EG 129. sayı

Page 1



Gençliğin mücadelesini ileri taşımak için...

Gençlik kurultaylarını örgütleyelim! Kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve neoliberal dönüşümün hız kazanması ile birlikte öğrenci gençlik, paralı eğitim ve geleceksizliğin tehditi altındadır. Geleceksizlik ise baskı ve terörle paralel yürümektedir. Öyle ki gençlik üzerinde sistematik bir abluka uygulanmaktadır. Son yıllara soruşturma-ceza, gözaltı ve tutuklama terörü olarak yansıyan bu abluka ideolojik-siyasal saldırılarla bütünleşmektedir. Gençliğin örgütlenme imkanlarını yok etmek ve mücadele azmini teslim almak için hayata geçirilen bu abluka son dönemde özgürlük talebini de yakıcı hale getirmiştir.

Bir yol açtık!

Başbakan’ın YÖK başkanı ve rektörlerle yaptığı Dolmabahçe buluşmasına karşı gelişen eylemler, gençliğin son dönemdeki mücadele sürecinde önemli bir kırılma noktası olmuştur. Zira böylelikle abluka altında bastırılmaya çalışılan gençlik, bastırılmış öfkesi ve talepleriyle ortaya çıkmıştır.

Öyle ki, uzun zamandır düzenin ablukasına rağmen, bir dizi üniversite çeşitli direniş, dayanışma ve boykot deneyimleri ile önemli mücadele pratiklerine sahne olurken gençliğin talepleri gündeme bugün olduğu gibi oturmamıştı. Bugün bu anlamıyla gençlik hareketi belirgin bir ivme yakalamıştır. Ancak henüz ortada kazanılmış pek bir mevzi yoktur. Henüz gençlik hareketinin yıllardır biriktiregeldiği sorunları çözmek yönünde bir adım atılabilmiş değildir. Bugüne gelene kadar Eskişehir’de polis-ÖGB-idare terörüne karşı kitlesel protesto, İstanbul’da Dolmabahçe eylemleri, 5 Ocak’ta ODTÜ’de polis barikatının zorlanmasıyla bir yol açılmıştır. Bugün önemli olan bu yolda ilerlemek, yıllardır biriken sorunları aşmak, gençliğin mücadelesini büyütmek ve birleştirmektir.

Birleşik ve kitlesel bir gençlik hareketi için...

Gençlik güçlerinin, özelde de devrimci gençlik güçlerinin önünde açıktır ki, zorlu görevler durmaktadır. Oysa gençlik örgütlerinin bugün birçoğu bulundukları alanlarda iddialarını kaybetmişlerdir. Faaliyetleri ile kampüslerde olan unsurların bir kısmı ise alanın ihtiyaçlarından bağımsız bir pratiğin içinde hareketi bir adım ileri taşımak iddiasından uzaktırlar. Aktif birçok unsur açısından ise ilkesizlik dizboyudur, her türden sorumluluk kendi grup çıkarlarına ve gündelik ihtiyaçlarına indirgenmektedir. Ancak içinden geçilen süreç kitleselleşmenin imkanlarını yaratmaktadır. Bu imkanları değerlendirmek üzere uygun bir pratik müdahale hattı oluşturulursa büyük kazanımların önü açılabilir. Bunun için birleşik mücadele özel bir önem taşımaktadır. Ancak herkesin “birleşik

mücadele” iddiası olmasına rağmen gerçekleşmesi en zor olan da budur. Çünkü birlikten niceliksel bir toplam algılandığı sürece geriye sadece dar grup çıkarları kalacaktır. İlkesizliğin ilke edinildiği bu ortamda ise bunun karşısında kararlılık ile durmak önemli bir sorumluluktur.

Üniversite Konferansı’nın ardından...

Ocak ayının ilk haftasında toplanan “Üniversite Konferansı” bu bakımdan son derece önemli derslerle doludur. Konferans bir bakıma gençlik hareketinde yoğun hareketliliğin ardından mücadelenin durumu ve geleceği üzerine kitlesel bir tartışma zemini olabilirdi. Ancak konferansa damgasını vuran reformist blok bu zemini büyük ölçüde sakatlamıştır. Çünkü örgütleyici bileşenin tercihi sonucunda konferans dar bir birleşenle tartışılmış ve gençliğin inisiyatifinden yoksun gerçekleşmiştir. Çünkü seçimlere hazırlanan, EMEP, Halkevleri, ÖDP ve TKP’den oluşan reformist blok gençliğin enerjisini seçim hesaplarının potasına akıtmak niyetindedir. Genç-Sen de bu hesabı bozmak yerine reformizmin oyununa düşmüştür.

Belirtmek gerekir ki, gençlik mücadelesinin gerçek yükünü taşımış olan devrimci gençlik hareketi bir kenara itilerek ‘71 çıkışyla aşılmış parlementerist deli gömleği gençlik hareketine giydirilmek isteniyor ki, bunu kabul edemiyiz. İşte reformizmin bu hesabı karşısında devrimci güçler kendi misyonlarına ve değerlerine sahip çıkmak zorundadırlar.

Gençliğin örgütlü mücadelesini büyütmek için üniversite kurultaylarına!

Diğer taraftan Üniversite Konferansı reformizm

Belirtmek gerekir ki, gençlik mücadelesinin gerçek yükünü taşımış olan devrimci gençlik hareketi bir kenara itilerek ‘71 çıkışyla aşılmış parlementerist deli gömleği gençlik hareketine giydirilmek isteniyor ki, bunu kabul edemiyiz. İşte reformizmin bu hesabı karşısında devrimci güçler kendi misyonlarına ve değerlerine sahip çıkmak zorundadırlar.

3


başlatabilmek ve bunu merkezi bir düzlemde diğer üniversitelerle birleştirebilmek hedefi ile hareket edilmelidir.

Taban inisiyatifine dayanan bir örgütlenme siyasal öznelerin kitleleri mücadeleye kazanabilmelerinde etkin rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda mücadelenin uzun süredir kitleler nezdinde geriletilen itibarını yeniden kazanabilmesi açısından da önemlidir. Mücadelenin yaygınlaşması ve bağımsız bir hatta ilerleyebilmesi, geniş gençlik kitlelerini mücadeleye katabilmek bakımından özel bir önem taşımaktadır.

Örgütlenmeyi yerel ayaklara kavuşturmalıyız!

Taban inisiyatifine dayanan bir örgütlenme siyasal öznelerin kitleleri mücadeleye kazanabilmelerinde etkin rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda mücadelenin uzun süredir kitleler nezdinde geriletilen itibarını yeniden kazanabilmesi açısından da önemlidir. Mücadelenin yaygınlaşması ve bağımsız bir hatta ilerleyebilmesi, geniş gençlik kitlelerini mücadeleye katabilmek bakımından özel bir önem taşımaktadır.

tarafından sakatlanmasına karşın gençliğin tartışmaya ve birlikte üretmeye olan ihtiyacına da işaret etmiştir. Konferans’ta arka arkaya okunan tebliğlerin yerine gençliğin mücadele yaklaşımları tartışılmış ve ortaya düzeni karşısına alan, demokratik ve özerk bir üniversite talebini yükselten somut bir mücadele programı çıkarılmış olsaydı, kuşkusuz gençlik hareketi açısından geliştirici bir rol oynanabilirdi. Ancak yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı bu böyle olmamıştır.

Yine konferansın ön hazırlık sürecinin tabandan kopuk yürütülmesi, çalışmasının tabana indirilmemesi ise ayrı bir sorundur. Konferans elbette tepki niteliğinde bir sürecin ürünüdür. Bu anlamda kitle çalışmasının eksik kalması anlaşılabilirdir. Ne var ki, bu eksiği kavramak bugün bu eksiği kapatacak bir süreç başlatmanın sorumluluğunu gençlik güçlerinin omuzlarına yüklemektedir. İşte bu temel derslerden de hareketle önümüzde gençliğin özgürlük ve gelecek talepleri ekseninde taban inisiyatifinin öne çıkarıldığı yerel örgütlenmelere dayanan bir örgütlenme sürecinin yakıcılığı kendisini hissettirmektedir. Son sayımızda işaret ettiğimiz, bir süredir de çeşitli illerde tartışmalarını başlat(tığımız)maya çalıştığımız “Öğrenci Kurultayları” özünde bu güncel durum ortaya çıkmadan başlamış olsa da, içinden geçtiğimiz sürecin ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Kampüslerden taban inisiyatifini öne çıkaralım!

Öğrenci kurultayları özünde gençliğin güncel talepleri ekseninde yapılacak tartışmalar üzerinden yerel birleşenler üzerinden örgütlenebilmelidir. Böylesi bir işleyiş içinde taban inisiyatifi esas alınmalı ve demokratik bir işleyişin esaslarına uygun hareket edilmelidir.

4

Bu süreç, temel sorunlar üzerinden yerel dinamiklerin harekete geçirilmesiyle gelişecektir. Demek oluyor ki, yemekhane sorunundan, diplomalı işsizliğe, siyaset yasağından eğitim hakkı gasplarına ve geleceksizliğe kadar geniş bir yelpazede gençlik kitlelerini yakından ilgilendiren birçok sorun kurultay süreçlerinin mayasıdır. Bugün bu sorunlar üzerinde bir süreç

Kurultay şüphesiz ki, yerel ayakları üzerinden anlam kazanabilir. Konferansın hazırlandığı koşulların aksine, bugünden kurultayları taban inisiyatifi üzerinden yerel örgütlenmeler kanalından örgütlemeyi önümüze koymalıyız. Bu, gelişen hareketin besleneceği ve devamlılığını garantileyeceği bir biçime büründüğü ölçüde, hem sürecin ürettiği irade gerçek anlamına kavuşacak hem de taleplerimizin gerçek takipçisi olarak düzenin üzerinde baskı oluşturabilecektir. Bu bağlamda politikamızın gerçek laboratuvarı olan kitlelerin bağımsız mücadele hattı örülebilirse gençlik örgütlerinin sıkıştığı ya da kaçtığı kısır tartışmalar da aşılmış olacaktır. Son dönemde değindiğimiz ilkesizliğin de gerçek çözümü kesin olarak buradadır. Bu açıdan siyasal güçler düzleminde sürecek tartışmaların çıkardığı iradenin hızla alanlara taşınması ve taban inisiyatifine dayalı bir çalışma üzerinden örgütleyici bir pratiğe bağlanması gerekmektedir.

Gençliğin militan ruhunu kampüslerimize taşımalıyız!

Geride kalan süreçte gençlik sözünü alanlarda söylemiş ancak kampüsler içerisinde aynı oranda bir etki yakalayamamıştır. Bunun için gençlik güçlerinin önünde alanlarda sistemli, yoğun ve sürekli bir kitle çalışması durmaktadır. Gençliğin hareketlendiği bu dönemin ara tatile gelmesi, tam da yerellerde etkin bir faaliyet örülmesi gerekliliğinin altını çizdiğimiz bir dönemde bir sorun oluşturmaktadır. Ne var ki bu süreci de, kitle çalışmasının kampüslerin dışından sürdürmek ve önderlik kapasitemizi yükseltmek için değerlendirirsek iyi bir başlangıç için hazırlanmış oluruz.

Hedeflerimiz konusunda netlik şarttır!

Gençlik güçlerinin dağınık ve parçalı tablosu bugün pratik anlamda bir dizi soruna yol açmaktadır. Ne var ki, bu tablonun ardındaki siyasal nedenler bugün çok daha belirleyicidir. Konferansın ardından öğrenci kurultayları bu anlamıyla gençlik örgütlerinin temel bir zaafiyet alanına dönüşmüş olan ideolojik düzlemdeki geriliğin aşılması için bir manivela olmalıdır.

Bugün nasıl bir üniversitenin istenmediği açıktır. Kampüslerden katil polisin kovulması, örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması, ifade özgürlüğü önündeki yasakların geri çektirilmesi öne çıkmaktadır. Ne var ki, üniversite özerkliğinin sermaye cephesinden ele alındığı bir dönemde liberal demokrasinin katılımcı kılıfı içinde öğrencilerin yönetime katılması öngörülmektedir.


Ötesinde hali hazırda idareyi tek elde toplamış üniversite yönetiminde rektörlük üzerinden ipler doğrudan siyasi iktidara ve dolaysız olarak burjuvaziye teslim edilmiştir.

Üniversitenin yeniden yapılandırılmasına karşı devrimci bir politik/stratejik mücadele hattının ortaya konulması acildir. Özerklik kavramı üzerinde bugün farklı yorumlar üretilmesi sözünü ettiğimiz düşünsel tartışmanın önemini açıkça ortaya koymaktadır. Kurultaya hazırlık süreci ve kurultayın kendisi bu hedefi karşılayabilmelidir.

Gençlik hareketinin gerçek kanalı devrimci mücadeledir!

Reformizmin artan etkinliği ve gerici tutumları devrimcilerin önüne ek bir görev çıkarmıştır. '71 devrimci çıkışının 40 yıl önce aştığı reformizm, devrimci pratiğin yıllarca biriktirdiği mirasın üzerinden bugün politika üretmekte, gençliğin dinamizmini bu mirası kullanarak istismar etmektedir. Bu dinamizmi düzen kurumlarını hedef göstererek heba etmektedir. Üstelik seçim aldatmacasının yaklaştığı bir dönemde bu ihanet katmerlenecek, gençlik sandığa çağrılacaktır. Bu elbette reformizmin tarihsel rolünün gereğidir. Ancak devrimcilerin omuzlarına da reformizmin

karşısında bir odak oluşturma sorumluluğunu yüklemektedir. Bu süreçte devrimci bir mücadele ekseni ortaya çıkarılmalı, gençliğin talepleri bu perspektif ışığında yükseltilmelidir. Devrimci gençlik güçlerinin omuzlarında yükselen hareket içinde bir odak olabilmek, gençliğin dinamizmini ve gelecek talebini temsil etmek ve mücadele bayrağının taşıyıcısı olmak sorumluluğu durmaktadır. Genç komünistler ise bu süreçte yol gösterici olmalı ve öncülük etmelidirler. Ekim Gençliği

Bu süreçte devrimci bir mücadele ekseni ortaya çıkarılmalı, gençliğin talepleri bu perspektif ışığında yükseltilmelidir. Devrimci gençlik güçlerinin omuzlarında yükselen hareket içinde bir odak olabilmek, gençliğin dinamizmini ve gelecek talebini temsil etmek ve mücadele bayrağının taşıyıcısı olmak sorumluluğu durmaktadır. Genç komünistler ise bu süreçte yol gösterici olmalı ve öncülük etmelidirler.

Sözde öğrenci temsilcileriyle toplantılar sürüyor…

Korkmaya devam edin, gelecek ve özgürlük mücadelesi devam ediyor!

6 Ocak tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “devletin öğrencileri”ni Çankaya sofrasına davet edip öğrencilerin jaguarlı sözde temsilcileri ile bir toplantı gerçekleştirdi. Sermayenin temsilcilerinin gerek rektörlerle gerek sözde öğrenci temsilcileriyle gerçekleştirdiği toplantılar birer tiyatro oyunudur. Öğrenci gençliğin bu toplantıları protesto etmesi, sözünü söylemesi, hakkını araması, taleplerini yükseltmeye devam etmesi sermayeyi ve sermaye sözcülerini sıkıştırmış durumda. Toplumun gözünde yaşananları manipüle etmek için göstermelik öğrenci toplantılarına başvurmak zorunda kalıyorlar. 19 Ocak Çarşamba günü de YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın ÖTK başkanları ile bir toplantı gerçekleştireceği açıklandı. Abdullah Gül, Ankara’daki 11 devlet ve vakıf üniversitesinden öğrenci konseyi temsilcileri ile görüşmüştü. Şimdi de daha geniş katılımlı bir toplantı gerçekleştirerek öğrencilerin sorunları ile ilgileniliyor görüntüsü yaratmaya çalışıyorlar. Öğrencilerin bu meşru mücadelesi karşısında yeni toplantılara başvurarak sorunlarla ilgilenen bir imaj yaratmaya çalışıyorlar. Hakkını arayan, mücadele eden, gerçekten söyleyecek sözü olan öğrencileri karalayan kampanyaları yürütüyorlar. Bu oynanan oyun her seferinde bozuldu. Sermayenin temsilcileri teşhir edildi. Onlar yeni hamlelerle bu oyunu kazanmaya çalışıyorlar. Korkuları her seferinde daha da büyüyor! 4 Aralık tarihinde başbakan, YÖK başkanı ve rektörlerle Dolmabahçe’de toplantı yaparken öğrenciler sokaktaydı. Korktular, saldırdılar! Sermayenin temsilcileri SBF’ye geldiklerinde protesto edildiler, üniversiteden kovuldular. Korkuları büyüdü! ODTÜ’de üst üste kolluk kuvvetleri

ile saldırdılar, ODTÜ direnişi büyüttü, militan bir tutum sergiledi, polisi üniversiteden defetti. Korkularına yenileri eklendi! Başbakan Dolmabahçe’de öğrencilerle toplantı yapacağını duyurmuştu. Ancak gençliğin öfkesinden korktular! Yapacakları toplantının kendi adlarına sancılı bir süreç daha yaratmaması için toplantının 27 Ocak’ta Erzurum’da yapılacağı açıklandı. Sözde temsilciler sofrada, hakkını arayan öğrenciler soruşturmalarda! Birçok üniversitede soruşturma-uzaklaştırma terörü artarak sürüyor. Sözünü söyleyen, hakkını arayan öğrenciler üniversitelerin dışına itilmek isteniyor. İÜ’de uygulanmaya başlanan OHAL sürecinin ardından 45 tane öğrenciye daha soruşturma açıldı. 19 Ocak’ta YÖK binasında sözde temsilcilerin sofrada oturduğu saatlerde İÜ’de soruşturmalara maruz kalan öğrenciler soruşturma kurullarının masalarına çağırılıyor. Ne soruşturmaları ne kolluk güçleri ne de ÖGB’leri ile bizleri sindiremediler, susturamadılar. Sisteme uygun kafalar olmayacağımızı ve devletin öğrenci profiline bizleri uyduramayacaklarını onlara bir kez daha göstereceğiz! Sermaye ve sermayenin uşakları korkmaya devam etsin çünkü üniversitelerde, sokaklarda geleceğimiz ve özgürlüğümüz için örgütlü mücadeleyi büyütmeye devam edeceğiz! 19 Ocak’ta da, 27 Ocak’ta da sahneleyecekleri yeni oyunları bozacağız! Ekim Gençliği 14.01.2011

5


Gençliğe dayatılan “geleceksizlik/kölelik” kapanı parçalanmalıdır! Yıllara yayılan iktidar ve rant savaşında mevzi kazandıkça saldırganlaşan AKP hükümetinin, düzen içinden gelse bile eleştirilere “sıfır tolerans” gösterme politikası giderek belirginleşiyor. Hükümeti ya da Tayyip Erdoğan’ı eleştiren gazetecilerin işine son verilirken, hak arama mücadelesini yükselten işçiler, emekçiler, Kürtler, gençler gibi toplumun dinamik kesimleri ise devlet terörü ile sindirilmeye çalışılıyor.

Rejimin şiddet araçlarının çeşitliliği ve yaygınlığına, bu araçları pervasızca kullanmasına rağmen, egemenler, kirli emellerine ulaşmayı başaramıyorlar. Zira sömürü, köleleştirme ve zorbalığın hüküm sürdüğü yerde hiçbir araç işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin başkaldırmasını önlemeye yetmez. Toplumsal hareket kimi dönemler zayıflasa da, her zaman küllerinden yeniden doğar ve insanlığı barbarlığa doğru sürükleyen sistemin efendilerinin korkulu rüyası olur.

6

Bu faşizan zihniyetin icraatçısı AKP hükümeti olmakla birlikte, Amerikancı rejim bir bütün olarak bu gözü dönmüş saldırganlığın arkasında duruyor. Örneğin sermaye partilerinin şefleri birbirlerine etmedik laf bırakmazken, düzene muhalif seslerin bastırılması söz konusu olduğunda, “uyumlu koro” gibi aynı telden çalmaya başlıyorlar. Sermaye sözcülerinin üniversitede vaaz vermesini engelleyen protesto eyleminin ardından, ilerici devrimci öğrencilere karşı linççi bir histeriyle başlatılan topyekun saldırı, kokuşmuş düzen ile yardakçılarının zorba zihniyetine ışık tutuyor. Siyasetçiler, kolluk kuvvetleri, “gazeteci” kılıklı görevliler (özellikle dinci gericiliğin borazanlığını yapan TV ve gazetelerde köşe tutanlar), 12 Eylül simgesi YÖK ve sermaye üniversitelerinden birtakım akademisyenler… Bu gerici koalisyonun hep bir ağızdan gençlere hücum etmesi bir rastlantı değil. Dahası, egemenler cephesinden yansıyan bu hezeyan, Dolmabahçe önünde eylem yapan öğrencilere kolluk kuvvetlerinin gözü dönmüş saldırısından, hem de bu saldırıda polisin hamile bir kadının karnını tekmeleyerek bebeğini katletmesinin hemen

ardından sergileniyor.

“Sürü”leştirilmiş toplum/gençlik istiyorlar!

Fiziksel, ekonomik, siyasal, psikolojik, hukuksal, akademik, kültürel vb. şiddet araçlarını tekelinde bulunduran burjuvazi ve onun hizmetindeki devlet, medyada mevzilenmiş “organik gazeteci”lerin de katılımıyla tek merkezden yönetilen kesintisiz bir saldırı yürütüyor. Bu saldırıda şu veya bu aracının öne çıkması ya da geri plana düşmesi, sınıflar mücadelesinin/toplumsal hareketin seyrine bağlı olarak değişse de, rejimin efendileri tüm bu araçları her zaman el altında bulunduruyorlar. Sistemin vahşi çarkları arasında öğütülen işçilerin, emekçilerin, gençlerin veya ezilen diğer kesimlerin isyan etmesini önlemek, bu mümkün olmadığında, zorbalığa karşı sesini yükseltenleri kolluk güçlerinin şiddetiyle bastırmak egemenlerin temel önceliği. Rejimin şiddet araçlarının çeşitliliği ve yaygınlığına, bu araçları pervasızca kullanmasına rağmen, egemenler, kirli emellerine ulaşmayı başaramıyorlar. Zira sömürü, köleleştirme ve zorbalığın hüküm sürdüğü yerde hiçbir araç işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin başkaldırmasını önlemeye yetmez. Toplumsal hareket kimi dönemler zayıflasa da, her zaman küllerinden yeniden doğar ve insanlığı barbarlığa doğru sürükleyen sistemin efendilerinin korkulu rüyası olur.

Korkuları boşuna değil


Dolmabahçe önünde eylem yapan öğrencilere polisin azgınca saldırması, ardından SBF’de düzen partilerinin temsilcilerini protesto eden öğrenciler şahsında ilerici-devrimci gençliğe karşı pervasız bir saldırının başlatılması, egemenler cephesindeki tedirginliğe işaret ediyor. Elbette düzenle yardakçılarını korkutan bu iki eylem değil. Onlar, bu eylemlerde, gençlik hareketinin gelişip yaygınlaşmasının ilk işaretlerini gördükleri için, faşizan zihniyetlerini fütursuzca sergilemeye başladılar.

Başta Tayyip Erdoğan, müritleri ve AKP borazanlığını yapan dinci medya olmak üzere, dört koldan saldırıya geçen sermaye iktidarı, geleceksizlikten başka bir şey vaat etmediği gençliğin “artık yeter!” diyerek isyan etmesinden korkuyorlar. Bundan dolayı gençliğe ve onun şahsında ilerici devrimci değerlere kin kusan Amerikancı düzenle yardakçıları, gençlik kitlelerini sindirmenin yolunu arıyorlar. Tehdit, hakaret, itibarsızlaştırma, karalama, şeytanlaştırma vb. iğrenç yöntemlerle sömürü ve köleliğe karşı güçlenme eğilimini ortaya koyan mücadeleyi ilk adımda boğmak istiyorlar.

Linççi koalisyonun başını dinci gericiliğin medyadaki uzantılarının çekmesi tesadüf değil. Zira en küçük ahlak kırıntısından bile yoksun olan, çarpıtmalarla gençliğe ve ilerici devrimci değerlere kin kusan bu güruhlar, düzen karşıtı mücadelenin, dinci gericiliğin emekçiler üzerindeki uğursuz etkisini kıracak tek güç olduğunun farkındalar. Ana karnındaki bebeği katleden polise alkış tutan bu ortaçağ zihniyetlilerin, eyleme katılan bazı gençleri, -emniyetteki uzantılarından aldıkları bilgilerle- fotoğraf ve isimlerini yayınlayarak hedef göstermesi de korku ve kinin derinliğini gözler önüne seriyor. TÜSİAD ile bazı düzen güçlerinin polis terörüne karşı olduklarını ilan etmeleri ise, gelişme eğilimindeki gençlik hareketinin boğulmasına karşı olmalarından kaynaklanmıyor. Onlar, “boğma hareketi”nin üstü örtülemez bir vahşetle yapılmasının rejimin prestijini sarsmasından duydukları kaygıdan dolayı, sadece yöntemi eleştiriyorlar. Yoksa geleceksizliğe mahkum edilen

gençliği isyana sürükleyen rejimin efendileri, diğer asalaklarla birlikte TÜSİAD çatısı altında birleşen kapitalistlerden başkası değil.

İsyan ateşi harlanmalıdır!

Gençlik hareketi, kimi çıkışlar yapmakla birlikte, uzun süredir içine sıkıştığı darlığı aşamıyordu. Gençliğe işsizlik, kölece çalışma ve geleceksizliği dayatan saldırıları hayata geçiren sermaye hizmetindeki AKP hükümeti, bu durumdan memnundu. Gençlik gibi dinamik bir kesimin rejimin huzurunu kaçıracak eylemlerden uzak kalması, dinci gericiliğin şeflerini iyice pervasızlaştırdı. Zannettiler ki, bu suskunluk hep devam edecek. Bugün sembolik eylemlerle sesini yükselten gençlere fütursuzca saldırmaları, huzurlarının artık kaçmaya başladığına işaret ediyor.

Gerçekleşen eylemler henüz semboliktir. Ancak kapitalizmin geleceksizlik/kölelik ikilemine mahkum ettiği işçi-emekçi kökenli gençliğin biriken öfkesinin dışa vurumu olması açısından ayrı bir önem taşıyorlar. İlerici devrimci gençliğe karşı linç hareketini başlatan sermaye, AKP hükümeti ve uşakları, hareket kitleselleşmeden, hoşnutsuz ama örgütsüz geniş gençlik kesimlerini sarsmadan ezmek istiyorlar.

Bu uğrusuz faşizan plan bozulmalıdır!

Bunun yolu, çakan kıvılcımları isyan ateşine dönüştürmek, işçi sınıfının yaktığı direniş ateşleriyle birleştirip yangına çevirmekten geçiyor. Aksi halde rejimin köleleştirme/geleceksizleştirme kapanı kırılamaz.

İsyan ateşini körüklemek, gençlik saflarında düzene karşı biriken öfkeyi örgütlü bir gücün birleşik eylemine dönüştürmek, ilerici devrimci güçlerle gençlik kitleleri içindeki ileri kesimlerin görevidir. Bu sorumluluğun üstesinden gelmek ancak gençlik hareketinin içinde bulunduğu cendereyi kırmayı esas alan, her tür hesap ve dar grupçuluğu aşan bir mücadele tarzının yaygınlaştırılmasıyla mümkün olacaktır. (Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/48, 17 Aralık 2010)

Gençlik hareketi, kimi çıkışlar yapmakla birlikte, uzun süredir içine sıkıştığı darlığı aşamıyordu. Gençliğe işsizlik, kölece çalışma ve geleceksizliği dayatan saldırıları hayata geçiren sermaye hizmetindeki AKP hükümeti, bu durumdan memnundu. Gençlik gibi dinamik bir kesimin rejimin huzurunu kaçıracak eylemlerden uzak kalması, dinci gericiliğin şeflerini iyice pervasızlaştırdı. Zannettiler ki, bu suskunluk hep devam edecek. Bugün sembolik eylemlerle sesini yükselten gençlere fütursuzca saldırmaları, huzurlarının artık kaçmaya başladığına işaret ediyor.

7


Üniversite Konferansı ve reformist oyunlar Genç-Sen, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, TKP’li Öğrenciler, Emek Gençliği, Eğitim-Sen 6 No’lu Şube, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ve Üniversite Konseyleri Derneği’nin örgütlediği Üniversite Konferansı 7 Ocak Cuma günü Beşiktaş Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde 1000’i aşkın kişinin katılımıyla gerçekleşti. Burada Konferans’a dair gözlemlerimizi ve değerlendirmemizi ortaya koyacağız.

İlk hareketli, eylemli süreçlerin ardından üniversite bileşenlerinin yan yana gelip bir tartışma süreci başlatmaları önemli bir adımdır. Ancak sonrasında bu süreç özellikle reformizmin hesapçı ve hareketin yarattığı olanakları kendi potasına akıtmak konusundaki dayatmacı tutumlarıyla büyük ölçüde sekteye uğramıştır. Bu nedenle Dolmabahçe ve SBF’deki parçalı tablo, sonrasında reformizmin blok halinde elindeki imkanları da kullanarak hareketin merkezine oturtmaya çalışması nedeniyle derinleşmiştir.

8

4 Ocak günü yaşanan çatışmalarla başlayan ve SBF’deki burjuva siyasetçilerin kovulmasıyla ile devam eden sürecin gençlik hareketine ivme kazandırdığı açık. Ortaya çıkan enerji yoğunlaşıyor, hareket militanlaşarak gelişiyor. ODTÜ’deki eylem de bu bakımdan bir ileri adım olmuştur. Yakalanan bu ivme doğru bir yönde değerlendirilebilirse gençlik hareketinde yeni bir dönemin başlayacağını kesin bir biçimde söyleyebiliriz. Dolayısıyla bugünkü gelişmelere sadece her bir olayı kendi içerisinde yorumlayarak müdahale etmek ya da bu sınırlarda kazanımlar elde edebilmek kaygısıyla hareketin geleceğini bir tarafa itmek yapılabilecek en büyük hata olacaktır.

İlk hareketli, eylemli süreçlerin ardından üniversite bileşenlerinin yan yana gelip bir tartışma süreci başlatmaları önemli bir adımdır. Ancak sonrasında bu süreç özellikle reformizmin hesapçı ve hareketin yarattığı olanakları kendi potasına akıtmak konusundaki dayatmacı tutumlarıyla büyük ölçüde sekteye uğramıştır. Bu nedenle Dolmabahçe ve SBF’deki parçalı tablo, sonrasında reformizmin blok halinde elindeki imkanları da kullanarak hareketin merkezine oturtmaya çalışması nedeniyle derinleşmiştir. ODTÜ eyleminin arkasından bu konuda yapılan hamleler ve merkezden konulmuş sınırlarla devrimci gençlik gruplarını yalıtma çabası sürece damgasını vurmuştur. İşte son derece ileri iddialarla toplanan Üniversite Konferansı da reformizmin tüm iddialarına karşın reformist bir darlık ve hesapçılıkla sakatlanmıştır. Üniversite Konferansı’nın örgütleyicilerinin Konferansı sunarken ortaya koydukları ifadelerle gerçek pratik tümüyle ayrı yerde durmaktadır. Üniversite Konferansı ile ilgili iddialar şunlardı: “Üniversite öğrencilerinin, akademisyenlerin ve üniversite emekçilerinin temel sorunlarının üniversite bileşenleri tarafından tartışılmasını ve belirli sonuçlara varılmasını amaçlar. (...)Gerek yazılı, gerekse görsel medyada, üniversite öğrencilerinin düşüncelerini ifade etme olanaklarının kısıtlandığı bir dönemde, Üniversite Konferansı temel olarak “tartışılmayan gündemleri” tartışmayı amaçlar. Tartışılmaktan kaçınılan gündemlerin, üniversite bileşenleri tarafından masaya yatırılmasına ve somut çözüm

önerilerinin ortaya çıkmasına imkan tanıyan konferans, bu niteliği ile üniversiteleri temsil eden bir tartışma platformudur. Konferans bu anlamıyla öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanlarının ortak çabasıyla ve bu bileşenlerin temsiliyetiyle gerçekleşmektedir.” Ancak bu son derece “demokrat” ve “kapsayıcı” olmak iddiasındaki konferans örgütleyicileri buradaki iddianın tam aksine konferansı gençlik hareketinin devrimci öznelerinden saklamak için ellerinden ne geldiyse yapmışlardır. Öyle ki dayandıkları siyasal örgüt ve partilerin oluşturduğu reformist bloklaşmanın bir uzantısı olarak yan yana gelen Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, TKP’li Öğrenciler blok halde davranmaktadırlar. Bu süreç içerisinde buna mevcut MYK’nın eliyle Genç-Sen de eklenmiştir. Sonuçta konferans bu bileşenin kendisinden başkasının katılımına kapalı bir ön süreçle örgütlenmiştir. Gençlik hareketi içerisindeki öznelere tartışmanın parçası yapmaktan, bunun için çaba harcamaktan kaçınılmıştır. Bu anlayışın altında yatan kendi çizdiği sınırlara müdahale edecek devrimci yaklaşımların tartışmaya katılımını engellemektir. Çünkü amaçları gençliğin devrimci birikimlerini parlamenter hayallerine dayanak yapabilmektir.

Ancak yine de kendi aralarındaki ilişkilerde de küçük-burjuva hesapçı yaklaşımların belirleyici olduğunu biliyoruz. Bunun için Dolmabahçe eyleminde kendi aralarında ayrılmışlardır çünkü kendi isimlerinin öne çıkması, tek başlarına görünmek kaygısı vardır. Ama ne olursa olsun aralarındaki birliğin zeminini kaybetmek de istememektedirler. Bunun nedeni de bir kez daha devrimci siyasetler karşısındaki gericilik olmuştur. Aralarındaki toplantılarda bu ortak kaygıyı,“Küçük grupları ve iş yapmayan grupları çağırmayalım” şeklinde ifade etmişlerdir. Burada mesele aslında “küçük ve iş yapmayan gruplar” meselesi değildir. Buradaki mesele devrimci çizgilerin/anlayışların önünü alabilme kaygısıdır. Ya devrimci bir yaklaşım baskın çıkarsa? Konferansın kapsamı ve niteliği açısından bakalım. Konferansta belirlenen tartışma başlıkları şunlardı: “Üniversite nedir?”, “Üniversiteyi kim yönetiyor?”, “YÖK’e neden karşıyız?”, “Eğitimin paralılaştırılması ne gibi sonuçlar doğuruyor?”, “Mezunları neler bekliyor?” Bu başlıklarla örgütlenen konferans birçok üniversiteden ilerici öğrencilerin gündemine girdi, ilerici kamuoyunda da bir ilgi oluşturdu. Konferansın ön günlerinde bu kapsamda görüş bildiren birçok tebliğ sunuldu. Kısa sürede örgütlenen bir konferans sürecinde üniversite bileşenleri görüş bildirme noktasında ortaya bir çaba koydu. Ancak konferans gününe geldiğimizde sadece tebliğlerin okunması


üzerinden oluşturulmuş bir program çıktı. Ardarda tebliğler okundu ve önceden gelen tebliğlerin ekseninde oluşturulmuş bir sonuç bildirgesinin ötesine geçilemedi.

Örgütlenme süreci dışa açılmayan (öyleymiş gibi gösterilmesine rağmen gerçek bu) bir konferansın salonunda da tartışma kısmına zaman ayrılmamış olması anlamlıdır. Öncesinde gönderilen tebliğler bir kriter olabilir, ama program itibari ile köşeleri önceden belli bir konferans olunca canlı bir tartışma sürecini takip edebilecek bir kitle yaratabilecekken haliyle salonda durmak yerine dışarılarda oturmayı tercih eden, üzerine bir şey ekleyemeyeceğini hissettiği için erken çıkan bir kitle yaratmıştır. Bundan dolayı da reformizm kağıt üzerinde söylediklerinin gerisine düşmüştür. Konferansı örgütleyen reformizm, ortaya koyduğu bu dar hesapçılıkla gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt veremeyecektir. Üniversite Konferansı, deklare edildiği günden itibaren bir ilgiye konu olmuştur ve geniş

diyebileceğimiz bir bileşen salonda yan yana gelmiştir. Buradan “önümüzdeki dönem AKP karşıtı mücadelenin daha geniş bir bileşenle yürüteceğimizin ip uçlarını” bulmak yerine gençlik hareketinin devrimci bir hatta gelişmeye ihtiyacı olduğunu anlayabilmek gerekir. Ancak reformizm doğası gereği bunu yapabilecek durumda değildir.

Birkaç üniversitedeki devrimci güçlerin de tüm zayıflıklarına rağmen etkin biçimde katıldıkları forum deneyimleri bu bakımdan tutulması gereken yolu göstermektedir. Bu deneyimlerin geliştirilmesi ve giderek devrimci bir hatta geliştirilmesi gerekmektedir. Yerellerde yaygınlaşacak ve güçlenecek bu tablo hareketin ihtiyacı olan birleşik, kitlesel, devrimci gençlik mücadelesinin yaratılmasını sağlayacaktır. Devrimci gençlik güçleri bugün hareketin yeniden ivme kazandığı bir durumda, yaşadıkları tüm yetersizliklere rağmen meydanı reformizme bırakmamalıdırlar.

Birkaç üniversitedeki devrimci güçlerin de tüm zayıflıklarına rağmen etkin biçimde katıldıkları forum deneyimleri bu bakımdan tutulması gereken yolu göstermektedir. Bu deneyimlerin geliştirilmesi ve giderek devrimci bir hatta geliştirilmesi gerekmektedir.

Devrimci mirasın gücüyle liseli gençliği kazanmaya! Liseli genç komünistler olarak, devrim ve sosyalizm mücadelesinin biriktirdiği mirasın bu topraklardaki temsilcileriyiz. Mücadelemizi üzerinde yükselttiğimiz bu miras bizlere birçok sorumluluk yüklüyor. Yıllardır liseli genç komünistler olarak bu sorumlulukla hareket etmeye çalıştık. Ortaya koyduğumuz yeni iddia ile birlikte güne daha fazla yüklenmeyi, liseli gençlikle daha güçlü bağlar kurarak onları devrim mücadelesine çekmeyi hedefliyoruz. Sermaye düzeninin katlettiği iki yiğit devrimcinin mücadelede ölümsüzleştikleri ayları geride bıraktık. Kavgamızda ölümsüzleşen Erdal Eren ve Alaattin Karadağ ile birlikte yitirdiğimiz tüm devrimcileri mücadelemizde yaşatmak için tüm çabamızı ortaya koymalıyız. Nedir bu çaba? Örgütlü devrimci mücadelede ısrarlı bir şekilde yol yürümektir. Yolumuza çıkabilecek her türlü engelin, zorun üstesinden gelme iradesini gösterebilmektir. Bu bakışla hareket etmeye çalışan liseli genç komünistler için Alaattin Karadağ’ı ve Erdal Eren’i anmak katlediliş yıldönümlerinde seremoni yapmak değildir. Elbette yoldaşlarımızı anarak mücadeleye kattıklarını bir kez daha öne çıkarttık. Ama bizler için onları gerçek anlamıyla yaşatmak, mücadeleye sıkı sıkıya bağlanmaktır.

Zor bir dönemden geçtiğimiz söylüyoruz. Zorluk, baskı ve şiddetin boyutlarından çok sınıf hareketinin, gençlik mücadelesinin, toplumsal muhalefetin bugünkü seyrinden kaynaklanıyor. Canlı politik bir atmosferden, ivmelenen mücadeleden henüz sözedemiyoruz. Yılları bulan durgunluk dönemlerinden geçtik. Partimiz, zorlu dönemlerden geçerek, sarp yolları aşarak, hala da aşmaya çalışarak kendini şekillendirdi/şekillendiriyor. Partimizin ortaya çıkarttığı kadrolar da bu şekillenmenin ürünüdürler. Yitirdiğimiz yoldaşlarımıza baktığımızda, zor dönemde çelikleşmiş devrimcilerin bizlere nasıl bir miras bıraktıklarını görmekteyiz. Partimiz devrim ve sosyalizm mücadelesinde Habip, Ümit, Hatice ve Alaattin gibi komünist devrimciler yetiştirmiştir. 19 Kasım 2009’de katledilen yoldaşımız Alaattin’in yaşamı bizlere ışık tutuyor. Genç yaşlarda saflarımızda yer almış bu “kökten

Ekimci”nin devrimci, direnişçi ve örgütlü kimliğinden öğreneceğimiz çok şey var. Liseli genç komünistler olarak ortaya koyduğumuz iddia, yoldaşlarımızın yaşamlarını, partimizin süreçlerini ve ortaya koyduğu hedefleri incelemeyi gerektiriyor. Her birimiz kendi payımıza dersler çıkartmalı, kendimizi değiştirip dönüştürmeliyiz. Bunu başardığımızda, partili yaşamı içselleştirdiğimizde partimiz de güçlenecektir.

13 Aralık 1980’de 12 Eylül’ün zindanlarında katledilen Erdal Eren’in yaşamı da mücadelemize ışık tutuyor. 17 yaşında liseli bir devrimci olan Erdal Eren’in, darağacında boynuna ilmek geçirilirken haykırdıklarıyla kocaman bir derstir. Bu dersi en iyi şekilde okumasını ve okutmasını bilmeliyiz. Bugün devrimci mücadeleye sırtını dönenler Erdal Eren’e sarılmaktadırlar, tıpkı Denizler’e, Mahirler’e sarıldıkları gibi... Çünkü liseli gençliğin devrimci mücadeleye ve bu mücadelede bedeller ödeyen devrimcilere duydukları sempatiyi bilmektedirler. Bu yiğit devrimcilerin canları pahasına büyütmeye çalıştıkları devrimci mücadeleye sırtını çevirenler bu değerleri istismar etmektedirler. Bu noktada omuzlarımızdaki sorumluluğu bir kez daha görmeli, devrimci değerler üzerinde tepinilmesine izin vermemeliyiz. Devrimci mirasımızdan aldığımız güçle, liseli gençliği düzenin girdabından çekip almalı, yeni bir yaşam alternatifiyle kuşatmalıyız. Liseli gençliğe bu devrimcilerin ne uğruna bedel ödekilerini doğru kavratabilmeliyiz.

Bugüne kadar ortaya konan mücadelelerle, ödenen bedellerle kızıllaşan devrim bayrağının ellerimizde olduğunu söyledik, söylemeye devam ediyoruz. Bu iddiamızı güçlendirerek kızıl bayrağımızı daha yükseklere taşıyacağız. Liseli Genç Komünistler

(www.tkip.org sitesinden EKİM’in 271. sayısından alınmıştır.)

9


Soruşturma ve ceza terörüne karşı direniş bayrağı yükseltilmelidir! Soruşturma ve ceza terörü sermayenin üniversitelerde en güçlü silahı durumunda. Düşüncesini ifade eden, hakkını arayan, sorgulamaya başlayan “sakıncalı” ilan ediliyor. Sermayenin kaleleri haline gelen üniversitelerde, onun ihtiyaçları doğrultusunda bilim ve teknoloji üretiliyor ve düzene uygun kafalar yetiştiriliyor. Bu tahakkümü kabul etmeyenler ise hedef tahtasına çakılıyor.

Soruşturma ve cezaların bilançosu ortada. Her sene onlarca öğrencinin eğitim hakkı gaspediliyor. Saldırının temel hedefi devrimci siyasal faaliyeti engellemek olduğu için üniversitede bulunmaları bile engelleniyor. Bu noktada soruşturma ve ceza terörüne karşı mücadelede üniversite kapıları önünde başlatılacak direnişler önemli bir yerde duruyor.

10

Sermaye yıllardır gençliğe yönelik sistematik saldırı politikaları üretiyor. Yaz döneminin sonuyla birlikte ise üniversitelere dönük bir yoğunlaşma göze çarpıyor. Erdoğan’ın rektörleri çalışma ofisine topladığı, üniversitelere ve YÖK’e dair değişim projesini aktardığı toplantı da, sözde “değişim”i değil, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamayı hedefliyor. Üniversiteler sermayenin arka bahçesine çevrilirken suskunluğun hakim olması isteniyor. Toplantının gerçekleştiği sırada öğrencilere “orantısız” polis terörü uygulanıyor.

Üniversitelerde sermaye eksenli dönüşüme karşı mücadele eden öğrenciler soruşturma ve ceza terörü ile yüzyüze kalıyorlar. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim hakkı savunulduğu için, üniversite-sermaye işbirliğinin son bulması istendiği için, emperyalist savaşlara ve işgale hayır dendiği için, Kürt halkının mücadelesi sahiplenildiği için, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesinin sesi üniversitelere taşındığı için, kapitalizmin geleceksizliğine karşı devrim ve sosyalizm davası sahiplenildiği için soruşturmalar açılıyor, öğrenciler üniversitelerden uzaklaştırılıyor. Soruşturma ve cezaların bilançosu ortada. Her sene onlarca öğrencinin eğitim hakkı gaspediliyor. Saldırının temel hedefi devrimci siyasal faaliyeti engellemek olduğu için üniversitede bulunmaları bile engelleniyor. Bu noktada soruşturma ve ceza terörüne karşı mücadelede üniversite kapıları önünde başlatılacak direnişler önemli bir yerde duruyor. Üniversite kapısının önünde direnmek, devrimci siyasal faaliyeti her koşulda devam ettirme iradesini koymak demektir. “Soruşturabilirsiniz, üniversiteden uzaklaştırabilirsiniz ama mücadeleden asla vazgeçiremezsiniz!” kararlılığının pratik karşılığıdır. Saldırının yoğunlaştığı üniversitelerde ortaya koyduğumuz direniş örnekleri öğrenci gençlik mücadelesini geliştirme doğrultusunda iradi bir tutumdur. Ne yazık ki gençlik hareketi içerisindeki birçok özne tarafından bu direnişler anlaşılamamaktadır. Öğrencileri sindirmek için en başta devrimci ve ilerici öğrenciler susturulmaya

çalışılıyor. Direniş üzerinden cevap üretmek, susturup sindirme saldırısını püskürtme iddiasıdır.

Bu iddianın hayat bulması için saldırıya maruz kalan sınırlı sayıda insanın direniş yürütmesi önemli bir adım olmlakla birlikte yeterli değildir. Saldırının püskürtülebilmesi için birleşik mücadele yakıcı bir ihtiyaçtır. Zira saldırı gençlik mücadelesinin toplamına dönüktür. Gençlik hareketini ileriye taşıma iddiası taşıyan her gençlik örgütlenmesinin bu sorumlulukla yaklaşması gerekmektedir. Ancak sürece bu sorumlulukla yaklaşılmamış, soruşturma ve ceza terörü karşısında bir kez daha olumsuz bir tablo ortaya çıkmıştır. Bu, gençliğin karşı karşıya kaldığı birçok saldırı sürecinden, gençlik mücadelesinin birçok gündeminden yabancı olmadığımız bir tablodur.

Biz elbette gençlik hareketinin verili gerçekliğinin bilincindeyiz. Ama bir gerçekliğin bilincinde olmak ile onu kanıksamak iki ayrı şeydir. Devrimcilik, gerçekliği gözetmek fakat onu aşma iradi çabasını göstermektir. Yapılmayan budur.

Tartıştığımız sorun üzerinden bir kez daha altını çizmek istiyoruz. Üniversitelerde devrimci siyasal faaliyeti sürdürebilmek için çözülmesi gereken en öncelikle sorun soruşturma ve ceza saldırısını püskürtmektir. Sermayenin saldırılarına karşı hak alıcı bir mücadelenin örülebilmesi, birleşik ve militan bir hareketin geliştirilebilmesi için bu alanda yürütülecek mücadele büyük bir önem taşımaktadır. Devrimcilik iddiası taşıyan tüm güçler sürece bu sorumlulukla yaklaşmak durumundadırlar. Genç Komünistler

(www.tkip.org sitesinden EKİM’in 271. sayısından alınmıştır. )


Gençlik korkusu ve görevler YÖK başkanı ve başbakanın rektörlerle yaptığı 4 Ocak toplantısı sırasındaki militan eylemler, SBF'de AKP ve CHP'li milletvekillerin üniversiteye gelişlerinde yapılan protestolar, ODTÜ'den başlatılan yürüyüşte öğrencilere kurulan barikatı aşmak için sergilenen militan tutum öğrenci gençliğin biriken öfkesinin dışavurumlarıdır. Toplumun farklı kesimleri de karşı karşıya kalınan terör karşısında gençlik hareketinin yanında yer almayı tercih etti.

Öğrenci hareketindeki çıkışın düzen güçleri arasında korku salmaya başladığı günlerde ardı ardına TÜSİAD’dan AKP’ye, CHP’den MHP’ye düzenin ağızları da gençlik üzerine konuştular. Başta AKP olmak üzere kimi dinci gerici ve liberal yalakalar gençliğin eylemlerini karalarken kimi çevreler ise gençliğin sarsıcı bir çıkışından duydukları korkudan ötürü gençliğin öfkesini kendi açılarından yumuşatarak sahiplenmeyi tercih ettiler.

Sahiplenme ikiyüzlülüğünün ardında korku var!

TÜSİAD başkanı Ümit Boyner “Gençlik muhalefet demektir” derken gençliğin dinmeyen öfkesini de genç olmaya yormuş. Böylelikle geleceksizliğe mahkum ettikleri gençliğin haykırışının yöneldiği düzenin sahibi olarak sorumluluktan kaçma niyetini ortaya koymuştur. Onların hoşgörüsü yalandır ve sadece dikkatleri üzerlerine çekmemeye çalışıyorlar. Onlar gibi davranan CHP yönetimi de patlayan bu öfkeyi AKP’ye karşı bir koz olarak kullanmak istiyor. Faşist parti MHP ise gençliğin gelecek mücadelesinin azılı düşmanıyken bu durumdan yararlanmaya bakıyor. AKP karşısında harekete geçen tüm düzen partisi sözcülerinin ortaklaştığı nokta ise azgın polis terörünün gereksizliği olmuştur. Zira CHP sol soslu yalanları ile, MHP ise kontrgerilla hizmetinde linç taburları ile kendilerini yıllardır devleti bu zahmetten kurtarmaya adanmıştır.

4 Aralık'ta eyleme çıkan az sayıdaki öğrenci karşısında gösterilen bu derin öfke ve saldırganlığın gerisinde gençlikten duyulan korku var. Çünkü eylem halinde olanlar geride gelen daha büyük bir gövdenin işaret fişeğidir. Oluşan korkunun ardında da bu vardır. Özellikle aynı günlerde gençliğin militan eylemleri ile sarsılan Avrupa kentleri de 68'i akıllara getiren bir güçle öne çıkmıştır. Bu da düzenin korkularını büyüterek '68 kuşağından duyulan korku açıkça dillendirilmiştir.

Gençlikten ve '68 kuşağından neden korkuyorlar?

Düzen güçleri Avrupa’da yükselen militan öğrenci eylemlerine ve ülkede onca baskıya

rağmen uyanan gençlik kitlelerine baktıkça '68 hareketini görüyor ve korkuyor. Kuşkusuz ’68 kuşağının geri dönmesinden korkuyor. Bu yüzden bir yanıyla kendini gençliğin yanında göstererek kıskaca almaya, diğer yandan da baskısını yükselterek onu abluka altına almaya çalışıyor.

Peki, '68’li yıllarda neler olmuştu da düzen güçlerinin gözü bu kadar korkuyor? ‘60’lı yıllarda mücadele sahnesine çıkan gençlik adım adım politikleşmiş ve kitleselleşmiştir. TİP’le başlayan hareketlenme düzen sınırlarını aşarak içinden Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci önderler çıkartarak kitleleri devrim mücadelesine kazanmış egemenlere korku salmıştır.

Burjuvazi gençliğe bugüne kadar sunduğu gelecek ve özgürlük yalanlarıyla gençliğin öfkesini geciktirmiştir ancak ortadan kaldıramamıştır. Ama bu yalanlara kanmayan gençlik gelecek ve özgürlüğünün sınav salonlarında, üniversite kapılarında olmadığını görerek sokağa çıkmakta ve taleplerini haykırmaktadır. Böylelikle devasa bütçelerle ve sınırsız baskıyla gençlik hareketini ezeceklerini sananlar fena halde çuvallamışlardır.

Genç komünistlere düşen görev...

Alındığı ablukadan çıkış için ilerleyen öğrenci gençlik açısından reformizmin peşinden sürüklenmenin değil devrimci bir mecraya akmanın günüdür. Son eylemler düzen cephesinde önemli bir ilgi toplamış bir sempati yaratmıştır. Bu sahiplenmenin bir yönünün gençliğin ortaya koyduğu kararlılık olduğu açıktır. Ancak bu eylemlerin özellikle düzen sözcülerinin bir kısmı tarafından da sahiplenilmesinin bir başka nedeni de düzen açısından bu eylemlerdeki belirgin reformist darlıktan dolayıdır. Oysa gençlik ODTÜ'de yürüyüşün engellenmesinin sonucunda ortaya koyduğu militan tutum ve eylemiyle devrimci bir politik niteliğe sahip olduğunu göstermiştir. Biz genç komünistlere düşen reformizm engelini de aşarak gençlik mücadelesinin kitlesel bir güçle devrimci bir mecraya taşınmasını sağlamaktır. Gençlik hareketinin devrimci mirasını temsil etmenin onuruyla, devrimci gençlik hareketini yaratabilmektir. Eğer genç komünistler ve devrimci güçler birlikte bu görevi yerine getiremezse gençlik hareketinin yeni bir çıkış olanağı daha tükenecektir.

Biz genç komünistlere düşen reformizm engelini de aşarak gençlik mücadelesinin kitlesel bir güçle devrimci bir mecraya taşınmasını sağlamaktır. Gençlik hareketinin devrimci mirasını temsil etmenin onuruyla, devrimci gençlik hareketini yaratabilmektir.

11


Gençliğe yönelik karalama kampanyası ve faşist abluka Çok da alışılmadık bir şekilde son dönemde burjuva medya yoğun bir ilgiyle öğrencileri takip ediyor, kamuoyu üniversite gençliğini tartışıyor.

Üniversite öğrencilerine yönelen bu ilgiyle birlikte toplumun geniş kesimleri tarafından başta polis şiddeti olmak üzere soruşturma, ceza gibi öğrencilere yöneltilen çok yönlü baskılara tepki yükselmeye başladı. Öğrencilerin sözlerini, taleplerini mücadele yoluyla ortaya koyması ile birlikte ise düzen tepkileri ehlileştirerek kendine yedeklemek ile karalama kampanyaları eşliğinde onu ezmek biçiminde iki yönlü bir politikayı devreye soktu.

2010-2011 öğretim yılının başında afişlerini koruyan YTÜ öğrencilerine önce özel güvenlik birimleri (ÖGB), ardından çevik kuvvet azgınca saldırmış, ardından da YTÜ idaresi tarafından 21 öğrenci hakkında ihtiyati tedbir kararı alınarak okula girişlerine yasak getirilmişti. Ancak öğrencilerin ana giriş kapısı önünde direnişi seçmeleri üzerine YTÜ idaresi okula giriş yasağı kararını kaldırmak zorunda kalmıştı. Aynı dönemde Eskişehir'de de ÖGB’ler 6 Kasım faaliyeti nedeniyle öğrencilere saldırıyordu. Saldırılar öğrencilerin kitlesel protestoları ile karşılandı. Böylece gözler üniversitelere dönmüşken 4 Aralık’ta Başbakan Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto eden, kendi taleplerini yükselten öğrencilere uygulanan polis şiddetiyle bir kadın öğrencinin bebeğini düşürmesi, diğerlerinin yaralanması, 14 öğrencinin ise gözaltına alınması üniversite gençliğini kamuoyunun gündemine taşıdı. Bu vahşi saldırının hemen ardından ise SBF’deki militan öfke ve sonrasında kitlesel yürüyüşler gerçekleşti. Son olarak ise 5 Ocak’ta ODTÜ’de gerçekleşen militan eylem bu sürecin devam ettiğini gösterdi. Üniversite öğrencilerine yönelen bu ilgiyle birlikte toplumun geniş kesimleri tarafından başta polis şiddeti olmak üzere soruşturma, ceza gibi öğrencilere yöneltilen çok yönlü baskılara tepki yükselmeye başladı. Öğrencilerin sözlerini, taleplerini mücadele yoluyla ortaya koyması ile birlikte ise düzen tepkileri ehlileştirerek kendine yedeklemek ile karalama kampanyaları eşliğinde onu ezmek biçiminde iki yönlü bir politikayı devreye soktu.

Düzen cephesinin söylediği çok şey var...

Düzen cephesinden gençliğin mücadelesini ehlileştirmek adına ilk çıkışlardan biri iktidarın gerçek sahiplerinden olan TÜSİAD’ın Başkanı Ümit Boyner’den geldi. Boyner bir sosyal paylaşım sitesinde “Protesto hakkını kullanmak isteyen gençlere gösterilen şiddeti kınıyorum. Dilimiz ve eylemlerimiz şiddet barındırdıkça nasıl demokratik olacağız?” diyerek aslında sınırlarını bizzat kendisinin ve ait olduğu sınıfın çizdiği demokrasi ve özgürlük tablosunda ayarı tam tutturulamayan 'şiddeti' yanlış bulduğunu belirtmiş oldu.

12

Daha güçlü(!) bir sahiplenme ise muhalefet cephesinden geldi. CHP başkanı Kılıçdaroğlu ve faşist parti MHP’nin başkanı Bahçeli yaşananların demokrasi anlayışına sığmayacağını belirttiler. Ayrıca Kılıçdaroğlu “O gençlerin tamamına sahip çıkacağız, bunu Recep Bey de izlesin” diyerek iddiasını bir adım daha öteye taşıdı.

Düzenin muhalefet cephesi üniversite öğrencilerine dönük baskı ve şiddeti AKP karşıtı propagandanın bir malzemesi haline getirerek kendi hanelerine artı puan yazdırma yarışına girişirken, iktidar partisi olmanın verdiği güç ve imkanlarla AKP ise farklı bir strateji izledi. Sermaye devletinin sözcüsü başbakan Erdoğan olayları “provakasyon” olarak değerlendirirken, İçişleri bakanı Beşir Atalay da polisin abartılı şiddet uygulamadığını, öğrencilerin medyanın ilgisini çekmek için kendilerini yere attığını söyledi.

AKP yanlısı burjuva medyanın güçlü kalemşörlari de karalama kampanyası başlattılar. Öğrenciler “kadrolu eylemci”, “terör örgütü üyesi”, “asalak”, “avantacı”, “beleşçi” olarak yaftalanırken, daha ‘yumuşak’ değerlendirmelerde yaşananlar “gençlik heyecanı” olarak değerlendirildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül öğrenciler açısından hiçbir temsiliyeti bulunmayan jaguarlı Öğrenci Konseyi başkanları ile yemek yiyerek öğrencilerin sorunlarını ve taleplerini (!) dinlerken Erdoğan ise öğrencilerle de bir toplantı yapacağını müjdeledi, tabi provakatörlerin bu toplantıda yerinin olamayacağını da ekledi. Ama yine de işini garantiye almak için toplantı için Erzurum’u uygun buldu. Yani gençlik korkusu onu Erzurum’a kadar kaçırttı.

Düzen güçleri sadece sözle saldırmıyor, aynı zamanda fiili saldırılarını da arttırıyor. Örneğin bunlardan en bilineni İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün savcılığa başvurarak Fatih ilçesi sınırları içinde istediği zaman öğrencilerin çantalalarını aramayı güvenlik kılıfına sığdırması oldu. Isparta Süleyman Demirel Üniversite’nde ise emniyet müdürlüğü “Biz sizin özgürlüğünüzün kısıtlayıcıları olarak değil, özgürlüğünüzün teminatı olarak bulunuyoruz” diyerek 'özgür üniversite’ uygulamasını hayata geçireceğini müjdeledi.

Diğer taraftan ise anadilde eğitim hakkı talebini yükselten Kürt gençlerinin enerjisi Diyarbakır polisi tarafından yaklaşık iki yıldır yürütülen “Dağa çıkma, kayaya tırman”, “Taş atma gol at”, “Irkçılıkla mücadele konferansı” gibi rehabilite projeleri ile düzen içi kanallara akıtılmaya çalışılıyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Düzen cephesi gençliğin yükselen öfkesini, gelecek ve özgürlük talebini çok yönlü ve sistematik bir şekilde boğmaya çalışırken gençliğin önünde de bu saldırı kampanyasını püskürtme görevi duruyor.


Düzenin gençlik ile mücadele politikası:

Örtbas edemiyorsan çamur at...

Tıpkı şu sıralar dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de öğrenci hareketi ülke gündemine otururken, devlet ve medya yoğun bir karalama kampanyası yürütüyor. Düzen aktörleri böylelikle gençliğin mücadelesini yıpratma ve çarpıtma gayretlerini sürdürüyor. Başbakan polise fazla yüklenmemek gerektiğini söylerken öğrencileri "illegal örgüt üyeleri" olarak nitelendirdi. Birçok köşe yazarı ve televizyoncu da bu açıklamaları desteklemekten geri durmadı. Bir de öğrencileri savunuyormuş gibi gözükenler var tabi. Bu gruba girenler, fiziki saldırının (müdahalenin) dozunun biraz fazla kaçtığını kabul ediyor. Ancak bu kısa itiraftan sonra sözü hemen "iyi de kardeşim, hırsızın hiç mi suçu yok?" demeye getiriyor. Öyle ya, polis orantısız güç kullanmış olabilir, peki "orantısız eyleme" ne demeli(!)

"Öğrenciler yolu trafiğe kapattı.", "Bu demokrasi adı altında faşizmdir!", "Neee? Yürüyüş Kabataş’tan başladıktan 3 dakika sonra polis önünüzü mü kesti?", "Bıraksalardı da toplantıyı mı bassaydınız?" Protesto edeceksin amma uzaktan uzağa. "Eylemciler polise plastik bayrak sopalarıyla saldırdı." Nasıııl? Polis copladı, tekmeledi, kimyasal gaz sıktı, öyle mi? Vah vah! Ya sizin ne işiniz vardı orada? Biraz dayak yiyin de aklınız başınıza gelir belki, bir daha ki sefere...

Bazısı parasız eğitimin "aslında o kadar da iyi bir şey olmadığını" anlatmaya çalışıyor bize. Sanki ne demeye okuyorsak. Sahi, herkesin üniversite okuması şart değildi, değil mi?

Kimisi de “bu yaşlarda olur böyle şeyler, biz de zamanında az yapmadık” diyerek eylemimizi kendince masumlaştırmaya çalışıyor. Elbette protestoyu siyasal içeriğinden, taleplerinden arındırarak ve içini boşaltarak. Yaptığımız “muzipliği/munzurluğu” toyluğumuza veriyorlar. Ne de olsa yükselen tepkinin bu sistemin çarpıklıklarıyla alakası yok. Sadece biz gençlerin fazlaca hızlı çalışan metabolizmasından kaynaklanıyor. Ve tüm bunları söylerken çizilen

sınırları çok da aşmamamız konusunda nasihatta bulunmayı ihmal etmiyorlar.

İşte devlet yetkililerinin ve onların sözcülüğünü üstlenmiş medya maymunlarının, gençliğin özlem ve beklentilerine genel yaklaşımı, aşağı yukarı bu. Bir taraftan ileri demokrasinin sınırlarını büyük bir “keyfiyetle” çiziyorlar. Öte yandan “biz düşüncelerin ifade edilmesine karşı değiliz ama falan fıstık...” diye yan çizerken demokratlık maskesini de elden düşürmüyorlar.

Tehlikeli ve yasak olan eylemlerimizin içeriğidir!

Bense yaşananların eylemlerin şeklinden değil, içeriğinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Hatırlamakta fayda var: Erdoğan’ın “Roman Açlımı” toplantısında “Parasız eğitim istiyoruz, alacağız!” pankartı açan Gençlik Federasyonu üyesi iki arkadaşımız 9,5 aydır tutuklu yargılanıyor. Şimdi bu arkadaşlarımız, pankart açtıkları için mi tutuklular yoksa pankartta dillendirdikleri talep nedeniyle mi? Başka bir örnek: Okulda afiş astığımız, bildiri dağıttığımız ve etkinlik düzenlediğimiz için soruşturma ve ceza alıyoruz. Ama mesele bunun yapılmasında değil, taşıdığı mesajda.

Mesela; eğer “kariyer” masallarının anlatıldığı bir etkinlik yapacaksanız, rektörlük size üstüne para bile verir. Ancak panelinizin ismi “İş Cinayetleri ve Tuzla Tersaneler Cehennemi” veya “Atanamayan Öğretmenler ve Formasyon Hakkı” ise bu yasaktır.

Tıpkı şu sıralar dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de öğrenci hareketi ülke gündemine otururken, devlet ve medya yoğun bir karalama kampanyası yürütüyor. Düzen aktörleri böylelikle gençliğin mücadelesini yıpratma ve çarpıtma gayretlerini sürdürüyor.

Ya da kot taşlama işçilerinin katili Mavi Jeans ve envayi çeşit başka şirket, reklam panolarına kocaman afişlerini asabilir. Ama siz kendi afişlerinizde “TEKEL işçisi yanlız değildir!” derseniz, bu soruşturma sebebidir.

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak sorun, birşeyler söylemenizde değil, “gerçekleri” anlatmak isteyişinizdedir. Bize sokakta yöneltilen fiziki saldırının temelinde toplumun geneline gözdağı vermek amacı yatıyor. Soruşturmalar da kuşkusuz bunun okullarımızdaki ayağıdır. Eğitimde olduğu gibi basındaki ideolojik kuşatma ve bombardıman da insanların aklını bulandırmayı hedefliyor.

Aslında niyetleri ortada: Üniversitede ve sokakta boğulmak istenen gençliğin özgürlük ve gelecek özlemidir. Bizse bu koşullarda, kendimizi ve istemlerimizi her zamankinden haha iyi anlatabilmek durumundayız. Ayhan Z. Tozkoparan

13


Gençlik haberleri... Ankara DTCF'de faşist saldırı

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde üç gün süren gerginlik 12 Ocak akşamı yaşanan faşist saldırıyla daha da tırmandı.

Okul çıkışında otobüs durağında bekleyen yurtsever bir öğrenciye yaklaşık 20 kişilik faşist bir güruh saldırdı. Bir süre dövüldükten sonra Sıhhiye Köprüsü'nün merdivenlerinden aşağıya atılan öğrenci hastaneye kaldırıldı. Burada travma geçirdiği öğrenilen öğrenci hastanede yapılan ilk müdahalenin ardından hastaneden taburcu edildi. Polis ise yurtsever öğrencinin ifadesi üzerine yakaladığı 4 faşisti kısa bir süre gözaltında tuttuktan sonra serbest bıraktı.

Beytepe'de bir dönemin soruşturma bilançosu

Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü 2010-2011 eğitim-öğretim döneminin başlamasından bu yana ilerici ve devrimci öğrencileri soruşturma-ceza terörüyle baskı altına almaya ve devrimci siyasal faaliyeti engellemeye çalışıyor. Son olarak 25'i aşkın öğrenciye çeşitli gerekçelerle soruşturmalar açılırken, Eğitim Sen'li 2 kamu emekçisi de bu saldırıdan nasibini aldı. Dönemin başlamasıyla birlikte üniversitenin baskıcı tutumu stant açma yasağı üzerinden gelişirken, ÖGB ve polis saldırılarına direnmek, afiş asmak, bildiri dağıtmak, Eğitim Sen'in açmış olduğu standa destek vermek, slogan atmak gibi gerekçelerle onlarca öğrenciye soruşturma açılmış ve bu soruşturmalar için savunmaların alınması sırasında traji-komik durumlar ortaya çıkmıştı.

Özgür Beytepe İnisiyatifi faaliyetleri kapsamında stant açarken ÖGB saldırısıyla karşılaşan ve bu saldırıya yanıt veren aralarında bir Ekim Gençliği okurunun da bulunduğu 5 öğrenciye kitleye “önderlik” etmekten soruşturma açıldı, Ayrıca 20'yi aşkın öğrenciye de “Kenan Evren'e hakaret etmek, slogan atmak, bildiri dağıtmak, stant açmak” gibi gerekçelerle soruşturmalar açıldı. Stant açan öğrencilere destek verdiği için 2 idari personel de soruşturma terörünün hedefi oldu. Eğitim Sen'li kamu emekçilerine 13 Ocak tarihinde soruşturmalar açıldı.

İÜ'de soruşturma ve ÖGB terörü protestosu

Üniversitelerdeki anti-demokratik uygulamaların merkezi haline gelen İstanbul Üniversitesi'nde 45 öğrenciye soruşturma açılması, 12 Ocak'ta Beyazıt Meydanı'nda yapılan

14

eylemle protesto edildi.

Eğitim Sen Üniversiteler Şubesi, BDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel, Çağdaş Hukukçular Derneği Öğrenci Hakları Komisyonu, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, BirGün yazarı Burhan Sönmez de öğrencilere destek verdi.

Fen Edebiyat Fakültesi'nden ve Merkez Kampüs'ten yürüyüşle gelen öğrenciler Beyazıt Meydanı'nda buluştu. “AKP'ye, YÖK'e, polise, soruşturmalara başkaldırıyoruz”, “Soruşturmalar, cezalar geri çekilsin! Arama kararı iptal edilsin!” pankartlarının açıldığı basın açıklaması gerçekleştirildi.

İÜ'de yıllardır özel güvenlik terörünün yaşandığına dikkat çekerek, okula giren öğrencilerin didik didik arandığını belirtildi. Çantasını aratmak istemeyen öğrencilerin okullarına alınmadığı, dahası ÖGB'ler tarafından fiziksel şiddete maruz kaldığı söylendi. Geçtiğimiz haftalarda ÖGB tarafından öğrencilerin okullarına alınmadığı, bu saldırının ardından da rektörlüğün 45 öğrenci hakkında “okula zorla girmek suçu”ndan soruşturma açtığı belirtildi.

Açıklama “Bizler, yani eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim isteyenler, üniversitede özgürlük isteyenler, soruşturmaların ve cezaların geri çekilmesini, polise verilen 1 yıllık arama kararının iptal edilmesini talep ediyoruz” sözleriyle sona erdi. Basın açıklamasının ardından aynı metin Kürtçe okundu.

Öğrencilerin Türkçe, Kürtçe döviz ve sloganlarla taleplerini dillendirdikleri eylem, destekçi kurumların konuşmalarıyla devam etti. Konuşmaların ardından “Bu üniversitede OHAL var” yazılı ozalit alkışlar ve sloganlar eşliğinde giriş kapısına asıldı. Grup Yorum ve Bandista'nın ezgileriyle destek olduğu eylemde Hernepeş marşı da söylendi. Eylemin sona ermesinin ardından öğrenciler üniversiteye girerken ÖGB'nin saldırısına maruz kaldılar. Öğrencilere kimlik göstermeyi dayatan ÖGB ile arbede yaşandı. Kapıları kapatmaya çalışan ÖGB öğrencilere saldırarak darp etti. Öğrencilerin hepsi içeriye girerken “İşte direniş, işte zafer!”, “Katil polis üniversiteden defol!”, “Beyazıt faşizme mezar olacak!” sloganları atıldı.

Buradan Havuzlubahçe'ye yürüyen öğrenciler Havuzlubahçe'de de halaylar çekerek eylemlerini sonlandırdılar. Beyazıt Gazetesi, DGH, DYG, Emek Gençliği, Ekim Gençliği, Gençlik Federasyonu, Genç-Sen, Gençlik Muhalefeti, Kaldıraç, Öğrenci Kolektifleri, Öğrenci Muhalefeti, SGD ve Talebe Gazetesi'nin örgütlediği eyleme TKP'li öğrenciler destek verdi.

DTCF’de provokasyon

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde 11 Ocak Salı


günü özel güvenlikler ve faşistler provokasyon girişiminde bulundu.

Saat 14.30 sularında arkadaşlarının sınavdan çıkmasını bekleyen devrimci öğrencilerin üzerine faşistler yürüdü. ÖGB’ler ise faşistlere müdahale etmek yerine devrimci öğrencilere saldırdı. Bu durumu kitleye teşhir eden devrimci öğrencilerle ÖGB’ler arasında kısa süreli bir arbede yaşandı. “Faşist ÖGB üniversiteden defol!” sloganlarını atan öğrencileri tehdit eden özel güvenlikler “öğrencilerin şikayetçi olmaları durumunda okuldan 1 yıl süreyle uzaklaştırılacağı”nı söylediler. Bu tehditlere boyun eğmeyen öğrenciler ise ÖGB’den şikayetçi oldu.

Öğrenciler Üniversite Konferansı'nda buluştu

Genç-Sen, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, Emek Gençliği, TKP'li Öğrenciler, Eğitim-Sen, Öğretim Üyeleri Derneği ve Üniversite Konseyleri Derneği'nin örgütleyicisi olduğu Üniversite Konferansı 7 Ocak Cuma günü İstanbul'da Mustafa Kemal Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. Konferans Hazırlık Komitesi adına yapılan açılış konuşmasında son dönemde üniversitelerin kamuoyunun gündemine oturmasıyla birlikte üniversite öğrencilerinin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğinin tartışılacağı belirtildi. Üniversite Konferansı'nın üniversitenin gerçek öznelerinin oluşturduğu bir konferans olduğu vurgulanırken, konferanstan çıkacak sonuç bildirgesinin Erdoğan'ın öğrencilerle gerçekleştireceği toplantıya iletileceği söylendi. Açılış konuşmasının ardından Eğitim-Sen adına Levent Dölek, Öğretim Üyeleri Derneği adına Tahsin Yeşildere, Üniversite Konseyleri Derneği adına da Nesrin Gören birer konuşma gerçekleştirdiler. Konuşmalarda, Üniversite Konferansı'nın üniversitenin asli bileşenlerini kapsayan bir tartışma ortamı yaratması açısından önemli olduğu vurgulandı. Açılış konuşmalarının ardından tebliğ sunumlarına geçildi.

Konferansın ilk bölümünde “Üniversite Nedir?”, “Üniversiteleri Kim Yönetiyor?” başlıkları altında tebliğ sunumları yapıldı. Tebliğ sunumları ve katkıların ardından bir üniversite emekçisinin söz almasının ardından ara verildi.

İkinci bölümde “YÖK’e Neden Karşıyız?”, “Eğitimin Paralılaştırılması Ne Gibi Sorunlar Doğuruyor?”, “Mezunları Neler Bekliyor?” başlıkları altında sunumlar yapıldı. Sunumların ardından salondan katkı alınmasına geçildi. Katkılar bölümünde anadil talebi üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.

Ardından söz alan bir ODTÜ öğrencisi Erdoğan’ın üniversite öğrencileriyle gerçekleştireceği toplantı karşısında kitlesel bir eylem gerçekleştirme çağrısı yaptı. Bir İTÜ öğrencisi ise üniversite gençliğinin parçalı ve dağınık tablosu karşısında saldırıların püskürtülebilmesi için birleşik, devrimci bir gençlik mücadelesi çağrısı yaptı. İstanbul Üniversitesi’nden bir kadın öğrenci de üniversiteli kadınların sorunları ile ilgili bir sunum gerçekleştirdi. Ayrıca anadilde eğitim hakkı talebinin vurguladığı konuşmaların Kürtçe hem de Türkçe yapılması salondan destek gördü.

Tebliğ sunumları ve sözlü katkıların alınmasının ardından sırasıyla Emek Gençliği, Genç-Sen, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri,

TKP'li Öğrenciler adına kapanış konuşmaları gerçekleştirildi. TKP’li Öğrenciler adına yapılan konuşmada üniversitelerde türbanla ilgili yapılan düzenlemelerin değerlendirilmesi sırasından bazı öğrenciler konuşmayı protesto etmek amacıyla salondan çıktı. Konferans sonuç bildirgesinin okunması ile sonlandı.

İstanbul Üniversitesi'nde ÖGB saldırısı 7 Ocak dünü İÜ’de gerginlik sabah saatlerinde başladı. Sabah giriş kapısında öğrencilere çanta arama dayatılırken, devrimci öğrencilerin bu keyfi uygulamayı reddetmesi üzerine tartışma yaşandı.

Sabahki gerginliğin ardından Üniversite Konferansı’na gitmek üzere okuldan ayrılan devrimci öğrenciler Merkez Kampüs’ün yan kapısında güvenliklerin sözlü sataşması ile karşılaştı. Önce küfürler yağdıran ÖGB’ler daha sonra 3 Ekim Gençliği okuruna azgınca saldırdı. Yerlerde tekmelenen devrimciler dakikalarca darp edildi.

Bu olay üstüne yan kapı kapatılılarak çevik kuvvet ablukasına alındı. Alanı terk etmeyen öğrenciler bir süre teşhir konuşmaları yaptı. Kimi öğrenciler saldırıya sözlü tepki gösterdi.

"Devlet öğrencisi”ne Çankaya'da “sofra”

ODTÜ'de öğrenci gençliğe vahşi bir polis terörü uygulayan devlet, 6 Ocak'ta sözde öğrenci temsilcileri için Çankaya Köşkü'nde “sofra” kurdu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, çeşitli üniversitelerden “seçilmiş konsey başkanları”nın “davetli” olduğu “sofra”da yemeğe başlanmadan bir konuşma yaptı. Konuşmasında “Arkadaşlarınız ne konuşuyorsa, arkadaşlarınızın sorunlarını beklentilerini serbestçe anlatın. Dinleyip gereğini yapacağız” diyen Gül, arkasından da kendisinin üniversite anılarından bahsetti.

Marmara Üniversitesi'nde protesto Marmara Üniversitesi'nde faşistlerin gerçekleştirdiği satırlı saldırı ve saldırıyı bahane eden rektörlüğün tutumu protesto edildi.

Üniversite Kongeransı'nın hazırlıkları kapsamında Marmara Üniversitesi'nde gerçekleştiriecek foruma çağrı yapan öğrencilere 3 Ocak günü faşist beslemeler tarafından saldırı gerçekleştirildi.

Göztepe Kampüsü'nde yapılacak “Öğrenciler özgürlüğü tartışıyor” başlıklı forum, etkinlik standına yapılan satırlı saldırı gerekçe gösterilerek Rektörlük tarafından iptal edildi. Bunun üzerine TKP’li Öğrenciler, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve GençSen tarafından rektörlüğün tutumu ve faşist saldırı protesto edildi. TKP’li Öğrenciler'in emniyetle görüştüklerini belirterek okuldan slogan atmadan çıkılması ve otobüslere binilerek ayrınılması önerisi kabul edilmedi. Faşistlerin saldıracağının belirtilmesiyle yapılan bu öneri rededdilirken, okuldan sloganlarla çıkış yapıldı. Mücadele çağrısı yapılan eylemde, 7 Ocak günü yapılacak Üniversite Konferası'nın da duyurusu yapıldı. 70 kişi katıldığı eylemde “Üniversiteler bizimdir, bizimle özgürleşecek!”, “Satır dışarı bilim içeri!”, “Marmara faşizme mezar olacak!” sloganları atıldı.

15


ODTÜ eyleminin ardından…

Gençliğin devrimci öfkesini engelleyemeyeceksiniz! Dolmabahçe’de, ardından Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ve ODTÜ’de öğrenci gençliğe yönelen polis terörü, toplum nezdinde olduğu kadar, öğrenci gençliğin içinde de tepkilere yol açtı. Bu çerçevede son dönemde yaşanan polis terörünü protesto etmek için geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de yapılan forumda alınan eylem kararı, Hacettepe ve Ankara Üniversiteleri öğrencileri tarafından da kabul edilmiş, “YÖK’e, AKP’ye, Polise başkaldırıyoruz! Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim” talebi ile ODTÜ’den AKP Genel Merkezi'ne yürüme kararı alınmıştır. Eyleme hazırlık kapsamında özellikle ODTÜ ve Hacettepe’de anlamlı bir çalışma yürütülmüş, ortak talepler geniş gençlik kesimlerine taşınmıştır. Sonuç olarak belirgin bir kitlesellikle gerçekleşen eyleme kolluk güçleri yine vahşi bir şekilde saldırmıştır. Ancak karşılarında kararlı, militan bir gençlik kitlesini bulmuşlardır. Polis terörü ve sergilenen direnişin gücü de bu olayı, toplumun gündemine sokmuştur. Burada eylemin içinden eylemle ilgili gözlem ve düşüncelerimize yer vereceğiz.

Eylem için vurgulayacağımız temel noktalardan biri eylemin, ODTÜ, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi öğrencilerinin inisiyatifleriyle örgütlenmiş olmasıdır. Ekim Gençliği’nin de içinde yer aldığı gençlik örgütleri dışında, azımsanmayacak sayıda bağımsız öğrenci, eylemin hazırlık sürecine katıldığı gibi, eylemde yerlerini almıştır.

Kuşkusuz bir diğer temel nokta, uygulanan polis terörüne rağmen eylemin devrimci ve militan bir atmosferde geçmesidir. Ankara’nın ayazında gençliğe panzerden ilaçlı ve tazyikli su fışkırtan, bununla da yetinmeyerek gaz bombalarını pervasızca kullanan sermayenin kolluk kuvvetlerine gençliğin yanıtı net olmuştur. Uzun zamandır devletin çizdiği kırmızı çizgileri aşamayan öğrenci gençlik, bu durum karşısında ellerindeki taşlarla ve sopalarla kendilerini müdafaa etmiş ve tüm karalamalara rağmen bu tutumun, meşru olduğunu bir kez daha göstermiştir.

16

Gençlik üzerinden prim yapmaya çalışan sermaye partileri ise gereken cevabı alarak alanı terk etmek zorunda kalmıştır. Sözde eyleme

desteğe gelen Çetin Soysal eylemden “Kahrolsun sermaye partileri, katil CHP üniversiteden defol” sloganları ile kovulmuştur. Gençliğinin düzene olan öfke ve tepkisinin, düzen içi kanallara akıtılmak istenmesine açık bir tutum alınmış, sermaye partilerinin birbirlerinden farkı olmadığı bir kez daha teşhir edilmiştir.

ODTÜ eylemi, öğrenci gençliğin kitlesel ve militan eylemi olmasına rağmen, kimi sol güçlerin bu eyleme yaklaşımları, gençliğin mücadelesini örgütlemekten ne kadar uzak olduklarını bir kez daha göstermiştir. Bir önceki ODTÜ eyleminde TKP, polis saldırısında öğrencilerin yanında olmak yerine uzak bir yerden çatışmayı izlemekle yetindiği için eylemin örgütlenmesi sürecine çağrılmadığı gibi, aynı zamanda eylemden yalıtılmıştır. Ancak Ankara’da saldırıyı kınayan hiçbir açıklama yapmayan TKP, diğer birçok ilde bu direnişi sahiplenerek (!), dahası reformist blokla birlikte devrimci gençlik güçlerini dıştalamaya çalışan tutumuyla gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur.

Kuşkusuz ki, eylemin örgütlenme sürecinde en temel tartışma, eyleme katılım biçimi olmuştur. ODTÜ’de kimi bağımsız öğrencilerin de içinde yeraldığı inisiyatif, eylemin üniversite öğrencileri olarak gerçekleşmesini savunmuş, pankart ya da flamalarla gelinmemesi istenmiştir. Ekim Gençliği, eylem tartışmalarının başlamasının ardından, öğrencilerin belli bir ön hazırlığa da dayanarak, üniversite pankartları ile eyleme katılması gerektiğini savunmuş, müdahale alanının olduğu yerlerde bu yönlü ciddi adımlar da atmıştır. Sürecin ilerleyişinde birçok yerde eylemi güçlendirici ve besleyici adımlar da atmıştır. Ancak aynı zamanda, pankart ve flama açılması konusunda yapılmak istenen yasakçı tutumun da karşısında durmuştur. Ne yazık ki, kendini gençliğin öncü örgütleri olarak nitelendiren kimi siyasetler de pankart vb. gibi tartışmalar başta olmak üzere çeşitli gerekçelerle böylesi bir eylemin örgütlenmesi içerisinde yer almamış, eyleme sadece destekçi olmakla yetinmişlerdir. Bu eyleme pankartları ve flamaları ile katılmaları, eylemin sonunda kendi dar grup şiarları ve marşlarla yürüyüş yapmaları ana kitle tarafından ciddi tepkilere yol açmıştır.

Son olarak gerçekleşen ODTÜ eylemi, sermayenin gençliğe yönelik pervasızca saldırılarına gençlik cephesinden anlamlı bir yanıt olmuştur. Bugün, ODTÜ’deki direnişten gerekli sonuçları çıkarmak, ODTÜ’deki eylemde patlayan öfke ve tepkiyi diğer okullara taşımak, öğrenci gençliğin, birleşik, kitlesel örgütlülüğü için mücadeleyi büyütmek en temel görevimizdir. Ankara Ekim Gençliği


Bir afişin yarattığı tartışmalar üzerine... Ankara'da birçok üniversitede "Üniversitede özgürlük istiyoruz, başörtüsüne özgürlük anadilde eğitim!" yazılı imzasız bir afiş asıldı. Gençlik grupları içerisinde bu afiş üzerine yaşanan tartışmalar ve alınan tutumlar bu yazıyı kaleme almamızı bir zorunluluk haline getirdi.

Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nde yapılan bu afiş TKP'li Öğrenciler, Öğrenci Kolektifleri ve Gençlik Muhalefeti tarafından yırtıldı. Aralarında DYG, DSİP, EDP ile Müslüman Gençlik adlı grubun yer aldığı bir platform ise bu afişi sahiplendi ve bir daha yırtılması durumunda merkezi düzeyde gerginliklerin yaşanacağını belirtti. SGD ise bu konuda taraf olduklarını ve afişe bir müdahale olursa afişi savunacaklarını söyledi. Daha sonra yaşanan tartışmalarda Öğrenci Kolektifleri afişlerin DYG'nin içinde bulunduğu bir platforma ait olduğunu bilmediklerini ve bu durumda afişi yırtmayacaklarını söylediler. TKP'li Öğrenciler ve Gençlik Muhalefeti ise afişleri yırtmaya devam etti. Afişlerin yırtılması sırasında birçok gerginlik yaşandı. Taraflardan biri Beytepe'de bu slogana geçit vermeyeceğini ve bu sloganın AKP'ye hizmet ettiğini söylerken diğer taraf ise afişi yırtanları kemalist olmakla ve CHP'ye hizmet etmekle suçladı. Üniversitede türban tartışmasının bu güncel boyutu karşısında ayrışan iki taraf esasen reformizmin, liberalizmin dışavurumu ve düzen içinde gerici kliklerden birine yedeklenmektedirler. Hacettepe Üniversitesi'nde öğrencilerin siyasal faaliyetlerinin önüne masa açma yasağı gibi bir baskı ile çıkılıyorken açıktan taraf olmayan, ortada görünmeyen siyasal gençlik grupları bu pratikleri ile gericiliğe karşı mücadele verdiklerini veya özgürlükleri savunduklarını zannetmektedirler.

Kadının köleliğinin simgelerinden biri olan türbanı savunmak özgürlük mücadelesiyle bağdaşmaz. Kaldı ki türbanı sembolü haline getiren dinsel gericilik, toplumun ehlileştirilmesine, öfkesinin çarpıtılmasına hizmet etmektedir. Ya da devrimcilere ve Kürt halkına karşı dalgakıran olarak kullanılmaktadır. Bunun için “özgürlük” adına dinci gerici akımların platformunda buluşmanın, ne devrimcilikle ne de sosyalizmle alakası vardır. Alakası olmadığı gibi devrim ve sosyalizm mücadelesinden sapmak, toplumsal mücadelenin engellenmesine katkı sunmak demektir. Öte yanda ise dinsel gericiliğe karşı mücadele türbana daraltılamaz. Böyle yapılırsa dinsel gericiliğe karşı mücadele adı altında burjuva-kemalist kesimlerin yedeğine düşülür. Çünkü sorun türbanın kendisine karşı mücadele değil, dinsel gericiliğin toplumsal kaynaklarını kurutacak bir mücadeledir. Bu da toplumun geniş kesimlerinin sosyal mücadele yoluyla uyandırılması anlamına gelir. Aksi bir tek yönlü çaba işçi ve emekçilerin geniş yığınlarını devrim ve sosyalizm mücadelesine yönelik ön yargılarını besler ve sonuç olarak da dinci gerici akımların işine gelir. Üniversitelerde devrimci öğrenciler soruşturma-cezalarla okuldan uzaklaştırılırken, masa açmak, afiş asmak, bildiri dağıtmak gibi mücadele içinde kazanmış olduğumuz haklarımız birbir gaspedilirken özgürlüklerden bahsedilemiyor. Bunun için mücadele edenlerin yanında saf tutulmuyor, ama gerici düzen güçlerinin sahte ikilemleri üzerinden politika yapılmaya çalışılıyor.

Genç komünistler olarak bir kez daha böyle bir konuda düzen içi dalaşın parçası haline gelmeyeceğimizi söylüyor ve dinci gericiliğe karşı mücadelenin devrimci sınıf mücadelesini yükseltmekten geçtiğinin altını çiziyoruz. Beytepe'den Ekim Gençliği okurları

Okulu bitirmiş öğrenciye soruşturma açtılar Sermaye devletinin üniversitelerdeki ayağı YÖK’ün devrimci ve demokrat öğrencileri bastırmak ve kitlelerden yalıtmak için başvurduğu soruşturma-ceza terörü artık akıl almaz boyutlara sıçramıştır. Sudan sebeplerle öğrencilere soruşturma açılırken, ağır cezalarla politik öğrenciler üniversitelerden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Polisler üniversitelerde ellerini kollarını sallayarak rahatça gezerken üniversitelerin asıl sahipleri biz öğrenciler okullardan uzaklaştırılmak isteniyoruz.

Çukurova Üniversitesi'nde de bunun son bir örneğini yaşadık. Dönemin açılmasıyla beraber gençliğe sunulan geleceksizliği anlatan ve talepleri doğrultusunda mücadeleye çağıran 2 Ekim Gençliği okuru gözaltına alınmak istenmiş ancak öğrencilerin sahiplenmesiyle ÖGBpolis terörü boşa düşürülmüştü. Bunun üzerine rektörlük-emniyet

işbirliğiyle 2 Ekim Gençliği okuruna soruşturma açıldı. Ancak dikkat çekici olan soruşturma açılan öğrencilerden birinin okulu bitirmiş olmasıydı. Demek ki, gençliğin mücadelesini boğmak için gözlerini karartmış olan bu faşistler kendi kayıtlarına bile bakmaya gerek görmemişler.

Bu örnekte de anlaşılıyor ki devlet gençliğin öncülerinden korkuyor. Çünkü biliyor ki boş vaatlerle gençliğin gelecek ve özgürlük istemini şu anda sadece erteleyebiliyor. Ancak uyguladığı tüm baskılar boşunadır. Bugüne kadar devrimci faaliyet tüm baskı ve teröre rağmen devam etti, bugünden sonra da devam edecektir. Çukurova Üniversitesi'nden bir Ekim Gençliği okuru

17


Bologna Süreci hukuk öğrencilerini nasıl vuruyor? Üniversitelerdeki dönüşüm ve ticarileşme politikalarının bir ayağı olan Bologna Süreci hukuk fakültelerini de etkilemektedir. Avukatlığın sadece para kazanmak olduğu ve sözkonusu olan paranınsa büyük tekellerin tasarrafuna verildiği bir yeni düzen oluşturulmaktadır. Bu kapsamda halihazırda atılmış bir dizi adım sözkonusudur.

Öncelikle bütün bölümlerde olduğu gibi yapılan kontenjan artırımı nedeniyle hukukta da öğrenci sayısı 2 veya 3 kat arttırılmıştır. Hatta İstanbul Üniversitesi'nde ilk defa ikinci öğretim derslerine başlanmıştır. Türkiyenin belli başlı hukuk fakültelerinde kontenjanlar şöyledir: Ankara Üniversitesi 600, İstanbul Üniversitesi 1200, Marmara Üniversitesi 800, Dokuz Eylül Üniversitesi 400. Bu sayılar ek kontenjan, yurtdışından ve dikey geçiş ile gelen öğrencilerle beraber bütün okullarda en az 100 kişi daha fazladır. Bu kadar öğrenci için gerekli altyapı ise mevcut olmadığından çok önemli sorunlar yaşanmaktadır. Örneğin amfiler yetersiz kalmaktadır. Türkiye'nin en büyük amfisi olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1. Amfisi'nde (1000 kişilik) kontenjan artışlarının yaşandığı ilk yıl öğrenciler sıralardaki doluluk sebebiyle merdivenlere oturarak ders dinlemek zorunda kalmışlardır. Bu dönem Dokuz Eylül Üniversitesi'nde en büyük amfi 192 kişilik olduğu için 'yer krizi' yaşandı. Öğrenciler saatler önce sınıflara girip “yer kapmak”, bulamayanlar ise memur sandalyelerini kullanmak zorunda kalmışlardır. 309 öğrenci bu durumdan şikayetçi olmuş, dilekçeler dekanlık tarafından YÖK'e gönderilmiştir. Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Veli Özer Özbek, “Biz de çaresiziz, öğrencilere erken gelin, fazla da gürültü yapmayın, sadece kendiniz için yer tutun diyoruz” dedi. Böylesi bir durumda verilecek hukuk eğitimi nasıl olur tahmin etmek zor değil. Bunlarla beraber eğitim kalitesinde doğrudan bir düşüş meydana gelmiştir. Bugün belli başlı hukuk profesörleri devlet üniversitelerini bırakarak özel üniverstelere geçmişlerdir.

Yıllık sisteme göre ders verilirken dönemlik sisteme geçilip desler 12 olarak bölünmüştür. Örneğin; birinci dönem Borçlar Hukuku-1, ikinci dönem Borçlar Hukuku-2 şeklinde. Bu bölünme gerçekten saçmadır. Örnekten devam edersek, Borçlar Hukuku-1 verememiş bir öğrencinin Borçlar Hukuku-2'yi vermesi mümkün değildir. Çünkü ikinci bölüm aslında birinci bölümün bilgisinin devamıdır. Bu aynı bir filmin birinci bölümünü izlemeden ikinci bölümden izlemeye başlamak gibidir. Bölüm hocaları da bunun farkındadır. Ancak üniversite yönetimleri bu konuda bildiklerini yapmaktadırlar. Burada mağdur olan gene öğrenciler olmakta, çünkü dersleri 1-2 diye bölmenin yanlış olduğunu düşünen hocalar sınavlarda her iki bölümden de soru sormaktadır. Bunun yanında Hukuk Fakülteleri'nde Bologna Süreci'nden önce ortalama on ders verilirken bu sayı 5 ile 7 arasına indirilmiştir. “Gereksiz” görülen dersler ya kaldırılmış ya da birleştirilmiştir. Örneğin Deniz Hukuku, Deniz Ticaret Hukuku, Uluslararası Özel Hukuk ve Uluslararası Hukuk Genel Hükümler dersleri, Uluslararası Hukuk olarak tek ders şeklinde verilmektedir. Aynı zamanda hukukun temelini teşkil eden Roma Hukuku kaldırılıp yerine Osmanlı ve İslamiyet döneminin hukuk sistemlerini anlatan Türk Hukuk Tarihi dersi getirilmek istenmekedir. Bu şekilde verilen hukuk eğitiminden sonra “niteliği arttırmak” gerekçesiyle Avukatlık Sınavı getirilmeye çalışılmaktadır. Bu şartlar altında okulunu bitiren hukuk öğrencilerini altı ay adliye, altı ay da hukuk bürosu olmak üzere toplam bir yıllık staj sömürüsü beklemektedir. Evet staj sömürüsüdür, çünkü ucuz emek gücünden ziyade ücretsiz emek sözkonusudur. Bu durumu şu söz gayet iyi açıklamaktadır: “Avukatlar köle

18

kullanmadılar çünkü stajyeri vardı”. Burada yapılan köle benzetmesi yerindedir, hatta bazı bakımlardan yetersizdir. Çünkü bu sömürü öyle bir sömürüdür ki daha staj için ilk adımı attığınızda karşınıza çıkmaktadır. Öncelikle staj yapmak için Baro'ya kaydınızı yaptırmanız gerekmektedir. “Staj giriş ücreti” adı altında her baronun kendi belirlediği bir ücret alınmaktadır. Bu ücret 1500 TL'ye kadar çıkabilmektedir. Hiçbir geliri olmayan yeni mezun bir hukukçunun bu parayı nereden bulacağı sorusu elbette havada kalmaktadır. Verilen bu paranın ardından staj dönemi başlamaktadır.

Staj döneminde stajyerlere ücret ödeyen hukuk büroları bulunmakta ancak, Avukatlık Kanunu'nda stajyerin ücret alması yasaklamış, hatta ücret aldığı öğrenilirse stajının iptal edileceği belirtilmiştir. Hukuk bürolarında stajyerler takip elemanı olarak çalıştırılmakta icra müdürlükleri ile mahkemeler arasında mekik dokumaktadırlar. Adliye stajı sırasında amaç duruşmaları izlemek, duruşmaların gidişini ve muhakemenin nasıl yapıldığını pratik anlamda öğrenmeyi kapsamaktadır. Ancak staj yapanların çoğu altı aylık adliye stajı sırasında sadece staj dosyasını imzalatmak için staj yerlerine uğramaktadırlar. Çünkü altı ay boyunca hiçbir gelirleri olmadığı gibi, bir yandan da hukuk bürolarında çalışmaya devam etmektedirler. Ayrıca staj döneminde stajyerler hiçbir şekilde sigorta yapılmayarak kayıt dışı çalıştırılmaktadır.

Staj dönemi bittikten sonra avukat olmak için gene baroya para vermek gerekmektedir. 2000 TL civarında paralar istenebilmektedir. Böylelikle okulunu bitirip “gerekli” paraları bulduktan sonra bu aşamaları geçen hukuk mezunları ‘avukat’ olmaya hak kazanmaktadırlar. Elbetteki Bologna Süreci eğitim kısmıyla bitmemektedir. Bu sürecin asıl yaşandığı alan avukatlık mesleğinin icra edilme safhasındadır. Hukukta Bologna Süreci ücretli avukatlık (işçi avukatlık) olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçi avukatlar büyük hukuk bürolarında belirli bir aylık ücret karşılığında her türlü hukuksal işi yapmaktadırlar. İşçi avukatlık yurt dışında hukukla hiçbir alakası olmayan büyük sermaye sahiplerinin açtığı hukuk bürolarından ücret karşılığı çalışmak demektir. Türkiye'de buna tam anlamıyla geçiş için gerekli düzenlemeler yapılmadığı için şu an bu, uygulamada, işçi avukatların sermaye sahibi avukatın yanında onun ortakları gibi göründüğü biçimdedir. Böylelikle avukatlar işçi gibi çalıştırılmakta ve artı değer üreterek sermaye sahibi avukatın parasına para katmaktadırlar. Bu duruma karşı çıkan avukatlar sosyal haklarını almak amacıyla örgülenmeye çalışmışlar, ancak sendikalaştıkları için işten çıkarılma saldırısı ile karşılaşmışlardır. Bu aslında kapitalizmin ve onun yansıması olan Bologna Süreci'nin hukukçuların yaşamında nasıl sonuçlara yol açtığını göstermektedir. Tüm bunlara bakıldığında Bologna Süreci okula adımımızı attığımız andan itibaren bizi etkilemekte, okuldan sonra ise bütün hayatımızı kapsamaktadır. Hukuk bölümündeki bu örnekler bile Bologna Sürecini'nin nasıl bir saldırı projesi olduğunu göstermektedir. Üniversitenin sermayenin eline bırakılması, üniversitelerin sermaye için ücretli köleler yetiştirilmesi ve tüm mesleki alanların sermayenin elinde toplanması Bologna Süreci'nin misyonudur.

Hem eğitim sürecini hem de mezuniyet sonrasını kapsayan Bologna Süreci, sermaye için kalkınma gençlik için geleceksizlik ve işsizlik projesidir. Bologna Süreci'ne karşı yükseltilecek mücadele geleceğimize sahip çıkmak açısından kritik bir yerde durmaktadır. Bizler bu saldırıya karşı üniversitedeyken cevap verebilmeliyiz. Sermayenin istediği gibi öğrenci ve hukukçu olmayacağımızı örgütlenerek göstermeliyiz.


Özerk Demokratik Üniversite (I) Üniversiteler kilise eşgüdümünde ortaçağ ideolojisini üretmek ve yeniden üretmek, öte yandan ortaçağ argümanları ile sistemin meşruluğunu sağlamak amacıyla kurulmuştur. Üniversiteler günümüzde ise asalak kan emici burjuva sınıfının hizmetindedir. Bu nedenle insanlığın genel ihtiyacından çok kapitalizmin ihtiyaç duyduğu teknolojiyi üretmekte, diğer yandan da sömürü düzeninin ihtiyaç duyduğu insanlar yetiştirmektedir. Bu kapsamdan bakıldığı zaman geçmiş yıllardaki teknik üniversitelerin savaş temelli teknoloji üretmeleri (bak. ODTÜ –Aselsan anlaşması ve F16 üretimi ve geliştirmesi) bilimsellikten ve insanlığın ihtiyacından çok işgalci emperyalist düzenin ihtiyaçlarına bağlı olmuştur. Bu saptamalar bizi üniversitelerin idari bakımdan gerçek durumuna götürmektedir. Üniversiteler tekelci burjuvazi ile genelde emperyalizme, özelde ise Amerikan emperyalizminin istek ve istemlerine bağımlı durumdadır. Değişen ve genişleyen saldırılar doğrultusunda üniversitelerdeki sözde bilimsel çalışmalar, bilimsel ve akademik olmaktan çok uzaktadır. Üniversite 12 Eylül faşist darbesinin bir kalıntısı olan YÖK tarafından yukarıdan yönetilmektedir. Gerek akademisyenler gerek öğrenciler bu baskıcı zorba YÖK ve düzeni dolayısıyla bulundukları üniversitelerde sanki birer F tipi cezaevindeymiş gibi tutsaktırlar. Son dönemde gerek iktidarın gerek sermayenin söylemlerine bakıldığında özerlikten sözde ileri demokrasiden bahsettiklerini görüyoruz. Bu söylemler kavramların içeriklerinin nasıl boşaltıldığını göstermektedir.

Sermayenin özerkliğe yüklediği anlam nedir?

Bunun cevabı çok açık ve basittir. Sermaye özerklik kavramı ile üniversiteleri doğrudan yönetmek istemektedir. Bunun için ise üniversitelere ayırdığı fonların kullanımını şarta bağlayarak, üniversiteleri kendisine eleman yetiştiren yan dalları haline getirmeye çalışmaktadır. Ayrıca üniversiteler neo-liberal politikalar ışığında önem kazanan AR-GE ihtiyacının karşılanmasında doğal kaynak niteliğinde olacak, böyle sermayenin üretim maliyetlerinin düşmesi sağlanacaktır. Diğer yandan da üniversite sayıları arttırılarak diplomalı işsiz sayısı yükseltilmektedir. Bunun en önemli sonuçlarından biri nitelikli yedek işgücü ordusudur. Son süreçte “ileri demokrasi” şeklinde dillendirilen söylemlerin arka planında nasıl bir gericiliğin, kirli planların ve sömürünün bulunduğu açıktır. Burjuvazinin üniversiteler ile kurduğu bağın en önemli nedenlerinin başında sürekli gelişim gösteren üretim biçimleri için gereken nitelikli iş gücü ihtiyacıdır.

Özerk-demokratik üniversite nasıl?

Demokratik üniversite, öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının yönetimindeki üniversite anlamına gelir. Yani buradan bakıldığında rektörlerin salt öğretim görevlileri tarafından seçilmesi üniversiteleri demokratik yapmaz. Aksine rektörün öğretim görevlileri üzerindeki etkisini arttıracak bir durum yaratmaktadır. Öğrenciler penceresinden bakıldığında bu kapsamda ilk göze çarpan

Öğrenci Temsilci Konseyleri’dir. ÖTK’ların durumu ise gülünçtür. Sözde söz ve karar mekanizması olarak görülen ÖTK’lar üniversite idaresinin bir eklentisidir. Göstermelik seçimlerle belirlenen ÖTK üyelerini ne temsil ettikleri öğrenciler tanımakta ne de temsil görevine talip adaylar öğrenci sorunlarıni bilmektedirler. Üniversite yönetimi kendi deyimleri ile baş ağrıtmayacak, sorun çıkarmayacak birkaç kişiyi yanlarına alıp öğrencilere temsil hakkı verdiklerini söylemektedir. Demokratik üniversitelerin diğer bir kriteri de, üniversite içindeki tüm bileşen için örgütlenme özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu kapsamda salt sendikalara örgütlenme özgürlüğü sağlayan bir yapıda demokrasiden bahsetmek ne kadar mümkündür. Bundan dolayı politik örgütleri de kapsayacak bir örgütlenme özgürlüğünün ele alınması gerekmektedir. Ve çok acilen üniversitelerdeki siyasal örgütlerin önündeki örgütlenmeye engel olan uygulamalar kaldırılmalıdır.

Üniversite ve sosyalizm

Komünizmin bir alt uğrağı olan sosyalizmde de üniversite egemen sınıfın işçi sınıfının çıkarlarının savunulucuğunu yapacak ve sistemin toplum nezdinde yeniden üretilmesini sağlayacaktır. Burada diğer bir özelliği de burjuvazinin sınıf olarak ortadan kaldırılması ile gerek eğitim sistemindeki izlerinin silinmesi gerekse kültür alanındaki etkilerinin ortadan kaldırılması noktasında üniversitelere özel bir görev tanımı gelecektir. Bu noktadan çıkışla sosyalist bir ülkede üniversitelerin durumunu şöyle ortaya koyabiliriz: 1)Sosyalizmde üniversite her bakımdan burjuva ideolojisi ile mücadele edecek ve kapitalizmin son tortularını toplumun her noktasını kapsayacak şekilde temizleyecektir.

2)Eğitim salt teorik olmaktan çıkarılarak ve üretim süreçleri ile birleştirilerek “politeknik eğitim” kapsamında ele alınacaktır.

3)Eğitimin salt teori olmaktan çıkarılıp onu üretim süreçleri ile iç içe geçirerek yeni bir eğitim tarzına ulaşmamızı sağlayacak politeknik eğitim ile aynı zamanda yeni bir kültür yaratılacaktır. Bu yeni kültür işçi sınıfının öz kültürü olacaktır. 4)Politeknik eğitim sanat eğitimini de kapsamı içine alacaktır. Böylelikle sanat küçük bir elitin tekelinden çıkıp geniş emekçi yığınlarının bir uğraşı olarak toplum geneline yayılacaktır.

Özerk ve demokratik bir üniversite oluşturmak yakıcı bir ihtiyaçtır, yükseltilmesi gereken en temel taleplerden biridir. Bugünlerde bu temel talep, içi boşaltılarak bir saldırı aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Ancak farklı amaçlar için saptırılıyor olması bu talepten vazgeçmemize neden olmamalıdır, aksine daha sıkı sahiplenip, gerçek demokratik içeriğiyle kitlelerin kavramasını sağlamalıyız. Diğer taraftan üniversitelerin gerçek anlamıyla ve her açıdan sermayenin tahakkümünden kurtuluşu işçi sınıfının iktidarı ile mümkündür. Bu gerçeği de akıldan çıkarmamak gerekir.

19


Gen

Bugün öne çıkmakta olan dinamiğin devrimci bir çizgiye ve devrimci önderliğe duyduğu ihtiyaç kendisini yakıcı olarak hissettirmektedir. Gelinen yerde, gençliğin sorunlarının hazırlanan bir takım dosyalar ile Başbakan’ın karşısına çıkılarak çözülemeyeceği, tersinden düzenin tüm güç ve kurumlarıyla birlikte gençliğin gelecek ve özgürlük isteminin karşısına dikildiği ve gençliğin yaşadığı sorunların bizzat kaynağı oldukları gerçeği tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de gençlik hareketinin bugünkü sınırlarını aşan bir politik muhtevaya taşınması ve devrimcileştirilmesi sorunu ile yüz yüze bulunulmaktadır. Gençlik Geride bıraktığımız dönemin başından beri üniversiteler ve üniversite hareketinde bugün ortaya çıkan ve gençliği gündemde belirgin bir yer tutmaktadır. Belirtmek gerekir ki, bu durum tek başına gençliğin mücadelesinin sonucu değildir. Sermayenin, önümüzdeki dönemde büyüyüp YÖK’ün ve AKP hükümetinin saldırıları da gençliği gündeme oturtmaktadır. gelişebileceğinin ilk işaretlerini Gençlik bu dönem ilk olarak türban düzenlemesi ile gündeme girmiştir. taşıyan tepkileri devrimci Referandumdan güç kazanarak çıkan AKP türban sorununu üniversiteler üzerinden yeniden tartışmaya açmış, ardından temellerde örgütleyebilmek ve konu kamuoyunda yoğun biçimde düzen sınırlarını aşan bir politik tartışılmaya başlanmıştır. Bir anda medyanın ilgisi üniversiteler üzerinde bakış ile hareket edebilmek, yoğunlaşmış ve bir süre sonra, sorun dinci günün en önemli görevi olarak gericilik tarafından fiili bir “çözüme” kavuşturulmuştu. Ancak AKP’nin soruna fiili karşımızda durmaktadır. “çözüm” getirmesine kadar hem düzen güçlerinin iç tartışmaları hem de sol hareket cephesinden yaşananlar, üniversitelerin ve üniversitelerdeki baskı ve yasakların gündemde genişçe yer almasını sağlamıştır. Öğrencilere dönük soruşturma-ceza, gözaltı ve tutuklama terörünün yanı sıra parasız eğitim talebi de gündemde yerini almıştır.

Arkasından sahneye bu sefer de YÖK'ün “Özgür ve güvenli üniversite” genelgesi çıkmıştır. Genelge de türban tartışmaları ile bütünlük içerisinde düzenin üniversitelerde kendi güvenlik ölçeğini ve özgürlük sınırları oturtulmaya çalışılmıştır. Türban tartışmaları kapsamında taraflaşan gençliğin karşı karşıya gelişini üniversitelerde ablukanın yoğunlaştırılması için gerekçe yapan düzenin hedefinde devrimci ve ilerici gençlik güçleri vardır.

Düzen cephesinden gündeme taşınan bu tartışma ve saldırılar, 2010 6 Kasım’ında öne çıkarılacak başlıklara da işaret etmiş oldu aynı zamanda. Buradan doğru da 6 Kasım’da Ankara'ya giderken gençlik hareketinin temel gündemi “gelecek ve özgürlük” olarak formüle edildi. Geçmiş yıllardan miras kalan parçalı tablonun “korunduğu”, hatta örgütlenen merkezi eylemler vesilesiyle “merkezi-parçalı” olarak tanımlanabilecek bir finalle 6 Kasım süreci geride bırakıldı.

6 Kasım’ı izleyen dönemde hükümet ve YÖK, sermayenin acil olarak ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri yapmak üzere kolları sıvadı ve ikinci perde açıldı. 27 Kasım ve 4 Aralık tarihlerinde başbakan ve rektörler Dolmabahçe'de toplantılar gerçekleştirdiler. 4 Aralık'taki ikinci toplantı gençliğin bir kez daha gündeme oturmasına yol açtı. Başbakanın karşısında el pençe divan oturmuş, anlatılanları sessizce dinleyen rektörlere anlatılanlar, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak için üniversitelerde yapılacak düzenlemelere ilişkindi. Genel olarak toplantının gündemini oluşturan başlıklarla ve daha da özelde tartışmaya başlanılan “mütevelli heyetleri” ile, üniversitelerin her yanıyla ve daha dolaysız bir biçimde sermayenin denetimi ve yönetimine açılabilmesi yönünde atılacak adımlar kararlaştırılıyordu. Ancak toplantıyı gündeme taşıyan içerdiği saldırı başlıklarından ziyade toplantıyı protesto eden öğrencilere uygulanan polis terörü oldu.

20

Polis Dolmabahçe'de Genç-Sen'e, İstanbul girişinde Öğrenci Kolektifleri'ne ve Beşiktaş'ta Gençlik Muhalefeti'ne saldırdı. İkinci perdede sokakta esen polis terörü hemen herkesi taraflaştırmışken, toplumun geniş bir kesimi ve bir kısım medya öğrencilerden yana tavır aldı. Hemen bunların üzerine ise SBF'de düzen siyasetçilerini konuşturmayan öğrenciler gündeme oturdu. İlgi “yumurtalı eylem” üzerinde yoğunlaştı ancak temelde üniversite öğrencilerine dönük terör ve gençliğin meşru öfkesi öne çıktı.


nçliğin devrimci hareketini büyütmek için ileri! Buraya kadar, geride bıraktığımız süreçte üniversitelerin ve gençliğin gündemleşmesine vesile olan temel konu ve olayları hatırlatmış olduk. Buradan sonra ise, bu gelişmeler ışığında gençlik hareketinin tablosunu ele almaya ve önümüzdeki döneme dair bir perspektif çizmeye çalışacağız.

Gençlik mücadelesini ileriye taşımanın olanakları

Yaşanılan süreç üzerinden söylenebilecek ilk şey, gençlik hareketinde bir canlanmanın ilk belirtilerinin yansıdığı olacaktır. Zira hem Dolmabahçe’de hem SBF’de, hem de takip eden çeşitli eylemlerde, düzenin sözcüleri karşısında gençlik kendi taleplerini savunabilmiştir. Ayrıca, başta Gölbaşı ve DTCF örnekleri olmak üzere, bir dizi üniversitede polis terörüne karşı yükseltilen eylemli tepkiler, son süreçte yaşananların gençlik güçlerine güven ve cesaret verdiğinin açık bir ifadesidir. Bu anlamda sürecin, devrimci gençlik hareketinin geliştirilebilmesi için belli olanaklar yarattığını söylemek mümkündür.

Bugün öne çıkmakta olan dinamiğin devrimci bir çizgiye ve devrimci önderliğe duyduğu ihtiyaç kendisini yakıcı olarak hissettirmektedir. Gelinen yerde, gençliğin sorunlarının hazırlanan bir takım dosyalar ile Başbakan’ın karşısına çıkılarak çözülemeyeceği, tersinden düzenin tüm

güç ve kurumlarıyla birlikte gençliğin gelecek ve özgürlük isteminin karşısına dikildiği ve gençliğin yaşadığı sorunların bizzat kaynağı oldukları gerçeği tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de gençlik hareketinin bugünkü sınırlarını aşan politik bir muhtevaya taşınması ve devrimcileştirilmesi sorunu ile yüz yüze bulunulmaktadır. Gençlik hareketinde bugün ortaya çıkan ve önümüzdeki dönemde büyüyüp gelişebileceğinin ilk işaretlerini taşıyan tepkileri devrimci temellerde örgütleyebilmek ve düzen sınırlarını aşan bir politik bakış ile hareket edebilmek, günün en önemli görevi olarak karşımızda durmaktadır.

Son günlerde yaşanan gelişmeler üzerine, başta hükümet olmak üzere, tüm kurumlarıyla birlikte düzen ve onun güdümündeki medya, durgun geçen bir dönemin ardından canlanma belirtileri gösteren gençlik hareketini daha en başından boğmaya ve ezmeye, diğer yandan da gençliğin meşru mücadelesini karalamaya ve meşruluğuna gölge düşürmeye çalışıyorlar. Başlattıkları adli ve idari soruşturmalar ile gençlik kitlelerine gözdağı vererek, gençliğin ileri güçlerine yönelik kapsamlı bir ezme/sindirme operasyonunun da ilk işaretlerini vermiş oluyorlar.

Açık ki, gelişmeye ve devrimcileşmeye dönük bir yönelime giren gençlik hareketinin karşısında ciddi bir tehdit olarak duran bu saldırıyı püskürtebilmenin tek yolu birleşik ve kitlesel bir devrimci gençlik mücadelesinin örülebilmesinden geçmektedir.

Açık ki, gelişmeye ve devrimcileşmeye dönük bir yönelime giren gençlik hareketinin karşısında ciddi bir tehdit olarak duran bu saldırıyı püskürtebilmenin tek yolu birleşik ve kitlesel bir devrimci gençlik mücadelesinin örülebilmesinden geçmektedir. Bu yaratılamadığı koşullarda ise gençlik örgütlerine dönük bir operasyonun gerçekleşeceği ve toparlanmaya çalışan gençlik hareketinin kafasını bile kaldıramadan ezileceği açıktır.

Düzen güçlerinin bir bölümü ise baskı ve terörün yetmediği yerde devreye girerek gençliğin öfkesinin militan biçimlerde açığa çıkmasının önüne geçmek için çabalamaktadır. Gençliğin sorunlarına karşı duyarlı olması gerektiğini ve yaptığı eylemlerdeki haklılığını vurgulayıp çözüm yolu olarak düzen içi yöntemler önermektedir. CHP’li bir milletvekilinin saldırıya maruz kalan öğrencileri meclise sokmak istemesi tam da bunun ifadesidir. Bu yalnızca küçük bir örnektir elbette. Başka birçok kesim de farklı yöntemlerle gençliği sahiplenir gözükerek düzen sınırları içinde tutmak istemektedir. Unutulmamalıdır ki, bu da sermaye düzeninin gençlik hareketine yönelttiği saldırıların başka bir boyutudur. İlk etapta ezip yok etmeye

21


çalıştığı hareketin ayakta kalmayı başaran kesimlerinin mücadeleye devrimci temeller üzerinden devam etmelerini değil, ehlileştirilmiş ve düzen içi bir konuma sıkıştırılmış biçimde varolmalarını istemektedir.

Ne var ki, düzen hem gençliğe sunduğu karanlıkla, hem de uyguladığı terör ile deşifre olmuştur. “Öğrenciler kameraların karşısında kendilerini yere atıyorlar” diyenler karşılarında bir aptal ordusu bulacaklarını bekleseler de yanıldılar. Oysa gençliğin talepleri açıktır. Gençlik gelecek ve özgürlük istemektedir. Bu talep özerk ve demokratik bir üniversite ve insanca bir yaşam anlamına gelmektedir. Bu, mücadelenin temel hedeflerinden birine de açıklık sağlamaktadır.

22

Aslında bu tutum da devrimci gençlik hareketinin yaratılmasına karşı en temel saldırılardan bir tanesidir. Gençlik hareketinin militanlaşması, kitleselleşmesi, içinden devrimci bir güç çıkarılabilmesi düzen tarafından ayak oyunları ile engellenirken bu ikiyüzlü tutumun karşısına fiili meşru mücadele ile çıkılmalıdır.

Son süreçte açığa çıkan diğer bir gerçek de sermaye düzeninin gençlikten duyduğu korku olmuştur. Gençliği geleceksizliğe mahkum eden sermaye düzeni, gençliğin uyanmasından ve mücadele etmesinden korkmaktadır. Şu haliyle zayıf ve cılız bile kalsa, son dönemde yaşanan hareketlilik, sermaye düzeninin endişelerinin artmasına yetmiştir. Çünkü bu düzen, devrimci temellerde yükselen gençlik hareketinin neler yapabileceğini herkesten daha iyi bilmektedir. '68 dalgası ve '70’lerin kitlesel devrimci gençlik hareketi düzenin hafızasında yerini korumaktadır. Tüm kesimlerden düzen güçlerinin “'68 kuşağı” üzerinden tartışma açmasının gerisinde de bu vardır. Düzen güçleri, '68 kuşağını anarak gelişecek olan devrimci gençlik hareketinin tehlikeleri konusunda birbirlerini uyarmakta, gençliğin öfkesini bastırmak için elbirliği yapmaktadırlar. Bugün gençliğe düşen görev, hatırlanması bile düzenin korkularının artmasına neden olan yakın tarihin devrimci gençlik hareketinin militan özünü sahiplenmek, bu militanlığı kitlesel boyutlara taşıyarak sermayenin korkularını kabusa çevirmektir.

Gençlik gelecek ve özgürlük istiyor!

Bu dönem gençlik üzerinden yürütülen tartışma başlıklarından biri de ne istediğimizdi. Burjuva kalemşörleri öğrencilerin ne istediklerini bilmediklerini, taleplerinin gerçek dışı olduğu üzerine atıp tutmaya koyuldular. Bugün taleplerini örgütlü olarak dile getiren güçlerin söylediklerini asılsız ilan etmek elbette ki bir çaresizliğin ifadesidir. Aynı zamanda onların gençlik kitlesi içinde bir temsiliyetinin olmadığını iddia etmek de aynı derece de akıl dışıdır. Ama düzen bu yöntemlerle

kendi politikalarını alternatifsiz olarak göstermek ve gençlik hareketini örgütsüzlüğe mahkum etmek istemektedir. Bunun yanında ise gençlik hareketi bir dizi karalama ile kriminalize edilmek istenmekte, eylemler her türlü talepten arındırılarak şiddet gösterileri olarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu şekilde gençlik güçleri kitlelerden ve toplumun diğer kesimlerinden tecrit edilmek istenmiştir. Ne var ki, düzen hem gençliğe sunduğu karanlıkla, hem de uyguladığı terör ile deşifre olmuştur. “Öğrenciler kameraların karşısında kendilerini yere atıyorlar” diyenler karşılarında bir aptal ordusu bulacaklarını bekleseler de yanıldılar. Oysa gençliğin talepleri açıktır. Gençlik gelecek ve özgürlük istemektedir. Bu talep özerk ve demokratik bir üniversite ve insanca bir yaşam anlamına gelmektedir. Bu, mücadelenin temel hedeflerinden birine de açıklık sağlamaktadır. Düzenin manipülasyonlarına karşı gençliğin talepleri net bir biçimde ifade edilmeli, birleşik ve kitlesel bir devrimci gençlik hareketi yaratabilmek için bu talepler ekseninde geniş ve etkili bir çalışma hattı örülebilmeli, bu hat dinamik bir çalışma temposu ile hayata geçirilebilmelidir.

Sonuç olarak; bu dönem, devrimci gençlik mücadelesinin yükseltilmesi, onun birleşik ve kitlesel boyutlara taşınabilmesi için ilk olanakları ortaya çıkarmaktadır. Artık bu olanaklara yaslanarak ve yaptığımız vurguları göz önüne alarak mücadeleyi yükseltmek gerekmektedir. Genç komünistler, bu süreçte kendilerine düşen sorumluluğun bilincindedirler ve bu bilince uygun bir çaba ve konumlanış içerisinde olacaklardır. Ama altını buradan bir kez daha çiziyoruz ki bu sürecin ileriye taşınmasının sorumluluğu gençlik hareketi içerisindeki tüm devrimci güçlerin omuzlarındadır. Süreç yan yana gelmeyi, sermayeye ve sermayenin saldırı paketlerine karşı militan bir mücadeleyi yükseltmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu bakışla yaklaşılmadığında hareketin ortaya çıkarttığı dinamikler ileriye taşınamayacak ve tüketilecektir. Karşı karşıya kaldığımız saldırıların benzerlerine maruz kalan Avrupa gençliğinin bu sürece verdiği yanıt açıktır. Avrupa'nın kampüslerden sokaklara taşan militan cevaplarından öğrenerek birleşik bir mücadele hattı ile yol yürümeliyiz.

Ekim Gençliği


Yazılacaksa mücadelenin gerçeklerine dair yazılmalıdır…

Geçmişin mirası, bugünün gerçekleri ve bazı hatırlatmalar

2010 Ekim'inde YTÜ'de türban konusunda TKP ve islamcılar arasında başlayan, sonrasında polisin müdahalesi, soruşturmalar ve öğrencilerin üniversiteye alınmaması ile devam eden sürecin sonrasında, 6 Kasım tarihli Kızıl Bayrak gazetesinde YTÜ Ekim Gençliği imzasıyla “YTÜ'de yaşananlar üzerine...” başlıklı bir değerlendirme yayınlanmıştı. Bu değerlendirmeye karşılık olarak, 28 Kasım tarihli Yürüyüş dergisinde “Dev-Genç tektir, kimsenin tekelinde değildir. Yazılacaksa gerçekten 'YTÜ'de yaşanalar üzerine' yazılmalıdır” başlıklığıyla bir cevap yayınlanmıştır. Yazıda, bu yazının çarpıtmalar üzerine kurulduğu söylenmiş ve tarafımıza bir dizi suçlama getirilmiştir. Burada bu türden ayrıntılara girmeye niyetimiz yok, ancak yazının bütününe hakim olan devrimcilik ve militanlık anlayışındaki geçmişten beri süregelen hastalıklı yaklaşımlar üzerinde durmak istiyoruz. Öncelikle Dev-Genç üzerinden dönen tartışmalar ve yasaklı tutumlar üzerinden bir başlangıç yapmak istiyoruz. Çünkü yazıda Dev-Genç'i bilip bilmediğimiz sorulmaktadır. Belirtelim ki biz, DevGenç'in de bugün kendilerine şu veya bu Dev-Genç diyenlerin de ne olduğunu biliyoruz. Kendi çizgimiz ekseninde Türkiye gençlik hareketi tarihini anlatan, değerlendiren, Dev-Genç'in misyonunu ve bu deneyiminin önemini de anlatan yazılarımız mevcuttur. Bizim nasıl algıladığımızı merak eden dönüp bu değerlendirmeleri önüne çekip okuyabilir.

Dev-Genç ismi bugün birçok örgüt tarafından kullanılıyor. Kullanan tarafların birçoğu bu ismin kendilerine ait olduğu iddiasında, diğerinin de kullanamayacağını tartışmakta, bulunduğu yerde bir diğerinin olmasını istememekte veya kendisi terk etmektedir. Biz bu yaklaşımda bulunan her kim ise eleştirdik, eleştiririz de. Dev-Genç isminin bir türevini kullanan herhangi bir örgüte ismi kullanma noktasındaki yasakçı bakışı veya yan yana gelmeme tutumu apolitik, hareketin ihtiyaçlarını görmeyen ve mücadeleyi kendinden ibaret gören bir yaklaşımın kanıtı sayarız. Yürüyüş’teki yazıda 6 Kasım tarihli YTÜ Ekim Gençliği imzalı yazıda neyin kime karşı yazıldığı sorulmuştur. Yanıtlayalım:“...Saldırıyı ve ardındaki YÖK düzenini teşhir eden, bu yolla üniversitelerde oluşturulan ablukaya işaret eden bu çalışmada ise Gençlik Federasyonu’nun “Yan yana gelmeyiz” tutumu üzerine isim nedeniyle Kurtuluş Yolunda Dev-Genç de ayrılmıştır. Açıktır ki bir yanda mirası sahiplenmek ile onu tekelinde görmek birbirine karışırken diğer yanda bu türden çarpıklıklar iş yapmamanın kılıfı haline gelmektedir. Tüm yaşananların tozu dumanı dağıldığında ise geride parçalı ve ilkesiz bir tablo ortaya çıkmıştır.” bölümü aslında her şeyi anlatıyor. YTÜ'deki süreçte bu ismin kullanılamayacağına dair açılan tartışmanın muhattabı Gençlik Federasyonu'dur. Yazının bu kapsamdaki eleştirisi Gençlik Federasyonu'na yapılmıştır. Yürüyüş'te çıkan yazıda ise değinilen konuşma kapsamında şunlar ifade edilmektedir: “Ayrıca bu yazının ardından yazıyı sormak ve yazdıklarının haksız olduğunu belirtmek için Ekim Gençliği'nden arkadaşa “tartışmaları iş yapmamanın bahanesi” olarak değerlendirmelerinin adaletsiz olduğunu, bizim yaptıklarımızın, söylediklerimizin ortada olduğunu söyledik. Bunun üzerine yazdıklarını savunamayan arkadaş, “biz onu size yazmadık” demiştir. Öyle olmuştur desek bile şu bir gerçektir; eğer bir yazı yazıyorsanız her şeyi net koymak zorundasınız.” yorumu da ne yazıdan ne de tartışmadan bir şey anlaşılamadığını gösterir. YTÜ Ekim Gençliği imzalı yazıdaki bir eleştiri noktası isim

tartışması iken, diğer eleştiri noktası ise bu tartışmanın açılması üzerine toplantıdan çekilen Kurtuluş Yolunda Dev-Genç'tir. Çünkü açılan isim tartışmasının üzerine herhangi bir şey söylemek ve kalma noktasında bir duruş sergilemek yerine toplantıdan hızlıca çıkmayı tercih etmişlerdir. Bu tutumları onların iş yapma noktasındaki ısrar ve isteklerini gösterir. Eleştirdiğimiz temel noktalardan biri de Gençlik Federasyonu'nun biz yıllardır bu isimle çalışma yürüttük, biz bedeller ödedik diyerek diğer örgütün/örgütlerin çalışmanın parçası olmasını yasaklayan bir tutum içerisine girmesidir.

Tartışmayı yaşanan pratiğe sıkıştırarak cevap aramak güdük kalacaktır. Dev-Genç, Türkiye devrimci gençlik hareketinde önemli bir döneme damgasını vurmuş birleşik, devrimci ve kitlesel bir örgütlülüktür. Bağrından birçok devrimci örgüt ve devrimci çıkarmıştır. Devrimci mücadelenin dününden bugününe kadar aldığımız bu miras üzerinden yükseldik. Devrimci mücadele bu miras üzerinden inşa ediliyor. Geçmişi can ve kan bedeliyle yaratanları devrimci mücadelede yaşatmak bu iddia ile hareket eden herkesin önünde duran bir görevdir.

Birleşik mücadele ile kendini dayatmak aynı şey değildir!

Biz bugüne kadar kendimizi ve yürüttüğümüz faaliyeti abartan bir örgüt olmadık. Eleştiri yapma noktasındaki rahatlığımızı özeleştiri yapma noktasında da gösterdik. Ancak Yürüyüş dergisinde bu konuda şöyle bir çarpıtma var:"Bizim ilkeli, halkımızın mücadelesini büyütecek her türlü birliğin savunucusu olduğumuz ortadadır. Aksine başta Ekim Gençliği olmak üzere diğer solun bundan kaçındığını daha geçen sene yaptığımız "paralı eğitime karşı ortak, geniş bir kampanya yapalım" önerimizin tüm örgütler tarafından çeşitli bahanelerle reddedilmesinde gördük. Ve arkadaşlar tarafından birlikteliği yapmamanın nedeni olarak gösterilen hiçbir gündemde gerçekleştirilemedi. Demek ki sorun gündemlerinin meşguliyeti değildi! Gelin Ankara yolunu birlikte yürüyelim, birlikte güç olalım dedik ama destek bulamadık. Bu dönem diğer solun tutumu bir yana Ekim Gençliği'nin de engel olarak öne sürdüğü soruşturmalara karşı başlatacakları kampanyaydı. Ama bu paralı eğitime karşı örgütlenecek ortak bir kampanyaya engel değildi. Nasıl yapacağımızı tartışırdık, konuşurduk ama ortaklaşmanın bir yolunu bulurduk. Ama bu konuda mesele önerinin Dev-Gençliler tarafından yapılmış olmasıydı. İddiasızlıktı. İşte size iş yapmamanın bahanesi." Bu şekilde aktarılan süreçte Gençlik Federasyonu'ndan arkadaşlarla görüşmeler yapılmıştır. Otururduk, konuşurduk denilen süreç için zaten bir dizi görüşme yapılmıştır. Ama arkadaşların ortaklaşma dediği kendi çizdikleri kampanyada ortaklaşmakmış ki soruşturma-ceza saldırısı ve öğrenci gençliğin karşı karşıya kaldığı sorunlar tartışılırken, öğrenci gençliğe gitmenin araçları tartışılırken süreçten çekilmişlerdir. Yürüyen, kendilerinin de katıldıkları toplantılarda ortaklaşma noktasında çaba sarfedilmiştir. Ama kendi ortaya koydukları keskin bir şekilde hatları belli kampanyanın dışında ortaklaşmayı önemsemeyen kendileri olmuştur. "İşte size iş yapmamanın bahanesi." denilen süreçte eksik kalınan yerler olmuştur ama soruşturma-ceza terörüne karşı ortaklaştığımız güçlerle konulan hedefler çerçevesinde etkin ve yoğun bir çalışma ortaya konulmuştur. Güncel mücadelenin arkadaşlar tarafından nasıl takip edildiğini bilemiyoruz ama bu tartışma zemini bize hayatın akışından kopuk bir tablo çiziyor.

23


Küçük burjuva devrimciliği ve “militanlık” anlayışı üzerine

Yazıda laf dönüp militanlık, şehitlik ve tutsaklık tartışmasına dönüşüyor, bu tartışmalar da arkadaşların militanlık ve devrimcilik algısını yansıtıyor. Geleneksel devrimci akımlar için militan duruş kendi popülist anlayışı temelinde düşman ile fiziken karşı karşıya gelme anına, kısıtlı bir süre içinde çatışmaya ve bedel ödemeye indirgenir. Tüm bunlar düzeni karşısına alan bir devrimci hareketin üzerinden atlayamayacağı noktalardır. Ne var ki, militanlık bunlara indirgenemez. Siyasal faaliyet bir bütün olarak ideolojik-politik çizgi, sınıf tabanı, sistematik bir çalışma, ısrarlı bir kitle faaliyeti ve militanlık üzerinden devrimci anlamını kazanır.

Marksizm’in ve Leninizm’in anlaşılması için sarf ettiği çaba yetersiz kalan, doğallığında diyalektik materyalizmden anlamayan geleneksel sol için olayların ve kavramların arasındaki bağlar kopuktur. Bu tarihsel olarak söz konusu siyasetlerin ortaya çıkışında hareketin kendini sorgulamak, ideolojik bir arayış içine girmek ihtiyacından yoksun oluşu ile de yakından ilintilidir.

Siyaset yapma hakkı ile eğitim hakkının dahi devrimci güçlerin elinden alındığı, alanların giderek sol görüşlü öğrencilere tümden kapatıldığı şu günlerde bu ablukayı dağıtmak sorumluluğu ile hareket etmek ve bunun gereklerini doğru kavramak militan bir duruşun da gereğidir. Siyasal faaliyette ısrar, kararlı bir kitle faaliyeti bugün devrimci güçlerin darlaştığı bir durumda, ablukayı yarmanın birinci koşuludur. Militanlığı bundan kopuk ele alanlar siyasal faaliyeti bir adım ileri taşıyamazlar. "Faşist saldırı dışında ortaklaşmayız/yan yana gelmeyiz" gibi bir yaklaşım alanlarda faşizme karşı örülecek militan mücadelenin de çatışma anına sıkıştırılmasına yol açıyor.

Ardından faşist terör dalgasına karşı koymak, siyaset yasağına, eğitim hakkının gaspına dönerken de aynı militanlıkla alanda ısrarla var olmak, en yaratıcı biçimde siyasi faaliyeti sürdürmek, düşmanın fiili saldırısı yanı sıra tüm yöntemlerini karşıya almakla mümkündür. Militanlık bugün alanda her türlü engellemeye karşı siyasal faaliyeti sürdürerek düzenin kirli yöntemlerini boşa düşürme kararlılığını ortaya koymaktır. Militanlık kaçınılmaz olarak düzen ve onun baskısı karşısında taşı eline de almaktır. Ancak açıktır ki bu ne devrimciliğin ne de militanlığın tek ölçütüdür. Devrimci şiddetin kitle üzerinde esas sarsıcı etkisi, kitlenin siyasal özneyle, eylemin devrimci söylemle ile sarmalandığı durumda ortaya çıkar. Bu da sözünü ettiğimiz militanlığın diğer boyutudur. Alanda sistematik bir siyasal faaliyet yürütmek, kitlelerin zihninde politikanız ile bir kırılma yaratabilmekle başlar. Taşı eline almak eni sonu bir zorunluluksa, bu da en az onun kadar önemli bir diğer zorunluluktur. Küçük burjuva geleneksel devrimci akımların ise bunu bu biçimiyle kavrayamadığı açıkça ortadadır. Küçük burjuva radikalizmi kendi hastalıkları ile hesaplaşmadığı müddetçe militanlık da onun için bedel ödemek ve ödenen bedeller üzerinden hesap yapmaktan öteye gidemeyecektir. Zira kimi reformist akımlar da bu çerçevede bir militanlık sergileyebilmektedirler. Hatta sistematik bir siyasal faaliyet söz konusu olduğunda reformist akımlar alanda öne çıkmaktadırlar.

24

Reformizm karşısında devrimcilik iddiası, esasen düzeni ortadan kaldırmak ve onun bilimsel alternatifini ortaya koymak zorundadır. Bu ideolojik açıklığın kendini eyleme yansıtması

kaçınılmazdır. Bu bağlamda devrimci bir hareket için düzenin mücadele yöntemleri belli noktalarda ayrışır. Ancak buna geçmeden önce reformizmin karşısında devrimci eylemin söylem ve biçim bakımından durumuna bakmak gerekir.

Söylemin burada kitlelerin ufkunu düzenin sınırlarının ötesine taşıyacak güçte olması gerekir. Biçim olarak da düzenin öne sürdüğü kalıplara sıkışmayarak, gücünü meşruluğundan alan militan eylemliliklerle kitlelerin dinamizmini devrimci bir mecraya akıtmalıdır. Şimdi düzenin bunlar karşısında saldırılarına gelecek olursak, öncelikle devrimci hareketlerin toplam toplumsal muhalefetten ayrı bir yerde tutulduğunun bilincinde olmak gerekir. Düzenin baskı ve terörü karşısında sarsılmaz dava insanları her türlü zoru göze alarak arkalarında değerli bir kültür ve miras bırakarak ilerlerler. Bu yolda tutsaklık ve şehitlik kuşkusuz ki önemli kilometre taşlarıdır. Devrime ve sosyalizme olan bağlılığın taçlanacağı bu anların, elde taşınan bayrağa leke sürülmeden karşılanması gerekmektedir.

Ancak bu noktadan itibaren herhangi bir karşılaştırma yapmadan devam edeceğiz. Ne var ki belirtmek de gerekir ki, bunu yapmak geleneksel solun içinde debelendiği karmaşanın kaçınılmaz sonucudur. Şüphesiz ki, küçük burjuva akımlar içinde devrimcileşen unsurlar öyle veya böyle bunları bir yere kadar çözerek ilerler. Ama bir kültür olarak bunun genelleştiğini söylemek bugün Yürüyüş dergisinde yayınlanmış yazı göz önüne alındığında mümkün değildir.

Tutsaklık ve şehitlik üzerine söyleneceklerin ilk bölümü özce budur. Bunların üzerine ikinci ve daha önemli bir nokta ise devrimci bir hareket için kaçınılmaz ve son derece önemli nokta ise bunların yine bir bütünlük içinde anlam taşıdıklarıdır.

Devrimci kimlik açısından içeride ve dışarıda sarsılmaz bir irade ve mücadeleye bağlılık belirleyicidir. Zindanlara başı dik girmek bir onurdur, daha büyük bir onur ise Türkiye'de devrimci hareketin destanlaşmış direnişleri yanında zindanları devrimci kimliğin bilendiği, siyasal yaşamın sürdüğü alanlar olarak değerlendirmektir. Mücadeleye düşünsel ve pratik anlamda katkı sunmak devrimci bir tutsak için ayrı bir onurdur. Tüm bunlarla birlikte açıktır ki, tutsaklarımızı vitrine çıkararak devam etmeyeceğiz. Tutsaklık ve elbette ki mücadele bayrağına leke sürülmeyen bir tutsaklık devrimciliğin kaçınılmaz ve onurlu bir yönüdür, ancak tek ölçütü değil. Marksizm’in ve Leninizm’in anlaşılması için sarf ettiği çaba yetersiz kalan, doğallığında diyalektik materyalizmden anlamayan geleneksel sol için olayların ve kavramların arasındaki bağlar kopuktur. Bu tarihsel olarak söz konusu siyasetlerin ortaya çıkışında hareketin kendini sorgulamak, ideolojik bir arayış içine girmek ihtiyacından yoksun oluşu ile de yakından ilintilidir. Olduğu gibi referans gösterilen '70'ler, ilkin devrimci hareket açısından '60'lara nazaran bir cehalet dönemidir. İkinci olarak ise ideolojik temelini olduğu gibi bağrında taşımaktadır. THKP/C geleneğinden gelenler için bu yönüyle bugün gelinen nokta üzerine söylenmesi gerekenler esasen tarihi miras içinde oldukça gerilere uzanmaktadır. Tekrarlanan laflarda bir bütünlükten,


ideolojik bir güçten bahsedilse de, yazıya dökülenler tüm açıklığı ile bu zaafı ortaya koymaktadırlar. Tutsaklığın ve devrimciliğin bir göreliliği yoktur. Bu bakımdan kıyaslamaya açılacak bir yanları da yoktur. Yanısıra ise bunların kitleler karşısında da bütünlüklü bir siyasal faaliyet olmaksızın popülist bir merak olmanın ötesinde bir anlamı da olamayacaktır. Devrimcilerin omuzlarında bugün meşru ve militan bir hareketi büyütmenin yükü durmaktadır. Bugün bulunduğumuz alanlarda siyasal faaliyete dönük baskıları göğüslemek, gençlik hareketinin önündeki engelleri aşmak için emek harcamak ile yükümlüyüz. Militanlık bu yolda en büyük kazanımı elde edebilmek için seferber edilmeli hareketin eksiklerini kapatmak için kullanılmalıdır. Bugün önümüzde sistemli bir siyasal faaliyet yürütmek, kitlelere devrim ve sosyalizm çağrımızı götürmek durmaktadır. Devrimcilerin üzerine düşen bu tablo içinde gerekeni yapmak ve gençlik hareketinin önündeki engelleri aşmaktır. Yapacağımız tüm tartışmalar da bu amaca hizmet edecektir.

Geçmişi doğru değerlendirmek bugünü kucaklayabilmenin temel halkasıdır!

Bu topraklardaki devrimci mücadelenin tarihsel kesitlerinde öne çıkan yanlara kısaca değinerek yazımızı sonlandıracağız. Türkiye’deki sol harekete bu kısa bakış, geleneksel sol akımların bu tartışmalarının arkasında yatan ideolojik zaaflarını da tariflemeye çalışacaktır. Toplumsal muhalefetin en görkemli dönemlerinde Türkiye siyasal hayatına damgasını vuran küçük burjuva devrimciliği ardında eşsiz bir deneyim, unutulamaz bir sosyal hafıza ve büyük bir miras bırakmıştır. '80 askeri faşist darbesi devrimci yükselişi sadece karşı devrim dalgası ile karşılamamış aynı zamanda bir dönemin de kapanmasında rol oynamıştır. Bu dönemle birlikte sol hareketin kitle bağları, kitleler arasında devrim ve sosyalizm sempatisi geriletilmiş ve kazanılmış mevziler ile birlikte örgütlülükler dağıtılmıştır. Ardından ise çok yönlü bir hazırlıkla yeni bir devrimci yükselişe dönük çarpıcı önlemler alınmaya başlanmış, deyim yerindeyse düzen gemi azıya almıştır. Ancak bu dönemle birlikte aynı zamanda Türkiye'de küçük burjuva devrimciliği de tarihsel misyonunu yerine getirerek miadını doldurmuştur. Bugün ise bu mirasın değerini bilmek sorumluluğu durmaktadır. Türkiye devrim tarihinde sırasıyla burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi/devrimciliği dönemleri kapanırken, bugün önümüzde proletarya devrimciliği dönemi uzanmaktadır. Bu sadece ideolojik bir önsöz farkı değil, bir kültür, bir devrimci kimlik ve bir bakış meselesidir. Buna geçmeden önce belirtmek gerekiyor ki, toplum yasaları böylesi dönemsel geçişleri devir teslim töreni ile ilan edip bıçakla keserek herkesin anlayabileceği bir çizgi tutmuyor. Hatta örneklemek gerekirse- burjuva sosyalizmi tarihsel olarak '71 devrimci kopuşu ile ömrünü tamamlasa da, bugün kimi parlementerist yapılarda halen bir hareket zemini bulmakta, hatta var olmaya devam etmektedir. Üstüne üstlük kitleselleşebilmektedir. Peki, bu onun miadını doldurduğu gerçeğini

değiştirir mi? Cevap tarihte gizli. Su götürmez biçimde geçerliliklerini yitirmiş siyasal çizgiler bugün var olabilirlerse burjuva sosyalistleri neden var olamasınlar? Küçük burjuva geleneksel devrimci akımlara gelince, '80 yenilgisi ardından onlar da kesin olarak tarih sahnesindeki başrollerini tamamlamışlardır. Artık sahnede uzunca kalıyor olmaları onların geri planda oluşlarını değiştirmez. Ne var ki bu ancak, '80 yenilgisinin örgütsel ve politik sorgulamasını ideolojik bir düzlemde sürdürebilenler tarafından kavranır. Bunu gerçekleştiremeyenlerin ise bir geleceği olamaz. '80 yenilgisi ardından legalizm dalgası ile reformizm bataklığının derinleştiği, solukların tükendiği bir dönemde mücadele sorgulanır olmuşken devrimci çizgide ısrar edenlerin hakkını saklı tutarken şunu sorgulamak yerindedir: Zamanın akışı içinde maddenin devinimi her şeyi yıkıp yeniden var ediyor ve değişime direnmek bu devinimi kavrayamayanlar için yokoluş anlamına geliyor. Kısacası devrimci çizgilerinde ısrar edenler yenilginin kaynağını oluşturan nedenleri sorgularken, yıkıp yeniden yaratma cüreti gösteremeyenler ellerinde olanı da kaybetmeye mahkumdurlar. Ancak belirttiğimiz gibi toplumun gelişme yasalarını kavramak devrimci olmanın temel koşuludur. '89 bahar eylemliliklerinin de etkileriyle sol hareket için bir toparlanma yanılsaması oluşması anlaşılabilirdir. Zira yenilgi ardından siz örgütünüzü, ideolojinizi ve politikanızı sorgulamamışsanız, kendinizi yeniden inşa etmediyseniz '89 çıkışını da, serhıldanları da, '95 semt hareketliliği de sorunlarınızı aşmak için yeterli olamaz. '95 Gazi Direnişi geleneksel çizgiye olan güven tazeleme ihtiyacını bir nebze giderse de artık bir dönemin kapandığı, küçük burjuva katmanların soluklarını tükettiği gerçeğini değiştirmez. Artık bir dönem kapanmıştır, o dönemin alışkanlıkları ve kültürü de artık miadını doldurmuştur. Geri dönersek, küçük burjuva devrimciliği döneminin kapanmış olması ile birlikte, ortak mirası samimice irdelemek bizi kaçınılmaz olarak yeni bir kültüre, ileri bir devrimci kimliğe ve bakışa götürür. Bu artık sınıf devrimcilerinin çizgisidir. Küçük burjuva radikalizminin her türden hastalığına karşı mücadele eden, onun marksizmi kavramaktan uzak popülist eğiliminden uzaklaşan bu çizgi doğallığında reformizm ile ayrımını, bunların kavranması ölçüsünde koyabilir.

Gençlik hareketi geçmişi ile yüzleşirken geride bıraktığı dönemin özeleştirisini vermekle yükümlüdür. Bugün sınıf devrimciliğinin ideolojisi ve kültürü ile kavranması hepimizin önünde bir görevdir. Geleneksel sol hareketler içinde küçük burjuva devrimciliğinin tüm sorunları bugün çözümsüz bir biçimde hareketin önünde dururken komünistler açısından çözüm yolu işçi sınıfını ve emekçileri militan ve meşru bir hareket etrafında politikleştirmek ve devrimci ideoloji ile tanıştırmaktan geçmektedir. İşçi sınıfı ve eylemi nasıl ki küçük burjuva devrimciliği döneminin kapanmasında turnusol görevi görüyorsa, gençlik içinde de proletaryanın kızıl bayrağı geleneksel solun kültürünü aşmamızda bir manivela olacaktır. Ekim Gençliği

Gençlik hareketi geçmişi ile yüzleşirken geride bıraktığı dönemin özeleştirisini vermekle yükümlüdür. Bugün sınıf devrimciliğinin ideolojisi ve kültürü ile kavranması hepimizin önünde bir görevdir. Geleneksel sol hareketler içinde küçük burjuva devrimciliğinin tüm sorunları bugün çözümsüz bir biçimde hareketin önünde dururken komünistler açısından çözüm yolu işçi sınıfını ve emekçileri militan ve meşru bir hareket etrafında politikleştirmek ve devrimci ideoloji ile tanıştırmaktan geçmektedir.

25


Avrupa'da gençlik sokaklarda!

Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da saldırılar eğitim reformu adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İngiltere'de hükümet “reform” kapsamında, daha acil ihtiyaçlara bütçe ayrılması gerektiğini öne sürerek harçları 3290 sterlinden 9 bin sterline çıkardı. Benzer şekilde Avrupa'nın pek çok ülkesinde kemer sıkma politikaları doğrultusunda gerçekleşen “eğitim reformları”yla eğitime ayrılan bütçelerde kısıtlamaya gidilmektedir.

26

Avrupa'da son dönemde işçiler, emekçiler ve öğrenciler cephesinden yaşanan hareketliliğin gerisinde kapitalizmin krizi vardır. Avrupa Birliği krizi bahane ederek önlem paketi adı altında kazanılmış temel haklara saldırmakta, böylece krizin faturası emekçilere ve onların çocuklarına kesilirken sosyal hakların son kırıntıları da süpürülmektedir. Bu kapsamda işçi ve emekçilerin başta sağlık ve emeklilik güvencesi gibi temel haklarına saldırılırken, bu yıkım projelerinin üniversitelere yansıması eğitime ayrılan bütçelerde kısıtlamalara gidilmesi ve bununla paralel olarak harç miktarlarının arttırılması şeklinde olmaktadır. Avrupa'da bu saldırılar karşısında işçi ve emekçilerin cevabı grev ve genel grev olurken öğrenciler de kitlesel gösteriler ve üniversite işgalleri ile saldırılara boyun eğmeyeceklerini gösteriyorlar.

“Eğitim reformu” adı altında kapsamlı saldırılar

Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da saldırılar eğitim reformu adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İngiltere'de hükümet “reform” kapsamında, daha acil ihtiyaçlara bütçe ayrılması gerektiğini öne sürerek harçları 3290 sterlinden 9 bin sterline çıkardı. Benzer şekilde Avrupa'nın pek çok ülkesinde kemer sıkma politikaları doğrultusunda gerçekleşen “eğitim reformları”yla eğitime ayrılan bütçelerde kısıtlamaya gidilmektedir. Ancak kriz bahane edilerek emekçilerden ve onların çocuklarından kemer sıkmasını ve daha fazla fedakarlık göstermelerini bekleyen hükümetler, kamu kaynaklarını da

kapitalistlere aktarmaktadırlar.

Egemenlerin bu pervasızlığı karşısında İngiltere'de onbinlerce öğrenci harçlara yapılması planlanan zamlara karşı ard arda kitlesel gösteriler düzenledi, üniversite işgalleri gerçekleştirdi. Eylemlerde hükümet binasının hedef alınması, veliaht prensin ve eşinin aracına yumurta ve boya atılması öğrencilerin asalak burjuvazi ve onun sözcülerine duydukları öfkenin göstergesi oldu.

İtalya'da da onbinlerce öğrenci Başbakan Berlusconi'nin Temsilciler Meclisi'ndeki güvenoylaması sırasında sokakları doldurarak hükümetin hayata geçirmeye çalıştığı eğitim harcamalarında kısıtlamaya gitme kararını protesto etti. 23 Aralık'ta gerçekleşen protestolarda ise yaşanan polis terörü, “Siz kırmızı bölgede yalnızsınız, bütün Roma bizim” yazılı pankartlarla protesto edilirken hükümete “Eğer geleceğimizi esir alırsanız, biz de bu şehri ablukaya alırız” denildi. Öğrenciler yolları, meydanları, otobanları işgal ederek hayatı kilitlediler, taleplerini ortaya koydular. Hollanda ve Yunanistan da benzer öğrenci eylemlerine sahne oldu. Hollanda'da hükümetin ikinci üniversitesini okuyan öğrencilerin eğitim masrafını karşılamamak ve okullarını uzatan öğrencilerin binlerce Euro ceza ödemesi ve öğrencilere ayrılan ödeneklerin kesilerek kredi almalarının teşvik edilmesi gibi kararları da protesto edildi. Pek çok şehirde kitlesel gösteriler gerçekleştirilirken 21 Ocak'ta ders boykotu kararı alındı. Yunanistan'da da hükümetin krizi bahane ederek uygulamaya koymaya çalıştığı kemer sıkma politikalarına karşı öğrenciler tepkilerini gösterdi. Başta Atina olmak üzere sokaklara dökülen öğrencilerle polis arasında çatışmalar yaşandı.

Tepkiler dünyaya yayılıyor...


Avrupa'da üniversite öğrencilerinin eğitimde yıkım politikalarına karşı başlattıkları eylemliliğe paralel olarak Arjantin ve Porto Riko'da da benzer eylemler yaşandı. Porto Riko'da öğrenciler harç zamlarına karşı Polisten Ünversitesi’ni işgal ederken Arjantin'de de hükümetin eğitim yasasını protesto eden öğrenciler polisle çatıştı. Bu örnekler bize kapitalizmin dünya ölçeğinde krizinin faturasını emekçilere ödetme politikasına karşı öfkenin sokaklara taştığını göstermektedir. Bugün Avrupa'da sınıf mücadelesine dönük tüm baskı ve oyunlara rağmen yüzbinleri sokaklarda görmek önemlidir. Kitlelerin arasında sosyalizm sloganlarının belirgin bir yer tutması, kapitalist sömürünün lanetlenmesi ve burjuva iktidarların hedef alınması da son derece anlamlıdır. Ne var ki, asıl önemlisi bunun bir saman alevi olarak kalmaması Avrupa'da kaybedilmiş mevzilerin ele geçirilmesi, örgütlülüğün bir adım ileri taşınabilmesi, mücadelenin önündeki engellerin aşılmasıdır. Yaşananlar bunun bu yönde önemli imkanların varlığını ortaya koymaktadır.

Hareketin gücü örgütlülükten geliyor

Avrupa'da kitlelere eylem gücünü veren örgütlülük olmuştur. Benzer uygulamaların benzer bir hoşnutsuzluğu yarattığı Avrupa’da üniversite ve lise işgalleri, kitlesel militan eylemlerin örgütlenmesinde geniş tabana sahip gençlik örgütleri ve öğrenci sendikaları önü çekmiştir. Bu da önümüzdeki süreçte mücadeleyi büyütürken aşmamız gereken bir başka önemli noktaya işaret etmektedir. Burada Avrupa'da gençlik ile kurduğumuz bağın bir diğer yanında ise kuşkusuz şu yatmaktadır: Orada başlatılan eylemliliğin yarattığı etki açıktır. Türkiye'de benzer bir süreci başlatabilmek de kuşkusuz ki uluslararası anlamda aynı etkiyi besleyecektir. Bugün bunu gerçekleştirebilmemiz için önümüzde uzanan yol oldukça uzun olsa da, bugünden bunun bilincine sahip olmalıyız.

Mücadeleyi yayma olanakları

Yaşanan tüm gelişmeler umut vericidir. Zira uzun yıllardır sessizliğe gömülen sınıf bölükleri ve

gençliğin uyanışı sistemin çözümsüzlüğünün en açık ifadesi olmuştur ve ideolojik karşı saldırının başarısızlığını ortaya koymuştur. Unutulmamalıdır ki, kapitalizmin neo-liberal politikaları açısında Avrupa ileri bir örnektir. Bunların bir ayağı kuşkusuz ki ideolojiktir. Bugün Avrupa geçmiş birikimlerinden uzak düşmüş olsa da başlayan hareketin içinde sosyalizm bayrağının yükseltiliyor oluşu, aynı ideolojik saldırının hedefindeki diğer coğrafyalar ve işçi sınıfı için üzerinden atlanamayacak bir noktadır. Avrupa'da yüzbinleri sokağa döken yasalar bir anlamıyla Türkiye ve benzer coğrafyalarda da emekçileri ve gençliği beklemektedir. Gençlik açısından bakacak olursak Türkiye'de Avrupa'ya kıyasla daha geç açılmış ve görece daha geriden takip eden Bologna Süreci öğrencilerin tepkisini toplamaya başlamışken, önümüzde kitlesel bir gençlik hareketinin mayalanabileceği koşullar bulunmaktadır. Bunun için Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerdeki gençlik mücadelesinin konusu olan saldırıları da çalışmamızda işleyebilmeliyiz. Öyle ki, bugün YÖK başkanı ve rektörlerin koşulsuz itaat ettikleri politikaları hayata geçirildikleri Avrupa'da çoktan iflas etmiştir ve bugün burjuva iktidarı onları karşımıza çıkartmaktadır.

İşçi sınıfıyla birleşme zorunluluğu

Avrupa'dan dünyaya yayılan öğrenci eylemliliklerinin başarıya ulaşması ise ancak krizin faturasını ödemeyi reddeden işçi ve emekçilerin verdiği mücadeleyle birleştirilmesiyle mümkün olacaktır. Yakın geçmişe bakıldığında bugün yanan ateşin ilk kıvılcımlarının İngiltere'de korsan grevlerde, Fransa'da rehin alma ve fabrika işgal eylemlerinde çakıldığı açıktır. O günlerde meşruluğu ile kitlelerin sempatisi kazanmış bu eylemlerin yarattığı ortamda, gençlik bugün üzerine düşeni yapmaya başlamıştır. Ancak açıktır ki, Avrupa'da işçi sınıfı mücadelesi ile buluşmayan bir gençlik hareketi bugün yarattığı dinamikleri uzun süre koruyamayacaktır. Bugün bu gerçek bizlerin de önünde duran sorumluluğa ışık tutmaktadır. Yarattığımız hareketliliğin sınıf mevzileri ile ilişkisinin kurulması, buradan çıkaracağımız en somut sonuçlardan biri olmalıdır.

Avrupa'da yüzbinleri sokağa döken yasalar bir anlamıyla Türkiye ve benzer coğrafyalarda da emekçileri ve gençliği beklemektedir. Gençlik açısından bakacak olursak Türkiye'de Avrupa'ya kıyasla daha geç açılmış ve görece daha geriden takip eden Bologna Süreci öğrencilerin tepkisini toplamaya başlamışken, önümüzde kitlesel bir gençlik hareketinin mayalanabileceği koşullar bulunmaktadır.

27


Anti-emperyalist mücadeleyi yükseltelim! Kamuoyu Wikilaks adlı sitenin adını, ilk olarak Amerikan emperyalizminin Afganistan’daki suçlarıyla ilgili 7 bin kirli belgenin ifşa edilmesi ile duydu. Ertesi günlerde de ardı adına emperyalistlere ve suç ortağı olan diğer ülkelere ve aralarındaki “uşaklık” ilişkisine dair belgeler dökülmeye devam etti. “Gizli” olduğu iddia edilen belgeler, aslında yıllardır ilerici ve devrimci güçler tarafından bilinen emperyalistlerin kirli ve kanlı faaliyetlerinin tesicillenmesinden başka bir şey değildi.

Bugün öğrenci gençliğin anti-emperyalist bir mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Türkiye’de öğrenci gençliğin tarihi, emperyalizme karşı kararlı ve militan bir mücadelenin örnekleriyle doludur. 6. Filo’nun kovulması, Amerikan “kasabı” Komer’in aracının yakılması gibi örnekler hala da hafızalardadır.

28

Bu belgelerle birlikte emperyalistler ve uşakları arasındaki ilişkilerin durumu da bir kez daha görülmüş oldu. Örneğin belgeler de açık biçimde göstermiştir ki sermaye devleti büyük ölçüde ABD Ankara Büyükelçiliği tarafından yönetilmektedir. Öyle ki, burjuva siyasetinde kilit noktada duran kişiler ABD Büyükelçiliği önünde kuyruk oluşturmuşlardır. Bu belgeler Türkiye’de hükümet olmanın ABD kapısından geçtiğini, AKP hükümetinin de bu kapının sadık bekçilerinden birisi olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Emperyalist güçler ve sadık uşakları belgelerin ortaya çıkmasının ardından paniğe kapıldılar. Onlar, zaten bilinen gerçeklerin açığa çıkmasından değil, aslında milyonların öfkesi ve tepkisinin büyümesinden korkuyorlar. Onlar işçi sınıfının ve ezilen halkların birleşik mücadele ile emperyalistlerin dünya üzerindeki egemenliğini yerlebir etmesinden korkuyorlar. Ondandır ki, silahlanmayı her geçen gün daha fazla artırıyorlar, ondandır ki baskı ve terörü tırmandırıyorlar, ondandır ki, kendilerine “kalkan” oluşturuyorlar.

Evet, ülke yöneticileri emperyalizme olan bağlılıklarını füze kalkanı projesine onay vererek ve ülke topraklarını emperyalizme ve siyonizme kalkan yaparak bir kez daha göstermiştir. Tüm bunlarla birlikte son dönemde sıklıkla söz edilen eksen kayması gibi bir şeyin söz konusu olmadığı, sermaye devletinin emperyalizmin ekseninden milim şaşmadığı ortaya ilan edilmiştir. Bizler biliyoruz ki bu işbirlikçi takımının emperyalistlere kafa tutması mümkün değildir. Bugün için sermaye devletinin emperyalistlerle ilişkilerine son verme gibi bir niyeti de yoktur.

Kitlesel ve militan bir mücadele verilmeden emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak mümkün değildir. Emperyalizmden kurtulmanın tek yolu ise kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalist işçi-emekçi iktidarını kurmaktan geçer.

Bugün öğrenci gençliğin anti-emperyalist bir mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Türkiye’de öğrenci gençliğin tarihi, emperyalizme karşı kararlı ve militan bir mücadelenin örnekleriyle doludur. 6. Filo’nun kovulması, Amerikan “kasabı” Komer’in aracının yakılması gibi örnekler hala da hafızalardadır. Aynı zamanda, gençlik, on yıllardır yok edilmeye ve teslim alınmaya çalışılan Filistin halkının yanında safını net bir şekilde almıştır. 71 devrimci kuşağının ardından gelen kuşaklar da bu mirasa dayanarak, anti-emperyalist mücadelede etkin bir rol üstlenmişlerdir.

Öğrenci gençlik olarak, geçmişin mirasından güç alarak, anti-emperyalist mücadeleyi büyütelim, ezilen halkların isyanına ve direnişine sahip çıkalım.


Gençliğin mücadele tarihinden bir yaprak...

Yüreklerdeki ateş Komer’in arabasını yaktı...

41 yıl önce, 6 Ocak 1969... Yer ODTÜ... Öfke büyür ve yüreklerdeki bağımsızlık ateşi ile Komer'in otomobili yakılır....

Emperyalizmin dört bir coğrafyada geriletildiği bir dönemdir 60'ların ikinci yarısı. Sermaye düzeninin beslemeleri ise düzeni savunmak ve sömürüyü sürdürmek için kardeş halkların üzerine salınmaktadır. “Kasap” olarak anılan CİA ajanı Robert Komer de bu faşist cellatlardan biridir.

Komer kendisini vareden düzenin devamı için üzerine düşen her göreve koşmuş ve görevini de başarıyla yerine getirmiş bir katliamcıdır. Güney Vietnam'dan emperyalist işgale direnen Vietkonglar’ın kanı ellerinde bulunan Komer'in yeni durağı Türkiye'dir. Beyaz Saray tarafından ABD Ankara Büyükelçiliği görevine getirilen “kasap” yeni görev alanı olan Türkiye'ye, kardeş halkların ve işçi sınıfının üzerine salınmıştır. “Barışı korumak” yani emekçilerin dilindeki tercümesi ile kıyımlar yapmak, karşı devrimi tezgâhlamak, işkence tezgahlarını geliştirmek görevini üstlenen birçok kontragerilla şefi gibi Komer'in de görevi aynıdır. Bu görev emperyalistlerce 'özel harekât' (special operation) olarak anılmıştır.

Komer, Vietnam’da Amerika'nın işgaline karşı özgürlüklerini savunan, Vietkonglar'ın pasifize edilmesi üzerine ortaya attığı parlak fikirlerle dikkat çekmiştir. Emperyalist şeflerin gözüne giren Komer Vietnam'da Milli Kurtuluş Hareketi'ne karşı yürütülen sindirme hareketinin yöneticiliğine getirilmiş, Vietnam halkının cellâdı olmuştur. Komer misyonunu şöyle özetlemektedir: “Komünistleri kendi oyunları ile yeneceğiz, horozlarını boğazlayacağız, gerekirse kadınları ve çocukları da; bu, komünistlerin halk üzerindeki etkisini silene dek sürecek... Artık bir insan sadece Vietkong'a benzese bile, bu onun öldürülmesine ya da kampa konulmasına yetecektir ve bu iş, halkın, kendi hükümetiyle işbirliği yapmasını öğrenmesine dek böyle devam edecektir.”

Komer, kendisine yöneltilen protesto gösterilerini ciddiye almadığını göstermek veya protestonun ciddiyetini test etmek üzere 1969 model 'Cadillac' marka, siyah renkli, 06 CA 001 plakalı makam otomobiliyle, 6 Ocak 1969 Pazartesi günü, saat 12.30'da o dönemki rektör Kemal Kurdaş’ın yemek daveti üzerine ODTÜ'ye gelir. Gözlerine inanamayan, gökte aradıkları Komer'i yerde bulan öğrenciler ilk şaşkınlıkları geçer geçmez bu inanılmaz olayı tüm kampuse duyururlar.

Komer'in otomobilini ilk olarak, rektörlüğün hemen yanında ve karşısında olan kantin, kütüphane ve kimya laboratuvarının olduğu yerde bulunan öğrenciler fark eder. Bazı öğrenciler Komer'in ODTÜ'ye geldiğini arkadaşlarına haber vermek için yurtlara koştururken, Mimarlık Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Hamid Yakup isimli İranlı bir öğrenci de, ODTÜ SFK'ye giderek, arkadaşlarına “'Haberiniz var mı? Komer'in otomobili rektörlüğün önünde” diye seslenir.

Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, İrfan Uçar, Halil Çelimli, Yusuf Aslan, Tuncay Çelen, Mehmet Akın Atauz, İbrahim Seven, Ulaş Bardakçı, Mete Ertekin, Sait Big, Serdar Haybat, Taylan Özgür ve birkaç öğrenci hızla olay yerine giderler. Öğrenciler ODTÜ rektörlük binası önünde park etmiş ABD büyükelçisinin makam otomobilinin yanına gelerek şoför Nidai Cemal'den, kapı ve kontak anahtarlarını isterler. Şoför, anahtarları vermez. Bunun üzerine öğrenciler arabayı taşa tutarlar. Rektörün de içinde olduğu bir grup, öğrencileri engellemeye çalışırlar. Rektör Kurdaş'ın uzaklaşmasından sonra öğrenciler önce Komer'in otomobilini ters çevirir sonra da ateşe verirler. Binlerce ODTÜ'lü ateş alan otomobilin etrafında Amerikan emperyalizmini, Komer’i ve Komer'in ODTÜ'ye gelmesine izin veren Rektör Kurdaş'ı saatlerce protesto ederler.

ODTÜ Direniş Komitesi'nin bülteninde şu satırlar yer alır: “6 Ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi arabayı sarıverdi.” ABD elçisi Komer ise yaptığı basın açıklamasında şunları söyler: “Müttefik bir ülkenin temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği bir sırada, otomobilinin ufak bir müfrit grup tarafından ateşe verilmesi gerçekten üzücü bir husustur.”

ODTÜ'de Komer'in arabasının neden yakıldığı devrimci öğrenciler tarafından da toplumun birçok kesimine anlatılır. Emperyalizme geçit vermeyeceklerini dile getiren devrimci öğrenciler tutuklanır. Ancak “ufak bir müfrit grup” olarak lanse edilmeye çalışılan bu devrimci öğrenciler başta ODTÜ öğrencileri olmak üzere toplumun birçok kesimi tarafından sahiplenir. 3000 ODTÜ öğrencisi rektörlüğe “Komerin arabasını biz yaktık” diye dilekçe verir. “Ya derhal tutuklu arkadaşlarımız serbest bırakılsın ya da bizleri de tutuklayın” demektedirler. Bununla birlikte toplumsal destek de artmaktadır. Bunun sonucunda tutuklanan öğrenciler sadece “toplu ızrar” suçundan altı ay ceza alarak tahliye edilir. Tahliyeden ve sonrasında gelişen anti-emperyalist gösterilerin sonucunda ABD Komer'i geri çekmek zorunda kalır. Böylelikle “Honçho” (kasap-işkenceci) olarak adlandırılan Vietnam Pasifikasyon uzmanı ve CIA ajanı Komer'in kısa süren Türkiye macerası 7 Mayıs 1969’da sona erer.

Komer'in arabasının yakılması, gerçekten de bir dönüm noktası olmuştur. O sırada Vietnam Savaşı vahşi bir şekilde devam etmekte ve devrimci gençlik, direnen Vietnam halkının yanında yer almaktadır. Yüzbinlerce insanın yaşamına mal olan ABD istilacılığı, dünyanın dört bir yanında tepki gördüğü gibi Türkiye'de de tepki görmekteydi. Bu tepkiye ABD halkı da katılınca büyük bir direniş cephesi oluşmuştur. Yani aslında, ODTÜ’de o gün yakılan Komer'in arabasından yükselen emperyalizme karşı gençliğin yükselttiği mücadele ateşidir. ODTÜ Ekim Gençliği

29


Kavel, Tariş, Zonguldak...

İşçi sınıfının ülkeyi sarsan büyük eylemleri… İşçi sınıfı tarihinde yeralan bazı direnişler, hem sınıf hareketinin genel durumunda, hem de toplumsal-siyasal yaşamda derin izler bırakmıştır. Burada bu türden direnişler içerisinden bu ay içerisinde gerçekleşmiş olanları anlatmak istiyoruz.

28 Ocak 1963 Kavel direnişi

12 Eylül darbesiyle önü açılan siyasal şartları değerlendiren burjuvazi işçi sınıfının haklarını gasbetmiş onu koyu sömürü şartlarına mahkum etmişti. Ancak işçi sınıfı ’86’dan itabaren bu durumu değşitirmeye başlamış ve ’90 yılında büyük kitlesel grevlerle ileri bir mecraya ulaşmıştı. İşte bu koşallarda gerçekleşen Zonguldak madenci yürüyüşü bu hareketin doruk noktası oldu.

30

İstanbul İstinye’de kurulu bulunan Kavel Kablo fabrikasında çalışan Maden-iş Sendikası’na üye 170 işçi ikramiyelerinin ve fazla mesailerinin ödenmemesini, sendikadan istifa etmeleri için uygulanan baskıları ve işten atılmaları protesto etmek için iş bırakıp tezgah başında oturma eylemi gerçekleştirdiler.

Direnişin üzerine patron da karşı hamle yaparak işçilerin işine son verildiğini duyurdu. İlerleyen süreçte işçilerle polis arasında çatışmalar yaşandı. Çatışmaların ardından 4 işçi hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Kavel direnişi pek çok fabrika işçisi tarafından desteklendi. Direnişte bulunan işçiler için dayanışma kampanyaları gerçekleştirildi. İşçilerin mücadelesi ve sınıf dayanışması düzeni zorladı.

Direnişin ilerleyen günlerinde sürdürülen görüşmeler doğrultusunda 4 Mart günü işçiler işbaşı yaptı. Direniş sonrası 12 işçi tutuklanmış pek çok dava açılmıştı. 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nda yer alan bir madde ile yasanın çıkışından önce grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin davaları düşmüştü. Yasadaki bu madde “Kavel maddesi” olarak tarihe geçmişti. İşçi sınıfının grev hakkı uğruna mücadelenin çok önemli bir mevzisi olan Kavel direnişi işçi sınıfı tarihine altın harflerle yazılmış oldu.

10 Mart 1965 Zonguldak Kozlu direnişi

Yoğun sömürü ve baskılar karşısında Zonguldak’ta maden işçilerinin iş bırakması jandarma baskısıyla ezilmeye çalışıldı. Fakat işçiler boyun eğmediler. Çeşitli ocaklarda yapılan militan eylemlerin son durağı Kozlu’ydu. Kozlu ocağında çalışan maden işçileri iş bıraktılar ve öfkelerini ileri biçimlerde ifade ettiler. Bunun

üzerine işçilerin üzerine jandarmanın ateş açması sonucunda 2 işçi hayatını kaybetti. Kozlu’ya yürüyen maden işçilerinin üzerinden savaş uçakları yakın uçuş yaparak tacizlerini sürdürdü. Devlet işilerin öfkesini ancak sıkıyönetim ilan ederek bastırabildi.

Tariş direnişi

1960’lı yılların başlarından itibaren kendini gösteren işçi sınıfı kapitalist sistemi sarsmıştı. 12 Mart muhtırasına rağmen, 70’li yılların sonuna kadar sınıf mücadelesi sendikal ve siyasal örgütlülük seviyesindeki hızlı gelişimini sürdürdü. 1970’li yıllarda da süren bu mücadelelerde 1979 yılında gerçekleşen Tariş direnişi bu dönemde sınıf hareketinin politik-militan düzeyini göstermesi bakımından özel bir yer tutar. Bu yıllarda kurulan Milliyetçi Cephe hükümeti dönemi işçi hareketine yönelik faşist saldırganlığın arttığı bir dönemdir. Bu doğrultuda devlete bağlı kurum ve işletmelerde faşist kadrolaşmaya ağırlık verilmişti. Tariş ilk hedeflerden biriydi. Ancak işçiler faşist kadrolaşmaya karşı direnişe geçtiler. Direniş İzmir’in Çiğli, Çimentepe ve Gültepe semtlerine yayıldı. İzmir Çiğli İpek Fabrikası’nın işçileri de fabrika kapılarında direnişe başlamıştı. Gerçekleşen direnişi halk da sokaklarda barikatlar kurarak desteklemişti. Devlet ise, ordusu, polisi ve zırhlı araçlarıyla “arama” adı altında büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı sonucunda 50 işçi yaralanmış, 600 işçi de gözaltına alındı. Direnişin ardından ise birçok işçi işten çıkarılmış bazı bölümler tamamen tasfiye edilmiştir.

‘91 Büyük madenci yürüyüşü

12 Eylül darbesiyle önü açılan siyasal şartları değerlendiren burjuvazi işçi sınıfının haklarını gasbetmiş onu koyu sömürü şartlarına mahkum etmişti. Ancak işçi sınıfı ’86’dan itabaren bu durumu değşitirmeye başlamış ve ’90 yılında büyük kitlesel grevlerle ileri bir mecraya ulaşmıştı. İşte bu koşallarda gerçekleşen Zonguldak madenci yürüyüşü bu hareketin doruk noktası oldu.

Maden işçileri devam etmekte olan TİS sürecinin tıkanması üzerine 30 Kasım 1990’da grev kararı almıştı. Haftalarca Zonguldak’ta sokaklarda gerçekleşen eylemlerin ardından hükümet hiçbir ciddi adım atmayınca Grevden sonuç alınamaması üzerine 4 Ocak günü 100 bin kişilik bir katılımla Ankara’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Maden işçileri ve yürüyüşe destek veren halk 4 gün boyunca Ankara yolunda yürüdü. Yürüyüş kolu Mengen’e vardığında jandarma barikatıyla karşılaşmış, sendika bürokratlarının da ihanetiyle direniş burada bitirilmişti. Ancak maden işçileri direnişleriyle bir bütün olarak ülkeyi yerinden oynatmış, egemenlerin korkularını büyütmüştü.


Kapitalizm öldürür!

Dilovası değil Kanserovası!

Kapitalizmin insanlık için ne anlama geldiği en özlü biçimde Dilovası'nda dile geliyor. Kocaeli'ye bağlı bir sanayi bölgesi olan Dilovası'nda kapitalizmin insan sağlığı ve doğa üzerinde yarattığı yıkım gözler önüne seriliyor.

Kanser vakalarının dünya ortalamasının yaklaşık 30 kat üzerinde olduğu Dilovası'nda Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun 2004 yılında başlattığı araştırmaya göre, anne ve bebeklerin kanında kadmiyum, alüminyum gibi ağır metaller bulunmakta. Dilovası bölgesinde havadaki partiküllerde ağır metallerin çok fazla olduğunu belirten Hamzaoğlu durumun vehametini şöyle ortaya koyuyor: “Dilovası bölgesindeki kanserden ölümlerin, hem Türkiye'de, hem de dünyaya oranla daha fazla sıklıkta olduğunu tespit ettik. Hava kirliliği ile ilgisini araştırdık. Kandıra ve Dilovası'nda her ay hava ölçümleri yaparak ağır metal analizlerini yaptık. Kandıra ve Dilovası'nda araştırmaya katılmayı kabul eden hamile kadınların hamileliklerini araştırdık. Doğumdan sonra da annenin sütünden ve bebeğin kakasından ilk örnekleri aldık. Sonuç, beklentilerimizi doğrular şekilde çıktı.” Yapılan incelemelere dayanarak bölgede hava kirliliğinin sebebinin aralarında Lever, Polisan, DYO, İzocam ve Çolakoğlu Metalurji gibi büyük fabrikaların da bulunduğu işletmeler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kapitalizmde insanlığın ve doğanın geleceği bir avuç kapitalistin ellerine bırakılırken bunun ne derece korkunç tablolar yaratabileceğinin bir örneği Dilovası. Dilovası'nda patronlar biraz daha fazla kar elde edebilmek uğruna hava kirliliğini önleyecek filtreleri takmıyorlar, arıtma tesislerini çalıştırmıyorlar. 2007 yılında yayınlanan TBMM Dilovası Araştırma Komisyonu raporunu değerlendiren Hamzaoğlu “Komisyon raporu yayınladığında en önemli konu sanayi kuruluşlarının kapasite artışının durdurulmasıydı. O günden bugüne kadar kapasite oranlarının artırıldığını tespit ettik. Örneğin demir çelik üretimi yapan fabrikaları ziyaret ettiğimizde 50 tonluk metal eritme potalarını 250 tona çıkarttıklarını gördük.” açıklamasını yapıyor.

Patronlar ölüm saçarak kar etmeye devam ediyorlar...

Dilovası'nda patronlar kar ederken, yağmaya açılan sahiller her geçen gün kirleniyor, bölgede hava kirliliği artıyor. Kapitalizmin kar hırsı Dilovası'ında insanlara ve doğaya ölüm getirirken, kültürel değerler de bundan nasibini alıyor. Dilovası'nda sanayi kuruluşlarının

arasında kalan tarihi eserler kaderlerine terkedilip, yağmaya açılıyor.

Diğer taraftan Dilovası bölgesi bir sanayi bölgesi olmasına rağmen işsizlik Dilovası halkının en büyük sorunlarından biri. Yarattıkları kirlilikle kendileri için ölüm saçan fabrikalarda iş bulamayan Dilovalılar'ın pek çoğu iş bulmak için İstanbul yollarına düşüyor. Hastane gibi temel hizmet kurumlarının eksikliği ise bölgenin bir diğer bir sorunu.

TBMM Dilovası Araştırma Komisyonu raporunda Organize Sanayi Bölgesi'nde (OSB) kalan Dilovası'na bağlı Yeni Yıldız ve Fatih Mahalleleri'nin boşaltılmalarını öneriyor. Dilovası'nda kanser vakalarının dünya ortalamasının yaklaşık 30 kat üzerinde olması ve “tıbbi afet bölgesi” ilan edilmesinin tartışılması, gerekli önlemlerin alınması için yeterli olmamakta. Ancak patronların iştahını kabartan alanlarda kent sağlığı bahane gösterilerek, gerektiğinde kanunlarda dahi değişiklikler yapılarak kentsel dönüşüm projeleri hızlıca hayata geçirilirken, Dilovası'nda sağlıklı yerleşim alanlarının oluşturulmaması hiç de şaşırtıcı değil.

Kanser hastalığının daha anne karnında başladığı, yeni doğan çocuklarda büyüme geriliği ve solunum yolu hastalıklarının sıkça görüldüğü Dilovası'nda tüm veriler üretimde açığa çıkan atıkları işaret ediyor. Ayrıca Dilovası'ndaki fabrikaların önemli bir kısmının üretim ve girdilerinde kanserojen maddeler kullanıldığı bilinmekte. Benzer bir durum Çorlu'da da yaşanmaktadır. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Porf. Dr. Faruk Yorulmaz, Çorlu'da kanser riskinin Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu, ilköğretim öğrencilerinde bile kanser görülmeye başlandığını söylerken, yapılan araştırmalar bunun sebebinin çevre kirliliği olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi Çorlu bölgesi de bir sanayi bölgesidir.

Kar hırsıyla kanser riskine sebep olan hava kirliliğini engelleyecek filtreleri takmayan, arıtma tesislerini kurmayan zihniyetle, yeterli rantsal değere sahip olmadığı için insanları kaderleri ile başbaşa bırakan zihniyet aynıdır. Bu zihniyet bize kapitalist sistemin vahşiliğini tüm çıplaklığı ile göstermektedir. Kapitalist sistem insanı ve insana ait olan her şeyi yok etmektedir. Dilovası'nın Kanserovası haline gelmesinin sorumlusu da bölgedeki sanayi işletmelerinin sahibi olan kapitalistler ve onların uşakları konumundaki idarecilerdir. Dilovası ile birlikte tüm insanlığın ve doğanın kurtuluşu ise insan ve doğa eksenli bir sistem olan sosyalizmin gelmesi ile mümkün olacaktır.

Kanser hastalığının daha anne karnında başladığı, yeni doğan çocuklarda büyüme geriliği ve solunum yolu hastalıklarının sıkça görüldüğü Dilovası'nda tüm veriler üretimde açığa çıkan atıkları işaret ediyor. Ayrıca Dilovası'ndaki fabrikaların önemli bir kısmının üretim ve girdilerinde kanserojen maddeler kullanıldığı bilinmekte.

31


Gençliğin ve devrimin sesi 15. yılında... İstanul Ekim Gençliği'nden 15. yıl söyleşisi... Gençliğin ve devrimin sesi Ekim Gençliği 15. yılında!

İstanbul'da Ekim Gençliği okurları 15. yıl söyleşisinde buluştular. Aralık ayı itibariyle "Gençliğin ve devrimin sesi 15. yılında!" şiarıyla çeşitli okur toplantıları ve etkinlikler örgütleyen Ekim Gençliği gerçekleştirdiği söyleşi ile taşıdığı bayrağın anlamını tartıştı ve geride bıraktığı mücadele yıllarının birikimini paylaştı.

15. yıla ve gerçekleştirilen söyleşinin kapsamına ilişkin kısa bir konuşma ile başlayan etkinlikte önce Türkiye'de gençlik hareketi tarihine ışık tutan ve günümüze uzanan mücadele deneyimini aktaran bir sinevizyon izlendi. Ardından ise komünist hareketin bağrından kopan Ekim Gençliği'nin misyonu üzerine bir sunum gerçekleştirildi. Toplumun mahkum edildiği sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin bilimsel alternatifi olan sosyalizmi kurma mücadelesini veren Ekim Gençliği'nin ideolojik bakışının güncel tablodaki karşılığı üzerine duruldu. Sunumda akademik-demokratik taleplerin önemi ve kavranış biçimi üzerine de bir başlık açıldı. Bu bölümde Ekim Gençliği'nin misyonu, devrimci önderlik sorunu ile yaratmaya çalıştığı kültür ve değerler sistemine kısaca değinildi. Kısa bir aranın ardından ise ikinci bir bölümle güncel gelişmeler üzerinden bir söyleşi şeklinde gerçekleşti. Ayrıca '80 sonrası hareketin yaşadığı sorunlar ve günümüze gelene kadar yaşanan çıkışlar yorumlandı. Bu bölümde birleşik bir mücadele ekseni ve kitleselleşme sorunu üzerine canlı tartışmalar yapıldı, görevler tartışıldı. Güncel gelişmeler ışığında Avrupa'da yükselen gençlik hareketine değinilerek, saldırılar karşısında direniş ve mücadele çağrısı yapıldı.

Ankara'da 15. yıl etkinliği

32

Gençliğin ve devrimin sesi Ekim Gençliği'nin 15. yılı vesilesiyle Ankara'da bir etkinlik gerçekleştirildi. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenler için saygı duruşuyla başlayan etkinlikte açılış konuşmasıyla

devam etti. Konuşmada, Ekim Gençliği'nin mücadele tarihi ve yarattığı birikim selamlandı. Daha sonra gençlik hareketinin durumu ve Ekim Gençliği'nin misyonunu anlatan bir sunum gerçekleştirildi. Son süreçte gençlik hareketinde ortaya çıkan kıpırdanmaların, saldırılara karşı gençlik kitlelerindeki hoşnutsuzluğun bir dışa vurumu olduğu söylendi. Tüm bu hoşnutsuzluklara rağmen halihazırda gençlik hareketinin parçalı ve dağınık bir tablosu olduğu ve bu tablonun kitlesel bir gençlik hareketi yaratmanın önündeki en büyük engel olduğu vurgulandı. Saldırıların mevcut dağınıklık ile göğüslenemeyeceği ve tek çıkış yolunun birleşik-kitlesel ve militan bir gençlik hareketini yaratmak olduğu dile getirildi. Ayrıca “Nasıl bir üniversite” başlığı tartışıldı. Sunumların ardından ise serbest kürsü bölümüne geçildi. Bu bölümde birleşik-kitlesel ve militan bir gençlik hareketini yaratmanın güncel tablodaki karşılığı ve neler yapılması gerektiğine dair canlı tartışmalar yapıldı. Yoğun bir ön çalışmayla birlikte örülecek olan kurultaylar ele alındı. Etkinlik Mamak İşçi Kültür Evi Müzik Topluluğu'nun dinletisi ile son buldu.


15. yıl mesajlarından... Sermaye düzeninin kendi yarattığı gençlik sorunlarının çözümü konusunda düştüğü acizlik tüm açıklığı ile orta yerde duruyor. Gençliğin geleceğini ve özgürlüğünü yok ediyor. Gelinen yerde bunu maskelemekten bile uzak kalıyor. Neoliberal saldırılarına baskı ve terör eşlik ediyor.

Bu saldırılarla beraber gençlik hareketi de dipten dibe mayalanıyor. Gençlik geleceğine ve özgürlüğüne sahip çıkıyor. Ancak sermaye düzenin gençliğin gelecek ve özgürlük taleplerini karşılayamayacağı açık. Bu durum, temel bir gerçeği bir kez daha hatırlatıyor: “Gençliğin çözümü devrimde, sosyalizmde!” Ekim Gençliği, tam 15 yıldır, köhnemiş sermaye düzenin yıkıntıları altında ezilen gençliğe devrimin sesini taşıyor. Sınıftan aldığı güçle ve sınıfın devrimci partisinin önderliğinde gençlik içerisinde proletarya sosyalizminin bayrağını dalgalandırıyor. Bugün, 15 yıldır bu bayrağı layığıyla taşıyabilmiş olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Devrimin ve devrimin öncüsünün sesini kesintisiz bir biçimde gençlik içerisinde haykırabilmenin onurunu yaşıyoruz.

Ekim Gençliği’nin 15. yılında taşıdığımız bu gurur ve onurun coşkusuyla tüm yoldaşları selamlıyor, çalışmalarında başarılar diliyorum. Bursa’dan bir Ekim Gençliği okuru

***

15.yılını kutlayan,15 senedir çizgisinden ödün vermeyen ve öğrencilerin sorunlarını cesurca dile getiren Ekim Gençliği dergisine teşekkür ediyorum. Bu gençlik dergisinin devrimci kuşağın izlerini taşıyan mücadelesi yalnız değildir ve olmayacaktır. Bursa’dan bir Ekim Gençliği okuru

***

Önderlik yolundaki 15. yılını geride bırakan yoldaşlara...

Gençlik geleceksizlikle yüzyüze kalmıştır. YÖK'le beraber üniversiteler, sistemin bir parçası haline gelmiştir. Bunun yansıması olarak eğitim gericileştirilmekte, öğrenciler söz , yetki ve karar mekanizmasından uzak tutulmakta, üstlerinden para kazanılmakta, düşünmekten ve sorgulamaktan vazgeçirilmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi,sistem mezun olduktan sonra büyük bir işsizler ordusunun yeni üyeleri olmamızı istemektedir. Evet bunlar sistemin üniversiteler üzerinde bir yansımasıdır ve sistem kendi insanını yaratmaya çalışmaktadır. Kendi yarattıkları krizlerin faturasını sömürdükleri insanların üzerinden çıkarmaları sistem için şaşılacak değil, doğal bir sonuçtur. YÖK'le yapmak istedikleri de budur. Karşı gelene yapılan baskı ve sindirme politikası bunun

sonuçlarından birisidir. Bunlar krizlere gebe bir sistemin kendi krizini aşamamasının getirisidir. Gençlik gelecek ve özgürlük istiyor! Kendi dillerinde, parasız, bilimsel, eşit eğitim istiyor. Bunun yolunun demokratik üniversitelerden geçtiğini biliyor! Gençlik kitlesel bir şekilde örgütlenmeye en çok ihtiyaç duyduğu zamana gelmiştir.

Bugün ihtiyaç duyulan bu örgütlenmenin bir önderlik ihtiyacıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu görevi hak ettiği gibi taşıyabilmek, bu yolda ilerlemek ve emek harcamak gurur vericidir. Ne mutlu ki bize bu gurura sahibiz. Bursa'dan bir Ekim Gençliği okuru

***

Öncelikle, ‘95 yılından bu yana hiç bir zaman düzen içinde savrulup çizgisinden ödün vermemiş Ekim Gençliği dergisinin 15. yılını içtenlikle kutluyorum. Yıllardır yayınlanan haberlerin içerikleriyle ve okurlar tarafından gönderilen makalelerin diğer siyasetlerin yayın organlarındakilere oranla kalitesiyle her anlamda en sağlam ideolojik zeminde duran gençlik dergisi olduğunu ispatlayan Ekim Gençliği dergisinin başarısının sürekli olmasını temenni ederim. Bursa’dan bir Ekim Gençliği okuru

*** 15.yılında Ekim Gençliği saflarına

Gençliğin ve devrimin sesi Ekim Gençliği 15.yılını dolduruyor. İşçi sınıfının partisinin bayrağını üniversitelerde dalgalandıran genç komünistler, yıllarca devletin terörüne maruz kalmış ama hiç birinde de yılmamış, her seferinde mücadeleye daha ileriden omuzlayarak bu bayrağı layıkıyla taşımıştır. Üniversitelerdeki eylemlerde, direnen işçilerin yanında militanlığıyla hep en önde durarak sadece ideolojik olarak değil pratiğiyle de partisinin bilinçli mlitanı olduğunu göstermiştir. 15.yılında Ekim Gençliğini selamlıyor gençliği Ekim Gençliği saflarında mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz. Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!

Gençlik partiye, devrime, sosyalizme!

Adanadan Genç Komünistler

33


Üniversitede Kürt olmak...

Dil üzerine yoğun baskılar görmekteyiz. Kürtçe konuşmamız halinde insanların bize bakışı değişiyor. Bu coğrafyaya ait olan pek çok dil üniversitede öğretilirken Kürtçe buna dahil değil. Bunun için mücadele veren arkadaşlarımız soruşturma-cezalara maruz bırakılıyor. Kürt olmamızdan kaynaklı buradaki insanlar bize mesafeli yaklaşıyor, potansiyel suçlu olarak görülüyoruz. Tüm bu sorunlara pek çok hocanın kayıtsız kalması ayrıca üzüntü vericidir. Kürtler ve Kürt tarihi yok sayılıyor, inkâr ediliyor. Kimliğimizi kazanana dek mücadele etmekten başka yolumuz yoktur. Hacettepe Üniversitesi’nden bir Kürt öğrenci Üniversitede Kürt olmak nasıl bir duygudur? Yaşamayan bilemez. Üniversiteye gelmeden önceki yaşadığım bölgede hiçbir zaman böyle bir ayırıma maruz kalmamıştım. Ta ki üniversite hayatım başlayana kadar. Üniversite hayatımın başlamasıyla birlikte Kürt kimliğinin ağırlığını üzerimde hissetmeye başladım. Üniversiteli olmanın vermiş olduğu heyecanla ilk kez sınıfa girdiğimde her şey normal gözüküyordu. Ta ki bir hoca sınıfa gelip “ben tarih öğretmeniyim” diyerek Türk’ün üstünlüğünden bahsedene kadar. Ona göre Türkiye’de Türk’ten başka bir millet yoktu. Türkçe’den başka bir dil yoktu. O an kim olduğumu sorgulamaya başladım. Neden yok sayılıyordum, neden dilim yok sayılıyordu? Oysa ki benim konuştuğum bir dilim, birlikte yaşadığım bir halkım ve köklü bir kültürüm vardı. Ama karşımdaki kişi elli kişilik sınıfa Kürt diye bir millet yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur deyip duruyordu. Bunlara daha fazla dayanamayıp söz aldım. “Hocam ben Kürdüm ve konuştuğum bir dilim var. Bulunduğum bölgedeki insanların çoğu da Kürt ve Kürtçe konuşuyorlar. Neden Türkiye’de yaşayan Kürtleri yok sayıyorsunuz” dedim ve sınıfı terk ettim. O günden sonra anladım ki Türkiye’de inkarcı bir zihniyet var. O hoca da bunlardan biriydi. Trakya Üniversitesi’nden bir Kürt öğrenci Üniversitedeki ilk günlerimden biriydi. Okula bir hafta geç başlamıştım. Ama buna rağmen birçok kişiyle arkadaşlık kurdum. Bu kadar kısa sürede arkadaşlık kurabilmemin elbette bir nedeni vardı. O da tanıştığım arkadaşların da benim gibi Kürt bölgesinden gelmeleriydi. Kısa sürede Ağrılı, Batmanlı, Adıyamanlı, Muşlu, Artvinli, Sinoplu birçok arkadaşım oldu. Ama beni şok eden olay tam da sınıfla tanışma esnasında gerçekleşti.

34

Yukarıda saydığım hiçbir arkadaş ayağa kalkıp konuştuklarında nereden geldiklerini söylemediler ve sıra bana gelince o korku psikolojisinin etkisiyle ben de nereden geldiğimi söyleyemedim. Diyebildiğim tek şey

ömrümde sadece birkaç kez gördüğüm İstanbul’dan geldiğimi söylemem oldu. İnsanın nerden geldiğini, hangi topraktan beslendiğini, kültürünün kaynağının neresi olduğunu söyle(ye)memesi tuhaf bir durumdur. Bunun ezikliğini yaşayan binlerce Kürt gencinin olduğunu bilmek ayrı bir acısı doğrusu. Trakya Üniversitesi’nden bir Kürt öğrenci Diyarbakır'da insanların görüşleri benzer, farklılıklarla orada ile tanışamadım. İstanbul'a gelmeden önce birçok beklentim vardı, tek başıma kalacağımı biliyordum, farklı görüşlerin olduğu bir yere gelirken içimde bir korku da oluştu. Kürt kimliğine karşı ayrımcılığın farkındaydım. İstanbul'a gelince ise farklı görüşlerin karşısında ben de kendimi düşünsel olarak geliştirdim. birçok şey yaşadım. Devlet yurdunda kaldım. Diyarbakırlı olmam Kürt düşmanı gençlerle sorun yaşamama yol açtı, dayak da yedim ve yurttan ayrıldım. Bunlar psikolojik olarak beni olumsuz etkiledi hatta okula bile gelmek istemediğim oldu. Şuan kuzenimle kalıyorum. Özellikle bu yıl ülkede yaşanan gelişmeleri takip etmeye giriştim. Karşılaştığım düşmanlık beni araştırmaya, tartışmaya itti. Şuan birçok yeni şey öğreniyorum. İstanbul'a gelirken Türkiye'nin önemli bir üniversitesine geldiğimi düşünüyordum. Mezuniyet sonrasında rahat olacağımı düşünerek bu okula geldim. Ancak bunun böyle kolay olamayacağının farkına vardım. Kimlik sorunları derslerime yoğunlaşmamı zorluyor. Hatta hocaların tutumu da beni derslerimden soğutuyor. YTÜ'den bir Kürt öğrenci Sınıflarımıza girdiğimizde bir Kürt’ün kendisini ifade etmesiyle, bir Türk’ün kendisini ifade etmesi başlangıçta şekil yönünden birbirinden farklı oluyor. Bizim çoğumuz 7-8 yaşlarında Türkçe öğrenmeye başladık, sınıfta bir konuşma yaptığımızda aksan farklılığı olduğu zaman bütün dikkatler bizim üzerimizde toplanıyor ve bu durumda psikolojik bir basınç yaratabiliyor. Bildiğimiz bazı şeyler aksan yüzünden açıklamaya çekinebiliyoruz, bu bile bizim için büyük bir problem olarak önümüzde duruyor. Bazı durumlarda Kürtlerle ilgili konularda sessiz kalabiliyoruz, bunun nedeni de derslerimize hocalarımız düşük not verebilir onların rahatsız olabileceği şeyle söyleriz korkusundan kaynaklı. Özellikle batı illerde yaşayan öğrencilerin ailelerinin bir eğitim geçmişi var ve onlar ailelerinde gerekli bilgiyi alıp üniversitelere veya eğitime başlıyor, biz Kürtler’in aileleri ise böylesi bir geçmişe sahip değil, bizlerde eğitim ve öğretim atağı ’80 sonrası başladı ve biz hayatı üniversiteye başladığımız an öğrenmeye kavramaya başladık. Anlayacağınız aramızda bir fırsat eşitsizliği var. İTÜ'den bir Kürt öğrenci


Meslek liselerinde başlayan sömürü meslek yüksek okullarında da sürüyor...

Eğitim sistemi kapitalizme köle devşiriyor! “Meslek lisesi, memleket meselesi” diyen sermaye düzeni lise sıralarından başlayarak gençliği sömürmekte, eğitim kurumlarını ucuz işgücü deposu olarak görmektedir. Kalifiye eleman yetiştirme derdine düşüp meslek liselerinin üzerine titreyen sermaye düzeni aynı zamanda gençliğin emeğini staj paravanı ardında sömürmektedir. Çalıştırıldığımız -staj gördüğümüz- işyerlerinde aldığımız ücretler bunun en açık örneğidir: Aynı işi yapmamıza rağmen yasal düzenlemelere dayanılarak asgari ücretin üçte biri oranında bir paraya mahkum bırakılmamız sömürünün boyutunu açıkça göstermektedir. Son günlerde gündeme gelen “torba yasa” ile öğrencilerin ücretleri daha da düşecektir. Çünkü yeni düzenleme ile “meslek eğitimi gören öğrenci, çırak adayları ve çırağın yaşına uygun asgari ücretin %30’undan aşağı ücret ödenmez” ifadesi “asgari ücretin net tutarının %30’undan aşağı denmez” biçiminde değiştirilmektedir. Yani net asgari ücret üzerinden ücretlendirme yapılacak ve öğrencilerin eline geçen para 238 TL’den 188 TL’ye geriletilecektir. Ücretlendirme meslek liselerinde yaşanan sömürünün çıplak bir örneğidir. Bunun yanı sıra kapitalist sistem öğrencileri ağır çalışma koşullarına maruz bırakmaktadır. Kağıt üzerinde 2 gün okula gidip 3 gün staj yapan öğrenciler işyerlerinden cumartesi ve pazar günleri de çağırılmakta ve çalıştırılmaktadır. Çalışma ise bir ton angaryayı kapsamakta öğrencilere çay getirtilmekte, tuvalet temizletilmekte, dahası stajyerlere sözlü tacizde bulunulmakta, aşağılanmaktadır. YÖK’ün yetkili ağızlarından ifade edildiği gibi “meslek liselilerin üniversite okumalarına gerek yok” denilerek de öğrencilerin bu koşullarda yaşamasından duyulan memnuniyet açıkça ortaya konulmaktadır. Zaten bundan ötürüdür ki, meslek liselerinde kurulmuş bu tezgah meslek yüksek okullarında da bir biçimde sürmektedir. Teknik elemanlığı sorgulamayan öğrenci tipi ile bütünleştiren sistem, meslek yüksek okulu öğrencilerinin üzerine gitmeye devam etmektedir. Üniversite öğrencisi ortalamasına oranla geleceksizlik kaygısını daha derinden duyan, toplumsal katmanlar arasında daha ağır yaşam koşullarına sahip meslek yüksek okulu öğrencileri arasında mücadeleye yatkın olma ihtimali,

yaşadıkları çelişkilerin yoğunluğundan ötürü daha yüksektir. Bunun bilincinde olan okul yönetimleri de ablukayı yoğunlaştırmaktadır. Lümpen sınıf taburları yaratmak için başvurdukları ne varsa meslek yüksek okullarında deneyen sermaye düzeni, öğrencileri topluma ve sorunlarına yabancılaştırmak için her düzeyde, baskıcı okul düzenini pekiştirmekte ve gerici siyasal ideolojileri tırmandırmaktadır.

Meslek lisesinden mezun olup da meslek yüksek okuluna geldiğimiz günlerden beri yozlaştırma ve yabancılaştırma değişmeden devam etmekte, öğrencilerin baskıcı okul yaşamı sosyal ve kültürel üretimden uzaklaştırılması ve ders müfredatları ile toplumsal sorunlara duyarsızlaştırılması ile sürmektedir. Meslek liselerinden alışık olduğumuz üzere bu şekilde mahkum edildiğimiz çıplak sömürünün üzeri örtülmekte, örgütlenmemizin, sorgulayarak beraberce üretmemizin önü alınmak istenmektedir. Kampüslerin yoğun bir ÖGB baskısı altında tutulması ile de birleşince, meslek yüksek okullarının kapitalizme ücretli köle üretmekten başka bir görevleri kalmamaktadır. Üniversitelerin 4 yıllık bölümlerinde okuyan öğrenci arkadaşlarımız ile aynı kaderi paylaştığımız bugün, işsizlik verileri ve asgari ücret düzenlemeleri ile geleceğimizin ne olduğu apaçık ortadadır.

Bu ablukayı dağıtmak ve geleceğimizi kazanmak için birlikte hareket etmeliyiz. Meslek yüksek okulu öğrencisi bir Ekim Gençliği okuru

35


Katledilişlerinin 92. yılında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i saygıyla anıyoruz...

Devrim için çarpan iki yürek...

proletarya diktatörlüğü çizgisine sırt çevirmiştir. Bu parlamenterist çizgi birinci paylaşım savaşında SPD’yi ihanete sürükledi. İkinci Enternasyonal’in 1907’de emperyalist savaş karşıtı kararına rağmen savaş kredisi lehinde oy kullanarak dünya proletaryasına en büyük ihaneti yapmış oldu.

Avrupa’da devrim beklentisi yıllar boyu Alman proletaryası üzerinden şekillenmiş, umutlar hep ona bağlanmıştı. Fakat Avrupa’nın en güçlü işçi sınıfı partisi aynı zamanda Avrupa’nın en yumuşak karınlı işçi sınıfı partisiydi.

Rosa ve Karl Liebknecht 5 Ağustos 1914’te SPD içerisinde Enternasyonal grubunu kurdular, sonradan bu grup Spartakistler Birliği adını aldı. Bu birlik Rosa ve Karl’ın katledilmesinde n kısa bir süre önce Alman Komünist Partisi’ne (KPD) evrildi.

Fakat Alman proletaryasının yetiştirdiği yiğit komünist önderler SPD’nin ihanetine teslim olmadılar. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg SPD içinde emperyalist savaşa karşı tutum alanların başını çektiler.

Yine de son yıllarda burjuva parlamenterist eğilimi belirginleşmiş olmasına karşın SPD’nin işçi sınıfı içinde etkili olmasından dolayı Karl ve Rosa SPD’den ayrılmayı işçi sınıfından uzaklaşmak olarak gördükleri için kopmayı bir türlü göze alamıyorlardı. Ancak SPD’nin, paylaşım savaşını Alman burjuvazisi cephesinden desteklemesinden sonra ayrılmak onlar için zorunluluk haline geldi. Rosa ve Karl Liebknecht 5 Ağustos 1914’te SPD içerisinde Enternasyonal grubunu kurdular, sonradan bu grup Spartakistler Birliği adını aldı. Bu birlik Rosa ve Karl’ın katledilmesinden kısa bir süre önce Alman Komünist Partisi’ne (KPD) evrildi. “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Karl Liebknecht

1918-1923 yılları arası dönem, Almanya için grev dalgalarıyla başarısız devrim deneyimlerinin yoğun olarak yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Bu zaman diliminde, işçi sınıfının tarihine ise, Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin (SPD) ihaneti damgasını vurmuştur.

36

SPD, 1891’deki Erfurt Kongresi’nde sistemle uzlaşı içinde parlamenterist bir çizgiye oturmuş, varlığını ve gücünü oluşturan işçi sınıfının önüne reformist bir program koyarak daha o zamanlardan

Rosa ve Karl, 2.Wilhelm’in tahttan indirilmesi ve Weimar Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açan Kasım Devrimi’nde etkin bir rol oynamışlardır.

Ancak Weimar Cumhuriyeti’yle birlikte aynı anda Karl Liebknecht sosyalist cumhuriyetin kuruluşunu ilan ediyordu. Ama bu devrimci atılım süreci daha ileriye gidememiş ve karşı-devrimci dalga ile yenilgiye uğratılmıştır. SPD’nin işçi sınıfına ihaneti burada da devam etmiş ve karşıdevrimci güruh içindeki yerini sağlamlaştırmıştır. İşçi sınıfı konsey örgütlenmesiyle iktidara yürürken aynı SPD, burjuvazinin yönlendirmesiyle ve işçi sınıfı içindeki etkisinin hala sürüyor olmasının avantajıyla yükselen devrime bir kez daha ihanet etmiştir. Bu tutum devrimin yenilgisini kesinleştirirken, insanlık tarihinin en utanç verici döneminin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu Hitler faşizminin Almanya topraklarında doğmasının yolunun açılmasından başka bir şey değildir. Kasım devriminin bu yenilgisi Sovyet devriminin geleceğini de etkilemiştir. Tüm dünya proletaryasının beklediği Alman devrimi gerçekleşememiş ve tetikleyici güç olarak diğer


Avrupa ülkelerinin de umudunu kırmıştır. Ekim devrimini de yalnızlaştırarak, devrimin ulusal sınırları aşamamasına yol açmıştır.

4 Ocak 1919 günü USPD’li (USPD; SPD’den 1917’de ayrılan emperyalist savaş karşısında nispeten solda duran grubun kurduğu parti) Berlin polis şefinin görevden alınması yeni bir ayaklanmanın alevlenmesine neden oldu. Hükümetin polis şefini görevden almasını protesto eden binlerce insan sokaklara dökülerek genel greve gitti. Bunu fırsat bilen SPD ise karşıdevrimci güçleri işin içine sokarak birçok devrimcinin katledilmesine yol açtı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht da katillerin ilk hedefleriydi. Her ikisi de 15 Ocak 1919’da kaldıkları otelde yakalanarak önce sorguya çekildiler. Sonra da Rosa’yı dipçik darbeleriyle, Karl’i ise başından silahla vurup alçakça katlettiler. Burjuva gazetelerinde bu infaz “Karl Liebknecht kaçarken vuruldu”, “Rosa Lüksemburg öfkeli kitle tarafından öldürüldü” manşetleriyle verildi. Bu iki büyük devrimcinin öldürülmesi Alman ve dünya işçi sınıfını ayağa kaldırdı.

Rosa ve Karl paylaşım savaşına ve burjuva demokrasisine karşı devrimci bir duruş sergileyebilen ender kişilerdendir. Daha 1900’lerin başlarında, SDP’nin “görkemli” bir yapı olarak görüldüğü, Kautsky ve Bernstein gibi saygın ve teorik düzeyi gelişkin kimliklerin var olduğu şartlarda, partinin niteliğini ilk tespit eden Rosa Luxemburg’tur. Daha bu ilk dönemde SPD’yi kokuşmuş düzen partisi olarak nitelendiren de odur. Liebknecht ise, Bebel’in tartışmasız otoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayı gençlik yıllarında başarmıştı. Savaşçı kimliğiyle Karl Liebknecht hiç tereddüt etmeden eleştiri silahını doğrultmaktan kaçınmıyordu. Her iki önder de reformizme karşı sosyal devrimi savunarak birbirlerini tamamlayan, iki ayrı zihin, tek beden

gibi davranıyorlardı.

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht hayatları boyunca birçok kez tutuklanmış, ancak yıldırılamamış iki devrimci önderdir. Marksizmi kavramış ve onun temelinde kendi teorik birikimini geliştirebilmişlerdir. Dogmatizmden uzak ve eleştirel aklın önemini bilerek her daim yaratıcı ve militan bir tutum alabilmişlerdir. Rosa Luxemburg’un proletarya diktatörlüğünden korkanlara verdiği cevap dünyayı nasıl anlamlandırdığının en açık anlatımıdır: “Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük bir demokrasi uygulama biçiminden ibarettir, onun kaldırılması değil, burjuva toplumunun ekonomik koşulları ve kazanılmış hakları üzerine enerjik ve kararlı elkoymadır ki bu elkoyma olmadan sosyalist değişim gerçekleşemez. Bu diktatorya, sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil…” Rosa Luxemburg arkadaşı Sonia’ya (Karl Liebknecht’in eşine) yazmış olduğu mektupta “her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim” diyordu. Verdikleri onurlu mücadele sonucunda her ikisi de dimdik aramızdan ayrıldılar ama bıraktıkları ateş dünden bugüne yanmaya devam edecektir. Rosa’nın yakın arkadaşı C. Zetkin’in onun katledilmesi üzerine söyledikleri hala çok anlamlıdır: “Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.”

Katledilişlerinin 92. yılında işçi sınıfının bu devrimci önderlerini saygıyla anıyoruz. B. M. Aksakal

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht hayatları boyunca birçok kez tutuklanmış, ancak yıldırılamamış iki devrimci önderdir. Marksizmi kavramış ve onun temelinde kendi teorik birikimini geliştirebilmişlerdir . Dogmatizmden uzak ve eleştirel aklın önemini bilerek her daim yaratıcı ve militan bir tutum alabilmişlerdir.

37


Nazi İşgalinde Sovyet Kadınları…

Kadınların yüzleri... Alex Adomoviç'in “Nazi işgalinde sovyet kadınları” isimli romanı, kadın yüzlerinin savaşın korkunçluğunu nasıl yansıttığını anlatan şu sözle başlıyor: “Savaşın yüzü kadına yabancıydı. Ama bu savaşta, hiçbir şey, kendisini, analarımızın yüzü kadar etkili, keskin ve dehşetli bir biçimde belleklerimize yerleştirmeyi başaramadı.”

Geçmişten günümüze önemli bir belge niteliği taşıyan kitap, kadınları cephe gönüllüsü olmaya iten sebepleri, savaşta yaşadıkları farklı deneyimleri ve bunların savaş sonrasına bıraktığı izleri savaşı yaşayan kadınların ağzından anlatıyor. “Nazi işgalinde sovyet kadınları”, “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” şiarının romanlaşmış halidir.

38

1941 yılında Sovyetler’in Nazi ordusuna karşı tüm kaynaklarını seferber ederek, topyekün verdiği savaşta kadınlar da ön saflarda yerlerini almışlardı. Durdurak bilmeden ilerleyen faşist Nazi ordusunun karşısında, gelişmiş askeri teknolojiden, yeterli miktarda askeri araç ve mühimmattan yoksun olan Kızılordu, Sovyet halkının büyük fedakarlıklarla savaşması sonucunda, faşizmin kıskacında sıkışmış halkların umudu olmuştur. “Yıllar geçti Vera Safronoure bir tarihçi ve o koşulları yaşayan biri olarak geçmişe baktığında şaşkınlığını gizleyemiyordu. Nasıl gönüllü olmuş, nasıl dayanmış, nasıl savaşmıştı? Kadın yapısında bulunan bu özveri ne paha biçilmez bir değerdi.”

Kitap, Nazi rejiminin yıkılmasında en büyük rolü oynayan Kızılordu'da yer alan, sayıları 1 milyona yaklaşan sağlık görevlisi, telsizci, pilot, atıcı, topçu, uçaksavar topçusu, tankçı, süvari, paraşütçü, denizci, trafikçi, şoför, çamaşırcı ve temizlik birimlerinde nefer, aşçı, fırıncı, yeraltı savaşçısı ve partizan olarak cephede yer alan kadınların yaşadıklarını anlatıyor. Kitapta kadınların erkeklerle eşit şartlarda, gönüllü olarak, düşmanı durdurmanın gerekliliğini hissederek yapabileceklerinin bir sınırı olmadığı anlatılmaktadır.

Her şey gibi her geçen gün kadını da metaya çeviren kapitalist düzen, kadınlar için

eşitliğin kadının fiziksel güçsüzlüğü ve duygusal zayıflığı nedeniyle mümkün olamayacağını propaganda etmektedir. Bu düzende erkeklerle eşit şartlarda çalışsa dahi kadın düşük ücret almakta, üstelik çifte sömürüye maruz kalmaktadır. Kitapta kadınların gösterdiği özveriyle ve mücadele içerisinde tüm bu eşitsizliklerin son bulacağı bir dünyanın mümkün olduğu gösterilmektedir.

“O savaşa katılanların büyük bir kısmı hala yaşıyor. İnsanlar ölümlüdür ama onları ölümsüzlüğe taşıyan geride bıraktıkları, zamandan bağımsız olan anılarıdır.”

Geçmişten günümüze önemli bir belge niteliği taşıyan kitap, kadınları cephe gönüllüsü olmaya iten sebepleri, savaşta yaşadıkları farklı deneyimleri ve bunların savaş sonrasına bıraktığı izleri savaşı yaşayan kadınların ağzından anlatıyor. “Nazi işgalinde sovyet kadınları”, “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” şiarının romanlaşmış halidir. Kadınların mücadeleye katılmasının nihai zafere ulaşmak için şart olduğunu gözler önüne sermekte, kadının özgürleşmesinin de ancak mücadele ile mümkün olacağını kanıtlamaktadır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.