı karşıya kalacağı tabloyu bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Gençlik kapitalizmin girdaplarına çekilerek karanlık bir geleceğe sürükleniyor. Öte yandan kapitalizmin krizini de atlatmanın bir yolu olarak sermaye, emperyalist işgal ve savaşların gölgesindeki toprakları genişletiyor. Yeni saldırı planlarıyla başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yerinde halklar, emperyalist savaşların gölgesinde açlığa ve yoksulluğa sürükleniyor. Türkiye’deki sermaye iktidarı da emperyalistler açısından önemli bir üs olmasının sorumluluğuyla hizmetlerine devam ediyor. Yeni dönemde Ortadoğu ve Kafkaslarda etkin taşeronluk-uşaklık koşulu olarak öne sürülen adımlar, sermaye iktidarının emperyalistlere hizmet aşkının bir göstergesi olarak atılmaya çalışılıyor. Emperyalist politikalarla uyumlu hale gelmenin önünde engel oluşturan sorunlardaki (Kürt sorunu, Ermeni meselesi, Kıbrıs vb.) gelişmeler bu çerçevede bir anlam taşıyor. Şüphesiz bu adımlar içinde son bir yıldır en çok öne çıkanı “Kürt açılımı” idi. Kürt halkının mücadelesini bitirmek, silahlı Kürt direnişini tasfiye etmek amacı açıkça dillendirilen “açılım” safsatası daha ilk evrelerinde Kürt halkının militan eylemlerine çarptı. Direnç gösterilmesi karşısında azgınca saldırıları yoğunlaştıran AKP şahsında düzen ve devletin gerçek yüzü yeniden teşhir oldu. Ev ve yurt baskınlarından DTP’nin kapatılmasına, gözaltı ve tutuklamalardan Kürdistan dağlarının bombalanmasına kadar yoğun saldırılarla imha ve inkar politikaları tam hız sürüyor. Bu arada “açılım” Avrupa’da da yansımalarını buluyor. Belçika’da Roj TV binası da dahil 25 kuruma eş zamanlı baskın yapılması, gözaltı ve tutuklamalar bu yansımaların sadece bir kısmı… Diğer yandan sermayenin kendi içi iktidar ve rant kavgası da sürüp gidiyor. Rejim krizi olarak süregelen çekişmenin son halkası Balyoz Operasyonu oldu. Elbette sermaye güçleri, düzenin selameti açısından bunu gündem saptırmanın ve toplumu sahte kamplar etrafında taraflaştırmanın aracına çevirmeye çabalıyorlar. Gençliğin düzenin gerici kliklerine yedeklenmesi, bu çabanın en can alıcı boyutlarından birini oluşturuyor. Özcesi bir yanda işçi ve emekçilere dönük saldırılar, bir yanda grev ve direnişler gündemdeyken bir kez daha işçiler, emekçiler ve gençlik kendi sorunlarına ve mücadelesine yabancılaştırılmaya çalışılıyor.

Tüm bunların üzerine gençlik, suskunluğun karanlığına hapsedilmek isteniyor. Siyaset hakkı elinden alınarak sürüleştirilme dayatılıyor. Bu uğurda üniversite gençlik mücadelesine karşı son yıllarda en çok kullanılan saldırı silahı soruşturma ve cezalardır. Üniversiteleri suskunluğun kalelerine dönüştürmek için, üniversitelerde atılan her adıma soruşturma açılıyor, öğrenciler cezalarla üniversitelerin dışına itiliyor. O yüzden soruşturma ve ceza terörü gençliğin yüklenmesi gereken en temel gündem olarak karşımızda duruyor. Öyle ki bu sorun çalışmanın temel bir gündemi haline getirilmediği takdirde karşımızdaki tüm gündemler de işlenemez hale geliyor. Soruşturma ve ceza terörünü bir yerden püskürmenin, demek oluyor ki okullarda siyaset hakkının kazanılmasının yolu, gençliğin karşısındaki saldırıları mücadele gündemlerine dönüştürürken bu gerçeği bir an akıldan çıkarmamaktan geçiyor. Mücadeleyi ilmek ilmek örmek için ısrar ve irade ile yol yürünmelidir! Açıktır ki soruşturma-cezalar, faşist saldırılar, polisÖGB terörü, disiplin yönetmelikleri vb. ile dizginlenmeye çalışılan gençliğin mücadelesidir. Bu ablukayı parçalamanın yolu, 1 Mayıs’tan 26 Mayıs’a 2010 baharını soruşturma-ceza terörüne, ticari eğitime, geleceksizliğe karşı bir sürece dönüştürmekten geçmektedir. Her şeye rağmen gençlik hareketi, sınıfla kuracağı bağlar ve sınıf hareketinden aldığı dinamizmle hak arama mücadelesinde bir çıkış yaratabilmenin koşullarına her zamankinden daha yakındır. Bu bahar döneminde mücadeleyi ilmek ilmek örmek için gençlik ilk elden karşısındaki baskı ve yasak cenderesini parçalamayı, mücadele dinamiklerini sindirmeye çalışan her türlü uygulamayı püskürtmeyi hedefleyen bir bakışla hareket etmelidir. Burada süreci göğüsleme noktasında gençlik örgütlerine fazlasıyla görev düştüğünün altını çizmeden geçemeyeceğiz. Hareketin gerileyen tablosunda temel paylardan birini, gençliğin gündemlerine ve gençlik mücadelesinin alanlarına yabancılaşmış gençlik örgütleri gerçeği oluşturmaktadır. Bu süreçte ataletten kurtularak, gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci hareketini yükseltme sorumluluğunu omuzlamak, solda yer alan tüm gençlik örgütlenmelerinin ertelenemez görevidir. Genç komünistler bahar döneminde, sınıf devrimciliğinin gençlik içerisindeki temsilcisi olmanın getirdiği sorumlulukla güne yüklenmedirler. Bu süreçte genç komünistler çubuğu kendilerine bükmeyi, eksiklikleriyle hesaplaşmayı da başarmalıdırlar. Eksikliklerimizi aştığımızda, ısrar ve irade ile güne yüklendiğimizde gençliği geleceğe kazanma yolunda bir adım daha atmış olacağız.



İstanbul’da soruşturma ve cezalara karşı “Eğitim Hakkı İnisiyatifi” kuruldu!

2009-2010 öğretim yılının başından beri artan soruşturma-ceza terörüne karşı İstanbul’da üniversite öğrencileri Eğitim Hakkı İnisiyatifi’ni kurdular. 2009-2010 eğitim yılının ilk dönemi İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde soruşturma ve ceza terörü ile sonlanmıştı. Ara tatilde Ekim Gençliği’nin çağrısıyla İstanbul merkezli siyasetler toplantısı alınmaya başlandı. Gerçekleştirilen toplantılarda soruşturma ve ceza terörüne karşı neden ortak bir çalışmaya ihtiyaç olduğu ve bu çalışmanın kapsamının ne olması gerektiği tartışıldı. Bu çerçevede bugün soruşturma ve ceza terörünü geri püskürtebilmenin üniversitede faaliyet yürütebilmenin teminatı olması açısından yaşamsal olduğu vurgulandı. Soruşturma ve cezalara karşı yürütülecek çalışmaların bağımsız, soruşturma-ceza teröründen etkilenmemiş öğrencilerin ilgisini çekmeyeceği tartışması üzerine ise soruşturma ve cezalara karşı yapılacak çalışmalarda öncelikle öğrencilerin neden bu saldırılara maruz kaldığının iyi ifade edilmesi ve yapılan çalışmaların güncel konularla birlikte işlenmesi gerektiği vurgulandı. Bizlere bugün TEKEL işçilerinin özlük hakları için gösterdikleri direnişin örnek olması gerektiği, birleşik bir mücadele ile soruşturma ve ceza terörüne karşı TEKEL işçileri gibi direnebilme iradesini göstermemiz gerektiği söylendi. Siyasetlerin yaptığı toplantılarda bu sürecin en geniş bileşenle birlikte örülmesi gerektiği önerisiyle birlikte sürecin açık toplantılarla yürütülmesine karar verildi. Ara tatilde olunmasına rağmen soruşturma, ceza terörünün yaşandığı Marmara Üniversitesi’nden öğrencilerin, İTÜ Maçka Öğrencileri’nin, YTÜ Öğrencileri’nin katıldığı toplantılar gerçekleştirildi. İTÜ Maçka Kampüsü’nde hazırlık öğrencileri yemekhane gibi güncel sorunlarına karşı oluşturdukları birlikteliği, yapılan yemekhane kampanyasının ardından TEKEL ve soruşturma terörü gündemleri ile devam ettirdikleri çalışmaları Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nin parçasına dönüştürdüler. YTÜ’de 2009-2010 eğitim yılının başından beri yoğun olarak yaşanan soruşturma ve ceza terörüne karşı oluşturulan YTÜ Öğrencileri’nin Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nin toplantılarına katılmaları tartışmaların canlı geçmesine ve deneyimlerin paylaşılmasına olanak sağladı. Marmara Üniversitesi’nden öğrenciler ise yaşadıkları faşist saldırılara karşı bir birlikteliğin oluştuğunu, ancak bu birlikteliğin saldırıları geri püskürtme sürecine sıkıştığını, ileriye taşınmadığını aktardılar. Açık toplantılarda siyasetlerin aksine örgütsüz öğrenciler konuyu sahiplendiklerini belirttiler ve tek başlarına da olsa bir çalışma yürütmekte kararlı olduklarını ifade ederek çalışmaya aktif bir şekilde katıldılar. Açık toplantılarda gerçekleştirilen tartışmalar sonucunda soruşturma ve ceza terörünün geri püskürtülebilmesi noktasında birleşik bir mücadele verilmesi gerektiği konusunda ortaklaşıldı. Somut kazanımlar elde edebilme noktasında hukuki süreçlerin yanında asli olarak güçlü bir kamuoyu yaratabilmenin gerekliliği tartışıldı. Bu noktada meslek odalarının, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, aydınların taraflaştırılabilmesinin önemi üzerinde duruldu. Çalışma ile ilgili somut önerilerde ise ortak bir basın açıklaması ile oluşturulan birlikteliğin deklare edilmesi, bunun ardından ise geçtiğimiz sene YTÜ’de ceza terörü ile kapıda kalan öğrencilerin gerçekleştirdikleri Alternatif Üniversite benzeri kurguların İstanbul’daki üniversiteleri gezecek şekilde

kurgulanabileceği kararlaştırıldı. Üniversitelerde yürütülecek faaliyetlerde ortak bir araç olarak ise fanzin şeklinde kurgulanacak bir yayın belirlendi. Fanzinin soruşturma-ceza sürecini, baskı ve yasakları ele alan bir materyal olabileciği, ayrıca yerellerde yürütülen çalışmalar kapsamında yerellerin kendi fanzin vb. araçlarını da geliştirilebileceği kararlaştırıldı. Çalışmanın kapsamı ve kullanılacak araçlar ana hatları ile belirlendikten sonra birlikteliğin ismi üzerine tartışmalar yürütüldü. Yapılan tartışmalarda “Üniversite Öğrencileri” gibi genel bir başlığın yerine birlikteliğin amacını yansıtan bir ismin tercih edilmesinin daha doğru olacağı belirtildi. İlk aşamada önerilen “Soruşturma ve Ceza Karşıtı Platform” ismi üzerine bu birlikteliğin sadece soruşturma ve cezalara karşı değil, başta eğitimin ticarileştirilmesi olmak üzere yaşadığımız tüm sorunlara karşı bir birliktelik olduğunun öne çıkarılması gerektiğinde ortaklaşıldı. Bu çerçevede birlikteliğin ismi “Eğitim Hakkı İnisiyatifi” olarak belirlendi. Fanzinin her sayısında da gündemine göre bir başlık belirlemesi kararlaştırıldı. İlk fanzinin başlığı “Eğitim Hakkı İnisiyatifi: Soruşturma ve Cezalara Karşı TEK‘EL’ Olalım!” şeklinde belirlendi. Fanzinin içeriği ile ilgili yapılan tartışmalar sonucunda 4 konu başlığı saptandı. Maçka Öğrencileri “İki ayı aşkındır direnen TEKEL işçilerine bin selam!” başlıklı bir yazı, YTÜ’den bir öğrenci “Dikkat! “Düşünce” ve “ifade” özgürdür!” başlıklı bir yazı, Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsü’nden bir öğrenci “Psikolojiyi bozmak üzerine tasarlanmış bir harekat planı” başlıklı yazıları hazırladılar. Ayrıca Eğitim Hakkı İnisiyatifi adına 2010 yılında soruşturma ve cezaların tablosunu veren bir yazı hazırlandı. Eğitim Hakkı İnisiyatifi olarak üniversitelerde “Soruşturmalarcezalar geri çekilsin! Eğitim hakkımız engellenmez!” şiarlı bildiriler ve fanzin yaygın bir şekilde kullanılmaya çalışıldı. 3 Mart Çarşamba günü de Eğitim Hakkı İnisiyatifi, cezaların uygulandığı, kapının önünde direnişin sürdüğü YTÜ’de ilk eylemini gerçekleştirdi. YTÜ ana giriş kapısı önünde bir araya gelen öğrenciler basın açıklaması ile sürece dair ilk sözlerini söylediler. Basın açıklamasının ardından yapılan forumla süreç üzerine sohbet edildi. Eğitim Hakkı İnisiyatifi, “… bulunduğumuz üniversitelerde mücadeleyi büyüteceğiz. Sesimizi boğamayacaklar!” diyerek bu süreçteki gelişmelere eylemlerle, cezalara direnişlerle yanıt verme hedefiyle hareket edecek. İstanbul Ekim Gençliği


İstanbul’da soruşturma-ceza terörüne karşı sürdürülen tartışmalardan yansıyanlar… Türkiye’nin birçok üniversitesinde öğrencilere dönük soruşturma ve ceza terörü artarak sürüyor. Bu saldırıları püskürtmek için İstanbul cephesinden atılmaya çalışılan adımlar sırasında gençlik örgütlerinin gerçekliğini ve hareketi yükseltme noktasındaki iddialarını bir kez daha görmüş olduk. İstanbul’da yürütülen toplantılara TKP, Gençlik Muhalefeti, Gençlik Federasyonu, DGH, SGD, DGB, Kaldıraç, TÜM-İGD, DPG katıldı. Bu bileşenlerden bir tek Kaldıraç hala sürecin merkezi noktada bir parçası olarak hareket etmektedir. İlk toplantıda TKP temsilcisi, soruşturmaların kendilerinin de gündemi olduğunu ifade ederek, bu sürece dair kendilerinin bir çalışması olduğunu söyledi. Ortak çalışma yürütmeyi düşünmediklerini belirtti. TKP’li Öğrenciler, sorunu kendinden menkul gören bu yaklaşımından kaynaklı daha sonraki toplantıları takip etmedi. SGD, geldiği iki toplantıda bu sürecin örgütleyicisi olacaklarını ifade etmesine rağmen, daha sonraki hiçbir toplantıya katılmadı. Tartışmalara katılan gençlik örgütleri soruşturma ve ceza saldırısının önemli olduğunu, birçok üniversitede karşımıza çıktığını belirterek bu saldırıya karşı ortak mücadelenin önemi noktasında hemfikir olduklarını belirttiler. Ne var ki bu yönlü konuşmaların ardı sıra toplantılar sürecinden teker teker ayrıldılar. Bu ayrılmaların bir kısmı siyasetler toplantıları aşamasında, bir kısmı da siyasetler toplantısında alınan kararla birlikte açık toplantılara dönüştürülmesinin hemen ardından gerçekleşti. Gençlik Muhalefeti, Gençlik Federasyonu ve TÜM-İGD’nin, Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nin parçası olan YTÜ Öğrencileri ve Maçka Öğrencileri çalışmaları üzerinden temas noktalarının devam ettiğini söyleyebiliriz. Ama bu pratik de gençlik örgütleri tarafından saldırının boyutunun anlaşılmadığını göstermektedir. Süreçten ayrılan siyasetler bu gündemin önemli olmasıyla birlikte başka gündemleri olduğuna dair açıklamalarda bulundular ya da iç gündemleri olduğunu ifade ederek ayrılmak yolunu tuttular. Çoğunun ifade ettiği, o süreçte gündeme oturmuş olan TEKEL direnişine yoğunlaştıklarıydı. Oysa gençlik cephesinde TEKEL direnişine gerçek bir yoğunlaşmanın yolu dahi, suskunluk kamplarına dönüştürülen üniversitelerdeki soruşturma-uzaklaştırma terörüne karşı mücadeleyle dolaysız bir şekilde kesişmekteydi. Bu ikincisini hedefe koymadan herhangi bir konuda, gündemde, sorunda bir yoğunlaşmadan söz edilmesinin gerçekte bir önemi yoktur. Zira herhangi bir konuda doğru düzgün bir siyasal çalışma ve etkinlik, dosdoğru soruşturma-uzaklaştırma duvarına çarpmaktadır. Herhangi bir konudaki çalışmanın sınırları da bu saldırıyla mücadelenin ne oranda göze alınıp alınmadığı ya da yürütülüp yürütülmediği tarafından belirlenmektedir. Şüphesiz TEKEL Direnişi gündeme girdiğinden itibaren genç komünistlerin doğal olarak üzerinde büyük bir hassasiyetle durdukları ve yoğunlaştıkları bir gelişme oldu. Fakat onların bu konudaki çalışması, soruşturma-uzaklaştırma saldırısına karşı mücadelelerinin düzlediği en geniş sınırlarda yürütülmeye çalışıldı. Başkaları gibi “yoğunlaşıyoruz” deyip, soruşturma-uzaklaştırma sopasının çizdiği sınırlarda bir şeyler yapmayı işten saymadılar. Yapılabilecekleri en geniş haliyle hayata geçirmeye çalıştılar. Soruşturma-uzaklaştırma konusunda ortak bir sürecin örülmesinde de üniversitelerdeki örgütsüz öğrenciler (soruşturmalara maruz kalmış olsun ya da olmasın) birçok örgütten daha ileri bir tutum ortaya koymuşlardır. Bu bile aslında sorunun sadece sınırlı bir azınlığın sorunu olmadığını ve örgütsüz ileri kesimler tarafından bile sahiplenilen bir çalışma olduğunu da göstermiştir. Bu dönemle birlikte İstanbul’da başlatılan süreç gençlik hareketindeki öznelerin gerçeklikleriyle bir kez daha yüzleştirmiştir. Bugün gençlik hareketinin en büyük sorunlarından biri mevcut parçalı tablodur. Sermayenin çok yönlü saldırıları artmakta ve son döneme baktığımızda yoğunlaşan sorunların karşısında ısrarlı, kararlı ve birleşik bir zeminde ilerleyen mücadele perspektifi oluşturulamamaktadır. Yaşanan saldırılar karşısında dağınık ve parçalı tablonun devam etmesi her geçen dönem hareketin daha gerilediği bir durumu ortaya koymaktadır. Saldırılar karşısında bir bütün olarak davranılamadığından refleks oluşturma, geriye püskürtme iradesiyle hareket etmekten fersah

fersah uzaklaşılmıştır. Ve gençlik içindeki özneler birlikte hareket etme yetisini kaybettiğinden, sermayenin, karşısında paramparça duran bir gençliğe dönük saldırıları sürekli artış halindedir. Bu süreçte anlaşılması zor bir yaklaşım da Eğitim-Sen’den gelmiştir. Kendi payımıza soruşturma-ceza süreçlerinde Eğitim-Sen ile ortak hareket etme noktasında çaba sarf ettik. Bu sene soruşturma ve ceza alan akademisyenlerin de olmasından dolayı, bu sorunla doğrudan da muhatap olan öğretim görevlileriyle ortak bir süreç örme önerimizi sunduk. Ama Eğitim-Sen, ortak iş yapma noktasında ısrarla mesafeli durmanın yanısıra bu dönem gerçekleşen eyleme desteğe bile katılım göstermedi. EğitimSen ve Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği olarak bu konuya dair kendi başlarına bir açıklama yapmayı tercih ettiklerini bildirdiler. Sermaye, bilimsel ve teknolojik gelişme bakımından arka bahçesine dönüştürdüğü üniversitelerden devrimci siyaseti, ilerici görüşleri dışarı iterek, tek bir sesin, sermayenin sesinin yükselmesini istemektedir. Bunu kırabilmenin tek yolu, ısrarlı ve iradeli bir şekilde üniversitelerin içerisinde faaliyete devam etmek ve en geniş birliktelikle yol yürüyebilmektir.

Soruşturma ve ceza terörüne karşı birleşik bir mücadele hattı yakıcı bir ihtiyaçtır! Burada toplantılarda da ifade ettiğimiz bir noktayı vurgulamak istiyoruz. Bizler gençlik örgütleri olarak, gençlik hareketini ileriye taşımak, gençliğin gündemleriyle veya toplumsal gündemlerle geniş gençlik yığınlarını buluşturmak, gençliği örgütlemek hedefiyle hareket ediyorsak bu iddiaya uygun bir şekilde davranmalıyız. Soruşturma ve ceza terörü bugün gençlik mücadelesinin geriletilmesini ve devrimci faaliyetin engellenmesini hedeflemektedir. Devrimci-demokrat-yurtsever öğrencileri üniversitelerin dışında bırakarak, öğrenci kitlesiyle kurulan bağın zayıflaması istenmektedir. Bugün bu saldırının hedefi bu kadar açıkken bu saldırıyı boşa düşürmenin temel bir ihtiyaç olduğu gün gibi ortadayken gençlik örgütlerinin yeterince çaba sarf etmemesi düşündürücüdür. Bu saldırının kapsamının, arka planının anlaşılmadığını göstermektedir. “Öncelikli” gündemlerimizin her birini işlemek için öncelikle bu saldırı karşısında durabilmek gerekmektedir. Bu sorun sadece birkaç devrimci öğrencinin YÖK’ten atılması, okuldan uzaklaştırılması değildir. Bu saldırı mücadelenin toplamınadır, gençliğin taleplerinedir, buradan doğru da geniş gençlik kesiminedir. Ve bizler bilmeliyiz ki tüm “öncelikli” gündemlerimizin önüne soruşturma ve cezalar birer set çekmektedir. Daha önceki yıllarda ortaya çıkan tablo İstanbul cephesinden hala aynıdır. Devletin bu yönlü saldırısı her geçen gün yoğunlaşırken görülmektedir ki saldırı ya da yarattığı sonuçlar aslında kanıksanmıştır. Bundan dolayı da hareketsiz kalmak olağan gelmektedir. Bu saldırı sadece İstanbul’u kesen bir sorun da değildir. Türkiye’nin birçok üniversitesinde bu saldırı temel bir gündemdir. Bu noktada merkezi bir hat belirlemek acil bir ihtiyaçken sorunun üzerinden atlanmaktadır. Karşımızdaki bu saldırıya karşı topyekün hareket edilmeli, üniversitelerde yürüyen çalışmalar il merkezli bir kampanya ile sürdürülmelidir. Yanısıra İstanbul’da yürüyen çalışmanın farklı illerde süren soruşturma-ceza karşıtı çalışmalarla bağ kurması da önemli bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Bu birlikteliğin sınırları sadece gençlik örgütlerinin yan yana gelmesi ya da öğrenci gençliğin sınırlarında bir muhalefet de değildir. Toplumun birçok kesimi bu gündem ekseninde taraflaştırılabilmeli, tutumunu ortaya koyması sağlanmalı, yürütülen çalışmanın aktif parçası olarak hareket ettirilebilmelidir. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısının gençlik hareketini savurduğu vahim tabloda, işin bu yanı çok daha yaşamsal bir önem kazanmıştır. Buradan bir kez daha gençlik hareketini yükseltme ve sermayenin saldırılarını püskürtme iddiası taşıyan gençlik örgütlerini soruşturma ve ceza terörüne karşı mücadeleyi omuzlamaya çağırıyoruz!

İstanbul Ekim Gençliği


Kocaeli Üniversitesi’nde soruşturma karşıtı mücadele...

Soruşturma Karşıtı Platform kuruldu!

Bizler ise bulunduğumuz her alanda sermaye düzeninin bu ablukasını yarmayı, siyaset yapma yasağını püskürtmeyi sağlayacak bir mücadele örgütlemeye çalıştık, çalışıyoruz. Düzenin ehlileştirme saldırısına teslim olmayacak, eğitim ve siyaset yapma hakkımızdan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz.

Bilindiği üzere ilk dönem pek çok üniversitede azgın bir soruşturma terörü estirildi. Kocaeli Üniversitesi de bu terörden nasibini alan okullardan birisi. Üniversitemizde geçen dönem 68 kişiye 4 ayrı eylemden soruşturma açıldı. 6-7 Ekim IMF toplantılarının olduğu dönemde Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün okulumuzu ziyareti sırasında yapılan protesto eyleminden sonra pek çok öğrenciye soruşturma açıldı. Sonrasında yine emperyalizmin bir başka uşağı TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu öğrencilerin protestolarına maruz kaldı ve yine pek çok öğrenciye, bu eylem bahane edilerek soruşturma aldı. Bunların yanında TEKEL işçisine destek amaçlı yapılan eylemden ve Diyarbakır’da katledilen Aydın Erdem için yapılan yürüyüşten sonra da soruşturma terörü sürdürüldü. Yani anlayacağınız emperyalizmin yerli işbirlikçilerini protesto etmek, direnen işçilere destek olmak veya katledilen bir arkadaşımızı anmak, KOÜ’de soruşturma almak için yeterli sebepler oldu. İkinci dönemin başlamasıyla birlikte devrimci ve ilerici gençlik örgütlerine Ekim Gençliği olarak soruşturmaları teşhir eden bir pratik süreç örme çağrısı yaptık. Ancak yapılan ilk toplantıya Ekim Gençliği, Gençlik Derneği, SGDF, DGH, EHP Gençliği, Kurtuluş Yolunda DEV-GENÇ ve İKP Gençliği katıldı. Alandaki diğer çevreleri de katabilmek için bu sefer ortak bir çağrı daha gerçekleştirildi. Yine aynı kurumların katıldığı ikinci toplantıdan bir platform kurarak soruşturmalara karşı tez elden bir süreç örülmesi gerektiği kararı çıktı. Oluşturulan Soruşturma Karşıtı Platform bir deklarasyon yayınlayarak tekrar gençlik gruplarını dahil etmek, muhalefeti genişletmek için bir kez daha gitti. Emek Gençliği bu çağrıya soruşturma alanların çoğunun kendileri olduğu, bu türlü bir çalışmanın kendileri üzerinden yürümesi gerektiği şeklindeki dar grupçu yaklaşımını ortaya koydu. Öğrenci Kollektifleri çağrının değerlendirilip, geri dönüleceğini söylemesine rağmen son yaklaşımını belirtmedi. DYG-M ise, olumlu yaklaştığını söylemesine rağmen Gençlik Derneği ve Ekim Gençliği olduğu takdirde platformda yer almayacaklarını dile getirdi. Kurulan Soruşturma Karşıtı Platform, okulun içerisinde yapılacak olan basın açıklaması öncesinde, iki gün yoğun bir şekilde soruşturma terörünü teşhir eden, “Soruşturmalara hayır, özerk demokratik üniversite istiyoruz!” şiarlı bildirilerin dağıtımını yaptı ve eylemin çağrısını yapan afişler kullandı. Her faaliyette yoğun ajitasyon çalışması ile öğrencilere soruşturma terörü teşhir edildi. Ayrıca çalışmalar Anıt Park Yerleşkesi’ne de taşındı. Platformun faaliyetini terörize etmeye çalışan ÖGB’lerin bu tutumu her defasında boşa düşürüldü. Yaklaşık 50 kişiden oluşan kitle sloganlarla yürümeye başladı, sayı az olmasına rağmen sloganlar ve ajitasyonlar coşkuyla seslendirildi. Bu

arada İktisat Fakültesi’nin önüne gelindiğinde ÖGB daha fazla ilerleyemeyeceğimizi ve basın açıklamasını burada yapmamız gerektiğini söyledi. Kuşkusuz sayının azlığı da böyle bir tutum almalarında etkili oldu. Biz ise rektörlük önüne yürümekte kararlı olduğumuzu belirterek ÖGB’nin kurduğu barikata yüklendik. Böylece barikat yarıldı ve kitle hareketinde niteliğin de en az nicelik kadar önemli olduğu bir kere daha kanıtlandı. Sonrasında basın açıklaması rektörlüğün önünde yapılarak eylem halaylar eşliğinde bitirildi. Eylem sonrasında platform bileşenleri bir değerlendirme toplantısı gerçekleştirdi. Toplantıda eylemin ön çalışmasında birkaç yapı dışında diğer bileşenlerin çalışmalara dahi gelmediği, üstlerine düşen sorumlulukları yerine getirmediği vb. şeklinde eleştiri-özeleştiri ortamı yaratıldı. Ardından, Kurtuluş Yolunda DEV-GENÇ platform bileşenlerinin daha geniş tutulamaması ve soruşturma teröründen daha yakıcı gündemlerin olduğunu vb. söyleyerek platformdan çekildiğini bildirdi. KOÜ Soruşturma Karşıtı Platform yönetimin anti-demokratik uygulamalarına ve soruşturma terörüne dair çalışmalarını sürdürmesi gerekliliğinde bir karar aldı. Soruşturma terörüne karşı verilecek birleşik mücadele gençlik gruplarının okulun içerisinde de en genel anlamıyla eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim hakkına sahip çıkmak, mücadelesini yürütmek anlamına geliyor Ekim Gençliği’ne göre. Eğitim hakkımıza ve siyaset yapabilme hakkımıza yapılan saldırı, devrimci ve ilerici örgütleri ehlileştirme saldırısıdır. Yazık ki YÖK düzeni bu saldırıda epeyce başarı kazanmış bulunuyor. Gençlik içindeki birçok grup herhangi bir çalışma yürütmeyi planladığında, pratiğini soruşturmauzaklaştırma sopasına göre ayarlıyor. Bir kısmı ise bu sopanın korkusuyla kılını dahi kıpırdatamaz durumda bulunuyor. Bizler ise bulunduğumuz her alanda sermaye düzeninin bu ablukasını yarmayı, siyaset yapma yasağını püskürtmeyi sağlayacak bir mücadele örgütlemeye çalıştık, çalışıyoruz. Düzenin ehlileştirme saldırısına teslim olmayacak, eğitim ve siyaset yapma hakkımızdan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz. Kocaeli Ekim Gençliği


Anadolu ve Osmangazi Üniversiteleri’ndeki soruşturma terörüne ve baskıcı uygulamalara karşı:

Bedel ödeyerek kazandığımız alanlarımızı bedel ödeterek koruyacağız! Gençliğin kampüslerdeki devrimci faaliyetini ve siyasi mücadelesini engellemek için birçok üniversitede devreye sokulan soruşturma terörü Eskişehir’de de yeni dönemin başlamasıyla birlikte kapsamlı bir saldırıya dönüştürüldü. Soruşturmaları zaman geçmeden sonuçlandıran Osmangazi Üniversitesi rektörlüğü tarafından soruşturma açtığı 21 Genç-Senli’ye sözlü uyarı cezası verilirken, 6 Kasım faaliyeti sırasında çıkan olaydan dolayı aralarında iki okurumuzun bulunduğu 3 kişiye bir yıl uzaklaştırma ve YÖK’ten atılma cezaları verildi. Soruşturma sürecinin muhalefeti sindirmeyi başardığı Osmangazi Üniversitesi’nde üniversitedeki öğrenci hareketinin merkezi durumundaki GençSen okulun içerisinde eylem örgütlemek bir tarafa örgütlenen eylemlere dahi katılmaktan uzak bir noktada duruyor. Öğrenci haber ajansında yayınlanan değerlendirmede her ne kadar “Rektörlüğe geri adım attırdık, yönetmelikte sözlü uyarı olmamasına rağmen rektörlüğün böyle bir uygulamaya başvurması büyük bir kazanımdır” denmiş olsa bile Genç-Sen “kazanıma” rağmen okul içerisinde eylem yapmaktan hatta faaliyet yürütmekten dahi kaçınır bir tavır sergilenmektedir. Osmangazi Üniversitesi’nde Genç-Sen çalışmaları ile birlikte cılız da olsa yükselen muhalefetin soruşturma süreciyle birlikte bastırılmış olması, okul içerisinde devrimci faaliyet yürütülmesinin imkanlarının olmaması, verilen cezalar karşısında rektörlüğe iyi bir cevap verilememesine sebep oldu. Osmangazi Üniversitesi gibi mücadele araçlarının gelişkin olmadığı ve öğrenci gençliğin desteğinden yoksun üniversitelerde anti-demokratik uygulamalara ve soruşturma terörüne karşı birleşik bir mücadele ihtiyacı kendini gösteriyor. Ancak yereldeki siyasetlerin Osmangazi Üniversitesi içinde faaliyet yürütmemeleri, özel bir takım gündemler dışında kampus içerisinde eylem yapılmaması, gençlik faaliyetinin daha çok Anadolu Üniversitesi merkezli ilerliyor olması siyasetlerin bu duruma duyarsız olmasının ve süreci birleşik göğüsleyememenin sonuçları arasındadır. Anadolu Üniversitesi’nde ise son haftalarda yaşanan süreç Osmangazi Üniversitesi’ndekinden özü itibariyle çok farklı olmasa da baskı ve

yasaklamalar karşısında birleşik bir cevap verilmiş olması ve kazanılmış alanların kaybedilmemesi için gösterilen çaba Osmangazi Üniversitesi’ne göre farklılık gösteriyor. Yeni dönemin başlamasıyla birlikte geçtiğimiz yıl 18 Mart sürecinde faşistlerle yaşanan çatışma sonrasında gözaltına alınan 50’ye yakın öğrenciye, 1 Mayıs’ta “istiklal marşına saygısızlıktan” yurtsever öğrencilere ve Osmangazi Üniversitesi’nde 6 Kasım çalışmaları sırasında yaşanan olaydan dolayı 4 öğrenciye soruşturma açan Anadolu Üniversitesi rektörlüğü devrimci yurtsever faaliyeti engellemek niyetinde olduğunu baskıcı uygulamaları ile de gösteriyor. Aynı dönemde okulun dört bir yanını,“Okul içerisinde afiş, bildiri, eylem alanı olarak Migros karşısı belirlenmiştir. Bu yer dışında bildiri dağıtmak, afiş asmak ve okumak yasaktır” yazılı afişleriyle donatan, planlı ve sistemli bir çabayla devrimci mücadeleyi boğmaya çalışan Anadolu Üniversitesi rektörlüğüne ise faaliyetin kampüsün dört bir yanına taşınmasıyla net bir cevap verilmiş oldu. Bundan sonra da yürütülecek sistemli bir politik faaliyet ile kampüsün her alanının bizim olduğu ve hiçbir baskı ve zor aracının mücadelemizi engelleyemeyeceği dosta düşmana gösterilmiş olacak. Genç komünistler olarak bizler de soruşturmalarla ilgili merkezi bildiri ve afişlerimiz ile Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’nde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Aynı zamanda rektörlüğün baskıcı uygulamalarına karşı hazırladığımız bildirilerimizi yaygın bir şekilde öğrencilere ulaştırarak rektörlüğün bu uygulamalarını teşhir etmeye devam ediyoruz. Soruşturmalar, gözaltılar ve rektörlüğün yasakları karşısında hiçbir zaman boyun eğmeyeceğiz. Olduğumuz her yere devrimin, sosyalizmin sesini taşımaya devam edeceğiz. Anadolu ve Osmangazi rektörlüklerinin ideolojik uygulamalarına karşı işçi sınıfının ideolojisini kampüslere taşımaya ve kapsamlı bir şekilde yürütülen saldırılar karşısında kampüsün her noktasını mücadele alanına çevirerek demokratik ve özerk bir üniversite için mücadelemizi büyütmeye devam edeceğiz.

Eskişehir Ekim Gençliği

Anadolu ve Osmangazi rektörlüklerinin ideolojik uygulamalarına karşı işçi sınıfının ideolojisini kampüslere taşımaya ve kapsamlı bir şekilde yürütülen saldırılar karşısında kampüsün her noktasını mücadele alanına çevirerek demokratik ve özerk bir üniversite için mücadelemizi büyütmeye devam edeceğiz.


Kocaeli Üniversitesi öğretim görevlilerinden Yücel Demirer ile soruşturma terörü üzerine… Ekim Gençliği: Son dönemlerde Türkiye'de farklı şekillerde yankı uyandıran toplumsal olaylara dair üniversitemizde devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak bir takım tepkiler ördük. Bunun sonucunda 68 kişiye soruşturma açıldı. Böyle bir dönemde soruşturma furyasının birçok üniversitede başlaması, üniversitelerin adeta soruşturma yağdırmasının nedeni ne olabilir?

“Siyasal hak arama faaliyetlerin gençlere kapatılması anlamına gelen soruşturmalar bu siyasal enerjiyi hareketsiz kılma hedefi taşıyor.”

Yücel Demirer: Gençler, içinden geçtiğimiz kriz kesitinde yine en yüksek bedeli ödeyen kesimi temsil etmekteler. Bilindiği üzere Türkiye nüfusu genç bir ülke ve bu genç nüfusun aktif kesimleri anlaşılması hiç de zor olmadığı üzere politik mücadele içinde yer almaktalar. Toplumun aktif özneleri olarak siyasal baskıyı göğüslemelerinin yanında, ekonomik ve farklı türden toplumsal baskıyla da karşı karşıyalar. Bu mücadelenin öğrenci gençlik içinde yürütülen bölümüne yönelik şüpheci bakış, farklı kuşaklar boyunca gözlendi ve kimsenin yabancısı değil. Siyasal hak arama faaliyetlerinin gençlere kapatılması anlamına gelen soruşturmalar bir yanıyla bu siyasal enerjiyi hareketsiz kılma hedefi taşıyor. Öte yandan gençlik kesimi dışını da kapsar bir biçimde egemen güçlerin cezai yöntemleri kullanmaya yönelik eğilimlerine de denk düşmekte. Hak arama mecralarının hep en dar boyutuyla kabul gördüğü siyasal alanda, aslolan hak aramayı suç olarak gören ve gösteren bir zihniyeti deşifre etmek. Soruşturma bombardımanının birinci nedeni olarak bu zihniyet yapısını görüyorum. Özelde, 2009 ve 2010 yıllarında gençler arasında artan hak arama faaliyetlerinin bu furyaya yol açtığını düşünüyorum. Gençlerin bu ülkenin enerjik birikimi olduğunu, bu ülke tarihinde genç siyasallaşmanın çok önemli bir pozitif mirası olduğunu göz ardı eden bir zihniyet bu gibi mekanizmaları sıkça kullanmakta. Ekim Gençliği: Soruşturma terörüne, siyaset yapma yasağına, dolayısıyla eğitim hakkının gaspına dair hak alıcı nasıl bir mücadele hattı geliştirilmelidir? Yücel Demirer: Bu türden bir mücadele hattının temel dayanak noktaları, üniversitelerin toplumların düşünce üretme mekanizmaları olduğu gerçeği, hak arama faaliyetlerinin meşruiyeti ve gençlerin de kendilerine ilişkin kararlarda söz hakkı olduğu bilinci üzerinde yükseltilebilir. Soruşturmalar konusunda yalnızca gençlerle sınırlı olmayan, halkın diğer kategorilerini de içerecek bir bilgilendirme çabası içinde bulunmak, değişik çevrelerle uyum

içinde bulunmak ve toplumsal meşruiyet sınırları içinde kalmak temel hareket noktaları olmalıdır. Ekim Gençliği: Bilindiği üzere Dicle Üniversitesi’nden Aydın Erdem isimli yurtsever bir arkadaşımız katledilmişti. 15 Aralık tarihinde de Aydın Erdem’in katledilmesini lanetleyen bir gösteri yapılmıştı. Bizce rektörlük bu yürüyüşe dair açtığı soruşturmalarla (hele de can ve mal kaybına yol açmak, toplumu kutuplaştırmak gerekçelerini kullandığı yerde) adeta arkadaşımızın öldürülmesini sahiplenir tarzda tutum takınmıştır. Tutumu alabildiğince politiktir. Bu konuda siz ne söylemek istersiniz? Yücel Demirer: Bu sorunun soruluş mantığını sıkıntılı bulduğumu belirtmeliyim. Hayatının baharında bir toplumsal protesto sırasında ateşli silahla katledilen matematik öğrencisi Aydın Erdem’in katli vahim bir suç ve trajedidir. Ancak bu trajediyi, Aydın anısına yapılan bir gösterinin soruşturmaya uğraması üzerinden “suçu sahiplenme” suçlamasıyla herhangi bir merciyle ilişkilendirmek doğru da olmaz, yararlı da olmaz. Burada yapılması gereken Aydın’ın henüz 23 yaşında, genç bir öğretmen adayı iken kaybettiği yaşamının önemini vurgulamaktır. Evet, her türden öğrenci soruşturmasında olduğu gibi bu soruşturma da politiktir, ancak bunun yanıtı da uzun soluklu bir hak arama mücadelesinden ve Aydın’ın istediği gibi bir dünyayı sabırla örmekten geçmektedir. Ekim Gençliği: Soruşturma karşıtı çalışmaların özellikle akademisyen ayağını oluşturabilmek, onları da soruşturma karşıtı tepkinin bir parçası haline getirebilmek adına nasıl araçlar kullanılmalı, akademisyenlerle hangi düzlemde temas alanları yaratılmalıdır? Yücel Demirer: Yukarıda belirttiğim gibi hak arama mücadelesi bütünlüklü bir süreçtir ve bazen bilgi eksikliği destek ve dayanışma mekanizmalarını zayıflatmaktadır. Her türden devrimci-demokratik platformda bilgi akışının sağlanması bu yolda kritik öneme sahiptir. Ekim Gençliği: Son olarak bildiğiniz gibi KOÜ Soruşturma Karşıtı Platform kuruldu, birtakım çalışmalar yapıldı ve eylemlikler olacak önümüzdeki süreçte. Ama devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler bunda dahi tam bir birliktelik sağlayamadı. Platforma ve bu eylemliklere dair neler söylemek istersiniz? Yücel Demirer: Platformun varlığını sizden duydum. Yararlı ve önemli buluyorum, faaliyetlerinden haberdar olmak isterim. Girişimi en geniş kesimlere ulaşması hiç şüphesiz verimliliğini de artıracaktır.


Üniversitelerden soruşturma-ceza karşıtı mücadele haberleri... İTÜ'de soruşturma terörü Güz döneminde Ekim Gençliği’nin, polis terörüne ve cinayetlerine karşı üniversitelerde yürüttüğü çalışmalar, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde de öğrencilerle buluşmuştu. Ancak 4 Ocak Pazartesi günü Maçka Hazırlık Kampüsü içerisinde, faaliyet, ÖGB saldırısına maruz kalmış, “Alaattin Karadağ, Aydın Erdem, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Baran Tursun, Çağdaş Gemik…-Katleden devlettir! Unutturmayacağız hesap soracagız!” yazılı pankart ÖGB’ler tarafından indirilmek istenmişti. ÖGB ve öğrenciler arasında arbede yaşanmış, pankart ÖGB'nin çeşitli girişimlerine rağmen her defasında savunulmuştu.

otobüslerden indirilip elektronik turnikelerden geçirilerek üniversitelerine alınıyorlar. 17 Şubat ve 18 Şubat günleri üniversiteye ders kayıtları için öğrencilerin yoğun olarak gelmesi ile birlikte eğitim hakkı gaspedilmiş YTÜ Öğrencileri içeride faaliyet yürüten arkadaşlarına kapı önünden destek oldular ve cezaları teşhir ettiler. YTÜ Öğrencileri afiş, bildiri ve duvar gazeteleri ile YEK ve ceza terörü karşıtı çalışmalarına üniversite içerisinde de devam ediyorlar.

Yeni dönemin açılmasıyla birlikte İTÜ yönetimi bu olaya istinaden “izinsiz pankart asma”, “güvenlik görevlilerini tehdit etme ve güvenlik görevlilerine şiddet uygulama” gerekçesiyle Ekim Gençliği okuruna ve bu olay esnasında devrimci faaliyeti savunan Öğrenci Kolektifleri çalışması yürüten iki öğrenciye soruşturma açtı.

YTÜ’de Olimpiyat ateşi cezaları yakacak!

YTÜ'de öğrencilerin eğitim hakkı gaspedildi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bahar öğrenim dönemi 8 öğrenciye 2 haftadan 1 yıla kadar verilmiş cezalar ile başladı. Güz döneminde arkadaşlarının eğitim haklarının gaspedilmesine karşı örgütlenen YTÜ Öğrencileri 15 Şubat Pazartesi günü turnikelerden atlayarak üniversitelerine giriş yaptılar. Polis-idare işbirliğinde dayatmaların kabul edilmemesi üzerine Salı ve Çarşamba günleri turnikelerin dışına çıkan ÖGB’ler, benzer tutumun yaygınlaşmasının önüne geçmek için YEK’i kullanmayan öğrenciler için turnikeleri açıyorlar. Ancak YTÜ Davutpaşa kampüsünde öğrenciler giriş kapısında şehir içi

YTÜ Öğrencileri 2 Mart sabahı soruşturma ve ceza terörüne, ticarileşen eğitime karşı üniversitenin orta giriş kapısında afişlerini ve pankartlarını asarak, bildiri dağıtımı ile güne başladı. Üniversite içerisindeki öğrenciler de YEK uygulaması ve soruşturma-ceza karşıtı öğrencilerin gaspedilen eğitim haklarına dikkat çekecekleri YEK Olimpiyatları’nın hazırlıklarına başladılar. EMO-Genç (Elektronik Mühendisleri Odası Öğrenci Komisyonu) masası açtığı için eğitim hakkı 2 hafta boyunca gaspedilen bir öğrenci, polis-idare işbirliğinde verilmiş olan cezasının bitmesinin ardından üniversitesine olimpiyat meşalesi ile girerek “YEK Olimpiyatları”nı açtı. Halen okula girişleri yasaklı olan öğrenciler de, cezası biten arkadaşlarını üniversitenin içinden kortejleriyle gelen öğrencilerin karşılaması üzerine uğurladılar. Arkadaşlarını “Hoş geldin” yazılı pankart ile karşılayan YTÜ Öğrencileri’nin pankartında aynı zamanda cezalı diğer öğrencilerin temsili resimleri yer aldı. Üniversiteye girişlerinin yasaklandığı sürelerin yazılı olduğu pankarttan bir öğrenci, karşılama ardından silinmiş oldu.


ardından gerçekleşen oturma eylemi boyunca soruşturma ve ceza terörü ve buna karşı ne yapılabileceği üzerine konuşuldu.

YTÜ’de soruşturma ve ceza terörüne karşı çalışmalar devam ediyor

Eğitim Hakkı İnisiyatifi soruşturma ve cezalara karşı YTÜ’deydi Eğitim Hakkı İnisiyatifi, 3 Mart günü soruşturma ve ceza terörüne karşı YTÜ ana giriş kapısı önünde basın açıklaması yaparak oturma eylemi gerçekleştirdi. İTÜ, İstanbul Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nden öğrenciler Barbaros durağında buluşup “Soruşturma ve cezalara karşı TEK-EL olalım! / Eğitim Hakkı İnisiyatifi” yazılı pankartları ve sloganları ile YTÜ ana giriş kapısı önüne yürüdüler. Uzaklaştırma cezası sebebi ile okula girişleri engellenen öğrenciler ve okul içerisinden “Eğitim hakkı engellenemez! / YTÜ Öğrencileri” yazılı pankart ve dövizlerle ana giriş kapısı önüne gelen YTÜ Öğrencileri ile buluştular.

Yıldız Teknik Üniversitesi'nde soruşturma ve ceza terörü ile eğitim hakkı gaspedilen Ekim Gençliği okurları üniversite kapısı önünde çalışmalarını sürdürüyorlar. 10 ve 11 Mart’ta “Soruşturma-ceza kampları değil, özerk demokratik üniversite! / Ekim Gençliği” şiarlı pankart ve afişleri sabah öğrencilerin yoğun olarak kullandığı orta giriş kapısı önüne asan öğrenciler YTÜ öğrencilerini mücadeleye çağırdılar. Bununla beraber İstanbul genelinde üniversitelerde soruşturma ve ceza terörüne karşı öğrencilerin oluşturduğu Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nin “Soruşturma ve cezalara karşı TEK-EL olalım!” pankartını da kullandılar. Çalışma kapsamında, soruşturma ve cezalara karşı gençliği birleşik mücadeleye çağıran Ekim Gençliği imzalı bildirilerin dağıtımı sırasında pek çok öğrenci ve öğretim görevlisi ile sohbet etme fırsatı yakalanıyor. Ayrıca kapı önünde Ekim Gençliği’nin son sayısı da öğrencilere ulaştırılıyor.

Öğrencilerin ana giriş kapısı önünde buluşmaları gerçekleştikten sonra basın açıklamasına geçildi. Yapılan açıklamada üniversite öğrencilerin karşı karşıya kaldıkları soruşturma ve ceza terörü ile ilgili şunlar söylendi: “Bizler İstanbul’un birçok üniversitesinden düşünen, sorgulayan ve bizi geleceksizliğe mahkum etmek isteyen sömürü düzenine karşı alternatif bir düzenin olduğunu gören öğrencileriz. Ancak bizler sadece düşündüğümüz için değil, düşüncelerimiz kapitalist sömürü düzenine karşı olduğu için, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya istediğimiz ve herkesi o dünyanın mücadelesine davet ettiğimiz için sermaye maşası YÖK ve onun baskıcı disiplin yönetmeliği ile soruşturuluyoruz, üniversitelerimize girişlerimiz cezalarla engelleniyor.” Yapılan açıklamada ayrıca üniversitelerde polisidare işbirliğine ve üniversite gençliğine yöneltilen tüm saldırılarla birlikte dayatılan geleceksizliğe de değinildi. Açıklama TEKEL direnişinin yürünmesi gereken yolu gösterdiği ve Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nin soruşturma ve cezaları geri çektirene kadar mücadelenin sürdürüleceği vurgulandı. Basın açıklamasına Elektrik Mühendisleri Odası ve Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası da konuşmalarıyla destek verdi. Basın açıklamasının ardından YTÜ Öğrencileri’nin “YEK Olimpiyatı’nın ateşi cezaları yakacak!” şiarıyla başlattığı olimpiyatlara geçildi. Turnikeler üzerinden oynanan voleybol maçının

Genç-Sen soruşturma ve ceza terörünü protesto etti İstanbul Genç-Sen’in Taksim’de cuma günleri gerçekleştirdiği TEKEL’le dayanışma eylemlerinin dördüncüsü 5 Mart’ta üniversitelerde artan soruşturma ve ceza terörüne yapılan vurgu ile gerçekleşti. Galatasaray Meydanı’nda toplanan Genç-Senliler “Direnen işçiler yol gösteriyor: Soruşturmalar ve cezalar bizi yıldıramaz!” pankartı arkasında sloganlarla Taksim Meydanı’na yürüyüşe geçtiler. Basın açıklamasında Türkiye genelinde üniversitelerde soruşturma ve ceza terörünün yaşandığı, afiş asmanın, masa açmanın, bildiri dağıtmanın, TEKEL sergisi açmanın suç sayıldığı belirtildi. Soruşturma ve cezalara karşı direnen işçilerin yol gösterdiği, onların açtığı yolda yürüneceği söylendi. Basın açıklamasına TEKEL işçisi ve Emekli-Sen destek verdi.


Osmangazi Üniversitesi'nde soruşturmalar cezaya dönüştü Güz döneminde Osmangazi Üniversitesi'nde 6 Kasım faaliyetleri sırasında, faşist saldırı gerçekleşmiş, bir faşist afişlere saldırmıştı. Devrimci faaliyete dönük bu saldırıya cevap verilmiş ve olayın ardından rektörlük soruşturma terörüyle saldırıyı devam ettirmişti. İlk dönem öğrenciler, açılan soruşturmalara savunmalarını verirken, bu süreçte polis sistematik bir şekilde soruşturma komisyonuna “ziyarette bulunmuş” ve öğrencilerin okuldan atılması için baskısını artırmıştı. Sonuç olarak dönem başlar başlamaz devrimci öğrenciler ceza terörüyle karşılaştı. Ekim Gençliği okurlarının da aralarında bulunduğu 3 öğrenci 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırma ve YÖK’ten çıkarma cezası aldı. Eskişehir’de, Anadolu ve Osmangazi Üniversitelerinde kapsamlı bir soruşturma saldırısı başlatıldı. Osmangazi Üniversitesi’nde Genç-Sen faaliyeti yürüten 21 kişiye soruşturma açıldı. Anadolu Üniversitesi’nde ise 1 Mayıs’ta İstiklal Marşı okumama gerekçesiyle 20’nin üzerinde bununla beraber geçen sene gerçekleşen faşist saldırının ardından yaşanan toplu gözaltından dolayı 50’nin üzerinde devrimci-demokrat öğrenci soruşturma saldırısıyla karşı karşıya.

Osmangazi Üniversitesi’ne soruşturma terörü teşhir edildi Eğitim haklarının gaspedildiğini bir bildiri hazırlayarak devrimci-ilerici basına, köşe yazarlarına ve günlük gazetelere gönderen Osmangazi Üniversitesi öğrencileri rektörlüğün hukuksuz bir biçimde verdiği cezaları teşhir ettiler. Ayrıca dava sürecini de başlatabilmek için sendikalar ve demokratik kitle örgütlerinden maddi yardım ve eylemlere destek isteyen öğrenciler yanlarında hiçbir kurumu bulamadılar. Sadece Eğitim Sen, Genç-Sen’in yapacağı eyleme katılacağını ve yönetim kurulu kararıyla maddi destek de sunabileceğini söyledi.

Eskişehir’de soruşturma terörüne tepki Eskişehir’de soruşturma terörüne ve cezalara karşı Genç Sen bir eylem örgütledi. 26 Şubat Cuma akşamı saat 17.00’de İl Sağlık Müdürlüğü önünde toplanan Genç-Sen üyeleri Adalar Migros önüne kadar kısa bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüş boyunca gerçekleştirilen ajitasyon konuşmalarıyla ESOGÜ’de yaşanan soruşturma sürecinde ise tam bir idare-polis-sivil faşist işbirliği sergilendiği anlatıldı. Soruşturmalara ve cezalara karşı tüm üniversite gençliği mücadeleye çağrıldı.

Adalar Migros önünde okunan basın açıklamasında üniversite rektörlüğünün kendi yürüttüğü paralı eğitim, baskı ve tehdit uygulamalarını ideolojik bulmazken, parasız eğitim, özerk-demokratik üniversite ve bilimsel eğitim taleplerini çeşitli YÖK maddelerine dayanarak ideolojik bulduğu ifade edilirken rektörlüğün bu sayede hangi sınıfın ve ideolojinin hizmetinde olduğunu açıkça ortaya koyduğu belirtildi. Eylemde sağlanan devrimci dayanışmanın ve birlikteliğin bundan sonra örülecek süreçlerde de devam etmesi çağrısıyla eylem sona erdirildi. Eğitim-Sen, DHF, Mücadele Birliği, Odak, Alınteri, EMEP, Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri'nin de destek verdiği eyleme yaklaşık 120 kişi katıldı.

Eskişehir'de afiş okuma yasağı protesto edildi Öğrencileri soruşturma ve ceza terörüyle baskı altına almaya çalışan Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü yeni ve ilginç bir uygulamaya imza attı. Rektörlük, tüm okulu “okul içerisinde afiş, bildiri, eylem alanı olarak Migros karşısı belirlenmiştir. Bu yer dışında bildiri dağıtmak, afiş asmak ve okumak yasaktır.” yazılı afişlerle donattı. Okulun her köşesine asılan rektörlük afişlerine karşı kazanılmış haklarını savunmak için bir araya gelen Ekim Gençliği, DPG, DGH, ODAK, YDGM, Gençlik Derneği, SGD’den öğrenciler ise 2 Mart günü kampüsün her yerini faaliyet alanına çevirdiler. Fakülteleri dolaşarak ortak afiş ve bildiri çalışmalarını yürüten öğrenciler özel güvenlik birimlerinin engellemelerine rağmen ajitasyon konuşmalarıyla çalışmalarına devam ettiler. Saat 12:30’da yemekhane önünden “Baskılar, yasaklar sökmeyecek, devrimci yurtsever faaliyet engellenemez!” pankartı açarak toplu bir şekilde rektörlüğün önüne geçildi. Açıklamada rektörlüğün kampüsün her yerine astığı “uyarı” yazıları hatırlatıldı. Yıllardır devrimci faaliyetin rektörlüğün izninden bağımsız olarak sürdürüldüğü ifade edilerek bu uygulamayla öğrencilerin muhalefetten yalıtılmaya çalışıldığı ifade edildi. TEKEL direnişinin öğrenci gençliğe tek alternatifin mücadele etmek olduğunu gösterdiği belirtilerek, TEKEL direnişinden korkanların öğrencilerin mücadelesinden de korktuğu ifade edidi. Basın açıklaması okunduktan sonra rektörlüğün görüşme talebi üzerine bir görüşme


gerçekleştirildi. Görüşme esnasında rektörlük binası önünde halaylarla, sloganlarla bekleyiş sürdü. Bu görüşmenin ardından tekrar sloganlarla yemekhane önüne geçildi.

AÜ Rektörlüğü aileleri kullanıyor İstihbarat timi gibi çalışan Anadolu Üniversitesi rektörlüğü, son olarak aile faktörünü kullanmayı seçti. Rektörlük bir Ekim Gençliği okurunun evini telefonla arayarak “Çocuğunuz yanlış işlerle uğraşıyor, gelin sizi birkaç gün misafir edelim” ifadelerini kullandı. Aileler ile öğrencileri karşı karşıya getirmeyi amaçlayan AÜ Rektörlüğü, bunu psikolojik bir silah olarak devrimci öğrencilere karşı kullanmaya çalışıyor. Ekim Gençliği okuru ise bu yıldırma girişimlerine prim verilmeyeceğini ifade ederek, gözaltılar, soruşturmalar ve her türlü baskı girişiminin sökmeyeceğini belirtti.

Anadolu Üniversitesi'nde yasaklara karşı çalışmalar sürüyor

devrimci demokrat öğrenciler tarafından bir süre önce kurulan “KOÜ Soruşturma Karşıtı Platform” bileşenleri iki gün boyunca Umuttepe ve Anıtpark yerleşkelerinde soruşturma terörünü teşhir eden bildiriler dağıttılar. Gündoğdu marşının okunmasıyla eylem başladı. Rektörlük önüne yürüyen öğrencilerin önü İktisat Fakültesi önünde ÖGB barikatıyla kesildi. Rektörlüğün önünde basın açıklamasına izin vermeyeceğini söyleyen ÖGB barikatı fiili bir şekilde yarıldı. “Baskılar bizi yıldıramaz!” sloganının atıldığı eylemde rektörlüğün önünden çekilen ÖGB’lerin yerini jandarma aldı. Rektörlük önünde okunan açıklamada üniversiteye gelen Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün'ün protesto edilmesi, TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun protesto edilmesi, polis kurşunuyla katledilen Aydın Erdem'in anılması ve son olarak TEKEL işçilerine sahip çıkan öğrencilerin soruşturmalarla susturulmak istendiği belirtildi. Kocaeli Üniversitesi Öğretim üyesi Yücel Demirer'in de destek verdiği eyleme yaklaşık 50 öğrenci katıldı.

Anadolu Üniversitesi’nde anti-demokratik uygulamalara karşı öğrenciler, 3 Mart günü bir etkinlik gerçekleştirdi. Etkinlik sırasında özel güvenlik birimleri, afiş asmanın yasak olduğunu, rektörlüğün kesin talimatı olduğunu söylediler. Yaşanan kısa bir tartışmanın ardından afişler sahiplenilirken, fakültenin içerisine yaklaşık 40-50 ÖGB konumlandırıldı. Bunun ardından devrimci öğrenciler dekanla bir görüşme gerçekleştirdi. Fakülte içerisinde öğrenciler üzerinde asıl rahatsızlığı ÖGB’nin yarattığını, rektörlüğün açık tehdidinden sonra bir müdahale beklendiği ve bu fakültede yaşanacak herhangi bir olaydan dekanın sorumlu olacağı söylendi. Yaklaşık 15 dk. süren görüşmenin ardından ÖGB’ler fakülte dışına çıkartıldı. 4 Mart günü ise Ekim Gençliği, Alınteri, DGH, DPG tarafından örgütlenen 8 Mart'ın çağrı afişleri yapılırken başka bir taciz yaşandı. Yemekhaneye afiş yapan devrimci öğrenciler afiş faaliyetine başlar başlamaz bir engelleme girişimiyle karşılaştı. ÖGB’lerin afişlere müdahale etmesine izin verilmezken ufak bir arbede yaşandı. ÖGB’lerin Migros önüne çekilmesiyle devrimci öğrenciler afiş ve bildiri dağıtımına devam ettiler. Ayrıca 4 Mart günü TKP’li öğrenciler ve Öğrenci Kolektifleri de gün içerisinde okulda faaliyet yürüttüler.

Kocaeli Üniversitesi'nde soruşturma karşıtı eylem Kocaeli Üniversitesi'nde 2009-2010 eğitim yılının ilk döneminden itibaren farklı eylem ve etkinliklere katıldıkları gerekçesiyle 68 öğrenci hakkında Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü tarafından soruşturma açıldı. Açılan soruşturmalar ve antidemokratik uygulamalar KOÜ Umuttepe Kampüsü'nde 25 Şubat günü protesto edildi. Kocaeli Üniversitesi'ndeki bu saldırılara karşı

61 öğrenciye 'Hüseyin Çelik makarnanı al git' davası 24 Nisan 2008 tarihinde Yüzüncü Yıl Üniversitesi Zeve Kampusu'nda bulunan Kredi Yurtlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı Melikşah Öğrenci Yurdu'nun yapılan açılış törenine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve Bayındırlık ve İskan Bakanı Faruk Özak da katılmıştı. Açılış töreni sırasında toplanan yaklaşık 200 kadar öğrenci gösterilerde yaşamını yitiren Zeki Erinç, Ramazan Dal ile yaralıların fotoğraflarını taşıyarak “Newroz katilleri buradan gidin” sloganı atarak Çelik’i protesto etmişti. Öğrencilerin protesto gösterileri ardından Hüseyin Çelik'in suç duyurusu üzerine başlatılan soruşturma sonuçlandı. Cumhuriyet Savcısı Aladdin Demir tarafından hazırlanan 4 sayfalık iddianame, Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İddianamede, “Katil Çelik üniversitede defol”, “Çelik makarnanı al git”, “Newroz katilleri hesap verecek”, “Van senden utanıyor”, “Hüseyin Çelik halka hesap verecek”, “Katil değil bilim adamı istiyoruz”, “Başımıza imam değil, bilim adamı istiyoruz” yazılı döviz ile sloganlar suç delili olarak sayıldı.


Kütahya’da linç provaları yapılıyor!

Geçtiğimiz günlerde Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde TEKEL direnişiyle ilgili bildiri dağıtan öğrencilere ÖGB saldırı düzenlemiş, öğrenciler jandarma tarafından gözaltına alınmıştı. Karakol önünde gözaltına alınan arkadaşlarını bekleyen bir grup devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenci faşistlerin sözlü saldırısına uğramış, bunun üzerine teşhir edilen faşistler jandarma tarafından istemeyerek de olsa gözaltına alınmıştı. Faşistler arkadaşlarının bu durumundan rahatsız olup devrimci öğrencilerden özür dilemek zorunda kalmış ve uzlaşmaya girişmişti. Faşistlerin her türlü talebini reddeden devrimci öğrenciler okuldan toplu çıkış yaparak ayrılmıştı. Bu olaydan sonra da TEKEL direnişi Kütahya halkına anlatılmaya devam edilmişti. Ancak TEKEL direnişine ve toplumsal muhalefete komplolar düzenleyerek yıldırmaya çalışan Kütahya Emniyeti, sivil faşist çetelerini yeniden devreye soktu. 23 Şubat günü okul içerisinde dolaşan bir Kürt öğrenci 6-7 kişilik grup tarafından saldırıya uğradı, arbede sonrası saldıranlardan biri yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Bu saldırı sonrası yaralanmayı bahane eden Kütahya polisi devrimci öğrencilere karşı adeta bir sürek avı başlattı. İlk önce saldırıya uğrayan Kürt öğrenci ve yanında bulunan iki kadın öğrenci evlerine yapılan bir baskın sonucu gözaltına alınmış, Kürt öğrenci “örgüt propagandası” yaptığı iddiasıyla tutuklanmıştır. Saldıranlar, elini kolunu sallayarak dolaşırken ve gözaltına dahi alınmazken, okuldaki diğer öğrencilere “Türk bayrağını yere atıp ezdi” gibi yalanlar uydurarak hem saldırılarını meşrulaştırmaya çalışmakta hem de yeni saldırı hazırlıkları, linç provaları yapmaktadırlar. Nitekim olayın ardından Germiyan Kampüsü’nden iki öğrenci ülkücü faşistler tarafından “kafanızı kesip kampüse asacağız!” denilerek tehdit edilmiştir. Saldırılar bununla da kalmamış adliye önünde öğrencinin davası görüldüğü sırada dışarıda arkadaşlarına destek vermek için gelen 100’e yakın öğrenci sivil polislerin saldırısına uğramış, adliye önünden evlerine gidildiği sırada onlarca arkadaşımıza sivil faşistler ve polisler kol kola takipte bulunmuş, gece yarısı da bir öğrenci daha

evi basılarak gözaltına alınmıştır.

Yeni Edirne “Kütahya” mı olacak? Polis ve ülkücü faşist çeteler şehir merkezinde nöbet tutmaya başlamış, halka ise basın aracılığıyla yeni linçlere çağrı yapılmıştır. Birkaç örnek vererek basın-polis-faşist işbirliğiyle bir şehrin nasıl devrimcilere düşman edilmeye çalışıldığını açıklayalım. AKİS gazetesi “TEKEL bildirileri dağıtılırken terör örgütü propagandası” iddiasıyla hem halkın TEKEL direnişine olan duyarlılığı köreltilmeye çalışılmakta hem de TEKEL bildirisi dağıtan onlarca öğrenci “örgüt üyesi” olarak lanse edilip yeni linçlere zemin hazırlanmaktadır. KÜTAHYA HABER ve Gündem Kütahya isimli gazeteler ise yine aynı içerikte haber yaparak öğrencileri hedef göstermiştir. Zaten son bir haftadır polis ve sivil faşistlerin sözlü veya fiili saldırılarına maruz kalan arkadaşlarımız, faşist saldırılar ve açıkça can güvenliklerine yönelen bu tehdit yüzünden sokağa çıkamaz, okullarına gidemez hale gelmiştir. İşte faşizm gözlerinizin önünde uygulanmaktadır. Birçok arkadaşımız okulunu bırakarak Kütahya’yı terk etmiştir. Kütahya’da kalan arkadaşlarımızın başına bundan sonra gelecek her türlü olaydan Kütahya emniyetine bağlı sivil polisler, ülkücüMHP’li faşistler ve Jandarma sorumludur. Hiçbir baskı düzenlerini aklamaya yetmeyecek, TEKEL işçilerinin verdikleri hak arama mücadelesiyle toplumsal muhalefeti her an enselerinde hisseden ve önüne gelen her tarafa saldıran düzenin bekçi köpeklerine en iyi cevap Kütahya’lı öğrencilerle dayanışmayı büyüterek verilecektir. Bizler devrimci-demokrat Kütahya öğrencileri olarak başta Kütahya halkı olmak üzere ilerici, devrimci, aydın, duyarlı bütün insanları ve basın kuruluşlarını bu saldırılara karşı dikkatli olmaya, sessiz kalmamaya, yalan haber yaparak polisin sözcülüğünü yapan Kütahya gazetelerine şimdiden mail, telefon, faks vb. birçok yolla tepki göstermeye davet ediyoruz. Devrimci Demokrat Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Öğrencileri 23.02.10

Hiçbir baskı düzenlerini aklamaya yetmeyecek, TEKEL işçilerinin verdikleri hak arama mücadelesiyle toplumsal muhalefeti her an enselerinde hisseden ve önüne gelen her tarafa saldıran düzenin bekçi köpeklerine en iyi cevap Kütahya’lı öğrencilerle dayanışmayı büyüterek verilecektir.


Sermayenin üniversite yönetimlerinde kurumsallaşması: Üniversite Danışma Kurulları… Üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırıldığının ve bu yapılanmayı sağlamlaştırmak için birçok yöntemin kullanıldığının son kanıtı: Yükseköğretim Kurumlarında Danışma Kurulları Kurulması Hakkında Yönetmelik Taslağı! Üniversiteler, toplum adına bilim üreten, insanlığın gelişiminde kaldıraç rolü oynayan kurumlardır. Bilimsel üretim baskı ve yönlendirmeler altında gerçekleşemez. Tek bağlı olduğu yasa, bilimin yasalarıdır. Onu eskitip rafa kaldıracak olan, daha ileri bir bilimsel üretimden başkası değildir. Aksi takdirde, üretim sürecinin özgür olmadığı oranda belki bu üretimin bilimsel karakterinden bahsedebiliriz, fakat bu üretim, insanlık tarihinin ilerleyişini sağlamaktan ziyade ancak özgürlüğünü elinden alan, kendisine tabi kılan olgunun ilerleyişini sağlayacaktır. Bu sebeple de insanlığın tarihsel gelişimi içerisindeki asıl amacına uygun kullanılmayan, ancak şeklen var olan bir bilimsel üretim çıkar karşımıza. Bugün, bilimsel üretimin başına gelen de bu değil midir? Bu olduğu oranda üniversitelerin asıl işlevini yerine getirdiğini iddia edebilir miyiz? Elbette ki hayır! Üniversitelerimize şöyle bir bakalım. AR-GE’ler, Tekno Parklarla örülü, çeşitli kuruluşların sponsorluğu altında çalışmalar yürüten, ürünleri pazarlarda yer bulabilen kurumlar durumunda. Bilimsel üretimin gerçekleştiği değil, bilimin sermayeye peşkeş çekildiği aracı bir kurum konumunda. Sermayenin vermiş olduğu siparişler doğrultusunda bilim üreten bu kurumların yapılanmaları da elbette ki bu amaca uygun olmakta. Başka türlüsü akla aykırı! Üniversite-sermaye işbirliği ile bilimi kendi çıkarları için kullananlar, üniversiteleri birer ticarethane kapısı ve eğitimi bir meta olarak görmekte, bu sebeple üniversiteler üzerinde çok yönlü politikalar üretmekteler. Bu yazımızda bu politikaların sadece bir yönü olan üniversitede söz-yetki-karar hakkının gaspı üzerinde durup, ticarileşen eğitim ve bu kapsamda barınma, yemek ve ulaşım sorunlarını, her türlü demokratik hak kullanımına yönelik soruşturmaları, baskıları hatırlatmakla yetiniyoruz.

16

Üniversiteler öğretim görevlileri, çalışanları ve öğrencileriyle var olur. Bu bileşenlerin üniversitelerin yönetilmesinden işleyişine tüm yapılanmasında özne olmalarıyla beraber üniversiteler, toplumsal yaşamdaki rollerini tam olarak oynayabilirler. Yukarıda da değindiğimiz gibi üniversitelerin bu rolünün ellerinden alınmasından kaynaklı bu bileşenlerin özne olarak üniversite yaşamında söz sahibi olmalarına da gerek kalmamış oluyor! Sermaye kendi adına bilim üretirken, üniversiteleri birer rant alanı haline getirirken hiç de böylesi bir işleyişe ihtiyaç duymuyor. İhtiyaç duyduğu işleyiş artık bir taslak haline de gelmiş durumda. Bundan önce sermaye-üniversite işbirliği adı altında üniversitelerde cirit atan sermaye artık resmen yönetim koltuğuna da oturmaya hevesli! Yeni taslakta üniversite yönetiminde “dış paydaşlar”ın

da söz sahibi olmaları isteniyor. Kim bu paydaşlar? O ildeki Sanayi ve Ticaret Odası başkanları veya temsilcileri, o ildeki TMMOB’ye bağlı meslek odalarının başkanları, üniversitenin mezunlar derneğinin başkanı, o ildeki Milli Eğitim Müdürü ve diğer kamu kuruluşları içinden valiliğin belirleyeceği diğer iki kurumun müdürü, o yükseköğretim kurumunun bulunduğu ildeki paydaş olan diğer sivil toplum örgütlerinden ikisinin başkanları (senatonun önerisi ile), o ilin belediyesi veya Büyükşehir Belediyesi Başkanı veya temsilcisi. TMMOB, taslağın sermaye üniversite işbirliği yönüne dikkat çekerek böylesi bir danışma kurulunun içinde yer almayacağını ilan etmiş bulunmakta. Göstermelik olarak TMMOB’nin de taslağa konulması dışında tüm bileşenler dikkat çekici. Özellikle valiliğin belirlediği iki kurum müdürü! Neden bunlardan biri il emniyet müdürü olmasın ki! Tüm bu kan emiciler buluşacaklar ve üniversite yönetimine önerilerde bulunacaklar! Yukarda yaptığımız giriş işte burada işlev görüyor. Bu önerilerin sermayeüniversite işbirliğini geliştirmek, üniversiteleri kendi arka bahçeleri olarak değerlendirmek, buraları birer rant alanı haline getirmek, bilimi kendi çıkarları için peşkeş çekmek için verilmeyeceğini, hele ki taslak metninde dahi Bologna süreci çerçevesinde bu adımların atıldığı itiraf edildiği yerde kim iddia edebilir? Ve bunların sadece birer masum öneri olarak kalacağını? Elbette ikiyüzlü kapitalistlerden başkası değil! Üniversitelerin kapısının sermayeye sonuna kadar açıldığı, olanaklarının bu sınıfa peşkeş çekildiği bir durumda ve elbette ki, bu amaçlar doğrultusunda hayat bulmuş YÖK’ün öncülüğünde hazırlanan bu taslak metin tek başına ele alınamaz. Ekim Gençliği’nin 122. Sayısında Bologna süreci üzerine ortaya konan değerlendirmede ifade edildiği gibi danışma kurulları sermayenin üniversite yönetimlerinde kurumsallaşması demektir. Bu süreçten ayrı ele alınamaz. Şimdiye dek her şey “bir biçimde” hayata geçiriliyordu. Sermaye üniversiteler üzerinde denetim ve bilim üzerinde yönlendiricilik rolünü başarıyla hayata geçiriyordu. Şimdi buna yalnızca bir kılıf bulunmakta, her şey “hukuk devleti” Türkiye’de yöntemine uygun yapılmaktadır. Değilse eğer, işte bu biçimde yeni bir taslakla sorun çözülmektedir. Bologna süreci de bunun bir yansıması değil midir? Yapılmak istenen yıllardır YÖK eliyle yavaş yavaş üniversitelere sokulan sermayenin Bologna süreciyle beraber yerlerini sağlamlaştırmaları ve daha fazla nüfuz alanı sağlamalarıdır. Danışma kurulu da bunun bir adımı. Her şey sistematik olarak hayata geçiriliyor. Üniversiteler üzerinde oynanan bu oyunun birçok oyuncusu ve kuralı var. Bu oyunu bozacak olan ise oyuna alınmayıp “mızıkçı” ilan edilenler olacak! Mızıkçılık yapacak, “sözyetki-karar hakkı”mızı isteyecek, bu oyunu bozacak ve bilimsel üretimin koşullarını yaratacağımız özerkdemokratik üniversite talebini yükselteceğiz. Tanya


Liseli gençlik çalışmasına yüklenmek, geleceği örgütlemektir!

Liseli gençlik çalışmasının sorunları Genel olarak gençlik hareketindeki durumun aksine, onun kendine özgü bir alanı olan liseli ayağında son yıllarda olumlu bir gelişim yaşanıyor. Anlık parlayıp sönen bir gelişme olmadığı, son birkaç yıldır belli bir istikrar taşıdığı oranda, bir çekim merkezi de oluşturuyor. ...

Baskı ve saldırılara rağmen liselerde kaynaşma ve hareketlilik sürüyor Elbette her toplumsal mücadele dinamiği gibi gençlik hareketi de öncelikle ileri kitlesi üzerinden değerlendirilebilir. Çünkü hareket bizzat ileri kitlesinin nicel ve nitel tablosu, sosyal siyasal etkinliği, daha özelde bilinç ve örgütlülük düzeyi üzerinden kendini ifade eder. Bu açıdan, genel gençlik hareketinin ağırlık merkezini oluşturan üniversiteli gençlik cephesindeki zayıflık ve gerileme tüm ağırlığıyla sürüyor. Devletin üniversitelerdeki soruşturma ve okuldan atma saldırısının kalıcılaşmasıyla, gençlik hareketindeki kırılma ve gerileme her yıl daha da derinleşiyor. Elbette hızlı bir sirkülasyon yaşanması nedeniyle bu durumun değişme olasılığı her zaman vardır. Aslında Türkiye gibi çözümsüz, geleceksizlik sorununun derinden yaşandığı ülkelerde, toplumsal-siyasal süreçlerden bağımsız olarak, gençlik kendi alanında her an yeni bir canlanmaya kaynaklık edebilecek bir potansiyel taşıyor. 2000’li yılların ikinci yarısına girmeden önce düzen bu potansiyeli zapturapt altına almayı başardı. Bugün gençlik hareketinin taşıyıcısı ileri kitle, soruşturma ve okuldan atılma temel engelini aşamadığı müddetçe kırılma ve zayıflama sürecektir. Bu başarılmadan, geniş gençlik yığınlarının içine hapsolduğu cendereyi parçalamak mümkün değildir. Baskının daha katmerlisinin yaşandığı bir alan olan liselerde ise son yıllarda bir kaynaşma ve hareketlilik göze çarpıyor. Elbette bu henüz geniş yığınların mücadeleye aktığı bir genel hareketlenme değil. Fakat gençliğin doğasına-yapısına yaraşır şekilde ileri kitlesinde bir artış ve aktivite yaşanıyor. Kimi yerlerde sol çevrelerin eylem kitlesinin önemli bir bölümünü liseliler oluşturabiliyor, ki bu son birkaç yıldır süreklilik gösteren bir durum. Bu gelişme, bir parça hareketin olduğu tüm kentlere yayılmış olarak yaşanıyor. İleri kitleye müdahalede gözetilmesi gerekenler Bugün liseli gençlik hareketini geliştirip devrimcileştirmek, her şeyden önce ileri kitleye doğru müdahaleler yapmayı gerektiriyor. Zira bu kitle içinde varlık gösteremeden alanın toplamına yönelik isabetli taktik politikalar da, güncel pratik çalışma hattı da oluşturulamaz. Ve eğer alanın genel görevlerine karşı bir bakışınız ve pratiğiniz varsa, ileri kitleye

müdahale, gerçekte hareketin kendisine müdahaledir. Yeri geldikçe belirtildiği üzere, bu kitle ancak eldeki olanaklar üzerinden bir politik hat oluşturularak ve ancak mevcut güçler harekete geçirilip, alana özgü pratik politika yapılarak mücadelenin bir parçası haline getirilebilir. Fakat devrime sempati besleyen ve politik etkinlik sergileyen ileri kitlenin devrimci mücadeleye kazanılmasının güncel plandaki başlıca yolu, onun devrimci duyarlılığına ve ilgisine seslenebilen devrimci ajitasyon-propaganda, devrimci eylem ve örgütlenmedir. Çoğu zaman gerçek politik kimlik ile politik faaliyetin örtüşmediği, liseli gençlik alanındaki başlıca siyasal gruplar üzerinden de görülebilir. Liseli gençlik içinde güç olan gruplar, bu gücü doğrudan devrimci propaganda üzerinden sağlıyorlar. Silahlı mücadeleyle uzaktan yakından ilgisi kalmamış bazı reformist grupların dahi liselilere yönelirken sembolleri üzerinden silahlı savaşımı öne çıkarması, savaşın sürdüğünden söz etmesi, bunun en çarpıcı örneğidir. Özetle bugüne kadarki veriler, ileri liseli kitlesini devrimci mücadeleye kazanmada, onun devrimci mirası ve değerleri sahiplenmede sergilediği duyarlılığın büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Burada önemli olan, bu doğrultuda bir müdahaleyi, liselilerin ve genel olarak gençliğin güncel yakıcı sorunlarına müdahaleden koparmadan yapabilmektir. Dahası, bizzat bu sorunlara yönelik etkili, yaygın ve güçlü bir politik faaliyet örgütleme perspektifiyle hareket etmektir. Diğer türlü, belki dönemsel bir hareketliliğin ileri çıkardığı öğeler geçici olarak kazanılabilir, fakat alanda kalıcı bir örgütlenme ve faaliyet örülemez. Kendi içinde güncel olarak öne çıkan akademik-demokratik sorunlara gömülmek, bunları devrimci stratejik hedeflerden koparmak ve devrimci propagandayı zayıf yürütmek ne denli geçici olmaya mahkumsa, genel gençlik hareketini geliştirmenin ihtiyaçlarını gözetmeyen kendi içinde bir kadro faaliyeti de o denli geçici olacaktır. Buradan kaynaklanabilecek sorunları sağlıklı bir şekilde aşmak, gerek faaliyetin içeriğini, gerekse araç, yol ve yöntemlerini alanı kavrayan bir dengede tutturmayı gerektiriyor. Bunun için ilk olarak, ileri kesimin bir yandan toplumsal sorunlara yönelik ilgisi, bir yandan devrimci ajitasyon ve eyleme yakınlığı, fakat öte yandan aynı kitlenin politik düzeyi ve birikimindeki gerilik ile aile-düzen karşısındaki zayıflığı hesaba katılmalıdır. İkinci olarak ise, geniş yığınların geriliği nedeniyle kitlelerden kopulmamalı, onların verili andaki duyarlılığı gözetilmelidir. Çok da uzun sayılmayacak bir zaman içinde giderek güçlenen bazı yerel çalışmalarımız ve sergiledikleri bir dizi etkinlik, yapılması gerekeni somut deneyim olarak ortaya koymaktadır.

Devletin üniversitelerdeki soruşturma ve okuldan atma saldırısının kalıcılaşmasıyla, gençlik hareketindeki kırılma ve gerileme her yıl daha da derinleşiyor. Elbette hızlı bir sirkülasyon yaşanması nedeniyle bu durumun değişme olasılığı her zaman vardır. Aslında Türkiye gibi çözümsüz, geleceksizlik sorununun derinden yaşandığı ülkelerde, toplumsalsiyasal süreçlerden bağımsız olarak, gençlik kendi alanında her an yeni bir canlanmaya kaynaklık edebilecek bir potansiyel taşıyor.

... (28.02.10 tarihli EKİM’in 264. sayısından alınmıştır.)

17


Geleceksizliğe, soruşturma-ceza terörüne, baskı ve imhaya karşı

Gençliğin birleşik ve militan mücadelesini yükseltelim! Bahar döneminin yoğunlukları ile ilerlerken, karşımıza çıkan her gündemde, her süreçte gençlik hareketinin parçalı tablosunun olumsuz etkisi altında olduğumuzu tekrar tekrar görmekteyiz. Gençlik hareketi içerisindeki öznelerin yaklaşımlarına baktığımızda hareketin parçalı tablosunun nedenleri “anlaşılmaktadır”. Gençliğin gündemlerine yabancılaşma, hareketi kavrayabilecek ve ileriye taşıyabilecek emeğin ortaya konmaması da durumun vahametini katmerlemektedir. Gençlik hareketinin durağanlığı, parçalılığı anlaşılır demekteyiz; çünkü hareketin temel unsurlarına baktığımızda birçoğu üniversitelerde iş yapmaktan uzak, gençliğin gündemlerini ele almaktan, ısrarlı ve iradeli bir çalışma yürütmekten, gençlik mücadelesinin önündeki engelleri aşma bakışından yoksundurlar. Gençlik örgütlerinde tartışma kültürü zayıflamıştır. Birçok siyasetin belli siyasetlerle yan yana gelmeme tutumu var. Kimilerinin nedeni eleştiriye tahammülsüzlük, bunun karşısında saldırganlaşmak ve ortak iş yapmama kararı almaktır. Kimilerininki de DEVGENÇ isminin türevleri nedeniyle siyasetler arasında dönen tartışmalar ve birlikte iş yapmama tartışmasıdır. Hareketin ve hareketin geçmişini temsil eden simgelerin kendilerinden ibaret olduğunu düşünmeleridir. Tartışma kültürünü yitirmiş parçalar, yan yana gelme, hareketin ihtiyaçlarını belirleme, hareketi ileriye taşıma iradesiyle bir bütün oluşturamamaktadırlar. Son yıllardaki birçok eylem sürecinde yaptığımız değerlendirmelerde belirttiğimiz gibi karşımıza en çok çıkan noktalardan biri de politik ayrışmadan ziyade eylemin biçimi veya birlikteliğin ismi nedeniyle süreçlerin parçalanmasıdır. Gençlik hareketinin birleşik bir mücadele zeminine, kitleleri politikleştirecek, militanlaştıracak ve mücadelenin ileriye taşınacağı bir müdahaleye ihtiyacı olduğu açıktır. Her gündemde yeniden başa saran tartışmalarda boğulmamak, gençliğin gündemlerini önüne koyan birleşik hattı geliştirmek yönlü bir çaba sergilemek gerekmektedir.

Tartışmalar bir kez daha hareketin ihtiyaçlarının göz ardı edildiğini gösteriyor… Demokrat Yurtsever Gençlik’in çağrısıyla son bir aydır yan yana gelen kurumların yürüttüğü birleşik mücadele, devrimci-sol güçlerin birlikteliği tartışmaları ve ilkesizce oluşturulmuş Halkların Kardeşliği için Gençlik Platformu bizim açımızdan belli tartışmaları masaya yatırma ihtiyacını doğurmuştur. Bu ilkesiz yaklaşım sadece bu gündem eksenli yürüyen toplantılar açısından değil, yakın zamanda birçok tartışmada karşımıza çıkmaktadır ve gençlik örgütlerinin bir kısmı sessiz-itirazsız parçası olmuştur/olmaya da devam etmektedir.

18

Demokratik Yurtsever Gençlik, gençlik hareketinin

ihtiyaçlarını, gündemlerini tartışmak, sol güçlerin devrimci birliğini oluşturmak hedefiyle bir çağrıda bulunmuştur. Bir süredir bu kapsamda toplantılar yürütülmektedir. Toplantıları takip etmeye çalışmış olmamıza rağmen toplantının yer ve saatlerine dair sorduğumuz sorular cevapsız bırakılmıştır. Tartışmalar sürerken bir yandan da TEKEL direnişine dair bir eylem gerçekleştirilmiştir. TEKEL eyleminin gerçekleştiği gün toplantıların yer ve saati noktasında neden net bir habere ulaşamadığımızı anlamış olduk. Eyleme katılacağımızın öğrenilmesi üzerine DYG tarafından eyleme katılamayacağımız, Ekim Gençliği ve Gençlik Federasyonu ile birlikte iş yapmalarının sorun yarattığı ifade edilmiştir. Tüm kitleye çağrısı yapılmış bir eylem olduğunu ve katılacağımızı ifade edip eyleme katıldık. Burada açılan tartışma ile birlikte DYG’nin bizle ve Gençlik Federasyonu ile iş yapmama noktasındaki tutumlarının başından beri ortada olduğunu öğrenmiş olduk. Bu sadece bu toplantılar süreci ile sınırlı değil, İstanbul Üniversitesi’nde 8 Mart toplantılarında da, Kocaeli Üniversitesi’nde soruşturma ve ceza terörü üzerinden yapılan çağrıda da ifade edilmiştir. Yapılan birçok toplantı sürecinde benzer ifadeler kullanılmaktadır ve artık toplantıların-sürecin içinde olan unsurlar da bu tutumun parçasına dönüşmüşlerdir. Bu yaklaşımın bilinmesine rağmen bir tartışma açarak bu yaklaşım mahkum edilmeye, eleştirerek yol yürümeye dahi çalışılmamıştır. Tekrardan DYG’nin bu yaklaşımının nedenini belirtmek gerekirse, bilindiği üzere Kızıl Bayrak gazetesinde çıkan yazılar üzerinden hareketimize dönük birçok alanda saldırı süreci yaşanmıştır. Birçok yerde faaliyetimize saldırılmış, yoldaşlarımız yaralanmıştır. (Halk Cephesi’nin birçok kurumuna dönük saldırılar da hemen hemen aynı süreçlerde gerçekleşmiştir.) Saldırı fiziki bir şekilde devam etmese de bugün de bulundukları platformlara almama tutumlarını dayatarak devam etmektedir. Dün sözümüzü söylediğimiz gazetemize saldırılırken bugün de sözümüzü söyleyeceğimiz alan kapatılmaya çalışılmaktadır. Ve ne yazıktır ki bu toplantılar sürecinin parçası olan diğer gençlik örgütleri de bu noktada bağımsız düşüncelerini ifade etmemektedirler. Ortadaki tutum farklı bir düşünceye, eleştiriye tahammülsüzlüktür. Bu tutumun parçası olarak yan yana gelmek de ilkelerden yoksun bir platformdan öte bir şey oluşturmaz/oluşturamaz. Bu yaklaşımı öğrenmemizle birlikte gençlik örgütleriyle ilk yan yana geldiğimiz 16 Mart toplantısında bu tartışmayı açtık ve yürütülen diğer toplantının tarihini öğrenerek oraya da katıldık ve tartışmamızı yürüttük. Diğer toplantılarda bu tutumun birer parçası olan bileşenlerden yaklaşımlarını ortaya koymalarını istedik. EHP Gençliği’nin haricinde toplantıyı kaplayan kocaman sessizlik aslında yeterince cevap vermiş oldu. EHP Gençliği, ortadaki ilkesiz tutumu, “Sizinle zaten bu konuda anlaşamayacağımızı düşündük. Ondan çağırmadık” şeklinde örtmeye çalışsa da, bilinmelidir ki bu baştan bir


siyasetin düşüncesini, politik yaklaşımını ifade etmesinin önünün kesilmesidir, politik bir tartışma düzleminden sol değerlerin çiğnenerek yalıtılmasıdır. Herhangi bir gündem açısından da açıktır ki tüm gençlik örgütleri aynı politik yaklaşımı paylaşmamaktadırlar. Süreçler farklı değerlendirilmektedir. Ama yan yana gelip politik yaklaşımların ortaya konup ortak bir eksen bulma çabasıyla hareket etmek, bugün hareketi ve olanaklarını ileri taşıma yönlü temel adımlardan birisi olacaktır. İlki üzerine söylenecek çok şey olması ile birlikte buradan en azından şunu söylemek yerinde olur: Dünyayı durağan bir biçimde varsayamayacağımız gibi, politik bir konumu da mutlaklaştırmak çabası esasında Marksizmi-Leninizmi veya öne sürülebilecek bir başka yolu hayatın her anında üretebilmekteki acizlikten ileri gelmektedir. Mücadele tarihinin birikimi ile yüzleşmekten öte çekince açıktır ki tartışma ortamlarını kapatmak, kafayı kuma gömmek ile su yüzüne çıkmaktadır. Bugün ne Kürt ulusal mücadelesi, ne de toplumsal muhalefetin bir eğilimi birilerinin tekelindedir. Politikaları tartışmaktan böylesi kaçışlar, bununla birlikte birlikteliklerin üstünün cambazlıklar ile örtülmesi esasında bugün hayat içinde sınanmaktan duyulan çekincedir.

Günü kurtarma kaygısı değil, gençlik hareketinin ihtiyaçları esastır! Bu tartışmada kendi adımıza açmak istediğimiz nokta birleşik mücadele tartışmasıdır. Gençlik hareketinin gündemlerini ele almak, birleşik bir mücadele hattı oluşturmak, bir platform kurmak iddiasıyla yola çıkılıp gelinen aşama aslında birleşik mücadelenin kavranamamış olduğunu gösteriyor. Bugüne kadar Genç Komünistler olarak, gençlik hareketinin birleşik mücadele ihtiyacı üzerinde sıklıkla ve gereken hassasiyeti göstererek durduk. Yayınlarımızda yer bulmuş değerlendirme ve metinler, bu konuda herhangi bir tartışmaya yer bırakmayacak denli açıktır. Keza birleşik mücadeleyi büyütmek yönlü adımlar atmak, birleşik bir gençlik örgütlenmesi yaratabilmek için tartışmalar yürütme noktasında en çok emek harcayan örgüt olduğumuzu gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz. Bizler için gençlik hareketinin ihtiyacı önceliklidir. Kendi kaygılarımız da hiçbir zaman gençlik hareketinin ihtiyaçlarının önüne geçmemiştir. Gençliğin karşısında duran herhangi bir gündemde birleşik bir mücadele hattı ile hareket etmenin önemine vurgu yapmış bu yönlü çabamızı ortaya koymuşuzdur. Gençlik hareketinin birleşik mücadelesi ve örgütü, örgütsel kaygılar ve ihtiyaçlarla yan yana geliş değildir. Baştan gençlik hareketinin içerisinde bulunan ve emek harcayan iki öznenin tartışmanın dışında bırakılması, yalnızca, bunu dayatan veya ortak olan her anlayışın, önüne koyduğu iddianın altının boş ve samimiyetsiz olduğunun dolaylı bir itirafıdır. Bir siyaseti çağırmama nedenlerini kamuoyu karşısında ortaya koyamamaktadırlar, çünkü kimsenin arkasında durabileceği bir yaklaşım değildir bu. Eleştiriye tahammülleri yoktur ve farklı görüşlerin karşılıklı tartışılması noktasında cesaret gösterilememektedir. Burada parantez açarak ortak bir zeminde tartışmayı engelleyen ve karşımıza sıkça çıkan diğer bir örneğe de değinmeden geçemeyeceğiz. Örgütlerin kullandıkları isimden kaynaklı yan yana gelmediklerini yazının başında söylemiştik. Geleceğe yürüyen herkes geçmişin mirasını sahiplenir. Bu noktasıyla DEV-GENÇ tarihi hepimizin tarihidir. '71 yılıyla birlikte DEV-GENÇ gençliğin özörgütlülüğü olmaktan çıkmıştır. Gençlik çalışmalarını bu ve benzeri isimlerle devam ettiren örgütler olmuştur. Bugün de

baktığımızda bu isim ve türevleri üzerinden kendini tanımlayan gençlik örgütleri mevcut. İsimi kullanıp kullanmama üzerinden şiddete varan tartışmalar da yaşadık. İsim tartışmasının şiddet boyutuna varması veya yine bu tartışma nedeniyle yan yana gelmeyi “tercih” etmemek bizim adımıza kabul edilebilir bir yerde durmamaktadır. “Birleşik bir mücadele için öncelikli ve ertelenemez görev, gençlik içerisindeki siyasal öznelerin ve ilerici güçlerin birlikte hareket etmesinin olanaklarını oluşturmaya çalışmaktır. Siyasal güçlerin birleşik mücadelesi kendi içinde bir amaç değil, fakat birleşik bir devrimci gençlik hareketi oluşturma çabasının bir aracıdır yalnızca. Dolayısıyla buna hizmet ettiği ölçüde bir anlam ve önem taşır. Ancak küçük-burjuva gençlik gruplarının yaşadığı belirgin kavrayışsızlık ve politikadan yoksunluk durumu, bunlara eşlik eden politik ilgisizlik ve kaba sorumsuzluk, bu olanağın birleşik bir devrimci gençlik hareketi oluşturma hedefi doğrultusunda etkin bir politik müdahale manivelasına dönüşmesini engellemektedir. Bu ise gençlik hareketini kısır bir döngüye sokan çelişkinin kendisidir. Yani sorunun çözümü birleşik bir mücadeleyi zorunlu kılıyor; ancak geleneksel harekete mensup siyasal gençlik güçleri, bu ihtiyacı gördükleri yerde bile bu soruna çözüm oluşturabilecek devrimci sorumluluğu ve politik iradeyi ortaya koymak güç ve isteğinden yoksunlar.” Değerlendirmede de belirtildiği gibi iradi bir çaba ve ısrar isteyen bu yaklaşımdan uzak olmak bizleri bu noktaya getirmiştir. Diğer bir yanıyla son yaşadığımız örnek için vurgulanması gereken bir yan daha olduğunu düşünüyoruz. Evet, birleşik mücadelenin önemi ve ihtiyacının altını kalınca çizerek vurguluyoruz. Fakat birleşik mücadele demek ilkelerden vazgeçip yan yana gelmek değildir. Sırf yan yana gelmek, birlikte iş yapmak adına çizgiden, devrimci ahlakın sorumluluklarından vazgeçiliyorsa bilinmelidir ki yine baştan çarpık bir algıyla adım atılmaya başlanmıştır. Bu bakışla yürünecek yolun nereye gideceği belli değildir. Gençlik hareketinin gündemlerini ele almak, gençlik hareketinin ihtiyacı olan birleşik bir mücadele hattını oluşturmak, halkların kardeşliği için mücadeleyi büyütmek gibi bir iddia varsa buna uygun davranılmalıdır. Bilinmelidir ki ortada kendinden menkul bir iş değil, harekete duyulması gereken koca bir sorumluluk vardır. Günü kurtarmak ya da saflara kazanılabilecek 3-5 kişinin hesabını yapmak politik bir süreçle asla bağdaşmaz. Siz isteseniz dahi böyle çarpık bir pratik ile o istediğinizi de elde edemezsiniz. Kapılarını gençlik örgütlerine kapatan bir platform değil, gençlik hareketi içerisindeki tüm örgütleri-geniş gençlik kesimini kucaklayabilme bakışıyla hareket eden bir birliktelik yaratma kaygısı güdülmelidir. Bundan başkası soluksuz kalmaya mahkumdur. Gerçekten bu iddianın ve çabanın samimi bir yanı varsa gerici uzlaşma zemininden sıyrılıp, tartışmaların herkese açık hale dönüştürülmesi gerekmektedir. İçinden geçtiğimiz bahar dönemi tarihsel gündemler bakımından yoğun, bunun yanı sıra gençliğin karşısında eğitimin ticarileştirilmesinden, soruşturma-ceza teröründen geleceksizliğe birçok gündem duruyor. Sınıf kitlelerindeki hareketlilik, eylemlilik toplumun birçok kesimini olduğu gibi gençliği de etkilediği, geçlik mücadelesinin sınıf mücadelesi ile bağının kurulması gerektiği bir dönemdeyiz. Gençliğin karşısında bu kadar sorun varken, topluma dönük baskı ve terör artıyorken, Kürt halkının üzerine bombalar atılıyorken, bu platform bu sorumluluk ile yol yürüyebilen, bu gündemleri önüne koyan bir hat belirlemelidir.

19


Gençliğin taleplerine yanıt verecek bir mücadele ancak devrim ve sosyalizm mücadelesidir. Bu mücadelenin öznesi de işçi sınıfıdır. Bu yüzdendir ki, sınıf hareketiyle gençlik hareketi dolaysız olarak birbirine bağlıdır. Dahası biz genç komünistler işçi sınıfının devrimci gücü ile gençliğin devrimci dinamizmini birleştirmekle yükümlüyüz. Diğer gençlik gruplarından ve siyasal öznelerden belirgin farkımızı buradan koymalıyız. Bu fark politikada ve örgütlenmede doğalında temelli sonuçlar yaratacaktır. “TKİP, devrimin öncü sınıfı olan işçi sınıfına Gençlik, üretim süreçlerinin içerisinde olmamasından kaynaklı, kendi dayanmayı, öteki emekçi sınıf ve katmanların başına bir sınıf değildir. Kendi içinde toplumdaki farklı sınıf katmanlarının devrimci sınıf mücadelesine ve devrime yansımalarından oluşmaktadır. Üretim süreciyle ilişkisi, sosyal davranış biçimi ve karakter olarak küçük-burjuva özellikler taşıyabilen gençlik, küçük-burjuva bir başarıyla kazanılmasının da güvencesi sınıfsal katman değil, heterojen bir toplumsal bileşimdir. olarak ele alır. Öteki ezilen ve sömürülen Sınıflı toplumların tarihi boyunca gençlik her zaman geleceği temsil etmiş ve emekçi kitleleri işçi sınıfı önderliğinde kurulu düzen tarafından geleceksizliğe mahkûm edilmiştir. Oysa üretim sürecinde yer almayışı, geleceğe dair büyük bir belirsizlik doğurmaktadır. Gençliğin dinamizmini, devrim mücadelesine kazanmayı öfkesini oluşturan da bu geleceksizliktir. Elbette ki kapitalist toplum burjuvazi ve onun devrimin zaferinin temel koşulu olarak gençliği için bir gelecek sunmaktadır. Bu yüzden burjuva çocuklarının, gençliğin bu görür.” (TKİP programı) Bu nedenle kesiminin bilinen siyasal anlamıyla bir gelecek kaygısından söz etmek mümkün değildir. Bu yüzden gençlik sorunu dediğimizde ağırlıklı olarak işçi-emekçi çocuklarının gençlik sorunu ve gençliğin oluşturduğu bir kesimden, bu sınıfa mensup olan gençlikten bahsetmekteyiz. Bu sınıfsal kurtuluşu, işçi sınıfının kurutuluşu bakışın dışında bir gençlik sorunundan bahsetmek bizi hayatın gerçekliğinin ve Marksizmin mücadelesinden ayrı dışına iter. Gençliğin kurtuluş mücadelesi işçi sınıfının devrimci programının dışında yürütülemez. düşünülemez. Toplumdaki tüm “Devrimci gençliğin sonu gelmez bir ısrarla sürdürdüğü tutarlı bir dünya görüşü sorunların olduğu gibi bu arayışını ancak proletaryanın dünya görüşü, Marksizm-Leninizm karşılayabilir. Devrimci sorununun da çözümü emekgençliği tutarlı bir dünya görüşüyle ancak proletaryanın komünist sınıf partisi eğitip donatabilir.” (Devrimci Gençlik Hareketi, Eksen Yayıncılık) sermaye çelişkisi ana ekseni üzerinden yürütülecek Gençliğin taleplerine yanıt verecek bir mücadele ancak devrim ve sosyalizm mücadelesidir. Bu mücadelenin öznesi de işçi sınıfıdır. Bu yüzdendir ki, sınıf hareketiyle gençlik hareketi dolaysız mücadeleden geçmektedir.

Gençlik iç

olarak birbirine bağlıdır. Dahası biz genç komünistler işçi sınıfının devrimci gücü ile gençliğin devrimci dinamizmini birleştirmekle yükümlüyüz. Diğer gençlik gruplarından ve siyasal öznelerden belirgin farkımızı buradan koymalıyız. Bu fark politikada ve örgütlenmede doğalında temelli sonuçlar yaratacaktır.

“TKİP, devrimin öncü sınıfı olan işçi sınıfına dayanmayı, öteki emekçi sınıf ve katmanların devrimci sınıf mücadelesine ve devrime başarıyla kazanılmasının da güvencesi olarak ele alır. Öteki ezilen ve sömürülen emekçi kitleleri işçi sınıfı önderliğinde devrim mücadelesine kazanmayı devrimin zaferinin temel koşulu olarak görür.” (TKİP programı) Bu nedenle gençlik sorunu ve gençliğin kurtuluşu, işçi sınıfının kurutuluşu mücadelesinden ayrı düşünülemez. Toplumdaki tüm sorunların olduğu gibi bu sorununun da çözümü emek-sermaye çelişkisi ana ekseni üzerinden yürütülecek mücadeleden geçmektedir. Bu yüzdendir ki gençlik içerisinde sosyalist bir propaganda yapabilmenin temel koşulu gençlik hareketini sınıf hareketinin ayrılmaz bir parçası olarak geliştirebilmektir. “Sosyalizmi olanaklı kılacak maddi temeli, bunu gerçekleştirecek toplumsal gücü, somutta işçi sınıfını, bizzat kapitalist toplumun içinden bulup çıkarmak; sosyalizmi, modern toplumdaki temel üretici sınıfa, proleter sınıf eksenine dayandırabilmek. Dolayısıyla, bu basit bir genel gerçek değil, bir bakıma her şeyin temelidir. Bu gerçeği unuttunuz mu, sosyalizmi olduğu gibi unutmuşsunuz demektir. Sonuç olarak; sosyalizmi sınıf özünden koparamazsınız. Sosyalizmi proleter sınıf özü ve ekseninden kopardınız mı, gerçekte sosyalizmle her türlü bağınızı da kestiniz demektir.”(Partimizin tüzüğü üzerine/2 - Parti tüzüğümüzün ilkesel bölümü, www.tkip.org )

Sınıf hareketi gençliği sosyalist mücadeleye katacak ve arkasından sürükleyecek tek güçtür! Gençliğin devrimci yükselişinin 1960’lara denk gelmesi hiç de tesadüf değildir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yükselen sınıf hareketliliği ‘60’larda doruk noktasına ulaşmıştır. Gençlik hareketleri dünyanın her yerinde işçi sınıfının mücadeleleri üzerinden gelişmiş ve yükselmiştir. ‘68 dönemi Avrupa’sına baktığımızda ise Türkiye’dekinin de ilerisinde bir işçi sınıfı mücadelesi görürüz. Fransa’da Mayıs ‘68’de işçi sınıfı tarihinin o ana kadar gördüğü en büyük genel grev düzenlendi. 20 günden fazla süren bu grevde 10 milyona yakın sayıda işçi hayatı durdurdu. Fransız burjuvazisi iç savaş tehdidinde bulundu. ABD’de Wall Street 3 gün işgal edildi. Tüm bunlar ‘68’in özünü vermektedir.

20

Esasında yaşanan, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımıdır. Burjuva liberaller ‘68’i bir özgürlük hareketi, gençlik hareketi olarak masumlaştırmaya çalışsa da ‘68 katıksız bir sınıf savaşımları dönemidir. Bu yüzden ‘68’de olduğu gibi o günden bugüne sahneye ilk çıkan işçi sınıfı olmuştur. Onun değiştirici ve dönüştürücü gücü ile gençlik başta olmak üzere tüm toplum hareketlenmiştir. Tüm Avrupa’da üniversite, amfi işgalleri, gençliğin militan devrimci yükselişi sınıf hareketinin itilimiyle ve öncü etkisiyle gerçekleştirmiştir. ‘68’de tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gençlik mücadelesi kitleselleşmiş, okul işgalleri yaşamış, militanlaşmıştır. Düzenden


çinde sınıf devrimciliği devrimci bir kopuşun sağlanabilmesi de ancak bu şekilde mümkün olmuştur.

sonuçlanmıştır. Sonuçta yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edilmiştir.

Avrupa’yla aynı dönemde Türkiye’de yükselen ve grevlerle, işgallerle, militan eylemlerle mücadele sahnesine çıkan bir işçi sınıfından bahsedebiliriz. ‘68 devrimci gençlik hareketi de tüm dünyada olduğu gibi sınıf mücadelesinden etkilenmiştir.

Tüm bu süreç boyunca gençlik hareketi devrimcileşerek, düzenden devrimci bir kopuşu sağlayacak düzeyde örgütlenmelerin kurulmasının önü açılmıştır. Dev-Genç başta olmak üzere gençliğin bütün örgütlenmeleri sınıfla bağlar kurmaya çalışmış, işçi sınıfının mücadelesi içerisinde gelişmişlerdir. İşçi sınıfının burjuva diktatörlüğüne son verecek yegâne güç olması, bu konuda en tutarlı devrimci güç olması, onun öncülüğünde yürütülecek mücadelenin sonuca ulaşacağının dolaysız kanıtıdır. Sosyalizm düşüncesi işçi sınıfıyla buluştuğu vakit ete kemiğe bürünecektir.

Bu yüzden ‘68 salt bir gençlik hareketi değildir. ‘68’e giden yolda sınıf birçok imtihandan geçmiştir. Bu imtihanlar gençliği de derinden etkilemiştir. ‘68 hareketini Fikir Kulüpleri’nden başlayarak, sadece FKF ve Dev-Genç tarihi olarak görmek bizi yanılgıya düşürür. Aynı dönemde yükselen sınıf hareketi ile bağı üzerinden görmek gerekir. 31 Aralık 1961’de büyük Saraçhane mitingi gerçekleşmiştir. 6 koldan binlerce işçi Saraçhane’ye akın etmiştir. Kendi sınıfsal talepleri ile alanlara çıkan işçi sınıfı gücünü göstermiştir. Bu alana çıkış hemen ardından hareket birçok fabrikada grevlerle devam etmiştir. 28 Ocak 1963’te Kavel Kablo direnişi, işçi sınıfının başkaldırdığında yasaları değiştirecek bir gücü ortaya koyduğunu göstermiştir ve grev silahı belli sınırlılıklarla da olsa yasalara girmiştir. Ardından Singer’de, Goodyear’da, Bereç’te, Sungurlar’da, Mersin Ataş Rafinerisi’nde, İstanbul Bozkurt Mensucat’ta, Batman Rafinerisi’nde, Zonguldak Kozlu’da kömür ocaklarında ve doruk noktasına ulaşan 31 Ocak 1966 Paşabahçe grevinde işçi sınıfı defalarca grev silahına sarılmış, bir sınıf olarak mücadele sahnesine çıktığını göstermiştir. Paşabahçe direnişi işçi sınıfının farklı toplumsal katmanları peşinden sürükleyebileceğine en büyük kanıtlardan birisidir. Tıpkı günümüzde TEKEL direnişinde olduğu üzere gelişen sınıf hareketi ile birlikte sınıf dayanışması da büyümüştür. Bütün bu mücadeleler, grevler ve direnişler toplumu derinden etkilemiş, devrim ve sosyalizm düşüncelerinin yaygınlaşmasına, işçi sınıfı kavramının ve onun devrimci gücünün kavranmasında eşsiz örnekler oluşturmuştur. Sosyalizm düşüncesi kitaplardan çıkmış, onu var edebilecek sınıfın militan eylemlerine sahne olan bir süreç yaşanmıştır. Aynı dönem gençliğin kitlesel olarak devrimcileştiği dönemdir. 13 Şubat 1967’de yükselen sınıf mücadelesi devlet güdümündeki Türkİş’in sendikal çerçevesini aşarak kendi örgütünü yaratmış ve DİSK kurulmuştur. Mücadeleci, militan sınıf sendikacılığı bu dönemde yaratılmıştır. Sınıf hareketi daha da militanlaşmış, 1969 yılı birçok fabrika işgaline tanıklık etmiştir. Derby Lastik Fabrikası, Singer, Demirdöküm, Gamak ve Sungurlar işgalleri, İzmir Menemen’de Çamaltı Tuzla İşletmeleri işgali işçi sınıfının kendiliğinden ama devrimci bir özde, burjuvazinin özel mülkiyetine karşı yükselttiği çağrı oldular. Bütün bu deneyimler başta gençlik olmak üzere tüm toplumu hareketlendirdi. ’69 Şubat’ında öğrenci gençlik ile birlikte 6. Filo protestolarına katılan işçi sınıfı, artık “evde çocuk ekmek bekliyor” gibi sözleri bir tarafa bırakarak politik şiarlar altında da mücadele etmeye başlamıştı. 15–16 Haziran 1970’de DİSK’in kapatılmasına karşı işçiler ayaklanmış, İstanbul ve İzmit’te hayatı durdurarak alanlara çıkmıştır. 150 bine yakın işçi kent merkezlerine doğru hareket etmiş, ordu ve polis tarafından tanklar ve zırhlı birliklerle durdurulmaya çalışılmış, fakat işçiler 3 şehit vererek çatışa çatışa barikatları aşmışlardır. Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Çelik Endüstri, Otosan, Arçelik, Vita gibi büyük işletmelerde iş yavaşlatan işçilerin karşısına DİSK yönetiminin ihaneti çıkmıştır. Üç ay içerisinde yaklaşık 5 bin işçinin işten çıkarılmasına ve onlarca işçinin tutuklanmasına rağmen direniş başarı ile

Gençliğin bir kesim olarak heterojen olması ve ancak ve ancak devrimci proletarya ile mücadelesini birleştirdiğinde sonuç alıcı bir hatta gireceği açıktır. Sınıf hareketiyle bağ kurulduğu oranda gençlik hareketi taleplerine karşılık bulacaktır. “İşçi sınıfı toplumumuzun en diri, en devrimci, en tutarlı sınıfıdır. Burjuvaziye karşı muzaffer bir devrimin başını çekebilecek, önünü tutabilecek nitelikte ve yetenekte olan biricik sınıf odur. İşçi sınıfı kendi ideolojik ve örgütsel sınıf kimliğine kavuşabildiği ölçüde, devrimci gençlik hareketi de bugüne kadarki birçok temel zaafından kurtulma olanağına kavuşacaktır.” “…Gençliğin temel devrimci özlemlerine ve istemlerine ancak sosyalist proletarya cevap verebilir. Gençliğin devrimci eylemini doğru bir çizgide başarıyla ancak sosyalist proletarya yönetip yönlendirebilir.” (Devrimci Gençlik Hareketi, 2. baskı, s.58) Üniversitelerde sınıfsal ayrımları açığa çıkaracak

bir mücadele yürütmeliyiz! Bizler sınıf devrimcileriyiz. Bizleri sınıf devrimcisi yapan, işçi olmamız değil, işçi sınıfının kurutuluş mücadelesinde sınıfı örgütlemek bakışı ve onun öncülüğünde bu düzeni devirecek ve sosyalist bir iktidarı kuracak olan proleter devrimci bakışımızdır. Bu yüzdendir ki sınıf devrimciliği sadece fabrikalarda değil, hayatın ve mücadelenin her alanında ortaya konacak olan bir duruştur. Teorisiyle, pratiğiyle, örgütlenmesi ile bu ayrımı ortaya koymak bizlerin görevidir. Bizler üniversitelerde çalışma yürüten sınıf devrimcileriyiz. Buna uygun olarak üniversitelerde sınıfsal ayrımları açığa çıkaracak bir mücadele hattı ortaya koymalıyız. Gençliğin sınıf mücadelesiyle bağını kurabilecek ve mücadelelerini sınıfın öncülüğünde birleştirecek bir hattı örmek için enerjimizi harcamalıyız. “Komünist gençliğin mücadelenin bütün dönemlerini ve alanlarını kesen en öncelikli görevi, gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmektir. Bu başarılamadığı sürece, komünist gençliğin gençlik hareketi içindeki özel konum ve misyonundan söz etmenin herhangi bir anlamı kalmaz ve bu durumda sözünü ettiğimiz önderlik misyonu zaten yerine getirilemez.” (Gençlik Hareketi ve Komünist Gençliğin Görevleri, Ekim, sayı: 240, başyazı) “Komünistler ve sınıf bilinçli işçiler, proletarya sosyalizminin gerçek sınıf bayrağını yükseltebildikleri ölçüde, gençliğin ön saflarından bu bayrağın altına akacak önemli güçler bulacaklardır.” (Devrimci Gençlik Hareketi, 2. baskı, s.58) Bu doğrultudaki çaba, üniversitelerde yürütülecek sınıf devrimciliği faaliyetinin esasını oluşturmaktadır.

21


TEKEL direnişi ve sendikalar

TEKEL işçilerinin 78 günlük Ankara direnişi sınıf hareketinin hemen tüm temel sorunlarına ayna tutuyor. Direniş yıllardır yükselmesi beklenen sınıf hareketine şimdilik ilkbaharını yaşattı. TEKEL direnişi ve harekete geçirdiği diğer sınıf bölükleri sayesinde, sınıf hareketinin yıllardır süren suskunluluğun da etkisiyle sendikal alanda derinleşen bozulma ve statükoları bir bir günyüzüne çıkardı. Yıllardır bilinen gerçekler TEKEL direnişi vesilesiyle daha açık hale geldi. Güçlü bir sınıf hareketinin ilk görünümü sayılabilecek bugünkü mücadele düzeyi bile bu alanlarda yaşanan sorunları ve mevcut gerçekliği oldukça berrak bir biçimde orta koymuştur. Kurulduğu günden bu yana devletçi kimliği ve sermaye uşağı rolüyle bilinen Türk-İş bugün de çıbanın başıdır. Üçüncü ayına yaklaşan TEKEL direnişine karşı Türk-İş’in aldığı tutum geçmiş kimliğinden bir şey kaybetmediğini göstermiştir. Kısa sürede toplumun temel bir gündemi haline gelmiş ve önemli bir desteği etrafına toplamış TEKEL direnişi karşısında esasta kılını kıpırdatmamıştır. Üstelik Türk-İş kendi çizgisine DİSK ve KESK gibi sözde mücadeleci sendikaları da yedeklemiştir. Böylece, direniş karşısında gösterdiği teslimiyetçi, işbirlikçi ve ihanetçi tutumları için başka suç ortakları bulmuştur. Konfederasyonlarla birlikte tek tek sendikalar ve sendika şubelerinin büyük bir çoğunluğunun direniş karşısındaki tutumlarında esasta bir farklılık yoktur. Direniş belli bir evreden itibaren toplumu sarsmışken, giderek uluslararası dayanışma büyürken, deyim yerindeyse direnişin burnunun dibindekilerden doğru dürüst ses çıkmamıştır. Bu özellikle Türk-İş sendikaları için geçerlidir. Kitlesel TEKEL eylemlerinde ve 4 Şubat iş bırakma gününde sendikalar üzerlerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getirmemiştir. DİSK de altına imza attığı kararları yaşama geçirmek için şubelerde ve işyerleri düzeyinde etkin hiçbir çalışma yapmamıştır. Tek istisna 4 Şubat dayanışma eyleminde İzmir’de ortaya çıkan tablodur. Onun da CHP belediyelerinin AKP karşıtı tutumundan ileri geldiğini biliyoruz. KESK ise toplam süreçte en sıkı konuşmaları yapan, en kararlı görünümü sergileyen sendika olmasına karşın, süreçteki varlığı tabanında barındırdığı ilerici öğelerin ötesine geçmemiştir. Sendika konfederasyonlarının bir süredir devam eden ortaklıkları, tarafların kendi tabanlarına karşı ellerini rahatlatmalarına da yaradı. İkisi göstermelik eylem kararlarına göstermelik yanıtlar verirken, diğeri bu işbirliği sayesinden direniş için iyi bir şey yapıyormuş görüntüsü oluşturdu. Biri alması gereken daha güçlü eylem ve genel grev kararlarına TEKEL direnişiyle dayanışmanın ve sahiplenmenin zayıflığını gerekçe gösterirken, diğerleri sürecin asıl muhataplarının alacağı kararlara uyacaklarını bildirdiler. Konfederasyon ağaları kitlelerin gözünün ününde adeta bir orta oyunu sergilediler. Emekçilerin gözünün içine baka baka onlarla, en çok da TEKEL işçileriyle alay ettiler. Bu orta oyunu kendilerine bağlı sendikaların elini de rahatlattı. Aldığı güdük ve etkisiz eylem kararları, kendi isteksizlikleriyle de birleşince, ara kademe sendika bürokratlarının da kararları ortada bırakılmalarını sağladı. Ne de olsa denetleyen ya da hesap soran yoktu. Üstelik bir şeye yaramayacağı daha baştan belli olan bir eylem için patronlarla ya da işyeri yöneticileriyle sorun çıkarmaya değmezdi. Eylem kararları ortada bırakılarak sorun da çıkarılmamış oldu. Sınıf hareketinin yıllardır yaşadığı suskunluk sendika bürokratlarını iyiden iyiye çürütmüştür. Direnişe karşı ilgisizlik ve vurdum duymazlık bununla bağlantılıdır. TEKEL direnişi aynasından bakıldığında, bir elin parmağını geçmeyen sendika şubeleri ve kimi mücadeleci sendikacılar sayılmazsa, boydan boya tüm sendikal cephe bu çürümüşlüğün içindedir. Hiçbir biçimde bir sınıf aidiyeti

22

taşımamaktadırlar. Kimi süreçlerde bu sendikalar şu ya da bu düzeyde bir mücadelenin içine girebiliyorlarsa eğer, o da varlık zeminlerini kaybetme tehlikesindendir. Sendikal cephede Türk-İş ile benzerleri devlet ve hükümet yanlısı sendikacılık çizgisini temsil ederlerken, DİSK ve KESK sol-demokrat maskeli çizgiyi temsil etmektedir. Bir kısmı devlet ve hükümet tarafından beslenip uysallaştırılmışken bir kısmı da bizzat sermayenin kendisi tarafından beslenip uysallaştırılmıştır. Sendikaların bu kimlikleri direniş süreci boyunca aldıkları tutumlarda da kendini ifade etmiştir. İster konfederasyonlar düzeyinde olsun isterse ara kademede olsun, birbirlerinden tek farkları vardır. O da tabanlarını ve hala daha onlardan bir beklentisi olan işçi ve emekçileri aldatmakta kullandıkları dildir. İkiyüzlülük, sınıfa ihanet ve mücadele kaçkınlığı bunların ortak paydasıdır. Yaşam tarzları, alışkanlıkları ve sendikacılık anlayışları birdir. Böylece tutum ve kimlikleri aynılaşanların yan yana gelmeleri de kolaylaşmaktadır. TEKEL direnişi süreci göstermiştir ki, ister devletçi olsun ister soldemokrat maskeli olsun, mevcut sendikal anlayışlar bitmiş durumdadır. Bunların sınıf mücadelesinin şu ya da bu ihtiyacını karşılayacak niyetleri de takatleri de yoktur. Kuşkusuz bu yeni görülen bir gerçek değildir. İşçi ve emekçilerin yıllardır düşük ücret, ağır çalışma koşulları ve zam furyaları altında inletilmesine rağmen yaprak kıpırdamamasının birinci elden sorumluları bunlardır. Her hak arama mücadelesini, her ileri çıkışı, koltuğunu kaybetmemek ve patron, devlet ya da hükümetle karşı karşıya gelmemek kaygısıyla geriye çeken ve bastıran bu sendikacılardır. Onların uzlaşmacı ve işbirlikçi anlayışlarıdır. Sınıfa yabancılaşma ve çürüme öyle bir noktaya gelmiştir ki, patronlar da hükümet de işçi ve emekçilerin karşısına sendikaların icraatlarıyla çıkıyorlar. Sendikacıların çalıp çırpmalarını, karşı koyuyor göründüklerinin altına hükümetle birlikte imza atmalarını emekçilere delil olarak sunuyorlar. Üstelik ortaya sürülen bu iddialar yalan da çıkmıyor. İş yasası için bilim kurullarında, sendikal yasalar için üçlü danışma kurullarında, asgari ücret tespit komisyonlarında ve özelleştirme operasyonlarında, 4/C uygulamasında, sermaye hükümetine suç ortaklığı edenler mevcut sendikalardır. Adına çalışma yasası denen 4857 sayılı kölelik yasası, sendikaları iyiden iyiye devletin avucunun içine almayı amaçlayan sendikal yasalar, ancak bir evin kirası, bir simit ve bir çay parasına denk gelen asgari ücret... TEKEL işçilerine dayatılan ise güvencesiz ve geleceksiz bir yaşamdır. Sendikaların içinde yer aldıkları kurullardan ve komisyonlardan çıkanlar bunlardır. Bu süreçlerde hükümet tarafından dikkate alınmayanlar ya da taban tepkisinden çekinerek süreçlerin dışında kalmak zorunda olanlar da göstermelik olarak muhalefet sahnesinde yer almaktadırlar.


Dışarıdan bakıldığında bunlar görülürken, bir de içeride yaşananlar vardır. Sendika kasalarının boşaltılması sıradanlaşmış, işçi aidatlarıyla kontrgerilla finanse edilmiş, delege pazarlıklarında verilen rüşvetler, yapılan eğlence masrafları büyük ölçüde kanıksanmıştır. Araba, daire ve şişirilen cüzdanlar karşılığında toplusözleşmelerin satılması, patronlarla yapılan pazarlıklarda mücadeleci işçilerin işten attırılması, kafa kol ittifakları ve kirli koltuk pazarlıkları… Bunlar da çürümenin bir başka yüzüdür. Fakat yaşananların bunlarla sınırlı kalmayacağı da açıktır. Bugünkü sendikalar gerçeği, burjuva politikasının da sosyal reformizmin de çürümüşlüğünü gözler önüne sermektedir. İstisnalar dışında mevcut sendikacılar, dincisinden sosyal demokratına, faşistinden reformistine kadar düzen siyasetinin eklentisi durumundadırlar. Militan bir sınıf hareketinin ve bunun yaratacağı devrimci taraflaşmanın yokluğu, sınıf kitlelerini şu ya da bu düzen politikasının yediğine almaktadır. Sendikal bürokrasi sendikaları sınıf kimlikleriyle değil uzantısı oldukları düzen politikası ekseninde yönetmektedirler. Bugün için sendikalarda en etkin olan düzen politikasıdır. Bu en bariz biçimiyle konfederasyon seçimlerinde görülmektedir. Türk-İş seçimlerinde görüldüğü gibi, dinci gericilik seçimlere cumhurbaşkanı eliyle müdahale etmekte, sendika yönetimlerini denetimi altına almaktadır. Aynı şey sosyal demokrat CHP ve faşist MHP için de geçerlidir. Sendika şubeleri seçimlerinde düzen partilerinin müdahalesi daha da belirgin ve alenidir. Yapılan müdahaleler düzen partilerinin sendika ve işyeri yönetimleriyle kurduğu politik bağlar sayesinde gerçekleşmektedir. Her renkten burjuva gericiliğinin sınıf kitleleri üzerindeki genel etkisini de hesaba kattığımızda işleri daha da kolaylaşmaktadır. İşçi ve emekçilerin en basit bir sorununu dahi gündemine almayan, parlamento kürsülerini bir kez bile emekçilerin sorunlarını dile getirmek için kullanma zahmetine girmeyen faşist parti bile sınıf mücadelesi açısında en kritik yerde duran sendikaların tepesini tutabilmektedir. Henüz burjuva partiler kadar güçlenmemiş olan reformistler de başka yollarla aynı sonuçlara ulaşmaktadırlar. Güçlü oldukları yerde kimseyi dikkate almadan yekvücut davranmakta, değilse ilkesiz ve karşılıklı çıkarlara dayalı ittifaklarla işlerini bağlamaktadırlar. Bunlar öylesine ilkesizleşmişlerdir ki, gericilerle ortak listeler çıkarmakta, her zeminde devrimcileri kapı dışarı etmeye çalışmaktadırlar. Sermayenin sınıfa yönelik kesintisiz saldırıları, yılların kazanımlarının bir çırpıda ortadan kaldırılması, özelleştirmenin yarattığı işsizlik, sendikal hakların engellenmesi ve kullandırılmaması onların umurunda değildir. Onlar açısından esas olan, yıllarca oturacakları bir koltuktur. Özünde bir sınıf örgütü olan sendikaların bu misyona uygun davranması için gerekli olan mücadele programları, tabanın bilinçlendirilip örgütlülüğünün güçlendirilmesi onlar için kulakta vızıltıdan öte değildir. Onlara göre bunları dile getirip duranlar da en yumuşak söylemle “marjinal”dirler. “Günün gerçeklerini anlayamayan ve sendikaların durumundan bihaber” olanlardır. Sınıf mücadelesinin her zemininde mevcut durumu değiştirip ileriye taşımaya çalışanlar “dışarıdan gelenler”dir. TEKEL direnişine müdahale çabası içinde olan ilerici-devrimci güçlere karşı kullanılan argümanlar da aynıdır. İşbirlikçiliği tescilli sarı sendikacılık bir yana, sosyal reformizmin de işçi sınıfına ve emekçilere verebileceği hiçbir şey yoktur. Sınıf hareketinin yılları bulan suskunluğuna rağmen Türkiye’de sınıf mücadelesi alabildiğine serttir. Düzen, sınıfın talep ve beklentilerini karşılayabilme olanaklarından yoksundur. Her kafa uzatanın kafasının ezilmesi, her hak arayanın başında copun patlaması bunu göstermektedir. Bir hakkı kullanmak, korumak ya da geliştirmek istiyorsanız, bedel ödemeyi göze almak zorundasınız. TEKEL örneğinde görüldüğü gibi, düzen sınırlarındaki anlayışlar, bırakalım bedel ödemeyi göstermelik bir kararlılıktan bile uzak kalmaktadır. Hem yaşam biçimleri hem de politik biçimlenişleriyle sınıfa yabancılaşan bürokratik kasttan, ortaya koyduklarından daha fazlası da beklenmemelidir. Sendikaların bu tablosu TEKEL direnişine karşı takındıkları tavrı bir başka cepheden de açıklamaktadır. Direniş kendi sınırlarını aşmış ve ilk elden mücadeleci kesimleri etrafına toplamışken, en başta konfederasyon

yönetimleri grev kırıcı rolü üstlenmişlerdir. Direnişin mücadelede sıçrama yaratacağı her eşikte dalgakıran gibi hareketin önünü kesmişlerdir. Şimdi ise çadırları kaldırarak direnişin ateşini söndürmek için varlarını yoklarını ortaya koymaktadırlar. Fakat mevcut sendikal anlayışlar açısından, burjuva politikasının payandası olarak göstermelik de olsa sınıf adına iş yapmanın sınırları gelinen aşamada bir hayli daralmış bulunmaktadır. TEKEL direnişinin düzen sendikacılığı ve düzen sınırlarındaki mücadele anlayışı için adeta turnusol işlevi gördüğü şu son günler artık hiçbir şeyin eskisi gibi yürüyemeyeceğini göstermektedir. TEKEL direnişi nasıl biterse bitsin bu sonuç değişmeyecektir. İhanetçi işbirlikçi sendikacılığın bugünkü temsilcileri çok kötü bir sınav vermişlerdir. İşçiler sendikacılarına rağmen kendi iradeleriyle Ankara’ya gelmiş, direniş çadırını kurmuşlardır. Yıllardır işçi ve emekçilere kapatılan miting kürsüleri ve sendika binaları işgal edilmiştir. Bürokratların kolları kanatları kırılmamış ve ağaca tırmanmak zorunda kalmamışlarsa eğer, bu onların saygınlıklarından değil, işçilerin henüz bu bilinç düzeyine ulaşamamış olmalarındandır. Sendikal bürokrasi açısından kötü olan, istediklerini yapamamak değil artık yaptıklarını gizleyememektir. Attıkları her adımın izlenmesi, aldıkları her kararın tartışmaya ve karşı koyuşa konu olması, onları şimdiye kadar olmadık bir biçimde teşhir etmiştir. Öyle ki, aldıkları geri eylem kararları, başka kaygılarla da olsa burjuva basın tarafından bile eleştiri konusu yapılabilmektedir. Bürokratlaşmış sendikal kast Türkiye’de sınıfı, dolayısıyla da toplumu denetim altına almanın en önemli güvencelerindendir. Sınıf mücadelesinin geriliği koşullarında sendikal bürokrasi taban karşısında oldukça önemli mevziler kazanmıştır. Sınıfın mücadele dönemlerinde işlevselleştirdiği sendikal demokrasi, tabanın söz ve karar hakkı ortadan kaldırılmıştır. Devlet yanlısı, işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık meşrulaşmış, kurumlaşmış ve sendikalarda kök salmıştır. Gelenler gidenleri aratmamış, hep aynı çizgi izlenmiştir. Taban basıncı ve denetiminin yokluğu sermayeyle içiçe geçmişlikle birleşmiştir. Sendikal kast yıllardır sınıf mücadelesinin gelişmesinin önünde büyük ve yıkılması zorunlu bir engel olarak durmaktadır. Kuşkusuz bu çürümüş sendikal kast yıkılmaz değildir. Sendikal bürokrasinin panzehiri sınıf mücadelesidir. Mücadelede ne düzeyde ileri çıkarılır ve kapsamı ne kadar genişletilirse, bürokrasi de o ölçüde geriletilebilecektir. TEKEL direnişinin deneyimleri bir kez daha göstermiştir ki, sınıf mücadelesi adına ileri atılan her adım mutlak bir biçimde bürokrasiyi de hedef tahtasına çakmak durumundadır. Bu yapılamadığında, ileriye atılan her adım bürokrasinin çarklarında öğütülmeye mahkûmdur. TEKEL direnişinde görüldüğü gibi, sendikacılar güçlü tepkilerin hedefi oldukları durumlarda bile çizgileri ve ayrıcalıkları sorgulanmamaktadır. Sendikal süreçlerde alınan her karar tabanın yaşamını ve geleceğini belirliyor olmasına karşın taban karar süreçlerine dahil edilmemekte ya da ölümle korkutulup sıtmaya razı edilmektedir. Son haftalarda TEKEL direnişinde yaşanan da budur. Sendikaların teşhir olduğu şu günlerde onların ikiyüzlü ve teslimiyetçi tutumlarını mahkum etmek ayrı bir önem kazanmıştır. TEKEL direnişi, bürokratların güçten düşürme çabalarına karşın dinamizmini ve sınıf üzerindeki etkisini hala sürdürmektedir. Sendikalar, özellikle konfederasyonlar ise meşruiyetlerini yitirmektedirler. Safını sınıf mücadelesinin çıkarlarından yana belirlemiş olanlar, sendikal bürokrasiye karşı oluşan bu öfke ve tepkiyi en iyi bir biçimde değerlendirmeli, somut çabaların konusu haline getirebilmelidirler. Zira görülmüştür ki, direniş kararlılığına ve direniş sürecinde aldığı mesafeye rağmen, TEKEL işçilerinin bilinci de henüz ihanetçi ve teslimiyetçi sendikal çizgiyi sorgulayacak düzeyde değildir. TEKEL işçilerinin bu gerçekliği aynı zamanda kendiliğinden hareketin sınırlarını da işaretlemektedir. Açıktır ki, sınıfın bu bilinci kazanması etkin bir devrimci bir müdahaleyi gerektirmektedir. TEKEL direnişinin kazanması, sendikal ihanet şebekesinin yıkılması ve sınıf hareketinin sıçraması için yakıcı ihtiyaç budur. (Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/10, 5 Mart 2010)

23


Türkiye’de ve dünyada direnişler yol gösteriyor!

Biz genç komünistler de üniversitelerimizde, liselerimizde işçi sınıfının sesi, soluğu olmanın sorumluluğuyla daha etkin müdahaleler yapmanın olanaklarını yaratmalıyız. Türkiye ve dünyada ortaya çıkan hareketlilikleri gençliğin gündemine taşımalı ve gençliğin de üniversitelerden ve liselerden doğru militanlaşan eylemlerle yanıtlar üretmesini sağlamalıyız.

24

Geçtiğimiz son üç aylık süreç dünyada belli kırılmaları yaratabilecek işçi eylemlilikleri ile doluydu. Türkiye’de ve özellikle Avrupa’nın çeşitli ileri kapitalist ülkelerinde işçi ve emekçiler grevler, işgaller, direnişler, sansasyonel eylemler ile karşımızdaydı. Tüm bunlar sınıfın farklı tarzda tepkilere bürünmesi ile bir öfke patlamasına dönüştü. Elbette ulusal boyutta TEKEL direnişi bu patlamada özel bir yer tutmaktadır. TEKEL direnişinin vesile olduğu şeyler ya da en azından anımsattıkları bir hayli önemli. Kapitalist krizin derinleşmesi, sermayenin neo-liberal yüzünün görülmesini kolaylaştırdı. İşçi sınıfının artık sosyal yıkım politikalarına karşı bir refleks gösterme eğilimi giderek güçleniyor. İşte tam da bundan kaynaklı proletarya, sınırlı ya da henüz yetersiz olsa da yeni bir sürecin, işçi sınıfının hak arama/alma, bağımsız militan tavrını ortaya koyabilme sürecinin başlama sinyallerini veriyor. Dünya ölçeğinde derinleşen kapitalist kriz nedeni ile sermaye düzeni, kendisini finanse etmek için neo-liberalizmin her alandaki tüm yıkıcılığını devreye sokuyor. Batmak üzere olan bankaları emekçilerin parası ile kurtarmaya çalışan kapitalizm, bir yandan ise zor aygıtları ile yükselen emekçi hareketini dizginlemek derdinde. Hal böyleyken, yakılan ufak bir ateşin büyük yangınlar çıkartabilecek dinamikleri yaratması daha da olası hale gelmektedir. Türkiye’nin gündemini bir anda değiştirebilmesi üzerinden sürekli TEKEL örneği verilse de, Çemen Tekstil, Esenyurt Belediyesi işçileri, Akkardan ya da Muğla Yatağan’daki enerji işçilerinin ördükleri süreç ve karşı çıkışlar da direnişteki tüm emekçilere adeta manevi bir dayanışma, kucaklaşma olanağı yarattı. Uzun yıllardan sonra, TEKEL işçileri vesilesi ile sınıf birçok ilke tekrardan imza attı. Ankara’nın göbeğinde iki ayı aşkın bir süre özlük hakları için direnen TEKEL işçileri dayandıkları fiili meşru zemin sayesinde toplumun oldukça geniş bir kesimini maddi-manevi anlamda arkasına alarak direnişlerini sürdürdüler. Hükümetin karalama kampanyasına ve tehditlerine karşı mücadelenin yanı sıra sendikal bürokrasiye karşı mücadele edilmesinin gerekliliği de bugün bir kez daha TEKEL direnişi şahsında açığı çıkmış durumda. Yatağan’da da işletmelerinin özelleştirilmesine karşı çıkan bine yakın enerji ve maden işçisi sendika bürokratlarının edebiyatı ile susturulmuştu. Eylem gerçekten öğreticidir. Direnen TEKEL, Marmaray ve belediye işçileri direniş okulundan çok şey öğrendi. 17 Ocak mitinginde kürsüyü işgal eden, “Genel grev genel direniş” şiarıyla hareket eden işçiler direnişlerinin ideolojik

olduğunu söylemeye başladılar. TEKEL işçisi öğrendi ve öğretti. Bu süreç adeta işçi sınıfını “yeniden keşfettirdi”. Sınıfla bırakın pratikte, söylem olarak bile birlikteliği olmayan yapılar birden “sınıf devrimcisi” oluverdiler. Direniş alanından ayrılmaz oldular. İşçi sınıfının mücadele sahnesine çıkması geleneksel devrimci-demokrat hareketlerin suratına adeta bir şamar indirdi. İşçi sınıfı işte bağımsız eylemi ve kendi yöntemleri ile bir kez daha buradayım diyerek toplumu sarsmıştır. Her yerde direnişlerle ilgili sohbetler kendiliğinden açılmakta, insanların değişime olan inançları artmaktadır. Bunu son dönemde dünya ve Türkiye işçi sınıfı başarmıştır. Dünya ve Türkiye ölçeğinde grevler, işgaller, direnişler ve sonuçları bugün bizlere sınıf devrimcilerinin üzerinde önemle durduğu bir örgütlenme tarzını, taban örgütlülüklerinin önemini gözler önüne serdi. TEKEL’de, Muğla Yatağan’da, kamu çalışanları arasında ilmek ilmek örülen sektörel bazda ayrışan taban örgütlülüklerin, fabrika komitelerinin olması, sendikal ihanete uğramanın önünü de keser, direnişin kaderini işçilerin eline almasını sağlardı. İşçi sınıfı bu süreç sayesinde hak arama bilincini işgaller, nöbetler, blokajlarla radikalleştirirken, biz sınıf devrimcilerine düşen işçi sınıfı hareketini salt ekonomik muhtevadan çıkarıp politik bir mecraya taşımaktır. Bu görevi bize işçi sınıfı, onun gelişmekte olan hareketi vermiştir. Önümüzdeki bahar gündemleri ile işçi sınıfının militan mücadelesini birleştirmek, devrimci bir bahar dönemi örgütlemek şimdiki hedefimizdir. Biz genç komünistler de üniversitelerimizde, liselerimizde işçi sınıfının sesi, soluğu olmanın sorumluluğuyla daha etkin müdahaleler yapmanın olanaklarını yaratmalıyız. Türkiye ve dünyada ortaya çıkan hareketlilikleri gençliğin gündemine taşımalı ve gençliğin de üniversitelerden ve liselerden doğru militanlaşan eylemlerle yanıtlar üretmesini sağlamalıyız.


Entes direnişçisi Gülistan Kobatan ile konuştuk… Ekim Gençliği: Genç bir kadın işçi olarak “Krizin bedeli patronlara!” diyerek 14 Mayıs 2009 tarihinde fabrika önünde tek başına direnişe geçtin. Direnişi seçme sebebini ve direniş sürecini değerlendirir misin? Entes direnişçisi Gülistan Kobatan: Entes’in de içinde bulunduğu Dudullu Organize Sanayi bölgesi’nde peş peşe işçiler atılmaktaydı. Birçok işçi rahatça kabullenip, ben başka iş bulurum diye sessizce çekip gidiyordu. Bu gidişata bir dur demek gerekiyordu. İşten atmalara, krizin faturasının biz işçi ve emekçilere kesilmesine karşı örgütlü, sınıf bilinçli bir işçi olarak “Krizin faturası patronlara!” diyerek direnişe başladım. Direnişin amacı krizin faturasının işçi ve emekçilere ödetilmeye çalışılmasına karşı izlenmesi gereken yolu ortaya koymaktı. Bu anlamda direniş kararlılıkla sürdürüldü. Kamuoyu yaratılmaya çalışıldı. Sınıf dayanışması sürekli olarak ön plana çıkartıldı. Bakıldığında bir iki direniş dışında aynı süre zarfında başka direnişler yoktu. Böylesi bir süreçte başlayan Entes direnişi burjuva yasalarına göre de hukuksal kazanımı elde ettikten sonra 280. günde sonlandırıldı. Ekim Gençliği: Bugün başta TEKEL direnişi olmak üzere parça parça birçok direniş var. Direniş sürecin boyunca gerçekleşen grev ve direnişlerin yanında oldun. Sınıf hareketindeki bu hareketliliği nasıl değerlendiriyorsun? Gülistan Kobatan: İşçiler uyandı artık. Emeğimizin karşılığını alamadığımız yetmiyormuş gibi kölece çalıştırılıyoruz demeye başladılar. İtfaiye, Belediye ve Tekel işçileri ile başlayan hareketlilikle birlikte işçiler yalnız olmadıklarını da gördüler. Sınıf dayanışmasının gücüne dayandıklarını ifade etti Tekel işçileri. Bizi ayakta tutan dayanışma için gelenlerdir dediler. Aslında birliğin, beraberliğin ve sınıfın gücünü gördüler. Özellikle Tekel işçileri ile yaptığımız sohbetler üzerinden söyleyebilirim; sendikaların geri tutumlarını da gördüler. Sendikamıza kalsaydı bu direniş başlamazdı bile diyenler vardı. İşçiler birçok şeyin farkında ama neyi, nasıl yapacaklarının bilincinde değiller. Eğer ki işçiler ipleri sendikanın elinden alıp kendileri karar almaya ve bu kararları hayata geçirmeye başlarlarsa işte o zaman kazanacaklardır diye düşünüyorum. Ekim Gençliği: Son süreçte karşımıza çıkan direnişlerde kadın işçilerin sayıca fazla ve ön planda olduklarını görüyoruz. Desa’da Emine Arslan’dan sonra sen de Entes’te tek başına bir kadın işçi olarak mücadeleyi yükselttin. Kadınların mücadeledeki konumları ile ilgili neler düşünüyorsun? Gülistan Kobatan: Biz işçi kadınlar sermayeye

daha öfkeliyiz. Hem evde hem de fabrikalarda sömürülüyoruz. Hele bir de Kürt kökenliysek 3 kat sömürülüyoruz. Bundandır bizim daha sıkı sarılmamız kavgaya. Bundandır daha direngen oluşumuz. Bu yüzden en ön safta göğüsleriz mücadeleyi. Biliriz ki mücadele özgürleştirir bizi. Biliriz ki işçi sınıfının kurtuluş yolu gibi bizim de kurtuluş yolumuz burjuvaziyle mücadele etmekten geçer. Buradan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününün kutlanışının 100. yılında tüm ezilen, sömürülen kadınlarımızı kavga alanlarına çağırıyorum. Ekim Gençliği: İşçi ve emekçiler işten atmalar, sendikalaşmaya dönük saldırı vb. saldırılarla karşı karşıya. Bunlara boyun eğmeyenler de türlü baskılarla yıldırılmaya çalışılıyor. Üniversitelerde de hakkını arayan, sözünü söyleyen herkes soruşturma ve ceza terörüne maruz kalıyor. Sindirme, yıldırma çabalarının karşısında ısrarla mücadele eden bir işçi olarak üniversite öğrencilerine neler söylemek istersiniz? Gülistan Kobatan: Bizler nasıl fabrikalarımızda patronlar tarafından sömürülüyorsak sizler de üniversitelerinizde yine işçi ve emekçilerin çocukları olarak sermayenin bir ayığı olan YÖK tarafından sömürülüyorsunuz. Parasız eğitim hakkınız elinizden alınıyor. Ulaşım sorunu deseniz ayrı bir dert. Öncelikle şunu görmek gerekiyor, bu düzen sermayenin çıkarlarına göre işlemekte. Sermaye de kâra dayalı bir sistem olduğu için biz işçi ve emekçiler açısından açlık, sefalet ve ölüm demektir. Sadece üniversitelerimizde yaşadığımız sorunlar üzerinden bakmayalım. Bugün biz ezilen sınıf, yani işçi sınıfı olarak okulda, üniversitede, sokakta, fabrikada birçok saldırıyla yüz yüzeyiz. Demek ki sermaye kendini ayakta tutabilmek için bir bütün halinde saldırıyor. Öyleyse bize düşen görev de bir bütün olarak sermayeyi karşımıza almaktır. Bugün işçilerin yaşadığı sorunlar bizden bağımsız dememektir. Örneğin Tekel direnişine sahip çıkmalıyız. Bu kavga bizim geleceğimiz içindir deyip yine işçiler içerisinde sınıf çalışması yürütmek gerekmektedir.

Bugün biz ezilen sınıf, yani işçi sınıfı olarak okulda, üniversitede, sokakta, fabrikada birçok saldırıyla yüz yüzeyiz. Demek ki sermaye kendini ayakta tutabilmek için bir bütün halinde saldırıyor. Öyleyse bize düşen görev de bir bütün olarak sermayeyi karşımıza almaktır. Bugün işçilerin yaşadığı sorunlar bizden bağımsız dememektir. Örneğin Tekel direnişine sahip çıkmalıyız. Bu kavga bizim geleceğimiz içindir deyip yine işçiler içerisinde sınıf çalışması yürütmek gerekmektedir.

25


Elazığ depremi sermaye iktidarının gerçek yüzüdür!

Güvenli ve insanca yaşanabilecek konut hakkı için mücadeleyi yükseltelim! Elazığ'da 8 Mart sabahı meydana gelen deprem, rant ve kar üzerine inşa edilmiş sermaye iktidarının gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi.

Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'ne göre, saat 04.32'de, merkez üssü Elazığ'ın Karakoçan İlçesi’ne bağlı Başyurt beldesinde, 6,0 büyüklüğünde, 5 kilometre derinlikte bir deprem meydana geldi. Deprem Elazığ'a 21 km uzaklıkta gerçekleşti. Depremde şu ana kadar 51 kişi yaşamını yitirdi, yüze yakın kişi de yaralandı. Tayyip Erdoğan ölümleri

Sağlıklı, depreme dayanıklı konut sorununu ancak işçi sınıfı çözebilir. Çünkü, işçi sınıfı barınma hakkının gaspını en ağır yaşayan kesimlerin başında geldiği gibi, depremlerde de en fazla ölen kesimi de oluşturmaktadır. Diğer yandan, konut sorununun çözümü, daha pek çok sorunun çözümü konusunda olduğu gibi, işçi sınıfının topluma verdiği başlıca sözlerden biridir. Zira sosyalizm, adı üzerine, toplumcu bir düzendir. Tüm çözüm yollarını toplumsal ölçekte ele alır.

26

kerpiç evlere bağladı… Sermaye hükümetinin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, depreme ilişkin yaptığı açıklamada bölgeye gerekli yardımların götürüldüğünü ifade etti. Elazığ Valisi Muammer Erol ise, depremden etkilenip de ulaşılamayan köy bulunmadığını açıkladı. Elazığ Valiliği Kriz Merkezi, depremde 51 kişinin öldüğünü belirtti. Kentsel dönüşüm projeleriyle Türkiye’nin dört bir yanını büyük şirketlere pazarlayan, geliştirdiği rant projeleriyle sermayeye yeni alanlar açan AKP hükümeti bir kez daha kendini aklama telaşına düştü. Depreme ilişkin açıklama yapan Erdoğan ölümlerin nedenini kerpiç evlere bağlayarak şöyle konuştu: “Şu ana kadar kaybettiklerimizin nedeni bu bölgenin yerel mimari anlayışı yani kerpiç yapılanması nedeniyledir. Bu yapılanmanın bedeli ne yazık ki ağır olmuştur.” Eskiden, başbakanından başbakan yardımcılarına, bakanlardan cumhurbaşkanına ve genelkurmaya kadar birçok devlet yetkilisi, “ulusal yas”larla, ölü sayısında artış olmaması için bol bol “inşallah”lı dualar edip dileklerde bulunurken, yine Türk devletinin “büyüklüğü”nden, “güçlülüğü”nden, depremin hakkından gelebileceğinden dem vururlardı. Son 8 yılın başbakanı ise, depremin sorumlusu olarak kerpiç evlerde oturan emekçileri işaret ederek arsızlıkta sınır tanımadı. İşçi ve emekçileri açlık ve yoksulluk koşullarında yaşamaya mahkum eden bu düzende yeterli önlem alınmadığı için işçi ve emekçiler bir kez daha ölüme yollandı. Deprem “geliyorum” dedi

Sermaye devleti Türkiye’nin bir deprem coğrafyası olduğu gerçeğine uygun olarak depreme hazırlıklı olmak ve depremin vereceği zararları asgariye indirmek için ciddi hiçbir önlem almadı. Genel olarak Türkiye çapındaki bu gerçek, Elazığ depremi somutunda bir kez daha gözler önüne serildi. Yine, “deprem değil, binalar öldürür” tespiti pratikte kanıtlandı! Son verilere göre 51 kişinin öldüğü, yüze yakın kişinin yaralandığı ve yüzlerce evin kullanılamaz hale geldiği, Elazığ Karakoçan merkezli deprem olasılığına, Afet İşleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı bazı uzmanlar yayınladıkları bir raporda dikkat çekmişti. Yine İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi tarafından yapılan açıklamaya göre 15 Aralık 2001 tarihinden beri ciddi bir sismik hareketlilik gözleniyordu. Yani Elazığ’da, özellikle de deprem fayı üzerinde bulunan ilçelerde depremin olacağı belliydi. Belli olmayan sadece ne zaman ve hangi şiddette olacağıydı. İTÜ’nün açıklamasına göre bu deprem bölgesi, her 5-10 yılda bir 5-6 şiddeti büyüklüğünde bir deprem üretme potansiyeline sahipti. Deprem geliyorum, geldim işaretlerini verip binaların temeline dayandığı halde, depremi kerpiç evlere bağlayan Tayyip Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu devlet yetkilileri depreme karşı kelimenin gerçek anlamında hiçbir önlem almadı. Kapsam ve şiddet olarak daha küçük olsa da 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 tarihli depremlerde yaşananlar benzer biçimde yeniden yaşandı. Önlem alınmıyor

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) 2000 yılında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye çapında, 129 bin 627’si harap ve yıkılması gereken, 570 bin 101’i ise esaslı tamirat ve tadilat gerektiren bina tespit edildi. Yani yaklaşık 700 bin binada oturulmaması gerekiyor… Ama oturuluyor! İstanbul’da yakın zamanda yaşandığı gibi, böylesi binaların çökmesi için depreme de gerek yok! Her depremden sonra devlet yetkilileri, süreci sermayeye kaynak akıtma anlayışı ile yönetti. Devlet yetkilileri bir yandan devletin vatandaşını ne kadar “sevdiğini” göstermek için vergi ödentilerinin ertelendiği yönünde kararlar alıp açıklama yaparken; diğer yandan deprem sonrasında yıkılan birçok bina ve evin sigortalı olmadığını da öne sürerek zorunlu deprem sigortasını TBMM’de kanunlaştırdı. Dönemin sermaye hükümeti 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremleri sonrasında gelen yardımlara el koyup, deprem vergisi uygulamasından sonra, emekçileri soymanın bir başka yolu olarak deprem sigortasını seçti. Hükümet depreme karşı alınacak tedbirleri alabilmesi için de bu kanuna gerek duyduğunu, bunu emekçileri düşündüğü için yaptığını da büyük bir pişkinlikle savunabildi.


Sermaye devleti Türkiye’nin deprem gerçekliğini tüm açıklığı ile bilmektedir. Depreme ilişkin tüm bilimsel çalışmaların bilgisine sahiptir. Çalışmalar onun bilgisi ve denetimi çerçevesinde yapılmakta, haritalar önünde durmaktadır. Buna rağmen hiçbir önlem alınmadığı için onbinlerce emekçi depremlerde ölmekte, milyonlarla hesaplanan maddi kayıplar da emekçilerin sırtına kambur olarak yüklenmektedir. Depreme karşı neden tedbir alınmıyor? Çünkü sermaye devleti toplumun, toplumsal ihtiyaçların ötesinde, emekçilerin yaşam hakkını da asla önemsemiyor. Devletin de sahibi bulunan kapitalist sınıf ve onu oluşturan bireyler, depreme dayanıklı lüks malikânelerde yaşadıkları için deprem onları hiç etkilemiyor. Üstelik, deprem sayesinde önemli bir kazanç elde ediyorl İnsanca bir yaşam için mücadeleyi yükseltelim! Depremde zarar gören emekçilerin zararlarını karşılama, kalıcı konut sunma görevi devletindir. Türkiye’de gerçekleşen ise, hem emekçilerin parasına el koyma hem de kalıcı konut vermemektir. Tüm konutlarını kaybeden ya da konutları bir dahaki depremde daha kolay yıkılacak biçimde zarar gören depremzedeler, devletten karşılıksız insanca yaşanabilir kalitede olan kalıcı konut talep etmeli,

bunun için mücadele birliğini sağlamaya çalışmalıdırlar. Depremi gerçek anlamda bir felakêt haline getiren, hırsızlığı, yağmayı gerçekleştiren; depremzedeleri çadırlara, prefabrik evlere mahkûm eden ve depremzâdeler yaratan bu soygun, sömürü düzenidir. Bu düzenden hesap sorulmalıdır! Asgari ücreti açlık sınırının altında tutan bir devletten söz ediyorsak eğer, açlık-tokluğuyla ilgilenmediği insanların konut gibi bir sorunuyla ilgilenmesini elbette ve hiç beklememek gerekiyor. İlk depremde mezarımız olacak konutlardan kurtulmanın, sağlıklı ve ihtiyaca uygun konutlara kavuşmanın bir tek yolu vardır. İşçi sınıfının sosyalist iktidarını kurmaktır. Sağlıklı, depreme dayanıklı konut sorununu ancak işçi sınıfı çözebilir. Çünkü, işçi sınıfı barınma hakkının gaspını en ağır yaşayan kesimlerin başında geldiği gibi, depremlerde de en fazla ölen kesimi de oluşturmaktadır. Diğer yandan, konut sorununun çözümü, daha pek çok sorunun çözümü konusunda olduğu gibi, işçi sınıfının topluma verdiği başlıca sözlerden biridir. Zira sosyalizm, adı üzerine, toplumcu bir düzendir. Tüm çözüm yollarını toplumsal ölçekte ele alır. (www.kizilbayrak.net sitesinden alınmıştır)

Kapitalizm maden ocaklarında katletmeye devam ediyor… Kapitalizm ölüm saçıyor. Her gün yüzlerce işçi, sermayenin daha fazla kâr hırsının kurbanı oluyor. Geçtiğimiz günlerde Balıkesir’de bir madende, grizu patlaması sonucu 13 işçi yaşam kavgasında hayatını kaybetti. Balıkesir’in ardından Zonguldak’ta da bir işçi göçüğün altında kaldı. İşçiler fabrikalarda, tersanelerde, madenlerde işte böyle bölük bölük ölüme sürülüyorlar. Kapitalizm var olduğundan bu yana tarih bu örnekleri yazıyor. 1857’de 40 bin dokuma işçisi greve çıktığında bulundukları fabrikanın kapıları kilitlendi ve çıkan yangında 129 işçi yanarak can verdi. Hafızalarımızda taptaze duran ve hiç silinmeyecek olan tersanedeki filika cinayeti sermayenin pazardan daha büyük pay almak uğruna işçileri kan pazarına sürüklemesinin en çarpıcı ispatıdır. Gemilerdeki filikaların sağlam olup olmadığını kontrol etmek amacıyla kum torbası kullanmak yerine, işçilerin filikalara konularak aşağı atılmalarıyla çok sayıda işçi insanlık dışı bir şekilde katledildi. Madenler… Kapitalizmin karanlığının gün yüzüne çıktığı ve en ağır sömürü koşullarının dayatıldığı ocaklar, yine kapitalizmin pervasızlığıyla işçilere mezar olmaya devam ediyor. Bu patlamalar ve enkazlar, yine iş kazası olarak değerlendiriliyor. Oysa bunun iş kazası

değil, iş cinayeti olduğunu sermaye sınıfı da işçi sınıfı da biliyor. Bu cinayeti biri yaşatıyor, diğeri yaşıyor. Balıkesir’deki maden ocağında ölen işçiler ne ilk oldular ne de son olacaklar. Daha birkaç ay önce Bursa’da bir madenin çökmesiyle onlarca işçi hayatını yitirmişti. Burjuvazi varlığını sürdürebilmek için azami düzeyde sömürmek zorundadır. Bu yüzden de sermaye düzeni krizleriyle boğuşurken, daha fazla çalıştıracak daha az ücret verecek, gerektiğinde işçinin can güvenliğini sağlayacak olan bir maske ya da bir eldiveni dahi çok görecek, işçilik haklarını ellerinden alacak. Kısacası daha fazla katliam yapacak. İşçi sınıfının yapması gereken, TEKEL işçilerinin yaptığı gibi, kölece çalışma koşullarına ve hak gasplarına karşı mücadele bayrağını yükseltmektir. Bugün madende göz göre göre katledilen 13 işçinin yasını tutmaktan öteye gidemeyip insanca yaşamın mücadelesini vermemek, yarın fabrikalarda, tersanelerde, madenlerde ve diğer üretim alanlarında bulunan nice proleteri, sefil sermayedarların kanlı ellerine teslim etmekle, yani teslim olmakla eşdeğerdir. Katil devletten hesap sormak için işçi sınıfının safında sosyalizm mücadelesi vermek zamanıdır! İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru

27


Düzen içi çatışmalar karşısında gelecek sınıf mücadelesini büyütmekten geçiyor!

Derinlik, sermaye devletinin gerçeğidir… Ergenekon soruşturması ile bir süredir toplumun geniş kesimleri sermaye medyasına yansıyanların oluşturduğu tablo üzerinden devletin çeteleşmiş yüzünü izliyor. Toplumun bir kısmı kendisine sunulanın ışığında bu tabloyu sorguluyor. Bir yanda darbe planları, bir yanda terör örgütü kurmak iddiası ile gözaltına alınan subaylar, yazarlar üzerinden bugün düzen içi kamplar oluşturulmuş durumda. Soruşturma sürecinin uzunluğu ile birlikte bu kamplar arasındaki hararet dönem dönem azalsa da, mevzunun kapsamından ötürü son dönemin en belirgin siyasal süreci sık sık yeni operasyonlar ve iddianameler ile birlikte kamplar sürekli bir hareketlilik içerisinde. Balyoz Planı ile yeni bir hareketlilik yaşanıyor. Uzun bir dönemdir gündemde tutulmasından da görüldüğü üzere, sermaye iktidarının güncel yürütmesi AKP hükümetinin işine geldikçe kullandığı siyasal icraatlarının başında Ergenekon Operasyonu geliyor. Operasyon üzerinden öne çıkan iki düzen içi kampı irdelediğimizde, sırtını kaçınılmaz olarak orduya dayamış olan ulusalcı kanadı ve onun karşısında demokrasi çığırtkanlığı yapan liberalleri görüyoruz. Özünde ise neo-liberal politikaların iki yüzüdür görünen. Doğalında düzen içi kliklerin zenginliği ile birlikte bu kamplar geniş bir çeşitlilik ile fazlaca kanadı topluyorlar. Öne çıkan yönlerine bakıldığında bu iki ana kamp tam anlamıyla belirginleşiyor olsa da, esasen düzenin derinleşen çatlakları içerisinde temel kırılmaların da temsilcisi durumundalar. Ulusalcı kampın içinde darbe karşıtlarından tutalım da, liberal kanat içinde askeri faşist 12 Eylül cuntasının sorumluları ile hesaplaşmayı akıllarından geçirenlere kadar… Ancak açıkça görmek gerekir ki, iki kamp da tamamen düzenin çıkarları doğrultusunda bir bütün olarak davranmaktadır. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde komünistlerin yaptığı değerlendirmeleri de kısaca hatırlayacak olursak, sermaye devletinin eskimiş-deşifre olmuş yüzlerini ve emperyalist uşaklığın yeni boyutunda ABD’nin Kürt sorunu, Kıbrıs, Ermeni meselesi gibi bazı konulardaki politikalarıyla uyuşmazlıkları ile artık pürüz haline gelmiş olan çevrelerini hedef alan bir “temizlik operasyonu” ile karşı karşıyayız. Elbette ki devletin derinleri ile bir hesaplaşmadan bahsetmek, düzenin çizdiği eksen göz önüne alındığında abesle iştigal olur. Aksine ortaya konan kararlılık, neo-liberal politikaların hizmetine koşulacak, AKP çizgisindeki yeni kadroların görevlerine atanması içindir! Söz konusu olan, sermayenin belli bir kesiminin (burada toplumsal yaşamda, sömürüde ve yönetimde dini gericiliği temel alanların), ekonomik ve siyasal alandaki payını, daha kestirmeden iktidar alanını büyütme çabasıdır. Bu genel çerçevede ele alındığında Balyoz Planı ile ortaya atılmış olan darbe planları ve iddianemelerle etki alanları ellerinden alınan çete devletinin elemanları, bugün yerleri boşaltılan kadrolar olarak öne çıkıyorlar. Zira iddianamelerde yer alan “ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve laik demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri, bir daha hortlamamak üzere ebediyen ortadan kaldırmak…” gibi maksatların ortaya konduğu planlar, sermaye devletinin MGK gibi organları aracılığı ile zaten yıllardır her raporun, kararın vb. bir köşesine elden geçirilerek eklenmektedir. Ötesinde ise söz

28

konusu maksat doğrultusunda ortaya konulacak silahlı eylemler de zaman zaman çeşitli vesileler ile teşhir olanlar gibi yıllardır resmi organlarca hayata geçirilmektedir. Daha önceden Şemdinli de olanlar, emekli subayların “sahte çatışma” icraatları, devletin derinliklerinde iddianameye geçenlerin zaten bir devlet politikası olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Kontrgerilla; katliamcı sermaye düzeninin kirli yüzü… Peki ortadaki tablo düzenin çizdiği haliyle bize neyi söylüyor? Yaşananlar bir yandan kadro yenileme olmakla beraber, ortaya çıkış biçimi ile de bir düzen içi çıkar çatışmasına işaret ediyor. Zira yaşananlar tam anlamıyla bir siyasal kriz boyutundadır. Düzen klikleri düzenin farklı organları ile olduğu gibi, doğrudan aynı organları içerisinde de tüm soruşturma boyunca karşı karşıya gelmektedir. Bunun en son somut örneği ise Erzincan-Erzurum-Ankara üzerinden yaşanmış olan yargı krizidir. 2007 yılında Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı’nın dini gericiliğin bir örgütlenmesini kapsamına alacak biçimde açtığı soruşturma ardından kendisi Erzurum’da Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı tarafından yürütülen ‘Ergenekon’ soruşturmasında terör örgütüne üye olduğu şüphesiyle tutuklanıyor. Ardından ise olağanüstü toplanan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Erzurum Özel Yetkili Savcılarının yetkilerini kaldırıp, suç duyurusunda bulunuyor. Rejim krizi, AKP hükümeti ile emperyalist efendilerin ihtiyaç duyduğu uşaklık için gerekenlerin büyük bir hızla hayata geçirilmesiyle yol alıyor. Emekçiler açısından ekonomik saldırıların kapsamlı bir biçimde hayata geçiriliyor oluşu, bir yanda siyasi iktidarın icraatlarının bir yüzünü oluştururken, diğer yanında da sermaye düzeninin mecbur olduğu baskı araçlarının yeniden konumlandırılması gerçekleşmektedir. Cunta günlerindeki baskı koşullarının tekrardan yaşanıyor oluşu bunun açık bir göstergesidir. Ne var ki, bu koşulların hayat bulabilmesi siyasal iktidarın hamleleri ile güncel kontrgerilla yapılanmalarının, devletinin derininin tüm çeteleşmelerinin yenilemesini ve haleflerin selefleri ile hesaplaşmalarını gerektiriyor. Yaşananlar, tüm düzen güçlerinin efendisi ABD’nin önde gelen borazanı New York Times’ta şöyle yorumlanıyor: “…Laik Silahlı Kuvvetler'e karşı bugüne kadar girişilen operasyonların en büyüklerinden biri olan son operasyon, hükümetle yargı arasındaki çatışmadan dolayı tırmanan siyasi bir kriz endişelerini daha da artırdı. AB üyesi olmayı bekleyen NATO üyesi Türkiye, kökeni siyasi İslam'a uzanan AK Parti ile ordu ve yargı içinde kümelenen muhafazakar, ulusalcı laikler arasında uzun zamandır yaşanan iktidar mücadelesine kilitlenip kaldı…” Emperyalist efendilerin de açıkça ifade ettiği çatışma, düzen içinde kliklerin yeni konumlanışına işaret etmektedir. Bu gerçekliğin ardında demokrasi arayışı ise sadece budalalıktır. Aynı açıklık ile şunu da görebilmek önemlidir ki, halefler açıkça emperyalizmin yeni ihtiyaçlarının vahşeti göz önüne alındığında emekçiler açısından daha büyük bir karanlığın hazırlığıdır. Düzenin gericiliklerinden gericilik beğenmiyoruz! Bugün biz genç komünistlere düşen görev devrimci sınıf mücadelesini büyütmek, gelecek kaygısı büyüyen gençlik kesimlerini teşhir olmuş çeteleşen sermaye devletine ve sermaye iktidarına karşı konumlanmaya çağırmaktır!


Sermayenin artan saldırılarına karşı Kürt halkı devrimci mücadeleyi büyütmelidir! Sermaye devleti adına AKP’nin başlattığı “açılım süreci” çoktandır çökmüş durumda. DTP’nin kapatılması ve Öcalan’ın cezaevi koşullarının ağırlaştırılması karşısında Kürt halkının ortaya koyduğu militan tepkiler, sahte açılım yalanlarının çöktüğünün ilanıydı bir bakıma. Bu süreçte devletin ikiyüzlülüğü de olanca çıplaklığıyla ortaya saçıldı bir kez daha. Bir yandan Tayyip Erdoğan “açılım”ın devam edeceğini söylerken, diğer yandan hemen aynı günlerde DTP’li birçok belediye başkanı ve yöneticinin gözaltına alındığı operasyonlar yapıldı. Polise taş atan çocukların tutuklanmasına devam edildi. Yine bir taraftan “açılım”ın Kürt sorununa çözüm amaçlı olduğu söylenirken, diğer taraftan hükümet sözcüleri amacın PKK’nin tasfiyesi olduğunu söylemekten kendilerini alamadılar. Nitekim buna uygun olarak yeni saldırı politikaları da sürekli bir şekilde canlı tutuldu. Açılımın asıl amacı olarak silahlı Kürt hareketinin tasfiye edilmesi ve ABD’nin Ortadoğu’da ihtiyaç duyduğu uşaklığı yapmak için direnişin tamamen bitirilmesi gerekiyordu. Direnişi bitirmek için çok iyi bildiği silahı, toplumsal muhalefetin yükseldiği zamanlarda olduğu gibi baskı ve terörü devreye soktu. Ama bu da Kürt halkını yıllardır verdiği mücadeleden alıkoyamadı. Kürt işçi ve emekçileri ile gençleri devletin imha ve inkâr politikalarına eylemlerle, sokaklardaki direnişleriyle yanıt verdiler. Faşist sermaye iktidarı Abdullah Öcalan’ın emperyalist komployla Türkiye’ye teslim edilişinin yıldönümünden hemen önce Kürt halkı üzerindeki terörünü arttırarak emekçileri ve gençliği sindirmeye çalıştı. Fakat Kürt emekçileri ve gençliği Türkiye, Kürdistan ve Avrupa’da ortaya koyduğu militan direnişle, tuttukları ulusal oruçla, BDP binalarına siyah bez asarak yaptıkları oturma eylemleriyle sermaye devletinin saldırılarına cevap vererek saldırıları boşa düşürdü. Bir yandan açılım yalanıyla Kürt emekçileri ve gençliği kandırılıp uyutulmaya çalışılırken, diğer yandan da 15 Şubat öncesi yapılan operasyonlarla yurtsever gençlik ev baskınlarıyla gözaltına alındı, tutuklandı. Örneğin15 Şubat öncesi Çukurova Üniversitesi’nde 18 öğrenci ev baskınlarıyla gözaltına alınmış 9 öğrenci tutuklanmıştı. Yine bu dönemde yaşı küçük birçok çocuk taş attıkları gerekçesiyle on yıllara varan sürelerde hapis cezaları aldı. Bir yandan azgınca saldırırken, bir yandan da kendi cephesinden açılımının devam ettiği söylemleriyle Kürt emekçilerini ve gençliğini kandırmaya çalışan AKP hükümetine en iyi yanıtı, başta Kürt gençliği olmak üzere sokaklara dökülenler verdi. Kürt halkı söylenen yalanlara inanmadığını sokaklardaki protesto gösterilerinde yansıtmış oldu. Görüldüğü üzere ne açılım yalanları mücadeleyi engellemeye yetiyor, ne de imha ve inkâr politikaları... Protesto gösterilerinde “Gençlik dağa çıkacak” gibi sloganların öne çıkması Kürt gençliğinin mücadele dinamizmini ortaya koyuyor ve açılım oyununu tam da başladığı yerde bozuyor. Özellikle gençliğin devrimci enerjisi bu noktada önemli bir yerde duruyor. DTP’nin kapatılmasının ardından yapılan protesto gösterilerinde, Öcalan’ın cezaevi koşulları kötüleştirildikten sonra ve 15 Şubat’ta

yapılan eylemlerde Kürt gençliğinin militan bir şekilde çatışarak ön saflarda yer alması, bunun bir göstergesiydi. Kürt gençliği yapılan her eylemde ön saflarda sermaye devletinin imha ve inkâr politikalarına karşı ulusal özlemlerinin ifadesi sloganlarını öfkeyle haykırdı. Gençlik, açılımla beraber sermaye düzeninin arttırdığı saldırılara karşı sokakları birer savaş alanına çevirdi. Sokak sokak çatışarak sokakları devletin kolluk güçlerine dar etti. Sermaye devleti Kürt emekçilerinin ve gençliğinin öfkesini Kürt mahallerinde yaptığı sokak kontrolleri, sokaklara saldığı faşist güruhlarla, 15 Şubat öncesi başlattığı gözaltı furyasıyla ve arttırdığı terörle her koldan çembere alarak bastırmaya çalıştı. Ama Kürt işçi, emekçi ve gençliği son olarak bu saldırıları 15 Şubat’ta ortaya koyduğu iradeyle boşa düşürdü. Kürt halkı yapılan oturma eylemleri, açlık grevleri ve kolluk güçlerine karşı çatışmalarla devletin baskısına boyun eğmeyeceğini gösterdi. 15 Şubat ile beraber oluşan atmosferle bir kez daha görüldü ki Kürt halkının talepleri uğruna ortaya koyduğu enerji kolayca bastırılamaz.

Kürt halkı özlemlerine de ancak Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek bir toplumsal devrimle kavuşacaktır. Bunun için Kürt halkının mücadelesini, Türkiye’deki tüm işçi ve emekçilerle birleştirmesi en yakıcı ihtiyaçlardan biridir.

“Açılım” safsatasının sonrasında bu coğrafyada karşımıza çıkan tablo Avrupa’ya yansıdı. Belçika’da 25 tane kurum basıldı. ROJ TV’nin binasına girilerek talan edildi. Bu süreçte Kürt siyasetçiler Remzi Kartal, Zübeyir Aydar ve 15 kişi gözaltında alındı. Gözaltına alınanların bir kısmı tutuklandı. Bu saldırı süreciyle birlikte Newroz’a hazırlanan Kürt halkı şimdiden birçok ilde Newroz ateşlerini yakarak mücadele kararlılığını ortaya koymaya devam ediyor. Yaşananlar komünistleri ve konu ile ilgili benzer düşüncedeki sol akımları haklı çıkarmış, açılımın PKK’yi tasfiye etmek ve Kürt halkının direnişini bitirmek için ortaya atıldığı teyit olmuştur. Açılım aldatmasını boşa düşürmenin, bu saldırıları bitirmenin yolu tüm uluslardan işçilerin mücadele birliğini yaratıp sermayeye karşı savaşmasından geçmektedir. Dönem boyunca süren TEKEL direnişi, bunu en sade ve çarpıcı şekilde göstermiştir. Devletin ve sermaye medyasının linç kışkırtmalarına, faşist sürülerin kudurmuş hallerine rağmen, egemenlerin istediği olmamıştır. Salt işçilerin kendiliğinden bir direnişi dahi, tutulacak yolu göstermeye yetmiştir. Kürt halkı özlemlerine de ancak Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek bir toplumsal devrimle kavuşacaktır. Bunun için Kürt halkının mücadelesini, Türkiye’deki tüm işçi ve emekçilerle birleştirmesi en yakıcı ihtiyaçlardan biridir.

29


Polis katlediyor, yargı aklıyor…

Polis-yargı işbirliğine son! Baran Tursun 25 Kasım 2007’de polisin dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle başından vuruldu ve ağır komaya girdi. Bir süre yaşam destek ünitesine bağlı kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Daha önce de alkollü araç kullanırken yakalanan Tursun tekrar yakalanmak istemediği için kaçmıştı polisten.

Yargı katilleri kollamakla aslında sistemin bekasını koruyor. En küçük bir ses çıkarana, ölen oğullarının cinayetle katledildiği delillerle bu kadar açıkken bunu kanıtlamaya çalışan bir aileye bile, tahammül edemiyor. Sistemin yargısı katilleri değil, hakkını arayanları yargılıyor.

Baran’ı vuran polis, ifadesinde “7 dakika takip edildi, sonra yola barikat kurduk, araba barikatın üstüne sürülünce kaçarken ayağım kayınca silah yanlışlıkla ateş aldı” dedi. Ancak telsiz kayıtlarında sadece 2 dakika 20 saniye takip kaydı vardı. Tursun’un olay sırasında orda bulunan arkadaşlarının ifadesine göre de barikat kurulmamıştı. Ekip arabası yolu kesmişti ve Tursun arabanın yanından geçmeye çalışmıştı. Tam bu sırada başından vurulunca aracın kontrolünü kaybetmişti. Sonra da ağaca ve direğe çarparak kaza yapmıştı. Tursun hastaneye kaldırıldığında polisler olayın trafik kazası olduğunu söylediler. Yani olayın üstünü örtme çabaları ve söyledikleri yalanlar silsilesi en başta başladı. Olayın kaza olmadığı Tursun’un başındaki kurşun tespit edilince ortaya çıktı. Olay yeri inceleme ekipleri de olayı kaza olarak gösterdi, aracı gerekli incelemeleri yapmadan olay yerinden çekti. Ayrıca delil olarak kullanılan fotoğraflarla, basın mensuplarının çektiği fotoğraflar arasında da farklılıklar vardı. Baran’ı öldüren polis memuru gözaltına alındıktan sonra çıkartıldığı ilk duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Ayrıca bazı delillerin yok edildiği (polisin hikâyesine uymayan fazla mermi kovanları gibi) gerekçesiyle de 10 polis memuru yargılanmaya başlandı. Davalarda ifade veren şahitlerin çoğu ise polisti.

30

Aslında bu olay ne ilk ne de tek. Türkiye’de polis kurşunuyla ölen insanlar gün geçtikçe artıyor. Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun getirdiği rahatlıkla artık infazlarını kişi ayırt etmeden sokak ortasında gerçekleştirmeye başlayan polisin cinayetlerini, kendi katillerini korumaya çalışan yargı da aklıyor. Bu karanlık sistemin iki bekçisi birbirini kolluyor, koruyor. Suçlarını örtbas ediyor, haklı gösteriyor. Baran Tursun alkollü olduğu için ölmeyi hak etmişti onların gözünde. Kapitalist sistem bir yerlerde birilerinin cipleriyle alkollü

gezmelerini doğru bulmuş o da bunu yapmıştı. Kapitalist sistem polisin önüne geleni vurmasını doğru bulmuş o da vurulmuştu. Kapitalist sistem vuranların haklı görülmesini istemişti ve yargı aklamıştı. Baran Tursun’un ailesi oğullarının polis tarafından katledildiğini kanıtlamak için birçok basın açıklaması düzenliyor ve yargı polis işbirliğini gözler önüne sererek yargıya güvenmediklerini her yerde haykırıyorlar şimdi. Ancak katilleri aklayan yargı bununla da kalmayıp Tursun ailesine dava üstüne dava açıyor. Ölen oğullarının cinayete kurban gittiğini anlatabilmek ve artan cinayetlerin önünü kesmek için uğraşan aileye fırsat vermek istemiyor yargı. Korkuyor, çünkü birileri gerçeğe, bu sefer onlara değil de doğru olana inanır diye. Aile hakkında TCK’nin 301. maddesi uyarınca “Yargı görevini yapanı etkileme, tehdit, hakaret, TC hükümetini, yargı organlarını, askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama” suçundan dava açıldı. Ayrıca 277. ve 106. maddelerden de davalar açıldı. Yargı katilleri kollamakla aslında sistemin bekasını koruyor. En küçük bir ses çıkarana, ölen oğullarının cinayetle katledildiği delillerle bu kadar açıkken bunu kanıtlamaya çalışan bir aileye bile, tahammül edemiyor. Sistemin yargısı katilleri değil, hakkını arayanları yargılıyor. Kapitalist sistemin varlığını sürdürdüğü her karış toprakta bugüne kadar milyonlarca insan iş cinayetlerinde, işkencelerde, polis kurşunuyla, asker mermisiyle, açlıktan, soğuktan, yoksulluktan hakkını aradığı için, kâr hırsıyla yapılmış binalarda depremlerle yaşamını yitirdi. Yine birçoğu daha güzel yarınlar istediği için, düşündüğü, sorguladığı için, Kürtçe konuştuğu için, ekmek çaldığı için… yargılandı, yargılanıyor! Üstelik asıl hırsızlar ve katiller yatlarında, katlarında keyif çatarken… Suçsuzlar suçlu ilan ediliyor, katiller kahraman oluyor. Adalet adının arkasında terazinin bir kefesi parayla doluyor. Bu çirkin ilişkileri kırmanın tek çözümü ise onu yaratan karanlığı kırmaktan geçiyor. Katil polis hesap verecek! Kahrolsun kapitalizm, yaşasın sosyalizm!


Zincirleri parçalayalım!

Yunanistan’da yükselen sınıfın öfkesi özgür yarınlara olan özlemimizdir! “Çağın çarkına okuyan çarklar” dünyanın dört bir yanında tekliyor. Kapitalist ekonominin kendi yarattığı yapısal krizi ile dünyanın dört bir yanında sömürü düzeni giderek sıkışıyor ve sermaye iktidarlarının temelleri giderek bir belirsizliğin içine batıyor. Öyle ki derinleşen çatlaklar en son olarak küresel ölçekte bir mali kriz ile kapitalistler tarafından da itiraf edilmiş olundu. Bu elbette ki yeni bir şey değildi. Hatta aslına bakacak olursak, kapitalizmin doğal ve sosyal bir yıkımın yanısıra ekonomik bir açmaz anlamına geldiği de insanlık tarihinde iki yüzyıl önce ortaya konmuştu. İçinden geçtiğimiz süreç o bağlamda olayların doğal seyrinde evirildiği son durumdan ibaretti sadece. Krizin itirafının hemen öncesine bakacak olursak, ortada birtakım istikrar ve önlem paketlerinden konuşulduğunu ancak kesin olarak bir geleceksizlikten bahsedilmediğini görebiliriz. Ne var ki bugün, küresel tekellerin iflası, işsizliğin dünya ölçeğinde patlaması ve neredeyse tüm ülkelerde “kemer sıkma” uygulamalarının hayata geçirilmesi ile bir avuç budalayı bir kenara bırakırsak artık durumun aksini kimse iddia etmemektedir. TEKEL işçilerinin direnişi ile birlikte toplumun ileri kesimleri tarafından “Genel grev, genel direniş” hedefinin işaret edildiği bir coğrafyanın yanı başında Yunanistan bugün son derece önemli bir yerdedir. Yunanistan’ı güncel tablosu ile birlikte ele alırken de öncelikle kapitalist sömürü zincirinin gerilmiş bu halkasının yakın geçmişine kısaca bakmak yerinde olacaktır. AB üyeliği 1981’e uzanan ülkede, özellikle son 10 yıl içerisinde AB ekonomi politikaları yoğun bir biçimde uygulamaya konmuştur. Esasen bu dönem her şeyin olup bittiği bir 10 yıl değil de, toplam neo-liberal politikaların geldiği son noktadır. Bu dönemde, kendi coğrafyamızda da AB’ye uyum kapsamında çeşitli isimler altında yaşadığımız birçok dönüşümün bir benzeri de Yunanistan’da yaşandı. Kamu alanı hızla sermayenin talanına açılarak, kazanılmış sosyal haklar-güvenceler birer birer geri alındı. Ekonomik kriz ile birlikte Yunanistan’da tablo daha da derinleşti. Dünya genelinde olduğu gibi krizin faturası ek vergiler, kısılan ödenekler, geri alınan sosyal güvenceler ve dondurulan maaşlar ile emekçilere yüklendi. Yunanistan emek cephesi ise tarihinden gelen birikimi ve güncel dinamikleri ile bu saldırıyı güçlü bir biçimde aylardır grevler, direnişler ve işgaller ile karşılamakta. Sendikaların yaygın örgütlenmelerinden ve solun olanaklarından faydalanan emekçiler son aylarda etkili grevler gerçekleştirdiler ve hayatı kilitlediler. En son 5 Mart’ta emekçiler “ekonomik önlem paketi” parlamentoda oylanırken polis barikatını aşarak parlamento bahçesini işgal ettiler. Şehirlerin ana meydanlarında toplanan emekçiler iş bırakarak hayatı saatlerce durdurdular ve kamu binalarını işgal ederek tüm emekçileri yıkım politikaları karşısında sokağa, eyleme çağırdılar. Öncesine bakacak olursak, Şubat ayının sonunda ve Mart’ın başında birçok grev ve işgal gerçekleşti. Maliye bakanlığı dahil olmak üzere kamu kuruluşları, üniversiteler ve kitlesel işten çıkarma ve hak gaspı yapan özel işletmeler işgal edildi. Alanlar krizin faturasını ödemeyi reddeden yüz binler ile doldu. Otobanlar dahil olmak üzere ana yollar saatlerce trafiğe kapatıldı. Grevlere kamu, özel sektör, belediye, valilik, tüm toplu taşıma çalışanları yanısıra liman işçileri, doktorlar, öğretmenler, gazeteciler gümrük ve vergi memurları da katıldılar. Milyonlarca emekçinin katılımıyla gerçekleşen genel grevlerde hayat defalarca durduruldu. Sınıf hareketinin sıcak cephelerinden biri olan Yunanistan’da geçen yıl 16 yaşındaki Alex katledildikten sonra sokakları ısıtan yüz binlerin o gün de ifade ettiği gibi, Alex sadece bardağı taşıran damla olmuştu.

Kapitalist sömürü çarklarının doğal işleyişi ile birlikte dünyanın tüm coğrafyalarında bugün tablo benzerdir. Ancak belli ki Yunanistan mevcut dinamikleri ile birlikte o taşma noktasındadır. Zengin direniş geleneğine bakacak olursak Yunanistan’da işçi ve emekçiler, sermaye karşısında cuntayla hesaplaşarak bugüne gelmiştir. TEKEL direnişinin gündeme gelişi ile Türkiye’de farklı yaklaşımlarla da olsa dillendirilen “genel grev” tartışmasıyla esasen işçi sınıfının güncel imkanları somutlanmıştır. Emek cephesinin temel bir silahı olan genel grev, öncelikle sendikalar tarafından işçilerin öfkesini bir belirsizlik ekseninde sönümlemenin aracı haline getirilmiştir. Sol güçlerin de yükselttiği bu hedef, diğer bir yanı ile sınıf içindeki zafiyetlerin bir göstergesi olmuştur. Ortaya ise bir türlü somutlanamayan bir eylem ve siyasetler açısından da sınıfa dışarıdan götürülen bir öneri çıkmıştır. Yunanistan’da ise solun sınıf içinde organik bağlarının oluşumunun ve sendikaların düzenin ehlileştirme araçları olmaktan çıkarılıp emek cephesinin örgütlenme alanları olarak değerlendirilmesinin somut olanakları bu grevler ile defalarca gözler önüne serilmiştir. Bu tablonun elbette ki, Türkiye’deki sendika yönetimlerine bir şeyler göstermesi beklenemez. Zira sarı sendikacılar TEKEL sürecinin ve son dönemdeki tüm grev ve direnişlerinin içinde mücadeleci emekçilerin kararlılığını ve militan eğilimlerini eritmek yönlü çaba sarf ederek sınıflar mücadelesindeki konumlarını ortaya koymuşlardır. Bu yeni bir şey değildir. Tablo sendika yönetimlerinin asalak burjuvazinin ve onun işbirlikçilerinden kurtarıldığında etkin bir silaha dönüştüklerini, hatta bunun bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Bu bile iki sürecin gözlemlenmesi ardından Türkiye’de emekçilere ve sol güçlere fazlasıyla şey göstermektedir. Elbette komünistler de bu süreçte yıllardır ortaya koydukları özeleştirilerinin yakıcılığını bir kez daha göreceklerdir. Türkiye’de birçok sendika ve liberal sol çevre için AB hazırlık süreçleri çeşitli yorumlar ile bir umut olarak görülmek istenmiştir. Güncel tablo ise bunun tam aksidir. Sendikaların her bağlamda düzen içi umutlarının boşluğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Bugün yıllık 13., hatta 14. maaşları kesilmek üzere olan Yunanistanlı emekçiler bunu sendikalarını kitlesel militan eylemlere sürükleyerek göğüslerken, TEKEL işçileri Ankara sokaklarında hareketsiz kılınmaya çalışılmışlardır. Türkiye işçi ve emekçileri de bir yılı aşkın süredir sendikacıların ayak oyunları ve adi yalanları ile oyalanmaktadırlar. Adeta giderek ısınan suyun içinde yavaş yavaş ölüme terk edilmişlerdir. Gerekli olan, sınıfın bağımsız siyasal eksende birleşik ve kitlesel mücadelesinin örgütlenmesidir.

31


Zengine ‘İhsan’ üniversiteliye ‘Doğramacı’ Onu okuduğunuz üniversitelerde “karnını şüpheli şekilde tutarak medikoya gitmek”, “yiyebileceğinden fazla ekmekle okula girmek”, “afiş okumak” gibi gerekçelerle açılan soruşturma komisyonlarında, eşit ve parasız bir eğitim talebini gündeme getiren öğrencilere verilen cezalarda görebilirsiniz; ya da kariyer günlerinde… Yıldız Teknik’te turnikelerin, İÜ’de özelleştirilen kantinlerin yazarkasaları başında da rastlayabilirsiniz ona... Buraya kadar her şey üniversiteye dair, peki ya sonrası? Hatta onu geçtiğimiz yıllarda kanser hastalığından kaybettiğimiz Kazım Koyuncu’nun ölümünde de görebiliriz desek kim olduğunu tahmin etmek kolaylaşır mı?

Bugün üniversite gençliğinin büyük bir çoğunluğu darbeci Kenan Evren’i ressam zannediyorsa işte bu Doğramacı sayesindedir. Düşünmeyen, sormayan, araştırmayan, üretmeyen bir üniversiteli tipolojisi yarattığı, kendisinin de mensup olduğu burjuvaziye nimet sayılabilecek kuşaklar yetiştirdiği için kendisine ne kadar ‘teşekkür’ edilse azdır!

32

“Eğitim cehaleti alır, eşeklik kalıcıdır” diye bir söz vardır. Bu sözü “Eğitim cehaleti alır, hırsızlık, aç gözlülük iştahı daha da kabartır” şeklinde uyarlamamız mümkün bahsi geçen pek ‘değerli’ prof için!.. Evet, geçtiğimiz günlerde dünyaya kazık çakma çabası sonuçsuz kalarak göç eyleyen İhsan Doğramacı’dır bu yazının konusu… Hacettepe ve Bilkent üniversitelerinin kurucusu, babadan zengin, Kerkük Türkmeni, pediatri uzmanı… Bir devlet üniversitesinin yanısıra, bir de özel üniversite kurarak farklı bir portre çizmektedir İhsan Doğramacı. Aynı zamanda ilk özel üniversite olan Bilkent’te burslu okuyanlar onu rahmetle anacaklarsa da her yıl üniversiteye girebilmek için ter döken milyonlar ve bilimsel eğitime hasret üniversiteye geldim derken holdinge geldiği izlenimine kapılan, har(a)cı düzenli bir biçimde zamlanan yüz binlerce üniversite öğrencisi ise merhumu nasıl bilirdiniz sorusuna öfkeyle yanıt vermeli bugün: Darbeci bilirdik, tüccar bilirdik, emek hırsızı, bilim hırsızı bilirdik! Çernobil santrali kazası sonrasında Karadeniz bölgesinde yetişen çaylarda radyasyon arayan üniversiteleri engelleyen bir bilim düşmanı olarak bilirdik! Üniversiteler paralı olmalı, sadece zengin çocukları okumalı diyen YÖK zihniyetinin mimarı bilirdik! 12 Eylül postalıyla üniversite koridorlarını kirleten bir Amerikancı bilirdik! Bugün üniversite gençliğinin büyük bir çoğunluğu darbeci Kenan Evren’i ressam zannediyorsa işte bu Doğramacı sayesindedir. Düşünmeyen, sormayan, araştırmayan, üretmeyen bir üniversiteli tipolojisi yarattığı, kendisinin de mensup olduğu burjuvaziye nimet sayılabilecek kuşaklar yetiştirdiği için kendisine ne kadar ‘teşekkür’ edilse azdır! Elbette minnet duygularını okullara kariyer günleri adı altında gelen ‘yavrum sen sıra arkadaşını başlat işe’ türünden nasihatler

veren ‘insan (sömürü) kaynakları’ ifade edecektir. Meteksan ve Tepe Holding’in patronu Doğramacı’nın yıldızı Hacettepe Üniversitesi’ni kurduğunda parlamıştır. Bu rektörlüğü ise faşist 12 Eylül darbesinin üniversiteler üzerindeki baskı ve sindirme aygıtı YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu)’ün kurucu başkanlığı ile taçlandırmıştır. YÖK’ün tarihsel misyonu eğitimi ticarileştirmek, üniversitelerin toplumla olan bağını koparmak ve bilimselliği asgari düzeye çekmektir. Göreve gelir gelmez ilk işi değerli bilim insanlarını üniversitelerden uzaklaştırmak, binlerce öğrencinin eğitim hakkını elinden almak olan Doğramacı ilk özel üniversitenin kurulmasının da yollarını açmıştır. Faşist darbe toplumsal muhalefete ve işçi sınıfının örgütlü gücüne saldırırken ABD emperyalizminin gerçekleştirdiği Körfez işgalini Micheal Jackson dinleyip çekirdek çitleyerek seyreden üniversiteli bireylerin yetiştirilmesi görevini YÖK üstlendi. Bireycilik, bencillik ve tüketim sevdası, derdi tasası üreten öğretim üyeleri İhsan Doğramacı’nın kadrosundan üniversite kürsülerini işgal etti. Öyle ki bu ‘adam kayırma’ durumu dönemin kabarelerinden Metin Akpınar’ın oynadığı ‘Yasaklar’a da konu oldu. Orada geçen sözleri aktaralım: "Senin amcan İhsan Doğramacı mı? Kız söyle bana da bir profluk versin, nasıl olsa önüne gelene dağıtıyor." Esasında önüne gelene dağıtmıyordu İhsan Doğramacı, işine gelene dağıtıyordu proflukları… Doğramacı’nın vukuatları bunlarla sınırlı değildi, olamazdı; çünkü eğitim ve bilim dünyasının Frankestaın’ıydı. Onu kapitalizm yaratmıştı fakat hikayenin aslında da olduğu gibi yaratıcısına değil halka saldırdı. Saldırılardan kuşkusuz bilim dünyası da fazlasıyla nasibini aldı. Ünlü doktor Benjamin Spok’un ‘Çocuk ve Sağlık’ eserini ‘copy paste’ yöntemiyle ‘bilimsel dehasına’ sunan Doğramacı neyse ki kitabın adını değiştirme zahmetinde bulundu. Yine de kitabına ‘Annenin Kitabı’ yerine ‘Hırsızın Kitabı’ adını verseydi daha yerinde olurdu! Uzun sözün kısası Doğramacı’yı her 6 Kasım’da “sağlığını düşündüğü biricik yavrusu” YÖK’ü protesto ederken, parasız eğitim talebimizi haykırırken ‘anacağız’. Düzene yasladığı sırtını hatırlayarak yapacağız bu işi ve bir gün bu topraklarda eşit, özgür, insanca yaşanası bir düzen kurduğumuzda, YÖK’ünü kapatıp kapitalist kurumları çöplüğüne göndereceğiz!


12 Mart Gazi direnişi ve katliamı Katliam kelimesi sermaye düzeniyle en iyi özdeşleşmiş kelimelerden biridir. Düzen her krize girdiğinde bir yerlere saldırmış, birilerini katletmiş veya toplu imha yöntemine başvurmuştur. Bu yolla topluma korku yayarak, toplumun artan öfkesini sindirebileceğini, susturabileceğini, yaratmış olduğu krizden çıkabileceğini düşünür. Yıllardır bu topraklarda burjuvazi kendi sisteminin bekasını sağlamak için birçok kere bu yolu tercih etmiş, kendisi için tehlike olarak gördüğü her türlü somut durumu kanla bastırararak yok etmeye, ezmeye çalışmıştır. Onun için tek yegane durum olan tiranlığını korumak için akla gelebilecek her türlü baskı aygıtını, yolunu ve yöntemini kullanmaktan geri durmamıştır. Bu durum sınıflı toplumların oluşumunda itibaren böyledir. Yaşadığımız bu coğrafyada ise bu katliamların sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Musatafa Suphi’lerden Dersim’e, Çorum’dan Maraş’a, Kızıldere’den Beyazıt Katliamı’na, 1977 1 Mayısı’ndan Ulucanlar’a kadar sayabileceğimiz onlarca katliam gerçekleştirmiştir. Her bir katliamda da burjuvaziye yiğitçe bir direnişle yanıt verilmiştir. İşte Gazi direnişi de bunlardan bir tanesidir. Bir akşam vaktidir ve insanlar günlük yaşamının içerisindeyken birden Gazi’ye bir taksi girer. Dostlar, Cihan, Yavuz, Kardeşler ve Doğu kahvehaneleriyle, Sarıcıoğlu pastanesinde silah sesleri duyulur. Devletin katliamcı kimliği bir kez daha ortadadır. Bu saldırıda ilk olarak Halil Kaya vurularak öldürülmüştür. Saldırıyı ve ölümü duyan Gazi halkı onlar, yüzler, binler olmuş ve Gazi Karakolu’na doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Yürüyüşteki kitlenin üzerine polisin ateş açması sonucu Mehmet Gündüz de vurularak öldürülür. Gazi halkının öfkesi bir kat daha artar bu ölümle birlikte. Artık sokaklara barikatlar kurulur, Gazi sokaklarında düzen ve devrim karşı karşıya gelir. Kavga zamanı gelip çatmıştır. İnsanların gözlerinden anlaşılır düzene karşı duydukları kin ve öfke. Ellerinde tuttukları taşları bir bir fırlatırlar hedefine hiç ulaşmayacağını bilseler de. Ertesi gün polisin, sayısı yaklaşık 6000 olan kitleye cenazeleri vermek istememesi üzerine karakola doğru tekrardan yürüyüş başlar. Sokaklarda ve barikatlarda çatışmalar vardır. İstanbul’un birçok emekçi mahallesinden insanlar Gazi’ye akmaya başlamış, direnişe güç katmaya gelmişlerdir. Dört gün süren çatışmalarda Gazi Mahallesi’nin 18 şehidi olmuştur. Bununla birlikte direniş sadece Gazi’yle sınırlı kalmamış, Gazi’deki kıvılcım başka emekçi mahallelerine sıçramıştır. Birçok yerde protesto gösterileri gerçekleştirilmiştir. 1 Mayıs Mahallesi’nde yaşanan çatışmalarda da 5 kişi

polis kurşunlarıyla katledilmiş 20 kişi de yaralanmıştır. Sonunda ise “Asker ve polis çekilecek, sokağa çıkma yasağı kaldırılacak, gözaltındakiler serbest bırakılacak, cenazeler Gazi Mezarlığı’na defnedilmek üzere halka teslim edilecek, dışarıdan gelen halk engellenmeyecek” taleplerinin kabul edilmesiyle birlikte cenazeler mahalleye getirilir. 20 binden fazla insan şehitlerini ağıtlarıyla, zılgıtlarlrıyla uğurlar. İlk süreçte Gazi davası İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılır sonrasında ise dava güvenlik gerekçesiyle Trabzon’da görülmeye başlanır. Mahkeme dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’nın tanık olarak dinlenmesini ister. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir ile İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun yargılanması yönündeki talepleri de reddeder. 9 kişinin ölümü ve 5 kişinin de yaralanmasına neden olmaktan dava açılan 20 polisten 18’i beraat eder. Diğer iki polisten Adem Albayrak 4 kişiyi öldürmek suçundan 6 yıl 8 ay ağır hapis cezası ve 4,5 ay kamu hizmetlerinden geçici mahrumiyet alır. Mehmet Gündoğan ise 2 kişiyi öldürmekten 3 yıl 9 ay hapis ve 2 ay 15 gün süreyle kamu hizmetlerinden geçici süreyle mahkumiyetine karar verilir. Yargıtay ise Albayrak ve Gündoğdu hakkında verilen kararı “Haklarında adam öldürme ile ilgili net bir açıklığın olmadığı” gerekçesiyle bozar. Dava üçüncü celsede karara bağlanır ve Albayrak ile Gündoğdu’ya 4 yıl 32 ay hapis cezası verilir. Polis memurlarına verilen hapis cezaları af kapsamına alınarak ertelenir. Bununla birlikte Gazi katliamının arkasındaki devlet gerçekliğine hiçbir zaman dokunulmaz. O dönemde Susurluk sanığı Ayhan Çarkın, Susurluk kazasında ölen İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Oğuz Yorulmaz, Hanefi Avcı, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım gibi devletin birçok eli kanlı isimi Gazi olayları ile anılır olmuş, ancak katledenlerinden yargılama yapanlarına kadar düzen tüm katliamlarda olduğu gibi bir bütün olarak hareket etmiştir. Sermaye sınıfı dün olduğu gibi bugün de katliamlarına devam ediyor, yarın da bu katliamlar sürecektir. Burjuvazi kendi düzenini işçi ve emekçiler cephesinden gelebilecek her türlü tehlikeden korumak için zora başvuracaktır. Son dönemde artan polis cinayetleri, sokak ortasında infazlar, Kürt halkına dönük saldırılar bunun somut yansımalarıdır. Bizler bu saldırılara karşı devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeli ve bu katliamların hesabını sormalıyız.

Sermaye sınıfı dün olduğu gibi bugün de katliamlarına devam ediyor, yarın da bu katliamlar sürecektir. Burjuvazi kendi düzenini işçi ve emekçiler cephesinden gelebilecek her türlü tehlikeden korumak için zora başvuracaktır. Son dönemde artan polis cinayetleri, sokak ortasında infazlar, Kürt halkına dönük saldırılar bunun somut yansımalarıdır. Bizler bu saldırılara karşı devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeli ve bu katliamların hesabını sormalıyız.

33


16 Mart’tan bugüne katliamlar devam ederken

Suskun mu kalacağız?

Tarih: 16 Mart 1978 Yer: İstanbul Üniversitesi Olay: TNT tipi bomba patlaması Bilanço: 7 ölü 41 yaralı Dört satırlık yer tutuyor topu topu o vahşeti anlatmak. Birkaç kelimeden oluşuyor sadece. Bu kadar basit ve mekanik olamaz ölen 7 öğrenciyi, ateş düşen 7 ananın yüreğini anlatmak. Bu kadar kalpsiz miyiz, bu kadar ruhsuz muyuz gerçekten? Bir de yakından bakalım ölüm nasıl almış 7 fidanı pençesine. Ülkücülerin ele gerçirdiği İstanbul Üniversitesi’ne solcu öğrenciler giremiyor ilk başta. Bir karar alıyorlar kendi aralarında. Artık okula toplu gidilip gelinecek. Alınan karar uygulanıyor ve 150 kişi hep beraber gidip geliyor okula. Polis eşliğinde arka kapıdan alınıyorlar içeri. Ülkücüler uzun süre katlanamıyor bu duruma ve saldırı kararı alınıyor. 7 Mart’ta emniyet müdürlüğüne bir uyarı yazısı yollanıyor. Solcu gençlerin okula gidip gelmesi durumunda saldırı olacağı belirtiliyor. Bu yazı dikkate alınmadığı gibi ancak yıllar sonra günyüze çıkabiliyor ve 9 gün sonra kızılca kıyamet kopuyor... ABD tarafından TSK’ya hibe edilen TNT tipi bomba kullanılıyor saldırıda. Önce dönemin ülkücü başkanlarında biri olan Abdullah Çatlı’nın eline geliyor bomba. Daha sonra saldırı için Kars’tan çağrılan birçok eyleme katılmış ülkücü bir ayakkabıya geliyor.

34

16 Mart 1978... Her şey olağan görünse de sessizlik ürkütüyor öğrencileri. Öğle vakti

çıkışın önünde toplanıyor solcu öğrenciler. Fakat bu sefer ön kapıdan çıkarılıyorlar. Üstelik polisin sayısı azalmış ve eşlik etmiyorlar onlara. Dışarı çıkan öğrenciler ülkücü bir grubun sloganlarıyla karşılaşıyorlar. “Komünistler Moskova’ya”, “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak” sesleri yükseliyor. Müthiş bir panik ve korku sarıyor etrafı. Ve açık hedef halinde yürüyen öğrenciler “Bomba!” diye bir ses duyuyor. Ardından kulakları sağır eden bir patlama sesi. Bir anda kan gölüne dönüyor ortalık. Yaralıların bağırışları sarıyor bir anda etrafı. Yaralanmayanlar kalkıp kaçmak istiyor fakat nereden geldiği belli olmayan bir yaylım ateşine tutuluyorlar.. Polisler koşuyor hemen bombanın atıldığı tarafa fakat arkadan bir ses emrediyor; “Geri dön!”. 5 öğrenci olay yerinde can veriyor. İkisi hastanede yapılan müdahalelere cevap vermiyor. 7 öğrenci böyle vahşice, böyle uluorta, böyle acımasızca katlediliyor. 41 kişi yaralı. Bedenlerini parçalamış şarapnel parçaları. Derinden yaralamış yüreklerini. Sonra yazılan raporlarda ortaya çıkıyor silahların amatör olmadığını, uzun namlulu silahlar kullanıldığını. Açıklamalar geliyor devlet adamlarından. Herkes kınıyor bu vahşeti. Alpaslan Türkeş çıkıyor ve çok üzgün olduğunu belirtiyor. Devletin bombasıyla katlediliyor kardeşlerimiz ve üzgün olduklarını bildiriyor devlet adamları. Acaba içimizi mi soğutuyor bu açıklama yoksa yangına körükle mi gidiliyor? Tam 32 yıl sonra açıklığa kavuşturulmamış bir katliamın çocukları, ilk satırlardaki kadar mekanik ve ruhsuz olabilir miyiz acaba? Isparta SDÜ’den bir Ekim Gençliği okuru


Ortadoğu’da işgaller sürüyor…

Anti-emperyalist mücadeleyi yükseltelim! Kendini dünyanın jandarması olarak gören emperyalist savaş makinesi ABD kendi için nerde bir “tehdit” görse bu tehdidi ortadan kaldırmak için harekete geçer. Hatırlanacağı gibi Irak’ta kitle imha silahları bulunduğunu söyleyerek yapacağı saldırıya uluslararası kamuoyunda zemin hazırlamış ve Irak’ı işgal etmişti. 19 Mart 2003 tarihinde Irak’a girerek hızla ilerleyen İngiltere ve ABD askerleri 9 Nisan’da Irak’ın başkenti Bağdat’ı ele geçirmiş, bu atağıyla birlikte Saddam Hüseyin rejiminin resmen devrildiğini ilan etmişti. 11 Nisan’da Musul ve Kerkük ele geçirilmiş ve Mayıs ayının başında ABD sözcüleri tarafından esas savaşın bittiği; fakat küçük çatışmaların devam ettiği ifade edilmişti. Irak’ın işgal edilişinin üzerinden tam 7 yıl geçti; ama Irak halkı emperyalist işgalin yarattığı tahribatı tam olarak onarabilmiş değil ve bugün emperyalist ABD dünya halklarına hala kan kusturmaya devam ediyor. 11 Eylül’de ikiz kulelere yapılan saldırının arkasında El-Kaide’nin olduğunu söyleyen ABD, El-Kaide’nin sığınma yeri olarak Afganistan’ı göstermiş ve saldırı okunu Ortadoğu’ya çevirdiğini belli etmişti. Girdikleri her ülkeyi talan eden emperyalist haydutlar Afganistan’ı da kana bulamak için işgal etmişlerdi. Fakat Afganistan’da gelinen nokta, yapılan hesapların tutmadığını, haydutların tam bir bataklığa saplandıklarını göstermektedir. İleri teknoloji savaş araçlarıyla kuşatılmış binlerce askerinin olmasına rağmen, emperyalist haydutlar kontrolü sağlayamamaktadır. Atılan bombalar ve açılan ateşler sonucu katledilen sivil sayısı ise her geçen gün artmaktadır. Başka bir tarafta yıllardır toprakları işgal edilen

ve sayısız katliamın ve işkencenin yapıldığı Filistin topraklarında da emperyalist ve siyonist katiller tarafından benzer bir saldırı gerçekleştirilmektedir. Kurulduğundan beri Filistin halkını en barbar yöntemlerle yok etmeye çalışan İsrail devleti, genç yaşlı demeden Filistinliler’i katletmiş, fakat yaptığı tüm katliam ve işkencelere rağmen Filistin halkına baş eğdirememiştir. Altmış yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’da İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulmün yanına, Afganistan ve Irak işgallerinin eklenmesi, kirli savaşın körüklenerek büyütülmesi, bölge halklarında büyük bir tahribata yol açmıştır. Emperyalist ve siyonist işgalciler açtıkları derin yaralara rağmen ezilen halkların tüm nefretini üzerinde toplamaktan ve direnişle karşılaşmaktan kurtulamıyorlar. ABD Ortadoğu’da, siyonist İsrail devletiyle el ele giriştiği kanlı katliamlar ve emperyalist talana karşı gencinden yaşlısına tüm yapılanların hesabını sormak için mücadele eden öfkeli bir halk yığınını karşısında buluyor. Bugün Ortadoğu’da savaş, sömürü, işkence en ağır şekillerde hala devam ediyor. Kapitalist sistemin jandarmalarının bitmek bilmeyen talanı ve kirli politikaları hala onlarca insanın ölümüne neden oluyor. ABD, İsrail, AB, NATO gibi emperyalist ülkeler ve birliklerin gözünde bir Filistinli’nin, Afganistanlı’nın, Iraklı’nın hiçbir önemi yok. Onlar için kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyin önemi yok.

Irak’ın işgal edilişinin üzerinden tam 7 yıl geçti; ama Irak halkı emperyalist işgalin yarattığı tahribatı tam olarak onarabilmiş değil ve bugün emperyalist ABD dünya halklarına hala kan kusturmaya devam ediyor.

Dünyayı kana bulayan bu emperyalist haydutlara karşı yapılaması gereken bölgedeki her türden gericiliğe karşı bir araya gelip, antiemperyalist mücadeleyi büyüterek, emperyalist haydutları döktükleri kanda boğmaktır.

35


Düzenin saldırılarına karşı:

Yaşasın işçilerin birliği, hakların kardeşliği!

36

Bahar geliyor yurdumuza... Çiçekler açacak kırmızı, sarı, yeşil. Dağlar alevleniyor, ateş kuşatıyor sokakların her bir köşesini. Yıkılıp giden eskiler, artık yeniyi doğuruyor bağrında. Ateşin etrafında govende durmuş ezilenler, zalimin zulmüne karşı. Dağlar inliyor, yollar inliyor, ovalar coşkuyla haykırıyor: SERHILDAN! 21 Mart serhildan günü. Demirci Kawa’nın, zalim Dehak’a karşı isyan bayrağını açtığı gün. Kürt halkı Kawa’nın önderliğinde Dehak’ın saltanatını yıkıp, aslında tüm ezilen halklara yol gösterecek aydınlık bir miras bıraktı. MÖ VI. yüzyılda, omuzlarında büyüyen yılanlarla hükümdar Dehak, her gün iki gencin beynini yiyerek beslenir. Sıra Demirci Kawa’nın oğluna gelince, Kawa balyozunu Dehak’ın başına sallar. İşte Newroz, Kawa’nın balyozuyla Dehak zulmüne son verdiği gündür. Dehak’ın ölümüyle zalimin zulmünden kurtulan Kürt gençleri dağlara çıkar ve özgürlük ateşini yakarlar. Sömürgeci rejim tarafından yıllarca yasaklandı Newroz; hiçe sayıldı, kutlanmasına izin verilmedi. Newroz’un N’sinden (ya da W’sinden) bahsedenler, faşist sermaye düzeninin copuna, biber gazına, işkencesine, cezalandırmasına maruz kaldılar. Newroz ateşini hiçbir şekilde söndüremeyeceğini anlayan sermaye iktidarı, çareyi Newroz’u “Nevruz”laştırarak kutlamakta buldu. Giderek devlet tarafından kutlamalar yapılarak, okullarda yarışmalar düzenlenerek, Ergenekon’dan çıkışın yıldönümü diye sunularak sulandırılmaya çalışıldı. Devletin, Newroz ateşiyle yıllardır biriken devrimci birikimin içini boşaltmaya çalışmasına rağmen, Kürt halkı her yıl alanlara çıkarak bu oyunu bozdu. Bugünün tüm halkların direnişi olması gerektiğini ve zulmün Newroz ateşiyle yenilebileceğini her fırsatta haykırmasını bildi. Sermaye devleti ise bir yandan serhildan günü olan Newroz’un içini boşaltmaya çalışırken, bir yandan da köylerde, kentlerde, sokaklarda, üniversitelerde, mahkemelerde, cezaevlerinde Kürt halkına dönük inkar ve asimilasyon politikasını sürdürüyor. “Kürt açılımı” adı altında yapılan tasfiye sürecini gerçekleştirmeye çalışan sermaye devleti, ayrıca Güney Kürdistan’daki hesaplarını düze çıkaramayınca, Kürt halkını Kuzey Kürdistan’da zindanlara hapsetmeye yönelik gözaltı ve tutuklamalar gerçekleştirdi. Aslında açılım diye boş hayallerden başka herhangi bir şey sunmayacağını ortaya sermiş oldu. 2009 Newroz’undan beridir KCK operasyonları adı altında binlerce Kürt yurtseveri gözaltına alınmış, bine yakını da tutuklanmıştır. Kürt çocukları polise taş attıkları, zafer işareti yaptıkları gerekçesiyle onyıllara varan cezalara çarptırılmakta, gelecekleri ellerinden alınmaya çalışılmaktadır. En küçük bir uyanışa bile tahammül edemeyen sermaye devleti, Kürt halkının mücadele azmini bitirip düzene yedeklemeye çalışmaktadır. Kırıntı denilebilecek

hakları dahi Kürt halkına vermemekte ısrar eden sermaye devleti ve AKP hükümeti “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “milli birlik projesi” diye eveleyip geveleyerek, aslında Kürt halkına duyduğu kin ve nefretten bir nebze olsun taviz göstermeyeceğini en iyi şekilde ortaya koydu. Öte yandan son bir kaç aydır yeniden burjuva medyanın özel çabasıyla kışkırtılan ve sıcak bir gündem haline getirilen linç girişimleri de devletin, ikiyüzlü politikasını kirli emelleriyle allayıp pullayıp halkları birbirine düşürmekten ve onların kanını emmekten çekinmediğini gösterdi. Son örneklerinden biri de Romanlar üzerinden sergilendi. Yerlerinden yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan, yıllarca sosyal-şoven partilere alet edilmeye çalışılan Roman vatandaşların üzerine faşist gruplar saldırtılarak kardeş iki halk düşmanmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Alevi, Roman vb. açılımlarının da iflasını gösteren bu durum, kurtuluşun işçilerin birliği, halkların kardeşliği temelinde sermayeye karşı yükseltilecek savaştan geçtiğini bir kez daha göstermiş oldu. Newroz devrimci mücadele dönemi boyunca Kürt halkının ulusal kurtuluş çerçevesinde kenetlenip emperyalizme-faşizme-sömürgeciliğe karşı topyekün mücadelesinin simgesi olmuştu. Kürt hareketinin ve önderliğinin ’99’da, Çağdaş Kawa Mazlum Doğanların direnişi de dahil geçmiş devrimci Kürt özgürlük mücadelesini olumsuzlaması ve devlete hizmet etmek isteğini ilan etmesinden itibaren, Newroz’un salt bayrama dönüştürülmesi için uğraşıldı. İmralı’da şekillendirilen burjuva ulusal reformcu çizgiden şaşmayan bugünkü silahlı Kürt hareketi tarafından hala da emekçi Kürt halkının kendi ulusal burjuvazisine ve düzene yedeklendiği bir güne dönüştürülmeye çalışılıyor. Parlamenterist hayallerden de güç alarak ilerleyen Newroz’u ehlileştirme çabası, Kürt halkının özgürlük tutkusu ve mücadele dinamizmi karşısında boşa çıkmak akıbetinden kurtulamadı. Newroz özellikle Kürt halkının inkara ve asimilasyona, tasfiyeciliğe ve teslimiyete inat alanlara aktığı 2005 Newroz’undan bu yana ise Kürt halkının özgürlük tutkusunun ve mücadele isteğinin sürekli bir göstergesi olageldi. Bugün dünya işçi sınıfını ve emekçileri yoksulluk içinde bırakan, halklar arasında kin ve düşmanlık tohumları atan modern Dehaklar’a karşı ortak mücadeleyi büyütmenin, kızıl bayrağı göklere dikmenin, dağlarda özgürlük ateşi yakmanın tek kurtuluş yolu işçi sınıfının devrimci yoludur. TEKEL işçilerinin de dediği üzere açılımı sermaye devleti veya partileri değil, işçi sınıfı yapabilir. Gençlik de TEKEL işçilerinin parolasına uyarak bu onurlu direnişte “İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği!” şiarı altında örgütlü mücadeleyi yükseltmelidir. Newroz’da Kürt halkına özgürlük, eşitlik, Türk ve Kürt haklarının gönüllü birliği için devrimci mücadeleyi alanlara taşıyalım. Newroz pîroz be!

YTÜ’den bir EG okuru


Kızıldere katliamından Alaattin Karadağ cinayetine

Kanlı tarih sayfalarında destansı direnişler

Tarih: 30 Mart 1972 Mücadelenin yükseldiği yıllardı. Tüm emek dostları, işçiler, öğrenciler alanlardaydı. Düzen köşeye sıkışmıştı, her taraftan sesler yükseliyordu. İnsanlar, “düzenin kulu kölesi olanlar” baş kaldırıyor, hesap soruyorlardı. Öğrenmemeleri gereken pek çok şey biliyordu bu insanlar. Devlet bir şey yapmalıydı ve kendisine en çok yakışanı buldu; “hunharca katletmek”. Dün de, bugün de, yarın da yargısız infazlar, sokak ortasında işlenen cinayetler, faili meçhuller, işkenceler, tacizler, tecavüzler korkunç meyveleriydi korkunun, “yok edilme korkusunun”. 10 yiğit devrimci 30 Mart 1972’de ölümle kucaklaştı haykırdı gelecek güzel günlere olan inancıyla celladın yüzüne; “Biz buraya teslim olmaya değil ölmeye geldik”. 10 yiğit devrimci idamla infazlarına karar verilen yoldaşlarını kurtarmak için, devrime bir adım daha yaklaşmak için ölümü göze aldılar. Sinop NATO üssünde görevli İngiliz askerlerini kaçırarak Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyüne getirdiler. Köyün muhtarı tarafından cellatların eline sıkıştırıldı ihbar mektubu. Pusuya düşürüldü devrimciler... Dönemin bir gazetesinde olay “Üç masum İngilizi öldüren şakiler ÖLÜ ELE GEÇİRİLDİLER” diyerek anlatılmaktadır. Oysa, 3 İngiliz’in katili de havan topları ve saatler süren kurşun yağmurları sonrasında ele geçirdikleri yaralı devrimcileri oracıkta katleden devlet güçleridir. Demek oluyor ki devlet için yapılan

haber, her zaman muhtaç oldukları bir karalama kampanyasıdır. Düzen yine bulmuştur kendine bir aklanma yolu... 10 yiğit devrimci, genceciktiler, kimisi öğrenci, kimisi işçiydi. KATLEDİLDİLER. Suçları neydi? Neden “bölücü”, neden “terörist”tiler? Neden hep “dış mihraklar tarafından yönlendiriliyorlar”dı? Onların böyle damgalanmasının sebebi neydi? ÇÜNKÜ, haklıydılar. Çünkü çözümü görmüşlerdi, milyonlarca insan ölümle yaşam arasında çizgide dolaşıp dururken, birileri sırça köşkünde sefa süremezdi; bu kader değildi, şanssızlık değildi, içerisinde yaşadığımız sistemin ta kendisiydi. Sömürüydü, işçi ve emekçilerin kanıyla beslenen bir sömürü düzeniydi. Her başkaldırı düzen için tehdit, korku demekti, çünkü gerçek güç üretenlerin ellerindeydi. Onların elleri kurtuluşa yöneldi mi kim durabilir karşısında bu gücün, kim durdurabilir bu gücü? Onlar bu ülkede teslim olmamanın, sınıfsız sömürüsüz bir dünya için ölümü kucaklamanın temsilcisi oldular. Onların yarattığı devrimci değerleri kuşanarak yarınlara yürüyenler, devrimci mirasımıza sahip çıkma ve bu katliamların hesabını sorma bilinciyle ilerliyorlar. Ve Alaattinler gibi yürüyorlar ölümün üstüne bir akşam vakti. Dere böyle durulmaz Gence kurşun sıkılmaz Sanma, faşist olandan Birgün hesap sorulmaz! YTÜ’den bir EG okuru

37


“Kendim için hiçbir şey, sınıfım için her şey!” diyebilmenin yolculuğu…

Gözbağı

“Ama, biz işçiyiz oğul... Kafamız kalındır azbiraz. Ne kolay girer bişey kafamıza, ne de bir yol girdi mi, bir daha çıkar... O yüzden gün gelip gözbağımız açıldı mı bir kez, her bir şeyin anhasını minhasını çözüveririz. Çünkü görürüz sömürünün ana damarını. Bizim yüreğimizden kan çaldığı için. Ve söküp atarız vantuzunu yüreğimizin ortasından.”

38

“İşçi gibi işçi olmak güçtür” diyordu Cezmi Baba. Fransa’da Enternasyonal’in İşçi Mektebi’nden İstanbul’da tramvay işletmesine, kendi deyimiyle çağı değiştiren her olayı iliklerine kadar yaşayıp, bu amaçla yola çıkanların hemen hemen hepsini tanıdığını, kimine talebelik, kimine yoldaşlık ettiğini söyleyen Cezmi Baba I. Meşrutiyet’in ardından sürgündür, II. Meşrutiyet’in ardından ise tutsak... Cumhuriyet’ten sonra da Cezmi Baba düzenin kendisini tutsak edişleri arasında İstanbul’da sınıf kardeşleriyle mücadelede onbinlerle omuz omuza, onlara yol gösteriyor. Romanda da hayat kavgasına tek başına atılmış, genç bir işçi olan Hüseyin’le beraber onun tuttuğu yolda gözbağımız açılıyor. İşçi gibi işçi olmayı Cezmi Baba’nın elini tuttuğu Hüseyin’in gözleriyle izliyoruz. Neydi içimizden birini işçi gibi işçi yapan? Hayat kavgası belli ki bir yanıyla bu bedeni ertesi gün işe koşabilecek kadar midemizi besinle doldurmak ve onu ayakta tutabilecek kadar uyuyabilmekti. Ama bu sanki kavganın içinde küçücük bir yer tutuyordu. Ya da aslında onun tamamıydı ama yanında bir şeyler eksik olduğunda aslında tümü anlamını yitiriveriyordu. Hüseyin erken yaşta atıldığı hayat kavgasının bir gününde Şişli’de tramvay işletmesinde greve çıkar. Ustası Cezmi Baba ve Halil Bey ile birlikte grevde gözaltına alınan genç işçi, sohbetlerinde hücrede tanışır hayatında ilk defa kendisi ile. Karnını doyururken, döşeğini atacağı bir odayı bulurken, onu sömüren düzenin nasıl işlediğini kavrayan ve zincirde bir bakla olarak emeğine sahip olmanın ne demek olduğunun farkında olan işçilerin karşısında hayata ilk kez gözleri kamaşarak bakıyordu. Sanki bir karanlık ilk defa aralanır gibi oluyordu önünde. Hepsi grevle birlikte oluvermişti sanki. Ve ardından ise arada bir önünde belirir gibi olan bir takım görüntüler ama yoğun bir karanlık.... İşçi sınıfının kendiliğinden ve kendi için bir sınıf oluşuna okuyucu romanda Hüseyin’in ilk grevinde de olduğu gibi diğer karakterler ile birlikte kavganın içinde tanıklık ediyor. İnsanın hayata dair bir içgüdüsü kadar anlaşılabilir ve dolaysız, Hüseyin’in etrafında da dostlarının, ustalığında yetiştirdiği işçilerin birer ikişer el yordamı ile tarih sahnesinde yerlerini alışları izleniyor. Adeta karakterler tam da ifade edemedikleri ama apaçık bir biçimde her adımlarını belirleyen bir zaruretle romanda olayların bir parçası oluyorlar, sınıfın siyasal evriminde isimsiz milyonlarca kahramandan biri olarak insanlık tarihinin en gerçek, en onurlu kavgasına tanıklık ediyorlar.

Kitabın ta en başında o zarureti hisseden Hüseyin ise, ilk grevinin ardından bir şeyler hatırlar gibi olsa da etrafında herkes hararetle işçi sınıfının gelecek mücadelesini tartışırken o, işin özünü tam olarak kestirememenin getirdiği çekingenlik ile bir kenardan izliyor tüm olanları. Zaman zaman da geri dönüp Cezmi Baba ile yaptığı tartışmaları hatırlıyor ve çözmek istiyor bir işçi olarak kendini böylesi bir kavganın içinde bulunuşunu. Roman aynı zamanda Hüseyin’in hayatından kesitler ile birlikte Türkiye’de siyasi tarihe ve işçi sınıfının yönelimlerine de ayna tutuyor. Hüseyin’in anlamaya çalıştığı ise esasında bu sırada siyasi tarih oluyor. Bir yanda Demokrat Parti ile birlikte siyasal bir tercih yapmakla karşı karşıya gelen işçi sınıfının giderek sendikalara yönelimini, ardından da bir partinin gerekliliği ile işçi sınıfının siyasal temsilcisine doğru açılan ufkunu, Hüseyin’in çekingenlik ile bir ucundan dinlediği sohbetlerde, toplantılarda takip ediyoruz.

Ve gözbağımız... Fabrikanın etrafında ve emekçi mahallelerinde geçen romanda okuyucu olarak emek ve sermaye arasındaki çelişkileri izliyoruz. Hüseyin ilk grev deneyiminin ardından ise diğerleriyle arasına uzunca bir süre hep bir mesafe koyuyor. Hep kafasının tam olarak almadığı bir şeyleri öne sürerek kendi işine bakan kendi yolunu tutan biri oluyor. Ta ki bir gün gelip de işverenin ve onun uşaklığına soyunan müdürlerin sömürü hırsı, Hüseyin’in evladı bildiği iki işçiye alenen zorbalığa dönene kadar. Bir anda hatıraları yoğunlaşan ve Paris Komünü’nden Bolşevikler’e hikayeleri ile ona işçiliği anlatan Cezmi Baba’nın ve Halit Bey’in anlattıkları yeniden gözlerinde canlanıyor ve ardından da Hüseyin’in ikinci grevi... Bu sefer artık emekliliği bekleyen Hüseyin ile bizlerin de gözbağı açılıyor ve roman artık işçi gibi bir işçinin gözlerinin önünden geçenler ile sonlanıyor. Patronun, müdürlerin ve yalaka ustabaşıların kirli oyunları, polisin ve ordunun zulümü ve işçi sınıfının siyasal güçleri bir bir o gözler ile bir kez daha görünüyor bizlere. Roman bu yönü ile de bir işçinin hayatı üzerinden Türkiye’de sınıfın siyasal evrimine tanıklık ediyor. Hüseyin Gözbağı’nın sonunda da kendine ve okurlara “Kendim için hiçbir şey, sınıfım için her şey!” diyerek özetliyor hayatı, ardından da ekliyor gözbağını açanlara tuttuğu yolda son sözünü: Sayenizde! P. Mete




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.