EG 127. sayı

Page 1



Yeni dönemde gençlik mücadelesini yükseltmeye! Oldukça hareketli bir yaz döneminin ardından okulların açılmasıyla birlikte yeni döneme giriyoruz. Yeni dönem gündemlerimize geçmeden önce geçirilen yaz dönemini değerlendirebilmek, ders çıkarabilmek günün sorumlulukları açısından bir çerçeve sunacaktır.

Referandum oyununun ardından…

Referandum süreci siyasal gündem açısından rejim krizinin göstergesi olarak yaz sürecinin sonuna denk geldi. Düzen, iç dalaşmalarının bir çıkış yolu olarak göstermelik bir referandum oyununu ortaya attı. Bunu yaparken de “demokrasi” sosuna bulandırılmış sloganlar kullandı. 12 Eylül döneminde idam edilen devrimcileri dillerine alma yüzsüzlüğü ile yalanlarını anlattılar.

AKP hükümeti ve yandaşları referandum oyununu ve yapılacak anayasal değişiklikleri 12 Eylül ile hesaplaşmak adı altında sundular. Düzen içi iktidar mücadelesinin gereği olarak da bu süreçte sistematik baskı ve zor kullanıldı. Referandum süreci özellikle Kürt halkına yönelik baskı ve tehdidin katlanarak artmasına sahne oldu. Referandum sürecinin kazananı AKP olsa da Kürdistan illerinde belirli bir başarıya ulaşan boykot egemenlerin baskı ve zorbalıklarıyla karşılandı. “Demokrasi bayramı” Kürt halkına operasyon ve tutuklama şeklinde döndü. Okulların açılmasından beridir TZP Kurdi’nin (Tevgera Ziman û Perwerdehiya Kurdî - Kürt Dili ve Eğitimi Hareketi) 2010-2011 eğitim-öğretim yılının ilk haftası olan 20-25 Eylül tarihlerinde “anadilde eğitim ve resmi dil hakkı” talebiyle gerçekleştirdiği okul boykotu gündemde. Egemenler boykota katılımı düşürmeye ve etkisizleştirmeye dönük yoğun hazırlık yapıyor.

Sınıf devrimcileri bu süreçte, işçileri-emekçileri düzen içi iktidar mücadelesine alet olmamak, anayasal hayaller karşısında devrimci sınıf mücadelesini büyütmek için boykot çağrısında bulundular, sosyalizm

propagandasını yaygın biçimde gerçekleştirdiler. Bugün referandum sonuçlarından süzülecek en önemli sonuç, işçi sınıfının mücadelesi dışında kalınarak düzenin sınırları içerisinde kullanılacak taktiklerin hiçbirinin hayatta başarı şansı olmadığıdır. Yine görüldüğü üzere gençlik düzen içi taraflaşmanın bir parçası oldu. Üniversitelerde ve liselerde egemenlerin etki alanı altındaki gençlik ile yeni döneme başlanacak. Öğrenci gençliği bu sahte taraflaşmanın cenderesinden çıkartacak, düzen içi taraflara yedeklenmesinin yerine kendi sorunları ekseninde bir mücadele hattı içerisinde olmasını sağlayacak bir müdahale acil bir zorunluluktur.

Sınıf hareketinden yansıyanlar…

Yaz süreci sınıf hareketi açısından da oldukça anlamlı deneyimler ile geçti. Yaz dönemine girerken madenlerde, tersanelerde yaşanan iş cinayetlerinin ardından kader açıklamaları yapıldı. Kapitalizm işçi kanı üzerinden kendini üretmeye devam etti ve cinayetler yüzsüzce kader ilan edildi. Ama buna karşılık Çel-Mer işçileri, UPS işçileri yaz başında direniş ateşini yakarak herkese izlenecek yolu gösterdiler. Bunu da sınıfın ortak belleğinden dersler çıkararak yaptılar. Çel- Mer işçileri kapı önü direnişlerini fabrika işgal eylemi ile başarıya ulaştırdılar. UPS işçileri direnişlerini sürdürürken birçok direniş ile sınıf

Referandum süreci siyasal gündem açısından rejim krizinin göstergesi olarak yaz sürecinin sonuna denk geldi. Düzen, iç dalaşmalarının bir çıkış yolu olarak göstermelik bir referandum oyununu ortaya attı. Bunu yaparken de “demokrasi” sosuna bulandırılmış sloganlar kullandı. 12 Eylül döneminde idam edilen devrimcileri dillerine alma yüzsüzlüğü ile yalanlarını anlattılar.

3


dayanışmasını yükselttiler. Birçok direniş, işgal deneyimini geride bırakırken UPS, Mutaş, Betasan, Paşabahçe direnişleri sürüyor. UPS işçilerinin de gösterdikleri yoldan direnişlerin sesini, bulunduğumuz tüm alanlara yaymak başlıca sorumluluğumuzdur. Bulunduğumuz üniversitelerde ve liselerde direnişleri anlatmak ve bu direnişlerle dayanışmayı büyütecek etkinlikler, ziyaretler örgütlemekle işe başlayabiliriz.

Sistemin yarattığı gelecek hayallerinin geleceksizliği!

Sermaye düzeni, eğitimi ticarileştirme saldırısını boyutlandırırken öğrencileri sindirmek, sorunlar karşısında sessiz kılmak için de baskı ve zorunu devreye sokuyor. Üniversitelerde, geçtiğimiz yıl içerisinde liselerde de gördük ki son yıllarda soruşturma ve uzaklaştırma terörünü en yoğun şekilde kullanıyor.

Eğitim sisteminin temel dayanağı elemeci sınav sistemidir. 2010-2011 eğitim ve öğretim yılı daha başlamadan sınav sisteminde yaşanan gelişmeler eğitim sistemindeki çürümüşlüğü gözler önüne sermiştir. Binlerce insanın gelecek umutlarını bağladığı bir sınavda yaşanan gelişmeleri sadece birkaç kişinin ya da birkaç kurumun düşüncesizliği olarak açıklayamayız. KPSS ile başlayarak ÜYS ve ALES’e varana dek açığa çıkan kopya şaibesi sadece ilgili kurumları değil, bir bütün olarak eğitim sistemini sorgulamamızı gerektirmektedir. Açığa çıkan kopya olayları ile birlikte KPSS’de birkaç sınavın iptal edilmesi eğitim sistemindeki çürümüşlüğün kanıtıdır.

Eğitim sistemi kapitalizmin temel köşe taşlarından biridir. Bu alandaki çürümenin göstergesi elbette tek başına sınav sistemi değildir. Sistemin kendini yenileme çabası neo-liberal dönüşümler olarak emekçilerin hayatlarına bu politikalar ekseninde yansıyor. Eğitimde de benzer şekilde işleyen sistem değişikliklerini Bologna Süreci adı altında görüyoruz. ’90’lı yılların başında zaten emekçi çocuklarına kapatılmış olan eğitim kurumları ile kapitalizmin ihtiyaçlarına karşılık veren iş gücü yetiştirmek için gerekli olan değişikliklerin kesiştirildiği daha kapsamlı bir dönüşüm sürecini tanımladılar. Toplamda kapitalizmin ihtiyaçları çerçevesinden bakıldığında Bologna Süreci neo-liberal sürecin eğitim ayağını oluşturmaktadır. Sosyal yıkım saldırılarını beraberinde getiren bu süreçler doğal olarak eğitim de yıkımlara yol açan politikaları uygulatacaktır. Elbette bunun yıkım payını öğrenciler hissedecek, kâr yanını ise egemenler. Bu politikalar karşısında gençliğin birleşik, kitlesel bir karşı koyuşunu örgütlemek, bunun sınıf mücadelesi ile bağını kurmak önümüzdeki dönem temel politikamız olacaktır.

Soruşturma-ceza terörü devam ediyor…

4

Sermaye düzeni, eğitimi ticarileştirme saldırısını boyutlandırırken öğrencileri sindirmek, sorunlar karşısında sessiz kılmak için de baskı ve zorunu

devreye sokuyor. Üniversitelerde, geçtiğimiz yıl içerisinde liselerde de gördük ki son yıllarda soruşturma ve uzaklaştırma terörünü en yoğun şekilde kullanıyor. Soruşturma ve uzaklaştırmalarla bu saldırı tufanına karşı duran her bir kişinin üniversitelerin, liselerin dışına atılması ile kalelerini güçlendirmeye çalışıyorlar. İçine girdiğimiz eğitim dönemindeki soruşturma listeleri bir kez daha bu saldırının geleceği boyutu gösteriyor. Geçen seneden devam eden uzaklaştırmalarla, yaz döneminde kesilen cezalarla üniversitelerine giremeyecek öğrencilerin sayısı artıyor.

Bu saldırıya karşı sorumlulukla davranmak gençlik hareketinin önündeki tıkanıklığı açmanın en temel yanını oluşturmaktadır. Önümüzdeki süreçte bu saldırıya karşı bu sorumlulukla davranılmadığı, saldırıyı püskürtmek için birleşik bir hat oluşturulmadığı takdirde gençlik hareketinin bugüne kadarki kazanımlarının üzerinin çizileceğinin görülmesi gerekmektedir. Geçtiğimiz sene bu açılardan birçok eksiği barındırmaktadır. Soruşturma ve ceza saldırısına karşı birleşik bir hat oluşturma imkanları süreç ilerledikçe tükenmişti. Bu saldırı açıktır ki hak arama mücadelesine, düşünce özgürlüğüne, gençlik hareketine dönüktür. Önümüzdeki süreçte de soruşturma ve uzaklaştırma terörüne karşı gerek üniversitelerin içerisinde gerekse de üniversite kapılarının önündeki direnişlerle mücadeleyi büyütme sorumluluğu omuzlarımızdadır. Öğrenci gençliğin karşısındaki gündemlerle bağını kurarak, yani bu saldırının arka planını anlatarak işlemeli ve bu terörü püskürtmeyi öncelikli hedefe koymalıyız.

Tek yol devrim kurtuluş sosyalizm!

Bütün bunlarla birlikte sistem gençliğe hiçbir gelecek sunmamaktadır. Sürekli olarak yaydığı sadece gelecek hayalleridir. Bu gerçekleşmeyecek hayaller bile bir avuç azınlık dışındakileri kapsamamaktadır. Tüm bu gerçekler gençliğin gelecek mücadelesinin işçi sınıfının kurtuluşundan bağımsız gerçekleşmeyeceğini göstermektedir.

Geleceksizlik dışında bir şey vaat etmeyen bu sistemin bilimsel alternatifinin, yani sosyalizm mücadelesinin yakıcılığının güncel önemi buradadır. Yeni bir döneme başlarken tüm bunların yönlendiriciliğinde işçi sınıfının kızıl bayrağının gençlik içerisinde dalgalandırıldığı bir hat izlenecektir.

6 Kasım’a ilerlerken…

Önümüzde duran 6 Kasım sürecini bu hedefler doğrultusunda örmeliyiz. Bologna Süreci eksenli karşımıza çıkan saldırılar, soruşturma-ceza terörü bu dönemde üzerine eğilinmesi gereken gündemlerdir. 2010 6 Kasım’ına gençlik gündemlerinin dönem başından itibaren işlenerek yürünmesi gerektiği gibi, arçalı tablonun aşıldığı bir süreç olması yönlü de yüklenmek gerekmektedir. Ekim Gençliği


YÖK’ün gençliğimizden götürdüklerine karşı mücadeleye! 1980 askeri faşist darbesinin ardından hızla inşa edilen, sessiz, korku toplumunun üniversitelerdeki en açık mimarıdır Yükseköğretim Kurulu, nam-ı diğer YÖK. Üniversitelerin bilim üreten kurumlar olmaktan çıkıp, birer ticarethane mantığında yönetilen kışlalara çevrilmesinde en büyük role sahiptir. Kuruluş tarihi olan 6 Kasım 1981’den günümüze bizden götürdükleri ise aslında sayılamayacak kadar fazladır.

Kuruluşunun ardından YÖK’ün başına Paris’te öğretim görevlisi olan Prof. İhsan Doğramacı getirildi. YÖK’te tüm yetkinin 4 yıllığına cumhurbaşkanı tarafından seçilen bir başkanda toplandığı demokratik (!) ortamda 11 yıl görevde kalan Doğramacı ve ardından gelen diğer tüm başkanlar kendilerine biçilen, üniversitelerin neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılması misyonunu layıkıyla yerine getirdiler.

Sürece kısaca bakarsak…

1970’lerde kapitalizmin içine girdiği krizden kurtulma yolu olarak başvurduğu neo-liberal ekonomi politikaları, Türkiye’de ’70’lerde yükselen muhalefetin 1980 darbesiyle bastırılmasıyla hız kazandı. Üniversiteler ise 1980 öncesi dönemde yükselen toplumsal muhalefette en önde bulunan üniversite öğrencilerini yetiştiren kurumlar olarak darbe sonrasında hızla yeniden yapılandırılması gereken kurumların başında geliyordu. Bu doğrultuda YÖK’ün kurulmasının ardından öncelikle üniversiteler disiplin yönetmelikleri ile muhalif öğretim görevlileri ve öğrencilerden arındırıldı. Gidenlerin yerine yenilerinin gelmemesi için de gerekli önlemler (!) itina ile alındı. Böylece düzenin üniversitelerdeki eli ayağı haline gelen YÖK yeni ekonomi politikalarının üniversitelerde uygulanması için uygun zemini yaratmış oldu. Sermayenin üniversitelerden beklentilerini en iyi kavrayan ve formüle eden YÖK başkanlarından biri de 1995 yılında seçilen Kemal Gürüz oldu. Kemal Gürüz’ün 1994 yılında TÜSİAD için hazırladığı raporda üniversite “modern işletmecilik teknikleri ile yönetilen bir kurum” olarak tanımlanıyor ve pazar ekonomisine, arz ve talep koşullarına uymak zorunda olduğu belirtiliyordu.

1996 yılına gelindiğinde YÖK başkanı olarak Gürüz üniversitelerin kaynak sorununa çözümleri de formüle etmişti. Bu çözümlerden ilki yüksek öğretimin, ihtiyaçları olana burs verilmesi kaydıyla, paralı hale getirilmesi, ikincisi denetim şartı ile özel ve yabancı üniversitelerin kurulmasına izin verilmesi, üçüncüsü ise üniversitelerin kaynak yaratmalarının teşvik edilmesiydi. Gürüz’ün bu önerileri gerçekten de üniversitelerin temel işleyiş mantığını özetler nitelikteydi. Bu formüllerin hayata geçerken en somut yansımaları ise üniversite kapılarının işçi ve emekçi çocuklarına kapanması, öğrencilerin müşteri, tüm kamusal hizmet alanlarında olduğu gibi üniversitelerin de sermayenin arka bahçesi haline getirilmesi oldu.

YÖK’ten farklı formüller, aynı çözümler…

YÖK’ün icraatları karşısında toplumda oluşan rahatsızlığa karşılık üretilen çözümler ise aynı mantığın farklı formüllerle, “yükseköğretimde reform” aldatmacasıyla tekrarlanması ve sonuç olarak daha da sağlam adımlarla hayata geçirilmesi şeklinde oldu. 1996 yılında Gürüz’ün üniversitelerin kaynak sorunu için ürettiği formül 2007 yılında karşımıza “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” kitabında “mali özerklik”, “esnek bütçe uygulamaları”, kaynak yaratmak için harç miktarlarının arttırılması olarak çıkıyor.

Kitapta mali özerklik şöyle ifade ediliyor: “Kurumların verimli çalışabilmesi ve kaynaklarını etkin kullanabilmesi anlamlı bir mali özerkliğe sahip olmakla mümkündür. Mali özerklik kavramı, kurumların farklı kanallardan gelir yaratabilmelerini, gelirlerini ve varlıklarını kendi amaçlarına uygun bir biçimde kullanabilmelerini ve esnek bir bütçe sistemine sahip olmalarını öngörür.” Ayrıca kaynak yaratma noktasında da “Devlet bu düzeyde bir kaynağı harekete geçirmekte zorlukla karşılaşıyorsa bu miktardaki kaynağın yükseköğretim alanına akımını alternatif kanalları kullanarak, örneğin yükseköğretimden yararlananların katılım payını (bu miktarı ödeyemeyenleri burs ve kredi sistemleriyle destekledikten sonra) artırarak gerçekleştirmelidir” önerisi getiriliyor. Kısacası başta da belirttiğimiz gibi reformlarla (!) üniversitelerde sermayenin talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümler daha da sağlam şekilde formüle ediliyor.

YÖK’e karşı mücadele üniversite gençliği açısından güncel bir görev olarak durmaktadır

KPSS sorularının çalınması ile başlayan eleme sınavları krizi ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik öngören son kanun taslağı ile YÖK son günlerde yoğun olarak tartışılmaktadır. KPSS krizi ile rezilliği bir kez daha tescillenen YÖK bu durumdan ÖSYM’de başkan değişikliği ile çıkmaya çalışmaktadır. Yükseköğretim Kanunu’nda yapılması önerilen değişikliklerse eğitimin ticarileşmesine yeni bir boyut kazandırmaktadır.

Birer ticarethane mantığı ile yönetilen kışlalara çevrildiğini söylediğimiz üniversitelerde tüm bu yıkım politikaları karşısında sessiz kalmayan, işçilerin, emekçilerin sesini üniversitelerine taşıyan, gerçek kurtuluş yolu için mücadele eden öğrencilerin, öğretim görevlerinin sesi ise disiplin yönetmelikleriyle kesilmek istenmektedir. Düzene muhalefet eden en ufak bir söz öğretim görevlileri açısından kapının önüne konmalarına, maaş kesintilerine uğramalarına, öğrencilerin uzaklaştırmalarla eğitim haklarının engellenmesine sebep olmaktadır. Ancak tüm bu baskılara rağmen, gençliğin geleceğini elinden alan YÖK’e karşı mücadele etmek biz üniversite gençliği açısından yaşamsaldır. B. Bahar

Kuruluşunun ardından YÖK’ün başına Paris’te öğretim görevlisi olan Prof. İhsan Doğramacı getirildi. YÖK’te tüm yetkinin 4 yıllığına cumhurbaşkanı tarafından seçilen bir başkanda toplandığı demokratik (!) ortamda 11 yıl görevde kalan Doğramacı ve ardından gelen diğer tüm başkanlar kendilerine biçilen, üniversitelerin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılması misyonunu layıkıyla yerine getirdiler.

5


Bologna Süreci’nin omurgası paralı eğitim üzerine kurulmuştur...

Geleceksizliğe karşı birleşik ve kitlesel mücadeleyi yükseltelim!

P. Mete

Eğitim alanı kapitalist egemenlerin ilgisini hem iş gücünün eğitimi üzerinden hem de bir pazar olarak çekmektedir. Bu nedenle de bu alan da neo-liberal dönüşümlerin doğrudan kapsamındadır. Onun bir parçası olan yüksek öğrenimde birçok farklı çıkarları kesişen kapitalistler bu sebeple bu alana da eğilmektedirler. Burada neo-liberal politikaların “Bologna Süreci” yüzünü görürüz. Bu kapsamda eğitime ulaşmak zorlaşmış, üniversitelerin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır.

Türkiye’de ve dünyada son iki yıla damgasını vuran ekonomik krizi kavrayabilmek bugün yaşanan birçok gelişmeyi yorumlarken tablonun en belirleyici parçasını yerine oturtmamıza yardım eder. Kapitalist sistemin krizi, onun doğasının ürünüdür. Yapısal bir sorun olan krizler çeşitli biçimleri ile farklılaşsalar da özlerinde özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim biçiminin dizginsiz kâr hırsında ortaklaşırlar. Kapitalizmin tarihinde yer alan üç büyük krizin sonuncusu her ne kadar 2008 ile patlak vermiş gibi gözükse de, esasen 1970’lere uzanan bir geçmişi vardır. Ve uzun gibi görünen bu süre içinde bir gelişimi söz konusudur.

belirlemiştir ve birçok ülkede özgün biçimlerde ve değişen zaman aralıklarında hayata geçirilmeye başlanmıştır. Türkiye’de ise buna 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ardından başlanmıştır. Ve yine tüm dünyada olduğu gibi bu kapsamda Türkiye’de de kapitalizm üretim rejimlerine yeni bir yön vermiş, kamusal hakların yıkımında önemli eşikler atlanmış ve emperyalizm ile kurulan siyasi bağlar pekişmiştir. Eğitim de bu kapsama girmiş, YÖK bu alanda kendi yapısal krizinin faturasını emekçilere ve dolaysız olarak gençliğe yıkmak isteyen kapitalist düzenin hizmetine atanmıştır.

Ekonomik krizlerin kapitalist üretim biçimi içinde kesin bir çözüme kavuşabilmeleri mümkün değildir. Çünkü sistemin yapısal olarak ürettiği bir sorunun çözümü ancak sistemin aşılması ve bilimsel bir alternatif ile yer değiştirilmesi ile olanaklıdır. Bu sebeple krizler kapitalist üretim biçiminde süreklidirler. Ancak sözünü ettiğimiz üç büyük krizde yerel sorunların birbirleri arasındaki bağlardan ötürü küresel bir etki kazandıklarını görüyoruz. Çeşitli ulusal ekonomilerin bağlı oldukları emperyalist zincir içinde böyle bir etkinin yayılmasının önünde bir engel de bulunmamaktadır.

Eğitim alanı kapitalist egemenlerin ilgisini hem iş gücünün eğitimi üzerinden hem de bir pazar olarak çekmektedir. Bu nedenle de bu alan da neo-liberal dönüşümlerin doğrudan kapsamındadır. Onun bir parçası olan yüksek öğrenimde birçok farklı çıkarları kesişen kapitalistler bu sebeple bu alana da eğilmektedirler. Burada neo-liberal politikaların “Bologna Süreci” yüzünü görürüz. Bu kapsamda eğitime ulaşmak zorlaşmış, üniversitelerin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır.

Kapitalizmin krizi yapısaldır ve kendi sınırları içinde bir çözümden yoksundur!

Bu süreç içinde yıllara yayılmış bir dizi müdahale ile kapitalistler ekonomilerine rahat bir nefes aldırmanın yollarını aramışlardır. Sosyalizmin etkisinin yıkıma uğradığı, sınıf mücadelelerinin gerile(til)diği bir dönemde emperyalistlerin eli de bu konuda olabildiğince rahatlamıştır. Krizin ‘70’lerde patlak vermesi ile birlikte ortaya atılan neo-liberal ekonomi politikaları üçüncü büyük krizin 2000’lere değin uzanması ile sonuçlanmıştır. Bugün geldiğimiz noktada ise kriz tüm birikimi ile yıkıcı bir boyuttadır. Zira ABD’de bir banka aynı zamanda bir orta kuşak ülkede yapılan yatırımı finanse etmekte veya Avrupalı bir üretici için Asya temel bir pazar olabilmektedir. Dolayısıyla da sorunlar ve soruna müdahaleler çağımızda doğrudan ya da dolaylı olarak küresel bir niteliktedir. Sonuç olarak ise kapitalizmin kaleleri çeşitli şirketler batmıştır. Hatta bu dalganın kontrol edilmesi için devletlerin kamu kaynaklarını devreye sokmaları ardından bugün devletlerin iflasları söz konusudur.

12 Eylül’ün çocuğu YÖK kapitalist sömürünün ve geleceksizliğin garantisidir!

6

Kapitalizm yapısal sorunlarına gerçek bir çözüm getiremese de, onlar içinde debelenir. Sorunların boyutu ve kapsamı bize, müdahalelerin de genişliği konusunda fikir verir. Neo-liberal ekonomi politikaları bu müdahalenin temel eksenini

Bologna Süreci kapitalist tekellerin hizmetindedir, tüm planlarının harcını ise gençliğin geleceğini öğüterek karmaktadır!

Öte yandan ise çalışma rejiminde gerçekleşen dönüşümler halihazırda istihdam edilecek iş gücünün yetiştiği eğitim kurumlarına etkimekte ve yıllardır “kendini geliştirme”, “rekabet”, “esnek çalışma” ve “pazarın ihtiyaçlarına karşılık veren” müfredatlar ile eğitim kapitalizmin baskısı altında dönüşmekteydi. Ne var ki tüm bunların çok daha kapsamlı ve daha verimli bir biçimde olabilmesi de temel bir ihtiyaçtı. ’90’ların sonuna doğru bu kapsamda eğitim kurumlarının verimliliğini yükseltmek hedefiyle yola çıkan kapitalist egemenler Bologna Bildirgesi’nde müdahale eksenlerini belirlediler. Sözkonusu bildirge ile şekillenmeye başlayan Bologna Süreci kapsamında gerçekleşen tartışmalara rengini veren temel tanımların başında “pazarın ihtiyaçları” ve “verimlilik” gelmektedir. Bu iki yaklaşım noktası bizlere fazla söz bırakmadan eğitime ve istihdama olan bakışın şirketlerin kâr oranları üzerinden olduğunu göstermektedir.

Emperyalizm zincirinin kopmaz bir halkası olan Türkiye’nin sürecin dışında kalması kapitalizmin yasaları sınırında imkansızken, zaten Türkiyeli kapitalistlerin de böyle bir eğilimi olamazdı. Onlar da çeşitli imkanlar yaratabilmek adına sürecin aktif bir öznesi olmayı tercih edip anlaşmalarda yerlerini aldılar. Bu sayede hem uluslararası pazar ile bağları güçlenecek hem de ülke içinde ihtiyaçlarına daha doğrudan karşılık bulabileceklerdi. Bu ihtiyaçlar neler diye baktığımızda aslında Bologna Süreci öncesinde on yıllardır süregelenlere sadece


yenilerinin eklendiğini görüyoruz: Eğitim alanının pazara açılabilmesi yeni yatırımlara hazırlanması, ucuz ve ihtiyaca göre eğitilmiş iş gücü ve bilgi üstünlüğü... Avrupa'da yüksek öğrenim kurumlarının, şirketlerin önemli ölçüde özverisi ve ilgisi ile yükselişinin de geniş yığınlar içinde eğitimin yaygınlaşmasının da, kamu kaynaklarından bu alana aktarımlarının olmasının da ardında bunlar yatmaktadır.

Kapitalizmin ve sermayenin yıllara yayılmış müdahaleleri ardından günümüze gelindiğinde eğitim tüm kademelerinde paralılaştırılmıştır. İlk öğretimden yüksek öğretime, kurslar, kömür paraları, okul aile birliği aidatları, harçlar, karne paraları ve fotokopi ücretleri ile sermaye düzeni eğitimin her parçasını kuruşu kuruşuna öğrencilerden çıkarmakta kararlıdır. Tüm bunların üzeri kalite vb. örtülerle kapatılmak istenirken, dershanelerde öğrenciler cahilleştirilmiş, özelleşen yemekhanelerde at ve eşek eti yemişler, kömür parası ödedikçe üşümüş ve fotokopi ücreti öderken sınavlarına giremez olmuşlardır.

Kapitalist üretim biçimi yapısal olarak işsizliği büyütür. Bu bakımdan işsizler ordusu kapitalizmde hep vardır. Ve yine işsizlik kapitalistlerin ucuz iş gücü havuzuna aktığı için de hep çıkarları doğrultusunda beslenir. Ancak bugün bu havuz dolup taşmaktadır... Bu nedenle de artık eğitimin kitleselliği onun sırtında bir kamburdur.

Egemenler haykırıyor: Paran kadar oku, paran kadar yaşa!

Bologna Süreci eğitimde yaşanan dönüşümlerin yüksek öğrenim alanındaki boyutu olarak Neoliberal dönüşümler kapsamında yüksek öğrenimin kendi içinde bir pazar ve toplam pazarın da bir parçası haline gelmesini sağlamaktadır. Yani beslenme, temizlik gibi temel ihtiyaçların şirketlerce satılan hizmetlere dönüştürülmesi, bölümlerin ve derslerin pazardaki yerine göre ücretlendirilmesi, pazarda yeri olmayan kimi sosyal bölümlerin gerektiğinde kapatılması ya da pazarın popüler bölümlerinin ikinci öğrenim gibi biçimlerde çok daha yüksek ücretlere satılması gerçekleşecektir. Sermayenin emir kulu YÖK bu sürecin oyun kurucusudur. YÖK başkanı “Üniversite eğitimi paralı olmalıdır” diyerek görev bilincini kanıtlamıştır.

Eğitim bugün bireysel bir ihtiyaç olarak gösterilmek istenmektedir. Oysa ki üretimin toplumsallaştığı günümüzde bireyin eğitimi/eğitimsizliği tamamen toplumsal bir meseledir. Şirketlerin müfredatlardan burslara burunlarını her yere sokmaları da bundan ötürüdür. Eğitim sistemin toplam bir zorunluluğu iken, şartların geniş yığınlar lehine olması gerekir. Bugün bu başka türlü gösterilmek istenmektedir. Eğitim bireysel bir tercih/ihtiyaç, entelektüel bir çaba, daha iyi yaşam koşulları için manivela, özetle bir şans kapısı olarak gösterilmektedir. Bu sayede imkanı olan okur, olmayan tercihini sözde başka türlü kullanır. Bologna Süreci bu kılıf içinde bir süredir eğitim kredileri, yarı zamanlı çalışma gibi uygulamalar ile gelecek vaatlerine bir adım daha yaklaşmak isteyenlere yol göstermektedir. Arkasına da icra davalarını, güvencesiz çalışmayı ve iş cinayetlerini alarak...

Sorunlar yumağı eğitim sistemi tümüyle çürüyen düzenin aynasıdır...

Sermayenin eğitim üzerindeki ilgisinin bir başka boyutu, yüksek öğrenim öğrencilerinin kısa sürede iş gücü içinde yer alacak olmalarıdır. Bu bakımdan ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan kapitalistler, eğitim sürecini tamamlayan mezunların elinde bir hak görmek istememektedirler. Son dönemde süratle tamamlanan mimarlık, mühendislik ve avukatlık alanını kapsayan yetkinlik/yeterlilik ve sözleşmeli doktorluk/öğretmenlik düzenlemeleriyle eline diplomasını alanı sistemin güvencesiz, geleceksiz emekçisi haline getirmektedir. Bu ise beyaz yakalılarda da mavi yakalıların mahkum edildiği çalışma şartlarının gerçekleştirilmesi demektir. Bologna Süreci bu kapsamda üniversiteleri denkleştirmek gibi bir iddiaya sahiptir. Burada hedeflenen ise öğrencilerin eşit imkanlarla daha geniş bir yüksek öğrenim kurumları yelpazesinde kendilerine uygun bir tercih yapabilmeleri gibi gösterilirken, esasında tüm ulusların genç emekçilerinden süzülen işsizlik nehrini sermayenin her türlü sınırdan arındırılmış iş gücü havuzunda toplayabilmek ve içlerinden dilediğini dilediği koşullarda çalıştırabilmektir. Bu yolla aynı zamanda yetkin/yeterlilik, pazarın genişlemesi, sürekli gelişim programları, ek sınavlar ve kurslar anlamına gelmektedir.

Sınav olgusunun ise KPSS’de yaşananlar ardından anlamı açıktır. Para tuzağı dershanelerde geleceksizlik örtüsü sınavlara mahkum edilen milyonlar her türlü umudunu yitirmiş bir halde sistemin karşılarına çıkardıklarına razı olmaktadırlar. YÖK başkanı ise sürecin kuklası olarak durumu “Herkes iş bulmak zorunda değil” diyerek özetlemiştir. Sınavları kazanamadığı veya eğitim borçlarını ödeyemediği için intihar edenlerin sayısındaki artış ise bu zorunluluğun bir başka yüzüdür.

Bologna Süreci ile açıktır ki milyonların sefaletini derinleştiren neo-liberal dönüşümlerin eğitim ayağını izlemekteyiz. Öncelikle burada bu yıkım politikalarına karşı ortaya konulacakların bir bütünlük içinde olmaları gerektiğini görmeliyiz. Öyle ki halihazırda tüm neo-liberal dönüşümler zaten bir bütünlük içinde yürümekte ve kapitalist düzenin devamlılığına hizmet etmektedir. Ve görmemiz gereken bir başka nokta bu sosyal yıkım saldırılarının toplumsal muhalefetin zafiyetinden güç alıyor ve daha da pervazsızlaşıyor oluşudur. Bu bakımdan Bologna Süreci kapsamında eğitimde yaşanan saldırılar karşısında öğrenciler cephesinden birleşik ve kitlesel bir mücadelenin yükseltilebilmesi, geniş kitlelerin örgütsüzlüğünden cesaret alan kapitalistlerin karşısında gençliğin gelecek özlemlerinin beslediği gücün örgütlenmesi demektir. Genç komünistler açısından belirleyici bir başka boyut ise bu dinamik ile sınıfın bağımsız mücadele ekseninin bağının su yüzüne çıkarılması zorunluluğudur. Zira ifade edildiği gibi bugün eğitim alanındaki dönüşümlerin omurgası kapitalistlerin toplam yıkım politikasıdır.

Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!

Bugün bu bağlamda da gençliğe ve emekçilere geleceksizlikten başka bir şey vaat edemeyen kapitalizmin karşısında onun bilimsel alternatifi sosyalizmin mücadelesi, kapitalist sınıfın karşısında işçi sınıfının yanında devrim mücadelesi çağrısı giderek yakıcılaşmaktadır.

Kapitalizmin ve sermayenin yıllara yayılmış müdahaleleri ardından günümüze gelindiğinde eğitim tüm kademelerinde paralılaştırılmıştır. İlk öğretimden yüksek öğretime, kurslar, kömür paraları, okul aile birliği aidatları, harçlar, karne paraları ve fotokopi ücretleri ile sermaye düzeni eğitimin her parçasını kuruşu kuruşuna öğrencilerden çıkarmakta kararlıdır. Tüm bunların üzeri kalite vb. örtülerle kapatılmak istenirken, dershanelerde öğrenciler cahilleştirilmiş, özelleşen yemekhanelerde at ve eşek eti yemişler, kömür parası ödedikçe üşümüş ve fotokopi ücreti öderken sınavlarına giremez olmuşlardır.

7


Yüksek Öğretim Kanunu’ndaki değişiklikle paralı eğitim uygulamaları katmerleniyor, öğrenciler rekabet dünyasına hapsediliyor! Eğitimin ticarileşmesi üzerinden bugüne kadar karşımıza çıkan saldırılar, “Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile yeni bir boyuta taşınmak isteniyor. Madde değişiklikleriyle Yüksek Öğretim Kanunu’na geçirilmeye çalışılan uygulamalar aslında eğitim alanında yıllardır fiilen sürüyor. Aynı şekilde kanun değişikliği de uzun yıllardır karşımıza çıkan bir tartışma.

Dünyadaki neo-liberal dönüşümler ekseninde Türkiye’de de saldırılar ardı arkası kesilmeden ’80’li yıllardan bugüne dek yoğunlaşarak sürüyor. En kapsamlı saldırılar ise insanın temel ihtiyaçlarına dönük yaşanıyor. Eğitim alanı “dönüşüm”lerin en çok yaşandığı alanlardan biri. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, yükseköğretim için bu dönüşümler çerçevesinde tasarlananların ilk aşamasıdır.

Dünyadaki neo-liberal dönüşümler ekseninde Türkiye’de de saldırılar ardı arkası kesilmeden ’80’li yıllardan bugüne dek yoğunlaşarak sürüyor. En kapsamlı saldırılar ise insanın temel ihtiyaçlarına dönük yaşanıyor. Eğitim alanı “dönüşüm”lerin en çok yaşandığı alanlardan biri. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, yükseköğretim için bu dönüşümler çerçevesinde tasarlananların ilk aşamasıdır.

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile eğitim alanında maddeleşmiş saldırılar, sermaye tarafından ardı arkası kesilmeden boyutlandırılmaya çalışılıyor. 1994 yılında TÜSİAD, Kemal Gürüz’ün koordinatörlüğündeki dört kişilik gruba “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adlı bir rapor hazırlattı. Bundan iki yıl sonra da “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Taslağı” hazırlandı. Bugün tartışmaları yürüyen kanun değişikliğinde hedeflenenler, Kemal Gürüz ve arkadaşlarının hazırladığı raporun kapsamıyla benzerdir.

Yürüyen tartışmalarla görülmektedir ki üniversite-sermaye işbirliği resmileşecek, paralı eğitim uygulamaları artacak, üniversiteler sermaye eksenli yeniden yapılandırılacaktır. Ama bu ticarileştirme adımlarıyla birlikte “disiplin sorunları”, atama ve yükselme konuları, öğrenci örgütlenmesi gibi başlıklar üzerinden gençliği apolitikleştirme-örgütsüzleştirme de saldırının temel bir hedefi olarak karşımızda durmaktadır.

Eğitim, sermayenin en temel rant alanlarından birine dönüştürülmektedir!

İnsanın en temel ihtiyaçlarından ve haklarından biri olan eğitim, sermayenin neo-liberal saldırıları çerçevesinde temel bir gereksinim olarak tanımlanmaktan çıkarılmıştır. GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile birlikte ise eğitimin kişisel gelişim sağladığı, toplumsal değil kişisel getirisinin yüksek olduğu öne sürülerek, yüksek öğretim masraflarının bir kısmının kişinin kendisi tarafından karşılanması karara bağlanmıştı.

8

Son dönemde Bologna Süreci ile sermayenin üniversiteler üzerindeki tahakkümünün doğrudan açık kurumlar eliyle artırılması, mesleklerin ve eğitimin yeniden yapılandırılması vb. noktalarda

yeni adımlar atılması hedefleniyor. Kanun değişikliği tüm bu hedefler gözetilerek hazırlanmıştır. Bu şekilde eğitim çoğu insan için artık ulaşılmaz, “satın alınamaz” hale getiriliyor. Üniversiteler ise “mali özerklik” tartışmasıyla kendi “kader”lerine terk ediliyor. AR-GE çalışmaları, KOSGEB, teknopark vb. aracılığıyla sermayeye projeler üreterek, kısacası sermayeye teknoloji pazarlayarak ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ileri sürülüyor.

Temel bir hak olmaktan çıkarılmaya çalışılan eğitim, böylelikle sermayenin en temel rant alanlarından birine dönüştürülmüştür. Son bir sene içerisinde bu yönlü iki temel saldırıyla karşı karşıya kaldık. Bir tanesi harçlara %500’lere varan zam yapılmasının planlanması, bir diğeri de kanun değişiklik taslağıdır. Harç zamları geçen yıl öğrencilerin tatilde olduğu bir dönemde sessiz sedasız çıkarılmaya çalışılmıştı. Şimdi Yüksek Öğretim Kanunu’nda yapılacak değişikliklerle paralı eğitim uygulamaları, harç sürecinde %8’e kadar attıkları geri adımın acısını çıkartmak istercesine tırmandırılıyor.

“Üniversitelerden atılma dönemi sona eriyor!” Fakat sadece parası olanlar eğitim hayatına devam edebiliyor…

Kanun değişikliği üniversiteden atılma diye bir şey kalmadığı propagandasıyla gündeme getiriliyor. Şu an geçerli olan uygulamaya göre üniversitede her sürecin (önlisans, lisans, yüksek lisans programlarının) belli seneler içerisinde bitirilmesi gerekiyor. Hedeflenen değişiklikle birlikte üniversiteyi bitirmekte zaman sınırı kaldırılıyor. “Zaman sınırı kaldırılarak üniversiteyi bitirme olanağı” gibi lanse edilmeye çalışılan bu değişiklik, ekstra yıllar için istenilen astronomik fiyatlarla aslında sınırlı sayıda öğrencinin yararlanabileceği bir “imkan” olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Düzenlemeye baktığımızda getirilmeye çalışılan bazı değişikliklerle standart harç miktarının ötesinde zamlı olarak para alınmasının yolu düzlenmeye çalışılıyor.

Değişiklik taslağında, “Aynı yükseköğretim kurumundaki öğrenimi sırasında bir derse üçüncü kez kayıt yaptıran öğrencilerin kredi başına ödeyecekleri katkı payı, ders alacağı yılda o program için belirlenen katkı miktarının yüzde 100 fazlasıyla alınacak. Bir derse dört veya daha fazla kez kayıt yaptıran öğrencilerden alınacak katkı payları, aşamalı olarak öğrenci başına o yıl için belirlenen cari hizmet maliyetinin tamamının iki katını aşmayacak şekilde, üniversitelerden gelen öneriler de değerlendirilerek YÖK tarafından belirlenecek.” şeklinde geçiyor.


Demek oluyor ki dört yıllık bir fakültede eğitim gören bir öğrenci eğitimini dört yılda bitirmiş olsa da eğer bir dersten üçten fazla kez kaldıysa standart ödemesi gereken harcın kat be kat fazlasını ödeyerek mezun olmuş olacak. Har(a)ç üzerinden yapılan hesap bununla sınırlı değil. İnsanları tek kişilik dünyalarına hapseden kapitalizm, eğitim sistemiyle de bireyselleşmiş ve bencil insanı yaratır. Üniversitelerde not sistemi bile bireysel çıkarları için koşturan bir kişilik oluşturur. Rekabete dayalı sistemin notlandırması ve eleme sınavları bu mantığa göre ayarlanmaktadır. Kanun değişikliğinde harçlar üzerinden gündeme gelen değişikliğin bir yanı da bu rekabeti körüklemektedir. Başarıya göre harç indirimi uygulaması da hayata geçirilmeye çalışılıyor.

Örneğin, ikinci öğretimde okuyan bir öğrenci hazırlık sınıfı hariç- bütün derslerini verdiyse ve not ortalamasına göre başarı sıralamasında %10’a girdiyse bir sonraki sene birinci öğretimlerin ödediği kadar harç parası ödeyecek. Eğer ki birinci öğretim öğrencisi ise ve aynı kriterlere uygunsa harç parasında indirim uygulaması yapılacak.

Özel üniversitelere devlet bursuyla öğrenci girebilecek…

Taslakta, özel üniversitelerde devlet bursuyla öğrencilerin okuyabilmesi de öngörülen değişikliklerden birisi. Her yıl devlet üniversitelerine bütçe ayrılmazken özel üniversitelere bütçe ayrılabiliyor. Mantar gibi her sene yeni yeni özel üniversiteler açılıyor. Bu yeni uygulamayla da devlet bursuyla özel üniversitede okuma imkanı sağlanıyor. Böylece hem başka bir kanaldan doğru özel üniversitelere para akıtılmış hem de öğrenciler özel üniversitelere yönlendirilmiş olacak.

Öğrencilere part-time çalışma “imkanı”yla sömürü dayatılıyor!

Taslaktaki bir diğer değişiklik de öğrencilerin kısmi zamanlı çalışması üzerine. Üniversiteler, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu (YURTKUR) tarafından burs verilmekte olan veya burs alma şartlarını taşıyanlara öncelik tanıyarak, kısmi zamanlı olarak geçici işlerde öğrenci çalıştırabilecekler.

SSGSS’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte kısmi zamanlı çalışan öğrencilerin çalışma hakları ellerinden alınmıştı. Yeni düzenlemeyle öğrencileri ucuz iş gücü olarak çalıştırmayı planlıyorlar. Kısmi zamanlı çalışacak öğrenciler işçi olarak kabul edilmeyecekler, böylece birçok haktan da yoksun kalmış olacaklar. Bir saatlik çalışma karşılığında öğrencilere, 4857 sayılı İş Kanunu kapsamında 16 yaşından büyük işçiler için belirlenmiş günlük brüt asgari ücretin dörtte birini geçmemek üzere üniversite yönetim kurulu tarafından belirlenen ücret ödenecek. Haftalık çalışma süreleri ile diğer usul ve esaslar Maliye Bakanlığı’nın görüşü alınarak YÖK tarafından belirlenecek.

YÖK Başkanı konuşmalarında bir üniversite değil ticarethane tarifliyor!

YÖK tarafından hazırlanan bu saldırı taslağı tartışılırken YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan da yaptığı açıklamalarla nasıl bir üniversite yaratmak

istediklerini tarifliyor. Özcan üniversitelerdeki seçimler üzerine yaptığı bir konuşmada, “Biz de devlet üniversitelerinde seçici bir kurul olsun istiyoruz. Bunu da yaratacağız. Adına seçici kurul denir, mütevelli heyeti denir. Ne derseniz deyin. Üniversite bu seçici kurulu kendisi yaratacak. İsterse sanayi odasından biri alınsın, isterse belediye başkanı veya sivil toplumdan isimler. Bu heyet rektörü belirlesin. Rektör adayı ile görüşecek, mülakata çağıracak. Adayın yönetim potansiyelini değerlendirecek. Üniversiteye katacaklarını şehre olan katkılarını değerlendirecek. Daha sonra da isim belirleyip bizden onay alacak. Böyle olmazsa üniversiteleri bölüyoruz. Bakın son olarak Marmara Üniversitesi’nde seçim yapıldı. 3 adaydan biri 490, biri 380, biri de 300 oy aldı. Ne oldu şimdi üniversite 3'e bölündü. Kim atansa diğer taraftakiler küsecek. Bundan sonra nasıl tamir edeceksiniz o üniversiteyi. Rahmetli İhsan Doğramacı seçim sistemi geldi diye istifa etmişti, çok haklıymış. Acilen seçim sistemi kaldırılacak.” şeklinde düşüncelerini ifade ediyor. Tam da bu noktada daha da pervasızlaşarak konuşmasının ana temasına geliyor. Ve konuşmasına, “Türkiye’de rektörler illa profesör olacak diye bir şey var. Bu inanç yıkılmıyor. Akademi dışından bir insanın rektör olacağına kimse inanmıyor. Sanılıyor ki akademiden gelirse bir hikmet var. İşletme özellikleri olan bir insan gelse daha iyi idare edebilir. ABD’de birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var. En önemli işimiz şimdi bu. Rektörlük konusunu değiştiriyoruz. Yakın zamanda tamamlanacak çalışma ile artık seçim olmayacak. Bakın vakıf üniversitelerinde kavga çıkıyor mu? Mütevelli heyetinin istediği isim rektör oluyor. YÖK’ten sadece onay alınıyor.” diye devam ediyor. Konuşmada bahsedilen mütevelli heyeti veya diğer bir adıyla danışma kurulları Bologna Süreci kapsamında çokça karşımıza çıkan bir tanımlama. Sermaye patronlarının, sermaye kuruluşlarından ve belli sivil toplum örgütlerinden temsilcilerin katılımıyla oluşacak bu heyetlerin üniversiteleri yönetmesi hedefleniyor. YÖK’ün hazırladığı taslak da YÖK başkanının yaptığı konuşma da sermayenin hedeflerini bir kez daha ve açıktan ortaya koymuş oldu.

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler çerçevesinde hazırlanmış taslağa baktığımızda, paralı eğitim uygulamalarının katmerlenmesinden ve öğrencilerin ilkokul sıralarından itibaren koşturuldukları rekabet dünyasının girdaplarında boğulmasından başka bir şey ifade etmemektedir.

Saldırılara karşı birleşik ve militan bir mücadele hattı örmeliyiz!

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler çerçevesinde hazırlanmış taslağa baktığımızda, paralı eğitim uygulamalarının katmerlenmesinden ve öğrencilerin ilkokul sıralarından itibaren koşturuldukları rekabet dünyasının girdaplarında boğulmasından başka bir şey ifade etmemektedir. Yaz döneminde sessiz sedasız geçirilmeye çalışılan bu taslak, haber bültenlerinde allı güllü cümlelerle tanımlamaya çalışılsa da eğitim hakkının gaspından, ucuz emek sömürüsünden, geleceksizlikten başka bir şey değildir.

Bu taslak değişikliği başta olmak üzere, Bologna Süreci kapsamında karşımıza çıkacak buna benzer saldırılara karşı birleşik bir mücadele hattı örerek, gaspedilen tüm haklarımızı geri alma bilinciyle hareket etmeliyiz.

9


İLO genç işsizlik oranını açıkladı: “Kayıp bir kuşak” geliyor! Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 2009 yılında 81 milyon 14-25 yaş arası genç işsizle dünyada genç işsizlik oranının rekor seviyeye ulaştığını, 2010 yılında bu oranın daha da artmasının beklendiğini açıkladı. Araştırmayı yapanlardan ekonomist Sarah Elder, bu gençlerin “tüm girişimleri yaptığını ancak kapıların yüzlerine kapandığını” belirtti. ILO, artan genç işsizlik oranın “kayıp bir kuşak” yaratma tehdidi oluşturduğunu açıkladı. Şimdilik nüfusu 81 milyon olarak açıklanan “kayıp kuşak”ın Türkiye’de de hatırı sayılır üyesi bulunuyor. Dünya genelinde genç işsiz oranı %13’le rekor seviyeye ulaşırken Türkiye’de bu oran yaklaşık iki kat daha fazla.

ile ilgili net veriler ortaya koymasa da önümüzde duran işsizlik gerçeği ve bizleri bekleyen geleceksizlik hakkında bir fikir vermektedir. Büyükekşi’nin verdiği müjdeli tabloyu; KPSS sonucuna rağmen ataması yapılmadığı için intihar eden öğretmenler, asgari ücretin altında maaşla ücretli öğretmen olarak çalışan ve ek gelir elde etmek için kendi okulunda 40 TL yevmiye ile hamallık yapan Ahmet Fazlı Elçi öğretmen, harç parasını yatırmak için günde 30 TL yevmiye ile çalıştığı inşaatta düşüp hayatını kaybeden Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer Çetin ve 2010 Ağustos ayı için tek kişinin yoksulluk sınırı 1472 TL, açlık sınırı 1124 TL (Türkiye Kamu-Sen) iken 600 TL’lik asgari ücretle geçinmeye çalışan yüz binler tamamlamaktadır.

Geleceksizliğin bir yüzü gençleri bekleyen işsizlik ise, diğer yüzü İşsizlik oranları düştü, kriz bitti yalanları… Dünyada ve buna paralel olarak Türkiye’de Geleceksizliğin bir yüzü gençleri bekleyen şanslı azınlık olarak kapitalizmin krizinin faturasının işçilere, emekçilere işsizlik ise, diğer yüzü şanslı azınlık olarak tanımlanan çalışanların ödetilmesinden en çok etkilenen genç nüfus için tanımlanan çalışanların düşük ücret, güvencesiz tablo her geçen gün kötüleşirken, düzen cephesinden çalışma koşulları, ücretsiz mesailer gibi azgın düşük ücret, işsizlik oranlarının düştüğü, bunun da krizin sömürü koşullarına maruz kalmasıdır. Örneğin güvencesiz çalışma bittiğinin göstergesi olduğu masalları Türkiye ile birlikte dünyada genç nüfusun %90’ını anlatılmaktadır. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) koşulları, ücretsiz barındıran az gelişmiş ülkelerde 2008 yılında Başkanı Mehmet Büyükekşi “Türkiye’nin 2010 yılı istihdam edilen gençlerin %30’unun günde 1,25 mesailer gibi azgın Mayıs döneminde, 2008 Mayıs dönemi rakamlarına dolardan daha az gelir giren hanelerde yaşamakta sömürü koşullarına gelmesi krizin Türkiye açısından bittiğinin en güzel olduğu belirtilmektedir. Ayrıca pek çok genç için göstergesidir. Bundan sonra işsizliği daha da aşağı maruz kalmasıdır. kurtuluş yolu olarak görülen, iyi bir gelecek için çekmek için yapısal reformların devam etmesi, teminat olarak kabul edilen üniversite eğitimi Örneğin Türkiye ile üretim ve ihracat için daha uygun bir iklimin almanın da geleceksizleştirme saldırıları karşısında birlikte dünyada genç sağlanması gerekir” açıklamasıyla krizin bittiğini artık pek de büyük bir anlamı kalmamıştır. müjdelemektedir. Mühendislik, mimarlık alanında mesleki yeterlilik nüfusun %90’ını uygulamaları, hukukta stajyer avukatlık ve mesleğe İşsizlik oranlarının düştüğü, krizin bittiği barındıran az gelişmiş ise dikkatli incelendiğinde Türkiye İstatistik kabul için uygulamaya konulması düşünülen Hukuk ülkelerde 2008 yılında safsatası Kurumu (TÜİK) verileri bile yalanlanmaktadır. 2010 Uzmanlık Sınavı, tıp alanında TUS uygulaması ve soruların çalındığı açıklanan son sınavla birlikte Ocak ayında 476 bin kişi, Şubat’ta 402 bin kişi, istihdam edilen rezilliği bir kez daha tescillenen KPSS bize sadece Mart’ta 360 bin kişi, Nisan’da 355 bin kişi işsiz gençlerin %30’unun kalırken bu rakam Mayıs ayında tekrardan yükselişe birkaç küçük örnek vermektedir. günde 1,25 dolardan geçmiş ve 381 bin kişiye çıkmış, Haziran ayında ise Kapitalizmin geleceksizleştirme saldırıları 405 bin kişiyi bulmuştur. Ayrıca TÜİK’in işsizlik daha az gelir giren karşısında kurtuluş yolu mücadeleyi belirlerken, iş aramayıp çalışmaya hazır hanelerde yaşamakta oranlarını büyütmekten geçiyor… olanlar ile mevsimlik çalışanları eklemediği de olduğu belirtilmektedir. dikkate alınmalıdır. Örneğin TÜİK 2010 Nisan Kapitalizmin krizi derinleşirken sermaye ayında işsiz sayısını 2 milyon 846 bin kişi olarak açıklamıştır. Ancak bu sayıya iş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar ile mevsimlik çalışanlar eklenince 4 milyon 716 bini bulduğu belirtilmektedir.

10

TÜİK verilerinde işsizlik oraları ile ilgili düşüşü değerlendiren DİSK-AR’ın 2010 Haziran Ayı Dönemi İstihdam Raporu’nda ise “Buna karşı krizin yarattığı olumsuz tablo izlerini hala sürdürüyor. Mevsimsel nedenlerle artan istihdam, işsizlik verilerine yansırken, işsizlik oranı kriz öncesinin 1.5 puan üzerinde. İşsiz sayısı ise kriz öncesine göre 454 bin fazla. Yani Türkiye teğet geçen krizin etkilerini yüksek büyüme oranlarına rağmen hala telafi edebilmiş değil” açıklaması yapılmaktadır. Rakamlar incelendiğinde her ne kadar reel tablo

sınıfının bu açmazdan çıkarken gücünü daha da büyütmek için geleceksizleştirme saldırılarını arttırdığı açıktır. Kriz pek çok işten çıkarmanın gerekçesi olurken, aynı patronların kriz döneminde kâr oranlarını büyütmeleri yaşanan çelişkiyi iyi bir şekilde göstermektedir. Bu çelişki karşısında yapılması gereken ise sermaye sınıfının bizlere kesmeye çalıştığı faturayı reddetmekten geçmektedir. Bunun en güzel örneklerini UPS’de, Çel-Mer’de, Betesan’da, Paşabahçe’de özlük ve sendikal hakları için direnen işçiler göstermektedir. Bizlere düşense “kayıp bir kuşak” olmayı reddedip, tüm geleceksizleştirme saldırılarının asıl kaynağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderene kadar birleşik bir mücadele hattı ortaya koymaktır.


“Karşımıza çıkan her türlü saldırı karşısında tek çözüm güçlü bir örgütlenme..." Ekim Gençliği: Mimar olarak çalıştığın Beyoğlu Belediyesi’nde bir çalışan tarafından dile getirilen birkaç söyleme karşı geldiğin için önce temizlik bölümüne sürgün edildin, ardından da işine son verildi. Bizler de üniversitelerimizde düşüncelerimizi ifade ettiğimiz için soruşturma terörüne maruz kalıyoruz. Bir yılı bulan uzaklaştırma cezaları ile eğitim hakkımız gasp ediliyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını nasıl değerlendiriyorsun, buna karşılık ne yapılabilir?

Özlem Aydın: Benim başıma gelen bir örgütlülüğün içinde olmamaktan kaynaklanıyor. Mezun olduktan sonra odaya kaydolsaydım bu süreç şimdiki gibi gelişmezdi. Daha bilinçli olurdum diye düşünüyorum. İnsanların iş yerlerinde bu kadar baskı altında olmalarını ve haklarının gasp edilmesini de örgütlenme eksikliğine bağlıyorum. Ayrıca insanlar Türk-Kürt, modern-muhafazakar, laik-dinsiz gibi kutuplaştırılıyor ve korku toplumu yaratılmak isteniyor. Kutuplaşmanın güçlenmesi saldırılar karşısında verilen mücadeleyi de etkiliyor. Karşımıza çıkan her türlü saldırı karşısında tek çözüm güçlü bir örgütlenme. Haklarımızı ararken hepimizin çalışan olmaktan kaynaklanan ortak noktamız var, ama bu kutuplaşma sebebi ile hak arama mücadelesinde yan yana gelmemiz engelleniyor. EG: Bugün üniversitede okumak halen pek çok genç için geleceğini garanti altına alma yolu olarak görülüyor. Ancak bin bir güçlükle kazandığımız üniversitelerimizden mezun olabildiğimiz takdirde de bizleri hayal ettiğimiz gibi bir geleceğin beklemediği açık. Bunu senin yaşadıkların da kanıtlar nitelikte. Üç buçuk yıl çalıştığın Beyoğlu Belediyesi’nde sözleşmen yapılmadığı için belediyeye temizlik ve güvenlik hizmeti veren taşeron firmanın çalışanı olarak gösterilerek sigortanın yatırılması teklifini kabul ettin. Bize çalışma koşullarını değerlendirir misin?

Ö.A.: Mezun olduğumda geleceğimle ilgili güzel hayallerim vardı ve böyle bir durumla karşılaşacağım aklımın ucundan geçmezdi. Çalışmaya başlamadan önce de ben bu koşullarda çalışanları kınardım. Daha iyi koşullarda iş bulabileceklerini düşünürdüm. Ancak bana taşeron firma üzerinden sigorta yapılması teklif edildiğinde içinde bulunduğum şartlar sebebi ile kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü yapmış olduğum birçok iş başvurusundan sonuç alamamıştım. Çalışan arkadaşlarım da kendi koşullarından rahatsızlar. Yani sadece ben değil, pek çok arkadaşım benzer koşullarda çalışıyor. Üniversitede bize sunulan ile iş hayatında karşı karşıya kaldığımız gerçeklik arasında uçurumlar var. Örneğin on ikilere kadar

çalışan, cumartesi, pazar çalışan, maaşları asgari ücret üzerinden sigortalanan pek çok kişi var. Kriz de bunu en iyi bahanesi olarak sunuluyor. Tamamen işe odaklı, köleleştirme mantığı ile çalıştırılıyoruz. EG: Bugün senin yaşadığın sorunları ve daha birçok başka sorunu yaşayan pek çok kişi var. Üniversitelerine alınmayan öğrenciler, sendikalaşması engellenen işçiler, güvencesiz çalışma koşulları gibi. Ancak direniş ve mücadele geleneği daha çok mavi yakalalılar arasında yaygın. Buna rağmen son dönemlerde ATV, IBM örneklerinde olduğu gibi direniş ve mücadele beyaz yakalılar arasında da yayılmaya başladı. Sen de yaşadıkların karşısında sessiz kalmayan bir beyaz yakalı çalışan olarak nasıl bir mücadele hattı örülmesi gerektiğini düşünüyorsun? Ö.A.: Özellikle üniversite mezunu olanların hatası bu iş olmazsa başka iş bulurum mantığıyla hareket etmeleri. Bizim krizden önce iş bulma imkanımız daha fazlaydı. Ama artık iş bulma imkanı o kadar azaldı ki bunun bilincinde olan işverenler bizleri de rahatlıkla sömürebiliyor. Bu sömürüyü kolaylaştıran bir sebep de bizlerin sendikal yapıların içinde yer almamamız. Çabalar bireysel kalıyor. Bu da çabaların sonuçsuz kalmasına sebep oluyor. Çalışma koşullarının ağırlaşmasından kaynaklı bunun doğal bir sonucu olarak beyaz yakalılar arasında da direniş, mücadele yayılmaya başladı. Bunu da işçilerle birlikte örgütlemek bütün çalışanlar için fayda sağlayacak. Bana da tersanede direnen Zeynel arkadaşımız, işten atılan avukat Cem Gök arkadaşımız destek oldu. Ayrıca bu mantalite işe başlamadan daha öğrenciyken başlamalı. Üniversite öğrencileri çalışanlarla, işçilerle bağlarını koparmazlarsa daha bilinçli hareket ederler diye düşünüyorum. Hayat derse gir çıktan ibaret değil...

Üniversitede bize sunulan ile iş hayatında karşı karşıya kaldığımız gerçeklik arasında uçurumlar var. Örneğin on ikilere kadar çalışan, cumartesi, pazar çalışan, maaşları asgari ücret üzerinden sigortalanan pek çok kişi var. Kriz de bunu en iyi bahanesi olarak sunuluyor. Tamamen işe odaklı, köleleştirme mantığı ile çalıştırılıyoruz.

11


Sınav sistemi ile elenen gençliğin geleceğidir...

İnsanca bir yaşamın kapısını, aydınlık bir geleceğe vurulan zincirleri cevap anahtarları değil birleşik mücadele açar!

İyi okullar, dershaneler, daha iyi dershaneler, özel dersler derken eleme esasında daha sınav kitapçıkları dağıtılmadan başlamakta, yüzbinlerce genç aslında daha sınav salonlarına giremeden elenmektedir.

Kapitalist düzende, büyüme ve gelişme çalışanların sömürülmesi üzerine kuruludur. Böylesi bir sistemde insanca yaşamın herkese eşitçe pay edilmesi asla mümkün değildir. Yani kapitalizm topluma insanca bir yaşam sunmaktan yoksundur. Bu düzenin özü küçük bir azınlığın servet ve lüks içinde yüzmesi pahasına milyonlarca işçi ve emekçinin insanlık dışı yaşam ve çalışma koşullarına itilmesidir. Bu adaletsizlik yaşamın her bölümünde çeşitli biçimlerle örtülür. Gençlik için geleceğe özlemle bakan gözlerin önüne çekilen perdeye çoklukla sınavlar yansıtılmaktadır. Sınav sonuçlarının açıklanması sonrasında kesin olarak açılan perdenin ardından ise çekilmez bir tablo ile yüzleşme gelir. Gençliğin ezici çoğunluğu için bu, genellikle sosyal ve/veya psikolojik bir travma olarak yaşanmaktadır.

Kapitalizm; ödenemeyen faturalar, kötü eğitim, eksik sağlık hizmeti, geleceksizlik...

İnsanlığın ihtiyaçlarının gözetilmediği, üretilen zenginlikleri eşitçe paylaşmanın söz konusu olmadığı bir sistemde yaşıyoruz. Bu koşullarda kapitalist sömürü düzeninde ne kadar didinirsek didinelim içimizden ancak bazıları insanca bir yaşama ulaşır. Diğerleri için ise beslenme, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak bile imkansızlaşır. Bugün bundandır ki, her yerde geçinme koca bir dert durumundadır. Emekçiler ne kadar ince eleseler de sadece kendileri için yaşam koşullarını düşürmeye razı olmaktan başka bir çare bulamamaktadırlar. Sınavlar ise bu adaletsizliğin eğitim kurumlarında bir yanıltmaca ile örtülmek istenmesidir. Zira sınavlara ya da daha genel anlamıyla bu kapitalist sömürü düzeninin değerlendirmelerine tüm gençlik tam bir eşitsizlik içinde hazırlanmaktadır. İyi okullar, dershaneler, daha iyi dershaneler, özel dersler derken eleme esasında daha sınav kitapçıkları dağıtılmadan başlamakta, yüzbinlerce genç aslında daha sınav salonlarına giremeden elenmektedir.

Sınav sitemi, eğitim sistemini sorun yumağı olarak var eden çürümüş düzenin yüzüdür!

12

Tam bir eşitsizlik üzerine kurulmuş eğitim sisteminde öğrenciler paraları kadar eğitim alabilmektedirler. Sınavların ardından yoksul ama başarılı öğrenciler için biraz daha fazla kırıntı vaat edilmektedir. Oysa esasen sınavlar büyük bir çoğunluğun mahkum edildiği geleceksizliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Bugün iyi okullar, geleceği olan meslekler ve başarılı kariyerler adına atılan nutukların bizler için tercümesi bellidir. Öyle ki sağlıklı beslenebilmenin, sağlık hizmetinden yararlanabilmenin ve hijyenik koşullarda barınabilmenin anlamı, ancak büyük bir çoğunluğun başarısız olduğu sınavlardan yüksek

puanlar almaktır. Bugün 6,5 milyar insanın tüm gereksinimlerini karşılayabilmek elimizdeki imkanlarla mümkündür, hem de önümüzdeki yıllar boyunca da! Ama bunun aksine tüm zenginlik küçük bir azınlığın elinde birikirken sınavlar buna açıklama getirmektedir: Sen yeterince soru çözemedin!

"Çalınan sorular" değil, milyonların önüne hala sınav koymak skandaldır!

Çürümüş kapitalist düzenin tüm çarpıklıklarına geçtiğimiz günlerde çalınan sorular eklendi. Aslına bakarsanız soruların pazarlandığını ya da düzmece sınavlar yapıldığını söylemek daha doğru olur. Zira birçok sınavda binlerce kişiye sınavlarda kolaylık sağlanmış, geriye kalanların ise içinde bulunduğu çaresizlik derinleşmiştir. Bu sınav sistemi zaten bir adaletsizlik üzerine kuruludur. Soruların pazarlanıyor olması ise bunun sadece daha ne kadar çürüyebileceğini gösterir. Esas olarak kabul edilemez olan ise eğitim alan milyonları sınav sınav elemek ve işsizliğe, ne iş olsa yapacağım çaresizliğine hapsetmektir! Bir yanda aldığı eğitim yetersiz olduğu için istihdam edilmeyen yüzbinler, diğer yanda istihdam edilen ancak aldığı eğitimden hiç yararlanmayacak olan milyonlar...

Çözümsüzlük geleceksizliğe sürüklüyor, geleceksizlik ölüme...

Gençlik bugün toplumun geniş kesiminin üzerine çöken umutsuzluk içinde kıvranmaktadır. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, burjuvazinin tüm yalanları onu ne kadar aldatırsa aldatsın, kapitalizmin kendisi için bir gelecek veremediğini gören her birey bu çıkmaz karşısında bir bunalım içinde bulmaktadır kendini. Son dönemde gündeme daha sık yansıyan cinnet, cinayet ve intihar haberleri bunun nesnel sonucudur. Daha yaşamının başında 14 yaşında bir çocuk... Gördüğü, kavrayabildiği kadarıyla sınavda başarısız olmanın ölümden ağır olduğunu düşünecek derecede ağır bir psikolojik baskıdan geçiriliyor. 14 yaşında liseye hazırlanan bir öğrenciden, kurtuluşunu KPSS sonucunda arayan üniversite mezunlarına, atama bekleyen öğretmenlere birçok kişinin bu düzende kesin olarak bir yaşam şansının bulunmadığına kanaat getirip hayatlarına son verdiklerini görüyoruz.

Gençlik gelecek, gelecek sosyalizmdir!

Sınavlara endeskli yaşamlar ve kötü sınavların, işsizliğin sonrası karşımıza çıkan intiharlar eğitim sisteminin çürümüşlüğünü, düzenin geleceksizlikten başka bir şey olmadığını gösteriyor. Bu tablo çürümüş kapitalist sistemin yıkılmasının ve yerine bilimsel alternatifi sosyalizmin kurulmasının ne büyük bir ihtiyaç olduğunu özetlemektedir. İnsanlığın gereksinimlerine ve taleplerine merkezine insanı koyan sosyalizm yanıt olabilir ancak. Bugün gençliğin gelecek özlemlerinin anahtarı sosyalizmdedir, devrim mücadelesindedir.


Korkulan emperyalist barbarlık ve yoksulluk karşısında gençliğin gelecek özlemi, özgür bir dünya talebidir! Yeni öğrenim döneminin başlamasıyla birlikte önceki yıllardan da alıştığımız bir biçimiyle bir yanda eğitim sistemindeki değişiklikler, diğer yanda da bir dizi yakıcı sorun yaşanıyor. Her kayıt dönemi milyonlarca emekçi çocuğu için ödenecek har(a)çlar ve okul masrafları baş ağrıtıyor. Her yıl tekrarlanan bu tabloya bu sefer bir de sınav sisteminde patlak veren skandal eklendi. Çürüyen düzenin çaresiz bir uzantısı olan eğitim sistemine ve yakın zamanda sıkça medyaya yansıyanlara şöyle bir bakarsak, şiddet, tecavüz ve uyuşturucu ile yozlaştırılan bir toplum görüyoruz.

Ortaöğrenime dair bugün hemen herkesin aklına "önce bağış, sonra kayıt" okullar gelebilir. Birçok okulda öğrenciler kömüre, temizliğe ve kırtasiyeye ek paralar ödemektedir. Bu okullarda ise öğrenciler aksine üşümekte, bakımsız dersliklere eksik ders araç gereçlerine mahkum edilmektedirler. Tüm bunların eğitim sisteminin tablosunu açıkça çizdiği bir dönemde KPSS ile ortaya çıkan ancak ardından ALES de dahil birçok sınavı kapsayan skandal ile birlikte toplamda sınav sistemi toplumun gözünde tartışılır oldu. Toplamda eğitim sisteminin çarpıklığının sebep olduğu ancak uyduruk elemeci sınavlar ardından yaşanan intiharlar sayıca arttı. Henüz başında olduğumuz öğrenim döneminde yansıyanların bir kısmı sözünü ettiklerimizdir. Ancak bir başka köşede ise karşı karşıya oldukları tabloyu değiştirmek isteyen öğrenciler vardır. Toplumun hedef olduğu yozlaştırma saldırıları altında kendine yabancılaştırılmak, sorunlarına ve çevresine duyarsızlaştırılmak istenen gençlik içinden her yıl olduğu gibi geçtiğimiz yıl da işçi sınıfının sorunlarını, devrimci mirası ve gençliğin gelecek taleplerini sahiplenenler çıkar. İşte tam da burada soruşturma ve ceza terörünün öğrencilerin üzerine çöktüğünü görüyoruz.

Düşünene, sorgulayana tahammül yok: Ya boyun eğersin ya da okulda yerin yok!

Alışa geldiğimiz bir şekilde her öğrenim dönemi kayıt parasını ödeyemeyen, harçlıkları için insanlık dışı çalıştırılmaya razı olan öğrencilerin haberleri ile başlıyor. Bir süredir bu tabloya arkadaşlarının ve kendilerinin mahkum eidlmek istendiği bu çürümüş düzeni değiştirmek istedikleri için eğitim hakları gasp edilen öğrenciler de katılmaktadır. Kokuşmuş eğitim sistemi içinde kimi öğrenciler ifade ettikleri düşüncelerinden ve dile getirdikleri taleplerinden ötürü yeni öğrenim yılına da soruşturularak, uzaklaştırma cezaları alarak giriyorlar. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun ifadesine göre yüksek öğrenim kurumlarında öğrenim gören tam 2.626 öğrenci hakkında açılan soruşturmalar sonucunda 1.083 öğrenci uzaklaştırma cezası alarak eğitim hakları gasp edilmiştir.

Geleceğe uzanan ellerimizden korkuyorlar!

Bugün gençlik emperyalist barbarlık ile kana bulanan, yoksulluğun pençesinde ölüme sürüklenen bir dünyada kapitalistlerin gelecek

masalları ile uyutulmak isteniyor. Oysa her gece 1 milyardan fazla insanın aç yattığı bu dünyada hergün insanlık büyük bir trajediyi yaşamaya mahkum ediliyor. Bunun kader olmadığını, açlığın ve salgın hastalıkların ardındaki tek aktörün asalak burjuvazi olduğunu görmenin önünde incecik bir perde durmaktadır. Üniversitelerde öğrencilerin düzenlediği her etkinlik, söylediği her türkü, dağıttığı her bildiri bu perdeyi ürpertmektedir ki böylesi büyük bir baskı ile karşılanmaktadır. Gelecek masalları ellerinde olmadan bugün içimizde bu yalanı parçalayacak öfkeyi büyütürken uykunun ağırlığını bozacak her hareketimize karşı saldırıya geçilmesi boşuna değildir. Ancak bir diğer yandan o kadar da açıktır ki, bugün gerçek gelecek gençliğe anlatılan yalanların adi bir yanılsaması değil, ellerimizin eseri olacaktır. Her bir bireyin geleceği önce tüm bireylerin geleceğini onlardan çalan düzenin yıkılması ile gerçekleşecektir.

Susturulmak istendiğiniz her yerde sesiniz daha gür çıksın, ta ki haramilerin yalanları boğulana dek!

haykırmaktır.

Son yıllarda toplumun geniş yığınları giderek artan bir abluka altında maruz bırakıldıkları her türlü baskıya ve yoksulluğa boyun eğdirilmek isteniyor. Üniversitelerde bu abluka soruşturma ve ceza terörü oluyor. Bu şekilde eğitim hakları gasp edilmekle tehdit edilen öğrenciler kapitalistlerin ve onların uşaklığına soyunan haramilerin her türlü zorbalığına mahkum edilmek isteniyor. Bugün her düşünen ve sorgulayan, ellerimizden alınan geleceğimiz karşısında bir sorumluluk duyan herkes için gelecek demek, saldırı karşısında diz çökmeyenlerle bir araya gelmek ve daha gür bir şekilde gelecek özlemlerimizi

Üniversitelerimizde soruşturma-ceza terörü her türlü talebimiz ve demokratik hakkımız için öncelikle savuşturulmalıdır. Bu yapılamadığı müddetçe sesimiz daha çok boğulacak, tepemizdeki abluka ağırlaşacaktır. Bugün sahip olduğumuz özgürlük çemberleri şimdiki en güdük halini bile gelecekte mumla aratacaktır.

Soruşturma-ceza terörü karşısında özgürlükler birleşik ve kitlesel bir hareket ile kazanılacaktır!

Yeni başlıyor olduğumuz öğrenim döneminde soruşturma-ceza terörü karşımızda dikilmektedir. Bugün bu saldırı karşısında tutum alabilmek tüm hak ve taleplerimiz için can alıcıdır. Önümüzdeki dönemde bu saldırı biçiminin kitlelerin gündemleri ile bağını açığa çıkarabilmeli, birleşik bir mücadele hattı örmenin adımlarını atabilmeliyiz. Soruşturma-ceza terörünü dağıtabilmek mücadeleyi büyütmek ile olanaklıdır. Ancak son derece açıktır ki, mücadelenin büyütülebilmesinin önünde bu terör durmaktadır ve ikisi arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek, güç gibi görünen bu durum karşısında etkili müdehaleleri olanaklı kılacaktır. Gençlik hareketini büyütmenin önündeki bu yakıcı sorunu çözmek, mücadele bayrağını yükseltmek için ileri! Ekim Gençliği

13


Demokrasi sahnesinde anadilde eğitim yok!

Burjuva demokrasisinin sınırlarını aşmak, sadece bir hedef değil yakıcı bir ihtiyaçtır... Eğitim dönemi başlarken “Anadilde eğitim boykotu” burjuva siyasetçileri bir anlığına da olsa oynadıkları demokrasicilik oyunlarını bir kenara bırakmak zorunda bıraktı. Burjuva rejiminin tüm gerici aktörleri eğreti duran rollerini bir kenara attılar. ABD emperyalizmi patenti ile hazırlanan ve son rötuşları devlet katında atılmak durumunda olan “açılım” ile esasında sermaye devletinin bölgede daha etkin bir taşeron olabilmesinin önündeki engellerden biri giderilmek istenmektedir.

Kürt halkının taleplerinin karşısında duran burjuvazi bu coğrafyanın tümünde emekçileri sömürmekte ve baskı altında tutmaktadır. Bu gerçekle birlikte Kürt halkının mücadelesi tüm emekçi katmanlar ile birleşmek zorundadır. Karşısında dikilen burjuva diktatörlüğü yıkmak, ele geçecek tüm kazanımlar için kesin bir anahtardır.

14

Kürt sorunun mevcut haliyle varlığı ve Kürt hareketinin silahlı gücü, emperyalizmin bölge siyasetindeki taleplerinin cevaplanmasını zora sokmaktadır. Artık yıl deviren açılım balonunun tüm esprisi neredeyse kırıntı dahi vermeksizin silahlı Kürt hareketini tasfiye etmektir. Ne var ki gelinen noktada tüm gerici çıkarları ile ulusalcı siyasal akımlarından orduya ve TÜSİAD'a, sosyal demokratlarından ırkçı rejim partilerine kadar toplumun ve egemenlerin tüm kesimleri bir hoşnutsuzluk içindedir. Sorunun diğer yanında talepleri ile duran Kürt halkı da dişe dokunur bir cevap alamamaktan dolayı bir tepki içindedir. Bugün bu tablo bir rejim krizi biçiminde cereyan etmektedir ve gündeme oturmuş durumdadır.

Açıkça görüldüğü üzere “açılım” siyasal rejimin kronik bir soruna getirdiği bir sözde çözüm formülüdür. Kapsamı ise Kürt ulusal sorunu üzerinden çizilmekte, emperyalizmin ve işbirlikçi egemenlerin çıkarlarına ters bir ihtimale mahal vermemek üzere şekillendirilmektedir. Bu açıdan bugün ulusal sorun tüm tartışmaları kesmektedir. Anadilde eğitim talebi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Bundan ayrı bir yaklaşım tam anlamıyla temelsiz olacaktır. Zira demokratik bir sorun olan ulusal sorun anadilde eğitim talebini resmi dil üzerinden kapsamaktadır. Talep bugün basitçe bir biçimde dil kursları veya Kürdoloji Enstitüleri ile ifade edilemez. Esas kapsamına eğitimin tüm sürecinde katılması ile ulaşır. Bu siyasal anlamı ile birlikte ise bir resmi dil olarak tanınmayı zorunlu kılar. Zira her anadilde eğitim bir bütünlük içinde anlamlı olmakla birlikte hiçbir biçimde seçmeli bir ders ile tanımlanmaz. Bu bakımdan tüm derslerin eğitimini kapsar.

Ayrıca bu eğitimin bir resmi tanımlamasının zorunluluğu da dolaysız olarak resmi dil ile karşılanabilir. Bugün bir dizi siyasal coğrafyada birden çok resmi dile sahip burjuva devlet mevcuttur. Yine bu devletlerde birden çok dilde eğitim verilmektedir. Türkiye egemenleri ise buna kesin olarak kapılarını kapamaktadırlar, çünkü siyasal rejimleri bunları gerçekleştirebilecek olanaklardan bugün için yoksundur. Bunu gerçekleştirecek siyasal gücün (halihazırda AKP hükümetinin) ise gereken bedelleri ödemek işine gelmemektedir. Açıktır ki, yıllardır bölücülük/terör üzerinden siyasal rant sağlayan, kan üzerinden siyaset yapanların bugün seçmen tabanlarını kaybetmekle yüz yüze olmaları şaşırtıcı değildir. Bu

bağlamda onların düzleminde bir talep çözümü onların insafına bırakmaktadır ve bir gerçeklikten yoksundur.

Burjuva iktidarı bugün demokratik taleplerin karşısındakesin olarak aşılması gereken bir engeldir!

Bugün kapitalist rejim ara vermeksizin “demokratikleşme” manevraları yapmak ihtiyacı duyuyor. Yıllardır sürüyor bu manevralar. Bunlar, toplumun çeşitli katmanlarının düzeni yıkacak hoşnutsuzluklarını dizginlemenin bir yoludur. Ne var ki, bağımlı ülkeler söz konusu olduğunda kaba bir baskı ve yasak rejiminden başka bir şey yoktur ortada. Bunun sebebi ise kapitalist rejimlerin bu ülkelerde kitleler karşısında gemi azıya almak zorunda olmalarıdır.

Bugün kapitalizmin demokratikleşmesinden bahsetmek koyunun olmadığı yerde keçiyi abdurrahman çelebi sanmaktan başka birşey değildir. Zira açıkça görülür ki, kapitalizmin demokrasi çeperlerinin genişletildiği siyasal coğrafyalarda bugün demokratik kazanımlar hızla geri alınmaktadır, çünkü kapitalizm oralarda da giderek derinleşen bir batağın içindedir. Hal böyleyken, kapitalist düzenin efendilerinin coğrafyamızda böyle bir kıyak yapma imkanları yoktur. Başka bir deyişle bugün demokratik taleplerin önünde gerici burjuva rejimler durmaktadır. Bu da demokratik talepler uğruna verilecek mücadelenin en etkili biçime dönüşebilmesi için ufkun burjuva düzeni aşmasını, devrimci bir nitelik kazanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede yaklaşıldığında Kürt halkının kültürel talepleri, ancak kapitalist sömürü düzenini hedef alındığı ölçüde başarıya ulaşacaktır. Aksi taktirde gerici siyasal rejimin günü kurtarmaya yönelik oyalamalarından başka eline bir şey geçmeyecektir.

Demokratik talepler bugün, düzeni karşısına alan devimci bir mücadelenin ardında uzanmaktadır!

Kürt halkının taleplerinin karşısında duran burjuvazi bu coğrafyanın tümünde emekçileri sömürmekte ve baskı altında tutmaktadır. Bu gerçekle birlikte Kürt halkının mücadelesi tüm emekçi katmanlar ile birleşmek zorundadır. Karşısında dikilen burjuva diktatörlüğü yıkmak, ele geçecek tüm kazanımlar için kesin bir anahtardır. Ve bu ancak Türkiye işçi sınıfının önderliğinde, bu siyasal coğrafyada tüm uluslardan emekçilerin ortak eseri olabilir. Bu bağlamda Kürt emekçilerinin ve gençliğinin ufkunun burjuva düzen sınırlarını aşması ve onun iktidar aygıtlarından bağımsız hareket etmesi oldukça önemlidir. Bugün bu dinamik kitle yüzünü ne AB kriterlerine, ne emperyalist akıla, ne de gerici rejimin demokrasi sahnesine dönebilir. Onun tüm talepleri işçi ve emekçilerin birleşik devrimci mücadelesinin ardında uzanmaktadır. Bu köhne kapitalist düzen yıkılmadan, Kürt işçi ve emekçileri için gerçek ve kalıcı bir kazanımdan bahsedilemez.


İstanbul Üniversitesi. Öğrenci Kültür Merkezi yine kapatılmak isteniyor İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sosyal, kültürel, sanatsal ve siyasal gereksinmelerini karşılayacağı bir zemin olan Öğrenci Kültür Merkezi bir kez daha kapatılmak isteniyor. Yerine ise “Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi” binası yapılmak isteniyor. Önce fısıltı gazetesiyle yayılan haber rektörlük tarafından sözlü olarak da doğrulandı. Bu girişimde bulunmak için sene sonu tatilini beklemiş olmaları ise şaşırtıcı değil. Peki, neden ÖKM hedefe konuldu?

ÖKM büyük bir emeğin ürünüdür.

Öğrenci Kültür Merkezi 1990 senesinde duyarlı ve ilerici öğrencilerin yoğun emek ve uğraşları sonucu kuruldu. Yaklaşık yirmi yıllık geçmişi boyunca sayısız konsere, tiyatro oyununa, film gösterimine, sergi, söyleşi ve etkinliğe ev sahipliği yaptı. Konferans ve sinema salonu, tiyatro salonu, karanlık odası, sergi salonu ve kulüp odaları gibi birçok olanağı bünyesinde barındırmaktadır. Ve biz öğrencilerin ders dışı faaliyetlerimizi yaptığımız biricik kültürel alandır, elimizden alınmak istenen.

Peki, rahatsız olunan ne?

Bu, rektörlüğün ÖKM’yi kapatma yönündeki ilk girişimi de değil. Daha önce birçok defa, gerekçeli ya da gerekçesiz, çeşitli denemeleri olmuştu. Bu hevesleri her seferinde duyarlı öğrencilerin karşı çıkması ve mücadelesi sayesinde boşa düşürülmüştür.

Kurulduğu günden bu yana Öğrenci Kültür Merkezi, rektörlüğün gözünde hep kapatılması gereken bir yer olmuştur. Çünkü kısa zamanda, farklı bölümlerden insanların bir araya gelip paylaştığı, sorunlarını konuştuğu ve ortaklaşa etkinliklerde bulunduğu müşterek bir ortam olabilmiştir. Dersler dışında harçlar, eğitimin niteliği, yurt ve barınma sorunları, yemekhanenin durumu gibi özgün üniversite gündemlerinden ülke ve dünyadaki meselelere kadar pek çok konuya biz öğrencilerin de kafa yormamız, düşünüp sorgulamamız üniversite yönetimi açısından oldukça “can sıkıcı”dır. Çünkü bunlar düzenin bekası açısından “tehlikeli” şeylerdir. İşte ÖKM de tam anlamıyla bir düzen kurumu olan YÖK ve rektörlüğün gözünde, özgür düşüncenin yeşerebileceği (onlara göre muzır fikirlerin yuvalanabileceği) ortamlardan biridir.

ÖKM’de yaratılan paylaşım ruhu onların kâr hırslarını rahatsız ediyordu. Çünkü yaratılan kültür, paylaşılan yaşam onların değer yargılarıyla taban tabana zıttır. İnsanları nesneleştiren bir sistemin nesneleştiren ve her türlü özgünlüğü tek tipleştiren üniversitelerinde para ile ölçülemeyen, öğrencilerin öznesi olduğu bir kültür yeşertiliyordu. Kültür ve sanat para ve rant kaygısından uzak paylaşarak üretiliyordu. Düşünen, üreten, birlikte hareket eden ve mücadele veren bir gençlikten korkuyorlar. Bir kültür merkezine bile tahammülsüzlüklerinin sebebi bu korkularıdır. Ayrıca, ÖKM birçok bölümden öğrenciler için bir ortak alandır ve rektörlüğün “fakülteler arası geçiş yasağı” uygulamasıyla da uyuşmamaktadır. Yönetimin, bizi birbirimizden yalıtma, ders dışında bir şeye kafa yormayan “ideal” öğrenci tipini yaratma ve üniversitede bir “yüksek lise” karakterini kalıcılaştırma amaçları, ÖKM’yi de “sakıncalılar” listesine sokuyor.

İstanbul 2010 - Avrupa “Rant” Başkenti

Bir yandan devlet, yaygın duyuruları ve “gösteriş” amaçlı etkinlikler ile sanata ne kadar değer verdiğini kanıtlamaya ve tabi İstanbul’u pazarlamaya çalışıyor. Öte yandansa “iştahı” gerçek niyetini ele veriyor. Bildiğimiz gibi Muhsin Ertuğrul Sahnesi, başta devlet “büyüklerimiz” ve iş dünyası olmak üzere bizim dışımızda herkesin kullanacağı Kongre Vadisi’ne dönüştürüldü. (Hatırlayacak olursak 2009 senesinde IMF-DB toplantıları da burada yapılmıştı.)

Tarihi Emek Sineması ise yıkılıp alışveriş merkezi yapılmaya çalışılıyor. Ve şimdi de “2010 Avrupa Kültür Başkenti” İstanbul’da İstanbul Üniversitesi, bünyesindeki kültür merkezini kapatıyor. ÖKM binası yerine yeni kurulacak “Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi”nin binasına dönüştürülmek isteniyor.

Bize göre burada sorun, basit bir kültür-sanat karşıtlığı değil. Meselenin iki yönü var. Birincisi yoksul, emekçi ailelerin çocuklarının bu alandan ve “medeniyet”in nimetlerinden yoksun bırakılmasıdır. Yoksa, parası olana -bir fabrikatörün çocuğuna mesela- isterse, onun için kültür de vardır, sanat da, bilim de, eğitim de. Hem de en âlâsı. Fakat nasıl ki işçiler kendi emek ürünlerinden mahrum bırakılıp onlara yabancı hale getiriliyorsa, toplumun büyük kesimi de kültür, sanat, siyaset gibi alanlardan dışlanmıştır. Bu ise kabul edilemez. Sorunun ikinci yönü ise eğitimin ticarileştirilmesi ile ilgili olanıdır. Çoğunluğu dişe diş mücadeleler sonucu elde ettiğimiz haklarımız ve kazanımlarımız bir bir sermayenin rant ve kârlılık alanı haline getirilmiştir ve bu durum devam etmektedir. Bu bakımdan ÖKM’nin kapatılması İstanbul Üniversitesi’nde yemekhanenin 2006 baharındaki özelleştirilmesi sürecinin bir devamı niteliğindedir.

Şöyle anlatalım:

Açılması planlanan “Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi”ne kayıt yaptıracak öğrencilerin yerleştirildikleri bölümün “Katkı Payı Ücretleri”ne ek olarak “yazılım ve sınav hizmetleri” bedeli adı altında bir para daha talep ediliyor. İ.Ü.’nün resmi internet sitesinden duyurulduğuna göre bu miktar ön lisans programı öğrencileri için yıllık 2000 TL, lisans programları için ise 2500 TL olarak açıklandı. Ve çok yüksek ihtimalle bu bedel, arkadaşlarımıza okula kayıt yaptırmanın bir ön koşulu olarak dayatılacak. Bu elbette bir başka mücadele başlığı daha demek. Fakat işin konumuzla doğrudan ilintili bir yönü daha var.

Bu fakülteye ortalama 1000 öğrencinin kayıt yaptıracağını varsayalım. Kaba bir hesapla bu 2 ile 2,5 milyon liraya denk düşen bir gelir anlamına geliyor. Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göre 2009 senesinde İ.Ü.’ye ayrılan ödeneğin 10 milyon TL olduğu düşünüldüğünde miktarın büyüklüğü anlaşılacaktır. Rektörlüğün bu tutkusunun arkasında yatan önemli bir ticari etken de budur. Alışveriş merkezi kurmaktan daha kârlı, öyle değil mi?

Ve sürecin getirdiği yerde...

Rektörlük, tiyatro kulübü dışındaki bütün öğrenci kulüplerinin farklı fakültelere dağıtılacağını söylüyor. “Öğretim görevlilerine bile oda bulunamadığı yerleşkede kulüpler için yer var mı?” ya da “uzaktan eğitim için Beyazıt Kampüsü’ne bu kadar yakın bir bina gerekli miydi?” gibi sorular ikinci plandadır. Yapılan iki basın açıklaması ve ÖKM’de tutulan nöbetler rektörlüğü telaşlandırmış olmalı. Yönetim geçtiğimiz haftalarda yeni fakültenin tabelasını ÖKM binasına astı. Haftasonu giriştiği bu apar topar operasyonla kendince “nikahı kıydı”. Ve tasarladıklarını hayata geçirmeyi kafalarına koymuş görünüyorlar. Biz öğrenciler ise henüz son sözümüzü söylemiş değiliz. Kesin olan bir şey varsa dişimiz tırnağımızla kazıyarak elde ettiğimiz mevzileri savaşmadan terk etmeyeceğimizdir. İstanbul Üniversitesi Ekim Gençliği

15


Gençlik haberlerinden... ÖKM’ye sahip çıktılar

İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) okulların kapalı olduğu yaz döneminde alınan bir kararla kapatılıp Dışarıdan Eğitim Merkezi haline getirilmişti. Bu durum, 16 Ağustos’ta ÖKM kulüpleri tarafından gerçekleştirilen basın açıklamasıyla protesto edildi. Beyazıt Meydanı’nda toplanan 150’ye yakın kişi ana kapı önünden “ÖKM’ye Dokunma! Sanatıma Dokunma! ÖKM kulüpleri” ana pankartı arkasında yürüyüşe geçti. MİFTOK, Lise Öğrencileri, Beyoğlu Kumpanya ve MSGSÜ Sinema Kulübü de pankart ve dövizlerle destek verdi. Eylemde tiyatro sanatçısı Mehmet Esatoğlu, ressam Solmaz Aksoy, tiyatro sanatçısı Orhan Aydın da destek konuşması gerçekleştirdi.

Kürt halkı baskı ve teröre rağmen boykotta!

Kürt Dili ve Eğitimi Hareketi'nin (TZPKurdî) anadilde eğitim ve resmi dil hakkı talepleriyle gerçekleştirdiği kampanyayla birlikte okulların açıldığı hafta başlayan boykotla Şırnak ve Hakkari'de okullar tamamen boş kalırken, Diyarbakır, Urfa, Van, Bitlis, Muş, Batman, Ağrı'da da boykota katılım oranı yüksek oldu. Düzen cephesi ise boykotu boşa çıkarabilmek için yoğun bir baskı ve terör uyguladı.

BDP, boykotla ilgili Diyarbakır, Batman, Cizre, Silopi, Patnos'da basın açıklamaları gerçekleştirdi. Ayrıca Şırnak'ta Emek Platformu, Urfa'da TZPKurdî üyeleri, Van'da TZPKurdî üyeleri ve KURDİ-DER boykot ile ilgili açıklama yaptı.

Genç-Sen’den cezalara tepki

Genç-Sen Eskişehir Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü tarafından verilen cezalara ilişkin 7 Eylül günü bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Geçen sene, demokratik haklarını kullanan öğrencilere ÖGB saldırmış, üniversite rektörlüğü de 50'den fazla öğrenciye soruşturma açmıştı. Rektörlük biri Ekim Gençliği okuru 3 kişiye birer dönem, diğer 8 öğrenciye de birer hafta ceza verdi.

16

Basın toplantısında, AÜ rektörlüğünün gerçek yüzünü bir kere gösterdiğini belirtildi. Verilen cezaların

AÜ'deki siyasal faaliyeti engelleyemeyeceği ve Genç-Sen'in bu sürecin takipçisi olacağının belirtilmesinin ardından verilen cezaların derhal durdurulması talep edildi.

Ege Üniversitesi'nde formasyon eylemi

YÖK’ün getirdiği son değişiklikle formasyon hakları tamamen gasp edilen Ege Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ve Konservatuar bölümünde okuyan 4. sınıf öğrencileri, bir hafta sürecek oturma eylemine 27 Eylül’de başladılar. Eylemin ilk iki gününde Edebiyat Fakültesi önünde öğle arası bir saat oturma eylemi yapan öğrenciler, davul zurna eşliğinde çektikleri halaylarla YÖK’e ve kararın altına imza atan üniversite yönetimine seslendiler. 29 Eylül’de Fen Fakültesi’nden başlanıp kampüsün dolaşıldığı ve Eğitim Fakültesi önünde bir saatlik oturma eylemi ile son bulan bir yürüyüş gerçekleşti. Bu esnada öğrencilerden bir kısmı Eğitim Fakültesi Dekanı’yla görüştü. Görüşme sırasında, kararın YÖK’le ilgili olduğunu ifade eden dekan sorumluluğu üzerinden attı. Ancak YÖK kararının altına atılan 9 kişilik kurulun imzaları, dekanlığın öğrencileri oyalamak istediğini gösterdi. Ege’li formasyon mağdurları, eylemlerini duyurabilmek ve diğer formasyon mağdurlarıyla iletişime geçebilmek için “facebook/ege üniversitesi formasyon mağdurları” adlı grubu kurdular.

İstanbul Üniversitesi ceza terörüyle açıldı

İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü yeni eğitimöğretim yılı öncesinde baskıcı ve antidemokratik yüzünü bir kez daha gösterdi. Rektörlük okulun ilk günü 8 öğrenciye ceza verildiğini açıkladı. İstanbul Üniversitesi'nden yapılan açıklamada 2 kişinin birer hafta, 5 kişinin birer ay, 1 kişinin de 2 dönem uzaklaştırma cezası aldığı duyuruldu. İÜ Rektörlüğü; slogan atmak, 1 Mayıs'a katılmak, üniversite kapısından zorla girmek gibi keyfi gerekçelere dayandırılan cezalara ek olarak fişleme uygulamasını da devreye soktu. Rektörlük, İstanbul'da toplu taşıma ücretlerinde öğrenci indiriminden faydalanacak olan öğrencilerin İETT'ye vermeleri gereken belgelere de verdiği cezaları ekleyerek fişleme uygulamasını devreye soktu.

Yıldız Teknik Üniversitei direnişle açıldı

Geçtiğimiz yıl öğrencilerin meşru haklarına pervasızca saldıran YTÜ yönetimi onlarca öğrenciye uzaklaştırma cezası vermişti.


Ardından ise yönetimin bu saldırısına öğrenciler direnişle yanıt vermişlerdi. Cezası bu dönem de süren bir Ekim Gençliği okuru ise YTÜ kapısı önündeki direnişine devam ediyor. Direnişçi öğrenci, öğrencilerin okula yoğun olarak girdiği sabah saatlerinde üniversitenin açıldığı günden itibaren bildiri dağıtımı gerçekleştirdi. “Üniversiteler yeni döneme soruşturmaceza terörü ile başladı” başlıklı bildiride, devrimci faaliyetin üniversite kapısında da olsa ısrarla sürdürüleceği, bugün üniversitelerde yükselebilecek herhangi bir muhalefetin sermaye düzenini korkuttuğu belirtildi. Ayrıca soruşturma-ceza terörünün sadece YTÜ de değil diğer pek çok üniversitede de yaşandığı, toplumu çok yönlü sindirme politikalarının izlendiği ifade edildi.

30 Eylül’den itibaren dağıtılan “Üniversitelerde düşünce ve ifade özgürlüğünün önemi üzerine…” başlıklı bildiride ise, üniversitelerdeki düşünce ve ifade özgürlüğünün engellenmesini teşhir edildi. Hafta boyunca dağıtım sırasında yapılan sohbetlerde üniversitedeki sorunlar üzerine tartışıldı.

YTÜ’de 4 öğrenciye kayıt haftasında masa açmaktan ve bildiri dağıtmaktan soruşturma açıldı. Bu soruşturmalardan bir tanesi üniversite yönetiminin izin verdiği Genç-Sen masasını açmaktan dolayı devreye sokuldu. YTÜ'de kayıt döneminde kayıt destek masası açan Genç-Sen üyesi "İzinsiz masa açmak, bildiri dağıtmak" gibi gerekçelerle soruşturma açıldı. YTÜ direnişçisi tüm öğrencileri ve toplumun tüm kesimlerini eğitim hakkının gaspına ve siyaset yapma yasağına karşı YTÜ direnişiyle dayanışmayı büyütmeye çağırıyor.

Gençlik Federasyonu’na Beşiktaş'ta polis saldırdı

İstanbul'da 14 Mart 2010'da yapılan Roman Açılımı toplantısında “Parasız eğitim istiyoruz–Alacağız / Gençlik Federasyonu” pankartı açtıkları için gözaltına alınarak tutuklanan Gençlik Federasyonu üyeleri Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer 30 Eylül günü ilk kez hakim karşısına çıkarıldı. Dava duruşmasında mahkeme, Ferhat ve Berna’nın tutukluluk hallerinin devamına karar vererek sonraki duruşmayı 14 Aralık 2010 tarihine erteledi. Berna’ın ve Ferhat’ın serbest bırakılması talebiyle 20 Eylül günü Bakırköy Cezaevi önünde 10 günlük açlık grevi başlatan Dev-Gençliler Beşiktaş Meydanı’nda basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan Serkan Fikir “Eğer parasız eğitim istemek suçsa bizler her gün bu suçu işliyoruz, gelin bizi de tutuklayın” diyerek destek çağrısında bulundu. Adliye slogan atarak karara tepki gösteren DevGençliler, polisin biber gazlı coplu saldırısına maruz kaldılar.

Genç-Sen 6 Kasım'da Ankara'da

Genç-Sen, YÖK'ün kuruluş yıl dönümü olan 6 Kasım günü Ankara'da "Büyük Öğrenci Mitingi" gerçekleştirecek. Genç-Sen, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü önünde 1

Ekim’de gerçekleştirdiği yürüyüş ve basın açıklaması ile mitinge ve miting öncesinde gerçekleştirecekleri haftalık eylemlere çağrı yaptı. Eylemde "Sınavlar kalkacak YÖK dağılacak / Genç - Sen" pankartının açıldı.

Basın açıklamasında YÖK'ün kuruluş amacına değinerek, üniversitelerin; 29 yıldır yarattığı karanlıkta gün be gün daha da çürüdüğünü söylendi. YÖK'ün üniversiteleri birer ticarethaneye çevirerek sermayedarların kanlı birer pazarı haline getirdiğini ifade edildi. Yıllardır üniversiteli öğrenci gençliği kıskacına alan ve dershane boyunduruğuna tekrardan sokan işsizlik kabusunun ürettiği KPSS ve onu organize eden ÖSYM'nin çöküşünün, bu durumun en güncel örneği olduğu söylendi, YÖK'ün diplomalı işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik anlamına geldiği dile getirildi.

Devrimci Gençlik Köprüsü yeniden açıldı

1969 yılında Deniz Gezmiş ve yoldaşları tarafından yapılan ve ''Barışa Köprü Ol'' projesi kapsamında yeniden inşa edilen Devrimci Gençlik Köprüsü'nün açılışı, 1 Ekim’de gerçekleştirilen bir törenle yapıldı. KESK, DİSK, TMMOB, yazar Cezmi Ersöz, Ragıb Zarakolu, İlkay Akkaya, Muzaffer Özdemir, Mazlum Çimen, Nur Sürer, Rojda, Suavi, Burhan Berken ile birçok aydın ve sanatçının katıldığı açılışı BDP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani yaptı.

Hamit Geylani, baskılara karşı barış ve kardeşlik köprüsünü ikinci kez inşa ettiklerini dile getirdi. Cezmi Ersöz ise 81 ilden gençlerin barış ve kardeşlik için Hakkari”de olduğunu ifade ederek köprüyü barış ve kardeşliği savunan Kürt ve Türk halkının evlatlarının, aydınlarının, yazarlarının, barış severlerinin inşa ettiğini belirtti. Yapılan konuşmaların ardından Geylani ve Ersöz tarafından köprünün açılışı yapıldı. Ardından törene katılanlar hep birlikte köprünün üzerine Zap vadisinin karşı tarafına geçerek geri döndüler. “Çerxa Şoreşê” ile “Yurdumuza faşist dolmuş vurun kardeşler vurun” marşları hep bir ağızdan söylendi.

Anadolu Ünivrsitesi’nde kapı önü direnişi başladı

Verilen uzaklaştırma cezaların ardından yeni dönem AÜ’de de Ekim Gençliği’nin başlattığı direniş ile açıldı. Cezalar ile üniversitede siyasal faaliyeti engellemek isteyen idareye cevap başlayan direniş ile verildi.

Yunus Emre kampüsü girişinde öğrencilerin yoğun olduğu sabah erken saatlerde, başlayan faaliyette bildiri dağıtımı gerçekleştiriliyor. Üniversite içindeki bütün gençlik örgütlerinin soruşturma-ceza terörüne karşı suskunluklarına rağmen yapılan faaliyet ilerleyen günlerde kapı önünde zenginleşerek sürecek.

17


Kürt sorunu ve güncel gelişmeler V. Bilir

Anayasa değişikliği kapsamına giren maddelerin beklenen “Kürt reformu” konusunda bir içerikten yoksun olmasının netleşmesi ardından BDP, Kürt halkının taleplerini hiçbir biçimde karşılamadığı gerekçesiyle boykot yolunu seçti.

12 Eylül’de gerçekleştirilen referandum oylaması, ardından AKP ve devlet cephesinden yapılan manevralar ve bu süreçle birlikte Kürt hareketi tarafından giderek yoğunlaştırılan “Demokratik Özerklik” tartışmaları Kürt sorununu gündemin baş köşesine taşıdı. BDP’nin aldığı boykot kararı, son süreçte yoğun olarak tartışılan “Demokratik Özerklik” ve bununla birlikte sorunun çözümü için Öcalan’la resmi görüşme zemini oluşturma çabaları burjuva medya tarafından neredeyse her gün gündeme taşındı.

Öte yandan geçen bir yılda devletin “demokratik açılımı”nın fiyaskoya dönüşmesi, bu süreçte BDP’ye ve KCK’ya dönük operasyonlar, bununla birlikte toplumda yükseltilen şovenist histeri ve Bursa-İnegöl, Hatay-Dörtyol’daki linç olayları düzenin bu sorunda nasıl bir açmazda debelendiğinin göstergeleriydi.

Kürt hareketinin sınırlı boykot tavrı…

Anayasa değişikliği kapsamına giren maddelerin beklenen “Kürt reformu” konusunda bir içerikten yoksun olmasının netleşmesi ardından BDP, Kürt halkının taleplerini hiçbir biçimde karşılamadığı gerekçesiyle boykot yolunu seçti. Bir yandan da “Demokratik Özerlik” ekseninde sürdürülen çalışmalar kapsamında kendi taslakları üzerinde çalışan BDP’liler maliye, dışişleri, savunma ve adalet alanları dışındaki alanları yerel yönetimlere ve bölge meclislerine bırakmayı öngören, Kürtçe eğitim ve vicdani ret haklarını talep eden maddeler üretti. Bir an için bu taleplerin Kürt sorunun çözümü noktasında ileri veya geri talepler olmasını bir yana bırakalım. Kürt reformist hareketinin bu talepleri mevcut anayasal format içerisinde bir değişiklik önerisi olarak sunması, her şeyden öteye Kürt halkının dikkatini egemen sınıfın tartışma düzlemine çekecek ve ufkunu burjuva düzen içerisinde tutacaktır. Başka bir deyişle sorununun çözümü veya herhangi bir demokratik hakkın kazanılması noktasında boş hayallerin besleneceği bir ortamı mayalayacaktır.

18

Anayasa, hukuk, demokrasi, eşitlik gibi kavramlar sınıfsal karakterlerinden bağımsız düşünülemez. İnsanlığın sınıflı topluma geçişi ile ortaya çıkan bu kavramlar, insanlık tarihi boyunca ezen-ezilen, yaşadığımız toplumda da emeksermaye çelişkisini gizlemek için bir şal örtüsü olarak egemenlerce kullanılmıştır. Bu kavramlar egemen sınıfların belirleyiciliğinde üretildiklerinden beri de toplumun geniş

kesimlerince ancak sınıf mücadelesi ile kendi lehlerine çevrilebilirler. Başka bir deyişle egemen sınıf ile çıkarları çelişen bir sınıf adına demokratik bir kazanım ancak ezilen sınıfın vereceği mücadele ardından gelecektir.

Bu tarihsel bakış açısı bize yaşadığımız bu toplumda da en küçük demokratik taleplerden tutun da Kürt sorunun çözümü konusunda atılacak bir adıma kadar her hakkın bir anayasal değişiklikle değil, bu coğrafyadaki işçilerin, emekçilerin ve Kürt halkının vereceği mücadele ile garanti altına alınacağını göstermektedir. Tüm bu sorunlarımızın kalıcı çözümü ise ancak büyük bir toplumsal altüst oluşla, yani ezilen ve ezen sınıflar arasındaki dengenin değişeceği bir devrimle sosyalizmde gerçekleşecektir. Çünkü bu sayede ezilenleri demokratik haklarından mahrum eden ezen sınıfın, ona bu zorbalığı yapma gücünü veren ayrıcalıkları ellerinden alınacaktır. Bugün Kürt hareketinin unutmuş olduğu ise bu tarihsel bakış açısıdır. Bu güç ezenlerin ellerinde olduğu sürece hiçbir kazanımın garantisinden bahsedemeyiz. Hatta bugün yaşandığı gibi sınıf hareketinin henüz cılız olduğu bir dönemde burjuvaziden demokratik haklar adına küçük bir adım atmasını beklemek bile hayalcilik olur.

“Demokratik Özerklik”

Kürt hareketi gelinen nokta itibariyle Kürt sorunun çözümü için son günlerde “Demokratik Özerklik” talebini yükseltiyor. “Demokratik Özerklik Projesi” 2007 yılında Demokratik Toplum Kongresi’nde (DTK) tartışılmış, ardından DTP’nin 2. kongresinde bir karara bağlanmıştır. Her ne kadar kavram bakımından radikal bir ifade gibi dursa da içeriğine baktığımız zaman, bu düzenin sınırlarına dokunmayarak, demokratik ulus, demokratik toplum gibi dünyanın dört bir yanında emperyalistlerin burjuva lafazanlarınca sıkça dillendirilen altı boş söylemlerini bize hatırlatan eğreti eklektik bir “çözüm” öne


sürülmektedir.

Öncelikle bu “çözüm”, Kürt hareketinin düzenle bütünleşmesi noktasında Öcalan’ın dile getirdiği bir proje olarak karşımızda durmaktadır. Burada mevcut egemenlik ilişkisi ile bir çelişki ifade edilmemekte, onun kapsamında demokratik alanlar talep edilmektedir. Dahası yine burjuva diktatörlüğünün iktidar aygıtı sermaye devleti ile de uzlaşma yönünde bir eğilim açıkça görülmektedir. Bunun anlamı ise bu kapitalist sömürü düzenine sığabilecek, onun katı şoven ve ırkçı temellerini sarsmayacak ve de egemenlerin razı olacakları bir çözümdür. Bugünün koşullarında ise bu tamamen egemenlerin baskı koşullarına boyun eğmek ya da düzenin karşısında devrimci talepleri sahiplenmek kadar yalın bir ikilem getirmektedir. Bu sözde “çözüm” hiçbir biçimde Kürt halkının eşitlik ve özgürlük istemlerini karşılamamakla birlikte, onu ilk seçenekten itmekte, ancak bir yandan da ikinci seçeneği seçmediği takdirde düzenle barışmaya davet etmekte ve kendisine bu sistem içerisinde bir alan açmaktadır. Bu proje kapsamında gündeme gelen en temel talep, Kürt halkının ve diğer ezilen halkların birtakım kısmi haklarının anayasal güvence altına alınmasıdır. Bununla birlikte Türkiye’nin ve Kürdistan’ın tanımlanan çeşitli yerlerinde, özerk bölgelerinde yerel yönetim merkezlerinin oluşturulması ve merkezi iktidarın buralardaki yetkilerinin kısmen sınırlandırılması, devredilmesidir. Dışişleri, maliye, savunma, adalet gibi organları merkezi iktidara havale ederek sınırlı bir takım değişimler isteniyor.

İçeriğine geçtiğimizde ise “demokratik ulus”, “demokratik vatan”, “demokratik cumhuriyet” ve “demokratik anayasa” gibi ifadelere başvurulup projenin temeline 4 başlık konulmaktadır: “Örgütlü toplum ve demokratik katılımcılık”, “Ekolojik yaklaşım”, “Cinsiyet özgürlükçü yaklaşım” ve “Katılımcı topluluk ekonomisi”. Bu başlıkların muğlâklığını bir yana koyarsak özerk bölgelerin temel yürütme işlemlerinin merkezi iktidara bırakılması, hedef gösterilen özerkliği bugünden gösteriyor. Bununla birlikte Kürt

hareketi bu projeye Türkiye’nin AB yolculuğunda atması gereken adımlardan biri olan “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nı temel dayanak olarak öne sürüyor. Dönem dönem sermaye hükümetine hatırlatılan bu şartnameyle arzulanan çözümde emperyalist odaklara bel bağlanıyor. Bir diğer temel dayanağı ise “Demokratik Özerkliğin” üniter devlet yapısıyla ve devletin temel yapıtaşlarıyla çelişmediğidir. 1921 Anayasasının “demokratikliği” üzerine methiyeler, Kürt halkını bugüne kadar yok sayan, tanımayan T.C. rejimin mimarı olan M. Kemal’in aslında Kürtlere özerklik vermek istediğine kadar gidiyor.

Kürt halkının gerçek kurtuluşu kendi ellerindedir!

Genel anlamda bu süreci değerlendirdiğimiz zaman Kürt hareketi noktasında diyebileceğimiz, ’93’lerden itibaren çözümü mevcut burjuva düzen sınırları içerisinde çözme yöneliminin bugün yoğunlaşarak anayasal bir takım değişikliklere indirgenmesi ve burjuva iktidarın taktirine bel bağlanmış olmasıdır. Eylemsizlik kararının bozulması, kitlesel ve militan eylemlilikler radikal bir biçim alabilseler de özü itibariyle mücadele ufkunun düzen sınırlarına sığmış olduğu gerçeğini değiştirmemektedirler.

Kürt halkı için gerçek ve kalıcı çözüm ne sahte anayasal hayallerde ne düzen içi bir “çözüm” platformundadır. Bugün ortaya atılan “demokratik açılım” veya “demokratik özerklik” tartışmaları bugüne kadar uğruna bedel ödenen özgürlük ve eşitlik taleplerini hiçbir biçimde karşılamamaktadır.

Bugün Kürt halkının ve toplamda Türkiye’deki işçi ve emekçilerin görmesi gereken gerçek, yaşadığımız bu coğrafyada eşitsizliğin, emek sömürüsü ve ulusal sömürünün kaldırılmasının işçi sınıfının kızıl bayrağı altında devrim mücadelesini yükseltmekle gerçekleşeceğidir. Tüm eşitsizlikleri ve sömürüyü yaratan koşullar ancak bu yolla ortadan kaldırılacak ve sınıfsal ve ulusal baskılar başta olmak üzere, diğer tüm ayrımcılıkların ortadan kaldırılması için gerçek bir adım atılacaktır.

Kürt halkı için gerçek ve kalıcı çözüm ne sahte anayasal hayallerde ne düzen içi bir “çözüm” platformundadır. Bugün ortaya atılan “demokratik açılım” veya “demokratik özerklik” tartışmaları bugüne kadar uğruna bedel ödenen özgürlük ve eşitlik taleplerini hiçbir biçimde karşılamamaktadır.

19


Yeni döneme başlarken, gençlik çalışmamızın ve örgütlenmemizin içe dönük sorunlarına da eğilmek gerekiyor. Bu sorunların başında örgütsel durumumuz geliyor. Bugüne kadar sergilediğimiz faaliyet kapasitesine rağmen gençlik örgütlenmemiz hala oldukça dardır. Örgütlerimizi büyütmek, örgütlü güçlerimizin niceliğini ve niteliğini arttırmak yeni dönemdeki en önemli sorunlarımızdan biridir. Örgütlenme ve kadrolaşma siyasal çalışmanın akışı içinde kendiliğinden çözüme kavuşacak sorunlar değildir. En Yeni eğitim dönemiyle birlikte gençlik çalışmamız yeniden yoğun deneyimli ve yetkin kadroların günlere girmiş bulunuyor. Son yılların verileri ve gidişatı üzerinden bakıldığında, gençlik alanında olağandışı bir gelişmeden söz edebilecek yakın müdahalesini, tutku durumda değiliz. Uzun yılların biriktirdiği sorunlar bu yıl da devam ediyor. düzeyinde ilgisini gerektirir. Dolayısıyla, Parti’nin gençlik alanı ile ilgili değerlendirmelerindeki belli başlı vurgular güncelliğini, işaret ettiği görevler yakıcılığını koruyor. Genç Aslolan siyasal çalışmadır komünistlerin, gerek partiye sunulmuş kapsamlı metinleri, gerekse geçtiğimiz eğitim döneminin sonunda gençlik yayın organında yer alan geniş ilkesel yaklaşımımız, bu değerlendirmeleri de bunu teyid ediyor. konudaki görevlerin boşa Uzun yıllardır gençlik alanını ve hareketini hemen hemen benzer sorunlar üzerinden tartışıyoruz. Arada, geçtiğimiz eğitim yılında olduğu gibi, harç zammı, çıkmasına yol açmamalıdır. TEKEL Direnişi, Taksim 1 Mayıs’ı gibi gelişmelerin yarattığı dönemsel Nihayetinde siyasal canlanmaları saklı tutarsak, her yeni yılda daha da derinleşen bir dağınıklık, çözülme ve geriye gidiş süreci yaşanıyor. Parti değerlendirmeleri bunun 2000’lerin ilk çalışmanın verimi/başarısı yarısından beri böyle olduğuna dikkat çekiyor. Düzen, devrimci harekete yönelik ağır F-tipi darbesinde sağladığı başarı ölçüsünde ve eşzamanlı olarak, toplumsal için olduğu kadar mücadelenin tüm temel dinamiklerine geniş çaplı bir saldırı dalgası yöneltmişti. Bundan gençliğin payına üniversitelerde siyaset alanlarının tümden gaspedilmesi sürekliliği için de her düşmüştü. Temel saldırı yöntemi soruşturma-cezalandırma-uzaklaştırma olarak gündeme düzeyde yeterli nitelik, getirildi. Gençlik hareketinde 2000’lerin başındaki nispi canlanmanın öne çıkardığı ileri güçler bu saldırı dalgasıyla büyük bir kırılmanın içine itildiler. Sonrası giderek kitlesel güç ve olanak, demek mücadele umudunun tükendiği, üniversitelerde siyaset hakkının keyfi biçimde çiğnendiği, hatta bunun eğitim hakkının gaspıyla birleştirildiği bir gerileme dönemi olarak yaşandı. oluyor ki yetkin Bu dönem düzenin toplumsal yapıda/dokuda ciddi bozulmalar yarattığı bir süreç oldu aynı örgütlenme ve zamanda. Gençlik gelecekle ilgili büyük ideallerin taşıyıcısı olmaktan tümüyle uzaklaştırılıp, kendi bacağından asılma sevdası peşinde koşan piyasa oyuncağına dönüştürüldü. Hiç de kadrolar gerekiyor.

ve genç

azımsanmayacak bir kesimi sanal bir dünyanın bunalımlı, daha baştan umutlarını tüketmiş, ne yapacağını bilmez tutsağı olarak sürüklenip duruyor. Solda tasfiyeci legalizmin ve reformizmin baskın olduğu bu süreç, devrimci nitelikte, kültürde ve değerlerde de derin bir erozyon olarak yansımasını buldu. Solda ayrım çizgileri büyük oranda kaybedildi. Bu dönem boyunca gençlik kitlesine eklenen yeni kuşaklar, doğal olarak ilk kimliksel şekillenmelerini bu koşullarda yaşadılar. Bunun gençlik alanına ve mücadelesine yansıması, ileri kesimlerinde her zamankinden daha derin bir apolitizm ve ideolojik ilgisizlik ya da gerilik oldu.

Yine geçmiş değerlendirmelerde altı çizildiği üzere, alt sınıflar gençliğinin büyük kentlerin üniversitelerine akışı engellenerek gençlik hareketi bir başka yönden daha kötürümleştirildi. Özel üniversitelerin önü alabildiğine açılırken, her ile üniversite propagandası ile büyük kentlerdeki köklü olanlar da dahil üniversitelerin düzeyi epeyce geriletildi. En kötü dönemlerinde dahi entellektüel mayalanmanın kaynağı olabilmiş üniversiteler, giderek inanılmaz bir cehalet merkezleri görünümü kazanıyor.

Yakın geçmişte de sıkça ifade edilen bu gelişmeler, gençliğin bugününü anlamak için yeterli bir fikir vermektedir. Elbette burada gençlik alanı ile ilgili daha bir dizi saptama yapılabilir. Fakat yukarıda vurgulamak ihtiyacı duyduklarımız da dahil her biri değişik vesilelerle tekrarlanan sorunlar olduğu için uzun bir döküm yapmak gerekmiyor.

Gençlik içinde solun durumu ve komünist gençliğin misyonu

20

Gençlik alanındaki bu sorunlu durum derinleştikçe gençlik hareketindeki parçalanma da uç boyutlara varıyor. Halihazırda genel bir gençlik hareketinden ziyade ileri kesimleri üzerinden son derece daralmış bir hareketten bahsettiğimiz ölçüde, bu parçalılık solun kendi içinde dağınıklık olarak yansıyor. Bir döneme kadar güç ve eylem birliği olmadan düşünülemeyen 6 Kasım, 16 Mart gibi takvimsel eylem günleri dahi 4-5 farklı eyleme tanıklık edebiliyor. Bunun yalnızca solun gençlik alanındaki durumundan kaynaklı bir tablo olmadığı açık. Bu tablonun oluşmasının bir yanında genel olarak gençlik alanının verili durumu varsa, diğer yanında solun genel olarak toplum düzeyindeki durumu var. Bugün Türkiye’de siyasal yaşamın sol cephesinde yalnızca devrimcilik-reformizm, ihtilalci örgüt-tasfiyeci legalizm gibi ayrımların silikleşmesi yaşanmıyor. Aynı zamanda taktik ittifaklar politikasında dünün temel muhatapları olarak kabul ettiğimiz devrimci parti ve örgütlerde de her alanda bir ciddiyetsizleşme göze çarpıyor. Bu boşlukta sol içindeki bazı reformist odaklar siyasal mücadelede çok daha ciddiye alınması gereken bir yer kaplamış


Yeni dönem komünistlerin görevleri durumdalar. İlkin, siyasal etkinlik bakımından iş yapılabilecek muhataplar ve ikinci olaraksa etkili bir ideolojik-politik mücadelenin hedefleri olarak karşımızda daha çok bunlar duruyorlar.

Gençlik alanında bu çok daha belirgin olarak böyledir. Genelde dar ulusal sınırların ötesine geçemeyen Kürt hareketini bir yana bırakırsak, ideolojik-politik mücadelenin konusu olduğu kadar, birlikte iş yapmanın muhatapları da TKP, Kolektifler vb. gibi çevrelerdir. Farklı yerellerde öne çıkan grup ve çevreler olsa da, bunlar bulundukları yerelliklerden ibaret iğreti bir gücü temsil ediyorlar. Bağımsız siyasal varoluşlarını bir kitle örgütü olma iddiasıyla ortaya çıkmış GençSen’de varolmaya tahvil eden grup ve çevreler ise, gençlik hareketi açısından belirleyici üniversiteler de dahil çoğu alanda zaten ciddiye alınabilir olmaktan çıkmış durumdadır. Bunda, bağımsız siyasal faaliyet yürütme iradelerini yitirmeleriyle birlikte, Genç-Sen’in gerçekten tabanını ören bir kitle örgütü olarak işletilememesinin, sürekliliği olmayan çıkışlar dışında Genç-Sen’in (dolayısıyla kendini Genç-Sen üzerinden varettiğini iddia eden her çevrenin) atalet içinde kalmasının önemli bir payı var.

Bu tablo içinde partimizin gençlik çalışması özel bir önem kazanıyor. Çünkü tasfiyeci reformizm karşısında devrimci örgüt iddia ve iradesini komünist gençlik temsil ediyor. Gençliğin devrimci enerjisinin işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketiyle devrimci temellerde birleşmesini de yalnızca komünistlerin gençlik çalışması sağlayabilir. Ne kadar kitlesel görünürse görünsünler, devrimci iktidar perspektifleri, buna yaşama geçirecek devrimci bir örgütsel varlıkları olmayanların, gençliğin dinamizmini devrim mecrasına akıtmak gibi bir niyetleri ve sorunları yoktur. Tüm tarihsel deneyime ve günümüz dünyasının açık gerçeklerine rağmen devrimci örgüt/parti fikrine dudak bükerek, geçici olmaya mahkum eylemsellik üzerinden “pekala partisiz de olabiliyor” diyenlerin, devrimle tek alakaları düzen bataklığında oyalanarak devrimi istismar etmek olabilir. Gençliğin devrimci dinamizmi ise devrimci mücadele için paha biçilmezdir. Bu enerjinin kabul edilemez bir ikiyüzlülükle düzeniçi saflarda heba olup gitmesini önleyecek yegane güç, gençlik alanında işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini temsil edenlerin yürütecekleri siyasal faaliyet ve devrimci örgütlenmedir. Geçtiğimiz dönemin pratiği üzerinden bakıldığında, genç komünistlerin bu misyonun hakkını verme çabası içinde oldukları, buna uygun bir faaliyet kapasitesiyle güne yüklendikleri, devrimci ilkelerden taviz vermemeyi politik esneklikle birleştirmeye çalıştıkları görülecektir. Yeni dönemde bunu, partimizin sol hareket

değerlendirmeleriyle daha sıkı bir uyuma kavuşturma sorunundan sözedilebilir. Bu çerçevede gençlik örgütlenmemizin, alanda ciddiyeti olan odaklarla birlikte iş yapmayı, bunu onlara karşı ilkeli bir ideolojik-politik mücadeleyle birleştirmeyi başarması temel bir sorumluluktur. Verili koşullarda gençlik hareketindeki parçalı yapı kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, sola eğilimli kitlede sürekli bir kırılma, umutsuzluk ve inançsızlığın kaynağı oluyor. Öte yandan birleşikkitlesel-devrimci bir gençlik hareketinin geliştirilebilmesi, büyük ölçüde alandaki ileri kitlenin eylem birliğini gerektiriyor. Bu çerçevede gençlik alanındaki devrimci komünist kanalı temsil eden güç olarak, ilkesel yaklaşımlar ve mücadele birliği temelinde en geniş eylem birliklerini oluşturmak çabasını yeni dönemde de sürdürmeliyiz. Ayrışma, politika-taktiğin tali öğeleri değil ilkesel boyutları üzerinden yaşanmalıdır. Bu noktada, birçok akım tarafından ajitasyonpropagandada (ve bunun bir bileşeni olarak eleştiride) özgürlük, eylemde birlik yaklaşımının, geriliği ve gericiliği perdeleyen ucuz demagojilere kurban edildiğinin altını çizmeliyiz. Yeni dönemde her türlü ilkeli birliğin mayası olan bu temel yaklaşımın gençlik hareketi ve özneleri içinde yeniden belirleyici olması, gençlik alanındaki misyonumuzun temel bir boyutu olarak ele alınmalıdır. Sözkonusu ilkeye bağlılık, hiçbir gündelik politik çıkara değiştirilemez.

Yeni dönemle birlikte daha fazla gündemimizde olması gerektiğini belirttiğimiz ideolojik-politik mücadele, yalnızca gençlik alanında burjuva, küçük-burjuva ideolojilerin etkilerine barikat örmek açısından gerekmiyor. Aynı zamanda ileri gençlik kitlesinin bu alandaki geriliğine, hem de saflarımızdaki eğitimsizliğe bir müdahale olacaktır.

21


olduğu gibi, kitle tabanı ve örgütlenmede de büyük bir kuvvet olabilmeyi gerektiriyor. Bugün boğucu bir bürokrasinin hakimiyetindeki Genç-Sen ile politik-taktik çizgilerin taban inisiyatifi ve demokratik temelde yarıştığı bir Genç-Sen arasında tam bir karşıtlık vardır. Bu koşullarda ikincisine ulaşabilmenin ve birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi politikasına itilim kazandırmanın yolu, bağımsız bir güç olarak etkin bir faaliyet yürütebilmekten ve örgütlü bir temelde politik kitle tabanını büyütmekten geçiyor.” (Gençlik Çalışmasının Güncel Sorunları, Ekim, Sayı: 259, Ekim 2009).

Gençlik çalışmasında güncel siyasal sorunlar

Soruşturmauzaklaştırma saldırısı yeni dönemde de hız kesmeyeceğine göre, geçtiğimiz yılların deneyimlerini gözeterek ve eksikliklerimizi tamamlayarak mücadeleyi derinleştirmek, yeni dönemin de öncelikli görevlerinden biridir. Soruşturmauzaklaştırma saldırısının gündeme geldiği her okul kapısını, “tek başına bile direniş” geleneğini yaratan işçi sınıfından öğrenerek, duraksamaksızın direniş yerine çevirmeliyiz.

22

İdeolojik-politik mücadele konusunda genel olarak gençliğin, özelde ise gençlik hareketini oluşturan ileri kitlenin ideolojik-politik geriliği bir engel olarak görülebilir. Bu hiç de küçümsenemeyecek bir engeldir ve yıllardır süregelen bir zayıflık alanıdır. Partinin ideolojikteorik birikimi veri alındığında, komünist gençlik güçlerini de kesen bir boyutu vardır bu sorunun. Çeşitli düzeylerde eğitim grupları, dönemsel kamplar, iç seminerler vb. üzerinden örgütlenen çalışmaların bizzat kendisi, marksist teorinin esasları noktasında ciddi yetersizliklerimiz olduğu gerçeğiyle karşı karşıya getirmektedir bizi. Yeni dönemle birlikte daha fazla gündemimizde olması gerektiğini belirttiğimiz ideolojik-politik mücadele, yalnızca gençlik alanında burjuva, küçük-burjuva ideolojilerin etkilerine barikat örmek açısından gerekmiyor. Aynı zamanda ileri gençlik kitlesinin bu alandaki geriliğine, hem de saflarımızdaki eğitimsizliğe bir müdahale olacaktır. Solun gençlik içindeki durumuna en iyi göstergelerden biri olan Genç-Sen’e ilişkin olarak da şunları söylemeliyiz. Birleşik gençlik mücadelesi için hala da bir anlam taşıyan GençSen, kendini bu araç üzerinden ifade eden ve daha baştan yönetimi tutan sol çevrelerce hala da bürokratik bir ataletin dayanağı durumunda tutuluyor. Son Genel Kurul’daki özeleştirel açıklamalara ve genç komünistlerin bugüne kadarki eleştirilerini doğrulayan sözlere rağmen durumda esaslı bir değişiklik olmamıştır. GençSen’e dair yaklaşımlarımız değişik vesilelerle yayınlarımızda işlenmiş olduğu için tekrar etmek belki gereksizdir. Fakat saflarımızda hala da bir davranış birliği ihtiyacı olduğunu vurgulamalıyız. Partinin geçen sonbaharda Ekim’de yayınlanan değerlendirmesi, bu araca yaklaşımın özünü ortaya koymaktadır. Genç-Sen bizim için bir kitle örgütlenmesi aracıdır ve bunun mantığına uygun olarak tabanın söz ve karar süreçlerine etkince katıldığı bir demoktarik işleyişe kavuşturulursa, gençliğin birleşik mücadelesinde belli bir rol oynayabilecek potansiyeli hala da taşımaktadır. Bu çerçevede bulunduğumuz tüm alanlarda yalnızca devrimci siyasal çalışmamızın bir alt öğesi biçiminde ele alarak, Genç-Sen’i örgütlemek ve taban demokrasisi temelinde işletmek yeni dönemde de güncelliğini koruyan bir hedef olmalıdır. Bununla birlikte, şu temel önemdeki nokta unutulmamalıdır: “Yalnızca birleşiklik sağlanmasında değil, gençliğin kitlesel örgütlenmesinde de işlevsel olabilecek bu tür bir aracı etkin hale getirmek bile, politik faaliyette

Solun ve Genç-Sen’in durumundan öteye, özellikle son cümledeki vurgular komünist gençlik çalışmasının önceliklerini ve sorunlarını da veriyor. Geçtiğimiz yıl “bağımsız bir güç olarak etkin bir faaliyet yürütmek” çabası, yine aynı değerlendirmede hayati bir sorun olarak işaret edilen soruşturma karşıtı mücadele üzerinden geçmiş deneyimlerimizi geliştiren, saflarımızı toparlayan bir rol oynadı. Bu mücadeleyi bizzat soruşturma saldırısına maruz kalanlar başta olmak üzere sol çevrelerin gündemine taşımış, birliktelik yaratmaya çalışmış, ancak elle tutulur bir karşılık alamamıştık. Buna rağmen gençlik güçlerimiz, özellikle temel bir kentte buna takılmadan, partinin siyasal hattı üzerinden yol yürüme iradesi ortaya koyabilmişlerdi. Yine, eğitim yılının ikinci yarısında ortaya çıkan sonuçlar, gençlik hareketinin önünde önemli bir barikat olan soruşturmauzaklaştırma saldırısına karşı mücadele konusundaki inançsızlık ve kırılmaya çarpıcı bir yanıt oldu. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısı yeni dönemde de hız kesmeyeceğine göre, geçtiğimiz yılların deneyimlerini gözeterek ve eksikliklerimizi tamamlayarak mücadeleyi derinleştirmek, yeni dönemin de öncelikli görevlerinden biridir. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısının gündeme geldiği her okul kapısını, “tek başına bile direniş” geleneğini yaratan işçi sınıfından öğrenerek, duraksamaksızın direniş yerine çevirmeliyiz. Bu mücadele ile işçi-emekçi direnişleri, örgütlülükleri, kitleleri arasında daha yakın ve sıkı bağ geçen dönemin pratiğinde zayıf bırakabildiğimiz bir halkaydı. Bunu mutlaka gidermeliyiz.

Gençliğin siyaset yapma hakkı, bunun bir uzantısı olarak eğitim hakkının gaspına karşı hiç değilse ilerici kamuoyu üzerinden bir mücadele hattının örgütlenmesinin önemi açıktır. Bu alandaki temel zayıflıklardan biri sendikalar, demokratik kitle örgütleri, aydın ve ilerici çevrelerin duyarlılığını harekete geçirmekte yaşanıyor. Burjuva basındaki imkanların değerlendirilmesi alanında da ısrarla yüklenen bir tarzı hayata geçirmek gerekiyor. Bu imkanların kullanılmasının ne tür sonuçlar yarattığını geçtiğimiz dönemin deneyiminden görmüş bulunuyoruz. Geçen dönemin deneyimi bize, soruşturma karşıtı mücadelenin toplumsal-siyasal gelişme süreçlerinden kopuk ele alınamayacağını da göstermiş bulunuyor. Zaten bu mücadelede başarı sağlamanın temel koşullarından biri, genel ve özgül tüm süreç ve gelişmeler üzerinden bir faaliyet hattı örgütleyebilmektir. Örneğin bugün eğitimde özelleştirme üzerinden sistemli bir ticarileştirme karşıtı faaliyet yürütmeksizin, gençlik yığınlarındaki potansiyel duyarlılıkları açığa çıkaramayız. Genel olarak sistemli ve sürekli bir anti-emperyalist, anti-kapitalist devrim propagandası yürütmeksizin de gençliğin ileri kitlesinin devrimci duyarlılığını kucaklayamayız. Ya da her bir yerelin kendine özgü gündem ve


ihtiyaçlarını gözeten yöntem ve araçlarla yerelleştirilmiş bir çalışma örgütleyemezsek, kitlelerin hiç değilse ileri kesimlerini herhangi bir gelişmeye karşı, bu arada soruşturma vb. saldırılara karşı da yerinden kıpırdatamayız. Sorun daha baştan, varılacak hedefler ve buraya taşıyacak yol, yöntem ve araçlar konusunda bir netliğe sahip olmaktır. Bu bizi sürecin herhangi bir evresinde karşımıza çıkacak saptırıcı her tür etkene karşı dirençli kılacak, diyelim ki soruşturma karşıtı mücadele gibi bir esaslı görevi asla ihmal etmememizi, vb.’ni sağlayacaktır. Bu çerçevede gençlik örgütlenmemizin önünde yeni dönemde, genel çizgileri tanımlanmış, hedefleri saptanmış, yerel ayaklar için genel pratik çerçevesi ortaya konulmuş bir dönemsel planlama görevi durduğunu hatırlatmış olalım.

Gençlik örgütlenmemizin durumu ve sorumlulukları

Yeni döneme başlarken, gençlik çalışmamızın ve örgütlenmemizin içe dönük sorunlarına da eğilmek gerekiyor. Bu sorunların başında örgütsel durumumuz geliyor. Bugüne kadar sergilediğimiz faaliyet kapasitesine rağmen gençlik örgütlenmemiz hala oldukça dardır. Örgütlerimizi büyütmek, örgütlü güçlerimizin niceliğini ve niteliğini arttırmak yeni dönemdeki en önemli sorunlarımızdan biridir. Örgütlenme ve kadrolaşma siyasal çalışmanın akışı içinde kendiliğinden çözüme kavuşacak sorunlar değildir. En deneyimli ve yetkin kadroların yakın müdahalesini, tutku düzeyinde ilgisini gerektirir. Aslolan siyasal çalışmadır ilkesel yaklaşımımız, bu konudaki görevlerin boşa çıkmasına yol açmamalıdır. Nihayetinde siyasal çalışmanın verimi/başarısı için olduğu kadar sürekliliği için de her düzeyde yeterli nitelik, güç ve olanak, demek oluyor ki yetkin örgütlenme ve kadrolar gerekiyor.

Gençlik örgütlenmemizi genişletip güçlendirme sorumluluğunun burada ancak güncel bazı gereklerine işaret edebiliriz. Bunlardan birincisi; organ, kolektif, birim düzeyindeki işleyişi aksatmadan sürdürebilmek, kolektif işleyişi en ileri düzeyde hakim kılmaktır.

İkincisi; çevre-çeper güçlerimizi mutlaka çeşitli düzeylerde tanımlı örgütlenmeler içine çekerek, siyasal çalışmanın aktif bileşenleri haline getirmektir. Gençlik alanı sözkonusu olduğunda, bu yönde en işlevsel olanı eğitim grupları, kimi yerlerde düzenli siyasal tartışma çevreleridir. Bunun bazı yerellerimizde gündeme gelen anlamlı örneklerini genelleştirmeyi başarmalıyız. Çalışmanın yerel araç ve olanakları (gençlik sendikasının örgütlenmesi, platformlar, inisiyatifler, bültenler, kollar, kulüpler, kültür-sanat çalışmaları vb.) genel olarak etkin bir siyasal çalışma için olduğu kadar, çevre-çeper güçlerimizi aktifleştirip kazanmak için de benzersiz önemdedir. Üçüncüsü ise, her bir yoldaşımızın ve ilişkimizin gelişimiyle bire bir ilgilenmeyi hiçbir koşulda ihmal etmemektir. İdeolojik-politik eğitim ve donanım bu açıdan da belirleyici bir yerde duruyor. Gençlik güçlerimiz bu alandaki yetersizliklerin bilincindedirler. Partinin sık sık

altını çizdiği üzere eğitim, kolektif bir zeminde, fakat son tahlilde yoğun bir bireysel çaba sorunudur. Şüphesiz eğitim grupları ve kolektif çalışmalar, ilerleme için belli bir çerçeve sunacaktır. Bununla yetinilmemeli, her yoldaşın birikim düzeyi ve eğitim ihtiyacına karşılık gelen kişisel bir eğitim planı çıkarılmalı ve mutlaka kolektif denetimin konusu yapılmalıdır.

Eğitim-birikim-donanım, ideolojik-politik alanın ötesinde, devrimci örgüt kültürünün yerleştirilmesi, örgüt kimliğinin yayılması, devrimci kimliğin şekillendirilmesi, savaşçı militanlığın kazandırılması alanlarında da bir ihtiyaçtır. Bunun karşılanması elbette öncelikle örgütsel-siyasal pratiğe bağlıdır. Fakat teorik ve pratik boyutlarıyla eğitim politikasının içeriği ve kapsamı da belirleyici bir etkendir. Kuşkusuz gelişme ve ihtiyaçlar temelinde partinin ileri düzeyde örgütlü ve çok yönlü devrimci bir kimlik gerektiren faaliyetlerine katılımının sağlayacağı eğitimi, yığınla kitap, seminer, verili dönemin koşulladığı rutin siyasal çalışmalar sağlayamaz. Yine illegal-ihtilalci örgüt bilinci ve işleyişi üzerinden bir çalışmanın yaratacağı kimlikler başka bir zeminde şekillenemez, vb...

Gençlik örgütlenmemizin darlığı ölçüsünde önemli ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı ikinci bir temel sorunumuz ise, kitle tabanının darlığı ve kitle çalışmasındaki yetersizliklerimizdir. Bu konu parti basınımızda çeşitli yönleriyle tartışılmakta, daha da tartışılmayı gerektirmektedir. Gençlik alanında sorun ancak alışılmış kalıpları ve rutinlerimizi kırmayı, yerellerde her türden kitle örgütlenmesi araçlarından devrimci bir temelde yararlanmayı, hedefler çerçevesinde ısrarla, sistemli olarak ve kesintisiz bir şekilde kitlelerle doğrudan temaslar sürdürmeyi, yani döne döne kitlelere gitmeyi başarmakla adım adım geride bırakılabilir. Salt kampüslerden ibaret bir tartışma değil bu. Örneğin öğrencilerin tüm yaşam alanları, aile ve sosyal ilişkileri gençliğin kitle çalışmasının hedefi olmalıdır. Bir sorun olarak değil belki ama önemi tartışmasız bir vurgu olarak sınıf ve emekçi kitlelerle, sınıf hareketiyle kurulacak bağın her zaman olduğu gibi yeni dönemde de gençlik örgütlenmesi ve çalışmamızın ayırdedici bir niteliği olması gerektiğini belirtelim.

İşçi direnişlerinden sınıfı yakından ilgilendiren her tür gelişmeye kadar sınıf sorunlarına her düzeyde ve her alanda özel bir ilgi ve işçiemekçilerle kurulacak somut bağ, komünist gençlik çalışmasının daima asli bir boyutu olmalıdır. Bu, sınıf intiharını gerçekleştirmeyi, sınıf devrimciliği kimliğini geliştirmeyi henüz gençlik alanındayken başlatmanın zorunluluklarından biridir. Öte yandan ise, genel olarak sol hareketin, bunun bir parçası olarak da gençlik hareketinin derin bir savruluşa sürüklendiği bir dönemde, devrimci örgüt iradesini gençlik alanında diri tutmanın da en hayati dayanağıdır. Son olarak, Ekim’in bir yıl önceki çağrısının, gençliğin Ekim’e düzenli katkı sorumluluğunun, tüm yakıcılığı ile genç komünistlerin önünde durduğunu bir kez daha belirtelim. Genç komünistler payına yeni eğitim yılında zincirin kavranacak halkalarından biri de bu sorumluğun yerine getirilmesi olmalıdır.

(www.tkip.org sitesinden alınmıştır)

İşçi direnişlerinden sınıfı yakından ilgilendiren her tür gelişmeye kadar sınıf sorunlarına her düzeyde ve her alanda özel bir ilgi ve işçi-emekçilerle kurulacak somut bağ, komünist gençlik çalışmasının daima asli bir boyutu olmalıdır. Bu, sınıf intiharını gerçekleştirmeyi, sınıf devrimciliği kimliğini geliştirmeyi henüz gençlik alanındayken başlatmanın zorunluluklarından biridir. Öte yandan ise, genel olarak sol hareketin, bunun bir parçası olarak da gençlik hareketinin derin bir savruluşa sürüklendiği bir dönemde, devrimci örgüt iradesini gençlik alanında diri tutmanın da en hayati dayanağıdır.

23


Soruşturmalar, paralı eğitim, işsizlik, geleceksizlik... YÖK düzeni sürüyor…

YÖK’e ve YÖK düzenine karşı mücadeleyi yükseltmeye!

Yaz döneminin sonunda anayasa referandumu üzerinden düzen güçlerinin dalaşmasına tanık olduk. Yeni eğitim döneminin sonunda da seçimler gerçekleşecek. Sermaye güçlerinin oyunları, aldatmacaları durmaksızın devam edecek. Egemenler sahte taraflaşmalar ekseninde toplumu evet-hayır kutuplarına yedeklemeye çalıştılar. Bu noktada gençlik temel hedef noktasıydı. Ve bu süreçte gençliğin büyük kısmının bu yedeklenmenin peşinde sürüklendiğini gördük.

24

Son yılların 6 Kasım süreçlerine ve değerlendirmelerimize baktığımızda aşmamız gereken iki nokta olduğu görülüyor. Birinci nokta 6 Kasım’ların bir süreç olarak örülememesidir. Genelde son haftaya kadar devam eden tartışmaların neticesinde üniversitelerde gerçekleşecek eylemin ön sürecinde YÖK’ün, YÖK uygulamalarının, YÖK düzeninin anlatılamadığı, kısa süreli bir propaganda ve eylem çağrısını aşmayan bir süreç yaşanıyor. 2010 6 Kasım’ı YÖK’ün kuruluşunun protesto edildiği basın açıklamaları ve yürüyüşleri aşan bir hatta örülebilirse, bu zaafiyeti aşmanın ilk adımı atılmış olur. Bunun için 6 Kasım’a gençliğin sorunlarına karşı mücadeleyi yükseltmek, gençlik hareketini ileriye taşımak iddiasıyla bir süreç olarak bakılmalıdır. Aşılması gereken ikinci nokta ise 6 Kasım’ın parçalı eylemlerle dağınık bir tabloda yaşanmasıdır. Politik veya biçimsel ayrımlarla birlikte hemen hemen tüm illerde aynı gün ard arda eylemler gerçekleşti. 6 Kasım süreçlerinin bu eksikliklerini görerek bunları aşmak yönlü bir bakışla hareket etmemiz gerekiyor. 2010 6 Kasım’ı gençlik hareketinin önündeki sıkışma noktalarının ve daralmanın aşılması hedefiyle örgütlenmelidir.

Referandum aldatmacasından seçim oyununa YÖK düzeni sürüyor!

Yaz döneminin sonunda anayasa referandumu üzerinden düzen güçlerinin dalaşmasına tanık olduk. Yeni eğitim döneminin sonunda da seçimler gerçekleşecek. Sermaye güçlerinin oyunları, aldatmacaları durmaksızın devam edecek. Egemenler sahte taraflaşmalar ekseninde toplumu evet-hayır kutuplarına yedeklemeye çalıştılar. Bu noktada gençlik temel hedef noktasıydı. Ve bu süreçte gençliğin büyük kısmının bu

yedeklenmenin peşinde sürüklendiğini gördük. Reformist gençlik örgütleri hayır cephesinde yerlerini alarak düzen güçlerine kan taşıyan bir tutum sergilediler.

Gençlik kitleleri hala da gerici bloklaşmanın etkisi altındadır. Seçim öncesi bir dönemde olduğumuzu da göz önüne alırsak düzen güçleri bu etki alanını genişletmek için çabalarını sürdüreceklerdir. Düzenin bu sahte taraflaşmasının teşhirini yaparak gençliği düzene karşı mücadelenin parçası haline getirmeliyiz. Düzen güçlerinin dalaşmasında taraf olmamalı, haklarımız için mücadeleyi yükseltmeliyiz. Önümüzdeki sene boyunca gençlik kendi sorunlarına sahip çıkmalı, gasp edilen haklarını geri alma bilinciyle hareket etmelidir. Referandum sürecinde reformist örgütlerin tutumu ve durdukları yer orta yerde duruyor. Bu devrimcilerin omuzlarında duran sorumluluğu daha da artırmaktadır.

YÖK düzeni, soruşturma-ceza terörüyle devam ediyor!

Yeni dönem soruşturma-ceza saldırısı açısından da yoğun bir saldırı bombardımanı ile başladı. Yaz döneminde saldırı kesintisiz şekilde devam etmişti. Dönem sonunda açılan soruşturmalar yaz döneminde birçok üniversitede cezaya dönüştü. Döneme geçen seneden kalan cezalara dönem başı yeni cezaların eklenmesiyle başlandı. Eskişehir’de yazın 3 kişiye uzaklaştırma cezası verilmişti. İstanbul Üniversitesi de 8 uzaklaştırma ile döneme başladı. YTÜ’de de bir dönem cezası devam eden bir öğrenci var. Somutlanan cezaların yanı sıra soruşturma yağmuru devam ediyor. Kayıt döneminden başlayarak izinli açılan masalara dahi soruşturmalar açıldı. Bunlar göstermektedir ki soruşturma ve ceza terörü yoğunlaşarak devam edecektir. Son yıllarda üniversitelerde yürütülen devrimci


faaliyete dönük en temel saldırı soruşturmalardır. Birçok gençlik örgütünün üniversitelerde sistematik faaliyet yürütmediği, gençlik hareketinin bir gerileme içerisinde olduğu bir dönemdeyiz. Üniversitelerde sistematik bir şekilde faaliyet yürüten, hakkını arayan öğrencilerin karşısına da soruşturma terörü çıkıyor. En kısa zamanda kesilen cezalarla bu öğrencileri de üniversitelerin dışında bırakarak devrimci, sol siyaseti üniversitelerden kazıma çabasındalar. Bu saldırı sadece öğrencileri de kesmiyor. Birçok akademisyen de bu saldırının hedefi oldu. Bir “özgürlük” alanı olan üniversitelerde akademisyenlerin bile düşüncelerini ifade etmeleri tehlikeli ve yasak ilan ediliyor. Bu saldırının karşısında topyekün durabilmek, geri püskürtene kadar irade koyabilmek önemli. Üniversitelerde faaliyet yürütmeye devam etmek, uzaklaştırma ile karşı karşıya kalındığında üniversite kapılarında direnişler başlatmak tüm saldırılara karşı mücadeleye devam edileceğinin ısrarını ortaya koyacaktır. YÖK’ün üniversitelerdeki saldırısının soruşturmalarla devam ettiği teşhir edilmeli, kapı önündeki direnişler, yürütülen faaliyetler 6 Kasım sürecinin parçasına dönüştürülmelidir. 2010 6 Kasım’ına giderken soruşturma-ceza kamplarına dönüştürülen üniversiteler reddedilerek, “özerkdemokratik üniversite” talebi yükseltilmelidir!

YÖK düzeni, eğitimin ticarileştirilmesiyle, işsizlikle, geleceksizlikle devam ediyor!

Sermayenin üniversitelerdeki tahakkümü artıyor ve üniversitelerin sermaye eksenli düzenlenmesi yapılan konuşmalarda ayan beyan ifade ediliyor. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, geçtiğimiz günlerde katıldığı Tam Maliyetlendirme Türkiye Çalıştayı’nda, devletin ayırdığı bütçenin yetemediğini, sermayenin üniversitelere daha fazla yatırım yapması gerektiğini söyledi. Ardından da “Üniversiteler bugün iş kollarının ihtiyaç duyduğu bilgi ve becerilere sahip öğrenciler yetiştirmek zorundadır” diyerek üniversitelerin “yüklenmesi gereken misyonunun” altını çizdi. Bugün yeterli seviyede görmediği sermaye ile üniversitenin işbirliğini daha ileri seviye taşımak gerektiğini vurguladı. Üniversite yönetimine sermayenin temsilcilerinin katılmalarına dair düzenlemeler yapılırken, eğitimin çürümüşlüğü her geçen gün daha fazla ortaya serilirken, paralı eğitim uygulamalarının sonucunda yüzlerce öğrenci eğitim hakkından mahrum kalırken, mezun olanların karşısında işsizlik veya güvencesiz çalışmadan başka bir şey yokken bu düzende

gelecekten bahsetmek çoktan mazi olmuştur. Üniversite kapısının artık bilekteki altın bilezik, ekmek kapısı olmadığı ayan beyan ortadadır. İnsanlar sınavları istediği gibi geçmedi diye, ataması yapılmadı diye intihar etmektedir. İnsanlar yoğun çalışma koşulları altında kadrosuz, güvencesiz çalışmaktadır. İnsanlar iş güvencesinden yoksun bir şekilde ölümüne çalışmayı tercih etmek zorunda bırakılmaktadır. 2010 6 Kasım’ına giderken neo-liberal uygulamaların hızlandırılmış bir şekilde hayata geçirildiğini, YÖK düzeninin gençliğe işsizlik ve geleceksizlikten başka bir şey veremeyeceğini anlatan çalışmayla birlikte,“insanca bir yaşam, güvenceli çalışma koşulları” talepleri yükseltilmelidir.

YÖK düzeni, Kürt halkının anadilde eğitim hakkını gasp etmeye devam ediyor!

Yeni döneme “anadilde eğitim” talebi yükseltilerek girildi. İlk ve orta öğretimlerde okul boykotu gerçekleştirildi. Tüm engellemelere, saldırılara, tehditlere rağmen Kürdistan illerinde boykot yüksek oranda katılımlarla hayata geçirildi. Anadil kursları, Kürdoloji Enstitüsü noktasında adımlar atarak “açılım” yaptığını iddia eden sermaye devleti hem bu hakkı gasp etmeye hem de Kürt halkına dönük saldırganlığa devam ediyor. 2010 6 Kasım’ına giderken Kürt halkının haklı ve meşru taleplerinin yanında olduğumuzu göstermeli, “anadilde eğitim” talebini güçlü bir şekilde yükseltmeliyiz.

YÖK’e ve YÖK düzenine karşı 6 Kasım’da alanlara!

Üniversiteleri denetim altına almak, neo-liberal saldırıların eğitim alanındaki adımlarını hızlıca hayata geçirebilmek için 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu. 80 darbesinin bağrında dünyaya gelmiş YÖK, uygulamalarıyla karşımızda duruyor. Kurulduğu günden bugüne görevini en iyi şekilde yapmaya çalışan düzenin sadık kurumlarından biridir. Her geçen gün sermayeye hizmetini en iyi şekilde yapabilmek için sadık bir uşak gibi davranmaktadır.

YÖK düzeni, ticari eğitimle, soruşturmalarla, anadilde eğitim hakkının gaspıyla, ÖGB-polis terörüyle, işsizlikle, geleceksizlikle devam ediyor. 2010 6 Kasım’ı artan saldırganlıkların karşısında mücadele mevzisi olabilmelidir. 2010 6 Kasım’ı parçalı eylemler bütünü olmayı aşmalıdır. 2010 6 Kasım’ı gençlik kitleleriyle bütünleşmeyi önüne koyabilmelidir. 2010 6 Kasım’ı birleşik ve kitlesel bir gençlik hareketi oluşturma iddiasıyla bakabilmelidir. Ekim Gençliği

Üniversiteleri denetim altına almak, neo-liberal saldırıların eğitim alanındaki adımlarını hızlıca hayata geçirebilmek için 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu. 80 darbesinin bağrında dünyaya gelmiş YÖK, uygulamalarıyla karşımızda duruyor. Kurulduğu günden bugüne görevini en iyi şekilde yapmaya çalışan düzenin sadık kurumlarından biridir. Her geçen gün sermayeye hizmetini en iyi şekilde yapabilmek için sadık bir uşak gibi davranmaktadır.

25


Referandum oyunu ya da düzen cephesinin dalaşı... Burjuva partiler referandum öncesinde zamanlarının sonuna dek tüm kozlarını oynadılar. Bu sürede oluşan politik atmosfer ise belediye otobüslerinden, kahvelere her yaştan insan tarafından hissedildi. 12 Eylül günü alınacak tutum her yerde tartışılır oldu. Gündelik burjuva siyasete bakıldığında ortaya saçılanların burjuva gericiliğinden başka bir şey olmadığını açık bir şekilde gördük. Sonuçtan bakılınca Türkiye egemen sınıfının, kendi çıkarlarını emekçi kitlelerin çıkarlarıymış gibi göstermekte oldukça başarılı olduğu görülecektir.

Dinci faşist AKP’nin yalanı: ‘Sivil Anayasa ve Sivilleşen Türkiye!’

Sermayenin has partisi AKP 12 Eylül’deki referandumun Türkiye demokrasisi açısından bir eşik olduğunu, 12 Eylül’de sandıktan “Evet” çıkması halinde askeri vesayetle, ’82 anayasasının anti-demokratik yaptırımları ve cuntanın gayri insani muameleleri ile hesaplaşılacağını duyurdu.

Demokrasi havarisi kesilen Tayip hızını alamayıp bir de Nevzat Çelik’in 12 Eylül’ün ilk idamı olan Necdet Adalı’ya yazdığı Şafak Türküsü’nü grup toplantısında söyledi, ardından idam edilen ülkücünün ailesine yazdığı mektubunu da okudu ve ağladı. Hem ağladı hem de 12 Eylül karanlığından bahsetti. Malum, kendisi de “minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz” diyerek şiir okuduğunda yargılanmış ve cezaevine gönderilmişti. Bu örneği de her fırsatta veren Tayyip, askeri vesayetle hesaplaşmanın boynumuzun borcu olduğunu ifade etti. Bütün bu sahtekarlıklar yetmezmiş gibi, partisinin Diyarbakır mitinginde, Kürt uslunun demokratik ve ulusal taleplerini de kendi gerici hesapları doğrultusunda seçim malzemesi yaptı. “Cezaevine açık görüşe giden anne neden oğlu ile anadilinde konuşamıyor?”, “Diyarbakır cezaevinin dili olsa da o insanlık dışı muameleleri bir anlatsa...” diyerek insanların acılarını ve taleplerini istismar etmeye kalkan Tayyip Erdoğan sanki bugün süregiden tüm bu uygulamalarda hiç parmağı yokmuşçasına bol keseden dağıttı. Yıllardır varlığı inkar edilen, kültürü yok edilmeye ve hatta bunlar işe yaramadığı zaman kendisi de yok edilmeye çalışılan bir halk bu hamaset dolu nutukları, bu zokayı elbette yutmazdı. AKP’nin bu iki yüzlü tutumunu en iyi 7 yıllık iktidarına bakarak anlayabiliriz. Zira yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. 7 yıllık bu süreçte, TMY’de ve PVSK’da yapılan değişikliklere paralel olarak polis tarafından onlarca insan karakollarda ve sokak ortasında katledildi. 2000 başında bütün dünyada adım adım polis devletine geçiş süreci Türkiye’de AKP iktidarında hızlandırıldı. Sayıları sadece İstanbul’da 4 bini aşan MOBESE kameraları ile toplum an be an izlenmekte. Telefon ve ortam dinlemeleri, yeni çıkacak kimlik kartları ile parmak izi örneklerinin mobil ortamda kendi hüviyetine işlenmesi, gözaltılarda DNA örneklerinin alınması ve 80 yıla kadar saklanması gibi işlemler, temel hak ve hürriyetleri hiçe sayan uygulamalardan bazıları... Ayrıca keyfi gözaltılar, operasyonlar, gözaltı süresini uzatma…

26

Özellikle DNA ve parmak izi uygulamaları seçim sloganlarından biri olan “Fişlenmeye son!” yalanının ipliğini pazara çıkarırken, bu uygulamalar ile artık 70 milyonun fişlenmesinin önü de açıklamaktadır. Demokrasi meraklısı AKP zaten 1 Mayıslarda, TEKEL eylemlerinde ve başka birçok yerde emekçilere dizginlerinden boşalan faşist terör uygulayarak demokrasi kavramının sınıf temelini ortaya koymuştur. Sermayenin değil halkın egemen olduğu bir ülke dese de Tayyip, sosyal yıkım saldırıları bir bir hayata geçirilmiş, sermayenin çıkarları çerçevesinde bir denilen iki edilmemişti. SSGSS yasası ile emeklilik kavramını emekçilerin lügatinden silmiş, sağlık hizmetlerini ve sayısız KİT’i özelleştirmiştir. Bütün bu icraatlar AKP’nin sermayenin safında olduğunu ve bugün dillendirilen demokratikleşme vaazlarının gerçek mahiyetini görmemize yardım edecektir. Referandum çerçevesinde AKP eli ile onun temsil ettiği sermaye grubunun ve emperyalist odağın konumu daha da güçlendirildi ve anayasal düzlemde yüksek yargıyı da kapsayan bir biçimde güvencesi pekiştirildi.

Hayır cephesinde yeni bir şey yok!

Türkiye’de yıllardır egemenler arasında süren gerici iç çekişmeler anayasa değişikliğini öngören referandum ile yeni bir dönemece girmiş oldu. Bu iktisadi ve siyasi güç olma/mevzi kaybetmeme dalaşı özellikle son yıllarda Türkiye bürokrasisi içerisinde bir çözülmeye ve siyasi olarak istikrarsızlığa yol açtı ve 80 yıllık statükoyu temsil eden güçler bugün emperyalizmin direktifleri ile AKP tarafından iyice kötürümleştirilmektedir.

Burjuva demokrasisinin her düzleminde olduğu gibi, düzen içi gerici taraflaşmalar referandumda da emekçi yığınların sorunu gibi gösterilmek istendi. İşsizlikten ve yoksulluktan bunalmış milyonlarca emekçinin karşısına “grevsiz TİS” gibi referandum maddelerinden de cesaret alarak çıkan CHP bir çırpıda tüm kapitalist sömürünün ve neoliberal yıkımın yarattığı öfkeyi “Hayır!”a bağlamak istedi. Bilindik son kale edebiyatına yaslanan CHP referandumda kendini kurtaramasa da irtica tehdidini ensesinde hisseden milyonlarca kişinin seçimini belirledi. Irkçı parti MHP ise, şovenist histeri ile zehirlenmiş emekçi yığınları bir kez daha terör edebiyatına sarılarak kandırma peşine düştü. Hükümeti hainlikle, PKK’yle işbirliği içinde olmakla suçlayarak geleneksel imha-inkarın radikal temsilcisi konumunda kan üzerinden siyaset yapmaktan vazgeçemeyen MHP, terör edebiyatıyla “Hayır!” oyuna çağırdı. Fakat kendi kalelerinde bile tam bir hezimet yaşadı.

Maalesef, emekçilerin geniş kesimi ‘siyasal tercihlerini’ “Evet” veya “Hayır” olarak burjuvazinin gerici nüfuz çekişmesi düzlemini aşamayacak bir şekilde kullandılar. Oysa burjuva bir anayasaya neresinden bakarsanız bakın son kertede, burjuvazinin işçi ve emekçileri fütursuzca sömürmesinden, baskı ve denetim altında tutma hukukundan başka bir şey göremezsiniz. Dolayısıyla ve ülkenin dörtbir yanında olduğu üzere en ufak kalıcı hak kırıntısı dahi sermaye anayasası sınırlarını aşan bir mücadeleyi gerektirir.


Darbecilerden hesabı işçiler, emekçiler ve devrimci gençlik soracaktır! 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi yükselen toplumsal muhalefetti durdurmak için emperyalist efendilerin yönlendirmesiyle gerçekleştirildi. İşçi ve emekçilerin gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılamayan bir dünya için grevlerle ve kitle eylemleriyle mücadele bayrağını yükselttiği o dönemde öğrenci gençlik de üniversiteleri işgal etmekte ve kitlesel gösterilere katılarak militan bir mücadele sergilemekteydi. Kitleleri hedef alan baskı ve terörün egemenlerin hesaplarının aksine hareketin büyümesini engelleyemediği günlerdi. Her saldırının mücadelenin büyütülmesiyle cevaplanması burjuvazinin gözünü daha fazla korkutuyordu. Egemenler iktidarlarının giderek tehlikeye girdiğini gördüler ve bunu vahşice durdurmak için ülkeyi acımasız bir kışlaya çevirdiler. Böylece o dönem ordunun başındaki Kenan Evren ve kurmaylarına emperyalist efendilerden bol bol tebrik yağdı.

“Bizim çocuklar başardı!”

Devlet (elbette CIA’dan her tür desteği alarak, MHP gibi cinayet şebekelerini kullanarak) darbeden önce bu vahşi saldırının zeminini düzlemek için elinden geleni esirgemedi. Toplumsal muhalefetin sindirilmesi amacıyla kontrgerilla eliyle Çorum, Maraş, ’77 1 Mayıs ve ’78 Beyazıt katliamları gibi kanlı katliamlar tezgahlandı. Ancak yapılan katliamlar kitlelerin mücadelesini engelleyemedi. İşçiler hakları için fabrikaları işgal ediyor, kitlesel grevler gerçekleştirmeye devam ediyorlar, böylece düzenin baskılarına kendi silahları ile karşı duruyorlardı. Üniversite gençliği bu dönemlerde mücadele alanlarında militanca yerini almıştır. Üniversiteler işgal ediliyor, ders boykotları gerçekleşiyordu. Gençlik üniversitelerdeki mücadelesinin yanında işçi eylemlerine de en ön saflarda katılarak, hatta işçi eylemlerini örgütleyerek mücadele bayrağını yükseltmişti. Bu koşullarda iyice köşeye sıkışmış olan sermaye devleti çareyi darbeyi gerçekleştirmekte buldu.

12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti. Darağaçları kuruldu, öncü işçiler cezaevlerine gönderildi, ilerici akademik kadrolar ve devrimci öğrenciler üniversitelerden atıldı. Toplumun genelinin olduğu gibi üniversite gençliğinin geleceği de kontrol altında tutulabilsin, her türlü hak mücadelesi ezilsin diye, cuntanın üniversitelerdeki ayağı, darbenin öz çocuğu YÖK kuruldu. Böylece Türkiye’de bir dönemin sonuna gelinmişti. Bu yıl darbenin yıl dönümünde referandum gerçekleşti. Ve sermaye devletinin temsilcisi AKP,

referandumdan evet oyu çıkarsa askere yargı yolunun açılarak 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasıyla hesaplaşılacağı yalanını söyledi. Evet, bu bir yalandı. Çünkü darbenin üzerinden 30 yıl geçtiği için zaman aşımı gerçekleşecek ve darbeciler yargılanamayacaktı. Gerçekte AKP, darbeyle hesaplaşacağız yalanına sarılarak işçi, emekçi ve gençliğin gözlerini kapatarak devrimci mücadelenin yükselmesinin önünü kesmeye çalışıyor. Hatırlanacağı üzere burjuvazi “bugüne kadar işçiler sevindi, sevinme sırası bizde” diyerek darbeyi büyük bir mutlulukla karşılamıştı. Şimdi burjuvazinin temsilcisi sermaye hükümetinin darbeyle hesaplaşacağını söylemesi safsatadan başka bir şey değildir.

AKP ve diğer düzen partileri ağız birliği yapmışçasına darbeden iki tarafın da zarar gördüğünü söyleme yüzsüzlüğünü de gösteriyorlar. Oysa devrimci önderler ve militanlar işkencehanelerde katledilirken, sokaklarda infaz edilirken ülkücü şefler üstün hizmetlerinden ötürü devletin üst mevkilerine getirilmişlerdir. 17 yaşındaki Erdal’ı “asmayalım da besleyelim mi!” diyerek dar ağacında katledenler birkaç miadını doldurmuş faşist beslemeyi de göstermelik olarak cezalandırmıştır. Devrimci örgütlerin üzerine gidilmesi, sayısız devrimcinin katledilmesi ya da tutsak edilmesine karşın, tetikçi beslemelerin devlette yeni görevlerine terfi ettirilmeleri ve birçoğunun özgürce sokaklara geri salınması darbenin neye hizmet ettiğini açıkça göstermiştir. Türkeş’in “biz içeride olabiliriz, ama düşüncelerimiz iktidarda” sözü asıl bedelin devrimciler tarafından ödendiğinin kanıtıdır. Bu gerçekler orta yerde duruyorken kendisi 12 Eylül askeri faşist cuntasının öz be öz çocuğu olan AKP gibi faşist bir partinin darbeyle hesaplaşacağına inanmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Kaldı ki bugün polislere sokak ortasında devrimcileri katletme ve emekçileri coplama yetkisini verenlerin, dün akıtılan kanın hesabını sormaları beklenemez. Necdet Adalıların, Erdal Erenlerin yolundan giden komünist devrimci işçi Alaattin Karadağ’ı da katledenler bu düzenin bekçileridir.

Gerçekte AKP, darbeyle hesaplaşacağız yalanına sarılarak işçi, emekçi ve gençliğin gözlerini kapatarak devrimci mücadelenin yükselmesinin önünü kesmeye çalışıyor. Hatırlanacağı üzere burjuvazi “bugüne kadar işçiler sevindi, sevinme sırası bizde” diyerek darbeyi büyük bir mutlulukla karşılamıştı. Şimdi burjuvazinin temsilcisi sermaye hükümetinin darbeyle hesaplaşacağını söylemesi safsatadan başka bir şey değildir.

Darbeyle hesaplaşmanın yolu devrimci sınıf mücadelesini yükseltmekten geçiyor!

12 Eylül askeri faşist cuntasıyla hesaplaşmanın yolu düzen güçleri arasındaki tepinmeye oyuncak olmak değildir. Darbeyle hesaplaşmanın yolu devrimci sınıf mücalesini yükseltmekten, militan mücadeleyi fabrikalarımızda, okullarımızda ve bulunduğumuz her alanda yaymaktan geçiyor.

27


“Ya barbarlık, ya sosyalizm!”

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 93. yılında şan olsun Ekim Devrimi’ni yaratanlara! "Devrim proletaryanın eseriydi, proletarya kahramanca mücadele etti, kendi kanını akıttı, yoksul ve emekçi halkın en geniş kitlelerini beraberinde sürükledi.”

(Lenin, Tüm Eserler, Cilt XX, s 23)

Emperyalist-kapitalist barbarlığın hüküm sürdüğü günümüz koşullarında dünya çeşitli değişimler yaşıyor. Sovyetler Birliği’nin ’89’daki çöküşü, iki kutuplu dünyadan emperyalist gericiliğin hükümdarlığına dönüşü simgeliyor aynı zamanda.

Emperyalist saldırganlığın burjuva gericiliği ile kol kola girdiği bir dünyada yaşıyoruz. Emekçi halklara kan kusturulduğu; ırkçılığın, şovenizmin, polis devleti uygulamalarının dünyanın dört bir yanından yansıdığı bir dönemdeyiz. 11 Eylül 2001 sonrasında daha sistemli ve şiddetli hale gelen polis devleti uygulamaları, “teröre karşı mücadele” örtüsüyle demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması burjuva saldırganlığın boyutlarını göstermektedir. Burjuva saldırganlığın bir diğer yanı ise emperyalist savaş ve işgaldir.

28

Emperyalist saldırganlığın burjuva gericiliği ile kol kola girdiği bir dünyada yaşıyoruz. Emekçi halklara kan kusturulduğu; ırkçılığın, şovenizmin, polis devleti uygulamalarının dünyanın dört bir yanından yansıdığı bir dönemdeyiz. 11 Eylül 2001 sonrasında daha sistemli ve şiddetli hale gelen polis devleti uygulamaları, “teröre karşı mücadele” örtüsüyle demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması burjuva saldırganlığın boyutlarını göstermektedir. Burjuva saldırganlığın bir diğer yanı ise emperyalist savaş ve işgaldir. Öte yandan insanlık neo-liberal sosyal yıkım saldırılarıyla, sosyal hakların gaspıyla, kölece çalışma koşullarıyla, yani sömürü ve talan cehennemi ile yüz yüze bırakıldı. Kapitalizmin 21. yüzyıldaki krizi insanlığı sadece yoksulluk, işsizlik, savaşla değil, düşünsel, kültürel, ahlaki çürümüşlükle de tehtid etmektedir. Örneğin halihazırda dünya ölçeğinde işsizlerin sayısı en az 1 miyardır.

Hatırlanırsa 89’ çöküşü ve Berlin duvarının yıkılışından sonra Marksizm’e ve sosyalizme karşı saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde Francis Fukuyama “Tarihin Sonu”nu ilan etmişti. Ama tarih bütün canlılığıyla ilerlemektedir. Emperyalist kapitalist saldırganlığın tüm görünümlerine karşı dünyanın dört bir yanında irili ufaklı direnişler gösterilmektedir. Tarihin sonunu ilan edenlere rağmen tarih ilerlemekte, 89’ çöküşü ile birlikte “sosyalizm öldü” nidaları atanlara rağmen sosyalizm hala güncelliğini korumaktadır. Giderek daha da netleşen şey sadece en ileri ülkelerde bile servet-sefalet kutuplaşmasının giderek artması ve sistemin içerisinde bulunduğu bunalımdır. 89’ çöküşü, emperyalist kapitalist sistemin krizde olduğu gerçeğini gizleyemez. Her kriz anında olduğu gibi bu süreçte de kiliselerden bile Marksizm’in haklılığı açıklamaları geldi. Marksizm’in haklılığını onların kabul edip etmemesinden bağımsız olarak Marksist fikirlerin dünya ölçeğinde yarattığı etki azımsanmayacak türdendir. Yalnızca politik olarak değil, insanlığın tüm gelişim evrelerine yaptığı katkı da belirleyicidir. Bugünkü durumun ne olduğundan bağımsız şu çok net ortada durmaktadır ki Ekim

Devrimi ve yarattığı etki, üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen hala capcanlıdır. Komünistlerin vurguladığı gibi tarih Lenin’in haklılığını döne döne kanıtlayacaktır!

Komünist Manifesto’nun ilanı 1848 devrimlerine denk gelmiş, Paris komünü ile göğün fethine çıkılmış ve sonunda Ekim Devrimi ile devrimci kasırga esmiştir. 20. yüzyıl ispatlamıştır ki proleter devrimler çağı başlamıştır. Ve tam da bugün, yani Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 93. yılında, emperyalist-kapitalist sistemin barbarlık kustuğu bir evrede Ekim Devrimi’ni anlamak, ders çıkartmak ve anlatmak her zamanki güncelliğiyle temel bir ihtiyaçtır.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti

1890’ların sonu ile 1904 döneminde devrimci işçi hareketinin gelişmesi temelinde Rusya’daki Marksist sosyal-demokrat örgütler güç kazandı. O dönem Lenin’in öncülüğünde çıkartılan “Iskra” yayını aracılığıyla dağınık gruplar arasında bağ kuruldu ve 1903’te Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi 2. Kongresi toplandı. Parti içerisinde “Iskra” yönetiminin kesin zaferi için verilen mücadelede iki grup ortaya çıktı: Bolşevikler ve Menşevikler. İki grup arasındaki en temel ayrım örgüt sorununa bakıştaki temel farklılıktı. Bolşevikler kurulu düzeni Marksizm’in bilimsel temellerine dayanarak zora dayalı bir devrimle yıkmak amacının, ancak buna uygun bir örgütsel şekilleniş ile gerçekleşeceğini savunuyordu. Bu şekillenişin somuta dökülmüş hali ise işçi sınıfının çelik disiplinine sahip, tek vücut halinde, illegal, merkeziyetçi bir örgüt oluyordu. Tarih bu noktada Bolşevikleri haklı çıkardı.

Ekim Devrimi sürecinde Bolşevikler 1905 devriminden çok önemli dersler çıkardılar. 1905 Rusya tarihinde yeni bir aşamayı oluşturur. Bu yeni aşama iki dönemden oluşur. Birinci dönem devrim dalgasının kabarmakta olduğu, Ekim’deki siyasal genel grevden, Aralık’taki silahlı ayaklanmaya yükseldiği dönemde Bulygin Duma’sının Çar’dan tavizler kopardığı dönemdir. İkincisi ise Japonya ile barış imzalandıktan sonra Çar’ın işçi sınıfına ve devrime karşı saldırıya geçtiği dönemdir. 19051907 arasındaki devrim yılları bir yenilgiyle sonuçlansa da aslında işçi sınıfı ve köylülük arasında bir ittifak kurulabileceğinin en önemli kanıtıydı. Bolşevikler devrimin geliştirilmesini, Çarlığın silahlı ayaklanma ile devrilmesini ve köylülük ile işçi sınıfının ittifak kurmasını savunuyorlardı. Menşevikler ise devrim yerine reformdan geçirip, liberal burjuvazinin hegemonyasını savunuyorlardı. Bu süreç Bolşeviklerin Rusya’daki gerçek Marksistler olduklarını kanıtlıyordu.


1908-1912 yılları Rusya’nın zorlu dönemleriydi. Devrimin yenilgisinden sonra kitlelerin durgunlaştığı bir dönemde Bolşevikler devrimci hareketin yükselişi için tüm olanakları değerlendirdiler. En küçük legal olanaktan bile yararlanarak güç topladılar. Tam da bu dönemler partiyi bırakan aydınların Marksizm’in teorik temellerine saldırılarının olduğu bir süreçti. Bolşevikler Marksizm’in teorik temellerine sıkı sıkıya sarılarak ideolojik saldırılara karşı koydular. Lenin bu dönemde “Materyalizm ve AmpirioKritisizm” isimli eserini kaleme aldı. Marksist-Leninist ideolojik sağlamlılık Bolşeviklerin partiyi ve ilkelerini korumasının temel nedenidir. Devrimin tekrar yükseliş dönemi (1912-1914) Bolşeviklerin işçi sınıfı hareketinin başını çektiği ve devrime doğru yürüdüğü bir dönem oldu. Parti illegal ve legal çalışmasını birleştirdi. İşçi sınıfı ile bağlarını sağlamlaştırdı. Emperyalist savaşın yıkıcılığının giderek hissedildiği, 2. Enternasyonal partilerinin bulundukları ülkelerin burjuvazileri ile yan yana yürümeye başladıkları günlerde işçi sınıfının enternasyonalist bayrağını dalgalandırdılar.

1917 Şubat’ına gelindiğinde Çarlık devrilip Geçici Hükümet ve İşçi-Asker Temsilcileri Sovyetleri kuruldu. 1917 Şubat’ı ve Ekim’i arasındaki sürede Bolşevikler işçi sınıfını, sovyetleri, milyonlarca köylüyü sosyalist devrimden yana çekti. Bolşevik Parti önderliğinde işçi sınıfı, yoksul köylülük ve askerlerin desteğini de alarak burjuvazinin iktidarını devirdi ve işçilerin iktidarını kurdular. Büyük çiftlik sahiplerinin toprak mülkiyetini ortadan kaldırdı, toprağı kullanmaları için köylülere devretti, kapitalistleri mülksüzleştirdi, Rusya’nın savaştan çekilmesini başardı. Sosyalist inşayı gerçekleştirmek için yolu açtı. Ve aynı zamanda Büyük Sosyalist Ekim Devrimi insanlık tarihinde proleter devrimler çağını başlattı. Ekim Devrimi sürecinde elbette Bolşeviklerin gücü sadece devrimi hazırlamakta değil, kitlelerin umutlarını, ruh hallerini, isteklerini kavramayı ve ifade etmeyi başarabilmesinde, bunları anlaşılır şiarlara dönüştürmesinde, işçi sınıfının ve köylülüğün iradesini örgütlülüğe yönlendirebilmesinde yatıyordu.

Bolşevikler güçlerini Marksizm’in bilimsel temellerinden alıyorlardı. Marksist perspektif partiyi sosyalizm ile sınıf hareketinin birliği olarak ele alıyordu. Lenin ve Bolşevikler bu perspektifin yönlendiriciliğinde ısrarla sınıfa yönelerek yürüyüşlerini başarılı bir devrimle taçlandırmışlardır.

Lenin’in öğretisinin ve Ekim Devrimi’nin tüm dünyayı kasıp kavuran deneyiminin bize gösterdiği en önemli noktalardan biri devrimci bir teoriye dayanarak devrimci bir program eşliğinde ısrarlı bir sınıf yönelimidir. Yani hedefe kilitlenerek güncel olanakları bu hedef doğrultusunda seferber etmektir. Devrime hazırlık Marksizm’in sağlam temelleri üzerinde teori ile silahlanmış bir devrimci örgütün işçi sınıfı ile et ile tırnak gibi kaynaşması demek oluyor. Tıpkı Bolşevik Parti’nin pratiği gibi koşulların da olgunlaştığı bir evrede devrimin zaferini ancak işçi sınıfının illegal-ihtilalci partisi güvence altına alabilir.

Ekim Devrimi’nin oluşum sürecinde dünyanın durumu ve sonrasındaki etkileri

“20.yüzyıl… Bunalımlar, savaşlar ve devrimler yüzyılı!.. Yüzyılın başlangıcı, kapitalizmin emperyalist aşamasına geçişi işaretliyor. Emperyalizm çağı ile birlikte kapitalizmin genel bunalım aşaması başlıyor. Sistemin yapısal sorunları ağırlaşıyor, çelişkiler her alanda keskinleşiyor. 1904 Rus- Japon savaşı gerici emperyalist savaşlar dönemine, 1905 Rus Devrimi devrimler dönemine ilk açılışlar oluyor. Ekonomik bunalım ve emperyalist egemenlik mücadelesi militarizmi ve silahlanmayı azdırıyor, sonuçta emperyalist bir dünya savaşını hazırlıyor. İnsanlık, yüzyılın daha ikinci on yılı içinde, 1914 yılında, ilk emperyalist dünya savaşının büyük yıkımı ile tanışıyor. Savaş sistemin bunalımını ağırlaştırıyor ve bu Rusya’da Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferini hazırlıyor. Bolşevik partisinin devrimci önderliği altında birleşmiş işçi sınıfı, yoksul köylülüğün desteğini de kazanarak, burjuvaziyi deviriyor ve iktidarı ele geçiriyor. Burjuvazi mülksüzleştiriliyor ve devrimci Sovyet iktidarı altında yeni bir toplumun inşasına geçiliyor. Sosyalist Ekim Devrimi yeni bir çağı proleter devrimler çağını başlatıyor. Yarattığı büyük sarsıntı, çok geçmeden tüm dünyada yankılanıyor. Kıta Avrupası yıllarca süren bir devrimci çalkantılar dönemi yaşıyor. Sömürüye ve yarı-sömürge ülke halklarının uyanışı hız kazanıyor. Doğu’nun ezilen halkları emperyalist köleliğe başkaldırarak tarih sahnesine çıkıyorlar. Olgunlaşmakta olan Çin Devrimi, Ekim Devrimi’nin ardından yeni bir itilim kazanıyor.” (Parti değerlendirmeleri 4, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi: 20. Yüzyılın büyük fırtınası! Eksen yayıncılık, sf. 157) Bolşevizm Ekim Devrimi sürecinde Marksizm’in ilkelerine sarılarak yol yürüyor. Bu bütün dünya ölçeğinde sosyalizme ve Marksizm’e güç kazandırıyor. Sosyalizm dünya ölçeğinde bir umut oluyor. Ezilen halklar ile işçi sınıfı arasında emperyalizme karşı devrimci bir birliktelik oluyor ve Ekim Devrimi burada özel bir rol oynuyor. Elbette Ekim Devrimi’nde proletaryanın örgütlü devrimci hazırlığını inançla, özenle, iradeyle, inatla, sabırla ören Bolşevik parti sayesinde oluyor.

Bolşevikler güçlerini Marksizm’in bilimsel temellerinden alıyorlardı. Marksist perspektif partiyi sosyalizm ile sınıf hareketinin birliği olarak ele alıyordu. Lenin ve Bolşevikler bu perspektifin yönlendiriciliğinde ısrarla sınıfa yönelerek yürüyüşlerini başarılı bir devrimle taçlandırmışlardır.

Ekim Devrimi insanlığın ulaştığı en yüksek evredir ve bugüne kadar daha yükseğine ulaşılamamıştır. Ekim Devrimi gelecek güzel günlerin umudunun hala dipdiri olduğunun kanıtıdır. İnsanlığın kurtuluşu için verilen mücadelenin tarihine altın harflerle kazınmıştır. Rus proletaryasının Bolşevik parti önderliğinde gerçekleştirdiği muazzam günden bu yana 93 yıl geçti. Komünistler Ekim Devrimi’nin açtığı yolda proleter devrimler çağında sosyalizm umudunu büyütmeye devam ediyor.

Ekim Devriminin 93. Yılında Şan olsun Ekim Devrimi’ni yaratanlara!

Yeni Ekimler için ileri! İ.Ü.’den bir EG okuru

29


Ulucanlar katliamını unutmadık, unutturmayacağız! Sermaye devleti cezaevlerinde bulunan devrimci tutsakları teslim almak ve esasen toplumsal muhalefeti dizginlemek için F tipi cezaevlerini gündeme getirdi. Bu politikayı meşrulaştırmak ve F tiplerine geçişte oluşacak direnişi kırabilmek için ise Ulucanlar Katliamı gerçekleştirildi.

26 Eylül 1999’da “Kaçmak için tünel kazıyorlardı”, “Koğuşlar hücre evi gibi” söylemlerin arkasına sığınılarak Ulucanlar Cezaevi’ne operasyon yapıldı. Ancak devlet Ulucanlar’da ölümüne bir direnişle karşılaştı. Canları pahasına direnen Habip Gül, Ümit Altıntaş, Zafer Kırbıyık, Önder Gençaslan, İsmet Kavaklıoğlu, Aziz Dönmez, Ahmet Savran, Abuzer Çat, Mahir Emsalsiz ve Halil Türker adlı 10 yiğit devrimci şehit düşerken, onlarca devrimci tutsak yaralandı. Sermaye devleti bu faşist katliamla Ulucanlar Cezaevi’nde istediği koşullara bir adım daha yaklaşsa da kazanan bir kez daha siper yoldaşlığı ve devrimci direniş geleneği oldu. Tarihsel bir ölçekte ele aldığımızda Ulucanlar Direnişi’nin büyük bir anlama sahip olduğunu görürüz. Çünkü devletin gerçekleştirdiği bu katliamın hedefinde yalnızca zindanlara hâkim olmak yoktu. Aynı zamanda toplum ve özelde devrimci hareket kontrol altında alınarak ideolojik-politik üstünlük kurulmak isteniyordu. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in ABD gezisi sırasında “İçeriyi teslim almadan dışarıyı teslim alamayız” açıklaması aslında neyin hedeflendiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Ayrıca o dönemin toplumsal-siyasal durumuna baktığımızda

Türkiye kapitalizminin krizde olduğunu görürüz. Bu krizi atlatmak için uygulanmak istenen IMF reçeteleri, işçi-emekçilerin TemmuzAğustos hareketliliği, İmralı teslimiyeti, 17 Ağustos depremi ve toplumun devlete yönelmiş öfkesi Ulucanlar Katliamı’nın nedenlerini ve sonuçlarını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. İmralı teslimiyeti ve yoğun tasfiyeci dalgadan cesaret alan devlet devrimci hareketi bu zayıf anında bitirmek istemiş ve aynı zamanda devrimcileri katlederek topluma diş göstermiştir. Ancak sermaye devletinin bu planı devrimci tutsakların destansı direnişiyle bozulmuştur. Ulucanlar direnişi zindanlardaki devrimci tutsaklar üzerinde büyük bir moral güç yaratmıştır. Bu direniş sadece içeride değil, dışarıda da toplumsal muhalefet üzerinde benzer etkilerde bulunmuştur. Katliam sonrasında gerek devrimci cenazelerinin sahiplenilmesi gerekse Ulucanlar davalarında katliamcılardan hesap sorma ruhu oldukça dikkat çekicidir. Ulucanlar direnişinin yarattığı bu etkiyle devlet hücre saldırısını ertelemek zorunda kalmıştır. Yitirdiklerimizle tarihin kanlı sayfalarına yazılan bu direniş moral kazanımlarıyla hala mücadele azmimizi körüklemektedir. Üzerinden 11 yıl geçmiş olmasına rağmen ne faşist katliam ne de bu katliam karşısında sergilenen büyük direniş unutulmuştur. Ulucanlar Katliamını Unutmadık, Unutturmayacağız! Şan Olsun Ulucanlar Direnişine!

Ankara’dan Genç Komünistler

Ulucanlar direnişi selamlandı...

İstanbul Ekim Gençliği’nden Ulucanlar anması

İstanbul Ekim Gençliği, 26 Eylül’de BDSP tarafından Karacaahmet Mezarlığı’nda ki anma ardından bir etkinlik gerçekleştirdi. Etkinlik, Ulucanlar’da 11 yıl önce gerçekleşen katliam ve direnişinin anlatıldığı bir açılış konuşmasıyla başladı. Sermaye devletinin toplumsal muhalefeti bastırmak, devrimci mücadeleyi geriletmek için her türlü saldırıya başvurduğu ifade edilirken, devrimci mücadele ile işçi-emekçilerin bağını zayıflatmak için devrimci, ilerici güçleri cezaevlerine sokarak denetim altına alınmaya çalışıldığı dile getirildi. Ulucanlar sürecinin zindanda da devrimci iradenin teslim alınamayacağını bir kez daha gösterdiği belirtildi. Konuşmanın ardından cezaevlerindeki saldırılara, F tipi uygulamasına, Ölüm Orucu sürecine dair

30

tartışmalar gerçekleşti. Tartışmaların diğer bir başlığı da devrimci kimlik ve devrimci yaşam üzerineydi. Habip, Ümit, Hatice ve Alaattin yoldaşların yaşamlarından örnekler verilerek, bıraktıkları mirasların devrimci sınıf mücadelesine, partinin tarihine neler kattığını ve üzerine konuşmalar gerçekleşti.

Ulucanlar Direnişi çeşitli illerde selamlandı

26 Eylül günü Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP), Ulucanlar katliamının 11. yılında, katliamı lanetlemek ve büyük direnişi selamlamak için Ulucanlar'da şehit düşen TKİP MK Üyesi Ümit Altıntaş'ın İstanbul Karacahmet Mezarlığı'ndaki mezarı başında bir anma etkinliği gerçekleştirildi. On’ların devrimci anılarının selamlandığı anmada, katil devlete karşı mücadele etme ve hesap sorma çağrısı yükseltildi. Devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltme çağrısının yapıldığı eyleme Devrimci Proletarya destek verdi.

Ankara’da BDSP, DHF, Devrimci Proletarya, Halk Cephesi, KÖZ, Partizan ve 78’liler Derneği tarafından örgütlenen anmada “Ulucanlar’da ON canımızı katlettiler, ama teslim alamadılar. ON’lar: Devrimciydi, işçiydi, öğrenciydi, kamu çalışanıydı, emekçiydi kısacası dostlar, ON’lar BİZ’dik. BİZ’leri teslim alamayacaksınız” denildi.

İzmir’de BDSP ile Partizan tarafından örgütlenen anma ise Habip Gül’Ün mezarında gerçekleşti. Habip Gül’Ün ağabeyinin de kısa bir konuşma yaptığı anmaya Alınteri, ESP ve İHD destek verdi.

Bursa’da katliam Buca ve Dİyarbakır katliamları birlikte bir açıklama ile lanetlendi. Açıklama “Buca’da, Diyarbakır’da ve Ulucanlar’da ölümsüzleşen devrimciler şahsında tüm devrim şehitlerinin anıları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, zafer sözümüzü yineliyoruz” sözleriyle bitti.

Adana’da gerçekleştirilen anmada “On’lara sözümüz var. Unutmadık, unutturmayacağız” pankartı açıldı. Yapılan açıklamada başeğmeyen bir direniş geleneğinin gelecek kuşaklara emanet edildiği vurgulandı.


Parti bayrağına leke sürmeyen devrimciler…

Habip ve Ümit: Partiyi onurlandıran komünist önderler…

Habip Gül ve Ümit Altıntaş 26 Eylül 1999’da Ulucanlar katliamında siper yoldaşlarıyla birlikte ölümsüzleşen komünist devrimcilerdir. 90’lı yıllar içinde komünist partisi inşa hareketi olan Ekim’in saflarında yetişmiş, sınıfın devrimci partisi TKİP’nin kuruluşunda büyük emekleri geçmiş düşünen ve savaşan önderlerdir. Faşist baskı ve terörün zirveye tırmandığı, antikomünist propagandanın karşısında solda reformizm ve tasfiyecilik rüzgarının estiği yıllarda illegal devrimci mücadele sürdüren iki komünist, yarattıkları kültürle devrim ve sosyalizm davasına yürekten bağlılığın örnek temsilcileridir.

Uğruna ölümsüzleştikleri Parti’nin açıklamalarında, onlar “Partinin özü ve özeti” olarak tarif ediliyor. Habip Gül proleter kökenli bir militan olarak gerçek bir sınıf devrimcisiydi. Komünist hareketin saflarına ilk kez 1987’de İzmir’de katıldı. Sınıf çalışmasında öncü demir-çelik işçisi olarak etkin bir biçimde yer aldı. Habip Gül ilk kez 1991’de bir grup işçi arkadaşı ile tutuklandı, bu süreçte direngen tutumuyla ön plana çıktı. Hapis cezası bitmişken ve para cezası nedeniyle yatıyorken firar eylemine girişti ve özgürlüğüne kavuştu. Firardan kısa süre sonra Adana’da sınıf çalışmasında görev aldı. Çok geçmeden tekrar tutuklandı. Sermaye düzeninin işkenceci takımına karşı militan bir direniş sergiledi. Tahliye olduktan sonra bu kez İstanbul’da sınıf çalışmasını yönetti ve yürüttü. İlk kez Mart 1995’de EKİM Merkez Komitesine seçildi. Bu dönemde toplu bir operasyonla tekrar tutuklandı. Tahliye olunca bu kez Ankara’da faaliyet yürüttü ve tekrar sınıf çalışmasını yönetti. Çok geçmeden yeniden tutuklandı ve bu süreçte kendini büyük zindan direnişlerinin içinde buldu. Buradan zindan direnişlerinin militan bir temsilcisi olarak öne çıktı. Komünist basına sürekli teorik, politik ve örgütsel yazılar gönderdi. 1998 sonbaharında toplanan TKİP Kuruluş Kongresi’nde Merkez Komitesi üyeliğine seçildi. 26 Eylül 1999’da faşizmin Ulucanlar Zindanı’nda katledildi.

Ümit Altıntaş ordu mensubu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen devrimci düşüncelere çocuk yaşta ilgi duymaya başladı. Üniversiteye devrimci bir militan olarak başladı ve gençlik çalışmasını yürüttü. Şubat 1991’den itibaren komünist hareketin kitaplarını, yayınlarını incelemeye başladı ve çok geçmeden Ekimci Genç Komünistler’den yana safını belirledi. Ümit Altıntaş kısa zamanda EGK çalışmasında öne çıktı ve İstanbul gençlik çalışmasında aktif bir biçimde faaliyet yürüttü. İlk kez 1995’de EKİM İstanbul İl Komitesinde görev aldı. Bu tarihten itibaren gençlik ve işçi çalışmasında belirgin bir yer tuttu. Kasım 1997’de İstanbul’da tutuklandı, bu süreçte militan bir direniş sergiledi. Sonrasında TKİP Kuruluş Kongresi’ne katıldı ve Merkez Komitesi üyeliğine seçildi. 21 Aralık 1998’de Ankara’da tutuklandı, burada

da militan bir direniş sergiledi. 26 Eylül 1999’da faşizmin Ulucanlar zindanında partili yoldaşı Habip Gül ile beraber katledildi.

Sarsılmaz bir devrimci irade…

Habip Gül ve Ümit Altıntaş hakkında yapılacak en anlamlı tanımlama bu yoldaşların sarsılmaz dava insanları olduklarıdır. Devrimci mücadeleye bütün varlığı ve benliği ile katılmak, yaşamını devrimin zaferine adamak; çelikten bir iradeye, tükenmez enerjiye ve sarsılmaz bir inanca sahip olmak… Hiçbir koşulda boyun eğmeye, uzlaşmacılığa ve fırsatçılığa yanaşmayan iki yoldaş devrimin çıkarlarını ve devrimci onuru her şeyin üstünde tutmuşlardır. Bütün bunlar profesyonel devrimci kişiliğin tipik özellikleridir ve Habip ile Ümit yoldaşların yaşamları da, özelliklerinin canlı tanığıdır. Habip Gül pratikten teoriye gelmiş militan bir sınıf devrimcisidir. Fabrikada ağır çalışma koşullarında kapitalist sömürü düzenini kavramış, sınıf bilincini geliştirmiş ve tüm bunlarla bağlantılı olarak tercihini çelikten disiplinli, sarsılmaz iradeli ve illegal temellere dayanan komünist hareketten yana tereddütsüzce yapabilmiştir.

Ümit Altıntaş’a gelince, o devrimci düşüncelerle çocuk yaşta tanışmış ve bilimsel sosyalizmin teorik temellerini incelemeye başlamıştır. Ümit Altıntaş, Habip Gül’ün tersine teoriden pratiğe gelmiş bir militandır. Yanı sıra Ümit Altıntaş örgütlü yaşamında devrimci illegal örgütün görevini kavramış ve illegalitenin yaşamsallığının farkına varmıştır. Bu bilinçle hareket eden Ümit, tasfiyeci ceryanın etkisinde legalizm eğilimlerinin karşısında durmuş, vakitsiz gelen legal çalışma önerilerini illegal çekirdeğin olgunlaştırılması vurgusunu yaparak eleştirmiştir. Bu bile yoldaşın illegal örgüt bilinci konusundaki titizliğinin en açık bir göstergesidir. Habip ve Ümit yoldaşlar farklı örgütsel değişimler geçirseler de neticede her iki yoldaş da partinin her zaman düşünen önderleri ve savaşan neferleri olmuşlardır. Zindan direnişlerinde devrim ve sosyalizm davası uğruna bedel ödemekten hiçbir zaman kaçınmamışlardır. Yeraltı mücadelelerinde olsun, tutsak yaşamlarında olsun hiçbir zaman parti bayrağına leke sürmemişlerdir. Habip ve Ümit yoldaşlar Ulucanlar saldırısında partinin direniş bayrağını göklere çektiler, sermaye diktatörlüğünün faşist cellatlarına karşı direnişleriyle Partiyi onurlandıran komünist önderler olarak ölümsüzleştiler. Habiplerden Ümitlere, Haticelerden Alaattinlere büyüyor kavga! Kocaeli’nden bir Ekim Gençliği okuru

31


İşçi sınıfının güncesi Geride bıraktığımız yaz dönemi sınıf hareketliliği açısından işgaller, grevler ve direnişlerle birlikte dolu dolu geçen bir dönem oldu. UPS ve Samka Metal direnişi, Çel-Mer işgali, Belediye grevleri hemen ardından Paşabahçe, Mutaş ve Betesan direnişlerinin başlaması sınıf tarihimiz açısından kazanımıyla ve kaybıyla anlamlı ve ders çıkarılacak örnekler bıraktı ve bırakmaktadır. Yaz boyunca Avrupalı işçi ve emekçiler krizin etkilerine karşı eylemli bir süreç ördüler.

Avrupalı emekçiler “Krizin faturasını ödemeyeceğiz!” diyerek ayağa kalktı...

29 Eylül tarihinde, Avrupa'nın birçok yerinde işçi ve emekçiler, kapitalist krizin faturasına ve sosyal yıkım programlarına karşı alanlara çıktı. Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (ETUC) çağrısıyla örgütlenen eylemler ve grevler birçok Avrupa ülkesinde hayata geçirildi. İspanya, İrlanda, İtalya, Fransa, Polonya, Kıbrıs, Yunanistan ve Macaristan'la birlikte 30 Avrupa ülkesinde protesto gösterileri düzenlendi. Eylemlerin başkenti konumundaki Brüksel'de 100 bini aşkın işçi ve emekçi alanlardaydı. Brüksel'deki yürüyüş sırasında polis saldırısı gerçekleşti ve 148 kişi gözaltına alındı.

İspanya'da 8 yılın ardından ilk defa genel greve gidildi. 24 saatlik genel grev, parlamentonun onayladığı iş reformuna karşı başlatıldı. Sendikalar, hükümetin katılımı düşürme çabasına rağmen greve katılımın yaklaşık 10 milyon kişiyle yüzde 70'in üzerinde olduğunu duyurdu.

Yunanistan'da doktorlar, liman, telekomünikasyon, toplu taşıma araçları çalışanları grev ve iş bırakma eylemleri gerçekleştirdiler. Yunanistan İşçi Sendikaları Federasyonu, Atina'da protesto eylemi gerçekleştirmeye çağrı yaptı.

32

Almanya'nın Berlin şehrinde “Tasarruf paketlerini durdurun, burada ve tüm

Avrupa'da” sloganıyla protesto yürüyüşü gerçekleştirildi. Berlin'de 5 bin kişinin katıldığı yürüyüş mitingle sona erdi. Almanya'da Berlin'in dışında da birçok kentte eylemler gerçekleştirildi.

UPS direnişiyle uluslararası dayanışma örnekleri sergilendi…

Uluslararası kargo tekeli UPS’nin sendika düşmanlığına ve işten atma saldırısına karşı UPS’nin Türkiye’deki aktarma merkezlerinde ve şubelerinde mücadelelerini sürdüren Türk-İş’e bağlı Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası (TÜMTİS) üyesi işçilerle dayanışma amacıyla dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de 1 Eylül günü eylemler gerçekleştirildi. Uluslararası Taşıma İşçileri Federasyonu’nun (ITF) 5-12 Ağustos 2010 tarihlerinde toplanan genel kurulunda alınan kararlar çerçevesinde 1 Eylül’de gerçekleştirilen eylemlerde TÜMTİS’in UPS’de yetkili sendika olarak tanınması ve atılan işçilerin geri alınması talep edildi.

Dünyada Asya, Avustralya, Avrupa ve daha birçok kıtada gerçekleştirilen protestolarda UPS yönetiminin sendika düşmanı tutumu kınandı. Avustralya, Japonya, Hollanda, Güney Kore, Hong Kong, Tayland, Filipinler, Ürdün, Belçika, Güney Afrika, Hindistan, Norveç, Estonya, Letonya, İsveç, Finlandiya, Litvanya, Ukrayna, Bulgaristan gibi. birçok ülkede protesto eylemleri, basın açıklamaları, UPS binasının önüne kum dökme eylemleri, protesto mektupları gönderildi ve iş yavaşlatma eylemleri yapıldı. Türkiye’de ise başta İstanbul olmak üzere İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Balıkesir, Gaziantep, Mersin’de kitlesel gösteriler ve basın açıklamaları düzenlendi.

Türkan Albayrak tek başına direnişini büyütüyor...

Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde temizlik işlerini yapan Piramit AŞ’de çalışan Türkan Albayrak, sendikal örgütlenme çalışmaları nedeniyle 8 Temmuz 2010 tarihinde işten atıldı. İşten atılmasının ardından direnişe başlayan Türkan Albayrak’ı üyesi olduğu Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş Sendikası da sahiplenmemiş, direnişe destek veren diğer işçileri de tehdit etmişti. Türkan Albayrak direnişinin 83. günü olan 29 Eylül'de bir destek eylemi gerçekleşti. Paşabahçe Başhekimliği'ne gerçekleştirilen yürüyüşle Türkan Albayrak'ın işe geri alınması için toplanan imzalar teslim edildi.


ÇEL-MER işçileri: “Direne direne kazanacağız! Emeğimize sahip çıkacağız!”

Çel-Mer Çelik Fabrikası’nda Birleşik Metal-İş’te örgütlenmeleri üzerine Çel-Mer patronunun işten atma saldırısıyla karşı karşıya kalan işçilerin, sendikal hakları için gerçekleştirdikleri fabrika işgali eylemi dördüncü gününde sona erdi. . İşten atılan 23 işçiden 12’si işe geri alınacak ve fabrikada sendikal örgütlülük tanınacak. Taraflar arasında imzalanan protokole göre direnişe geçen işçilerin işten atılma gerekçesi olarak sunulan iş kanununun 25/2. maddesi iptal edilirken, diğer 11 işçinin dava açma haklı saklı tutulacak.

Polis-patron işbirliğinde gerçekleştirilen türlü baskı ve saldırıya rağmen 4 gün boyunca işgal eylemlerini sürdüren işçiler ise sendikacıları fabrikadan çıkararak görüşmeyi değerlendirdi. İşçilerin genel eğilimi eylemi bitirmek yönlü olduğu için direniş komitesi de kararını bu şekilde açıkladı.

Kazanımla biten işgal eyleminin ardından fabrikada direnişi bitiren ÇEL-MER işçileri 2 Ekim'de 37 gündür kararlı direnişlerini sürdüren Mutaş işçilerine destek ziyaretinde bulundular. ÇEL-MER işçileri ziyaretin ardından patron-sendika-valilik arasında imzalanan protokol sözleşmesine uyulmamasını protesto etmek için Gebze'den Bostancı'da bulunan BMİS Genel Merkezi'ne E-5 karayolu üzerinden yaya olarak yürüyüşe geçtiler. ÇEL-MER işçilerinin tek sıra halindeki sessiz yürüyüşleri çevredeki işçi ve emekçilerin ilgisine konu olurken polis tehdidi de işçiler tarafından boşa düşürüldü. Yaklaşık 7 km yol kateden ÇEL-MER işçileri BMİS Gebze Şube Mali Sekreteri Necmettin Aydın'la yaptıkları görüşmede kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını belirttiler. İişçiler, taleplerinin karşılanmaması halinde gerekirse Ankara'ya yürüyeceklerini vurguladılar.

Net Cıvata'da iş durdurma...

29 Eylül'de, Türk Metal üyesi Net Cıvata'da iş durdurma eylemi gerçekleşti. 2010-2012 MESS Grup Toplu Sözleşme sürecinde Türk Metal'in %5'lik zam teklifinin duyulması, maaşların parça parça ve geç ödenmesi üzerine işçiler eyleme geçti. Patronla yapılan görüşmelerin sonucunda istedikleri sonucu alamayan işçiler, alacaklarının tamamı ödenene kadar eylemlerine devam edeceklerin duyurdular.

BETESAN’da direniş sürüyor...

Tuzla tersaneler cehenneminde kölece çalışma koşulları hüküm sürerken, işçilere de örgütsüzlük dayatılıyor. Uzun bir süredir, Tersane İşçileri Birliği Derneği’nin (TİB-DER) çalışmasının bulunduğu BETESAN elektrik firmasında çalışan TİB-DER Derneği Başkan Yardımcısı Zeynel Kızılaslan’ın işine, örgütlenme çalışmasından dolayı 6 Ağustos tarihinde son verildi. Bunun üzerine direnişe başlayan Kızılaslan, direnişini kararlılıkla sürdürüyor. Kızılaslan'ın direniş alanı her gün birçok kişi tarafından ziyaret ediliyor. Tersane işçileri gün içerisinde çokça uğruyorlar. Torlak Tersanesi patronu da direniş çadırına gelerek süreçle ilgileneceğini söyledi, tüm sahteliğini gizlemeye çalışan Torlak, iyimser pozlara büründü. Tersane işçilerinin yanı sıra birçok meslek odasından, kitle örgütünde de ziyaretler gerçekleşti.

2 Ekim'de ise Tuzla'da Ç-151 süratli amfibi gemisinin denize indirme törenine ve Türkiye'de inşa edilen en büyük kuru yük gemisi olan Kaptan Arif Bayraktar Gemisi'nin teslim törenine katılan Başbakan Tayyip Erdoğan'ı BETESAN direnişçisi ve TİBDER protesto etti. Protesto sırasında TİB-DER Başkan Yardımcısı ve BETESAN direnişçisi Zeynel Kızılaslan ile TİB-DER Başkanı Zeynel Nihadioğlu gözaltına alındı.

Mutaş'ta direniş sürüyor...

Kocaeli’nin Gebze ilçesi çıkışı E-5 karayolu üzerinde Bayer, Sarılar Nakliyat, Yücel Boru fabrikaları yanında kurulu Mutaş Demir Çelik Sanayi ve Ticaret AŞ’de sendika üyesi 7 işçinin, Mutaş patronu Turan Necdet Mutlu tarafından tazminatsız işten atılmasının ardından fabrika önünde direniş başladı.

Yaklaşık 50 işçinin çalıştığı fabrikada 30 işçi geçtiğimiz Haziran ayında DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şubesi’nde örgütlendi, Temmuz ayı sonunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yetki tespiti yapılan fabrikada Mutaş patronu yetkiye itiraz etti. 7 işçinin fabrika önünde başlattıkları kararlı direnişleri sürerken direnişçi işçilerle sınıf dayanışması da yükseltiliyor. Bunun yanısıra Mutaş işçileri de sınıf dayanışmasını büyütüyor.

Hacettepe işçileri kazandı!

Maaşlarını alamamaları üzerine iki gün süren iş bırakma eylemi örgütleyen Hacettepe Üniversitesi hastanelerinde çalışan taşeron işçiler, eylemlerini kazanımla sonuçlandırdılar. İşçiler toplu olarak Dev Sağlık-İş’te örgütlendiler.

33


Genç komünistlerin sınıf ile iç içe geçirdikleri bir yaz döneminin ardından...

Mücadeleyi büyütmek ve siyasal sınıf çalışmasını ileri taşımak için! Kitleleri sınıf mücadelesine kazanabilmek, mücadeleyi çok yönlü bir biçimde geliştirmek her devrimcinin omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Hayatın akışına seyirci kalmayı ve en ufak bir anı bile değerlendirebilmeyi bir zorunluluk olarak önümüze koymamız gerekiyor. Böylesi bir kavrayışla, yıl boyunca, boş bıraktığımız her alanın düzen tarafından doldurulacağı bilinciyle yürüttüğümüz faaliyeti yaz döneminde gerçekleştirebilmek bizler açısından son derece yakıcıydı. Genç komünistler olarak 2010 yazına da bu bilinç ile yaklaştık.

“Zaman devrime akıyor” cümlesi anlamını, hayatın her anını devrim için değerlendirebilmekte bulacaktır. Genç komünistler için de mücadele ne eğitim dönemi ile ne de faaliyetin planlandığı tekil bir zaman dilimi ile sınırlanmaktadır. Öznenin devrimcileşme sürecinde kesinti olamayacağı gibi, kitlelere gitmek için de mola olamaz. Zira tatil ancak memnun olmadıkları bir hayatı sürdürenler için, yaşamlarını oluşturan düzeni -iş, okul gibi- askıya almak olabilir. Yaşamı çekilmez hale getiren nesnellikle yüzleşmek ve onu değiştirmek cüretini gösterenler için ise bu zaman dilimi hedeflerine hizmet edecek önemli bir olanağa dönüşecektir. Yıl boyunca işçi sınıfının bayrağını ve mücadelesini kampüslerine taşıyan genç komünistler, bu bakışla, yaz çalışması kapsamında işçi sınıfının üretim ve yaşam alanlarında yerlerini aldılar.

İşçi sınıfının ideolojisi sosyalizm, somut sınıfsal temeline oturmadan, yani işçi sınıfı ile buluşmadan gerçek anlamını bulamaz. Hak ettiği biçimiyle işçi sınıfının elinde yaratıcı bir silaha dönüşmesi ise ısrarlı bir çaba ile mümkün olacaktır. İşçi sınıfını sosyalizme ve devrim mücadelesine kazanmayı önüne koyan komünistler, çabalarını bu bağlamda sınıf ile organik bağlarını güçlendirmek ve bu yönde kendi yeteneklerini geliştirmek konusunda yoğunlaştırmaya ayrı bir önem verirler. Her yıl olduğu gibi bu yıl da yaz dönemini, işçi sınıfının üretim ve yaşam alanlarında değerlendiren genç komünistler farklı alanlarda sürdürdükleri çalışmalarıyla deneyimlerini ve birikimlerini güçlendirdiler.

Direnişlerden öğrenilen bir yaz süreci

Bu kapsamda çeşitli yönleriyle gelişen direnişler genç komünistler için önemli bir deneyim alanı oldu. Krizin derinleşmesiyle işçi sınıfı da direnişler ve işgallerle kendini hissettirirken, ÇEL-MER ve UPS gibi direnişlerle, sınıf bilincinin mücadele içerisinde nasıl şekillendiğine tanık olduk. Direniş alanlarında işçilerle yan yana olmak, sınıf çalışmasının sorunları hakkında da fikir sahibi olmak noktasında bizler açısından oldukça öğretici oldu. Bu direnişlerin olabildiğince içerisinde yer alabilmek de sınıf mücadelesinin sorunlarını içselleştirmemize olanak sağladı. Direnişlerin ihtiyaçlarını birlikte tartıştığımız,

34

mücadeleyi büyütmek için emek harcadığımız bu süreç genç komünistler üzerinde güçlü bir ideolojik-politik-örgütsel bir gelişim anlamına gelmektedir.

Sınıfı her alanda kuşatabilmek için

Bununla beraber hayatın tüm alanlarını doldurabilme ihtiyacı yaz dönemi içerisinde, emekçilerin yaşam alanları olan emekçi semtlerinde de sürekli bir siyasal faaliyetin parçası olmamızı koşulladı.

Düzenin referandum oyununu boykot etme çağrımızı çeşitli araç ve yöntemlerle emekçilerin yaşam alanlarında taşıdık. Emekçilerin referandum oyunu ile düzen içi taraflara yedeklendiği bir dönemde sınırlılıklarımıza rağmen ideolojik çizgimizi sınıfa ulaştırdık. Emekçi semtlerinde komünistlerin çok yönlü, sürekli ve düzenli faaliyetlerini tamamlamak noktasında harcanan çaba, genç komünistler için direniş alanlarında kazanılan deneyimlerle bütünlük oluşturmuştur. Kuşkusuz ki, burada genel bir ajitasyon ve propaganda faaliyetini aşan temaslarımız belirleyicidir.

Fabrika deneyiminin önemi

Genç komünistlerin bu yaz döneminde ortaya koydukları iddiayı tamamlayan diğer bir nokta ise fabrika deneyimi oldu. Bu konuda hedeflediğimiz mesafeyi katetmiş bulunuyoruz. Bu alanda sınıf devrimcilerinin disiplinine, mücadele azmine, yaratıcılıklarına bir adım daha yaklaşırken bizler için her anlamıyla kendine özgü zorluk alanlarını barındıran bu süreçte, işçi sınıfı ile kaynaştık. Kişisel birtakım ideolojik ve sosyal yeteneklerimizin sınandığı bu konuda katettiğimiz mesafenin tek tek bireyleri aşan anlamı ise, şüphesiz ki, toplamda sınıf yönelimimizin içeriği göz önüne alındığında gerçek anlamını ortaya koyacaktır. İhtiyaçlarımız ve hedeflerimiz doğrultusunda aştığımız bu mesafe elbetteki eksiklerimizi ve üzerine eğilmemiz gereken yönleri de bize gösterdi.

Sınıf yönelimimiz, bugün ideolojik çizgimize olan güvenimizden güç alırken hayatın içinde de sınanmaktadır. Bu sınama alanında sınıf devrimciliği yapma iddiasında olan komünistler için, bu iddianın temellendiği yer ise şüphesiz ki üretim alanlarıdır. Bugün insanlığın gelişiminin önünde büyük bir engel olan kapitalist üretim biçiminin temeli olan fabrikalar, deneyim kazanmak için bu anlamıyla son derece eşsiz imkanlarla doludur. Bizler açısından ise fabrika deneyimimiz bu bağlamda çok yönlü bir okul oldu. Günlerinin en üretken anlarında emekçilerin yanında olmak, düzene yönelecek hoşnutsuzluklarını birlikte yaşamak, sınıfın kolektif bilincini oluşturmak... Bu elbetteki bireysel bir gelişim olarak görülmemeli, çizgimizin sınıf vurgusu ile kavranabilinmelidir. Genç Komünistler


43. gününde Betesan Direnişçisi Zeynel Kızılarslan ile röportaj gerçekleştirdik…

“Tersanelerde mücadele ettiğim için beni işten attılar ve direnişe başladım.”

Ekim Gençliği: Öncelikle bize kendini tanıtır mısın?

Zeynel Kızılarslan: 4,5 yıldır tersanelerde çalışıyorum. İşçilik hayatım ilk tersanelerde başladı. Öğrenciyken sorunların beni bulmayacağını zannediyordum. Yaşamın çok iyi olduğunu düşünüyordum. Okulu bitirdikten sonra bir süre iş bulamadım. Çünkü “dayı”mız yoktu. Sonra tersanelerde çalışmaya başladım. O gün anladım ki mücadeleden kaçış yok. Dernek girişiminde bulunan arkadaşlarla tanıştım. O günden beri tersanelerde mücadele yürütüyorum. EG: Direnişe çıkma süreci nasıl gelişti?

Z.K: Tersane İşçileri Birliği Derneği’nin (TİBDER) başkan yardımcısı olduğum için tersanelerde yaşanan sorunlara karşı tersanelerde mücadele yürütüyorum. Tersanelerde mücadele ettiğim için beni işten attılar ve direnişe başladım. Kriz ve performans düşüklüğü bahanesiyle üstünü örtmeye çalıştılar. 2008 kriziyle birlikte daha yoğun sermaye saldırıları var. Çalıştığım zaman diliminde birçok tersanede bulundum. Yanımda işçi arkadaşlarım öldü. Pek çok haksızlıkla karşılaştım. EG: Bizlere tersanelerde çalışma ve yaşam koşullarını anlatır mısın?

Z.K: Zaten tersanelerde düzgün hiçbir şey bulamazsınız. Kölece çalışma, sağlıksız, güvencesiz çalışma koşulları... Çok yoğun bir şekilde yaşıyoruz sömürüyü. İnsanlar burada işçilerin çok iyi ücretler aldığını düşünüyor. İşçiler burada asgari ücret alıyor. Ben 750 TL alıyordum. 5 senedir tersanedeyim. Krizle birlikte ücretler düşürüldü, zam yapılmadı. Aynı süreçte daha fazla çalışmaya başladık. Bu haksızlığa karşı, tersane patronlarına yanıt olsun diye direniş çadırını kurdum. Selay Tersanesi’nde çalışıyordum. İş kazası meydana geldi. İşçi arkadaşın kafasına vinç boğumu düşmüştü. Biz arkadaşa yardım için koştuk. O anda çalıştığımız geminin armatörü, “Bırakın ölsün, boş verin. Siz kendi işinize bakın” diye bizi uyardı. Gemiye bakıp, çalışmaya devam etmemizi söyledi. Zaten işçi arkadaşı kanlar içinde görünce beynimize kan sıçramıştı. Bu aşağılığın bize böyle söylemesine karşı biz de üzerine yürüdük. Kaçtı bizden. Biz yaralı arkadaşın yanına gittik. Yapacak bir şey kalmamıştı, hayatını kaybetti. İşte böyle kan saltanatı üzerinde kurulu düzenleri. EG: Geçtiğimiz yıllarda tersanelerde çok yoğun biçimde iş cinayetleri yaşanmıştı. Ve tersanelerde yaşanan iş cinayetleri burada oluşturulan tepkisellik ile kamuoyunun gündemine taşınmıştı. Sonrasında gelişen süreçte hükümettekiler bir dizi

açıklamada bulundu ‘koşulları düzelttik’ diye. O süreçten bu güne tersanelerde ne değişti?

Z.K: Devletin herhangi bir yaptırımı olmadı. Öncü işçilerin çabaları sonucu kamuoyuna taşınan gündem az da olsa tersane patronlarını önlem almaya zorladı. Burada her şey göstermelik yapılıyor. Her şey fiilimeşru mücadeleyle çözülüyor. Son yaşanan iş kazaları da üretimden değil, üretim araçlarının eski olmasından kaynaklanıyor. Bunları değiştirmek bile zorlarına gidiyor. En son Torlak Tersanesi’nde yaşanan iş kazasında sapan kopması, Yalavo’dakinde ise kurt ağzının kopması, Selahattin Arslan Tersanesi’nde vincin halatının kopması bile üretim araçlarından kaynaklandığını kanıtlıyor. Egemenlerin en çok sığındıkları bahane ise üretimin çok yoğun olması. Bu da bir bahane. Tersanelerde artık çok fazla üretim yok ama yine de iş cinayetleri yaşanıyor. Aslında toplamda bir sistem sorunu. Alınacak önlemler, yani üretim araçlarının yenilenmesi gibi adımlar onların kârına dokunduğu için bunu yapmayı tercih etmiyor ve bir işçinin canını tercih ediyor. Ne de olsa onun zararına olan bir şey yok. Tabi ki en büyük etken taşeronluk sistemi. EG: Tekrar direniş sürecine dönersek taleplerin neler? Z.K: İşe geri dönmek. Yaşanan krizin faturasını işçinin ödememesi gerekir. Bir de verilen mücadelenin meşruluğunu korumak için kazanana kadar devam etmek gerekir. EG: Direnişine destek ziyaretleri nasıl?

Z.K: Devrimcilerin gündemleri biraz meşgul herhalde. Sınıf mücadelesiyle ilgilenmiyorlar. Dış kamuoyu, duyarlı sendikalar desteklerini sunuyorlar. Ama yeterli değil. Tersanelerde kazanılacak bir mücadele bütün işçi sınıfı için kazanılmış olacaktır. Onun için herkesin desteğini bekliyoruz.

TİB-DER’in başkan yardımcısı olduğum için tersanelerde yaşanan sorunlara karşı tersanelerde mücadele yürütüyorum. Tersanelerde mücadele ettiğim için beni işten attılar ve direnişe başladım. Kriz ve performans düşüklüğü bahanesiyle üstünü örtmeye çalıştılar. 2008 kriziyle birlikte daha yoğun sermaye saldırıları var. Çalıştığım zaman diliminde birçok tersanede bulundum. Yanımda işçi arkadaşlarım öldü. Pek çok haksızlıkla karşılaştım.

EG: Tersaneler cehenneminde direnen bir işçi olarak son olarak gençliğe ne söylemek istersin?

Z.K: Gençlik gelecek gelecek sosyalizm! İşçiemekçi çocuklarını mücadeleye davet ediyorum. İşçi sınıfının izinden gitmelidirler. Düzenin aldatmacalarına, sahte gelecek hayallerine kanmasınlar. Gelecekte onları işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet bekliyor. Öğrenci arkadaşlarımız kendi gelecekleri için mücadele etmelidirler.

35


Çel-Mer işçileri öğretiyor, işçi sınıfı yol gösteriyor! G.Umut

İşten atılan işçilerin geri alınmasıyla birlikte fabrika içerisinde başka bir dönem başlıyordu. Patron geri adım atarak işçileri geri alsa da çalışma koşullarını daha da ağırlaştırmıştı. Bununla birlikte her gün birkaç işçiyi görüşmeye alıp sendikadan istifa etmeleri için basınç oluşturuyordu. Buna karşı içeride öncü işçilerin başlattığı bir tepkisellik vardı. Ses çıkartma eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu eylemle birlikte patronun tehditleri de çoğalıyordu.

Yaz sürecinin ortalarında Gebze’de Çel-Mer metal fabrikasında 11 işçi işten çıkartıldı. Çıkartılma nedenleri sendikaya üye olmak. Fabrikanın kapısı önünde bir hafta direndiler ve işlerine geri alındılar. Bu süre içerisinde içeride çalışan işçiler dışarıda direnen arkadaşlarına her türlü desteği sundular. Öğle paydoslarında fabrikanın içerisinde sloganlarla yürüyerek dışarıyı ziyarete gelmekten, metallere iş aletleri vurarak ses çıkartma eylemine kadar onların yanlarında olduklarını gösterdiler. İşçilerin dayanışması patrona geri adım attırdı. İşten atılan işçilerin işe geri alınmalarında bu nokta önemliydi. İşten atılan işçilerin geri alınmasıyla birlikte fabrika içerisinde başka bir dönem başlıyordu. Patron geri adım atarak işçileri geri alsa da çalışma koşullarını daha da ağırlaştırmıştı. Bununla birlikte her gün birkaç işçiyi görüşmeye alıp sendikadan istifa etmeleri için basınç oluşturuyordu. Buna karşı içeride öncü işçilerin başlattığı bir tepkisellik vardı. Ses çıkartma eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu eylemle birlikte patronun tehditleri de çoğalıyordu.

16 Temmuz günü ise 22 kişi işten atıldı. İşten atma saldırısına karşı 22 işçi fabrikanın önünde direnişe geçti. Direniş başladığı andan itibaren ilk baskı bekleme yerleriyle ilgili geldi. Bulundukları alan özel mülk olduğundan kaynaklı işçileri fabrikanın sokağının girişindeki yine “özel mülk” olan bir alana geçirdiler. Bunun nedeni ise yine öğle paydoslarında içeride çalışan işçilerin destek amaçlı sloganlarla dışarıda direnen arkadaşlarının yanına gelmesiydi. Bu dayanışmayı engellemek amacıyla işçileri fabrikanın girişinin görülemeyeceği bir alana sürdüler. Ama Çel-Mer işçileri dayanışmalarının sadece mekan ile ilgili olmadığını göstermiş oldular. Fabrikanın arka alanı dağlık bir alan. Yolun arka kısmından dağ-bayır aşarak her öğle paydosunda yine içerideki arkadaşları ile buluştular. Her iş çıkışında servislerine dışarıda direnen işçilerin bekledikleri alanın önünden bindiler ve oraya kadar sloganları ile geldiler. Artık eylem biçimine dönüşen öğle paydosunda ve iş çıkışında gösterilen dayanışma direniş süresince bir kere bile aksamadı. Sonrasında yol kenarına asılan pankartların indirilmesi için baskı yapıldı. İşçiler pankartları asmak yerine ellerinde taşımaya karar verdi. Bu süre içerisinde içeride çalışmaya devam eden işçiler ses çıkartma eylemleri ile atılan arkadaşlarına destek vermeyi sürdürdü.

36

Direniş bir yandan devam ederken işçiler ilk işten atıldıklarında bir direniş komitesi kurdular. Direniş süresi boyunca o dönem olan birçok direnişi ziyaret ettiler. Bu ziyaretler Çel-Mer işçileri açısından çok öğretici oldu. Bu noktalara direniş-işgal sürecini anlattıktan sonra değineceğiz.

Kendi direnişlerini kaleme alıp bir bildiriye dönüştürüp fabrika çıkışlarında, mahallelerde, camilerde dağıttılar.

Ve direnişin ... gününde fabrikayı işgal ettiler. İşgal 4 gün sürdü. 17 metrelik vincin üstünde 4 gün boyunca direndiler. İşgal süresince fabrikanın arka kısmındaki alana çadır kuruldu. Aileler, destek veren kurumlar 4 gün boyunca o alanda yaşadı. Bu arada içeride işgal sürerken daha öncesinde yazdıkları bir işgal açıklaması basına yollandı. Dışarıda onları süreçlerini anlatan ve işgale desteğe çağıran bildiriler kullanıldı. İşgalin gerçekleştiği ilk gün aileler yavaş yavaş gelmeye başlamışken içeri ile kurulan irtibat ile kapıların, ışıkların açılmadığını ve sendika tarafından getirilen yemeklerin verilmediği öğrenildi. Dışarıda bekleyen aileler ve siyasetler sloganlarla basınç oluşturdu. İçeriden de sloganlar atılmaya başlandı. Ve bu basıncın ürünü olarak kapılar açıldı, yemekler verildi, ışıklar açıldı. Bu olaylar süresince kapıların açılması geciktiği için aileler çocukları ile birlikte fabrika ile beklenen alanın arasındaki hendeği, fabrikanın kapısındaki polisleri aşıp kapıları yumruklamaya başladı. Aileleri zar zor yatıştıran polis kapıları açmak zorunda kaldı. Kapıların açılmadığı sürede işgalcidirenişçi işçiler fabrikanın tepesini delerek kendilerine hava alma olanağı yarattılar, fabrikanın çatısına çıkarak sendika önlüğünü diktiler. 4 gün boyunca gece de olmak üzere çeşitli saatler aralığında sürekli sloganlar atılıyordu. 4. günün sonunda eylemciler 11 işçinin dışındaki herkesin işe geri alınmasıyla işgalin bitirildiğini söyleyerek fabrikadan çıktılar. Sonrasında ise Çel-Mer İşgalDireniş Komitesi yaptığı açıklamada “eksiklerimiz boynumuzun borcu, kazanımlarımız işçi sınıfına armağan olsun” diyordu.

Çel-Mer direnişinden çıkardığımız dersler…

Ders 1: Sınıfın ortak belleği vardır!

Çel-Mer direnişçileri işçi sınıfının ortak tarihsel belleğinden yararlanarak daha önce de denenen bir eylem biçimini hayata geçirdiler. Fabrika işgal eylemleri 80 öncesi Türkiye işçi sınıfının da başvurduğu bir biçimdi. Yakın zamanlarda da Brissa, Tezcan, Sinter, Gürsaş deneyimleri yaşanmıştı. Ama genel olarak 2007’den bu yana ufak ufak kıpırdanmaların yanı sıra TEKEL süreci ile başka bir evreye geçen ancak sendikal bürokrasinin kurbanı olan bu süreç için de sınıf hareketi açısından da Çel-Mer deneyimi bir çok şey anlatmaktadır. Ders 2: Direniş süreçlerinin öğretici yanı ve Marksizm’in güncelliği! İşçi sınıfının kitlesel, militan eylemliliklerini


kitaplardan okuyan ve buna tanıklık edebilme şansını yakalamayan bir kuşağın mensubu olarak Çel-Mer işçileri özelinde işçi sınıfının gücüne, değişimine yakından tanıklık etmek ayrı bir bakış açısı kazandırıyor. Çel-Mer işçileri işçi sınıfına, sendikalara çok şey öğrettiği gibi genç komünistlere de öğretmiştir. Direniş-işgal sürecine dair hem direnişçi işçilerin ve işgal-direniş komitesinin hem de sınıf devrimcilerinin yazdığı metinlerin olduğunu belirterek biz gözlemlerimizi aktaralım. Direniş süreci aslında Marksizm’in öğretisinin hayat içerisinde doğduğunu ve burada geliştiğini kanıtlayan anlar ile doluydu. Süreç içerisinde belirli anların, dönüm noktalarının aktarımı ile başlayalım. Ders 3: İşçilerin birliğinin kritik önemi!

Öncelikle direnişe dair belirtilmesi gereken yan şudur ki; bugüne kadar son iki-üç yıl içerisinde gerçekleşen direnişlerin hiçbirinde fabrikanın önündeki işçilerle içeride çalışan işçiler arasında bu kadar dayanışma olmamasıydı. Birçok direniş ardından kaleme alınan değerlendirmelerde sınıf devrimcileri hep bu yanı vurgulamışlardı. Ders 4: İşçi sınıfının “lafazanlara” ihtiyacı yok!

İlk olarak direniş alanına gittiğimizde öğrendiğimiz ilk noktalardan biri o sürece kadar neler yaşandığını sormak ve işçilerle diyalog kurmak oldu. Bu noktada önemli olanın şu olduğunu öğrendik. İşçi sınıfının gücünü fark etmesi için “çok bilen lafazanlara” ihtiyacı olmadığıydı. Ve biz onları ne kadar anlayabilirsek, bizleri ne kadar parçaları hissederlerse o kadar kendimizi anlatabilirdik. Aslında karşılıklı bir öğrenme süreciydi. Çünkü süreci anlayamazsak ona uygun politik-pratik hamleler de yapamayız. Direniş alanları Marksizm’in siyaset sahnesindeki alanı sınıfa dair politika üretebilmek, süreçlere yön verebilme kabiliyetinin sınandığı alanlardır. Demokrasi mücadelesi işçi sınıfı için bir okul olduğu kadarıyla sınıfın partisinin de gücü ve olanakları oranında süreçleri kavrayabilmekte, yönetebilmekte kabiliyetinin gelişmişliğinin sınandığı alanlardır. Bu açıdan da önemli noktaları barındırdığını belirterek devam edelim.

Ders 5: İşçilerin bilinçlenmesi ve taban örgütlülüğü sendikal bürokrasiyi tuz ile buz eder!

Sendikalar ne kadar sınıfın öz örgütlülükleri olsa da tepelerine çöreklenmiş bürokrasi nedeniyle bugün gelinen noktada işçi sınıfının gerisinde kalabiliyor ve hatta engelleyici bir rol oynayabiliyorlar. TEKEL süreci bunun en katıksız örneği olarak durmaktadır. Çel- Mer işçileri sendikanın bu tutumuna rağmen sendikal bürokrasiyi fena halde zorlamışlar ve kendi süreçleri açısından peşlerinde sürükleyebilmişlerdir. Bunu da elbette oluşturdukları taban örgütlülükleri ile yapmışlardır. Kendi aralarında oluşturdukları komitenin yönlendiriciliğinde sendikaya basınç oluşturmuş ama bunu yaparken de bekler bir pozisyonda değil, sürekli hareket eden, kendi inisiyatifleri ile bildiriler yazıp, dağıtan, çevre yerlerdeki direnişlere destek ziyareti düzenleyen, kendi iç motivasyonlarını ve birliklerini koruyaran bir pratik sergilemişlerdir. Ders 6: Sınıf dayanışmasının önemi! Sınıfın ortak kazançları ve kayıpları vardır!

Buradaki ziyaretlerin sınıf dayanışmasının anlamını bir kez daha vurgulamak gerekiyor. ÇelMer işçileri ikinci kez atıldıklarında, işçiler kapı önünde beklemeye başladıklarında çevrede süren direnişlere destek ziyaretinde bulunma kararı aldılar. Ziyarete sınırlı sayıda işçi gitmesi gibi bir kararları vardı. Ziyarete giden işçiler döndüklerinde işçileri etraflarına toplayıp bir konuşma yaptılar ve kendi direnişlerinin yarattığı etkiyi, sınıfın ortak kazançlarının ve kayıplarının olduğunu kendi cümleleri ile anlattılar: “Çel-Mer kazanırsa Samka kazanır. Çel-Mer kazanırsa UPS kazanır. Ama biz vazgeçersek, herkese, öncelikle kendimize ihanet etmiş oluruz.”

Ders 7: Hareketsizlik çürütür! Çel-Mer işçileri söylüyor, pratik Marksizm’i doğruluyor! Ve hareketsizliğin çürütücü yanını vurgulayıp süreci salt beklemekten çıkartıp “bir şeyler” yapmaya karar verdiler. Yine Marksizm’in felsefesinin en temel yasalarından biri öncü bir işçinin ağzından dökülüyordu: “Burası peynir ekmek yeme yeri değil, biz burada işimize geri dönmek için bekliyoruz. Bu yüzden herkes bu direnişi nasıl kazanırız onu düşünmeli!”

Bu süreç içerisinde öncü işçilerin ziyarete gelen Sinter işçileri ile konuşmalarında işgal deneyimini soran, sürecin eksik yönlerini ortaya koyan, eski işgal deneyimlerini inceleyen halleri birçok noktada işçi sınıfının ortak tarihsel belleğini ve deneyimlerin önemini göstermektedir.

İşçi sınıfının sınıfsal kimliklerinden kaynaklanan birleştirici yönü yine direniş sürecinde tekrar kanıtlanan bir yön oldu. Öncü işçilerin bir tanesi MHP’li olarak ifade ediyordu kendini, hatta direnişin ilk zamanlarında gerçekleştirdiğimiz diyaloglarda “işçi sınıfı” tanımlamasını dahi kabul etmiyordu. Ama direnişi yönlendiren kritik noktalarda hamleler yapan da aynı işçiydi.

Ders 8: Her şey değişir! Sınıf mücadelesinin gerici ideolojiler karşısındaki zaferi...

İşçi sınıfının sınıfsal kimliklerinden kaynaklanan birleştirici yönü yine direniş sürecinde tekrar kanıtlanan bir yön oldu. Öncü işçilerin bir tanesi MHP’li olarak ifade ediyordu kendini, hatta direnişin ilk zamanlarında gerçekleştirdiğimiz diyaloglarda “işçi sınıfı” tanımlamasını dahi kabul etmiyordu. Ama direnişi yönlendiren kritik noktalarda hamleler yapan da aynı işçiydi. Yaşanan süreç sınıf mücadelesinin değiştirici-dönüştürücü yanını göstermekle birlikte, işçi sınıfının ortak çıkarları söz konusu olduğunda düzenin gerici ideolojilerinin nasıl parçalandığının kanıtıydı. Ders 9: Dostluk yoldaşlıktır! Dostluk aynı hedefe doğru yürümekten kaynaklı anlamlanır!

Direnişin, paylaşımı arttıran yanından bahsetmedik bile, çünkü Çel-Mer işçileri kendileri

37


işçilerin iki tanesi koşullardan kaynaklı bitkin düşüyor ve ayakta kalamıyor. Yatarlarken polis soruyor “hasta varmış kim?”. Öncü işçi kafasını kaldırıyor “ben” diyor. “İnmek ister misin?” diye soruyor. Öncü işçi “ölümü çıkarırsınız buradan” diyor ve polis gidiyor. Sonra vincin en ucuna taşıttırıyor iki arkadaşına kendisini. O halde bir konuşma yapıyor. “Biz buraya ekmeğimiz için çıktık. Koşulların iyi olmayacağını biliyorduk. Ama onurumuz için buradaysak bizim bahanelerimiz olmasın.” Sonrasında birçok işçi gözyaşlarını tutamıyor ve bir daha vincin tepesinden hastalık nedeniyle inen olmuyor. Bunun üzerine ne yazsak fazla gelir, olay özetliyor durumu. Ders 11: Ailelerin desteğinin önemi!

arasında en azından asgari bir paylaşım düzlemine sahiptiler. Bunun pekiştirici niteliğini de yaşayarak gördüler. Bu pekiştiriciliği sınamaları hiç de düz bir yolda olmadı. 17 metrelik vincin tepesinde sınanmıştı dostlukları. Ve dostu da düşmanı da bir kez daha gördüklerini söylüyorlardı.

Ders 10: İşçi sınıfı kendi öncülerini bağrından çıkartıyor! Aynı şekilde işçi sınıfı mücadele içerisinde kendi öncülerini de yaratıyordu. Ki bu öncüler işgal ve direnişin hem ön sürecinde hem de en kritik anlarından önemli roller oynuyorlar. İşgal sırasında işçilerin kendi aralarında da bir gizlilik söz konusuydu ve işgali öncü işçiler yönlendiriyorlardı. Fabrikanın arka kısmındaki hendekten fabrikayı işgal etmek için geçtiklerinde sanki o güne kadar okuduğumuz romanlardaki anlar canlanıyordu. Alpagut işgalindeki işçilerden, 15-16 Haziran’daki işçi sınıfından Mengen barikatını zorlayan işçilere, Lyon barikatını zorlayan işçilerden Paris Komün’üne o güne kadar okuduğumuz bütün direniş süreçleri birer birer canlanıyordu gözümüzde.

Çel-Mer’in öncü işçileri “yürüyoruz” dediğinde artık Çel-Mer işçileri o eski Çel-Mer işçileri değildi. Birazdan bahsedeceklerimizi işgal sonlandıktan sonra işçilerden öğrendik. Bunu da işçi sınıfının kendi yarattığı öncülerin süreçlerdeki önemine dair olduğu için anlatacağız. İşgali gerçekleştirdiklerinde direk olarak vincin tepesine çıkıyorlar. İlk gün içerisinde vinçten sağlık sorunları nedeniyle bir iki işçi ayrılıyor. Öncü

38

İşgaldeki işçilerin bahsettikleri bir diğer nokta ise dışarıdaki desteğin önemi üzerineydi. Onların vurguladıkları noktadan devam edersek ailelerin özellikle kadınların gücünü de bir kez daha direniş süreci göstermiş oldu. Bazı işçilerin aileleri bizimle birlikte 4 gün boyunca oradaydılar. Küçücük çocukların slogan attırdıkları, işçilerin eşleri olan kadınların haklı buldukları noktada polisle karşı karşıya gelmeyi göze aldıkları bir süreç yaşandı. Önemli bir diğer noktası ise ailelerin onlarla 4 gün boyunca orada kalan bizlere dair ön yargılarının kırılmış olmasıydı. Aynı durum işçiler cephesinden de böyleydi. Direniş sürecinde belki bize şüpheyle bakan işçiler bile işgalden çıktıklarında ilk bize sarıldılar ve “siz olmasaydınız yapamazdık” dediler. Ders 12: Komünistlerin tarihsel haklılığı ve sınıf devrimciliğinin önemi!

Elbette işgal-direniş sürecinde komünistlerin yarattıkları etkiydi bunu söyleten. Sınıf devrimcileri zaten bizim yukarıda çıkarttığımız derslere, hem de daha fazlasına deneyim ve birikim olarak sahiptirler. Bizim yaptığımız ise sadece güncel bir süreç üzerinden buna tekrar değinmek. Sürece komünistlerin müdahalesi azımsanmayacak orandaydı. Bu işçiler tarafından direk olarak söyleniyordu. Komünistler sınıfın bağımsız programını güncel politikayla bağdaştırıp sınıfın gücüne de güvenerek bir rol oynadılar direniş sürecinde. Bu süreçte sınıftan kopuk gruplar ise direniş çadırının üzerine bayraklarını dikmeyi tartışıyorlardı. Bırakalım onlar direniş çadırları ile uğraşsınlar; bizler işçi sınıfının, sınıfın partisinin öncülüğünde gerçekleştireceği devrim ile işçi sınıfın kızıl bayrağını dikeceğiz sermayenin burçlarına! Tarih buna tanıklık edecektir!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.