İki yol var:
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm!
Marx; Engels’in deyimiyle “kapitalist üretimin gizemini artı değerin aracılığıyla” açıklar. Marx’ın ulaştığı bu büyük bulguyla beraber kapitalist sistemin yasalarının işleyişi açığa kavuşur. Kapitalist üretimde her şey dönüp dolaşıp artı değer üretimine bağlanır. Adeta bir kördüğüme dönüşen bu bağlantıları Marx, “artı değeri” keşfederek çözmüştür. Kapitalist sistemin, üretim araçlarının özel mülkiyeti aracılığı ile artı değer üreterek kendini var ettiğini gözler önüne serer. İnsanlığa yıkım getiren de işte tam da bu varoluş koşullarından başkası değildir. Kendisini var eden koşulların yarattığı tüm sonuçlar bu sebeple, kapitalist sistemle özdeşleşir. Nedir bu sonuçlar: kölece yaşam koşulları, işsizlik, yıkım, savaş, açlık ve ölüm vs... Bunlar sadece genel olarak sayabileceğimiz birkaç başlık!
Kapitalist sistem kendisini ayakta tutabilmek için birçok yola başvurur. Döndürmek zorunda olduğu çarkları adeta işçi emekçilerin ve biz gençlerin alınteri ve kanıyla yağlamakta, her gün içimizden birini kutsal sistemi için kurban etmektedir. Cellat, başucumuzda ayinini tamamlarken burjuvazi kulaklarımıza usulca şunları fısıldar: “Hepimiz aynı gemideyiz!”, “Biz kazanırsak siz de kazanırsınız!” vb...
Kapitalist sistem; ölü bedenler üzerinde yükselen saltanat!
Hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki canlı hayata dair ne varsa öldüren kapitalist sistem, bir vampir gibi kan emdikçe büyür, büyüdükçe daha fazla kana susar. Kana susayan bu vampir için sınır yoktur. Onun tanıdığı tek şey varlık koşulunu hayata geçirebilmesidir. İşte bu sebeple silah tekellerinin palazlanması için, yeni sömürü alanları, yeni ucuz emek gücü için başka topraklara dek uzanılır. Bazen tek bir kapitalist ülkenin başka topraklardaki işgaliyle bazen de çıkarları çakışan birden çok kapitalist ülkenin tutuştukları emperyalist savaşlarla insanlık barbarlığın içine sürüklenir. Bu hegemonya savaşlarında ölen, sakat kalan, işkenceye ve tecavüze uğrayan milyonlarca insan bu acılara bir avuç sömürücünün daha da palazlanması için uğrar. “Vatan savunması”, “demokrasi” , “ulusal ve dinsel çıkarlar” gibi sebeplerle asıl amacın üstü örtülürken, tüm dünyanın gözleri önünde ikiyüzlüce bir oyun sergilenir. Perdenin arkasında saklanmak istenen, kapitalizmin ölü bedenler üzerinde yükselen saltanatıdır. İsrail siyonizminin Filistin topraklarındaki sürmekte olan işgali, iki büyük emperyalist ülkenin Gürcistan topraklarındaki kapışmaları somut örneklerdir.
Kapitalist sistem; milyonlar aç, milyonlar yoksul!
Emekle sermaye arasındaki çelişki kapitalist sistemin ana çelişkisidir. Bu yüzden kapitalist sistemin kanlı yüzü en çok fabrikalarda kendini gösterir. Artı değerin üretildiği bu başlıca sömürü merkezlerinde iş gününü uzatarak ve emek üretkenliğini artırmak için başvurulan yollarla işçiler, kölece yaşam koşullarına mahkum edilirler. Daha fazla kâr mantığı içerisinde işçiler, insan
değil makinenin basit bir parçası ya da yerine yenisinin kolayca bulunabileceği “ucuz” bir eşya olarak görülür. Bu bakışla da işçiler elbette örneğin, ya tersanelerde kum torbası yerine konur ya da işyerlerine kamyonlarla, penceresiz servis araçlarıyla taşınırlar. Sonuç; tersanelerde sayısız ölüm ve servis arabasında can veren işçilerdir.
Burjuvazi için işçilerin can güvenliği değil, kendi karlarının güvencesi önemlidir. Son örnek de Zonguldak maden ocaklarında can veren 30 maden işçisidir. R. Tayyip Erdoğan “Ölüm, bu işin doğasında var” derken doğru söylüyordu ancak bir farkla: Ölüm, maden işinin doğasında değil, kapitalist sistemin doğasındadır! Bundandır ki sadece maden ocaklarında değil, her fabrika ve atölyede iş kazası adı altında sayısız cinayet işlenir. R. Tayyip Erdoğan, CHP’nin parlatılan ismi Kılıçdaroğlu’na hitaben “İşsizliği çözerim, sıfıra indiririm dersen yalan söylersin” derken de yerden göğe kadar haklıydı. Erdoğan’ın bu sözlerinin kendisinin hizmet ettiği burjuvazinin çıkarlarını çok iyi gözettiğini ve kendisi gibi sözcülük yapan bir diğerine yalnızca bu görevini hatırlattığını gösterir. İşsizlik, ölüm gibi bu sistemin doğasında vardır. İşsizler ordusu burjuvazinin yedek gücüdür, işçileri tehdit etmenin ve kendini güvenceye almasının bir aracıdır. Bu sebeple işsizlik bu sistem içinde çözülebilecek bir sorun değildir. Bu sistem içinde, milyonlar kölece yaşam koşulları altında karın tokluğuna yaşarken milyonlarca insan da açlığın pençesine terk edilmiştir. Bu sistem içerisinde baskı altında olan, yalnızca işçi sınıfı değildir. Küçük burjuvazi de bu sistem içerisinde geleceksizleştirilir. Kapitalist rekabete boğun eğerek iflas bayrağını açan küçük üreticiler, gün be gün işçi sınıfının saflarına akmaktadırlar. Ayakta kalanlar ise yoksullar kervanının sakinleri olarak yaşamlarını sürdürürler.
Kapitalist sistemin olmazsa olmazlarından olan ekonomik krizlerle beraber, tüm saydığımız sorunlar ağırlaşmaktadır. Burjuvazi kendi yarattığı krizin faturasını işçilere, emekçilere ve biz gençlere keserek krizi fırsata çevirmektedir. Bu faturanın bedeli de daha fazla yoksulluk, daha fazla açlık, daha fazla ölümdür.
Kapitalist sistem; ticarileşen insani temel haklar!
Kapitalist sistem, insanlığı açlığa ve ölüme mahkum ederken bir yandan da
3
kârını artırabilmek için kamusal alanlara da açılır. Özellikle eğitim ve sağlık gibi insanın en temel haklarını hizmete açmış, ticarileştirmiştir. Kapitalist sistem içerisinde eğitim alabilmek mümkündür. Ancak bu olasılık parası olan için geçerlidir ve aynı şey sağlık alanında da yaşanmaktadır.
Dershanelerle, sınavlarla, harç paralarıyla işçi emekçi çocuklarına eğitim hakkı tanınmamaktadır. Üniversite kapılarından zor bela geçebilenler ise ticarileşen eğitimin birçok uygulamasıyla karşı karşıya gelirler. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli temel asgari ihtiyaçların dahi ticarileşmesinin yanı sıra meslekler, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülerek, üniversite sıralarında sistemin bel kemiği olan artı-değer üretimi başlatılır. Üniversite mezunları işsizler ordusunun “diplomalı” neferleri olmaktadırlar. YÖK başkanının ağzından dökülen “Bu ülkede herkes üniversite okumak zorunda değildir” sözlerine, burjuvazinin bir başka sözcüsünün “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok!” diyen sözleri eklendiğinde kapitalist sistemin “eğitim” gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilir.
Sağlık alanında uygulamalar aynı mantığın ürünü ancak sonuç “can alıcıdır”! Sağlık alanında yapılan dönüşümlerle beraber işçi emekçilere hastane kapıları kapanmış, parası olmayan ölüme terk edilmiştir.
Kapitalist sistem; felaket, imha ve inkar, baskı, yozlaşan beyinler…
Kapitalist sistem için insan hayatı ne kadar değersizse etrafımızı çevreleyen canlı hayat da o denli değersizdir. Bu nedenle, bu sistem içerisinde doğal afetler insanlığa ağır yıkımlar getirir, doğa geri dönülmez bir biçimde tahrip edilir. Örneğin çevre kirliliği, uzay kirliliğine dek uzanmış bulunmaktadır. Teknoloji ve bilim, bu afetlerin en az kayıpla giderilmesi ya da insanlığın gelişimi ve doğal hayatın korunması için değil, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmektedir. “Tek devlet, tek dil, tek vatan” safsatası üzerinde yükselen bu sistemin ulus devlet modeli kendisi dışında kalan tüm farklılıkları yok eder. Kürt halkının uğradığı imha ve inkar politikaları bu sistemle özdeşleşen bir başka sonuçtur.
Kapitalist sistem, tüm bunları yaparken karşılaşabileceği en ufak bir başkaldırışı dahi ezebilmek için de çeşitli yollara başvurur. Baskı ortamı, darbeler, işkenceler bu yolların fiziksel boyutuyken, medyasıyla, eğitimiyle sosyal yaşantının yozlaştırılması, kendi kabuğuna sıkıştırılmış bencil bireyler yaratma gibi yönler de bu yöntemlerin psikolojik boyutunu oluştururlar.
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya Sosyalizm!
4
İşte kapitalist sistemin küçük bir minyatür tarifi! Bu minyatür tarifte bile ne denli kan kokusu var! Ne çok yoksulluk, gözyaşı ve ölüm var böyle!
Ama bu tarif kendi içinde tam karşıtını da barındırıyor. Kendisiyle beraber geliştirdiği işçi sınıfının gücünü, kararlılığını, kahramanlıklarını barındırıyor. Ve elbette, bu sistemin içinde yavaş yavaş doğan ve işçi sınıfının nasırlı ellerinde yükselecek olan sosyalizmi de! Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verecek olan sosyalist sistemde, işçi sınıfı toplumsal üretimi insanlığın gelişimi için planlayacaktır. Kapitalist sistemin var oluş koşuluyla ortaya çıkan ve onunla özdeşleşen emperyalist savaşlar, açlık, yoksulluk vs. bu var oluş koşulunun –artıdeğer sömürüsünün– ortadan kalkmasıyla tarihin çöplüğündeki yerlerini alacaktır. Ancak sosyalist bir sistemle, insanın insan tarafından sömürülmediği, çocukların kırmızı elmalar gibi güldüğü günler gelecektir.
Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!
Kapitalist sistem içinde gençliğin bir “geleceği” bulunamaz. Her yanı çürüyen, kokan bu sistem, genç beyinleri de zehirlemektedir. Gençliği, yalnızca, kutsal sistemi için kurban edeceği genç kanlar olarak değerlendirmektedir. İşte bundandır ki, gençliği ehlileştirmek ve kendi çizdiği sınırlar içinde alıkoymak için birçok yönteme başvurmaktadır. Bu yöntemlerle bencil, duyarsız, sorgulamayan bir gençlik tipolojisi yaratılıyor.
Bu yöntemler başarılı olmazsa eğer bu kez sermayenin baskı koşulları devreye sokulur. Gençlik; soruşturmalar, turnikeler, tutuklama vs. ile sindirilmek isteniyor. Kısacası, kapitalist sistem ayakta durabilmek için her yola başvuruyor. Kapitalist sistemden bu yöntemlerden vazgeçmesini istemek ve ondan “gelecek ve özgürlük” dilemek onun kendi elleriyle yaşamına son vermesini istemek olur ancak.
Kapitalist sistem, bizlere gelecek vermedi ve vermeyecek/veremeyecektir de! Bizleri köleleştiren, kan ve gözyaşı üzerine kurulu bu sistemi yıkıp atmak gerekir. Bu sisteme ihtiyacımız yok! Bizim özlemini duyduğumuz gelecek, sosyalist düzende mevcut! Ve bizlere, gençliğe de düşen sosyalizm mücadelesine omuz vermektir.
İşçi sınıfının kızıl bayrağı altında mücadeleye, Ekim Gençliği saflarına!
Marx, tek devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu ilan eder. Çünkü işçi sınıfını yaratan kapitalist sistemin kendisidir ve işçi sınıfı; bu sistemin en temel çelişkisi olan emekle sermaye arasında var olan çelişkinin emek cephesinden başrol oyuncusudur. Bundandır ki, toplumsal muhalefet ordusunun en başında işçi sınıfı yürümektedir. Sınıfın komünist partisinin önderliğinde bilimsel sosyalizmle buluşacak olan işçi sınıfı yeni toplumun temellerini atacak olan savaşımı başarıya ulaştıracaktır. Ekim Gençliği, işçi sınıfının komünist devrimci programını kendine kılavuz alır ve işçi sınıfının kızıl bayrağını gençlik içinde taşıma misyonuyla hareket eder. Gençlik kitlelerine, sosyalizmin aydınlık ufuklarını işaret eder ve bu ufuklara ulaşabilmek için bugünden “güne yüklenip geleceği kazanma” perspektifiyle çalışmalar yürütür.
Ekim Gençliği, sosyalizm mücadelesi içerisinde gençliği taraf olmaya çağırmaktadır. Gençliğin önünde iki seçenek bulunuyor: Ya kapitalist barbarlık içerisinde çöküş ya da sosyalizm! Cevap net: insanlık onuruna sahip çıkmak, geleceğimiz uğruna mücadele etmek için sosyalizm mücadelesine omuz vermeye, Ekim Gençliği saflarında örgütlenmeye!
Servet-sefalet kutuplaşmasının derinleştiği süreçte bir dönemi geride bırakırken...
Gençliği devrime kazanmak için eksikliklerimizi aşarak, yeni imkanlar yaratarak ileri yürüyelim!
Geride bıraktığımız yılda servet-sefalet uçurumu büyürken, işçi sınıfı ve emekçi kitleler ile burjuvazi arasındaki gerilim de arttı. Bu süreç 2008 sonlarında başta ABD olmak üzere birçok yerde sermayenin iç dengelerini sarsan kapitalist kriz ile birlikte iyice hızlanmıştı. İflaslarını açıklayan tekellerin ardından kırılma farklı sektörlere ve coğrafyalara da sıçramış, işsizlik patlamıştı. Bu süreçte önlem olarak sadece işçi kıyımı gerçekleşmemiş, kapsamlı bir geleceksizleştirme ile istihdam biçimleri de dizginsiz bir sömürü için en uygun koşulların oluşturulmasına hizmet edecek biçimde yeniden yapılandırılmaya başlanmıştı. Kapitalizmin krizi ile gelen yıkım dalgası Türkiye’de de etkilerini doğrudan hissettirdi. Bu dönemde başlayan işçi kıyımları, artan mesai ücreti ve sigorta primi gaspları bunun somut yüzleri olarak yansırken, günlük ihtiyaçlara da büyük zamlar gündeme geldi. Bu yıkımın gençliğe yansıması ise en somut haliyle harç zamlarında görüldü. Yaz bitiminde harçlara %500’e varan oranda zam yapılacağı duyuruldu. Bu oran sokaklardan yükselen ses ile %8’e geriletildi. Ancak bu uygulamanın bir diğer ayağı olan ve özellikle ikinci öğretimleri kapsayan kontenjan düzenlemesi hayata geçirildi. Bu bile esasen gençliği bu süreçte bir dizi yakıcı gündemin beklediğini göstermeye yetti. Genel tabloya bakınca, geride bıraktığımız yıl emekçilerin sürüklendiği sefalet içinde gençliğe de büyük bir geleceksizliğin düştüğünü ve yine bu saldırı karşısında artan direnişlerin yarattığı hareketlilikte gençliğin de ileri kesimlerinin yerlerini aldıklarını görüyoruz. Kapitalizmin kriz içinde debelendiği dönemlere ilişkin genel bir doğru olarak bugünden sınıfın ve dolaysız olarak gençliğin bu süreçten ya dengeleri lehimize çevirecek devrimci bir yükseliş ile ya da bizleri daha uzun yıllar abluka altında tutacak bir gericileşme ile çıkacağını öngörebiliriz.
Gençlik hareketinin ihtiyacı üniversitelerde gençliğin gelecek özlemini saracak bir politik hatta özgün sorunları işleyen bir faaliyettir
Gençlik hareketi için dönem başlarında yapılan değerlendirmelerde yıllardır “tablonun dibe vurduğu”, “önceki senelere kıyasla bir daralma yaşandığı” söylenegelmektedir. Bu yıl da harç zamları sürecinde ortaya konan tepkinin yarattığı hareketlenmeye rağmen birçok yerelde imkanların, kadroların donanımının bir ilerleme içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Dahası son yılların
gözlemleri ile birlikte siyasal gençlik grupları ve devrimci, demokrat duyarlılığa sahip öğrenciler arasında da önemli bir apolitizmden bahsedebiliriz. Bulundukları alana, toplumsal katmanın karşı karşıya olduğu saldırılara karşı politika üretememek anlamında kullandığımız bu durumun alanlara yansıması gençlik gündemlerine, alanlara dönük faşist baskıya derin bir ilgisizlik olmuştur. Bu, söz konusu güçlerin giderek kitleler ile zayıflayan bağlarını tümden yitirmeleri, kendi gettolarına çekilmeleri anlamına gelmektedir.
Bu apolitizmin altında doğalında bir takım ideolojik ve sınıfsal gerçekler vardır. Siyaset yapma iddia ve imkanları geçmişin birikimlerine tembelce yaslanarak, isimleri, olayları ve sembolleri üzerinden devrimci mirası kendi içinde gün ile bağı kurulmayan mite dönüştürmek, bugün bu yola düşenlerin aslında geldikleri ve gidecekleri bir yer olmadığını gösteriyor. Dünyayı teorize ettiğiniz biçimde ona müdahale etmeniz kaçınılmaz olacağı için, bugün sınıflar arasındaki yalın çatışmayı görmeyenler varlıklarını faşistlere karşı düelloculuk, refleks eylemler ve gündelik talepler ile sınırlamaktadırlar. Bu da gençliğin içine çekildiği geleceksizliği sömürü düzeninin bütünü içinde görememenin, doğalında politika üretememenin bir başka nedeni ve sonucudur. Apolitizm, güçleri alanlardan yalıtırken bir yandan da dejenerasyona sürüklemektedir. Son süreçte sol içi şiddet olarak yansıyan bu durum gençliğin içine sürüklendiği yıkımın sol güçlere yansımasıdır. Önce TKP’li Öğrenciler ve DYG arasında çıkan çatışma kimi yerellerde siyaset yasağıyla sürmüştür. Bundan önce de isim tartışmaları üzerinden gerilimler, çatışmalar Gençlik Muhalefeti ve Kurtuluş Yolunda DevGenç arasında uzun süredir sürüyor. Burada olayın gelişimi üzerinden vurgulamak istediğimiz nokta diyalog zemininde kararlılık ile devrimci bir eleştiri/özeleştiri yerine yasakçılığın, sol içi şiddetin tercih edilmesidir. Önümüzdeki süreçte gençlik hareketi adına sorumluluk taşıdığını iddia eden her özne bu duruma müdahale etmekle yükümlüdür. Hareketin içindeki öznelerin tablosunun apolitizme kayması sonucunda, hareketin ileriye doğru evrildiği bir dönemden bahsetmek mümkün olamamaktadır. En fazla harç sürecinde yaşandığı gibi ortaya bir hareketlilik çıkar ve aynı bakış sorunu bu hareketliliği devrimci bir mecraya akıtmaktan yoksun kalır. Hatta birleşik bir hareket yaratmanın önünde en gerici barikatlardan birine dönüşebilir. Ya da kendiliğinden çıkışları kitleleri
Bu yıl da harç zamları sürecinde ortaya konan tepkinin yarattığı hareketlenmeye rağmen birçok yerelde imkanların, kadroların donanımının bir ilerleme içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Dahası son yılların gözlemleri ile birlikte siyasal gençlik grupları ve devrimci, demokrat duyarlılığa sahip öğrenciler arasında da önemli bir apolitizmden bahsedebiliriz. Bulundukları alana, toplumsal katmanın karşı karşıya olduğu saldırılara karşı politika üretememek anlamında kullandığımız bu durumun alanlara yansıması gençlik gündemlerine, alanlara dönük faşist baskıya derin bir ilgisizlik olmuştur.
5
ileriye taşıyacak bir olanak olarak görmek yerine, kitlelerin psikolojisinin ardı sıra sürüklenip gider. Geride bıraktığımız sene içerisinde karşımıza çıkan gündemlerle birlikte eksiklikleri/ eksikliklerimizi tanımlayarak önümüzdeki döneme bu zaafları aşma hedefiyle hazırlanalım.
Harç zammı saldırısına karşı parçalı tablo aşılamadı!
Geçtiğimiz yaz döneminin sonuna doğru gündeme gelen harç zamları gençliği hareketli bir sürecin beklediğini de haber veriyordu. Süreçte gençliğin kimi kesimleri hızlıca tepki gösterseler de, hareketin asıl ihtiyacı olan ve bir kazanım için gereken birleşik mücadele olanakları yaratılmadı. Siyasal unsurların ezici çoğunluğunda bu yönlü bir bakışın olmayışı, süreçlerin birleştirilmemesinin ve güçlerin parçalı tablosunun sürmesinin sebebi olmaya devam etti.
6
Geçtiğimiz yaz döneminin sonuna doğru gündeme gelen harç zamları gençliği hareketli bir sürecin beklediğini de haber veriyordu. Süreçte gençliğin kimi kesimleri hızlıca tepki gösterseler de, hareketin asıl ihtiyacı olan ve bir kazanım için gereken birleşik mücadele olanakları yaratılmadı. Siyasal unsurların ezici çoğunluğunda bu yönlü bir bakışın olmayışı, süreçlerin birleştirilmemesinin ve güçlerin parçalı tablosunun sürmesinin sebebi olmaya devam etti.
Şüphesiz ki eğitimin ticarileştirilmesi sorununun yakıcılığını hissettirdiği bir dönem, kitlelerin duyarlılığının arttırılması ve harekete geçen güçlerin “Parasız eğitim” talebini sahiplenmesi için önemli olanaklar taşır. Gençlik hareketinin derinleşen durağanlığının kırılması, mücadelenin büyütülmesi ve oluşturulan ablukanın dağıtılması açısından ortaya çıkan imkânlar son derecede değerliydi. Ancak soruna müdahalede gençlik açısından sınırlı bir iradenin hakim oluşu, harç zamlarının geri alınması talebinin sahiplenilmesine karşın “Harçları devlet ödesin”, “Herkese karşılıksız burs” gibi yaklaşımları öne çıkardı. Zam oranının %8’e geriletilmesi ile sular duruldu ve olanaklar daha yaratılamadan bir anlamda boşa düşmüş oldu. Harç zamlarına karşı yürüyen parçalı süreçleri birleşik bir zeminde hareket ettirebilmek ve eğitimin ticarileştirilmesinin diğer yansımalarını da kapsayan bir mücadele hattı oluşturmak yönlü tartışmalarımız ya karşılıksız kaldı ya da oluşturulan birliktelikler kısa vadede bize ve yakın çevremize sıkıştı. Harç zamlarına karşı oluşan tepki başka bir kanala akıtılarak ilerletilemedi.
IMF-DB toplantılarında krizden çıkışın yol haritası ve geleceksizleştirme politikaları...
Yaz sonunda harekete geçmiş tüm unsurlara ve yaratılmaya çalışılan tüm olanaklara karşın IMFDB süreci başlarken elimizde hem nitel hem nicel olarak harç zamlarının ilk günkünden fazlası yoktu. Bu bağlamda IMF-DB protestoları hakkında söyleyeceklerimiz son yılların değerlendirmelerinden büyük ölçüde farksız olacaktır. Harç sürecinin hemen ardından gelmesine ve kapitalizmin etkisinin yoğunlaştığı bir dönem olmasına rağmen, IMF-DB karşıtı tepkiler sınırlı bir çalışmanın ve protesto
eylemlerinin ötesine geçememiştir. Yine de IMFDB eylemlilikleri de harç süreci gibi hem içe dönük hem de gençlik kitlelerinin ileri kesimlerinde bir moral ve motivasyon yaratabilmiştir.
TEKEL Direnişi gençlik kitlelerini de etkisi altına aldı…
Türkiye’de işçi ve emekçilerin bilenen öfkesinin uzun yıllar ardından açığa çıktığı TEKEL Direnişi, toplumun çeşitli kesimlerindeki tepkinin ifadesi olarak hızla mücadele odağı haline geldi. Güvencesiz çalıştırma yolunda önemli bir mesafe kateden sermaye karşısında gençliğin ileri kesimleri de işçilerin açtığı cephede yerini aldı. TEKEL Direnişi gençliğin sınıfa olan güvenini tazeledi. Gençlik güçleri hem sınıfın eylemliliklerine katıldılar hem de doğrudan çadır direnişinin bir parçası oldular. Ancak siyasal süreçlerin bir propaganda malzemesi sınırında algılanması nedeniyle TEKEL Direnişi ile toplamda gençliğin talepleri ve gelecek istemi arasında doğru bir ilişki kurulamadı. Gençliğin sesinin soruşturma-ceza, tutuklama ve gözaltılar ile boğulmak istendiği, Aydın Erdem’in katledildiği, mesleki yeterlilik, ücretsiz staj ve yanı sıra güvencesiz çalıştırmanın üniversite mezunlarını da doğrudan hedef aldığı bir süreçte TEKEL Direnişinin çaktığı kıvılcım, gençliğin tüm gelecek istemini kesen bir eksene taşınmadı. Bu noktada yeniden gençlik örgütlerinin birçoğunun tutumlarına baktığımızda TEKEL işçilerinin inisiyatifini geliştirmek yerine sendikal bürokrasinin ardına takılan siyasal yapılarının uzantısı olarak üniversitelerdeki renklerini bir kez daha belli ettiler.
TEKEL Direnişini ve sürecini kendi açımızdan değerlendirirsek, direnişin ilk günlerinden başlayarak üniversitelerde öncelikle TEKEL işçilerinin maruz kaldığı azgın terörün haklarını arayan öğrencileri de hedef aldığı vurgulandı. Daha da önemlisi gençliğin gelecek sorununun bizzat TEKEL Direnişi şahsında cereyan ettiği aylarca çalışmalara konu edildi ve gençlik desteğe değil kendi geleceği için mücadeleye çağrıldı. İfade etmek gerekir ki, bu doğru politik ekseni bir örgütsel kazanıma ve siyasal harekete dönüştürmek yönlü eksikliklerimizi aşabildiğimiz bir süreç örgütlenemedi.
Taksim’de sendika bürokrasisine işçilerden militan cevap
Bu yıl 1 Mayıs’ta 32 yıllık yasağın ardından yüzbinler Taksim’deydi. Taksim’e damgasını ise sendikal bürokrasiye karşı kürsüyü işgal eden ve sınıf kardeşlerine seslenen direnişçi işçiler vurdu. Devrimci değerler üzerinden konuşmalarla kürsüden kitleyi etkilemeye çalışan sendika bürokratları, işçi ve emekçilerin taleplerine veya 26 Mayıs’a dair herhangi bir şey belirtmediler. Düzen güçleri, yılların mücadelesiyle kazanılan Taksim kararlılığı ve iradesinin altını boşaltmak için çabaladılar. Sendika bürokratları eliyle eylem alanından da müdahale etmeye çalışırken, İstanbul’da direnişteki işçilerin kürsü işgali düzenin bu hamlesini boşa çıkarmak için önemli bir adım oldu. Gençlik açısından bakıldığında 1 Mayıs süreci de gençlik hareketinin parçalı tablosuna bir müdahaleye dönüştürülemedi. Gençliğin
gündemleri ve talepleri üzerinden yürünen bir süreç olmadı. Bu tablo alana da yansıdı, gençliğin talepleri alanlara taşınamadı. Etkin bir ön süreçten yoksun 1 Mayıs, gençlik hareketi açısından 26 Mayıs başta olmak üzere sonrasına bir enerji taşımaktan yoksundu.
Sendikalar tarafından TEKEL Direnişi’nin basıncıyla aylar öncesinden alınan 26 Mayıs eylemi belirsizlik ve atıllıkla tüketildi. Güvencesiz çalışmaya ve geleceksizliğe karşı bir süreç örülmesi gerektiğini vurguladığımız 26 Mayıs süreci gençlik açısından da öncesindeki eksikliklerin ve dağınıklığın ardılı oldu.
Soruşturma-ceza karşıtı politika üretebilmek, devrimci siyasal faaliyette irade, köhne kapitalist düzen karşısında varlık iddiasıdır!
Soruşturma-ceza terörü sermayenin tahakkümü altındaki üniversitelerde temel bir baskı aracı olarak devreye sokulmaya devam ediyor. Siyasal faaliyeti sırtlayan güçlerin üniversitelerine girişlerinin engellenmesi sayesinde burjuvazinin ideolojik hegemonyasının etki alanı artırılmaya çalışılıyor. Bugüne kadar açıkça ifade ettiğimiz gibi, bu terör karşısında alınacak tutum, siyasal öznelerin alanlardaki siyasal varlık iddiası ile eş anlamlıdır.
Sermaye, bir yandan üniversiteli gençliği kariyer yalanları, yozlaşma, ders müfredatları ve sınav sistemi ile bencilleştiriyor. Diğer yandan siyasal olarak kendi gerici kamplarını üniversitelerde kurmaya çalışıp, dinci, ulusalcı, liberal, ırkçı ve şoven yüzlerini alanlara taşıyor. Bunun karşısında duran öğrencilere ise polis-idare işbirliğinde saldırıyor. Gözaltı, tutuklama ve uzaklaştırmalar ile üniversitelerdeki kontrolünü baki kılmaya çalışıyor. Bu bütünlüklü saldırının karşısında siyasal bir iddia da doğalında aynı bütünlüğü taşıyabilmelidir. Ama bu sene de soruşturma-ceza karşıtı faaliyet siyasal gençlik grupları açısından genel bir ilgisizlik ile karşılandı.
Soruşturma-ceza karşıtı faaliyet adına uzun erimli adımlar atılamasa da, çeşitli platformlar oluşturuldu. Bu platformlarda nitelikli bir birliktelikten bahsetmek güç. Oluşturulan birliktelikler birkaç eylemin dışında bir adım öteye taşınamadılar. Bu platformlardan Eğitim Hakkı İnisiyatifi İstanbul’da çeşitli deneyimler kazanmamıza zemin oluşturdu. Geniş bir kamuyou yaratmak ve soruşturma-ceza saldırısını geri püskürtmeyi hedefleyen İnisiyatif çeşitli çalışmalar gerçekleştirdi. Bu noktada YTÜ Direnişi ve üniversitelerde süren çalışmaları merkezi bir noktaya taşıyan SOKAK Üniversitesi atılan önemli bir adım oldu. Taksim’de ve Kadıköy’de kurulan Soruşturmalara Karşı Alternatif Kampüs yaşanan saldırının kitlelere duyurulması ve mücadele gündemlerimizin sokağa taşınması açısından işlevli bir araç oldu. Yılsonundan önümüzdeki döneme kalmış olan yüzlerce soruşturma mevcut. Gençliğin önünde duran soruşturma-ceza terörü karşısında, bu saldırının sadece devrimci güçlere değil, öğrencilerin demokratik haklarının toplamına yöneltildiğini vurgulamak can alıcıdır. Buna karşı örülecek mücadelede öğrencilerin tüm talepleri ve sorunları işlenebilmelidir. Ötesinde kimi siyasi
unsurların soruşturma iddianameleri karşısında inkarcı tutumları ya da uzaklaştırma ardından alanlara yönelik bir müdahale gerçekleştirmek yönlü iradesizlikleri, hızla kazanılmış birçok hakkın elimizden alınmasına, içe dönük olarak da kadroların moral bir çöküntü içine sürüklenmelerine yol açacaktır.
Polis-devlet terörü ile gözdağı vermek isteyen düzen ancak gençliğin öfkesini bileyebilir...
PVSK ile polis terörünün önünü düzleyen burjuvazi, kriz sonucu sınıf çelişkilerinin arttığı bir dönemde mahkemeleri ile de hak arama mücadelesine nefes aldırmayacak bir abluka oluşturdu. Polis PVSK ardından genç, öğrenci, işçi ve devrimci onlarca insan gözaltında ve sokakta katletti. Azgın polis terörü bu dönemde sadece ilerici-devrimci güçlere değil, her önüne gelene saldırdı, onları katletti. Bu baskıdan üniversite öğrencileri de paylarına düşeni aldılar. Hedef gösterilip polis kurşunuyla katledilen Aydın Erdem, Şerzan Kurt ve saldırıya uğramış sayısız öğrenci... Üniversitelerden, yurt ve ev baskınlarından gözaltına alınıp tutuklanan öğrencilerin birçoğu bugün hala sermayenin zindanlarında tutsak. Üniversitelerde devrimci faaliyet, hak arama mücadelesi, düşüncelerini ifade etme çabaları polis, ÖGB veya faşistler eliyle engellenmeye çalışılıyor. Düzen baskı ve yasakları artırarak kitleleri sindirmeye çalışıyor. Soruşturma-ceza terörü gibi polis-devlet terörü de gençlik mücadelesinin önünde aşılması gereken bir saldırı olarak görülmemektedir. Bu saldırıya karşı yapılacak en anlamlı müdahale alanlarda gençliğin akademik, demokratik, sosyal taleplerini karşılayacak, yemekhane zammından ulaşım sorununa, yaz okulu uygulamasından alternatif şenliklere ve kulüp etkinliklerine kadar gençliğin gelecek özlemlerini cevaplayacak kararlı bir siyasal faaliyet olacaktır.
Filistin halkının gerçek kurtuluşunu gençliğe anlatma sorumluğu omuzlarımızdadır!
İsrail’in Filistin halkı üzerinde yıllardır
Geçtiğimiz yaz döneminin sonuna doğru gündeme gelen harç zamları gençliği hareketli bir sürecin beklediğini de haber veriyordu. Süreçte gençliğin kimi kesimleri hızlıca tepki gösterseler de, hareketin asıl ihtiyacı olan ve bir kazanım için gereken birleşik mücadele olanakları yaratılmadı. Siyasal unsurların ezici çoğunluğunda bu yönlü bir bakışın olmayışı, süreçlerin birleştirilmemesinin ve güçlerin parçalı tablosunun sürmesinin sebebi olmaya devam etti.
7
Burjuva gericiliğin ablukasını dağıtmak, geleceksizlik karşısında öfkesi bilenen kitleler ile mücadeleyi yükseltmek için eksikliklerimizle hızlıca hesaplaşmalıyız. Yaz dönemini gençlik hareketi adına önümüzdeki döneme güçlü başlayabilmenin olanağına çevirebilmeliyiz. Genç komünistler de bu dönemi hem kendi eksikliklerini kapattıkları, hem de hareketin ihtiyaçları doğrultusunda yeni dönemi örmeye başladıkları bir süreç olarak değerlendirmelidir.
sürdürdüğü ambargoyu sona erdirmek için yola çıkan yardım gemileri İsrail askerlerinin vahşeti ile karşılandı. Eylemi örgütleyenler arasında dinci gericiliğin esnek bir platformu İHH başı çekerken, birçok ülkeden ve uluslararası kuruluştan da eylem destekleniyordu. Filistin’in özgürlük mücadelesini yıllardır siyasal faaliyete konu eden burjuva gericiliğin dinci siyasal unsurları bir anda gündeme oturdular. Bilindiği gibi Filistin gericiliğin ırkçı, şoven ve ulusalcı unsurları tarafından da bir ilgi görmektedir.
Eğitim döneminin bittiği süreçte yaşanan olay üniversitelere bir çalışmaya konu edilemedi. Burada yaşanan olayla birlikte karşımıza çıkan dinci örgütlerle iş yapma tartışması üzerinden birkaç noktayı vurgulamak istiyoruz. Sol adına düşülebilecek en büyük hata açıktır ki, dinci siyasal odaklarla yan yana gelmek olur. Burada İslami inançlı bireylerle yan yana gelmek ile kendilerini İslam üzerinden tanımlayan siyasal güçlerle ortak iş yapmak arasında büyük bir fark vardır. Birincisi sizin çağrısını yaptığınız eylemlerde kendiliğinden yaşanabilecek bir durumdur. İkincisi ise süreçte kendi elinizle gerici bir odağa kan taşımak ya da alan açmak anlamına gelir. Oysa bizlerin onlarla ortak iş yapmak bir yana, dinci örgütlerin yaklaşımlarındaki yanlışlığı, durdukları yeri teşhir etme ve Filistin halkının kurtuluşu için gerçek ve kalıcı çözümü anlatabilme sorumluluğu bulunmaktadır.
Yeni dönemi kazanmak için yetersizlikler ve eksikler aşılmalıdır!
Geride bıraktığımız yıl, gençlik hareketi açısından önemli imkanların doğduğu ve bunların önemli bir kısmının heba edildiği bir dönem oldu. Genç komünistler ise yaklaşımlarında bunun aksi için politika üretmek gibi bir iddia yüklenmişseler de sınırlılıkları ve eksikleri ile bu süreçte yüzleştiler.
Harç zamları ile başlayan kıpırdanmanın önümüzdeki dönem süreceğine dair işaretler bugünden görülebilmektedir. Bu, omuzlardaki yükü bir kat daha arttırıyor. Devrimci siyasal faaliyete dönük baskıları bugüne değin kendimize değil, alana ve kitlelere yöneltilmiş bir zor olarak gördük ve bunun gereklerine göre hareket ettik. Bir yılın ardından ise tablonun derinleştiğini görüyoruz. Bu baskı karşısında gençliğin gelecek
8
özlemlerini ayağa kaldırmak en etkili silah olacaktır. Eğitim hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün militan savunusunu gençliğin dinamizmi ile sarmalamak önümüzdeki dönemde belirleyici olacaktır. Sosyal yıkımın, emperyalist barbarlığın vardığı bu boyutta kitleleri insanca bir yaşamın ideolojik zenginliği ile karşılamak, onları devrimci saflara kazanmak yaşamsal bir zorunluluktur. Aksi durum, ezilen yığınları büyük bir esarete sürükleyecektir.
Geleceksizlik ve işsizlik gündemleri tüm yakıcılığı ile gençliğin karşısında duruyor. Bu gündemlere geçtiğimiz dönem çok fazla imkanı olmasına rağmen yeterince eğilinemedi. Bu gündem üzerinden devrimci gençlik örgütlerinin bıraktığı boşluk, düzen kanalları üzerinden tutulmaya çalışılıyor. ADK-ADF’nin öncülüğünde üniversite kulüplerinin, öğrenci konseylerinin de örgütleyicisi olduğu “GelecekSİZsiniz” adlı merkezi bir etkinlik yapıldı. Yine Saadet Partisi son dönemde krizin yarattığı sosyal yıkım üzerine ürettiği politikaları ile siyasal zeminini beslemek kaygısında. Krizle birlikte derinleşen işsizlik ve geleceksizlik gençliğin yakıcı sorunlarıdır. Üniversitelerde gençliğin özlemlerine ve gelecek sorununa karşı üretilecek politika bugün siyasal özneler için hayati bir ihtiyaçtır.
Kapitalizmin krizi derinleşirken esasen sosyalizmin bu sömürü düzeninin tek bilimsel alternatifi olarak kitleler ile buluşturulması konusunda da gerçek bir çabadan bahsedemeyiz. Kriz ile birlikte hayatın birçok farklı alanında yaşam koşulları emekçiler için kötüleşirken, bunların ardındaki köhne kapitalist düzen geniş kitlelere etkince teşhir edilemedi. Gençlik düzen karşısında devrimci mücadeleye kazanılamadığı gibi kriz karşısında söylemlerin içeriği bakımından da cılız bir ses yükseliyor. Burjuva gericiliğin ablukasını dağıtmak, geleceksizlik karşısında öfkesi bilenen kitleler ile mücadeleyi yükseltmek için eksikliklerimizle hızlıca hesaplaşmalıyız. Yaz dönemini gençlik hareketi adına önümüzdeki döneme güçlü başlayabilmenin olanağına çevirebilmeliyiz. Genç komünistler de bu dönemi hem kendi eksikliklerini kapattıkları, hem de hareketin ihtiyaçları doğrultusunda yeni dönemi örmeye başladıkları bir süreç olarak değerlendirmelidir. Ekim Gençliği
Üniversitelerden Haberler... Kocaeli, Isparta, Beytepe’de,Çukurova Üniversitesi'nde soruşturma terörü Kocaeli Üniversitesi’nde, Isparta’da, Beytepe’de, Çukurova Üniversitesi'nde üniversiteliler çeşitli gerekçelerle soruşturma ve ceza terörüne mağruz kaldı.
Kocaeli Üniversitesi’nde 18 Mayıs günü Umuttepe Kampüsü’nde gerçekleştirilen bahar şenlikleri sırasında dergi satışı yapan Ekim Gençliği okuru 3 öğrenciye “bahar şenliklerinin huzurunu ve sükûnunu bozmak” gerekçesiyle soruşturma açıldı.
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Beyazıt ve Halepçe katliamlarının yıldönümünde gerçekleştirdikleri eylemle faşizme karşı mücadele çağrısı yapan 20’ye yakın öğrenci’ye soruşturma açtı. Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü 26 Ekim'de ÖGB'lerin YÖK çalışmasına saldırması ve okula giren kolluk güçlerinin 69 öğrenciyi gözaltına almasını 94 öğrenciye soruşturma açılması izlemişti. Açılan bu soruşturmalar geçtiğimiz günlerde sonuçlandı ve 10 öğrenciye 1 yıl okuldan uzaklaştırma cezası verildi. Bunun yanı sıra "çalgı çalıp şarkı söylemek" gibi sudan gerekçelerle açılan soruşturmalarda öğrenciler eğitim hakkını gaspetmekle suçlanıyorlar. Ayrıca Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü 100'e yakın öğrenciye Newroz ve Halepçe Katliamı eylemlerine katıldıkları gerekçesiyle soruşturma açtı.
Adana Çukurova Üniversitesi'nde bildiri dağıtan, stant açan devrimci, demokrat öğrenciler para cezaları ve gözaltı terörüyle karşılaşıyor.Öğrencilerin yılmadığını görerek soruşturma-ceza terörünü devreye sokan ve politik öğrencilerin kitlelere ulaşmasını engellemek için soruşturma açan yönetim bir Ekim Gençliği okuruna bir ay okuldan uzaklaştırma cezası verdi.
Kocaeli /Süleyman Demirel/ Hacettepe / Çukurova Üniversitesi Ekim Gençliği
Marmara Üniversitesi'nde polis saldırısı protesto edildi Marmara Üniversitesi'nde 28 Mayıs Cuma günü yaşanan polis saldırısı ve gözaltı terörüyle ilgili suç duyurunda bulunuldu ve bu saldırı basın açıklamasıyla protesto edildi. Kadıköy Adliyesi önünde saat 15.30'da bir araya gelen öğrenciler "Marmara faşizme mezar olacak!" sloganıyla eylemi başlattılar. "Polis-idare-ÖGB işbirliğine son!/Marmara Üniversitesi Öğrencileri" pankartı açılan eylemde yaşanan saldırıların bilançosu ortaya konuldu. 2007'den bugüne kadar Marmara Üniversitesi'nde gerçekleşen saldırıların bilançosunun belirtildiği açıklama son olarak şunlar söylendi: "Bugün devrimci-demokrat-yurtsever öğrencilere yapılan bu saldırılar esasında üniversite gençliğine ve tüm öğrencilere
yapılmaktadır. Biliyoruz ki, şu an YÖK, polis ve medya ablukasında olan üniversitelerimizde eşit, parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim için mücadele verecek ve bu ablukayı sağıtacak olan bizleriz. Basın açıklamasının ardından öğrenciler adliyeye girip yaşanan olaya dair suç duyurusunda bulundular. Marmara Üniversitesi Ekim Gençliği
Kamp-Üs’ten Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal anması İstanbul Üniversitesi Kamp-Üs dergisi okurları, Haziran ayında ölümsüzleşen devrimci sanatçılar Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal’i gerçekleştirdikleri etkinlikle andılar. 4 Haziran günü Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) tiyatro salonunda gerçekleştirildi.Sunumların ardından, Tanyeri Şiir Toplulu sahne alarak Nazım Hikmet’in 'Vatan Haini', 'Güneşi İçenlerin Türküsü' ve 'Tanya' şiirlerini coşkulu bir şekilde okudu. ÖKM Müzik Kulübü üyelerinin gerçekleştirdiği müzik dinletisinin ardından etkinlik sona erdi. ÖKM Drama Kulübü’nün de programa katkı sunduğu etkinliğe yaklaşık 60 kişi katıldı. Kamp-Üs Dergisi
Haliç Üniversitesi'nde öğrenci eylemi Bir vakıf üniversitesi olan İstanbul Haliç Üniversitesi'nde paralı olarak öğrenim gören öğrenciler “biriken borçları” gerekçe gösterilerek 3 Haziran sabahı üniversite rektörlüğünün talimatıyla okula alınmadılar. Borcu olan öğrencileri okula almayan Haliç Üniversitesi Rektörlüğü'ne tepki gösteren öğrenciler kampüs girişi önünde bekleyişe geçtiler. Kendilerine rektörlük tarafından herhangi bir açıklama yapılmayan öğrenciler bu tutumu sloganlarla protesto ettiler. Eğitim haklarının gsapedildiğini belirten Ceylan, bazı arkadaşlarının 2-3 bin TL tutarında bazı arkadaşlarının 5 bin TL'lik boruçları nedeniyle bazı kişilerin de çok düşük miktarlardaki borçları gerekçe gösterilerek okula alınmadıklarını söyledi. İçinde bulundukları günlerin sınav günleri olduğunu da belirten Ceylan, okul yönetiminin bu tutumu nedeniyle mağdur olduklarını dile getirerek Haliç Üniversitesi Rektörlüğü'ne tepki gösterdi. Kızıl Bayrak / İstanbul
9
Soruşturma ve ceza saldırısının anlaşılmayan önemi ve yürünmesi gereken mücadele hattı
Halihazırda kapitalizmin krizi bu köhne düzenin en etkili teşhirine, gençlik kitlelerinin devrimci politikaya yakınlaşmasına ve hareketin yükselmesine elverişli koşullar yaratıyor. Gençlikte artan işsizlik ve geleceksizlik, eğitimin artık tüm katmanlarıyla ticarileştirilmesi, gençliği harekete geçmeye, geleceğine sahip çıkmaya iten nedenlerin başında geliyor. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemde gençlik kitleleriyle deyim yerindeyse etle tırnak gibi kaynaşabilmek, devrimci siyasal faaliyette kesin bir iradeyi, kitle çalışmasına somut bir eğilimi koşulluyor. Bu, siyasal varlık iddiası taşıyan her gençlik örgütü için çoktandır belirleyici hale gelmiş bulunuyor.
10
Yer yer canlanma belirtileri gösterse de gençlik hareketi, yıllardır içinde bulunduğu geri ve dağınık durumu aşabilmiş değil. Bugün gençlik hareketinin bu kadar geri ve dağınık olmasına yol açan nedenlerden biri ve belki de en önemlisi üniversitelerde soruşturma, uzaklaştırma ve tutuklama biçiminde arttırılan baskıdır. Devrimci, demokrat öğrencilere dönük bu saldırılarla üniversitelerin içerisinde mücadele eden tek bir insan bırakmamak hedeflenmektedir. Son yıllarda gittikçe yoğunlaşan soruşturma-ceza terörü başta İstanbul’da olmak üzere birçok kentte üniversitelerde düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayarak siyasal faaliyeti durdurma noktasına getirmiştir. 2009-2010 eğitim yılı içerisinde Türkiye genelinde üniversite ve lise öğrencilerine açılan toplam soruşturma sayısı 1000’i aşmıştır. Bu soruşturmalar ise bir hafta uzaklaştırmadan başlayıp, bir ay, bir dönem, bir yıl ve YÖK’ten çıkartılmaya kadar varmaktadır. Bu baskının en yoğunlaştığı üniversiteler ise İstanbul’da İÜ, YTÜ, Marmara Üniversitesi, Eskişehir’de Anadolu ve Osmangazi, Ankara’da Hacattepe Üniversitesi, Adana’da Çukurova Üniversitesi ve Kocaeli Üniversitesi olmuştur.
Soruşturma saldırılarına baktığımız zaman burjuva hukukunun bile hiçe sayıldığını, onun kurallarının göz ardı edilerek, tamamen üniversite yönetimlerin ve polislerin keyfine kaldığını görürüz. Soruşturma iddianamesinde öne sürülen eylemin yapıldığı esnada okulda olmayan, sınavda olan, hatta mezun olmuş öğrencilere bile uzaklaştırma verilmiştir. Kimi soruşturmalar ise savunma tarihlerinden önce öğrencilere bildirilmemiştir bile. Son yıllarda “güvenlik birimlerine sözlü mukavemet”, “afiş okumak”, “futbol maçı yapmak”, “ideolojik halay çekmek”, “okula yiyebileceğinden fazla ekmek sokmak” gibi absürd soruşturma gerekçeleri polis-idare işbirliğinde siyasal faaliyete olan saldırganlığın boyutunu açıkça göstermektedir. Kürsülerde bilimsellikten dem vuran akademisyenlerin çoğunluğunun bu antidemokratik uygulamanın bir parçası olması ve soruşturma kurullarında öğrencilere cezalar vermesi ise sermaye üniversitelerindeki içler acısı halin başka bir yansımadır.
Soruşturma saldırısının ekonomik-siyasi arka planı
Sınıf ve emekçi kitle hareketinin güçsüz ve dağınık olduğu bu süreçte, düzen kriz içerisinde debelenirken faturayı işçilere-emekçilere ve gençliğe yüklemek istiyor. Buna karşı oluşan politik duyarlılığa yönelen her politik faaliyetin bastırılabilmesi, sermaye düzeni açısından büyük
bir önem taşıyor. Bundan payına düşeni fazlasıyla alan alanlardan biri de üniversitedir.
Halihazırda kapitalizmin krizi bu köhne düzenin en etkili teşhirine, gençlik kitlelerinin devrimci politikaya yakınlaşmasına ve hareketin yükselmesine elverişli koşullar yaratıyor. Gençlikte artan işsizlik ve geleceksizlik, eğitimin artık tüm katmanlarıyla ticarileştirilmesi, gençliği harekete geçmeye, geleceğine sahip çıkmaya iten nedenlerin başında geliyor. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemde gençlik kitleleriyle deyim yerindeyse etle tırnak gibi kaynaşabilmek, devrimci siyasal faaliyette kesin bir iradeyi, kitle çalışmasına somut bir eğilimi koşulluyor. Bu, siyasal varlık iddiası taşıyan her gençlik örgütü için çoktandır belirleyici hale gelmiş bulunuyor. Sermaye düzeni yukarıda ortaya koyduğumuz tahlili kendi cephesinden doğru bir şekilde algılayıp, kendi düşüncelerini ifade etmek isteyen öğrencilere siyaset yasağı koyuyor. Bunu da açılan soruşturma ve verilen uzaklaştırmalarla, son süreçte de gün geçtikçe yoğunlaşan tutuklamalarla hayata geçiriyor.
Soruşturma-ceza karşıtı mücadele gençlik hareketinin geleceği için yaşamsaldır!
Genç komünistler olarak son dönemde bu saldırı karşısında alınması gereken tutumun, gerek üniversitelerimizdeki gerçekleştirdiğimiz pratik faaliyetimiz, gerekse de yayınlarımız üzerinden yaşamsal bir noktada durduğunu vurguladık. Bugün gençlik hareketi bu saldırıyı püskürtebilmek için öncelikle bu saldırının ekonomik-siyasi arka planı üzerinde düşünmeli, gençlik hareketine yönelik böylesi bir saldırısının arkasındaki somut koşulları iyi görebilmelidir. 2009-2010 öğretim yılı kapanırken başta bu sorunun yakıcı olarak yaşandığı üniversiteler olmak üzere, saldırıyı püskürtmek yönlü kalıcı adımlar atılamadı. Bizler genç komünistler olarak bu sene soruşturma-ceza saldırısının ancak ortak yürütülecek bir mücadeleyle püskürtülebileceğini söyledik ve gençlik örgütlerine bu yönlü çağrılar gerçekleştirdik. Yaptığımız çağrılar “soruşturmaceza konusu öğrencilerin sorunu değil, ilgilerini çekemeyiz”, “başka gündemlerimiz var” gibi gerekçelerle ya yanıtsız kaldı, ya da tek bir eylem ile karşılık buldu.
Bununla birlikte yine İstanbul’da çok sınırlı olmak üzere, Kocaeli’de ve Eskişehir’de oluşturduğumuz ortak platformlarda istenilen iradi çaba ortaya konmadı. İstanbul’da Eğitim Hakkı İnisiyatifi üzerinden üretilen “SOKAK Üniversitesi” kurgusu düşünsel olarak yaratıcı ve etkileyici bir araç oldu. İşçi direnişleriyle bağ kurma, aydın ve sanatçıları sürece dahil etme
noktasında çaba sarf edildi. Ama geniş bir bileşeni katma, özellikle basın üzerinden kitlelerin gündemine sokma ve çalışmayı yaygınlaştırma yanlarıyla eksik kalındı. Bu, kamuoyu yaratabilmek, saldırıyı geriletmek noktasında önemli bir yer teşkil etmekteydi. Bu açıdan sadece SOKAK Üniversitesi’nin son haftalarında belli olanaklar yaratılabildi. Kocaeli ve Eskişehir’de soruşturmalara ve antidemokratik uygulamalara karşı oluşturulan platformlar, bu saldırı süreçlerinin ardından ortak hareket etmek ve tutum belirtmek adına atılmış olumlu adımlardı. Maalesef ki bu platformlar da verilen refleks tepkilerin ötesine geçemedi. Süreci uzun soluklu ele alan ve saldırıyı püskürtme iradesiyle yürüyen bir politik-pratik hat oluşturulamadı.
Karşımızda duran soruşturma-ceza terörü bizler için herhangi bir politik gündemmiş gibi değerlendirilemez. Elbette ki üniversitelerde yaşanan ve genel gençlik kitleleri bakımından daha somut hissedilen eğitimin ticarileştirilmesi, işsizlik, geleceksizlik, barınma, ulaşım, ÖGB-polis terörü gibi bir dizi yakıcı sorunla karşı karşıyayız. Bu sorunlar üzerinden yürüttüğümüz her faaliyet doğal olarak soruşturma-ceza terörüyle karşılanıyor. Ve aslında bize somut hissedilen sorunlardan uzaklaşmadan soruşturma-ceza karşıtı mücadeleyi örgütleyecek doğal bir zemin oluşturuyor. Nitekim bizler hiçbir zaman gençliğin gündemlerinden kopuk, somut bir gelişmeye dayanmayan, kendi başına dar bir soruşturma karşıtı faaliyetten söz etmedik, etmiyoruz. Böylesi bir yaklaşımın hem güçlerimizi, hem de imkanlarımızı fazlasıyla zorlayacağı ve tüketeceği biliniyor.
Özetle soruşturma karşıtı mücadele ile gençliğin gündemleri iç içe geçirilerek işlenmelidir. Örülen faaliyet sadece ceza alan ve üniversiteye giremeyen güçlere sıkışmamalıdır. Kaldı ki bu sorun geldiği nokta itibarıyla bugünkü gençlik hareketinin kendi başına altından kalkabileceği düzeyi aşmıştır. Bugün gençlik örgütlerinden bu saldırıya verilen cevap fazlasıyla zayıf kalmaktadır. Yaşananlar karşısında belli bir toplumsal destek oluşturulamamıştır. “Bu sorun kendi başına gençlik hareketinin üstesinden gelebileceği düzeyi çoktan aşmış bulunuyor. Burjuva kamuoyunda dahi yer yer tepki alabilen, öğrenim hakkının gaspına dönüşen siyaset yapma, duyarlılığını ortaya koyma hakkının okul yönetimleri, polis ve mahkemelerin işbirliği ile bu denli kaba bir çiğnenmesi karşısında yapılanlar son derece yetersiz. Oysa herhangi bir alandaki bu türden bir saldırı, tüm kamuoyunun desteğini kazanmaya, günün sınıf ve emekçi hareketlilikleriyle etkin bir kader birliği kurmaya yönelecek bir faaliyetin gündemi olabilmelidir.” (Gençlik Çalışmasının Güncel Sorunları Üzerine, Ekim, sayı:259, Ekim 2009)
Üniversitelerde devrimci iradeyi korumak
Üniversitelerde bir yandan ÖGB terörü, kimlik kontrolleri, kameralar, turnikeler gibi yollarla baskı ve denetim artırılırken, bir yandan da bu yaratılan ortam üniversitelerin olağan durumuymuş gibi gençliğin gözünde meşrulaştırılmaya ve kanıksatılmaya çalışılıyor. Bu durum gençlik öznelerinde de karşılığını buluyor. Soruşturma almamak, gözaltına alınmamak için izinli yapılan etkinlikler veya üniversite içerisinde siyasal çalışma yapmama, belli süreçlerde öğrencilerin gözünde marjinalleşme
kaygısıyla ÖGB’lerle ve üniversite yönetimleriyle yapılan ilkesiz pazarlıklar karşımıza çıkabiliyor. Bu noktada düzenin çizdiği sınırları aşmaktansa bu sınırlar içerisinde hapsolmak güçleri iyice sınırlarken, onları devrimci bir politika ve pratikle aşmak hayati bir yerde duruyor. Üniversitelerde yaşanan bu saldırıları aşmak öncelikle faaliyet yürüten güçlerin bilincinde gerçekleşebilir. Ancak bunun üzerinden kitleler böylesi bir pratiğe ve baskıları kıracak yönelime gireceklerdir. Bu yolla zaman içinde gençlik hareketinin kaybettiği meşruluk da kazanılabilmeli, kitlelerin mücadeleye mesafeli yaklaşmaları böylelikle aşılmalıdır.
Soruşturmaların cezaya dönüşmesi karşısında ise alana dönük siyasal varlık göstermekteki ısrar belirleyici bir yerde duruyor. Üniversite dışında dahi olsa alana dönük kararlı bir politik müdahale sürdürmek ve kapı önünü direniş alanına çevirmek bugün için saldırı sürecini ve bununla birlikte eğitim hakkının gaspını kitlelere teşhir etmenin önemli bir yolu ve aracıdır. Üniversite yönetimlerinin kitleleri devrimcilerden yalıtma çabalarının kapı önü direnişleriyle boşa düşürülebildiği Genç Komünistlerin pratiğiyle görülmüştür. 2008-2009’da uzun süre kapı önü eylem kurgusu ve alternatif dersler biçiminde yaşanan süreç sayesinde üniversite içinde faaliyet yürütme iradesi korunabilmişti. Onun gibi bu sene 100 günü aşkın kapı önünde süren YTÜ Direnişi de anlamlı bir deneyim olarak önümüzde duruyor. Direniş hem başlı başına faaliyeti sürdürme açısından devrimci bir iradenin ifadesi olmuş, hem de üniversite yönetimlerinin devrimcileri gençlikten yalıtma çabalarını boşa düşürmek planında başarı sağlamıştır.
Genç Komünistler bu eksende mücadeleyi sürdürecek!
Soruşturma ve ceza terörü tüm yakıcılığıyla üniversitelerde cirit atıyor. Son açılan soruşturmalarla birlikte önümüzdeki sene birçok ilerici, devrimci öğrenci alanda, üniversite içerisinde faaliyet öremez durumda olacaktır. Bugün soruşturmalar ve cezalar, düzenin gençlik hareketini bitirmek ve gençlik kitlelerinin gözünü korkutmak ve onları düzene hapsetmek için en fazla başvurduğu yöntemlerin başında geliyor. Bir kez daha belirtelim ki yaşanan güncel gelişmeler ve gençliğin özgün sorunlarıyla kurulan bağ üzerinden soruşturma-ceza karşıtı mücadele önümüzdeki yıllarda da üzerine en fazla duracağımız sorunların başında gelecektir. Bugüne kadar genç komünistler olarak üniversitelerde düşüncelerimizi ifade etmemize dönük, siyaset yapmamıza dönük saldırılara boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Bu noktada ilk elden tercih edeceğimiz, birleşik bir hatta bu süreci göğüslemek olacaktır. Gençlik içindeki siyasal öznelerin bu süreci birlikte göğüslemesi ve örgütlemesi zorunluluğu, politik mücadelenin omuzlara yüklediği bir sorumluluktur. Birleşik mücadele çabasının karşılık üretmediği koşullarda ise bugün olduğu gibi saldırı sürecini tek başımıza göğüslemekten geri durmayacağız. Bu bizlerin, devrimcilikte iddiasını sürdürenlerin tutması gereken yoldur.
Bizler bulunduğumuz tüm alanlarda düzenin “suç” olarak gördüğü afiş asma, bildiri dağıtma, etkinlik düzenleme eylemlerimize, “suç işlemeye” devam edeceğiz. Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için, haklarımızı kazanabilmek için “suç” işlemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.
Bugün soruşturmalar ve cezalar, düzenin gençlik hareketini bitirmek ve gençlik kitlelerinin gözünü korkutmak ve onları düzene hapsetmek için en fazla başvurduğu yöntemlerin başında geliyor. Bir kez daha belirtelim ki yaşanan güncel gelişmeler ve gençliğin özgün sorunlarıyla kurulan bağ üzerinden soruşturma-ceza karşıtı mücadele önümüzdeki yıllarda da üzerine en fazla duracağımız sorunların başında gelecektir.
11
Soruşturma-ceza, eğitim hakkı gaspı karşısında,
SOKAK Üniversitsi’nde bir dönemin ardından...
Sokak Üniversitesi’nde “Kapitalizmin krizi ve Yunanistan” dersi
Sokak Üniversitesi’nin dördüncü dersinde “Kapitalizmin krizi ve Yunanistan” dersi işlendi. 15 Mayıs'ta Galatasaray Lisesi önünde gerçekleştirilen etkinlik her hafta olduğu gibi yoldan geçenlere yapılan çağrılarla üniversitenin kurulması ile başladı. İlk söz Yar. Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz'a verildi. Konuşmasında krizin bedelinin Yunanistan işçi ve emekçilerine kesilmek istendiğini söyleyen Tanyılmaz, Yunanistan işçi ve emekçilerinin buna karşı sokakta olduğunu vurguladı. Yunanistan’da yaşanan krizin küresel krizin bir parçası ve kapitalizmin yoğun bakımda olduğunu belirten Tanyılmaz buna karşı yapılması gerekenin ise işçi sınıfına güvenmek ve işçi sınıfının kendine güvenini arttırmak olduğunu söyledi.
Tez-Koop-İş Sendikası Genel Eğitim Danışmanı Volkan Yaraşır ise sermaye-sermaye çelişkisinin sistemi krize soktuğunu belirtti. Bu dönemlerde devrim imkanın da arttığını vurgulayan Yaraşır, sınıfın öncü partisi olduğu koşulda devrimin gerçekleşeceğini, aksi takdirde ise katastrof yaşanacağını söyledi. Ekonomisi çöken Yunanistan’ın da uygulanan politikalarla sömürgeleştirilmeye çalışıldığını, bunun da öncelikle işçilerin kazanılmış haklarının ellerinden alınmasıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığını vurguladı. Bu saldırılara karşı Yunanistan işçi ve emekçilerinin de genel grev silahını kullanarak yapılması gerekeni yaptığını belirtti. Yaraşır’ın konuşmasının ardından Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nden öğrenciler önce şiirler okudular ardından da Yunanistan ve kriz üzerine konuşmalar gerçekleştirdiler. Sokak Üniversitesi hep birlikte söylenen marşlarla ve çekilen halaylarla sonlandı.
SOKAK Üniversitesi'nde "26 Mayıs ve direnişler" tartışıldı
5. ders “26 Mayıs ve direnişler” başlığı ile 22 Mayıs'ta gerçekleşti. Etkinliğe direnişteki işçilerin yanında akademisyenler de katıldı.
26 Mayıs gündemine değinen Mehmet Türkay, TEKEL işçilerinin direnişini örnek vererek bu mücadeleyi işçi sınıfı hareketinin bütünü olarak ele almak gerektiğini söyledi. Sınıfın örgütlenmeyi önüne koyması gerektiğini söyleyen
12
Türkay konuşmasını "Sendikal bürokrasi aşılmalı" ifadeleriyle sona erdirdi.
Konuşmasına “Yolsuzluklara hiçbir soruşturma yok. Sizlere soruşturma açılıyor. Buna karşı mücadele ediyorsunuz. Yaptığınız çok anlamlı” diyerek başlayan Gaye Yılmaz sermaye düzeninin emek sömürüsünü teşhir etti, 26 Mayıs'ta sokakta olma çağrısı yaptı. Birleşik Metal İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız ise 26 Mayıs'ın ortada bırakıldığını belirterek, mücadelenin güçlendirilmesi gerektiğini ifade etti.
İlk ders arasında madencilerle ilgili türküler söylendi ve şiirler okundu. Ardından iş cinayetlerini ve sermaye düzenin kar hırsını teşhir eden konuşmaları yapıldı. Söylenen türküler ve okunan şiirler ise polis kurşunuyla katledilen Şerzan Kurt'a adandı. Tanyeri Şiir Topluluğu'ndan bir emekçi de öğrencilerle bir şiir paylaştı.
Söz alan Devrimci İşçi Komitesi (DİK) temsilcisi ise sendikların işçilerin, emekçilerin örgütlenme aracı olduğunu ancak işin sırf sendikalara bırakılmayacağını dile getirdi. Direnişçi işçiler adına konuşan itfaiye direnişçisi Ömer Sert 26 Mayıs'ın önemine işaret etti, 26 Mayıs'ta alanlarda olmaya çağırdı. BDSP de işçi, emekçi ve öğrencileri sömürü düzenine karşı mücadeleye çağırdı. Etkinliğin ilerleyen kısmında yağmurun şiddetlenmesine karşı “Yağmur, çamur yağsa da kış, kıyamet kopsa da direneceğiz!" sloganlarıyla halaya başlandı.
SOKAK Üniversitesi Kadıköy'de
24 Mayıs Pazartesi Sokak Üniversitesi Kadıköy İskelesi önünde kuruldu. Çevrede toplanan ilgili kalabalığa öğrenciler kısaca üniversitelerde düşünmenin ve bu düşünceleri ifade etmenin karşısında öğrencileri bekleyen bir tehdit olarak soruşturma-ceza terörünü anlattılar. YTÜ Direnişi adına sözü alan bir başka öğrenci öncelikle kapitalizmin emekçileri ve gençliği geleceksizleştiren yapısına dikkat çekti. YTÜ direnişçisi ellerinden alınan eğitim hakları karşısında direnişe geçtiklerini ve üniversitelerde tehdit altında olan düşünce-ifade özgürlüğü için mücadeleyi seçtiklerini belirtti. Konuşmalarda madenlerde, fabrikalarda ve tersanelerde katleden, insanı yok etmekten çekinmeyen sermaye düzenini teşhir edildi. Ders aralarında okunan türkülere hep bir ağızdan eşlik edilmesinin ardından ders yeniden başladı ve sözü alan bir öğrenci kriz ve geleceksizlik üzerine bir anlatım gerçekleştirdi. Kapitalizmin krizi içinde debelenirken hem emekçilerin hem de onların çocuklarının geleceklerini ellerinden alarak kendini sürdürdüğünü ifade eden öğrenci bugün üniversite kapısının ardında bir gelecek olmadığını vurguladı ve bu durum karşısında birleşik mücadelenin gerekliliğinin
altını çizdi. Sözü alan bir başka öğrenci ise derinleşen geleceksizlik karşısında devletin de pervazsızlaştığını ve hayata geçirilen PVSK gibi yasalar ile katletmek için en geniş biçimde yetkilendirildiğini anlatarak derse devam etti. Bir başka öğrenci ise faşist baskının üniversitelere yansımaları üzerine söz aldı ve kampüslerde halaylara, sergilere ve şenliklere saldıran eli sopalı, satırlı faşist beslemelerin, ÖGB'lerin, üniversitelerde insanca bir yaşamın talep edilmesine tahammül edemediklerini vurguladı. Faşist baskılar karşısında boyun eğmeyeceklerini belirten öğrenci mücadelelerinin süreceğini söyleyerek konuşmasını tamamladı.
Yaklaşan 26 Mayıs üzerine söz alan bir başka öğrenci ise yaratılan geleceksizlik karşısında mücadelenin tek yol olduğunu ifade etti. Dersin tüm başlıkları ile tamamlanmasının ardından coşkuyla hep bir ağızdan söylenen halaylar ile katılım arttı.
Sokak Üniversitesi'nin 6. dersinde öğrencilerin soruşturulma gerekçeleri...
Sokak Üniversitesi'nin altıncısı Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Lisesi önüne yürüyüşle başladı. Galatasaray Lisesi önüne gelinmesiyle birlikte üniversite kuruldu. Ayışığı Sanat Topluluğu müzik grubu “Emeğe Ezgi” türküleri ve marşlarıyla etkinliğe katıldı. Emeğe Ezgi'nin ardından Eğitim Hakkı İnisiyatifi'nden öğrencilerin söz alması ile ders başlamış oldu. İstanbul Üniversitesi'nden söz alan bir öğrenci sık sık soruşturma konusu olan “Eğitimin ticarileştirilmesine hayır!” sloganı üzerine konuştu, neden parasız eğitim talep edildiğini anlattı. Sunumun ardından Önder Babat Kültür Merkezi Müzik Topluluğu ezgileriyle etkinliğe katıldı.
Sokak Üniversitesi'nin 6. dersi Kadıköy’e taşındı!
Sokak Üniversitesi’nin soruşturma gerekçeleri konulu altıncı dersi 31 Mayıs’ta Kadıköy’e taşındı. Öğrencilerin konuşmalarının ardında söz İzzettin Önder’e verildi. Önder, üniversitelerin toplumu oluşturan kurumlardan biri olduğunu, bu doğrultuda toplumu baskı altına almak isteyenlerin üniversiteleri de kendi istedikleri gibi dönüştürmeye çalıştıklarını anlattı. Bu dönüşümlere karşı olan öğrencilerin soruşturma, ceza aldığını belirten Önder, kendisinin de bir öğretim görevlisi olarak benzer saldırılara maruz kaldığını anlattı. Önder konuşmasında eğitimin ticarileştirilmesinin yarattığı sonuçlar üzerinde de durdu. Eğitim Emekçileri Derneği devletin saldırgan tutumuyla birlikte hayatın her alanında baskı olduğunu vurguladı. Üniversite öğrencilerinin üniversitelerinde karşı karşıya kaldıkları saldırı ve baskıların benzerlerini kendilerinin de sürgünler, işten atmalar, güvencesiz çalışma koşulları gibi durumlarla yaşadıklarını anlattı. Eğitim emekçisi tüm baskıların karşısında inadına örgütlü, kolektif mücadele çağrısı yaptı. Konuşmanın ardından Eğitim Hakkı İnisiyatifi adına konuşmalar yapıldı. Polis terörü ile ilgili yapılan sunumda Nurhak Katliamı da hatırlatıldı. Eğitim Hakkı İnisiyatifi adına yapılan konuşmalarda Siyonist İsrail’in saldırıları da kınandı ve kapitalist sömürü çarklarında öğütülmeye razı olunmayacağı söylendi. “Filistin halkının ve ezilen tüm halkların sesini üniversitelerimize taşımaya devam edeceğiz!” denildi.
SOKAK Üniversitesi’nde son ders...
YTÜ'de “İMF-DB defol!” dediği için 1 yıl uzaklaştırma cezası almış bir öğrenci kapitalizmin krizi üzerine konuştu. Konuşmanın ardından şiir dinletisine ve ardından da MSGSÜ'den bir öğrencinin üniversitelerdeki baskı araçları üzerine yaptığı konuşmaya geçildi. MSGSÜ’lü öğrenci kendisinin de üniversite giriş kapısında bulunan turnikelerde kart okutmayı reddettiği için önce kınama, ardından da uyarı aldığını belirtti. Bugün kartlı turnikeler, kameralar, jiletli teller, özel güvenlik görevlileri ile üniversitelerin birer kışlaya çevrildiğini vurguladı.
5 Haziran'da Taksim tramvay durağında buluşan Eğitim Hakkı İnisiyatifi Galatasaray Lisesi önüne yürüyüşle geldi. Etkinlik Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nden öğrencilerin hazırladığı tiyatro gösterimi ile başladı. Çevreden büyük ilgi toplayan tiyatro oyununda Kürtçe ıslık çaldığı gerekçesiyle soruşturma açılan bir öğrenci üzerinden üniversitelerdeki soruşturma terörü teşhir edildi. Tiyatro gösteriminin ardından söz şair Ruhan Mavruk’a verildi.
Etkinlik hep birlikte söylenen türküler ve çekilen halaylarla bitirildi. Ayrıca direnişteki bir İSKİ işçisi ve Atık Kağıt İşçileri de etkinliğe katıldılar.
Öğrencilerin konuşmalarının ardından marşlar, türküler okundu, halaylar çekildi. Etkinlik Filistin İçin İsrail'e Karşı Boykot Girişimi'nin çağrısı ile bir araya gelen devrimci, ilerici kurumların gerçekleştirdiği eyleme çağrı ile sonlandırıldı.
Söz alan başka bir öğrenci halkların kardeşliği ile ilgili bir konuşma yaptı. Üniversitelerde kullanılan baskı araçları kimi zaman polis, ÖGB saldırıları olurken kimi zaman da benzer saldırıların faşistler eliyle gerçekleştiğini anlattı. Okul idaresi ve polisin işbirliği içerisinde hareket ettiğini belirtti. Konuşmanın ardından tekrar bir ara verilerek sırayı şiir ve müzik dinletisi aldı. İTÜ’de polis terörünü teşhir ettiği için soruşturma alan bir öğrenci son dönemde artan polis terörüne değinen bir konuşma gerçekleştirdi. Polis tarafından katledilen yurtsever öğrenciler Aydın Erdem, Şerzan Kurt, devrimci kominist bir işçi olan Alaattin Karadağ ve cezaevinde işkencede katledilen Engin Çeber’in katilleri ile madenlerde, tersanelerde iş cinayetlerine kurban gidenlerin, zindanlarda ölüme terkedilen hasta tutsakların katillerinin aynı olduğunu belirtti.
Etkinliğe Ayışığı Sanat Merkezi Devinim Tiyatro Grubu da bir gösterimle katıldı. Tiyatronun ardından Sokak Üniversitesi’ne destek veren iki müzisyen türküleriyle etkinliğe katıldı. Müzik dinletisinin ardından Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nden öğrenciler soruşturma gerekçeleri üzerinden konuşmalar gerçekleştirdiler. Üniversitelerin bu uygulamalarla birer kışlaya çevrilmeye çalışıldığını belirten Eğitim Hakkı İnisiyatifi’nden öğrenciler, üniversitelerde yaşananların toplumun genelinde oluşturulmaya çalışılan baskı ve bunun için kullanılan saldırı araçlarından bağımsız olmadığını belirttiler. Tüm bu baskılara karşı üniversitelerinde ve bulundukları tüm alanlarda birleşik bir gençlik mücadelesini zorlayacaklarını belirten öğrenciler “Mücadelemizi En-gel-le-ye-me-ye-cek-si-niz!” dediler.
13
YTÜ Direnişçileri:
“Direnişi, üniversitelerdeki baskı ve zorbalığa karşı taleplerimiz uğruna militan bir eylemlilik biçimi olarak görüyoruz...” Ekim Gençliği: Merhaba YTÜ Direnişçileri, Ekim Gençliği olarak 100 günü aşan direnişinize dair sizlerle konuşmak istiyoruz. Bizlere direnişe başlama nedeninizi anlatabilir misiniz?
Bu saldırı biçimi ile üniversitelerinde, toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan, gelecekleri için mücadele veren öğrenciler susturulmak isteniyor. Bir başka değişle siyaset yasağı dayatılıyor. Bunun karşısında yerelin ve durumun özgünlüğü gözetilerek söz konusu siyasal varlığı sürdürmekte ısrarcı olmak gerekiyor. Bu elbette üniversitenin içinde öğrencilerin yaşamının bir parçası olabilmekle yapılabilir. Bu konuda öğrencilerin cezalar karşısında direniş geliştirebilmeliler.
14
YTÜ Direnişçileri: Merhaba, öncelikle şunu söylemek isteriz ki üniversitemizde siyasal kimlikleri ile bilinen öğrencileriz. Yani gençliğin ve toplumun sorunları karşısında düşünen, fikir üreten ve kendimizi siyasal olarak ifade eden öğrencileriz. Güz yarıyılı başlarken harçlara yeni zam yapılmıştı ve İMF-DB İstanbul’da bir toplantı yapacaktı. Biz bu zamları ve toplantıyı eleştiren bildiri ve afişleri üniversitede kullanıyorduk. Aynı zamanda üniversite rektörlüğü geçtiğimiz yıl İP/TGB, polis ve kendi eliyle yarattığı provokasyonu bahane göstererek öğrencilerin kulüp, dergi veya TMMOB masası açmalarını kesin olarak yasaklamıştı. Kısaca üniversitede düşüncelerimizi ve kendimizi ifademizi engelleyerek bir siyaset yasağı hayata geçirmek istiyordu. Biz diğer arkadaşlarımız gibi masamızı açtık ve rektörlük masalarımızı ancak izin alarak açabileceğimizi aksi taktirde ise soruşturma açacağını ifade etti. Biz de her zaman yaptığımız gibi afiş, masa gibi araçlarla kendimizi özgürce ifade edeceğimizi buna karşın açılacak bir soruşturmanın ise meşru olmadığını belirttik. O gün, izin alınmış masaları açan öğrenciler de dahil herkese soruşturmalar açıldı. Kendimizi ifade ettiğimiz tüm biçimler; afişlerimiz, bildirilerimiz, siyasal yayınlarımız, masalarımız ve etkinliklerimiz o soruşturma iddianamelerinde bir suçmuş gibi yer aldı. Hatta daha savunmamız alınmadan bazılarımızın üniversitemize girişi engellendi. Biz o sırada da üniversitenin kapısı önünde her gün bulunuyorduk ve kendimizi ifade etmenin yollarını geliştiriyorduk. İkinci dönemin başında ise izinsiz olarak kendimizi ifade ettiğimiz ve ÖGB’lere sözlü mukavemette bulunduğumuz için eğitim hakkımız gasp edildi, üniversitemize girişimiz yeniden engellendi. Direnişe de bu pervazsızlığa karşı başladık. Ekim Gençliği: Bugün üniversitelerde yoğunlaşan soruşturma-ceza saldırısı gençlik hareketini nasıl etkiliyor sizce?
YTÜ Direnişçileri: Bunu bir baskı ve zor aracı olarak nitelendiriyoruz. Bir baskı biçimi olarak, siyasal gençlik grupları ve gençlik kitleleri arasındaki bağı koparmaya hizmet ediyor. Baskı araçlarını ve özgürlüğümüzü kısıtlayan denetleme
mekanizmalarını meşrulaştırmanın bir yolu olan bu uygulamalar ile üniversite öğrencisine dayatılan apolitik kimliğe mahkum olmak istemeyen öğrenciler marjinalleştirilmek isteniyor. Öğrenci kitlelerine bu baskı biçimi ile gözdağı veriliyor ve kendilerini bekleyen geleceksizlik karşısında sindiriliyorlar.
Bir zor biçimi olarak da, buna rağmen kendini ifade etme yolunu seçenlerin üniversitelerine girişleri engelleniyor. Bu şekilde bizi bulunduğumuz alanlardan kopararak sözlerimizi de oralardan kazıyacaklarını düşünüyorlar. Yani kısacası gençliğin mahkum edilmek istendiği geleceksizlik karşısında kitleleri sindirmek, devrimci, demokrat güçlerle aralarındaki bağları koparmak istiyorlar. Ekim Gençliği: Bugün birçok üniversitede benzer sorunlar var. Ama her yerde direniş örneklerini görmüyoruz. Sizce üniversite kapısının önünde direnişin anlamı nedir?
YTÜ Direnişçileri: Direnişi, üniversitelerdeki baskı ve zorbalığa karşı taleplerimiz uğruna ortaya koyduğumuz militan bir eylemlilik biçimi olarak görüyoruz. Tarihe ve işçi sınıfının güncel pratiğine bakarak edindiğimiz bu görüşü bugün üniversitelerimizde karşı karşıya kaldığımız durumda yorumlamak ise bizi Yıldız Teknik Üniversitesi önünde 100 günü aşan bir direnişe götürdü. Bugün öğrencilerin kendilerini ifade etmeleri, arkadaşlarıyla ilişki kurmaları engellenmek isteniyor. Direniş bir yönüyle bu engeli boşa düşürebilmeli. Bir yanı ile ise elimizden alınan haklarımızı talep edebilmeli. Biz direnişi üniversite yönetimlerinin pervazsızlığına boyun eğmemek, düzenin gençliği geleceksizleştirmesine seyirci kalmamak yönlü üniversitenin içinde ortaya koyduğumuz siyasal kimliğimizin, uzaklaştırma cezası karşısında kapı önünde ifade edilerek sürdürülmesi olarak algılıyoruz. Bunun bir başka anlamı ise diğer direnişler ile bir araya gelebilmek ve mücadeleyi büyütmektir.
Ekim Gençliği: 100 günü aşkın süren direnişiniz boyunca neler yaptınız? YTÜ Direnişçileri: Açıkçası üniversite içinde oluşturmaya çalıştığımız sosyal ve kültürel imkanları direniş alanına taşıdık. Tabi bunun için üniversite kapısının önünü çeşitli etkinliklerle, ajitasyon ve propaganda ile düzenli bir siyasal varlık ortaya koyarak tanımlı bir direniş alanı haline getirdik. Yani arkadaşlarımızla, öğrenci gençlikle koparılmak istenen bağlarımızı burada ısrarla sürdürdük. Yalıtılmak istenmemize rağmen biz her yönüyle imkanlarımızı zorladık, yeri geldiğinde söyleşiler örgütledik, yeri geldi sohbet ettik, türkü söyledik. Direnişimiz boyunca dostlarımız, çeşitli kurumlar destek ziyaretleri gerçekleştirdiler. Biz de
“Üniversite tüm bileşenlerinin fikirler etrafında zihinsel kuşak oluşturmaları ve onu çevrelemeleridir!” Ekim Gençliği: Üniversitelerde öğrencilerin en ufak hak aramasına rektörlüğün cevabı soruşturma ve ceza terörünü devreye sokmak oluyor. Bu saldırıların arka planı hakkında ne düşünüyorsunuz?
İzzettin Önder: Saldırıların arka planının ne olduğu hakkında farklı yorumlar yapılabilir. Ancak, şunu ilk ağızda söylemek olasıdır ki, üniversite kavramı henüz anlaşılmış değil toplumumuzda. Zira kavram olarak “üniversite” tüm bileşenlerinin fikirler etrafında zihinsel kuşak oluşturmaları ve onu çevrelemeleridir. Tabiatıyla herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değildir, ama bu anlayışa ulaşmak bir sosyal kültür ve terbiye meselesidir. Birbirine tahammül edemeyen, tartışmayı kaba kuvvetle yürütmeye ve fikrini karşısındakine öylece kabul ettirmeye çalışan bir toplumsal terbiyede üniversitede de ancak bunlar yaşanır. Kocasından ayrılmak isteyen kadını mülk gibi görerek öldüren, karşıt siyasî partiyi ya da fikirli kişiyi düşman gibi gören, bir gün bile işbirliğinin ülke yararına olabileceğini ağzına bile almadan, hoşgörü sözleri sarf eden bir iktidarı işbaşına getiren bir toplumun üniversitesi de ancak böyle olur. Kısacası, fikir kısırlığı ve derin korkunun su yüzüne vurduğu saldırganlık, hak arama peşine düşen öğrencilere ceza şeklinde yansımaktadır.
Ekim Gençliği: Üniversitelerimizdeki soruşturma-ceza terörüne, siyaset yapma yasağına karşı üniversite gençliği nasıl bir hat izlemelidir?
İzzettin Önder: Üniversite gençliğinin işi zor. Sanırım, kısa sürede fazla bir şey yapılamaz. Ama orta vadede çok şey yapılabilir. Bir defa, öğrenciler arasındaki karşıt görüşlüler, birbirine tahammül gösterip, açık ya da kapalı ortamlarda fikir tartışmaları yapıp, tartışma sonucunda el sıkışabilmelidirler. Böyle bir yaklaşım hem direnişteki işçileri ziyaret ederek onlarla dayanışma imkanlarını yaratmaya çabaladık. Ekim Gençliği: Soruşturma-ceza terörüne karşı verilmesi gereken mücadele noktasında neler eklemek istersiniz?
YTÜ Direnişçileri: Bu saldırı biçimi ile üniversitelerde toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan, gelecekleri için mücadele veren öğrenciler susturulmak isteniyor. Bir başka deyişle siyaset yasağı dayatılıyor. Bunun karşısında yerelin ve durumun özgünlüğü gözetilerek söz konusu siyasal varlığı sürdürmekte ısrarcı olmak gerekiyor. Bu elbette üniversitenin içinde öğrencilerin yaşamının bir parçası olabilmekle yapılabilir. Bu konuda öğrenciler cezalar karşısında direniş geliştirebilmeliler.
tarafların birbirine yaklaşmalarını ve birbirini anlamalarına yol açar. Böyle bir yaklaşım etrafta daha kalabalık talebe gruplarını bulur. Çünkü bu tür toplantılarda tehlike unsuru yoktur. Gruplar kalabalıklaştıkça, toplumsal müsama artar ve ceza uygulaması son bulabilir. Üniversitede tüm bileşenler eşit olduğuna göre, talebelerin de topluma öğretecekleri vardır. Sizler siyasîlerin birbirlerine hitabını anlamlı ve ülkeye yakışır buluyor musunuz? Eğer bulmuyorsanız, öğretebileceğiniz çok şey var demektir. Bu öğreti, talebe grupları arasında sakin ve karşısındakini anlamaya yönelik, onu ezmeye yönelik değil, toplantılarla yapılabilir. Ekim Gençliği: Öğrencilerin akademikdemokratik taleplerle verdikleri mücadelede akademisyenler nerede duruyor? Neler yapmalıdırlar?
İzzettin Önder: Akademisyenler hem yarıburjuvazidir hem de sert tartışmalarda taraf olmak istemiyor olabilir. Akademisyenler de, talebelerin sakin ve anlayışlı toplantıların daha fazla katılıyor, hatta buralardan bazı şeyler öğreniyor olabilir. Öğrenciler kendilerini daha sakin konuma getirmedikçe, akademisyenlerin yanlarında olması, birkaçı hariç, kısa vadede zor gibi geliyor bana. Ekim Gençliği: Son olarak üniversitelerdeki öğrencilerin mücadelelerine dair ne söylemek istersiniz?
İzzettin Önder: Mücadelelerin içeriğini ben çoğu durumda haklı buluyorum. Ancak, mücadelelerin içeriğinin haklılık derecesinden çok, bunların nasıl savunulduğu ve kabul görebilme olasılığı önemlidir. O nedenle, tartışmaların, fikirleri savunur nitelikli ve sakin atmosferde yapılmasının zaruri olduğunu düşünüyorum. İkinci olarak ise bu bir sindirme yöntemi. Bunun karşısında sözlerimizden geri durmamak, kararlılık ile üniversiteleri olması gerektiğini düşündüğümüz yerler haline getirmeye çabalamak, bu baskı biçimleri karşısında tepkinin de büyümesi için, kendimizi anlatabilmek için önemlidir. Ayrıca soruşturma-ceza karşısında mücadele hiçbir zaman hukuki sürece sıkışmamalı kendi meşruluğunu tüm imkanları değerlendirerek yaratmalı, bu şekilde talep ettiği düşünce ve ifade özgürlüğü gibi mevzileri kazanabilmelidir.
Sizler siyasîlerin birbirlerine hitabını anlamlı ve ülkeye yakışır buluyor musunuz? Eğer bulmuyorsanız, öğretebileceğiniz çok şey var demektir. Bu öğreti, talebe grupları arasında sakin ve karşısındakini anlamaya yönelik, onu ezmeye yönelik değil, toplantılarla yapılabilir.
15
Gençlik hareketinin geride kalan bir yılı ve
Genç-Sen
Gençliğin en temel sorunlarından olan barınma ve işsizlikgeleceksizlik sorununu Genç-Sen bu sene mücadelesine konu etmiştir. Bu merkezi kampanyalar işleyen yerellerde eylem, etkinlik ve panellerle yürütülmüştür. Bugün için bu iki temel sorunla ilgili merkezi kampanyalar belli bir sınırlılık arz etmiş olabilir. Yine de her iki başlık hem gençliğin yakıcı olarak hissettiği hem de sürekliliği olan bir sorunlar olmasından kaynaklı mücadeleye tekrar tekrar konu edilmesi gereken gündemlerdir.
16
Gençlik hareketi ve gençlik örgütlenmeleri bir yılını daha geride bırakmış bulunmaktadır. Geldiğimiz noktada her ne kadar son süreçte TEKEL direnişiyle sınıf hareketinde ve toplumsal hareketlilikte bir kıpırdanma yaşansa da ülkemizde genel anlamıyla toplumsal mücadele geri bir pozisyondadır. Elbette ki bu geriliğin bir ayağı da gençlik, üniversite gençlik mücadelesidir. Bu noktada bu sorunun muhataplarından biri olan ve üniversiteli gençliğin “öz örgütlülüğü” olma iddiasıyla yola çıkan Genç-Sen’i de tartışmamıza konu etmemiz gerekmektedir. Bizlerin de içerisinde çalışma yürüttüğü ve değerlendirmelerimiz çerçevesinde müdahaleye konu ettiğimiz Genç-Sen’in geçen bir yılına ilişkin bir değerlendirme yapmak gençlik hareketi için bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.
2009 yaz süreci ve harç zamları
Geçtiğimiz sene üniversiteler yaz tatilindeyken YÖK üniversite har(a)çlarına %8 ile %500 arasında zam yapılmasının düşünüldüğünü açıklamıştı. Har(a)çlara yapılması planlanan zammın açıklanmasıyla birlikte birçok refleks tepki ortaya konmuştu. Genç-Sen de refleks eylemlerle sürece ilk müdahale edenlerden biri olmuştu. Tepkinin açığa çıkması ve kamuoyu oluşması noktasında başından itibaren çaba sarf etmişti.
Yayınlarımızda çıkan değerlendirmelerde de belirttiğimiz gibi Genç-Sen’in bu süreçteki pratiğinin etkin olması Genç-Sen adına da önemli bir adımdı. Ancak yapılan zamları ele alış biçimi ve belirlenen pratik-politik hat bu saldırı sürecinin kapsamının ve taşıdığı harekete müdahale olanaklarının algılanamadığını göstermektedir. Har(a)ç zamlarının %8’lere çekilmesiyle eylemliliklerin sona ermesi ve bütünlüklü ele alıp devam ettirme çabasının ortaya konmamasıyla saldırının nasıl algılandığı kendini göstermiş oldu.
Genç-Sen bu süreci “Harçlara zam yaptırmayacağız” ,“Bu yıl harçları devlet karşılasın” talepleriyle örmeye başlamıştı. Genç-Sen içinde yürüttüğümüz tartışmalarda, “Bu yıl harçları devlet karşılasın” söyleminin harç kavramını olağanlaştıran bir yaklaşım olduğunu vurguladık. Bu uygulamanın ticarileşen eğitimin başlıca saldırısı olan paralı eğitimin yansımalarından biri ve zaten bir hak gaspı olduğunun, bütünlüklü bir şekilde ele almamız gerektiğinin altını çizdik. Yaptığımız bu tartışmayla bu yıl ibaresi kaldırılmış ve “Harçları devlet ödesin” denilmiştir. Bizim önerdiğimiz “Harçları ödemiyoruz” talebi ise kriz vurgusu ve kitlelerin kolay sahiplenebileceği bir söylem olmadığı gerekçesiyle kabul edilmemiştir. İllerde yapılan toplantılarda ve temsilciler meclisinde bu yönlü tartışmalarımızın sonucunda “Parasız eğitim istiyoruz!” talebi eklenmiştir. Har(a)ç zamlarına karşı sürecin temel sorunlarından biri de parçalı olmasıydı. Ayrı ayrı
yürüyen çalışmaların ortaklaştırılmaması, kitlelerde oluşan öfkenin birleşik, kitlesel ve devrimci bir harekete dönüştürülme kaygısının duyulmamasıydı.
Har(a)ç zamları dönemi, uzun yıllardan sonra gençlik hareketi adına canlanma belirtilerinin yansıdığı bir dönem oldu. Belli dinamikler açığa çıktı. Temel bir soru vardı; ileriye taşınabilecek mi? Yıllardır Devrimci Genç-Senliler’in yaptığı eleştirilere tahammül bile edemeyen liberal-reformist blok yaz dönemindeki harç zamları süreciyle birlikte, aslında tüzük maddelerinin hareketin ihtiyaçlarından doğru şekillenmesi gerektiğini görmek istemese bile görmek zorunda kaldı. Harç zamları sürecinde açık toplantıların yapılması, toplantılarda Genç-Sen’e üye olsun veya olmasın katılan herkesin söz alarak, oylamalara katılması Genç-Sen’in tüzüğündeki maddelerin bir kez daha hareketin ihtiyaçlarından ne kadar uzak olduğunu gösterdi. Ama sürecin sönümlenmesinin ardından bilindik tablo yerellerde yeniden karşımıza çıktı. Senenin başında Eskişehir ve İzmir’de ayyuka çıkan antidemokratik tutumlarla karşılaştık. Okul içerisinde güvenliklerin izin vermediği gerekçesiyle masa açılmaması ve içeride faaliyet yürütmek isteyen GençSenliler’e kullanmaları için materyal verilmemesi, toplantılarda alınan kararların hiçe sayılması vb. uygulamalar, dönemin başında karşılaşılan antidemokratik uygulamaların başlıca örnekleri oldular.
Barınma hakkı ve işsizlik-geleceksizlik kampanyaları
Gençliğin en temel sorunlarından olan barınma ve işsizlik-geleceksizlik sorununu Genç-Sen bu sene mücadelesine konu etmiştir. Bu merkezi kampanyalar işleyen yerellerde eylem, etkinlik ve panellerle yürütülmüştür. Bugün için bu iki temel sorunla ilgili merkezi kampanyalar belli bir sınırlılık arz etmiş olabilir. Yine de her iki başlık hem gençliğin yakıcı olarak hissettiği hem de sürekliliği olan sorunlar olmasından kaynaklı mücadeleye tekrar tekrar konu edilmesi gereken gündemlerdir.
Özellikle son iki senedir üniversitelerde öğrenci kontenjanlarının arttırılması, bununla birlikte devlet yurtlarının yetersiz olması ve sağlıksız koşulları, sorunu gençlik açısından yakıcı hale getirmiştir. Özel yurtların ve ev kiralarının fahiş fiyatlarda olması ise barınma sorununu katmerleştiren bir durumdur. Ege Üniversitesi’ndeki “Çadır Kent” çalışması bu kampanyanın en anlamlı çalışmalarından biri olmuştur. Sorun paralı eğitim saldırılarının bir parçası olarak tanımlanmış, parasız eğitim başlığı altında yurt kontenjanlarının artırılması, nitelikli-sağlıklı-ücretsiz barınma gibi somut taleplerle gündeme getirilmiştir. KYK yurtları önünde 8 gün boyunca çadırlarda kalınarak bu sorun söyleşi, film gösterimi, müzik dinletisi vb. etkinliklerle öğrencilerin gündemine taşınmıştır.
Merkezi düzeyde yürütülmeye çalışılan bir diğer kampanya ise gençliğin yakıcı bir şekilde hissettiği işsizlik ve geleceksizlik sorunudur. Gelinen noktada her dört gençten birinin işsiz olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu durum gün geçtikçe daha da kötüye gitmektedir. Bugün devletin açıkladığı resmi rakamlara göre %14.7, gerçekte ise %20’lere varan işsiz üniversiteli mezun oranı, düzenin nasıl bir açmazda olduğunu göstermektedir.
Böylesi bir ortamda Genç-Sen’in bu sorunu gündemine taşıması ve yerellerde bu merkezi hat üzerinden iş yapma gayreti içerisinde olması anlamlı olmuştur. Birçok yerelde eş zamanlı eylemler örgütlenmiştir. 4-C uygulamasıyla TEKEL işçilerine dayatılan kölece çalışma koşulları ve geleceksizlik saldırısına karşı başlatılan direniş süreciyle bağı kurulmaya çalışılmıştır. İstanbul’da bu gündem kapsamında yapılan panel direnişteki işçilerin katılımıyla ortak bir tartışma zemini yaratılarak gerçekleşmiştir. Ancak gelinen noktada Genç-Sen yerelleri bu sürece gereken ilgiyi göstermemiş, bu çalışma doğru bir politik hat ama zayıf bir çalışma olarak kalmıştır. Genç-Sen TEKEL Direnişi’nin başladığı günden itibaren Ankara’da her gün düzenli eylem koymuş, illerde destek eylemleri gerçekleştirmiş, çadır direnişinin parçası olmaya çalışmıştır. Ama geleceksizliğe karşı mücadele hattını buradan alınan enerjiyle etkin ve kitlelerin tepkisini açığa çıkaracak bir kitle çalışması pratiğine dönüştürememiştir.
Genel Kurul süreci ve tartışmaları
20 Aralık’ta Ankara’da gerçekleştirilen Genç-Sen 3. Genel Kurulu diğer iki genel kurula oranla kısmi olumluluklar taşısa da yine de iç hesaplar ve kirli pazarlıklardan arınamamıştır. Yerellerde gençliğin sorunlarına karşı örülen ön süreçten yoksun kalan Genel Kurul hareketin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktı.
Birçok yerelde şube toplantıları genel kuruldan önceki haftalarda oldubittiye getirilerek yapılmış, şubelerde önergeler ve yeni döneme dair politikalar tartışılmamıştır. Önergeler kısmına gelindiğinde ise geçtiğimiz yıllardaki bilindik senaryoların pek dışına çıkılamadı. Önergeler geçen senelerdeki gibi bir sonraki TM’ye ertelenmedi. Bununla birlikte tüm önergeler kürsüden okundu ve konuşmak için söz alındı. Ancak salondaki kitlenin önergelere ilgisizliği ve tartışmaların darlığı ilk bakışta göze çarpmaktaydı. Özellikle “Kürt sorunu”nun ve “kadın sorunu”nun tartışıldığı önergelerin tartışılması ise liberal-reformist bloğun oylama atikliğiyle engellenmeye çalışıldı. Kendi isteklerinin dışında gelişen liseli GençSenliler’in önergelerinin kabul görmesi ise düzeysiz tutumlarla karşılanmıştır.
Diğer iki genel kurulla karşılaştırıldığında antidemokratik yaklaşımlar tamamen ortadan kalkmasa da bu yönlü bir çabanın olması olumluydu. Yine GençSen’in geride bıraktığı yıllara bilindik güzellemeler yapan liberal-reformist blok tarafından geçmişin değerlendirilmesi yapılırken özeleştiri verilmesi, eksikliklerin ortaya konma çabası da bir adım olarak değerlendirilebilir. Genç-Sen içerisindeki liberal reformist bloğun genel kurulda Genç-Sen’e dair yaptığı birçok eleştiri ise yıllardır Devrimci GençSen’lilerin yaptığı eleştirilerin çizgisini yansıtmaktaydı. Genç-Sen bu genel kurulda “Demokratik üniversite, söz-yetki-karar hakkı!” şiarını öne çıkardı ama bu iddianın altını dolduramadığını
söylemek gerekiyor.
Üniversitelerde soruşturma-ceza saldırıları ve Genç-Sen’in tutumu
Üniversitelerde soruşturma ve ceza saldırısı bu senenin başından itibaren geçtiğimiz yıllara oranla daha yoğun bir şekilde hissedildi. Birçok üniversitede gençliğe dönük bu saldırıdan Genç-Sen çalışması yapan unsurlar da payına düşeni aldılar ve almaktalar. Bu yıl özellikle bu saldırının yoğun yaşandığı İstanbul ve Eskişehir’de Genç-Sen faaliyeti yürüten birçok öğrenciye soruşturma açılmış, bunlar uzaklaştırma cezasıyla sonuçlanmıştır.
Genç-Sen bu saldırının arka planını ve bunun karşısında nasıl durulması gerektiğini kavramaktan uzaktır. İstanbul yerelinden başlattığımız “Soruşturma ve cezaları çalışmamıza konu edelim, bugün gençlik hareketinin önündeki en büyük sorunlardan biri budur” tartışması Genç-Sen tarafından bir karşılık görmemiştir. TEKEL eylemlilikleri ve işsizlikgeleceksizlik kampanyalarında basın metninde birkaç cümleden öteye giden bir tutum alınmamıştır. Eskişehir’de “Başka bir OGÜ mümkün” çalışması yürüten Genç-Senliler’e soruşturmalar açıldığında Genç-Sen, faaliyetini devam ettirmektense, okul dışında kalmayı tercih etmiş, siyasal faaliyetin sürdürülmesinin önüne geçmiştir. Bugün Genç-Sen de dahil olmak üzere gençlik hareketinin özneleri bu saldırıyı anlamaktan uzaktır. Geldiğimiz yerde soruşturma ve cezalar artık üniversitelerde gençlik öznelerini iş yapamaz hale getirmiştir. Bugün bu saldırı hareketin ileri unsurları üzerinde tüm gençliğe dönük bir saldırıdır. Bu saldırının karşısında Genç-Sen, sorunun özünü kavrayarak bir mücadele hattı koyabilmelidir. Önümüzdeki süreçte soruşturma ve cezalar gündemi Genç-Sen’in önünde duran en acil ve zorunlu mücadele gündemlerinden biridir.
Genç-Sen’e müdahalemizde eksikliklerimiz
Gençlik hareketinin geride kalan bir yılı içinde Genç-Sen’in tablosunu ortaya koymaya çalıştık. Kendi durumumuz açısından ise örülen süreçlere müdahalemizin politik yönelimimizin ve gücümüzün altında kaldığını söyleyerek başlayalım. Çoğu yerde yerellerdeki atıllığın bir parçası olduğumuz gibi, olduğu kadarıyla merkezi düzeyde müdahale kanallarını da kullanamadık. Devrimci Genç-Senliler olarak birçok üniversitede Genç-Sen çalışmasını yönlendirme veya etkin bir çalışma pratiğini sürükleme noktasında eksik kaldık. Sistematik bir çalışma yürütebileceğimiz üniversitelerde daha ısrarlı olabilirdik. Kimi yerellerde Genç-Sen faaliyeti yürümesini sağlama imkanımız varken ve bu aracı alana müdahale olanağına çevirebilecekken hareketsiz kalınabildi.
Devrimci Genç-Senliler bulundukları alanlarda bugün bile çalışma yapmakla yapmamak arasında kalabiliyor. Bir yandan Genç-Sen’in gençlik hareketine müdahalede hala bir olanak olabileceğini tartışırken, diğer yandan yeterli çabayı ortaya koymamanın anlaşılır bir yanı bulunmamaktadır. Ne engelleyici-yasakçı tartışmalar ne de dışımızdaki unsurların hareketsizliği Devrimci Genç-Senliler’i engellemelidir. Bu seneki eksikliklerimizi görerek önümüzdeki süreçte Genç-Sen çalışmasına yeterli özeni göstermekten geri durmamalıyız. Devrimci Genç-Senliler
Devrimci GençSenliler olarak birçok üniversitede Genç-Sen çalışmasını yönlendirme veya etkin bir çalışma pratiğini sürükleme noktasında eksik kaldık. Sistematik bir çalışma yürütebileceğimiz üniversitelerde daha ısrarlı olabilirdik. Kimi yerellerde Genç-Sen faaliyeti yürümesini sağlama imkanımız varken ve bu aracı alana müdahale olanağına çevirebilecekken hareketsiz kalınabildi.
17
Marmara Üniversitesi Öğrenci Derneği-Girişimi sürecine dair…
Dernek, gençliğin sorunlarına, yerel sorunlara, toplumsal gündemlere söz söyleyerek üniversitede varlığını göstermeli, kitlelere ulaşmalıdır. Hem tartışmalarıyla hem pratiğiyle başlayacak bir ön süreçle olgunlaşarak derneğin kurulması sağlanmalıdır. Dernek bugün bu yönlü ihtiyacı karşıladığı gibi Marmara Üniversitesi açısından birleşik zeminde hareket edilebilmesi için uzun vadeli ihtiyacı karşılayacak bir araç olma özelliği taşımaktadır. Geleceğe örgütlü bir miras bırakılabilecektir.
18
Marmara Üniversitesi ondan fazla kampüse sahip bir üniversite ve kendi içinde bir dağınıklığı mevcut. Bu dağınıklık doğal olarak öğrencilere yansımakta ve üniversitedeki öğrenciler birbirlerinden habersiz şekilde yaşamaktalar. Herhangi bir kampüste şekillenen hareketlenmenin diğer kampüslere yayılması neredeyse imkansız hale gelmektedir. Bu imkansızlığın en somut göstergesi bütünlemelerin geri gelmesine dair yapılan çalışmaların 2-3 kampüsle sınırlı kalmasıydı. İyi bir şekilde örülen bir kampanya ile kazanım elde edilmesi ve kitlelerin desteğinin alınması mümkünken bütün zorlamalara rağmen yaratılmaya çalışılan hareket kendiliğinden sönülmendi. Marmara’da yaşanan bu deneyim bizim bazı dersler çıkarmamızı sağladı. Öncelikle Marmara’daki bu dağınıklık öğrencilerde olduğu gibi Marmara’da çalışma yapan sol yapılar içinde de etkisini göstermektedir. Üniversitede açık çalışma yapılmasının imkanları olmadığı için okuldaki devrimci öğrenciler birbirlerini tanımamakta ve bu da beraber iş yapmak, ortak tutum almak için yan yana gelmeyi zorlaştırmaktadır. Bunun dışında öğrencilere yönelik en ufak bir hak gaspına refleks tepkiler üretebilecek, bu tepkileri örgütleyip sistematik bir şekilde eylemselliğe dönüştürecek bir yapılanma eksikliği mevcut. Üniversite içindeki faşist yapılanmaların bu sebeplerin oluşmasında etkisi çok büyüktür. Faşistlerin üniversitede etkisinin çok olması ve okulda açık çalışma yapılmaması bizim elimizi kolumuzu bağlayan temel sebeplerin başında gelmektedir.
Birleşik mücadele hattı ihtiyacı ve dernek...
Tüm bu sebeplerden dolayı üniversitedeki dağınıklığın giderilmesi, hak gasplarına karşı refleks tepkiler üretilmesi ve en başta üniversitedeki faşist ablukanın dağıtılması için Marmara Üniversitesi’nde birleşik bir mücadele hattının örülmesi temel bir zorunluluktur. Üniversite genelinde bir öğrenci derneğinin Marmara Üniversitesi’nde bu ihtiyacı karşılayacak araç olduğunu düşünüyoruz. Bir üniversitede veya gençlik çalışmasında kullanılabilecek çeşitli araçlar mevcuttur. Yerelin yukarıda da belirtmeye çalıştığımız tablosu ve ihtiyaçlar için kapsayıcı bir dernek oldukça işlevsel olacaktır.
Bir öğrenci derneği öğrencinin temel istekleri doğrultusunda şekillenen, geçici değil, tam tersine süreklilik barındıran bir kurumdur. Yerelin
parçalı tablosunu kırarak bütünlük içinde, dağınık halde duran örgütlü-örgütsüz sol güçlerin birlikte hareket etmesini sağlayacaktır. Dernek, gençliğin sorunlarına, yerel sorunlara, toplumsal gündemlere söz söyleyerek üniversitede varlığını göstermeli, kitlelere ulaşmalıdır. Hem tartışmalarıyla hem pratiğiyle başlayacak bir ön süreçle olgunlaşarak derneğin kurulması sağlanmalıdır. Dernek bugün bu yönlü ihtiyacı karşıladığı gibi Marmara Üniversitesi açısından birleşik zeminde hareket edilebilmesi için uzun vadeli ihtiyacı karşılayacak bir araç olma özelliği taşımaktadır. Geleceğe örgütlü bir miras bırakılabilecektir.
Bugün yerelde var olan farklı imkanların yerine neden öğrenci derneğini önerdiğimize gelirsek… Üniversitede bir kulüp kurulması tartışılabilirdi. Kapsayıcı, insanların her türlü ihtiyacına, ilgi alanlarına cevap üretebilecek bir kulüp kurmak mümkün değil. Diğer bir yandan da üniversitenin dağınık tablosunu kulüp çalışması üzerinden çözmek, mümkün değilse bile fazlasıyla zordur. Ve siyasal süreçlere doğrudan müdahale edebilen bir çalışma olması da önemli bir yerde duruyordu. Bu noktalar göz önüne alındığında ve bugün üniversite yönetimlerinin kulüpleri dönüştürmeye çalıştığı tablo düşünüldüğünde zorlayıcı yanları fazlaydı. Başlı başına kulübün kurulmasının bürokrasiye takılması kaçınılmaz. Kulüpler üniversite yönetimleri tarafından popüler kültürün yayıldığı, partilerin yapıldığı, kariyer günlerinin düzenlendiği alanlara dönüştürülmek istenmektedir. Kendi sınırlarının dışında atılan her adımda soruşturma veya kulübü kapatma ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kulüpler önemli çalışma alanlarıdır ve tam da bu saldırılardan kaynaklı sosyal-kültürel üretim alanlarına dönüştürmek için çabalamak derneğin de önünde olmalıdır. Bunun için ilk elden kulüpler de dernek-girşimi çalışmasının parçasına çevrilmelidir. Hali hazırda üniversitelerde var olan öğrenci gençlik sendikası Genç-Sen, Marmara Üniversitesi’nde de var. Bu da alanda işlevsel bir araca dönüştürebilmek için tartışılabilecek bir araçtı. Burada iki nokta var, biri birçok üniversitede olduğu gibi Genç-Sen Marmara’da da atıl kalmıştır. Uzun süredir ayda bir yapılan ÜYK toplantılarının ötesine geçememektedir. Asıl önemli olan ikinci nokta ise Genç-Sen çalışması dışında var olan siyasetlerle ve öğrencilerle de ortaklaşabilmek için sendikanın dışında bir araç üretebilmek gerekiyordu. Yerelde paralı yaz okuluna karşı bütünleme hakkını geri isteme talebiyle oluşturulan BÜT’ünleşme Platformu bulunmaktaydı. Bu birlikteliğin bütünleme talebi ile oluşturulması sürekliliğini engelleyebilecek bir noktaydı. Ama başka gündemlere de söz söyleyebilen bir noktaya çevrilebilinirdi. Bu da ADK’lıların süreci baltalamasıyla birlikte dağılma noktasına geldiğinden, o tartışmalarla birlikte birçok insan
sürecin dışında kalmıştı. Bu noktalarla birlikte bunların dışında yeni ve sürekli bir yerel örgütlülük yaratmak için çabalamak gerekiyordu. Bu tartışmaların süzgecinden geçip varılan nokta dernek oldu. Bu, kendi adımıza bir düşünsel süreçken bunu çevremizdeki örgütsüz öğrencilerle ve diğer siyasetlerden arkadaşlarla da tartıştık. Bu noktada bir hemfikirlilikle başlanmış oldu.
MÜ’de Öğrenci Derneği konusunda çeşitli tutumlar...
Yapılan bu tartışmalar doğrultusunda Marmara Üniversitesi’nde bulunan siyasetlere ve bağımsız arkadaşlara çağrı yapıldı. “Marmara’da bir Öğrenci Derneği” fikri tartışıldı. Üniversitede örgütlü olan kurumlardan TKP, EMEP, Gençlik Muhalefeti, YDG, DPG, SDP, TÜM-İGD, EHP, DGH, Öğrenci Kolektifleri, DYG-M, Özgürlük Dergisi, Gençlik Federasyonu ile görüşüldü.
Yapılan görüşmelerde TKP katılıp katılmama doğrultusunda net bir cevap vermezken birbirimize faşist saldırılar gibi meselelerde destek veririz dendi ve ayrıca kendi içlerinde tartışacaklarını söylediler. EMEP ile yapılan görüşmede net bir şey söylenmezken tartışmaları takip edeceklerini söylemelerine rağmen hiçbir toplantıya katılmadılar. Gençlik Muhalefeti herhangi bir öğrenci derneği kurulması için öncelikle tabandan gelen bir hareketin veya talebin olması gerektiği ve ondan sonra derneksel bir yapılanmaya gidilebileceğini dile getirdi ve bu talep sonucunda dernekte yer alacaklarını söylediler. Gençlik Federasyonu kurumsal olarak siyasetlerle sürekli bir birliktelik içinde olmayacaklarını, çünkü böylesi birlikteliklerin grupçuluğa kayacağını, derneğin bir ya da birkaç grubun istekleri doğrultusunda hareket edeceğini belirtip, böyle olması bilinerek bu alana girmenin anlamının olmadığı ve bu alanda olmayacaklarını söylediler. Siyasetlerle ortak dernek çalışması yürütmediklerini de belirttiler. Eğer bir birliktelik olması gerekiyorsa bunun dernek yerine siyasetlerin bir araya gelerek platform oluşturması ve platform ile sağlanması gerektiğini söylediler. TÜMİGD şu an için üniversitede dernek çalışması yürütmek için vakitleri olmadığını, başka işlerinin, başka gündemlerinin olduğunu ama süreci takip etmek istediklerini söylediler. EHP Gençliği üniversitede derneğe ayrılacak gücün Genç-Sen’e ayrılması gerektiğini ve bu sebepten dolayı Genç-Sen’i örgütleyeceklerini söylediler. Öğrenci Kolektifleri’yle yapılan görüşmede Kolektifler’in zaten öğrencinin öz-örgütlenmesi olduğunu ama gene de bu konuyu arkadaşları ile tartışacaklarını söylediler. DYG-M üniversitedeki yurtsever öğrencilerin sadece faşistlerle mücadele konusunda bir güç olarak görülmemesi gerektiğini vurguladı. Bu çalışmanın kendi adlarına tartışılması gerektiğini, içerik bakımından ortaklaşılabilinirse içinde yer alacaklarını söylediler. DGH ise Marmara Üniversitesi’nde böylesi bir çalışma yapılması için erken olduğunu,
üniversitede faşistlerin sayısının bizden çok olduğunu ve böyle bir çalışma yapılırsa var olan gücümüzü de kaybedeceğimizi, bu sebepten dolayı önce örgütlenmenin, ondan sonra zamanı geldiğinde dernek çalışması yapılmasının gerektiğini belirterek katılmayacaklarını söylediler. YDG, DPG, SDP ve Özgürlük Dergisi ile yapılan görüşmelerde Marmara’da bir birlikteliğe ihtiyaç olduğu ve bunun için de derneğin doğru bir araç olacağı, kendi kendisini üreten bir yer olduğu, aynı zamanda bir kurumsallaşmanın Marmara’nın geleceği için iyi sonuçlar doğuracağı söylendi. Sürecin beraber örgütlenmesi yönünde ortaklaşıldı. Siyasi yapılar dışında bağımsız arkadaşlarla yapılan tartışmalarda öncelikle Marmara gibi bir yerelde böylesi bir örgütlenmenin olması heyecanla karşılandı ve çalışmalarda arkadaşlarla ortak hareket edilmesi kararlaştırıldı.
Yapılan bu konuşmalar sonucunda Marmara Üniversitesi Öğrenci Derneği-Girişimi olarak Mayıs ayından bu yana düzenli toplantılar alınmakta ve olabildiğince bütün tartışmaların tüketilip sağlam temeller üstünde yükselmesi planlanmakta. Aynı zamanda derneği öğrenciler içerisinde yaymak için üniversitede yer alan öğrenci kulüpleriyle görüşmeler yapılıyor. Arkadaşlarla kampüs ziyaretleri yapılmaya çalışılıyor.
26 Mayıs eyleminde de direnişteki işçilerin yanında olmamız gerektiğinin bilinciyle Marmara Üniversitesi Öğrenci Derneği-Girişimi olarak “Geleceğimiz İçin Örgütleniyoruz” şiarlı pankartımızla yürüyüşe katıldık. Pankartımızın arkasında 21 kişi yürüdük. Bu eylem bizim için ilk pratik deneyimdi ve yaptığımız çalışmanın ilk sonucuydu. Yapılan toplam iki toplantı sonucu eyleme azımsanmayacak bir sayıda katılmamız aslında Marmara Üniversitesi için doğru bir aracı seçtiğimizi ve bazı şeylerin erken değil, biraz cesaret gerektirdiğini gösterdi. Bu eylem dernekle ilgili yaptığımız tartışmalara dair bir cevap niteliğinde oldu. Dernek çalışmamızda üniversitenin sınav dönemine gelmesi ve sonrasında kapanacağı için biraz hızımız kesebilir ama biz bu tatil dönemini olabildiğince verimli geçirmeyi ve yeni döneme daha güçlü ve daha dinamik girmeyi planlıyoruz.
26 Mayıs eyleminde de direnişteki işçilerin yanında olmamız gerektiğinin bilinciyle Marmara Üniversitesi Öğrenci DerneğiGirişimi olarak
“Geleceğimiz İçin Örgütleniyoruz” şiarlı
pankartımızla yürüyüşe katıldık. Pankartımızın arkasında 21 kişi yürüdük. Bu eylem bizim için ilk pratik deneyimdi ve yaptığımız çalışmanın ilk sonucuydu. Yapılan toplam iki toplantı sonucu eyleme azımsanmayacak bir sayıda katılmamız aslında Marmara Üniversitesi için doğru bir aracı seçtiğimizi ve bazı şeylerin erken değil, biraz cesaret gerektirdiğini gösterdi. Bu eylem dernekle ilgili yaptığımız tartışmalara dair bir cevap niteliğinde oldu.
Marmara Üniversitesi Ekim Gençliği
19
Yeni bir dünya, yeni bir kültür ve yeni bir insan demektir. Sosyalist devrimin ardı sıra sosyalist inşa sürecinden başlayarak komünist topluma kadar yürüyeceğimiz koca bir yol var. Sosyalist devrimden sonra oluşturulacak toplumda kapitalist düzenin bağrından çıkmış insanlarla yol yürüyeceğiz. Uzun bir değişim ve dönüşüm süreci olacak önümüzde tamamlamamız gereken. Belki de kuşaklar sonrasında istenilene en yakın oluşturulacak. Komünist bir dünya sınırların, sınıfların olmadığı, insanın insanca yaşayabildiği bir toplumdur. Bu dünyanın insanları eşit ve Bu sürenin kısa olması da elbette özgür bir dünyanın insanlarıdır. Bugünden o dönemin yaşayışına dair kesin yargılar sunmak, biçimler geliştirmek ütopya kurmanın bugünden kapitalizmin bağrında ötesine geçmeyebilir. Ama komünist bir toplumla yaratılmak istenilen düşünüldüğünde asgari kriterler bellidir, öngörülerde bulunulabilinir. ne kadar alternatif Yeni bir dünya, yeni bir kültür ve yeni bir insan demektir. oluşturabildiğimizle Sosyalist devrimin ardı sıra sosyalist inşa sürecinden başlayarak komünist topluma kadar yürüyeceğimiz koca bir yol var. Sosyalist devrimden sonra oluşturulacak toplumda kapitalist düzenin bağlantı olacaktır. bağrından çıkmış insanlarla yol yürüyeceğiz. Uzun bir değişim ve
Devrimci kimliğ bugünden yarat
dönüşüm süreci olacak önümüzde tamamlamamız gereken. Belki de kuşaklar sonrasında istenilene en yakın oluşturulacak. Bu sürenin kısa olması da elbette bugünden kapitalizmin bağrında ne kadar alternatif oluşturabildiğimizle bağlantı olacaktır.
Buradan yola çıkarak devrimci mücadele içerisinde oluşturulan yaşamlara ve devrimci kimliğin gelişimi sürecine bakalım. Kapitalist düzeni yıkma iddiasındaki insanların, bu düzenin yıkılması gerektiğini düşünen kişilerin kendi içlerindeki düzeni ne kadar yıktıklarına, ne kadar yıkmaya çalıştıklarına, yeni dünyayı yaratacak insanların adımlarının hedeflenen topluma ne kadar yakınlaşma çabasında olduğuna bakalım.
Düzenin yarattığı bunalım hali düzen karşıtı bir yaşama taşınabiliyor!
Kapitalizm kriz demektir. Bunalımlar içerisinde ilerleyen bu düzenin insan yaşamına yansıttığı en temel şeylerden biri bunalımdır. Sistem kişiyi bunalımlar bütünü olarak yaratmak ister. Kişinin kendisini çözümsüz hissetmesi düzenin tüm hamlelerinde 1-0 önde ilerlemesini sağlayacağından bunalıma itecek psikolojik zeminler yaratır. Sistemin özel bir çaba sarfetmesi de gerekmemektedir. İnsan olmanın tüm değerlerinin yitirildiği, insanca yaşam koşullarının yok edildiği toplumun parçası olmayı sindirmeye çalışarak “kendini kurtarabilmek” adına “mecbur” kalındığı zannedilen yaşamın insan psikolojisini bozan sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. İnsan olmak konusunda azıcık fikriyatı olan herhangi bir kişi en başta kendini ezdirmeyi hazmedemeyecektir. Ve bu bir süre sonra sistemin dönüm noktaları yaratabilecek kriz dönemleri gibi insanda da dışa yansıyacaktır. Bu düzen içerisinde bir hayat sürerken düzenin insanlığa “reva” gördüğü yaşamı kabullenerek yaşamanın karşımıza üçüncü sayfa haberleri kıvamında bir yaşam çıkarması kaçınılmazdır -ki bunalım hali kendi sınıfı içerisinde de yaygındır.
20
Evet, düzen içerisinde bir yaşam için bu tür yansımalar anlaşılabilir. Gel gelelim örgütlü mücadeleyi tercih etmiş bir kişinin de benzer bunalımlar içerisinde olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Örgütlü mücadeleyi tercih eden her kişi bilinç düzeyiyle, kolektif bir yaşam paylaştığı yoldaşların davranışlarıyla, deneyimleriyle, okuduklarıyla adımlar atmaya başlar. Asıl sorunu yaşamaya başladığımız nokta neden ve nasıl olması bilinmesine rağmen yapılmaması, rehavet havasına kapılınmasındadır. Zaaflarıyla yüzleşmeyen insanlarımızın yaşadıkları zorlanma veya geriye düşmelerini ele alarak örgütlü yaşamımıza da sızan bu yaşam biçimine ve alışkanlıklara açmamız gereken savaşın boyutunu algılamış olacağız. Örgütlü mücadele içerisinde yıllarca bulunup eksikliklerini ve
ği geliştirmenin en temel noktalarından biri, tılacak yeni dünyanın yeni insanı olabilmektir! Z. İnanç
zaaflarını aşma noktasında sorun yaşayan insanlarla karşı karşıyayız. Değişime bu kadar kapalı olan veya düzenden kalıntı olan davranış biçimlerinin kendine has özellikler olduğunu, kendine has özelliklerin kaybolmasını istemediğini belirten söylemler dile getirilmektedir. İnsanların yeteneklerini toplama katması başka bir şey, düzenin kalıntıları olan kişilik özelliklerine, yaşam biçimlerine tutunmaya çalışması başka bir şeydir. Bu düzenin içerisinden gelen insanlarız, her şeyin bir anda sihirli bir değnek değmiş gibi değişmesini beklemek değildir bu, kişiye göre gelişim ve değişim görece uzun zaman da alabilir. Buradaki mesele insanın bu noktada ne kadar çaba sarfettiğidir. İçindeki düzenle ne kadar savaş içerisinde olduğudur. Bu tarz davranışlar açıktır ki düzenle devrim arasına kurulmuş salıncakta bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelmektir. Bu ya düzenle olan bağları kestirip atamamak yani ondan tamamen kopamamaktır. Ya da hala nasıl bir yaşam istendiğinin bilincinde olamamaktır. Değişim ve dönüşüm için düzenle olan bağı koparmak gerekmektedir, aksi takdirde sadece samimi bir istek olarak ileriye adım atmayı istemek yetersiz kalacaktır. Düzene bağlı tutan bu ipler, ileriye doğru atılmak istenilen her adımda geriye doğru çekecektir.
Zaman devrime akarken örgütlü mücadele içerisinde de yaşamlar düzene kayabiliyor!
Karşımıza en fazla çıkan sorunlar, sıradan ve doğal gibi algılanabiliyor. Tüm sorunlarla kanıksanmış bir şekilde devam edilebiliyor. Örneğin, “Zaman devrime akıyor” diyoruz, peki zaman devrime akarken bizler zamanımızı ne kadar iyi kullanabiliyoruz? Uzun mesafeli bir koşu bu. Koşunun bir yerine kadar yetecek yaşamımız belki. Bir koşucu gibi doğru nefes almayı öğrenmeliyiz önce. Ardı sıra bu mücadelenin önceliklerini iyi kavramalıyız. Yeri geliyor gündelik koşturmaca bizleri sürüklüyor. Gündelik ihtiyaçlar üzerinden veya daha da kötüsü kolayımıza gelen şekilde bir planlama yapıyoruz. Tam da bu noktada devrim mücadelesinin önceliklerini iyi saptamalıyız, toplamdan bakmasını becerebilmeliyiz. Dediğimiz gibi yoksa mücadeleyi şekillendirip, ileriye taşımak yerine, gündelik işlerin sürüklemesinde gidebiliyor her şey. Böylesi bir “yoğunluk” insanları yarına hazırlayan değil, bugününü tüketen bir şekilde yaşanabiliyor.
Düzensiz, disiplinsiz bir yaşam da çözülmesi gereken kalıntılar arasında duruyor. Dağınık bir yaşamın yansıması olarak her şey savrulup gidiyor. Çoğu yerde zaman sıkışıklığı diye yaşanan şey aslında işlerin yoğunluğuyla birlikte dağılmayı ve hiçbir şeyin çözülemediği her şeyin ortada kaldığı bir tabloyu yaratabiliyor. Bir de sürekli bir şeylerin unutulmasının oluşturduğu sorunlarla boğuşabiliyoruz. Unutmak, tek başına bir hafıza sorunu olmasa gerek. Evet bazen fazlasıyla halletmemiz gereken iş karşımıza çıkabiliyor.
Bazıları ister istemez bir tercih yapmak zorunda da kalabilir. Burada yapılması gereken işin önceliğine göre sıralamayla birlikte çözülmesi gerekenleri çözme çabası içerisinde olmaktır. Bir öncelik sıralaması olabileceği gibi, en küçük işin bile ne denli önemli olduğunu da aklımıza kazımamız gerekmektedir.
Aile, okul, duygusal ilişkiler de birer sorun alanına dönüşebiliyor. Aile düzenin en minimalize halidir, yani aile zaten konumu gereği gericidir. Ebeveynler ne kadar ileri fikirli olurlarsa olsunlar mevzu bahis kendi çocuklarıysa devrime birer barikata dönüşürler. Aşmamız gereken bir barikat olduğunu bilmemize rağmen, bu yönlü adımlar atmak zor gelmektedir. Ailenin gerici barikatını aşmak kafada, aile ile olan ilişkiyi kesmek, bıçak gibi yapılan konuşmayla kesip atmak gibi algılanıyor. Oysa aile de kazanmamız gereken kişilerdir, aile barikatını gerçek anlamıyla aşmak mücadelede kararlı olduğunu gösterebilmek ve karşılarında konuşurken net olabilmektir. Bu tutumla aile kazanılıp gerici barikatı aşılabilir. Üniversiteyi bitirmek de karşımıza çıkan tartışmalardan birisidir. “Üniversiteyi bitirip bitirmemekte kararsızım”, “Ben aslında mesleğimi çok seviyorum okulu bitireyim diyorum”, “Küçüklüğümden beri bunun hayalini kurdum” gibi cümlelerle sevimli bir kılıf da geçirilmeye çalışılarak üniversiteyi bitirmek gerekçelenebiliyor. Bu açıkça mücadelenin dışında bir yaşam olanağını kenarda tutabilmeyi ifade etmektedir. Her zaman için bir tercih değiştirme durumunda elinin altında “garanti”ye alabileceği bir şeyler olması noktasında bilincin veya bilinç altının yönlendirmesinde bir harekettir. Olası bir değişiklik durumunu bir kenara koyup bugünkü tercihler sınırında bile baktığımızda bu bir çelişkidir. Bu sistem geleceksizlikten başka bir şey vaad etmiyor derken, üniversite mezunu olmanın artık ayrıcalığı yok derken, üniversitelerde bilimsel eğitim yok derken bunun tersi bir kaygıyla hareket etmek rahatsız edici değil midir? Bu cümle kitlelere inanılmadan mı sarf edilmektedir? Bir diğer nokta da kişinin dokunulmazlığı olarak algılanan duygusal ilişkilerdir. Örgütlü yaşamı bir bütün olarak göremeyen kişi yaşamını parçalara bölerek yaşamaya başlar. Ve burada duygusal ilişki ayrıksı bir dünya gibi algılanarak “özel” olarak yaşanmaya çalışılır. Evet bu duygular iki kişi arasında gelişen bir paylaşımdır. Ama fanus içerisinde yaşanmadığı sürece iki kişilik bir dünya değildir. Duygusal ilişkiler, birer tüketim alanına dönüştürülüyor. Burayı gerçek anlamıyla paylaşan ve üreten, kişilerin birbirini geliştirdiği bir ilişkiye dönüştürmektense, hoyratça tüketiliyor. Düzenin alışkanlıklarıyla hareket edilen bir rahatlık alanı olarak görülüyor. Burada yaşanan sorun, duygusal çalkantılar dağınıklıklığı, bunalımı peşi sıra getirebilmektedir. Dediğimiz gibi evet bu duygu iki kişinin paylaşımıdır, ama bu iki kişi toplamdan
... Bu tarz davranışlar açıktır ki düzenle devrim arasına kurulmuş salıncakta bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelmektir. Bu ya düzenle olan bağları kestirip atamamak yani ondan tamamen kopamamaktır. Ya da hala nasıl bir yaşam istendiğinin bilincinde olamamaktır. Değişim ve dönüşüm için düzenle olan bağı koparmak gerekmektedir, aksi takdirde sadece samimi bir istek olarak ileriye adım atmayı istemek yetersiz kalacaktır. Düzene bağlı tutan bu ipler, ileriye doğru atılmak istenilen her adımda geriye doğru çekecektir.
21
bağımsız olmadıklarından yaşanılan sorunlar ve doğurduğu sonuçlar toplama yansımaktadır.
Sorunları tanımlayabilmek çözüm üretme noktasında atılmış koca bir adımdır!
Biz yeni bir dünyayı inşa etme mücadelesi içerisindeyiz. Biz bir alternatifimiz olduğunu biliyoruz. Bu alternatif bizim adımıza uzak diyarların adı olmamalı, bugünden istediğimiz yaşamın kriterlerine göre şekillenebilmeli, şekillendirebilmeliyiz . Kendimizden çevremize yayılacak bir dalgadır bu. Ve biz bu düzen içerisinde, dayatılan şekilde yaşamayı kabullenen durgun toplumda aynı denize taş atmaktan vazgeçmeyen bir “yaramaz” çocuk gibi okyanusta tsunamiler çıkartabileceğimizin bilinciyle inatçı olmalıyız.
22
Peki ne yapmalıyız? Ne yapabilirizin cevabı nedir? Yaşanılan bir sorunu çözebilmenin en büyük hamlesi o sorunu tanımlayarak başlar. Bir sorunu ortaya koymak, çözmek için atılmış kocaman bir adımdır. Bu adımı bir adım daha öteye götürebilmek ortaya konan sorunu çözme iradesi gösterebilmektir. Bu noktada da eleştiri yapma noktasında tutukluk veya eleştiriye tahammülsüzlük gibi sorunlar yaşanıyor. Bazen yoldaşlar gördükleri bir sorunu tanımlamaktan, eleştiri sunmaktan geri duruyorlar. Bu da belki de sadece kendisinin gözlemleyebildiği bir soruna müdahale edebilme imkanından toplamı yoksun bırakıyor. Ya da yoldaşlar kendilerine dönük eleştirileri kaldıramama psikolojisiyle karşılıyorlar. Bu yoldaşlar kendilerinin eksiklerini, zaaflarını görmek, özeleştiri sunabilmek noktasında her zaman geri durmakla birlikte sorunları kendi adlarına çözümsüz bırakıyorlar. Benzer yaklaşımda olan kişiler yaşanılan sorunlar tanımlandığında bunu kişisel olarak algılayıp alınma vb tepkiler koyabiliyorlar. Oysa bir şeyi eleştirebilmek veya özeleştiri yapabilmek sorunu çözebilmek için ortaya konulması gereken sorumluluk ve çabadır. Sorun kişinin kendisinden kaynaklanmakla birlikte, hareketin toplamının eksik müdahalesinden de kaynaklanmış olabilir. Burada temel bakış ne söylendiğini süzüp çözümün parçası olma bakışıyla hareket edebilmektir.
Örgütlü mücadeleyi tercihle beraber önümüzde duran değişim ve dönüşüm noktasında ne kadar çaba sarfettiğimiz belirleyicidir. Düzen her yönlü saldırısıyla, kişiyi cenderesine alma çabasıyla sürekli bir şekilde devam eder. Her zaman her dakika kendimize hatırlatmamız gereken temel bir cümle “Bıraktığımız tüm boşlukları düzen dolduracaktır!” olmalıdır. Bir alanı kazanmak, insanları çevreleyebilmek noktasında nasıl hedef kitleyi, politik, sosyal vb. kapsayıcı olabilmek gerekir diyorsak, nasıl bizim bırakacağımız her boşluğun, düzen veya reformizm tarafından doldurulduğunu söylüyorsak, aynı şeyin kendimiz için de geçerli olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Durduğumuz, duraksadığımız zaman yaşamımıza sızmaya çalışanın düzen olması kaçınılmazdır.
Bizler, sınıfa karşı sınıf çizgisinde bir mücadele yürütüyoruz. Hareketimiz, düşünen ve savaşan militanların önemine her daim vurgu yapmıştır. Partili kimliğimizi bu yönlü geliştirme çabası içerisinde olmalıyız. Döne döne çubuk büktüğümüz bir eğitim sorunu var. İdeolojik-politik birikimimizi geliştirmemizin yakıcılığı ortadadır. MarksistLeninist klasikler, kendi kitaplarımız başta olmak üzere koca bir külliyat önümüzde durmaktadır. Örgüt yaşamı her şeyiyle, pratik faaliyetiyle, kitlelerle kurulan bağıyla ideolojik-politik birikimin, düşünsel gelişimin hayata geçireleceği yegane alandır. Yer yer mücadelenin bir parçası olup olmamayı aynılaştıran, kişinin kendi varlığını örgüt yaşamında önemsizleştiren yaklaşımlar sergilenmektedir. Elbette ki mücadele kişilerden bağımsız devam eder veya devrim ve sosyalizm mücadelesinin bilimselliği kişilerden bağımsız bir gerçekliktir. Ama her bir kişinin örgütlü mücadele içerisinde varlığı önemlidir. Bir örgüt kişilerin özelliklerinin, yaratıcılıklarının, becerilerinin, düşünsel zenginliğinin, ideolojikpolitik hakimiyetinin, elbette diyalektik bileşkesidir. Ve kişilerin tek tek özelliklerinin toplamından çok daha fazlasıdır. Bireyin, yerellerin inisiyatifinin, yaratıcılığının gelişmesinin örgütün toplamına katacağı gücü görerek hareket etmeliyiz.
Devrimcilik, düzeni ve alışkanlıklarını reddetmekle başlar!
Hepimiz bu düzenin içerisinde büyüdük, bunu
göz ardı ederek tartışamayız. Nesnel koşulları değerlendirerek bunun topluma, kişiye nasıl yansıdığını tarifleyebilmek gerekiyor. Mücadele ettiğimiz coğrafyanın, bu coğrafya içerisinde kökenimizin nereden geldiğinin bile getirdiği farklılıklar var. Bu yazıyla birlikte bir kez daha sorgulamamız gereken bu düzenin bizleri kuşandırdığı kültüre, alışkanlıklara, düşünce sistematiğine vs.ye rağmen bizler ne kadar arınma çabası içerisindeyiz? Altını çizerek bir kez daha söyleyelim, kıstas alacağımız temel nokta ne kadar çaba içerisinde olunduğudur. Şu an ne noktada olduğumuz değil, gelişim ve değişim için ne denli sürekli ve ısrarlı bir çaba içerisinde olduğumuz, devrim mücadelesinin ihtiyaçlarını görerek hareket etmektir. Devrimci kimlikteki gelişimin tamamlandığı bir nokta yoktur, bunu unutmamak gerekir. Bu düzenin içerisinde örgütlü bir şekilde devrimci mücadelenin içerisinde olsak da tamam olduk diyebileceğimiz bir varış noktası yoktur. Sürekli bir şekilde yenilenme ve gelişme içerisinde olmalıyız.
Her toplumsal yaşayış bir kültür yaratır ve kişilerin, toplumların kimliklerini oluşturur. Bizler yaratacağımız topluma uygun bir yenilenmeyi, değişimi ve dönüşümü kendimizden başlatmalıyız. Kültürel çevrelemenin ne kadar önemli olduğuna dair verileri gene belki en çok sermaye düzeninin hamlelerinden doğru algılayabiliriz. Sermayenin, saldırı planlarının kültürel ayağı her zaman mevcuttur ve bazen temel saldırısı buradan doğru gerçekleşir. Örneğin ‘80 darbesi çok yönlü planlanmış bir darbedir. Toplumu sindirme ve denetleme, ekonomik saldırılarını hayata geçirebilme noktasında sosyal-kültürel alt planı iyi hazırlanmaya çalışılmıştır. Bakıyoruz, hızlı bir şekilde yozlaştırma hamleleri, düzenin kültürel bombardımanı ile toplum çevrelenmiş bir hale getiriliyor. Buradan şunu görüyoruz ki kültürel şekillenme önemli bir noktadır ve düzen bunu kendi açısından her zaman olanağa çevirmeye çalışmaktadır. Bizler de kendi açımızdan kültürel değişim ve dönüşümün kendimizi yenilemenin ve çevremizi düzen cenderesinden çıkarmanın zeminine dönüştürebilmeliyiz.
Parti çizgisinde devrimci kimliği geliştirmeli, örgütlü yaşam içerisinde kültürel yenilenme ve dönüşümü gerçekleştirmeliyiz. Devrimcilik her şeyden önce bir yaşam tercihidir. Bu düzenin içine sığamamaktır. Kapitalizm denilen düzene hapsolmayı kabullenememektir. Ve tam da bu noktada bu düzenin dışında bir alternatif yaşam kurma tercihidir. Bu yaşamın gerçek anlamıyla kalıcı ve toplumsal bir hale dönüşmesinin ancak ve ancak devrimci bir dönüşümle, bunun da örgütlü bir biçimde olacağını bilerek hareket etmeyi tercih etmektir devrimcilik. Devrimcilik, yeniyi yaratmanın ön günlerindeki yaşamın adıysa, bir devrimci yaşamında yaratmak istediği yarına en yakın noktaya varmalıdır.
Burjuvazi ve proletaryanın sınıfsal karşıtlığını barındıran bir sistem olan kapitalist bir toplumda yaşıyoruz. Bu düzen burjuvazinin çıkarlarına göre düzenlenmiş, küçük bir azınlığın saltanatıdır. Düzenin sömürü ve talandan oluşan gerçekliğinin karşısında devrim safında olduğumuzu ve kapitalizme karşı insanca bir yaşam için sosyalizmden başka bir alternatif olmadığını söylüyoruz. Yani biz bu düzende yaşamaya mahkum olmadığımızı biliyoruz ve söylüyoruz. Biz yeni bir dünyayı inşa etme mücadelesi içerisindeyiz. Biz bir alternatifimiz olduğunu biliyoruz. Bu alternatif bizim adımıza uzak diyarların adı olmamalı, bugünden istediğimiz yaşamın kriterlerine göre şekillenebilmeli, şekillendirebilmeliyiz. Kendimizden çevremize yayılacak bir dalgadır bu. Ve biz bu düzen içerisinde, dayatılan şekilde yaşamayı kabullenen durgun toplumda aynı denize taş atmaktan vazgeçmeyen bir “yaramaz” çocuk gibi okyanusta tsunamiler çıkartabileceğimizin bilinciyle inatçı olmalıyız.
Gençlik işçi sınıfının çelik disiplini ile kavga alanlarında, fabrika havzalarında sınanmalıdır! Türkiye, sınıf hareketi açısından ders çıkaracağı bir süreç geçirdi. Geçmişe nazaran sınıf hareketinin yaşadığı kıpırdanmalar ve Tekel direnişi ile birlikte, “işçi sınıfı öldü” nidaları ile dolaşan siyasal yapıların bile yüzünü sınıfa döndüğü bir dönemde işçi sınıfı devrimcileri haklılıklarını bir kez daha görmüş oldu. Tarih sahnesine çıkışımızdan bugüne değin sınıf devrimciliğini bayrak edinen bizler sesimiz, soluğumuz, bilincimiz, yüreğimizle işçi sınıfının yıkıcı ve yapıcı gücüne duyduğumuz güven ile fabrika fabrika, havza havza emeğin gücünü örgütledik. Genç komünistler olarak alanlarımıza işçi sınıfının sesini soluğunu taşıdık, taşımaya devam ediyoruz. Üniversitelerimiz öğrenim döneminin sonuna gelirken bizler de soluğumuzu bölge çalışmalarında alacağız. Fabrikalarda, havzalarda, mahallelerde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Bölge çalışmalarının Genç Komünistlere kazandıracakları bir yana, başlı başına sınıf yönelimimizi kavrayıp özümsemek bile bizler için önemli bir adım olacaktır. Dahası sınıf devrimcilerini geleneksel halkçı akımlardan ayıran en temel noktayı, döne döne yaptıkları sınıf vurgusunu, işçi sınıfının tarihsel misyonunu kavramadan gideceğimiz herhangi bir çalışma alanı “farklı bir yaz geçirmemizin” dışında bir anlam taşımaz. Ya da işçi sınıfının var olan tablosu karşısında umutsuzluğa kapılmamıza neden olabilir. Sınıf yönelimini kavramanın salt bir yazıyla ya da gideceğimiz bir bölge çalışmasıyla olmayacağını bilincimizden çıkartmayalım. Sınıf devrimciliği bir yaşamdır, özümsenmediği sürece her çaba iğreti olarak kalacaktır. Vurgu noktalarımızın önemini azaltmadan işçi sınıfının tarihsel misyonuna dair kısa bir giriş ile başlayalım…
İşçi sınıfı, devrimci parti ve sınıf çalışması…
“Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür.” 1848 yılında Komünist Manifesto’da Marx ve Engels işçi sınıfının gücüne işaret ederken onu sonuna kadar devrimci olmak anlamında “gerçekten devrimci” tek sınıf olarak
tahlil eder. Sermayenin kendisini var ettiği düzlem, emeğin üzerindeki sömürüsü, kâr ve birikim hırsı işçi ve emekçilerin çıkarları ile taban tabana zıttır. İşçi sınıfı başka hiçbir sınıfta olmayan bir güce sahiptir ve bunu üretim sürecinde bulunduğu yerden almaktadır. Üretimden gelen gücü ile işçi sınıfı tüm toplumsal hayatın temelindeki üretimi sağlar. Yani işçi sınıfı sınıf olarak üretimi durdurduğunda hayatı da durdurmuş olur. Kapitalizmin var olduğu koşullarda işçi sınıfı sistemin belirlediği üretim ilişkileri içerisinde bulunur ve üretim araçlarının sahibi değildir. Marksist-Leninist ideoloji işçi yığınını üretim ilişkileri içerisinde yapısal konumuna göre tanımlar. Bu da ‘sınıf’ demektir. Sınıf MarksistLeninist terminolojide ‘kendiliğinden’ ve ‘kendisi için’ sınıf şeklinde kullanılır. Ve bu kavramı tahlil ederken salt iktisadi kategorilerle yetinemeyiz. Marx, Felsefenin Sefaleti kitabında durumu şöyle ortaya koyar: “Tam bir sivil savaş demek olan bu savaşın içinde, gelecekteki muharebelerin gerektireceği bütün unsurlar gelişir ve birleşirler. Bu noktaya vardığında örgütlenme siyasal bir karakter kazanır. Ekonomik koşullar önce ülkedeki yığınları emekçiler haline getirmişti. Sermayenin egemenliği bu yığına ortak bir konum ve ortak çıkarlar yarattı. Böylece bu yığın daha bu noktadan itibaren sermaye ile ilişkisi bakımından bir sınıf oluşturur, ama henüz kendisi için bir sınıf olmaz.
Sadece bir kaç evresine işaret ettiğimiz bu savaşın içinde bu yığın birleşir ve kendisi için bir sınıf oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları haline gelir. Ama sınıfa karşı sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır... Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki bir sınıfa karşı sınıf savaşımdır; ki bu savaşım en yüksek ifadesine
Bölge çalışmalarının Genç Komünistlere kazandıracakları bir yana, başlı başına sınıf yönelimimizi kavrayıp özümsemek bile bizler için önemli bir adım olacaktır. Dahası sınıf devrimcilerini geleneksel halkçı akımlardan ayıran en temel noktayı, döne döne yaptıkları sınıf vurgusunu, işçi sınıfının tarihsel misyonunu kavramadan gideceğimiz herhangi bir çalışma alanı “farklı
bir yaz geçirmemizin”
dışında bir anlam taşımaz
23
kavuştuğunda bütünsel bir devrim haline gelir.”
Bu sıralanan özellikler işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sınıfsız topluma giden yolu açmaya hem doğası gereği itilen hem de buna muktedir yegâne devrimci sınıf olduğunu gösteriyor. Elbette bu, işçi sınıfının bunu gerçekleştireceğinin garanti edilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Sınıfın öncü örgütlenmesinin, proletaryanın bağımsız örgütlenmesinin var olmadığı durumlarda işçi sınıfının iktidar mücadelesinin başarıya ulaşamayacağı bilimsel bir gerçekliktir. Marksist ideolojinin temeli üzerinde kurulan birlik maddi olarak somutlanmadığı durumlarda gerçek bir güç haline gelemez. Partinin gerçek rolü ancak bunun var olduğu koşullarda hayata geçer.
Genç Komünistler açısından kendilerini yenileyecekleri, sınıf içerisinde soluk alıp verecekleri, devrimci iç yaşamı başka bir alanda örgütleyecekleri bir yaz dönemine giriyoruz. Israrlı ve uzun soluklu bir mücadele için proletaryanın disiplinini kuşanmak ancak iktidar gibi bir iddianın temsilcisi olmak ile mümkündür. Bu süreç ise yaşamımızı devrimci ilkelerimiz dahilinde yıkıp yıkıp yeniden kurmakla olacaktır. İşçi sınıfının öncüsü olan partimizin ışığında sınıf çalışmasından öğreneceğimiz fazlasıyla şey bulunmaktadır.
24
“Devrimci teoriyle, toplumsal gelişme ve sınıf mücadelesi yasalarının bilgisiyle ve nihayet devrimci eylem tecrübesiyle donanıp silahlanmış bir parti örgütü, proletaryanın sınıf bağımsızlığının biricik güvencesi ve sermayeye karşı dişe diş mücadelesinin en temel silahıdır.” (“Büyük Ekim Devrimi Aynasında Parti Davası”, Partileşme Süreci 1) “İktidar savaşımında, proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur. ... Proletarya, ancak, Marksizmin ilkeleri üzerinde ideolojik olarak birleşerek ve bunu, milyonlarca emekçiyi bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğiyle pekiştirerek, yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir. Ne Rus otokrasininin bunak yönetimi ne de uluslararası sermayenin ömrünü doldurmuş egemenliği bu orduya dayanabilecektir.” (Lenin, “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”)
Komünistler parti örgütlenmesinde iki temel noktayı esas alırlar. Öncelikle de “devrimi örgütlemenin her şeyin öncesinde devrimi örgütleyecek partiyi örgütlemek olduğu”nu vurgulayarak... Birincisi : “İdeolojik kimliği, sınıfsal konumu ve tarihsel-siyasal amaçlarıyla proletaryanın sınıf partisi, kurulu düzen karşısında ihtilalci bir konumdadır ve varoluş biçimi de buna uygun olmak zorundadır. Partinin ihtilalci esaslara dayalı illegal örgütlenme ihtiyacı buradan doğmaktadır. Parti örgütlenmesinin tek ve mutlak varoluş biçimi olmamakla birlikte, illegalite, temel ve ilkesel önemde bir sorundur. İllegalite sorununun özü, düzenin hukuksal çerçevesi içine sığıp sığmamak değil, bizzat düzenin içine sığamamaktır.”
İkincisi ise sınıf içerisindeki konumu:“Parti örgütünün sınıf içinde varoluş biçimi ise, fabrika hücreleri temeline dayalı bir parti örgütlenmesi temel Leninist düşüncesinde ifadesini bulur. Parti sosyalizm ile sınıf hareketinin birliği ise, fabrika hücreleri temeline dayalı bir parti örgütlenmesi de bu birleşmenin temel ve tarihsel amaçlara, her şeyden önce iktidarı ele geçirme amacına, en uygun örgütsel gerçekleşme biçimidir. Tarihsel deneyim, parti örgütlenmesinin sınıf bünyesindeki bu varoluş biçimiyle onun ihtilalci niteliği ve hareket kabiliyeti arasındaki kopmaz ilişkiyi bütün açıklığı ile göstermiştir.” (“Parti: Proletaryanın Devrimci Öncüsü”, Partileşme Süreci 1)
Sınıfın öncüsünün programı ışığında örgütlenen her çalışma alanı bu bütünsellikle hareket eder. Sınıf yönelimimizi en genel hatlarıyla bu şekilde özetleyebiliriz...
Sınıf çalışmasından öğrenmek
Sınıf devrimciliğinin gençlik içerisinde temsilcisi olan Genç Komünistler bu çerçevede soluğu sınıf çalışmasının içerisinde alırlar. İşçiler ve emekçiler, tüm yaşamları boyunca çalışmak durumundadırlar. Üretim sürecinin içerisinde bulunarak üretkenliği, işbölümünü ve paylaşımı yaşayarak kavrarlar ve sınıfsal bir norm haline getirirler. İşçi sınıfı, kolektif yaşam alanı olan fabrikada disiplin altına girmiş ve karakterini korumuştur. Özel mülkiyet alanının dışında olan bir sınıfın yaşama şansını ancak böyle bir disiplin ve çalışma temposu ayakta tutabilmektedir. İşçi sınıfı devrimcilerinin de işte bu basit gerçeklerden harekete geçmesi ve kendi yaşamları içindeki zaaflara karşı acımasızca mücadele etmesi gerekmektedir. “Tüm baskı ve propaganda aygıtları ile örgütlü olan bir sisteme karşı koymak, bu çürümüşlüğün tüm yaşamımızı ablukaya alan zincirini kırmak ve kendi kültürümüzü yaratmak için adımlarımızı hızlandırmalı, iktidar mücadelesine odaklanarak örgütlü olmanın gereklerini yerine getirmeliyiz. Karşımızdaki sistematik terör ve baskı aygıtına karşı koyabilmek için, işçi sınıfının çelik disiplinini kuşanabilmeli ve kendimizi devrimci yaşam içinde bilimsel programımız ışığında tekrar ve tekrar üretebilmeliyiz. Yaşamımızdaki zayıflıkları, küçük burjuva zaafları, ancak böyle bir temelde çözmek mümkündür.” (Ekim Gençliği, 62.sayı/2003)
Genç Komünistler açısından kendilerini yenileyecekleri, sınıf içerisinde soluk alıp verecekleri, devrimci iç yaşamı başka bir alanda örgütleyecekleri bir yaz dönemine giriyoruz. Israrlı ve uzun soluklu bir mücadele için proletaryanın disiplinini kuşanmak ancak iktidar gibi bir iddianın temsilcisi olmak ile mümkündür. Bu süreç ise yaşamımızı devrimci ilkelerimiz dahilinde yıkıp yıkıp yeniden kurmakla olacaktır. İşçi sınıfının öncüsü olan partimizin ışığında sınıf çalışmasından öğreneceğimiz fazlasıyla şey bulunmaktadır.
Yargısız infaz yargılanıyor!
İlerici ve devrimci güçler Karadağ davasının takipçisi olacak
19 Kasım akşamı Esenyurt-Avcılar cinayet şebekesi tarafından parti afişlemesi pratiği esnasında sokak ortasında katledilen TKİP militanı Aleattin Karadağ’ın davasına yayınımızın hazırlık sürecinde birkaç gün kalmıştı. Sermaye devleti tarafından geniş yetkilerle donatılan polis teşkilatının kabarık suç dosyası arasında yer alan Alaattin Karadağ cinayetinin, ilk dava duruşması 16 Haziran tarihinde Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülecek. TKİP militanı Alaattin Karadağ’ın 19 Kasım 2009 tarihindeki infazının üzerinden aylar geçtikten ve dosya Büyükçekmece-Beşiktaş-Bakırköy adliyeleri arasında gidip geldikten sonra Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianame ile açılan davanın ilk duruşması görülecek. Karadağ’ı sokak ortasında infaz eden polislerden biri olan Oğuzhan Vural “kasten adam öldürme, görevi kötüye kullanma ve
İlerici ve devrimci güçler Karadağ davasını sahiplenmeye çağırdı
Alaattin Karadağ davasının takipçisi olacağız!”
Taksim Tramvay Durağı’nda 13 Haziran Pazar günü saat 13.30’da bir araya gelen ilerici ve devrimci güçler, buradan sloganlarla Galatasaray Lisesi’ne yürüyüş gerçekleştirdiler. Karadağ cinayeti davasına sahip çıkma çağrısının yapıldığı yürüyüşte artan polis terörü ve cinayetlerine karşı mücadele vurgusu öne çıktı. Eyleme Aleattin Karadağ’ın kardeşi Abdullah Karadağ da katıldı. Galatasaray Lisesi önüne gelindiğinde, basın açıklamasını gerçekleştiren Eren Onur, Alaattin Karadağ’ın 19 Kasım 2009 akşamı bir cinayet şebekesi haline gelen Esenyurt-Avcılar polisi
kişilerin malları üzerinde usulsüz tasarruf” suçlarından tek başına yargılanacak.
İlerici-devrimci güçler adliye önünde olacak!
Karadağ'ın sokak ortasında katledilmesinin ardından çeşitli kentlerde yürüyüş, etkinlik, imza kampanyası, basın açıklamaları vb. eylemlerle polis terörü ve cinayetleri protesto edilmişti. Karadağ cinayeti davasını sermaye düzeninin işkenceci, infazcı ve katliamcı kimliğinin teşhir edildiği birer kürsüye çevirme hedefiyle hareket edecek olan ilerici ve devrimci güçler, Karadağ’ın davasının takipçisi olacaklarını duyurdular. Diğer yandan, Karadağ cinayeti davasına yönelik hazırlıklarını sürdüren avukatlar da davanın ilk duruşmasında Bakırköy Adliyesi’nde olacaklar. Dava duruşması öncesinde Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi bünyesinde oluşturulan Alaattin Karadağ Dava Takip Komisyonu aracılığıyla hazırlıklarını sürdüren ÇHD üyesi avukatlar duruşma günü mahkeme salonunda olarak Karadağ cinayetinin takipçisi olduklarını gösterecekler.
tarafından sokak ortasında alçakça katledildiğini hatırlatarak, Karadağ’ın katledilmesinin ardından İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın olayı, “dur ihtarına ateşle karşılık veren” iki “terörist”ten birinin çıkan çatışmada öldüğü biçiminde duyurduğunu belirtti. Görgü tanıklarının ise bir polisin yaralı halde yerde yatan Aleattin Karadağ’ı, ateş ederek infaz ettiğini anlattıklarını belirtti. Onur, özellikle Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda yapılan değişiklikten sonra polisin geniş yetkilerle donatılarak bu ve benzeri faşist uygulamaların, infazların önünün daha da açıldığını belirtti. Bu kapsamda hak arama mücadelesi yürüten işçi ve emekçilerden, parasız ve bilimsel bir eğitim hakkı için mücadele eden öğrencilere; madenlerde yakınlarını yitirenlerden özgürlük mücadelesi veren Kürt halkına kadar herkesin bu süre zarfında daha da yoğunlaşan bir baskı ve şiddete maruz kaldığını dile getirdi.
(www.kizilbayrak.net sitesinden kısaltılarak derlenmiştir.)
Türkiye'de durmaksızın yargısız infazlar yaşandı, yaşanıyor! Ve maalesef bu infazlar ya tümden cezasız kalıyor ya da etkisiz cezalarla geçiştiriliyor. Yargı mekanizması, yargısız infazları aklama mekanizması gibi işliyor. Bugüne kadar onlarca örnekte yaşanan budur ve yargısız infazlara karşı yürütülecek adalet mücadelesinin yanında saf tutulmazsa bundan sonra da farklı bir sonuç elde edilmeyecektir.
25
Siyonist İsrail’in kanlı saldırılarına karşı enternasyonal dayanışmayı yükseltelim…
Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!
Türkiye’den Gazze’ye giden yardım gemilerinden Mavi Marmara’ya İsrail askerleri tarafından saldırılması ve 9 silahsız sivilin öldürülmesi Türkiye ve dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırdı, tepki topladı. Eli kanlı Siyonist İsrail yönetimi dünyanın her yerinde eleştirilere hedef oldu, çoğu ülkede kınandı. Ülkemizde ve herhalde Arap dünyasında bu eleştiriler içinde en çok ilgi yaratanı R.T.Erdoğan’ın çıkışları oldu. Hatta geçen yıl Davos Zirvesi’ndeki “One minute!” çıkışından daha fazla yankı yarattı Erdoğan. O ve müritleri tabandan gelen basıncın da etkisiyle İsrail devletini ağır bir dille katillikle suçlarken hem son yaşanan olaylarla birlikte hükümet olarak sarsılan imajlarını düzeltmeye çalışıyor, hem de ABD’nin Ortadoğu’da kendilerine biçtiği taşeronluk rolünü sağlama bağlıyorlar. Ancak bu çerçevede gerçekleşen tüm esip gürlemelere rağmen İsrail’le ilişkilerin kesilmesi noktasında kalıcı adımlar atmaktan özenle kaçınmayı ihmal etmiyorlar. Çünkü yaşananlar AKP hükümeti açısından hassas bir denge tutturma zorunluluğu getirmektedir. Ne de olsa İsrail devletiyle Türk devletinin ilişkileri eskiye dayanmakta ve ABD uşaklığında hemen bir kenara itilemeyecek kader birliği bulunmaktadır.
İsrail’le Türkiye devletleri arasındaki kanlı işbirliği yıllardır sürmektedir. İşbirliğinde özellikle savunma işbirliği anlaşmaları öne çıkarken son zamanlarda ekonomik ilişkiler de artmaktadır. TSK, Erdoğan’ın “One minute!” çıkışı sonrasına gelen dönemde milyarlarca dolar tutan insansız hava aracı Heronlar’ın alımının devam edeceğini duyurmuştu. Türkiye’nin hava sahasının İsrail’e eğitim uçuşları için açıldığı, hatta Türk Hava Kuvvetleri ile birlikte ortak tatbikatların yapıldığı da bilinmektedir. Ticari anlamda ise başta gaz ve enerji sektörlerine ilişkin olmak üzere pek çok ticari anlaşma bulunmaktadır. Türkiye’de gerçekleşen özelleştirmelerde uluslararası tekellerle birlikte İsrail tekellerinin de adları görülmektedir. Dev bir rafineri tesisi olan TÜPRAŞ’ın hisseleri İsrail sermayesi olan Ofer grubuna satılmıştır. Bilimsel işbirliği adı altında da pek çok AR-GE çalışmasında, TÜBİTAK kapsamına giren projelerde ortak imzalar görülmektedir. İsrail’le Türkiye devleti arasındaki tablo buyken ve bu tablo İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı kanlı savaş başladıktan sonra da bozulmamışken, Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı ardından İsrail’in eli kanlı bir katil olduğu gerekçe gösterilerek ilişkilerin kesileceği yönündeki açıklamalar büyük bir ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Bu ikiyüzlüce esip gürlemeler sırasında Erdoğan’ın ve sermaye devletinin öteki sözcülerinin ezilen halkların “dost”u postuna bürünmeleri ise onların ikiyüzlülükte vardıkları iğrenç düzeye başka bir ışık tutmaktadır. Zira katil İsrail’in mazlum Filistin halkına yönelttiği katliamların benzeri, Türkiye’deki katil sermaye devleti tarafından onlarca yıldır Kürt halkına yöneltilmektedir.
26
Nasıl ki Filistin ve Kürt halkları mazlum halklar olarak sıkı bir kardeşlik bağına sahiplerse, İsrail ve Türk devletleri de devlet teröründe ve katliamlarda kardeştirler. Belki de tek fark Türkiye’deki dinci gericilerin ikiyüzlülükte İsrail’i fersah fersah aşıyor olmasıdır. Öyle ki Erdoğan ve avanesi tam da “ezilen halkların yanında” olduklarını ilan ettikleri bir anda, kardeş Kürt halkına yönelik imha ve inkar politikası gereğince Kürdistan’da askeri operasyonlar tırmandırılmış, ülke çapında estirilen devlet terörü had safhaya ulaşmıştır. Dolayısıyla Erdoğanların ve sermaye devletinin “ezilen halkların yanında olmak” söylemlerinin iğrenç bir demagojiden öte anlamı yoktur. Öte yandan Gazze’ye giden Mavi Marmara gemisinin İHH adlı dinci gericilikten beslenen bir vakıf aracılığıyla gitmesi ve Türkiye’de Filistin’e destek için yapılan pek çok kitlesel eylemin dinci-gerici kanatlar tarafından organize edilmesi kitlelerin büyüyen öfkesini dinselgerici kanallardan düzene akıtmayı hedeflemektedir. Tüm bu ucuz kahramanlık gösterileri ve mücadelenin yönlendirilmeye çalışıldığı kanala karşı mücadele etmek bizlerin önünde önemli bir görev olarak durmaktadır.
Başta Filistin halkı olmak üzere ezilen tüm halklarla dayanışmayı yükseltirken dikkat edilmesi gereken bir nokta daha bulunmaktadır. Bugün Filistin’de Hamas örneğinde olduğu gibi Ortadoğu halklarının verdikleri mücadeleye ya burjuva milliyetçileri ya da şeriatçı dinsel akımlar önderlik etmektedirler. Ancak bu akımların ezilen halkların verdikleri mücadeleyi nihai hedefe ulaştıramayacakları açıktır. Burjuva milliyetçilerinin ya da şeriatçı akımların mücadeleyi getirdiği nokta ve buna karşı verilmesi gereken mücadele yöntemi sınıf devrimcileri tarafından şöyle ifade edilmektedir:
“Bu akımlar bugünkü direnişe bugünkü biçimiyle önderlik edebilirler, fakat halkları kurtuluşa asla götüremezler. Kurtuluşa götürmek bir yana, farklı milliyetlerden, dinlerden, mezheplerden, kültürlerden ya da cinsiyetten emekçileri en acil hedefler etrafında birleştirebilmek yeteneğinden bile yoksundur bu akımlar. Çünkü onlar, doğaları gereği bunu olanaklı kılacak devrimci bir ideolojiden, kimlikten ve programdan yoksundurlar. Çünkü onlar, geleceğin temsilcileri değil, fakat işin aslında geçmişin malıdırlar… Emperyalizme karşı ortaya koydukları direnişin haklılığı ve nesnel açıdan ilerici niteliği, bu gerçeği hiçbir biçimde değiştirmemektedir. Ortadoğu gibi çeşitli türden milliyetlerin, dinlerin, mezheplerin ve kültürlerin harmanlandığı bir coğrafyada, birleştirici bir programa sahip olabilmek için devrimci ideoloji ve program mutlak bir zorunluluktur. Halkların hedeflerini şaşırtan ve enerjilerini tüketen yapay bölünmelerin önünü alabilmenin, emperyalizmin ve siyonizmin böl ve yönet politikalarını boşa çıkarabilmenin, farklı milliyetlerden ve kültürlerden halkların birleşik devrimci mücadelesini geliştirebilmenin bundan başka bir yolu yoktur.” (2006’da gerçekleştirilen Direnen Halklar Kazanacak Gecesi’nde TKİP Yurtdışı Örgütü adına yapılan konuşmadan...)
İsrail saldırısının ardından gerçekleşen eylem, etkinliklerden...
Devrimci ve ilerici kurumlardan Filistin’deki özgürlük mücadelesini büyütme çağrısı…
Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Parti, Toplumsal Özgürlük Platformu, Türkiye Gerçeği, Ürün Sosyalist Dergi, Yeşil ve Sol, Sosyalist Umut, EMEP ve TKP yer aldı. Kızıl Bayrak / İstanbul
Filistin için İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin, devrimci ve ilerici kurumların da katılımıyla Muammer Karaca Tiyatrosu’nda düzenlediği “İsrail’e Karşı Boykot Sempozyumu”nun ilk günkü programının ardından eylem gerçekleştirildi. İstiklal Caddesi boyunca gerçekleştirilen yürüyüşle İsrail’e karşı boykot çağrısı yapıldı. Eyleme Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Abu Ahmad Fuat ve İsrail Ürünlerini Boykot Yanlısı Yahudiler’den Mike Cushman katıldı. Muammer Karaca Tiyatrosu önünde kortej oluşturarak Taksim Meydanı’na gerçekleştirilen yürüyüşte “İsrail ile tüm ilişkiler kesilsin / Filistin için İsrail’e Karşı Boykot Girişimi” pankartı açıldı. Basın açıklaması öncesinde, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politik Büro üyesi Abu Ahmad Fuad bir konuşma yaptı. Fuad, Filistin halkının yanında duruşundan kaynaklı Türkiye devrimci hareketini selamladı. “Filistin halkının kurtuluşu için hep beraber mücadele edeceğiz” diyen Fuad, Ortadoğu halklarına karşı saldırıların her geçen gün artarak devam edeceğini belirtti. Boykot çağrısını yükseltme gerekliliği dile getirdi. Fuat’ın konuşmasının ardından Jews for Boykotting İsraeli Goods (J-BIG) / İsrail Ürünleri Boykot Yanlısı Yahudiler’den Mike Cushman bir konuşma gerçekleştirdi. Cushman, İsrail karşıtı Boykot Sempozyumu için Londra’dan geldiğini, İsrail ürünlerini boykot eden örgütten geldiğini vurgulayarak şunları söyledi: “Bugün burada yalnız, Mavi Marmara’da öldürülenler değil, Filistin ile dayanışmak ve Filistin’de yaşanan cinayetlerin hesabını sormak için toplandık.” Konuşmaların ardından basın açıklaması Nicola Safin gerçekleştirdi. Safin, yaşanan katliamın aynı zamanda önemli bir tepkiyi de açığa çıkardığını belirterek bu tepkiden hareketle Filistin’in özgürlüğü için mücadeleyi yükseltmenin ve siyonizmle suç ortaklığını hedeflemenin hem zorunlu hem de mümkün olduğuna dikkat çekti. İsrail elçiliğinin kapatılmasını, hükümetin ikili anlaşmaları iptal etmesini talep eden Safin, bu anlaşmalar uyarınca şimdiye kadar yürütülen bütün gizli faaliyetlerin, İsrail’in bu topraklarda gerçekleştirdiği örtülü tüm operasyonların açıklamasını istedi. Eylemde Alınteri, Bağımsz Devrimci Sınıf Platforu, Demokratik Halklar Federasyonu, Ekim Geçliği, Emek ve Özgürlük Cephesi, Emekçi Hareket Partisi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi, Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği, Halk Cephesi, Halkevleri, İşçi Cephesi, Kaldıraç, Öğrenci Kolektifleri, Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Partizan Sosyalist Dayanışma Platformu,
Uluslararası İsrail’e Karşıt Boykot Sempozyumu gerçekleşti… 5-6 Haziran tarihlerinde yapılan Uluslararası İsrail’e Karşı Boykot Sempozyumu Beyoğlu’nda Muammer Karaca Tiyatrosu’nda gerçekleştirildi. İlk oturumda, Filistin sorunu tarihsel bir anlatımla ele alındı. Boykot taleplerinin hangi eksende şekillendiği bu anlatımlarla beraber anlaşılmış oldu. her ne kadar kendi kapsamlarında doyurucu sunumlar yapılsa da Filistin direnişinin ve boykot çalışmasının sınıfsal arka planına yeterince değinilmedi. İkinci oturumda yapılan sunumlar ve sonrasındaki soru-cevap bölümü ise sınıf eksenli mücadelenin önemine işaret etti. Bu anlamda Güney Afrika deneyimleri üzerinden şekillenen anlatım oldukça ilgi çekiciydi. Sempozyum açılış konuşmasıyla başladı. Oturumlardan önce Filistin Boykot Ulusal Komitesi’nden Muhammed Jaradat, BDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ve İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof Dr Taner Gören tarafından açılış kapsamında konuşmalar yapıldı. Konuşmaların ardından Filistin Halkının Temel Hakları ve BDS Kampanyası’nın Hedefleri başlıklı birinci oturuma geçildi. Bu bölümde Seyit Ümmetoğlu, FHKC Politik Büro’dan Abu Ahmad Fuad ve BADİL Araştırma Merkezi’nden Muhammed Jaradat sunumlar gerçekleştirdiler. Siyonizm ve Apartheid – Neden BDS başlıklı 2. oturumda boykot atölyesinin çalışmaları Nikola Safin tarafından aktarıldı. Bu oturumda ayrıca İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Yar Doç Erhan Keleşoğlu ve Tolga Tören de konuşmalar geçekleştirdiler. Filistin-Türkiye-İsrail; Devletler ve Halklar Arasındaki İlişki başlıklı son oturumda ise Türkiyeli sol hareketlerin ortak metni okundu.
Sempozyumun ikinci günü…
Sempozyumun 2. gününde “Türkiye-İsrail ekonomik İlişkileri ve Su, Tarım, Enerji Alanında Görülen Yeni Gelişmeler”, “Akademik ve Kültürel Boykot”, “Filistin’le Dayanışmada Yeni bir Strateji Olarak Boykot – BDS Hareketinden Deneyimler” başlıklı oturumlar gerçekleşti. Ayrıca Filistinlilerin yaşadıklarına dair bir belgesel gösterimi ve Boykot Atölye Çalışmaları’nın sunumu gerçekleşti. Kızıl Bayrak / İstanbul (www.kizilbayrak.net sitesinden kısaltılarak derlenmiştir.)
27
Madenlerde katleden işçi kanıyla beslenen sermaye düzenidir! Kölece yaşam koşulları kapitalizmin maden ocaklarında, tersanelerde, atölyelerde, fabrikalarda ve diğer tüm üretim alanlarında her geçen gün daha fazla gelişmesi ile giderek derinleşiyor. Bu gerçek emekçilerin yaşamına birçok felaket ile yansımaktadır. Bu felaketler karşısında onların bizzat sorumlusu olan burjuvazinin attığı adımlar göstermelik olduğu gibi, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarını günbegün kötüleştirmektedir. Maden Mühendisleri Odası’nın yaptığı açıklama bu konuda ibretliktir. Maden Mühendisleri Odası “iş kazalarının % 98 i önlenilebilir niteliktedir” derken, yaşanılan olayın bir cinayet olduğunu vurgulamıştır.
28
K
apitalizm tüm çıplaklığıyla ve vahşetiyle katletmeye devam ediyor. Sermaye düzeninin sömürüye endekslenmiş olması ve devamlı kâr amacı gütmesi, toplumu insani koşullardan uzaklaştırmakla kalmıyor, hızlı bir yok oluşa doğru da sürüklüyor. Bu kimi zaman halkların kırılması, kimi zaman savaş endüstrisi vb. üzerinden gelişiyor. Kapitalist üretim tarzının büyüttüğü servet-sefalet çelişkisi içinde yoksullar giderek daha da yoksullaşırken, sermaye sahiplerinin de elinde giderek daha fazla sermaye birikiyor. Ve bu durum insanca bir yaşamdan mahrum edilen emekçileri açlığa ve sefalete olduğu gibi ölüme dahi sürüklerken vahşeti, gerici siyasal söylemleri, düzenin baskı ve zorunu da beraberinde getiriyor. Karşısında ise emekçilerin mücadele ateşini ister istemez körüklüyor. Kendilerine yaşama hakkı tanınmayanlar, bu sistemin yıkılışını her şeyden fazla ister hale geliyorlar ve öfkeleri büyüyor.
Düzen varlığını sürdürebilmek ve yenilenmek için her yola başvuruyor. Ama çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğu, içinde bulunan çelişkilerini, kölelik koşullarını her geçen gün daha fazla üretmesinden ileri geliyor. Zira kendi yarattığı bataklığında hayatta kalabilmek için çırpınırken başvurduğu tüm yenilenme çabaları da hep emeğin daha fazla sömürülmesine hizmet ediyor. Düzen bekçilerinin söylemleri ve icraatları bunu daha iyi açıklar niteliktedir.
Kapitalist düzende işten atmalar, kölece çalışma koşulları, güvencesiz çalışma ve tüm bunlara mecbur bırakılmak, emeğin sömürüsünün ne anlama geldiğini netleştirmektedir. Zonguldak’ta yaşanan grizu patlaması sonucu hayatını kaybeden 30 madencinin, canlarını alacak bir çalışma biçimine mahkum edilmeleri, yine bu tablonun bir parçasıdır. Zonguldak’ın Kilimli Beldesinde bulunan TTK Koradan Müessese Müdürlüğü’ne bağlı kömür ocağında, yerin 540 metre altında meydana gelen patlama bu ülkede ilk değildir. Daha önce de birçok başka ilde ve coğrafyada yaşanan bu tür olayların varlığı, sistemin çürümüşlüğünü, kapitalist devletlerde arzu ettikleri koşulları yaratan sermayedar bezirgânları ve onların dayattığı bu alçakça yaşama koşullarını hep ama hep teşhir etmiştir. En son Zonguldak’ta kendini gösteren vahşetin bu sistem sürdükçe devam edeceği ve son olmayacağı da açıktır. Ayrıca sermaye devletinin gerici hükümetinin, bakanlarının, başbakanlarının adice ve alçakça açıklamaları da bu ölümlerin düzen adına meşru olduğunu ve bu düzeni var edenlerin, akıttıkları işçi kanıyla beslendiklerini gözler önüne sermiştir. Yıllardır tersanelerde süren işçi ölümleri de esasen kapitalist üretimin iş güvenliğini ve yaşama hakkını umursamadığını gösteren bir başka
örnektir. Geçtiğimiz günlerde yine bir işçinin iş cinayetinde yaşamını yitirmesi, düzenin tersanelerin kölece ve güvencesiz çalışma alanları olarak kalmasında bir sakınca görmediğini kanıtlamıştır. Emeğin sömürülmesi ve kapitalistlerin sadece kâr amaçlıyor olmaları, gerçekleşen ölümler bugün umursanmamakta, dünyanın dört bir yanında ve Zonguldak’ta da “olağan” sayılmaktadır.
Kölece yaşam koşulları kapitalizmin maden ocaklarında, tersanelerde, atölyelerde, fabrikalarda ve diğer tüm üretim alanlarında her geçen gün daha fazla gelişmesi ile giderek derinleşiyor. Bu gerçek emekçilerin yaşamına birçok felaket ile yansımaktadır. Bu felaketler karşısında onların bizzat sorumlusu olan burjuvazinin attığı adımlar göstermelik olduğu gibi, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarını günbegün kötüleştirmektedir. Maden Mühendisleri Odası’nın yaptığı açıklama bu konuda ibretliktir. Maden Mühendisleri Odası “iş kazalarının % 98 i önlenilebilir niteliktedir” derken, yaşanılan olayın bir cinayet olduğunu vurgulamıştır. Grizu patlamalarının sebepleri de yine ibret vericidir. Metan gazının havaya karışırken %4-15 gibi bir orana yaklaşmasıyla bu patlamalar gerçekleşmektedir. Bu oranın da kontrol altına alınabilir olması gerçeği, patlamaların da, işçi ölümlerinin de önlenebileceği gösterir. Bunun için belli teknik önlemlere ihtiyaç vardır: Metan gazının maden içindeki oranını dengeleyecek bir sistem ve pratikte de çalışma koşullarını
düzenleyecek kurallar. Örneğin Maden ve Taş Ocakları Tüzüğü’ne göre karbonmonoksit gazı 50 ppm gibi belli bir orana çıktığında çalışma durdurulmalıdır. Patlamadan çok sonra ölçülen gaz oranı ise bunun 40 katıdır. Büyük bir ihmalin olduğu gerçeği bu verilerle ortaya çıkmıştır. Bu veriler bizlere şu tartışmasız sonucu vermiştir; gerçek anlamda öldüren patlamalar değil, şirketler, sermaye devletleri ve hepsinin üzerinde kapitalist sistemlerdir! Dünya literatüründe de patlamaların önlenmesi için alınması gereken tedbirler açıkça belirtilmiştir. Ama bu tedbirlerin maddi yükü, insanın değerini bilmeyen aç gözlü patronları işçilerin yaşamıyla oynamaya itmektedir. Yani gözü paradan başka bir şey görmeyen kapitalistin vahşi dünyasında, maden işçilerinin yaşama hakkının bir karşılığı yoktur! Maden işçisinin hayatının zorluğu, çalışma koşullarının onun yaşam süresini kısaltıyor olması, emeği karşılığında eline geçen paranın ona insanca bir yaşam veremiyor oluşu sermaye sahibi için sadece kârlı işleyen bir maden ocağı anlamına gelmektedir.
Madencilerin mahkum edildikleri koşullar hiçbir biçimde insanca bir yaşamla bağdaşmaz. Bu, kapitalist düzende emekçiler için çıplak bir gerçektir. Yaşananlar AKP yandaşı YapıTek “inşaat” şirketinin umursamazlıkta ve açgözlülükte tüm insani değerleri çiğnediğini göstermiştir. Hızlı bir taşeronlaşma, sözleşmeli işçi alımları, kadrolu işçilerin tasfiyesi iş güvencesini hızla yok ederken, sendikasızlaştırma durumu daha da derinleştirmiştir. Var olan sendikaların da sermayeden yana tavrı ölümlerin olağanlaşmasını sağlamak isterken, işçilerin-emekçilerin öfkesi sürekli bilenmektedir. Son katliamda olduğu gibi yaşamından olan madencilerin aileleri sendika ağalarına, düzen bekçilerine lanetler okuyarak, hesap sormak istemişler ve polislerce taciz edilmişlerdir.
Kapitalist düzende siyasi iktidar kendine ne isim takarsa taksın, o sistemin sürdürülmesi için gereken bütün koşulları yaratmaya çalışır ve savunuculuğunu yapar. Türk sermaye devletinin şeflerinin icraatları da bunu iyi açıklamaktadır. Sermaye sözcüsünün yaşanan işçi cinayetleri için “kader” yakıştırması yapması da bu yönden düşünülmelidir. Ölümü sömürdükleri yığınlara kader olarak göstermek isteyen bu tescilli asalak sınıfın başındakiler, kendilerini aklamak adına aptalca savunmalarda bulunmuşlardır. Deyim yerindeyse özürleri kabahatlerinden beterdir. “Kaderinde varsa olur” diyerek insanlar kendilerine dayatılana mahkum edilmek, pasifize olmuş ve kendi hayatlarını değiştirmek isteminden yoksun bireyler yaratmak istenmektedir.
Yine sermayenin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in yerel bir televizyon kanalının programına katılarak “güzel öldüler” demesi, söylenebilecek söz bıraktırmamaktadır. “Acı çekmeden öldüler”
gibi ikiyüzlülü bir teselliye, patlama sırasında demiri bile eritecek bir ısının oluştuğunu, dahası halen onbinlerce madencinin böyle dehşet verici şartlarda yerin yüzlerce metre altına yollandığını unutturmak için başvurmaktadırlar. Dinçer, “yüzleri tertemizdi cenazelerin, aileler huzurlu” diye gevelese de cenazeler karışmış sonra mezarlar yeniden açılarak karışıklık çözülmüştür. Asalaklar bir yandan da bilindik biçimde katliamı işçilerin ihmalkarlığına fatura etmeye çalışıp, işçilerin maskelerini takmadıklarını açıklamışlardır. Fakat o maden ocağını işleten firmanın maskelere sahip olmadığını söylemeyi ise hiç akıllarına getirmemişlerdir. Bu büyük ikiyüzlülük, bu hükümet ve bu düzen adına ilk değildir, son da olmayacaktır.
Daha önce Bursa ve Balıkesir illerinde de grizu patlamaları meydana gelmiş, ağır hasarlar ve madenci ölümleri yaşanmıştır. Bu patlamalar sonucunda ölen madencilerin ailelerinin feryatları, figanları tüm ülkeyi yasa boğmuştur. Toplumsal bir muhalefetten ve ayaklanmadan korkan sermaye cephesi ailelere ahlaksızca tekliflerde bulunmuştur. Efendiler, ailelere televizyonlara konuşmamaları, gazetelere demeç vermemeleri halinde 10 bin TL para vereceklerini vaat etmişlerdir. Bu adice teklifin doğurduğu sonuç üzerinden anlaşılmaktadır ki ölen insanlar düzen için, hükümet için hiç ama hiç önemli değildir. Zonguldak’ta ölen 30 madencinin arasında bulunan 2 maden mühendisinin ise işsiz kalma korkusuyla maden ocağı içerisindeki eksiklikleri bildiremediği ortaya çıkmıştır. Bu gelişme kapitalist barbarlığı tam izah etmiş, insanlığın geldiği noktayı tam anlamıyla kavratmıştır.
Toplumun geneline hakim olan huzursuzluğun nedeni düzenin ta kendisidir. Tuzla tersanelerinde, Zonguldak maden ocaklarında, Kürdistan’da ve daha bir dizi yerde yaşananların, Ortadoğu’da ve dünyanın her yanında süren barbalığın nedeni emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir. Kişinin gördüğü rüyadan yaşadığı gerçeklere kadar düşüncesini, kişiliğini, duygusal bütünlüğünü kurgulayan, içinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız iktisadi sistemdir. Kapitalizmin yarattığı vahşi kişiliğin vadesi çoktan dolmuştur ve ölümü beklemektedir. Yeni insan, fabrikalardan üniversitelere, maden ocaklarından tersanelere, sokaklardan alanlara akan topyekun bir mücadele sonucunda kazanılacak ve yaratılacaktır.
Toplumun geneline hakim olan huzursuzluğun nedeni düzenin ta kendisidir. Tuzla tersanelerinde, Zonguldak maden ocaklarında, Kürdistan’da ve daha bir dizi yerde yaşananların, Ortadoğu’da ve dünyanın her yanında süren barbalığın nedeni emperyalistkapitalist sistemin ta kendisidir. Kişinin gördüğü rüyadan yaşadığı gerçeklere kadar düşüncesini, kişiliğini, duygusal bütünlüğünü kurgulayan, içinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız iktisadi sistemdir
29
Mimarlar Odası Öğrenci Komisyonu Üretkent 2 atölyeleri gerçekleşti...
Kapitalizm ve kent
Burjuva hukukuna uydurulmaya çalışılan yollar ile barınma hakları ellerinden alınmak istenen mahalleliler bölgede başlatılan dönüşüm projesi ile büyük bir yatırıma girişildiği, bu projede ise kendilerinin yani yoksul kentlilerin semtte istenmediğini belirttiler. Kendilerinin yaşadıkları yerlerden çıkarılmak için projenin ilk gününden itibaren çeşitli yollar ile aldatılmak istendikleri, İstanbul’da benzer değerli bölgelerde yaşayan insanları tehcir etmek için yasalar oluşturulduğunu ifade ettiler. Ayrıca burjuva hukukunun dahi çiğnendiğinin ve en kaba biçimde söz konusu projenin yerel yönetimler eli ile tezgahlar yaratılarak işletildiğinin altını çizen mahalleliler yaşam haklarına sahip çıkmakta kararlı olduklarını dile getirdiler.
30
Mimarlar Odası Öğrenci Komisyonu’nun “Kapitalizm ve Kent” üst başlığı ile başlattığı Üretkent2 atölyeleri 8 Mayıs Cumartesi günü başladı ve 3 hafta boyunca devam etti.
Doç. Dr. Asuman Türkün'ün yürütücülüğünde “Kentlerde kimlik dönüşümü” başlığı ile gerçekleşen atölye, ilk haftasında yürütücünün hazırladığı sunum üzerinden bir tartışma gerçekleştirildi. Yapılan sunumda kentlerde gerçekleşen kimlik dönüşümlerinin rantı maksimum düzeye getirmek amacıyla gerçekleştiği, kimliğin neye dönüşeceğine kâr-zarar mantığının karar verdiği vurgulandı. Özellikle kentlerde turizme yönelik bir değişim olduğu, bunun da kentlerin pazarlanmasında bir araç olarak kullanıldığı anlatıldı. Sunumun ardından atölye çalışması için Fener-Balat kentsel dönüşüm bölgesinden alan çalışması yapılması kararlaştırıldı. 15 Mayıs Cumartesi günü atölyesinin ikinci haftasında Fener-Balat bölgesine bir alan gezisi gerçekleştirdi. Bölgede faaliyet yürüten FEBAYDER’ın ziyaret edilmesi ile başlayan günde dernek çalışanı mahalleliler ile keyifli ve verimli bir sohbet gerçekleştirildi. Sohbet sırasında Fener-Balat’ta soylulaştırma sürecini özetleyen mahalleliler sermaye devletinin tam desteğini arkasına almış olan proje ile yıllardır yerleşimcilerin ellerinden yok pahasına mülklerini alınmaya çalışıldığını ifade ettiler. Burjuva hukukuna uydurulmaya çalışılan yollar ile barınma hakları ellerinden alınmak istenen mahalleliler bölgede başlatılan dönüşüm projesi ile büyük bir yatırıma girişildiği, bu projede ise kendilerinin yani
yoksul kentlilerin semtte istenmediğini belirttiler. Kendilerinin yaşadıkları yerlerden çıkarılmak için projenin ilk gününden itibaren çeşitli yollar ile aldatılmak istendikleri, İstanbul’da benzer değerli bölgelerde yaşayan insanları tehcir etmek için yasalar oluşturulduğunu ifade ettiler. Ayrıca burjuva hukukunun dahi çiğnendiğinin ve en kaba biçimde söz konusu projenin yerel yönetimler eli ile tezgahlar yaratılarak işletildiğinin altını çizen mahalleliler yaşam haklarına sahip çıkmakta kararlı olduklarını dile getirdiler.
Mimarlık öğrencilerinin soruları ile zenginleşen sohbette yoksul kentliler ile kapitalist sistemin “kentsel dönüşüm” projeleri üzerine tartışmalar gerçekleştirildi. Dernek ve benzeri örgütlülüklerin önemi ve birleştirici rolü üzerine çeşitli yaklaşımlar ortaya kondu. Bölgede faaliyet yürüten Mavi Kalem Derneği'nin de ziyaret edilmesi ile süren gezi atölyeye katılan öğrencilerin özel mülkiyet üzerine tartışmaları ile sürdü. Bireyin toplumsal sorumluluğunun ve bireysel hakların ardında yatan sınıfsal zemine dair yürütülen sohbetler kentin esasen ortak bir mirasa ev sahipliği yaptığı ve yerel gibi görünen benzer projelerin özünde üst ölçekte
bir iktisadi modelin ürünü olduğu söylendi. Bunun, kentin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesinin bir ayağını oluşturduğunun altı çizilerek sohbet son buldu. Arş. Gör. Emrah Altınok yürütücülüğünde “Planlama ve mülkiyet olgusu” atölyesinde de yürütücünün hazırladığı sunum üzerinden bir tartışma yapıldı. Sunum kapsamında planlamada mülkiyet kavramının açıklanması için öncelikle kapitalist sistenim ekonomi politiğinin kavranması gerektiği belirtildi. Bu kapsamda yürütücü Das Kapital’i sunumunda özetleyerek anlattı. Atölye karşılıklı soru cevap şeklinde oldukça canlı geçti.
16 Mayıs’ta gerçekleşen atölyede ise öncelikle ilk haftada ilk bölümü gerçekleştirilen Kapital sunumuna devam edildi ve kapitalist iktisadi modelin kar oranı üzerine Karl Marx’ın çalışmaları katılımcılara özetlendi. Ardından ise kapitalizmde kâr oranı üzerine ve kâr oranındaki zorunlu düşüş üzerine çeşitli yorumlar ile verimli bir tartışma başlatıldı. Tartışma üzerine ortaya atılan fikirler ile birlikte kapitalizmin mekansal dönüşümlerinin yorumlanmaya başlandığı atölyede, kapitalist düzende planlamanın iktisadi arka planı masaya yatırıldı ve sermaye açısından iki model önermesi paylaşıldı: Kâr odaklı planlama ve tatmin edici planlama… İki biçimiyle de sermaye odaklı bir kentsel düzenlemenin üretildiği vurgulandı. 16 Mayıs Pazar günü başlayan “Kentte Barın(ama)mak” atölyesi, yürütücü mimar Hüseyin Kargın’ın (MO İst. Bk. Şb. YK Üyesi) sunumu ardından kentsel dönüşüm bölgesi olan Gülsuyu mahallesine gezisi ile devam etti. Atölyede kapitalist kentte barınma hakkı tartışıldı. Kentsel dönüşüm ile yaşam haklarının tehdit edildiği emekçi mahallesi
Gülsuyu’nda da bu çerçevede tartışmalar ve gözlemler yapıldı.
Atölyenin üçüncü haftasında sonuç ürünleri için çalışmalar yapıldı. 23 Mayıs’ta sonuç ürünlerinin sergilendiği bir kokteyl düzenlendi. 25 Mayıs’ta Mimar Hüseyin Kargın ve Mimar Sinan Omacan’ın katılımı ile toplumcu mimarlık, mimarın toplumsal sorumluluğunun tartışıldığı söyleşi ile atölye çalışmaları sonlandırıldı.
Genel olarak kent ve kapitalizm ile ilgili canlı tartışmaların yaşandığı atölyelere çalışmaların vize-teslim dönemine gelmesi sebebi ile sınırlı bir katılım oldu. Katılımın sınırlı olması sonuç ürünlerine de yansıdı. En somut ürün alanda yapılan röportajlardan bir sinevizyon gösterimi hazırlanması ve bugün kentlerde yaşanan kimlik dönüşümü ile ilgili bir metin kaleme alınması ile “Kentlerde kimlik dönüşümü” atölyesinde oldu. “Kentte Barın(ama)mak” atölyesi de alandan gözlemlerin aktarıldığı slayt gösterisi hazırladı. Atölye kapsamında çalışmalar Gülsuyu’nda kentsel dönüşüm projesine karşı mahallelilerin başlattığı çalışmalara destek vermek noktasında devam edecek. “Planlama ve mülkiyet olgusu” atölyesi ise özellikle atölye katılımcılarının düzensizliği sebebi ile sonuçlanamadı. Ancak atölyenin son geldiği noktada kapitalizm ve kent kavramları ve bu iki kavram arasındaki ilişki üzerine verimli tartışmalar yapıldı. Bu atölye çalışmasının yaz döneminde sürdürülmesi hedefleniyor. Toplumcu Mimarlık Öğrencileri
16 Mayıs’ta gerçekleşen atölyede ise öncelikle ilk haftada ilk bölümü gerçekleştirilen Kapital sunumuna devam edildi ve kapitalist iktisadi modelin kar oranı üzerine Karl Marx’ın çalışmaları katılımcılara özetlendi. Ardından ise kapitalizmde kâr oranı üzerine ve kâr oranındaki zorunlu düşüş üzerine çeşitli yorumlar ile verimli bir tartışma başlatıldı. Tartışma üzerine ortaya atılan fikirler ile birlikte kapitalizmin mekansal dönüşümlerinin yorumlanmaya başlandığı atölyede, kapitalist düzende planlamanın iktisadi arka planı masaya yatırıldı ve sermaye açısından iki model önermesi paylaşıldı: Kâr odaklı planlama ve tatmin edici planlama… İki biçimiyle de sermaye odaklı bir kentsel düzenlemenin üretildiği vurgulandı.
31
Kapitalizmin kıskacında kentler felakete sürüklenmeye mecburdur… B.Bahar
Bir türlü çözülemeyen trafik sorunu... Yasadışı olarak gelişen, çoğu sağlıksız gecekondu alanları... Yasaları delmeyi başararak doğal sit alanı olan orman alanlarına, su havzalarına, ön görünüm bölgelerine kurulan kapalı siteler, özel üniversiteler, gökdelenler... Kentsel dönüşüm uğruna yok edilen tarihle birlikte evlerinden sürülenler... Depremde iskambil kağıtları gibi yıkılan evlerde canını kaybeden on binler... Sel felaketinde kilitli oldukları servis aracında boğularak ölen işçi kadınlar... Yerin 540 metre altında ölen 30 maden işçisi…
Tüm bunların sorumlusu işini bilmeyen mimarlar, şehir plancıları, inşaat mühendisleri mi, gözden kaçan bir takım detaylar, önlemler mi, doğal afetler mi, insanların aç gözlülüğü mü? Yoksa Zonduldak’ta yaşanan maden katliamının ardından başbakan R. T. Erdoğan’ın utanmazca “Bu mesleğin kaderinde bu var” demesi gibi kader mi? Aslında her biri birer oyalama, bilinç bulandırma taktikleri olan bu gerekçelerin arkasında tek bir cevap yatıyor: Kapitalizm.
Kapitalist sistem artı değer sömürüsüne dayanır ve kendisini emek-sermaye Yıkıp yeniden yapmak çelişkisi üzerinden var eder. Yaşam alanını ise temel olarak kentlerde bulur. Bunun noktasında bugün bize en güzel doğal sonucu olarak da kentler kapitalist sistemin işleyiş yasalarına, yani onun ihtiyaçlarına, taleplerine göre şekillenir. Ancak kentsel mekanlar sistemin örnekleri kentsel dönüşüm-yenileme kendisini fiziksel olarak var etmesi için gerekli toprak parçası olmanın projeleri vermektedir. Yasalarla korunan(!) yanında, kapitalist sistemin kentsel mekanı bir rant alanı olarak tescilli yapılarda bir tek çivi çakmak için Koruma keşfetmesi ile birlikte bir meta olarak da değerlidir. Özellikle sermaye Kurulları’ndan izin almak gerekirken 2005 yılında birikiminin fazlalığından kaynaklı yaşanan krizlerde mekansal düzenlemeler yapmak, yani yıkıp yeniden yapmak veya yapılaşmamış çıkartılan “Yıpranan Tarihi ve Kültürel alanlara yönelmek yerel ve uluslararası sermaye sahipleri açısından merkezi Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve yerel yönetimlerin de desteğini alarak önemli bir krizden çıkış kapısı, hatta kâr kapısı olarak durmaktadır. ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kentsel dönüşüm projeleri üzerine kısa notlar… Kanun”la yenileme alanı ilan edilen Yıkıp yeniden yapmak noktasında bugün bize en güzel örnekleri kentsel dönüşümalanlarda tescilli yapılar dahi yenileme projeleri vermektedir. Yasalarla korunan(!) tescilli yapılarda bir tek çivi yıkılabilmektedir. Bizlere aynı zamanda çakmak için Koruma Kurulları’ndan izin almak gerekirken 2005 yılında çıkartılan “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve burjuva hukukunun nasıl işlediğine dair Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun”la yenileme alanı ilan edilen sadece küçük bir örnek veren bu alanlarda tescilli yapılar dahi yıkılabilmektedir. Bizlere aynı zamanda uygulamanın kamuoyunda da en iyi bilinen burjuva hukukunun nasıl işlediğine dair sadece küçük bir örnek veren bu uygulamanın kamuoyunda da en iyi bilinen örneği Sulukule’de örneği Sulukule’de yaşanmıştır. yaşanmıştır.
Yenileme projesi kapsamında yüzlerce yıllık geçmişiyle orada yaşayan Romanlar’la var olan Sulukule yok edilmiştir. Sulukule’de yaşayanlara ise yeni yaşam alanı olarak kentin dışında Taşoluk TOKİ Evleri gösterilmiştir. Bu da sadece ev sahiplerine ve kira sözleşmesi olan kiracılara dönük bir uygulamadır. Oysa Sulukule’de kira sözleşmesi olmayan pek çok kiracı bulunmaktaydı, onlar için göstermelik de olsa bir çözüm önerisi getirilmemiştir. Bir Sulukuleli’nin “Burada paran olmuyor, bakkaldan yarım margarin, 50 gram çay, şeker alıyorsun. Taşoluk’ta kim kimi tanır, kim kime verecek!” sözleriyle açıkladığı yaşam standartlarının ihtiyaçlarını Taşoluk’taki TOKİ Evleri’nin ne kadar karşılayabileceği açıktır.
32
Benzer durumlar Tarlabaşı ve Fener-Balat’ta da yaşanmaktadır. Hikaye ise hep aynıdır: Mekansal konumları ile kent merkezinde bulunan ve bazılarının (Fener-Balat ve Tarlabaşı Kentsel Yenileme Alanları’nda karşımıza Erdoğan’ın damadına ait Çalık Holding çıkıyor) ağızlarını sulandıran alanlar önce çöküntü bölgesi, hırsızlık, fuhuş yuvası, işgalcilerin yerleştiği alan ilan edilmekte, sonra da “dolayısıyla” buralarda bir iyileştirme yapılması öngörülmektedir. Kentsel yenileme bölgesi ilan edilen bu alanlarda yenileme ve iyileştirme hedefinin akıbetinin ne olduğu ise açıktır. Binalar fiziksel olarak yenilenirken kullanıcıları da yenilenmektedir. Uygulamalar sonucunda eski kullanıcılar büyük bir belirsizlik ve geleceksizliğe itilmekte, kente tutunma olanakları tamamen yok edilmektedir. Kentsel yenileme projesi olmasa da bir dönüşüm bu alanlarda “soylulaştırma” kapsamında kendisini çok hissettirmeden, yavaş yavaş yaşanacaktır mutlaka. Ancak bu uygulamalarla fiziksel ve
sosyal yapısı ile bir bütün olan tarihi-kültürel miras bir anda, topyekün yok edilmektedir, hem de büyük bir acımasızlıkla ve vahşi bir şekilde. Aslında tam da kapitalizmin kan ve gözyaşıyla beslenen vahşiliğine uyacak şekilde...
Kapitalizmin içinde barındırdığı çelişki kentlere yansımaktadır…
Sermayenin yapılaşmamış alanlara yönelmesiyle kentsel mekana yaptığı müdahaleleri ise İstanbul’da Boğaziçi gölgesinde yaşananlar üzerinden örneklendirebiliriz. Boğaziçi Kanunu kimi yerlerde (gecekondu alanı olarak tanımlanan) zamanında hazırlanmış planlarla yerleşim alanı ilan edilmiş bölgelerlerdeki yerleşimleri yapılaşma yasağının olduğu öngörünüm bölgesine girdiğini gerekçe göstererek yasadışı konut alanı ilan ederken, kimi yerlerde de aynı öngörünüm bölgesinde bulunan ancak yasadaki boşlukları değerlendiren(!) uygulamaları -ki bunlar yüksek duvarlarla çevrili, bekçili, kameralı lüks siteler olmaktadırmeşrulaştırmaktadır. Ne de olsa kapalı siteler bu ayrıcalıklı kentsel alana hak ettiği bedeli ödeyebilmektedir. Ancak genellikle bu kapalı sitelerin çok yakınında konumlanan, zamanında sanayileşmenin başlaması ile birlikte barınma sorunun giderilmesi için işçi ve emekçi ailelerinin oluşturduğu gecekondu bölgeleri ise günümüzde Boğaziçi bölgesine biçilen rant değerini karşılayamamaktadır. Bu durumda da yerel yönetimlere düşen görev yeri geldiğinde zamanında oy toplama aracı olarak dağıtılan tapuları geçersiz hale getirmek, yeri geldiğinde altyapı, yasallaştırma ile ilgili verilmiş sözleri unutarak bu alanlarda gerekli dönüşümleri sağlayabilmek için uygun düzenlemeleri yapmak olmaktadır. Bu örnek de bizlere burjuva hukukunun işleyişiyle ilgili küçük bir örnek daha verirken, bir yandan da emeksermaye çelişkisinin barınma alanlarına yansıyan açık bir örneğini göstermektedir.
Kentler bugün kapitalist düzenin aynasıdır, nasıl ki yarın kurulacak sosyalist düzende de onun aynası olacaksa…
Emek ve sermaye arasında giderek artan çatışma kent mekanında burjuvaların ve işçiemekçilerin barınma, yaşama alanlarının da birbirlerinden keskin sınırlarla ayrışması, burjuvazinin duyduğu büyük korkuyu yaşam alanlarına dikenli teller çekip, kameralar yerleştirip, silahlı bekçiler dikerek aşmaya çalışması, ücretli köle olarak çalışan ve her geçen gün fakirleşen işçi ve emekçilerin kentin çeperlerine itilmesi ile rahatça gözlemlenebilmektedir. Ancak kimi zaman kentin çeperlerinde dahi olmak kentte barınabilmeye yeterli olamamaktadır. Ayazma/Tepeüstü Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında evleri yıkılan ve 2 yıla yakın çadırlarda yaşamak zorunda kalan kiracı aileler 2008 yılında Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay’dan konut sözü almışlardır. Ancak 2 Şubat 2010’da gerçekleştirilen konut kuralarında aileler kendilerine peşinatlarını ödemeleri mümkün olmayan evler verileceğini anlamışlardır. Ayazma’da kiracı aileler Küçükçekmece Belediyesi önündeki parkta çadırlarını tekrar kurarak her gün oturma eylemi yapıyorlar, sadece barınma haklarını elde edebilmek için. Kent merkezlerinde ise maksimum yükseklik seviyesi mevcut imar planlarında yapılan tadilatlarla her geçen gün artmakta, kenti kapitalizmin güç simgesi gökdelenler, onun tüketim alışkanlığının ihtiyacını en iyi karşılayan hali alışveriş merkezleri sarmaktadır. İstanbul’un elinde kalan son orman alanları ve su havzalarından geçmesi planlanan 3. köprünün güzergahı başbakan, ulaştırma bakanı ve büyükşehir belediye başkanı tarafından helikopter turu gibi bilimsel(!) bir yöntemle belirlenmekte, bir yandan da İstanbul’un ulaşım sorununu çözeceği iddia edilen 3. köprü güzergahında başbakana yakınlığı ile bilinen ÜLKER, FİBA gibi markalar arazi toplamaktadır.
Yaşanabilir bir kent için mücadele vermek, sosyalizm için mücadele vermekten ayrı değerlendirilemez!
Kapitalizmin anarşik işleyişine uygun olarak kentlerde bugün bir kaos ve karmaşa hakimdir. Bu tabloda kentlerde yaşanan pek çok sorun, bugün hayatın diğer tüm alanlarında yaşadığımız sorunlar gibi çözümsüz gösterilmeye çalışılmaktadır. Ancak tüm bu aldatmacalarla birlikte bugün kapitalist sistem saldırılarını her geçen gün arttırır, sömürüyü inanılamaz boyutlara getirirken, fabrikalarda, işyerlerinde, zindanlarda, üniversitelerde, kentsel dönüşüm bölgelerinde, kısacası hayatın her alanında direnmeye, mücadele etmeye, taleplerimizi haykırmaya devam etmek bizler için yaşamsaldır. Bu noktada önemli olan ise 4C’ye hayır diyerek direnen TEKEL işçilerinin özlük haklarını geri kazanmasının da, üniversitelerimizde direnerek kazanacağımız parasız eğitim hakkının da, sermayeye peşkeş çekilmeye çalışılan Fener-Balat’ta rantsal dönüşüm projesinin durdurulmasının da kısacası bu sistemde elde edilebilecek tüm kazanımların garanti altına alınmasının özel mülkiyete dayalı kapitalist sömürü düzeninin yıkılıp sosyalizmin gelmesiyle olacağının bilinciyle hareket etmektir. Yaşanabilir bir kent de ancak böyle bir mücadeleyle kazanılacaktır. Gerçek anlamda insanca bir yaşamı sağlayacak değişimin-dönüşümün gerçekleşmesi ancak sosyalizmle olacaktır.
...kısacası bu sistemde elde edilebilecek tüm kazanımların garanti altına alınmasının özel mülkiyete dayalı kapitalist sömürü düzeninin yıkılıp sosyalizmin gelmesiyle olacağının bilinciyle hareket etmektir. Yaşanabilir bir kent de ancak böyle bir mücadeleyle kazanılacaktır. Gerçek anlamda insanca bir yaşamı sağlayacak değişimin-dönüşümün gerçekleşmesi ancak sosyalizmle olacaktır.
33
Yağmur değil, bu düzen bir felakettir... Sermaye tarafından “2010 Avrupa Kültür Başkenti” ilan edilen marka kent İstanbul Haziran ayının ilk haftasında yoğun sağanak yağmurun etkisiyle bir kez daha felç oldu. İstanbul ve çevresi iki gündür yine kelimenin gerçek anlamıyla bir felâketle karşı karşıya. Kentsel dönüşüm projeleri, 3. köprü projesi gibi rant projeleriyle sermayenin yağmasına açılan İstanbul’da sağanak yağmur sele dönüştü. Geçtiğimiz yıl yaşanan ve İstanbul’da tekstil işçisi 7 kadının katledildiği sel felaketinde ortaya çıkan manzaranın bir benzeri yine yaşandı.
İstanbul’da dün sağanak yağmur nedeniyle ilk ve orta dereceli okullar tatil ettirilirken bugün etkisini daha da arttıran sağanak yağmur İstanbul’u felç etti. Birçok ev ve işyerini su basarken, bazı yollarda trafik felç oldu.
İstanbul felç oldu
Kenti etkisi altına alan sağanak yağış; Kadıköy, Üsküdar, Pendik ve Tuzla başta olmak üzere Anadolu Yakası’nda etkili oldu. Yağış nedeniyle Ümraniye, Pendik ve Tuzla’da bazı ev ve işyerlerini de su bastı. Sağanak yağış, benzer her doğa olayında olduğu gibi metrobüs ulaşımını da etkiledi. Anadolu Yakası’nda Acıbadem’deki metrobüs durağını su bastığı için seferler yapılamadı. Sabah metrobüse binmek isteyen pek çok kişi mağdur oldu.
Belediye işçisi suya kapıldı
Kadıköy ilçesindeki Kurbağalı Dere aşırı yağış nedeniyle taştı. Taşma sonucu sular, Fikirtepe Köprüsü ile Mandra Caddesi’ni etkisi altına aldı. Köprü ve Mandra Caddesi’ndeki onlarca araç mahsur kaldı. Mahsur kalan araçlar ile içindekilerin kurtarılması için olay yerine çok sayıda iş makinesi, itfaiye aracı, ekip ve ambulans sevk edildi. Kurtarma çalışmaları sırasında bir belediye işçisi dereye düştü. Sulara kapılan işçi, hayatını kaybetti.
Avrupa Yakası da felç...
Yağış Avrupa Yakası’nda da etkisini gösterdi. Yağış nedeniyle bazı rögarlar tıkanırken, yollarda ve alt geçitlerde su birikintileri meydana geldi. Bazı araçlar yollarda kaldı, sürücüler trafikte ilerlemekte zorlandı. Fatih’te Fevzi Paşa Caddesi’nde rögar kapakları yağmur suyunu taşıyamadı ve taştı. Acıbadem’deki metrobüs durağını su bastığı için seferler yapılamıyor. Sabah metrobüse binmek isteyen pek çok vatandaş mağdur oldu.
“Doğal felaket” işçi-emekçileri vuruyor
Görülüyor ki, bu sömürü düzeni yüzünden ne bugünü ne de yarını güvence altında olan milyonlarca işçi ve emekçi, en izbe, en sakat, en sağlıksız alanlarda yaşamaya mahkûm edilirken, seller, depremler, tsunamiler, dünyanın neresinde olursa olsun her daim işçi ve emekçileri vuruyor. Ve bunun adına “doğal felâket” ve “kader” diyor burjuva sömürücüler sınıfı.
34
Oysa açıktır ki, bu “doğa” tam da, emeği, toprağı, suyu, havayı sınırsızca sömürerek varlığını sürdürebilen kapitalizmin doğasıdır! Tüm kenti asfalt ve beton yığınına çevirip yağmuru çekecek toprak bırakmayan, altyapıyı ölü bir yatırım alanı olarak görüp mümkün olduğunca el atmayan, zenginleri saray yavrusu konaklarda yaşatırken, yoksulları izbelere tıkan bu sistemin “doğa”sıdır. Bugün gecekondularda yaşamakta olan yoksul emekçilere sağlıklı, kalıcı ve güvenli bir barınma olanağı sağlamayan asalak kapitalistler sınıfı ve onlar adına ülkeyi yönetenler, milyarlarca lirayı bu ülkenin ve diğer ülkelerin emekçilerini, yoksullarını katletmekte kullanılmak üzere silahlara yatırmaktadır. İşte bu düzenin gerçek öncelikleri ve gerçek yüzü budur! Evet, yağmur atmosferik bir olay olarak yeryüzü doğasının eseridir, ama onun kentlerde sele dönüşüp emekçileri yutması bizzat sermaye düzeninin yarattığı bir felâkettir. Bugün “doğal afet” veya “kader” olarak görmemiz istenen seller ve diğer doğa olaylarıyla ve “kentsel dönüşüm” gibi yıkım projeleriyle, sorunun hiç de çözülmemiş olduğu açığa çıkmaktadır. Aksine, yanlış üstüne yanlışın inşa edildiği sorun daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Düzen medyası ve partileri hedef saptırıyor
Yine diğer düzen partileri gerekli önlemleri almayan AKP’yi tek suçlu ilan ederek siyasi rant peşinde koşuyor. Burjuva medya ise, olaya “ihmal” penceresinden bakarak suçlu arama peşinde: İhmalkâr halk, ihmalkâr belediye, ihmalkâr yöneticiler! Ama asla, sermaye, onun dizginsiz kâr hırsı ve bu temele oturan sömürü düzeni yok suçlu listelerinde. Medyasıyla, siyasetçisiyle, bürokratıyla düzen sözcülerinin ve kurumlarının gerçek suçluyu ağızlarına almaları elbette beklenemezdi. Oysa gerçek suçlu olan sermaye düzeni bir kez daha çırılçıplak karşımızda duruyor. Bu düzenin yarattığı her bir felâket, insanlığın kurtuluşunun bu kanlı sömürü sisteminin yıkılmasına bağlı olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Gelecek ellerimizde, düzene karşı mücadelede!
Açıktır ki, yoksul işçi ve emekçi kitleler için düzen içinde bireysel kurtuluş yolları aramak çare değildir. Bu düzenden insanların en temel sorunlarına bile genel ve kalıcı çözümler beklenemeyeceği bir kez daha bir yağmur vesilesiyle bile açığa çıktığına göre, çare bunu kendi ellerimizle gerçekleştirmektir. Bunun yolu da bu düzene karşı örgütlü mücadeleden geçiyor! (www.kizilbayrak.net sitesinden alınmıştır.)
X/Y Sermayesi Kültür ve Sanat Merkezi... Sermaye sahipleri kredi imkânı sunarak destekledikleri baraj inşaatı gibi projelerle sadece kısa veya uzun vadede kâr etme düşüncesiyle hareket ederken, tabi ki doğal, kültürel ve tarihi değerleri umursamazlar.
Öte yandan sermaye sahipleri bazı kültürel, sanatsal ve bilimsel etkinliklere/projelere sponsor olarak etkinliğin/projenin gerçekleşmesi için gereken maddiyatı sağlar. Bu etkinlikler/projeler arkeolojik kazılardan film festivallerine, resim sergilerinden edebiyat etkinliklerine kadar geniş bir kültürel alanı kapsar.
Garanti Bankası, Akbank ve Ilısu Barajı örneği üzerinden gidersek...
Akbank pek çok konserin, serginin, film festivalinin gerçekleşmesine ön ayak olmuş maddi destek sunmuş bir bankadır. Hatta kültür sanat kaygıları o kadar güçlüdür ki(!) Beyoğlu’nda çok yönlü bir sanat evleri vardır. Akbank bu etkinlikleri yaparken ortaya bir para koyar ama bu sefer bu paradan kâr etme kaygısı gütmez. Paranın geri dönüşümü imaj tazeleme, reklam ve halkla ilişkiler etkinliği olarak sağlanır. İnsanlar bu sermaye kuruluşunun kültür sanat alanında ne kadar duyarlı olduğunu düşünür. Diğer taraftan Akbank Hasankeyf’i suları altına alacak Ilısu Barajı’na kredi sağlar. Yine ortaya koyulan bir para vardır. Fakat bu sefer paranın geri dönüşümü daha fazla para olarak sağlanacağı için günümüz kültür sanatına değer veren Akbank, günümüz insanının kültür sanat gelişimine ön ayak olmuş eski medeniyetlerin bıraktıkları tarihsel kültürel mirası umursamaz. Zaten o medeniyetler, o milletler ölmüştür. Ölü bir birey bankaya para yatırmaz, sigorta yaptırmaz, faiz karşılığı kredi almaz vs. Durum böyle olunca da ölü bir medeniyetin kültür sanat varlıklarına sponsor olup da onlara reklam yapmanın gereği kalmaz. Öte yandan insanların pek çoğunun geçmişe, tarihi eserlere ve doğal güzelliklere duyarsız olduğu ve insanlara bu olayı duyuracak toplu iletişim araçlarından olan medyanın, doğal olarak mülkiyetinde bulunduğu sermayedarlardan yana saf tuttuğu göz önüne alınırsa Hasankeyf gibi bir yerin yok edilmesi kolaylaşmaktadır.
Vizyon, misyon ve değerlerini anlatırken “Topluma, doğal çevreye ve insanlığa yararlı olmak için azami çaba gösteririz” söylemiyle insancıl ve çevreci bir imaj çizmeye çalışan Garanti bankası Ilısu Barajı’na kredi verip doğal çevreye ve insanlığa ne kadar yararlı olduğunu göstermektedir. Ilısu Barajı’yla Hasankeyf gibi tarihi kültürel bir miras yok olacak. Ayrıca pek çok hayvan ve bitki yaşam alanını kaybedecektir. Ve insanlar da buna dahildir.
Hasankeyf ve Dicle Vadisi UNESCO’nun Dünya Mirası koşullarının onda dokuzunu taşıyan tek yerdir. Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin önemini vurgulamak için birkaç örneğe bakmakta yarar var. Çin Seddi 5, Piramitler 3 ve Kapadokya 2 kriter ile UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yerini alırken, onda dokuz kritere sahip bir bölgenin sular altında kalmasına göz yumulmaktadır.
Hasankeyf ve Dicle Vadisi UNESCO’nun Dünya Mirası koşullarının onda dokuzunu taşıyan tek yerdir. Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin önemini vurgulamak için birkaç örneğe bakmakta yarar var. Çin Seddi 5, Piramitler 3 ve Kapadokya 2 kriter ile UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yerini alırken, onda dokuz kritere sahip bir bölgenin sular altında kalmasına göz yumulmaktadır.
Ilısu Barajı ile 10 bin yıllık Hasankeyf ve 20 medeniyete ait sayısız tarihi eser sular altında kalacak. Ayrıca çeşitli memeli hayvanlar, sürüngenler, kelebekler, kuşlar, balıklar ve bitkiler yaşam alanlarını kaybederek ortadan kalkacaklardır.
Bir yandan sponsorluğuyla pek çok kültürel-sanatsal etkinliğin gerçekleşmesini sağlayarak çağdaş kültür-sanat gelişimine ve yayılımına katkı sunan sermaye, bir taraftan tarihi, kültürel ve doğal mirasın yok olacağı projelere kredi desteği sunar. Bu döngü sermayenin egemen olduğu sistem içinde kendi çıkarları uğruna yarattığı onlarca çelişkiye örnektir. Çıkarları uğruna yeri geldiğinde insan sağlığını, güvenliğini ve hayatını gözden çıkaran sermayedarların, tarihi, kültürel ve doğal mirasları hiçe sayması şaşırtıcı değildir.
Mimar Sinan GSÜ Arkeoloji bölümünden bir EG okuru
35
15-16 Haziran Direnişi ışığında, sendikal bürokrasi engelini aşmak ve sınıfla bütünleşmek için ileri!
15-16 Haziran 1970, Büyük İşçi Direnişi’nin 40. yıldönümündeyiz. 40 yılın ardından bugün, işçi sınıfının gücünü dosta düşmana gösteren TEKEL direnişinin yaşandığı ve tersinden sendikal bürokrasinin işçi sınıfına açık ihanetinin sahnelendiği bir süreçten geçiyoruz. Böylesi bir süreç içerisinde 15-16 Haziran’ın açığa çıkardığı Türkiye işçi sınıfının yıkıcı gücünün tarihsel anlamını değerlendirmek gerekmektedir.
kodamanları, “devrim” korkusuyla İstanbul’u terk ettiler. Direnişin birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. Kadıköy’de meydana gelen çatışmalarda 3 işçi şehit düştü.
1970 öncesi işçi sınıfı Saraçhane mitingi ve Kavel direnişleriyle başlattığı süreçte çok sayıda grev, direniş, fabrika işgali vb. gerçekleştirmişti. 15-16 Haziran direnişi böylesi bir birikimin üzerinden yükseliyordu. 1970’te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi’nden, ardından ise Senato’dan geçirildi. İşçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlayan, sendika değiştirmeyi güçleştiren yasa taslağı, 11 Haziran 1970’te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Böylece işçi sınıfı bir saldırıyla daha yüz yüze gelmişti. Amaçlanan, devlet eliyle kurulan Türk-iş’ten, işçilerin mücadele eğilimiyle kurulan DİSK’e işçi geçişini engellemekti. Türkiye işçi sınıfının o tarihe dek mücadelesiyle kazandığı hakları ellerinden almak demekti bu. Ve Türkiye işçi sınıfı da somut kazanımlarını korumak için sokakları doldurarak, militan eylemler gerçekleştirdi. İşçiler sermayenin ordusuyla karşı karşıya gelerek, barikatları aşarak İstanbul’un merkezine aktılar.
Dönemin DİSK Genel Sekreteri Kemal Türkler şöyle diyordu: “Girişilen tahripkar eylemle bir ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca da işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.” Radyo konuşmasını DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler yapıyordu. Anayasaya bağlılığını bildirerek, işçi sınıfının sokaklarda karşı karşıya geldiği sermayenin ordusunu, “gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusu” ilan ediyordu.
Öncelikle 15-16 Haziran 1970’in kısa tarihsel anlatımıyla başlayalım.
15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul’un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüş başladı. Her iki yakada da işçilerin sanayi havzalarında başlattıkları yürüyüş, fabrikalardan katılımlarla büyüyerek şehir merkezlerine dek indi. İstanbul’un iki gün boyunca süren bir nevi işgaline, pek çok fabrikadan içlerinde Türk-İş üyesi işçilerinin de bulunduğu 100.000’i aşkın işçi katıldı. Burjuva
36
Direniş, işçilerin “Vilayeti alalım!” şiarıyla bambaşka bir yöne evriliyordu. Sınıf, bağımsız siyasal çizgisinin ve öncüsünün eksikliği koşullarında dahi kitleselliği ve militanlığı ile DİSK’e hakim olan burjuva sosyalist anlayışı aşmaktaydı. DİSK’in çizgisini aşan eylem, bu kez karşısında DİSK’i buldu ve devletin ordusuyla-polisiyle yapamadığını yapmak DİSK’e düştü.
15-16 Haziran sadece yürürlülüğe konmak istenen sendikalar yasasına karşı gelişen bir hareket değildir. Ancak son ivmesini bu yasadan aldığı da bir gerçektir. Zira işçi sınıfı, DİSK’i burjuvaziden koparıp aldığı kazanımların somut ifadesi olarak görüyordu. Ve işçi sınıfı 15-16 Haziran’ı önceleyen süreçte dışa vurduğu mücadele eğilimini DİSK’i savunma şahsında doruk noktasına ulaştırmıştır. 15-16 Haziran’ı yaratan, gelişen sermayenin kendisiyle beraber geliştirdiği işçi sınıfı ve onun öfkesidir. Sınıf, önüne çıkan tüm barikatları aşa aşa üç şehit vererek şehrin merkezine dek inmiştir. Yıkıcı gücünü açığa çıkarmış, haklarını korumak için dişe diş mücadele etmiştir. Yapılan uyarılarla, engellemelerle direniş hız kesmiştir, ancak, 15-16 Haziran’ı erteleyen günlerde Türk DemirDöküm, Sungurlar, Derby, Otosan, Rabak fabrikalarında iş durdurma ve yavaşlatma eylemleriyle direniş sürdürülmüştür. 15-16 Haziran bugün daha aşılabilmiş değildir. Ancak işçi sınıfı dönem dönem biriktirdiği öfkeyi dışa vurmaktadır. 2009 yılı boyunca artan mevzi direnişler doruk noktasına TEKEL direnişiyle ulaşmıştır. TEKEL direnişi gelinen yerde sendikal bürokrasiyle hesaplaşma bilincini de açığa çıkararak sınıfa kattığı deneyim ve dersleri zenginleştirmesini de bilmiştir. Ve elbette ki aynı 15-16 Haziran direnişin de gösterdiği gibi, işçi sınıfının, kendi bağımsız devrimci çizgisine önderlik edecek sınıfın komünist partisinin şiarları altında birleşmedikçe kararlılıkla yürüyemeyeceğini tekrar kanıtlamıştır. Sendikal bürokrasi işçi sınıfının önünde aşılması gereken bir barikattır. Bu barikat aşıldığında işçi sınıfının gücü ehlileşme kanallarından devrimin altüst edici kanallarına akacaktır. Bunun somut örneğidir 1516 Haziran direnişi!
15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfının yıkıcı gücüyle tüm toplumsal tabakaları arkasına katarak burjuvaziye nasıl korku saldığını göstermiştir. 15-16 Haziran’ın deneyimi ile işçi sınıfı yolunu yürümeye ve bu yolu yürürken de her deneyimden öğrenerek kapitalist toplumu kökünden sarsacak, yıkacak, yerine yine deneyimlerinin ışığında Paris Komünü’nden, muzaffer Ekim Devrimi’nden öğrendiği gibi kendi diktatörlüğünü ilan edecektir.
Sivas’ta yakan, katliamlarla beslenen sermaye devletidir! 2 Temmuz 1993... Sivas’tan yükselen bir ateş, bir can pazarı. Sermaye devleti eliyle kışkırtılan dinci gericilerin ve şeriat yanlılarının yapmış olduğu katliamdır, Madımak.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin 1978’den beri düzenlemekte olduğu Banaz Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nin daha kalıcı, daha etkin olması için 1993 yılında sıkı bir hazırlık yürütülmüştü. Gerçekleştirilecek olan etkinlik için kitle örgütlerine ve Alevi çevrelere birlik sağlanması adına çağrılar yapılmıştı. Sivas’ın merkezinde gerçekleştirilmesi düşünülen bu etkinliğe tanınmış yazarlar, sanatçılar davet edilmişti. Bu etkinliğin bir şenlik havasında geçmesi düşüncesi hakimdi. Fakat bu kimilerini rahatsız edecekti.
1 Temmuz sabahı Sivas’a davetliler gelmeye başlamış, her şey planlandığı gibi yolunda gitmekteydi. Diğer yandan etkinlik, konuşmalar, söyleşiler, deyişlerle gerçekleşmekteydi. Bu süre zarfında ters giden hiçbir şey olmamıştı. Tarih 2 Temmuz’u gösterdiğinde ise Banaz’daki gerici yobaz-şeriatçı birliklerin gerçek yüzleri ortaya çıkmıştı. 15 gün önceden yapılmıştı katliam planları. İlk gün şeriatçı yobaz sürüleri pusuda beklemiş ve saldırı için Cuma gününü seçmişlerdi. 2 Temmuz günü Cuma namazından çıkan kalabalık, provakatörlerin kışkırtmasıyla harekete geçti. Önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne yürüdü gerici güruh. Daha sonra da Sivas katliamının yaşanacağı Madımak Oteli kuşatıldı. 8 saat boyunca süren bu zulümde insanlar, boş yere güvenlik güçlerinden yardım istediler. Çünkü polis ve asker zaten oyunun bir parçası olduğundan sesleri duymuyorlardı. Sonuç, 35 can...
Sadece 35 can mıydı yanan, yakılan? Elbette ki değil. Bir toplumu, bir inancı yakmaya çalışmışlardı. Fakat Sivas’ta yanan 35 cana karşı kitleler vardı, unuttukları. Sermaye devletinin bizzat yapmış olduğu katliamların ilki bu değildi. 12 Eylül öncesinden başlamıştı bu zulümlere. Namlularını çevirdikleri yerler Maraş’tı, Çorum’du...
olunca timsah gözyaşlarıyla olayı savuşturmaya çalıştı. Dökülen o gözyaşları yakılan ateşi söndürememiş, aksine halkın yüreğindeki külleri tekrar alevlendirmiştir. Kimse söylenen yalanlara, oynanan oyunlara, kurulan tuzaklara kanmamış ve kanmayacaktır.
Bu cinayeti işleyen katilleri o çok savundukları hukuk sisteminin açıklarında, çarpıklıklarında kendi elleriyle kaybettiler. Madımak katliamını oldu bittiye getiren ve hiçbir hesap vermeme cüretinde bulunanlar, günümüzde yaptıkları “Alevi açılımı” safsatasıyla halkın gözünde prestij yakalamaya çalışmaktadırlar. Fakat son süreçte açılım adı altında yaptıkları düzenbazlıklar, sahtekarlıklar, tansıklıklar ve komplolarla yazdıkları senaryoların tuzağına düşmemek için mücadele verilmektedir. Devrimci ve ilerici güçlerin unutturulmak istenenlere karşı verdikleri haklı mücadeleyi sonuna kadar sürdürecekleri akıllardan çıkmamalıdır. Yakan da yaktıran da devlettir. O gün Madımak’ta Alevileri hedefleyen mezhepsel katliam ile bugün ülkenin çeşitli noktalarında yapılan katliamlar arasında özünde bir farklılık yoktur. Kontra devlet ayakta kalabilmek için örgütlüyor bu katliamları.
Kurdukları kirli çarkın her dişlisinde ezilen ve ezilmekte olan halkların kanları bulunmaktadır. Çeşitli kodlamalarla kutuplaştırılan bu halklar tek bir şeyin farkında olmalıdır. Bu sistemin tüm çarpıklıklarını, pisliklerini ve alçaklıklarını temizleyecek olan işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek olan o büyük altüst oluştur. Ve biz buradan bir kez daha şiarımızı en yüksek sesle dillendiriyoruz. Kurtuluş yok tek başına
ya hep beraber ya hiçbirimiz!
Kendi himayesi altında beslediği yobaz sürülerinin yaptıklarını görmezden gelen, hatta onları kışkırtarak oradaki halkı da kullanan faşist devlet, yapılan planın istediği gibi gittiğinden emin olunca timsah gözyaşlarıyla olayı savuşturmaya çalıştı. Dökülen o gözyaşları yakılan ateşi söndürememiş, aksine halkın yüreğindeki külleri tekrar alevlendirmiştir. Kimse söylenen yalanlara, oynanan oyunlara, kurulan tuzaklara kanmamış ve kanmayacaktır.
Zorba ve baskıcı sermaye devletinin amacı, toplum üzerinde kendi baskı aygıtlarını kullanarak egemenliğini sürdürmekti. Alevi-Sünni çatışmaları, işçi ve emekçilere yönelik tutum, faşist bilincin koyu bir biçimde aşılanması ve sermaye devletinin yardakçılığını yapan basın... Bunları göz önünde bulundurduğumuzda 17 yıl öncesinde yaşanan bu acı olayın yaşanmasında kimlerin ne şekilde bu katliama destek verdiği alanen görülmektedir. Kendi himayesi altında beslediği yobaz sürülerinin yaptıklarını görmezden gelen, hatta onları kışkırtarak oradaki halkı da kullanan faşist devlet, yapılan planın istediği gibi gittiğinden emin
37
Tutsak yoldaşlardan mektup...
“Avucumuzda yüreğimiz ve geleceğimizle Filistinli Faris’in cüretini kuşanalım!” Merhaba yoldaşlar,
Filistin’de bir çocuğa soruyorlar “Devrim nedir?” diye. Sıkılı yumruğunun içindeki taşı gösteriyor “İşte budur?” diyor.
31 Mayıs günü İsrail devleti, Gazze’ye insani yardım götüren gemilere baskın düzenledi. Öyle bir baskın ki, 10’un üzerinde ölü ve onlarca yaralı var. Hatta gözaltında tutulanlar da var. Peki, nerden geliyor İsrail devletinin bu pervasızlığı?
Ezilen halklar ve işçi-emekçiler ayağa kalkıp yumruklarını sıkmadıkları sürece emperyalistlerinsiyonistlerin bu pervasızlıkları sürecektir. Zira bugün dünya üzerindeki her karış toprağın ve her damla suyun hakimiyeti onların elindedir. Buna son verecek olan ezilen halkların mücadelesinin büyütülmesidir. Bu konuda bize düşen görev de bu mücadeleye en büyük katkıyı sağlayacak olan, emperyalistkapitalist dünya zincirindeki kendi halkamızı koparmaktır.
38
ABD ile beraber sırt sırta vermelerinden geliyor öncelikle. Emperyalistler arası işbirliğinin, tüm dünyayı kan gölüne çeviren emperyalistlerin geldiği noktayı gösteren bir pervasızlık bu. Ancak bu saldırıya çok da şaşırmamak gerekiyor. Çünkü yıllardır Filistin’de kadın-çocuk-yaşlı demeden önüne geleni katleden bir mantık(sızlık) var karşımızda. Bu mantık, elbette sınıfsal bir mantık. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, bir milyona yakın insanı Irak’ta katlettiği bilinen bir emperyalist güç ile işbirliği yapan bir devlet neden bu gemilere de saldırmasın? 9-10 yaşındaki çocuklara tanklarla saldıranlar, Faris’i katledenler neden bu gemiye saldırmasın ki?
Saldırı uluslararası sularda olmuş. Bu yüzden meşru(!) değilmiş. Peki, Irak ABD’nin veya Filistin İsrail’in toprağı mı? Yok değilse buralardaki katliamlara neden şaşırmıyor insanlar? Yoksa alışıldı mı? Belki bu gemi saldırılarına da alışacak insanlar. Ama iki türlü şaşırmama hali vardır. Birisi alışılır ve elinden bir şey gelmeyeceğini düşünerek şaşırmamak, bir diğeri çözüm yolunu bilerek, gereğini yaparak, bu düzenin nasıl işlediğini görerek şaşırmamak. İlki fenadır, ikincisi doğrudur.
Bu emperyalist güçler karşılarında ezilen halklardan oluşan bir barikat bulmadıkları sürece bu pervasızlıklarına devam edeceklerdir. Geminin insani yardım malzemesi götürmesi önemli değildir. İsterse boş gitsin, İsrail için fark eder mi? Mesele, onun kriterlerinin, onun çizdiği sınırların çiğnenmesidir. On yıllardır Filistin halkını ortadan kaldırmaya çalışanlar, Filistin’i bölüp parçalayıp kocaman hapishanelere çevirenler, 1,5 milyonluk Gazze’de 1,5 milyonluk bir hapishane yaratmışlardı. Hatta Gazze için görüldüğü üzere giriş yasağı da vardır.
Gemiler arasında Türkiye’den de bir gemi var. Ve gemilerde birçok ülkeden birçok temsilci var. Elbette burjuvazinin temsilcileri veya bu zeminde politika yapanlar... Bu baskına şaşırılmasının nedeni de bu olsa gerek. Bir halk katledilirken, işçi-emekçiler katledilirken sorun yok ama bu düzen içerisinde hatırı
sayılır bir yeri olanlar katledilince kıyamet koparılıyor. İşte sınıfsal bakışın sonucu.
Peki, TC’nin tutumuna ne diyeceğiz? Sözde kıyamet koparanlardan Başbakan, Davos’taki gibi “laf var icraat yok” misali “bu bir devlet terörüdür” diyor. Ama sözde “kıyamet”, “one minute” sürüyor ve İsrail ile ilişkilerimiz, ortaklığımız bitmedi diyor.
Bülent Arınç “kınıyoruz” diyor. Ama “kimse İsrail’e savaş ilan etmemizi beklemesin” de diyor. Hatta İsrail’le yapılan ekonomik ve askeri ilişkilerin dondurulmasının söz konusu olmadığını söylüyor. Her nedense gemilerin gitmesinin hükümet projesi olmadığını da ekliyor. Belki ilerde pazarlık için işlerine yarar. Üç askeri tatbikat ve bir futbol maçı iptal ediliyor. İsrail’e tepki için yapılmış bu iptaller. Ve “hükümetten sert tepki” başlıklarıyla çıkıyor gazetelerde. Peki, hükümet bu adımları İsrail’e yaptırım uygulamak için mi, yoksa Türk işçi-emekçilerinin haklı öfkesinden ve tepkisinden korktuğu için mi atıyor? Elbette ikincisi. Korkuyor çünkü kendisine yönelebileceğini biliyor. Bu konuda da haklı. Ancak ekonomik-ticari anlaşmaların hepsi aynen duruyor. “Stratejik ortaklık” devam ediyor. Çünkü temsil ettikleri sınıfın çıkarları bunu gerektiriyor. Elbette bugün Gazze’ye, Filistin halkına verilecek en büyük destek yardım gemileriyle olmayacaktır. Ağlayarak dövünerek, “uluslararası kamu vicdanının derinden yaralanması” (Abdullah Gül) sonucunda “uluslararası hukuk”un vereceği tepkiyle de olmayacaktır. Bu Güvenlik Konseyi’nin toplanması ise emperyalistlerin kendi çıkarlarına uygun yeniden konumlanmasından öte bir anlam taşımayacaktır.
31 Mayıs günü başta gemilerdeki 800 kişi olmak üzere tüm dünya on yıllardır Filistin halkının her gün yaşadığı vahşete tanıklık etti, canlı canlı. Ezilen halklar ve işçi-emekçiler ayağa kalkıp yumruklarını sıkmadıkları sürece emperyalistlerin-siyonistlerin bu pervasızlıkları sürecektir. Zira bugün dünya üzerindeki her karış toprağın ve her damla suyun hakimiyeti onların elindedir. Buna son verecek olan ezilen halkların mücadelesinin büyütülmesidir. Bu konuda bize düşen görev de bu mücadeleye en büyük katkıyı sağlayacak olan, emperyalist-kapitalist dünya zincirindeki kendi halkamızı koparmaktır. Elbette elinde sadece taşı değil yüreğini ve geleceğini de tutan, tankın karşısındaki Faris’in cüretini kuşanarak… Onur İnce Sincan 1 No’lu F tipi