EG 130. sayı

Page 1



Ne baskı ve terörünüz, ne de yalan ve aldatmacalarınız mücadelemizi durdurabilir!

Gelecek ve özgürlük için başkaldırmaya devam edeceğiz!

Yaz döneminin ardından referandum ile kendine olan güvenin pekiştiren AKP hükumeti emperyalist efendilerinin ve sermaye düzeninin sahiplerinin kendisine dikte ettiklerini hayata geçirmek için kolları sıvadı. Hayatı emekçilere sosyal yıkım saldırıları ile dar eden, milyonları sefalete sürüklerken üzerinde yükseldiği sadaka kültürünü büyüten hükumet gözünü zaman kaybetmeden üniversitelere dikti. Bologna Süreci doğrultusunda üniversiteleri emperyalist efendilerin öngördüğü neo-liberal dönüşümden geçirmek isterken, bu politika karşısında pürüz çıkartacak herkesi kesin olarak ezmenin yollarına başvurdu. Bu dönemde, soruşturma-ceza terörüyle, sivil faşist saldırılarla, siyasal gericilikle ve yoz burjuva kültürüyle, yetmediğinde ise sözde demokratik açılımlarıyla gençliği kuşatmaya çalıştı.

Üniversitelerde OHAL

Dönemin başında YÖK’ün sivil polis genelgesi ile üniversiteleri bir ablukanın beklediği açıkça ortaya kondu. Sonrasında İstanbul Üniversitesi'nde ilan edilen OHAL ile bu en somut ifadesini buldu. Kampüslere girişlerde kimlik kontrolü dayatmasına eklenen çanta aramasının Fatih ilçesinde kampüs çevrelerini de kapsayacak biçimde genişletilmesinin ardından ise 45 öğrenciye birden soruşturma açıldı. Üniversitelerde öğrenci gençlik üzerinde kurdukları ablukayı her fırsatta yoğunlaştıran düzen savunucularının ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanacakları aldıkları mahkeme kararı ile gösterdiler ancak, gayri resmi yolların kendileri için vazgeçilmez olduğunu faşist beslemelerini Çanakkale'de, Marmara'da ve daha

birçok yerde öğrencilerin üzerine salarak gösterdiler. Özellikle Çanakkale'de ayyuka çıkan durum düzenin devrimci, demokrat, yurtsever gençliği linç güruhları ile yok etmek istediğini gösterdi. Devrimci-demokrat öğrencilerin nispeten yoğunlaştığı yerellerde soruşturma-ceza gibi “resmi” silahlarına sarılan düzen, daha zayıf gördüğü yerellerde ise bürokrasi ile oyalanmayı bir kenara bırakarak faşist beslemelerini linçler ve cinayetler için devrimci, demokrat, yurtsever güçlerin üzerine saldı.

Başkaldırdık!

Üniversite gençliği bu kuşatmaya karşı ilk ciddi çıkışını 6 Kasım’da yaptıktan sonra, 4 Aralık'ta artık teslim olmayacağını ilan etmiş oldu. SBF’de reformizmin sınırlılığına karşın ortaya konulan devrimci inisiyatif ve hemen ardından ise 5 Ocak'ta ODTÜ’de yüzlerce öğrenci “Başkaldırıyoruz!” diyerek düzen güçlerinin korkusunu büyüttü. Devletin yoğun baskılarına, kara çalmalarına ve manevralarına rağmen ODTÜ’de konulan bu irade hala ayaktadır. Bu nedenle de düzen cephesi yeni dönemin başında bu iradeyi kırmaya hazırlanacaktır.

27 Ocak’tan yansıyanlar...

Dönemin sonunda Erzurum'da gerçekleşen öğrenci buluşması ise, bu bakımdan olacaklara dair önemli işaretler vermiştir. Öncelikle sözde temsilcilerin dahi seçilmişlerinin alındığı toplantıda, yine de har(a)çların ve ulaşım ücretlerinin yüksekliği, sivil polis ablukası gibi sorunların anlatılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın bu tür talepler karşısındaki yanıtı ise basit ancak anlam

Bologna Süreci doğrultusunda üniversiteleri emperyalist efendilerin öngürdüğü neo-liberal dönüşümden geçirmek isterken, bu politika karşısında pürüz çıkartacak herkesi kesin olarak ezmenin yollarına başvurdu. Bu dönemde, soruşturma-ceza terörüyle, sivil faşist saldırılarla, siyasal gericilikle ve yoz burjuva kültürüyle, yetmediğinde ise sözde demokratik açılımlarıyla gençliği kuşatmaya çalıştı.

3


yüklüdür. Bu sermaye uşağı talepleri “makul” bulmuştur.

Toplantılardan açıkça yansımıştır ki, makul bulunan talepler değildir, talep edenlerdir. Ortada fiili-meşru bir kitle mücadelesi olmaksızın gençliğin tüm taleplerinin anlamını yitireceğini bilen düzen sözcüleri böyle bir mücadele olmaksızın tüm kontrolün ellerinde olacağından emin bir halde ÖTK'ların sözlerini makul bulmuşturlar. Bu koşullar altında ÖTK'ları muhatap almaktan rahatsızlık duymayanlar, gençliğe kendilerini ifade etmeleri için akıllıca bir alan göstermektedirler. Çünkü düzen güçleri, bu seçme ÖTK’lar aracılığıyla mücadele etmenin anlamsızlığını anlatmaya, böylelikle de geniş gençlik yığınlarını mücadeleden uzak tutmaya çalışmaktadır. Bunda başarılı olunduğu koşullarda da bugün mücadelenin yükünü taşıyan devrimci ve demokrat öğrenciler kolaylıkla ezilebilecektir.

ODTÜ deneyiminden çıkarılacak olan en önemli sonuç, gençliğin geniş kitlelerinin seferber edileceği zeminlerin ne kadar işlevsel olduğudur. Bu zemin ODTÜ’de öğrenci forumu olmuştur, başka bir yerde de forum ya da kurultay olabilir. Ancak hedef bellidir. Düzenin çok yönlü kuşatmasını aşmak için geniş gençlik kitlelerini mücadeleye seferber edecek, diğer taraftan ise işçi ve emekçilerin desteğini alacak zeminleri yaratmak ve bu zeminlere dayanarak militan mücadeleyi örebilmektir.

4

Bu saldırıyı püskürtmenin yolu da yine geniş gençlik kitlelerini mücadele alanlarına taşımaktan ve meşru militan mücadeleyi büyütmekten geçmektedir. ÖTK kurumunun ortaya çıkışı dahi bize bunu açıkça göstermektedir. Zira bugün köşkte ve sofralarda mücadele eden öğrencileri “marjinal” diye nitelendiren lümpen gençlere düzenin mikrofon uzatmasının yegane sebebi, yıllardır verilen mücadele ve kampüslerde susturulamayan devrimci, demokrat ve yurtsever gençlerdir. Yıllar önce ODTÜ'de verilen mücadele ile kazandığımız ÖTK kavramı, bugün içi boş kurumlarla önümüze sürülmüştür. Ama unutulmasın ki bu ölü haliyle ÖTK’ların pazara sunulması da yine militan öğrenci eylemlerinin ürünü olmuştur. Bu gerçek asla unutulmamalıdır.

Önümüzdeki engeller…

Ancak 27 Ocak eylemleri bu bakımdan önümüzdeki engelleri de göstermiştir. 27 Ocak’ta düzen güçleri ve işbirlikçileri konuşurken, sokağın sesini yeterince güçlü biçimde yükseltilememiştir. Ankara'da gerçekleşen eylemde yan yana gelen güçler ortaya konulan iddiasızlığın sonucu olarak, toplam politik güçlerin bile ancak bir bölümünü toplayabilmişlerdir. Gençlik hareketinin diğer bir önemli merkezi İstanbul'da ise parçalı eylemlerin ardından, saldırı protestosu için dahi bir araya gelinememiştir. Bu iki yönlü bir eksikliğe işaret etmektedir: Gençlik güçlerinin özellikle reformist

kanadı politikalarını tartışmaktan kaçınmaktadır. Zira parçalılık bir tartışmanın ürünü değil, aksine bir ilgisizliğin sonucudur. Diğer yanda devrimci gençlik gruplarının da önemli bir kısmı benzer bir apolitizm ve ilgisizlik içinde kalmaktadır.

Dar grup hesapları uğruna hareketin ihtiyaçları bir kenara itilmektedir. Bu şekilde de ortak bir eylemi dahi tartışmak mümkün olamamaktadır. Ne yazık ki, bu bakış ne gençlik hareketini ne de dar grupçu gençlik gruplarını bir yere götürebilir. Özetle 27 Ocak bir kez daha gençlik hareketinin önündeki sorunlara işaret etmiştir.

Her şey kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi yaratmak için!

Tüm bu saldırıları ve engelleri aşmak için ODTÜ’de yaratılan bir başka deneyim yolumuza ışık tutmaktadır.

ODTÜ'de örgütlenen öğrenci forumu, forumda kararlaştırılan eylem biçimi ve içeriğinin 5 Ocak'ta gençlik güçlerinin iradesiyle hayata geçirilmesi son dönemlerin önemli deneyimlerinden biridir. Zira ODTÜ’de yapılan, gençliğin yaratıcı enerjisine dayanarak kitlesel-militan bir mücadele örgütlemek olmuştur. Bu örnek deneyimden öğrenmeliyiz. ODTÜ deneyiminden çıkarılacak olan en önemli sonuç, gençliğin geniş kitlelerinin seferber edileceği zeminlerin ne kadar işlevsel olduğudur. Bu zemin ODTÜ’de öğrenci forumu olmuştur, başka bir yerde de forum ya da kurultay olabilir. Ancak hedef bellidir. Düzenin çok yönlü kuşatmasını aşmak için geniş gençlik kitlelerini mücadeleye seferber edecek, diğer taraftan ise işçi ve emekçilerin desteğini alacak zeminleri yaratmak ve bu zeminlere dayanarak militan mücadeleyi örebilmektir. Genç komünistler bu bakışla, dar grupçu yaklaşımlara prim vermeden, kitleleri düzen karşısında mücadeleye kazanmayı amaçlayan bir sorumlulukla davranacaklardır. Bu bilinçle de, önümüzdeki dönem faaliyet alanlarında bu sorumluluğu duyan tüm güçlerle bir araya gelmek için ellerinden geleni yapacaklardır.

Düzenin tasfiye saldırıları karşısında üzerimize düşen, Tunus'ta ve Mısır'da yakılan isyan ateşini gençlik içine taşıyarak “başkaldırıyı” büyütmektir.


Torbada öğrenci olmak Sermaye devleti ve onun hükumeti neoliberal saldırılarına bir yenisini daha ekledi. Adını da “Torba yasa” koydu. İşçileri emekçileri yani toplumun en geniş kesimini torbaya doldurmak ve toptan sömürmek istiyor. Toplumun birçok kesimini ilgilendiren bu saldırı torbasının ağzı büzülürken de, toplumun içindeki 'potansiyel isyanı' dışa vurmaması için şeker niyetine bazı yasalarla da üzeri örtülüyor.

Sermaye için daha fazla staj sömürüsü!

Genciyle yaşlısıyla işçileri, emekçileri, öğrencileri ve kadınları koymak istedikleri torbanın içerisinde, esnek çalışmadan tutun da ağır çalışma koşullarına, düşük ücretlerden katmerleştirilen sömürü koşullarına kadar burjuvazinin cebini doldurmaya yarayacak çok sayıda yasa var.

İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumun her kesimini boğacak olan bu torbada öğrenci gençliği hedef alan maddelerden işte birkaçı: Stajlarda deneme süresi öğrenciler için 4 aya çıkacak. Çırakların ve stajyerlerin ücretleri düşürülecek. Öğrencilerin işsizliği fırsata çevrilecek. Öte yandan meslek lisesi öğrencileri, meslek yüksek okulu öğrencileri ve çıraklık okulu öğrencileri aynı kategori içine sokulacak ve stajyerlik uygulamasıyla mağdur edilecekler.

Çalışma Bakanlığının iddiası ise şu: Meslek lisesi öğrencileri, meslek yüksek okulu öğrencileri ve çıraklık okulu öğrencilerinin aynı kategori içine sokulacağı stajyerlik uygulamasıyla bunların mağdur edileceği yönündeki iddialarda tamamen gerçeklerden uzaktır. Hali hazırda mesleki öğrenim gören öğrencilerin staj imkânı hemen hemen hiç yokken, staj yapanlara doğru dürüst ücret ödenmezken hatta staj yapabilmek için öğrenciler işleri bulamazken staj imkânının geliştirilebilmesi için 10 personel çalıştıran iş yerlerinde de öğrencilerin staj yapabilmelerine imkan tanınmaktadır. Ayrıca, meslek yüksek okullarının öğrencilerine ve mesleki teknik eğirim veren yüksek okulların öğrencilerine de staj imkanı getirilmektedir. Bakanlık yalan söylüyor.

Gerçekte mesleki eğitim yaptıracak işletme sayısının yetersizliği öne sürülerek, 20 ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler için var olan staj yaptırma yükümlülüğü daha az personel çalıştıran iş yerlerini de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Peki sormak gerekir: Bu düzenleme, kapsam dışına çıkmak isteyen işletmeleri kayıt dışı istihdama

yönlendirmeyecek mi? Komisyon aşamasında dile getirilen eleştiriler üzerine, önceden belirlenen 5 rakamının 10’a çekilmesi ve gerektiğinde bu sayının 5’e düşürülmesi konusunda Bakanlar Kurulu’na yetki verilmemiş midir?

Staj ücreti bakımından şu anda brüt asgari ücretin üçte ikisi ödeniyorken, yapılan değişiklikle stajyerlerin asgari ücretin net tutarının üçte biri kadar ücret almaları öngörülmemiş midir? Meslek liselerinde öğrenciler son sınıfta iki gün okula, üç gün ise alanlarındaki işletmelerde staja gitmektedirler. Kanun yasalaştığı takdirde patronlar stajyerleri daha fazla ve daha ucuza çalıştırma imkânına sahip olmayacak mı? Sermaye açısından ucuz iş gücü olarak görülen gençler, işçilerin yerine kendi alanları olmayan konularda uzun saatler çalıştırılacak ve artık eskiye kıyasla daha çok işlerinde ucuz iş gücü olarak kullanılmayacak mı?

Sermaye devleti staj uygulamasını daha çok iş yerinde yaygınlaştırmak ve stajyer iş gücünü daha da ucuzlatmak niyetindedir. Staj yapılacak iş yerinde aranacak çalışan sayısının 20'den daha aşağıya çekilmesinin doğuracağı sonuç staj sömürüsünün irili ufaklı tüm işletmelerde yaygınlaşmasıdır. Böylece 5 kişi çalıştıran bir patron bile stajyer çalıştırma olanağından yararlanabilecek ve bir avuç sadakaya çok sayıda öğrenciyi sömürebilecektir. Stajyerlik köleliktir. Eşit işi yapan stajyerler asgari ücretten çok daha düşük bir ücrete çalışmaya zorlanmaktadır. Torba yasa ile bu ücret daha da düşürülecektir.

İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumun her kesimini boğacak olan bu torbada öğrenci gençliği hedef alan maddelerden işte birkaçı: Stajlarda deneme süresi öğrenciler için 4 aya çıkacak. Çırakların ve stajyerlerin ücretleri düşürülecek. Öğrencilerin işsizliği fırsata çevrilecek.

Biz affetmeyeceğiz!

Torba yasada öğrenciler için, böylesine kapsamlı saldırılar yanında bir de 'Öğrenci affı' var. Bu “af” ise saldırıları yutturmak için kullanılan bir sostur. Gelecekleri çalınan milyonlarca genç afla aldatılmak isteniyor. Affın 'Siyasi suçlular hariç' koşuluna bağlanması ise niyetlerini ortaya gösteriyorlar. Çünkü bu “af” gençliğe hakları için mücadeleden uzak durma karşılığı veriliyor. Bu tür oyunlara karşın sözünü söyleme sırası şimdi öğrenci gençlikte…

Sermayenin bütün saldırılarını püskürtmenin tek yolu olan birleşik militan gençlik mücadelesini örgütlemeli bu mücadeleyi militan ve devrimci bir tarzda sokağa eyleme çıkarak vermeliyiz. Torba yasalarını ve aflarını kafalarına geçirmeliyiz. Meslek Yüksek Okulu öğrencisi bir EG okuru

5


19–27 Ocak eylemleri üzerine…

Geleceğimizi ve özgürlüğümüzü fiili-meşru mücadele ile kazanacağız!

Dolmabahçe’de başbakanın rektörlerle yaptığı görüşmeyi protesto eden öğrencilere yönelik azgın polis terörü, hemen ardından Ankara Üniversitesi’ne gelen düzen sözcülerinin öğrenciler tarafından protesto edilmesi, ODTÜ’ye çıkarma yapmaya kalkan Başbakan’a öğrencilerin tepkisi üzerine yaşanan çatışma ve gözaltılar, ODTÜ’de 5 Ocak’ta yapılan eyleme zemin hazırlamıştır.

5 Ocak’ta öğrenci gençlik ve kolluk güçleri ODTÜ’de karşı karşıya gelmiş, gençlik saatler süren direnişiyle kararlılığını göstermişti. ODTÜ’de çatışmanın devam ettiği saatlerde cumhurbaşkanı Abdullah Gül (elbette yaşanan eylemli süreçlerin itici gücüyle) gerçekte üniversite öğrencilerini temsil etmeyen, göstermelik seçimlerle oluşturulan ÖTK’ları (Öğrenci Temsilciler Konseyi) öğle yemeğine davet etti. Bu toplantıya gösterilen cılız tepkiler düzen sözcülerini cesaretlendirdi. Toplantının ardından açıklama yapan sermaye devletinin cumhurbaşkanı YÖK başkanına öğrencilerin taleplerini ileteceğini söyledi. Aradan çok zaman geçmeden YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan ÖTK’larla kendisinin de bir toplantı gerçekleştireceğini açıkladı. 19 Ocak yapılacak YÖK başkanı ve ÖTK görüşmesini, Ankara'da YÖK önünde yapılacak bir eylemle protesto etmek amacıyla bir eylem kararı alındı. Kararı alan özneler şunlardı: Ekim Gençliği, Kaldıraç, YDG, Kızıl Hareket, Tüm İGD, DPG ve Halkın Takımı. Bilkent’teki YÖK başkanı ile sözde öğrenci temsilcilerinin yaptığı görüşmeyi protesto eden ve görüşmelerin olduğu yere yürümekte ısrarcı olan devrimci-demokrat öğrencilerin barikata yüklenmesi üzerine, polis tazyikli su ve gaz bombaları ile azgınca saldırdı. Bu saldırıya devrimci-demokrat öğrenciler taşlarla karşılık verdi. Görüşmenin yapılacağı alana gitmekte ısrarcı olan öğrenciler yaklaşık 1 saat boyunca polisle çatışarak kararlılıklarını bir kez daha gösterdi. YÖK Başkanı’nın ÖTK’larla toplantıda olduğu saatlerde Bilkent’teki YÖK binasına ilk olarak gelen Öğrenci Kolektifleri hazırladıkları dosya ile toplantıya katılmak isteyince polis barikatıyla karşılaştılar. Toplantıya temsilci gönderme yönündeki pazarlıkları sonuçsuz kalınca yürümek isteyen Öğrenci Kolektifleri’ne polis biber gazıyla saldırdı. Bu durumun devam ettiği saatlerde alana içinde bulunduğumuz bileşen geldi. Ardından Öğrenci Kolektifleri de pankartımızın arkasına geçerek fiili olarak yapacağımız eylemi destekledi.

İcazetçi reformistler devrimcilere saldırdı

Bizim polisle yaptığımız görüşmeler sırasında ise alana TKP’li Öğrenciler, Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti ve Genç-Sen gelerek eylemi uzaktan izlemeye başladılar. Bu sırada polis toplantıya temsilci gönderme talebimizi kabul ederek kendi cephesinden geri adım attı. Toplantıya giden temsilcilerin hiçbir yetkili ile görüşemeyerek geri gelmeleri üzerine ise, “Sözde demokrasinize başkaldırıyoruz! Söz, yetki, karar hakkımızı istiyoruz!” pankartıyla başlatılan yürüyüşe kolluk güçleri tazyikli su ve gaz bombası ile saldırdı. Bu saldırıya taşlarla karşılık verilmesinin ardından ise çatışma başladı. Saatlerce süren çatışmanın ardından eylem örgütleyici bileşenlerin aldığı kararla basın açıklaması yapılarak bitirildi. Çatışma anında polis saldırısını izlemekle yetinen TKP’li Öğrenciler, Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti ve Genç-Sen’e yönelen tepki üzerine bazı Genç-Senliler eyleme destek verirken diğer gruplar devrimcilere sözlü tacizde bulunup, dahası taşlarla saldırdılar. Daha sonra ise alandan ayrıldılar.

6

Reformistlerin bu icazetçi ve saldırgan tavır her platformda teşhir edilmelidir. Bu saldırı devam etmekte olan bir eylemi alenen baltalamaya yönelmiştir. Elbette bu olayın düşmanın karşısında gerçekleştirilmiş olması hiç kabul edilebilir bir şey değildir. Nitekim polisin “demokratik haklarını kullanan gruba” seslenmesinin ardından onların alandan ayrılmaları da tesadüf değildir. Gençliğin birleşik ve kitlesel mücadelesinin önündeki en büyük engel olan bu tutumlar, birlikte iş yapma zeminini de ortadan kaldırmaktadır. Devletin saldırılarının böyle yoğunlaştığı bir dönemde ortaya çıkan bu durumla ilgili olarak olayın muhatabı örgütlerin özeleştiri vermeleri gerekmektedir.

Ankara'da son dönemde gençlik eylemlerinde gençliğin sözünü söylemekte kararlı oluşu ve bunun için önüne kurulan barikatları aşma çabası beraberinde çatışmaları doğurmaktadır. Haklarını fiili meşru mücadele ile kazanacak olmanın bilinci ile eylemler örgütlenmekte, devletin baskı ve zor kuvvetleri bu eylemlerin önünü kesememektedir. Reformist gençlik örgütleri ise bu tür eylemleri pasifize etmekte, bu eylemlerde devletin ‘kırmızı çizgileri’nin dokunmamaya çalışmaktadır. Böylelikle gençliğin son dönemde gelişen devrimci dinamizmini törpülemeye hizmet etmektedir.

27 Ocak eylemi ve bazı zayıflıklar

27 Ocak’ta yapılan başbakan-ÖTK temsilcileri görüşmesinde ise Ankara’da Ekim Gençliği, Genç Sen, DPG ve Kaldıraç tarafından bir eylem örgütlendi. Bu eylemde YKM önünde toplanılıp buradan başbakanlığa yürümeyi planlıyorduk. Burada toplanan kitlenin önü polis barikatı ile kesilerek ‘gençliğin buradan yürüyemeyeceği’ dayatmasında bulunuldu. Bunun üzerine bekleyişe geçen gençlik yaklaşık 4 saatlik bir oturma eyleminin ardından arkadaşlarının Erzurum’a giremediğini de öğrenerek başbakanlığa yürümek üzere polis barikatına yüklendi. Gençliğe biber gazı ile saldıran kolluk güçlerine yine taşlarla karşılık verildi. Burada süren çatışmanın ardından GMK bulvarını kesen öğrencilere kolluk güçleri saldırıya geçti. İzmir Caddesi’nden Necatibey’e ve oradan da Kurtuluş parkına kadar yolu keserek geri çekilindi.

Bu eylem sonucu 2’si Ekim Gençliği okuru olmak üzere 8 kişi gözaltına alındı. Bu durumu protesto etmek üzere daha sonra Sakarya Caddesi’nde bir araya gelen öğrenciler buradan Yüksel Caddesi’ne yürümek istedi. Kitlenin önü kısa bir süre sonra çevik kuvvet tarafından kesildi ve kitle bir ara sokakta çembere alındı. Polis şefi ise bundan sonra gençliğin bir adım bile atamayacağını, eğer zorlanırsa coplayarak gözaltına alacağı, basın açıklamasını yaptırmayacağı tehdidini savurarak gençlik eylemlerinden duyduğu rahatsızlığı bir kez daha gösterdi. Bunun üzerine kitle Sakarya Caddesi’ne geri dönerek basın açıklamasını burada gerçekleştirdi ve eyleme son verdi. Burada yürümek yerine geri dönerek basın açıklamasını gerçekleştirmek geri bir tutumdu. Eylem komitesinin tüm bileşenlerinin kararı olmadığı halde geri dönülmüş ve polis şefinin tehdidi boşa düşürülmemiştir. Bu tutum öğrenci gençliğin son dönemdeki fiili meşru mücadele hattını ve militan hareketinin gerisine düşmek anlamına geldi. Gençliğin öfkeli ve militan bir ruh hali varken başbakanlığa yürüyen kitledeki kararlılık burada gösterilememiştir. Bu eylem bir kez daha bizlere devletin gençliğin öfkesinden korkusunu göstermiştir. Şimdi bize düşen görev ise onların korkularının üzerine gitmek ve büyütmektir. Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!

Ekim Gençliği / Ankara


İstanbul’da gençlik hareketinin bir dönemi üzerine…

Devrimci önderlik iddiası ve reformizme karşı mücadele

Gençlik hareketi 2010'un son aylarında ivme kazanırken, henüz önündeki sorunları aşacak bir düzeye de kavuşmuş değil. Gücünü fiili-meşru mücadele çizgisinden alan hareket, kitlesel bir düzeye ulaşabilmiş değildir. Bu bakımdan Ankara'da nispeten ileri gelişme imkanları görülmektedir. ODTÜ'de öğrenciler taban inisiyatifini esas alan bir süreç örmüşler ve "Başkaldırıyoruz!" diyerek militan bir ruhla öne çıkmışlardır. Ankara örneğinde, sadece polis karşısında tutum değil reformizmin gençlik içindeki temsilcileri karşısında sergilenen net politik duruş da önemlidir. İstanbul’da ise hareketteki ivmelenmenin belli görünümleri olmakla birlikte, henüz Ankara’da ulaşılan düzeyin oldukça gerisindedir. 5 Ocak saldırısı ardından gerçekleştirilen ortak yürüş dışında gençlik İstanbul'da yanyana gelmemiştir. Ancak daha da önemlisi süreç, İstanbul'da kampüslere daha az etkide bulunmuştur. ODTÜ'de gerçekleştirilen öğrenci forumlarının bir örneğinin bu ilde gerçekleştirilememesi hareketin buradaki seyri açısından önemli bir işaret sayılmalıdır.

Reformizmin kendisini dayatarak, devrimci gençlik güçlerini yok sayan tutumları karşısında, İstanbul'da devrimci bir eksende birleşik bir mücadele için başlatılan girişimler yanıtsız kalmıştır. Bu süreçte tüm hareketliliğe karşın geçmişte şu ya da bu iddiayla mücadelenin içerisinde olan güçlerin büyük bölümü suskun kalmaya devam etmişlerdir. Dahası yeni duruma yanıt veremedikleri ölçüde bu güçlerin iddiasızlıkları derinleşmektedir.

Bu ölçüde de İstanbul'da süreç parçalı ve sınırlı kalmıştır. Bir yanda 'Ünivesite Konferansı' birleşenleri olan reformist güçler, gençliğin arkalarından gelmesini bekleyerek kendi sınırlarında bir hat izlemişler, öte yanda ise kimi siyasetler seslerini çıkarmamışlardır. Ekim Gençliği, DGH, Kaldıraç ve TÜM-İGD ise

yürüttükleri tartışmalar ile birlikte zaman zaman da DÖB, DYG, Genç-Sen, PDG ve YDG ile bir araya gelerek bir süreç örmüşlerdir. Genç-Sen burada 'Üniversite Konferansı' birlikteliğine olan bağlılık adına 19 Ocak'ta İÜ önünde gerçekleşen eyleme gelmemek için il meclisinde saatlerce tartışabilmiştir. 19 Ocak eylemi İÜ'de soruşturmaları hedef alsa da yerelin kendi güçlerini bile alana taşıyamamıştır. 'Üniversite Konferansı' birleşenleri temsili bir katılımı yeterli görürken, eylemi örgütleyenler dışında kalan unsurlar süreci izlemekle yetinmişlerdir.

27 Ocak günü geldiğinde ise Ekim Gençliği, Kaldıraç, ÖEP, Talebe Gazetesi ve TÜM-İGD imzası ile gerçekleşen eylem öncesinde yaptığımız tartışmalar birliktelik yönünde cevap üretmemiştir. PDG eylemi desteklerken, DGH de destekçi olsa da başından beri takip ettiği sürece aktif katılmaya devam da etmiştir. TKP'li Öğrenciler toplantılara gelseler de, Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri gibi alana ayrı çıkacak olmalarına dair bir gerekçelendirme yapmamışlardır. Bu güçlerden sadece Gençlik Muhalefeti 27 Ocak akşamı saldırılarla ilgili eylemde çağrımıza cevap vererek temsili olarak katılmışlardır.

İstanbul'da reformizmin dayatmaları ve etkisi kırılamamış olsa da, ortaya konulan perspektif içerik bakımından reformizme karşı net bir çıkış olmuştur. İlkesizliğin ilke edinildiği koşullarda ne yazık ki reformizmin küçük hesapları amacına ulaşabilmektedir. Ne var ki, ODTÜ'de öğrenci forumu ve eylemlilik süreci taban inisiyatifinin önemini ve ilkeli siyasetin olanaklarını bize gösteriyor. Önümüzdeki süreçte gençlik hareketine devrimci önderlik pratiğini yoğun bir kitle seferberliğiyle hayata geçirmek ve reformizme karşı etkili bir mücadele yürütmek için daha inisiyatifli ve enerji bir çaba ortaya koymak durumundayız. Ekim Gençliği / İstanbul

İstanbul’da ise hareketteki ivmelenmenin belli görünümleri olmakla birlikte, henüz Ankara’da ulaşılan düzeyin oldukça gerisindedir. 5 Ocak saldırısı ardından gerçekleştirilen ortak yürüş dışında gençlik İstanbul'da yanyana gelmemiştir. Ancak daha da önemlisi süreç, İstanbul'da kampüslere daha az etkide bulunmuştur.

7


İ.Ü.’deki kampanya sürecine ilişkin değerlendirme ve öneriler İstanbul Üniversitesi’nde “soruşturma ve cezaların geri çekilmesi” ve “polis ile özel güvenliklere tanınan arama yetkisinin iptali” talebiyle ortak başlattığımız kampanyanın ilk etabını geride bıraktık. Yürütülen imza çalışması, gerçekleştirilen iki basın açıklaması ile üniversiteye üst aratmadan, kimlik göstermeden girmek gibi fiili eylemler sürecin ilk kısmından yansıyanlar...

Önümüzdeki dönem ise kampanya ve mücadele süreci için kritik bir eşik olacak. Alandaki ilerici/devrimci güçler olarak pek çok açıdan sınanacağımız bir evreye giriyoruz. Bu dönem bir dizi tehlikeyi ve olanağı barındırıyor. Daha güçlü bir şekilde yolumuzda ilerlemek ve mücadelenin zaferi için soğukkanlı ve açık yürekli bir değerlendirmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu yazının temel amacını da bu oluşturuyor.

Ortak mücadelenin ilk kazanımları

Üniversitede bulunan sol grupların neredeysei tamamının ortak hareket ettiği bir süreç örüyoruz. Bugüne kadarki kısmın – harcanan emeğe oranlaüniversitede anlamlı bir etki yarattığını düşünüyoruz. Kampanya faaliyetinin ilk bölümü, uzun bir zamana yayılamamış oldu. Buna rağmen bir takım önemli kazanımlardan söz edilebilir.

* 2,5 gün gibi kısa bir zamanda binin üzerinde imza toplandı. Yine çalışma boyunca binlerce öğrenci arkadaşımızla konu üzerine birebir sohbet ettik. Final dönemi olmasının handikapları olsa da kimi fakültelerde, sınav öncesi yapılan amfi konuşmaları olumlu bir hava yarattı. Mücadele taleplerimiz, öğrenci kitlesinin önemli bir bölümünün ve toplumun gündemine girdi.

* Ayrıca üniversite yönetimine birçok noktada geri adım attırdık. Yemekhaneleri saymazsak örneğin Siyasal Bilimler Fakültesi, hukuk koridoru, havuzlu bahçe, İktisat Ek Bina gibi pek çok yerde masa açmak, geçmişte idarenin keyfi saldırılarına çokça hedef olurken yürütülen imza kampanyasının pratiği içinde bu alanda dengeler gençliğin lehine değişmiş oldu. Bu bakımdan diyebiliriz ki, solun genelinin –hele hele devrimci bir temelde- bir araya gelmesinin oluşturduğu politik/moral etki; duyarlı öğrenci kitlesinde, toplumda ve düzen cephesinde önemli bir tesir yaratabilmektedir. * Son olarak faaliyet sürecinde birçok defa (ve en son medyaya da yansıdığı gibi basın açıklaması sonrasında) kampüse toplu girişler, psikolojik üstünlüğü gençlik hareketine geçiren önemli bir etkendir. Eylemli mücadele yöntemlerinin kitle çalışmasıyla birleştirilmiş olmasının ablukanın yarılmasındaki rolünü iyi kavramalıyız.

ÖGB’ler bugün siyasi faaliyet engellemekten geri duruyorlarsa ve baskıcı yönetimin iradesi -belli noktalarda- bir ölçüde kırıldıysa bunlar hep verilen birleşik mücadelenin sonucudur. Arama kararının iptalini de bu şekilde okumak gerekir. Kararı veren aynı devleti ve yargıyı bu kez tükürdüğünü yalamak ve kararı iptal etmek zorunda bırakan da budur.

8

Rehavete yer yok!

Bugün belki de en tehlikeli şey kavganın bittiği ve öğrencilerin kazandığı gibi bir düşünceye kapılmak olacaktır. Doğru, İ.Ü.’de “şimdilik” bir adım geri attırılmıştır. Ancak bu her şeyin sona erdiği anlamına gelemez. Elde edilen kısmi kazanımlar bir yanılsamaya dönüşür ve oluşturduğumuz birliktelik dağılır ya da çalışmamız zayıflarsa işler İÜ'de tersine dönecektir. Kısacası biz ilerlemeye devam etmezsek, baskı ve yasak düzeni karşısında denge aleyhimizde bozulacaktır. İÜ'de daha fazla kazanım istiyorsak uzun soluklu bir mücadeleye hazır olmalıyız.

19 Ocak’ta Ankara’daki ve 27 Ocak’ta YÖK protestolarındaki saldırıları ve engellemeleri; son dönemde artan soruşturmalar, tutuklamalar ve hapis cezalarını aklımızdan çıkarmayalım. Bütün bunlar saldırıların yoğunlaşacağı, mücadelenin keskinleşeceği yönündeki belirtilerdir.

“…, siyasal varlık iddiası taşıyan her gençlik örgütü için çoktandır belirleyici hale gelmiş bulunuyor. Sermaye düzeni yukarıda ortaya koyduğumuz tahlili kendi cephesinden doğru bir şekilde algılayıp, kendi düşüncelerini ifade etmek isteyen öğrencilere siyaset yasağı koyuyor. Bunu da açılan soruşturma ve verilen uzaklaştırmalarla, son süreçte de gün geçtikçe yoğunlaşan tutuklamalarla hayata geçiriyor.” (Soruşturma ve ceza saldırısının anlaşılamayan önemi ve yürünmesi gereken mücadele hattı, Ekim Gençliği, sayı: 126, 2010 Yaz Sayısı)

Tehlikeler ve olanaklar iç içe

Dünyanın birçok bölgesinde emekçiler ve gençlik sokakları ısıtıyor. Yaşadığımız topraklarda da devletin toplum üzerindeki otoritesinin yavaş yavaş çatlamaya başladığı bir evreye girebiliriz. Üniversitelere dair alınan kararlar hem öğrenciler hem toplum tarafından daha fazla sorgulanmaya başlandı.

Ancak mücadeleyi “dar bir öncü kesimin” kendinden ibaret çabası olmaktan çıkartmalıyız. Gençlik hareketini kitleselleştirip toplumsallaştırmanın olanakları bu konjonktürde artacağa benziyor. Yine de bu süreci karşılayabilmek gençlik hareketi için –daha geniş ölçekte- ortak bir mücadele programını zorunlu kılıyor. Öteki türlü topyekun saldırıları göğüslemek mümkün olamayacağı gibi önemli bir takım fırsatlar da heba edilecektir. Hakkını verebildiğimiz oranda ise süreç; birleşik, devrimci, kitlesel ve militan bir gençlik hareketi yaratmanın manivelasına dönüşebilir.

İki temel silahımız

Çok yönlü bir kuşatma ve saldırılarla karşı karşıyayız. Bunları göğüsleyebilmek için belirleyici iki temel silahımız var. Bunlardan ilki, gençliğin devrimci eyleminin birliğidir. Düne kadar sistemin hepimizi kesen saldırılarına karşı ortak ve bütünlüklü bir yanıt üretemediğimiz bir tablo egemendi. Maalesef halen büyük ölçüde bu


böyledir.

Ancak bugün belli yerlerde –şimdilik refleksif ve sınırlı da olsabirleşik bir mücadele hattını hayata geçirmek üzere bir araya geliyoruz. Bu ortaklaşma çok değerli. Devletin ve düzen cephesinin bundan ne denli çekindiği de ortada. İstanbul’da ve Ankara’da yaşananlar bunu gösteriyor. Bu birlikteliği sürekli geliştirmeye çalışmalıyız. Karşılıklı hassasiyetlerimizi önemsediğimiz sürece bu son derece mümkündür. Gençlik hareketini geliştirme sorumluluğu hisseden tüm örgütlerin yapması gereken sanıyoruz ki budur.

İkinci en önemli silahımız ise kitle ve kamuoyu desteğidir. Öğrenci arkadaşlarımızda, baskılanmaya çalışılan mücadelemize karşı bir yakınlığın filizlenmesi; toplumun değişik kesimlerinde oluşan duyarlılıkla birleşince eşi bulunmaz bir maddi/manevi güce dönüşüyor. Bu moral enerji ve mücadelenin kitleselleşmesi ihtimali düzene geri adım attıran çok önemli bir etken. Zaten bizi karalama, kitleden yalıtma ve mücadelemizin içeriğini çarpıtma çabaları buradan kaynaklanıyor. Düşman bizi ancak böylelikle yenebileceğinin bilincinde.

Güneş balçıkla sıvanmaz. Ancak bizim de tuzağa düşmememiz gerekir. Örneğin 12 Ocak’taki kitlesel geçen ilk basın açıklaması sonrasındaki süreçten ders çıkartmalıyız. “İçerikte anlaşamama” gerekçesiyle aldığımız eyleme ve sürece dönük faaliyet yapmama kararını eleştirmeliyiz. Evet, seri halinde yapılan sonuçsuz toplantıların; kendi iç enerjisini tüketen, boğucu bir yanı var. Ne var ki, hiçbir şey faaliyet yapmama sonucuna çıkamaz. Aksi durumda bundan, eksik ve sağlıksız bir eylem birlikteliğinden öte bir şey çıkaramayız. Birlikte hareket etmenin ve kitleye politik bir ortaklık ile gitmenin sorumluluğunu kavradığımız ölçüde, karşılıklı olarak belli hassasiyetleri gözetebiliriz ve pekâlâ ortaklaşırız. Hepimizin en son isteyeceği şey düşmanın ekmeğine yağ sürmektir. Öyleyse, olumlu birlikteliğimizi ve sonuç alıcı mücadelemizi geliştirerek sürdürmek devrimin çıkarınadır.

Kafamız net olmalı

Önümüzde bahar dönemiyle birlikte uygulanacak bir kısım uzaklaştırma var. Açılan 45 soruşturma sonuçlandığında epeyce kişi bu sayıya eklenecek. Ve kampanya süresince henüz işleme konmamış, soruşturma açılabilecek en az 3 net olay var. Kısacası görünen o ki bahar dönemi boyunca onlarca yeni ceza ile saldırı hızlanarak sürecek.

“Önce bir cezalar çıksın, sonra bakarız çaresine” diyerek bekleyemeyiz. Şimdiden ne yapacağımız konusunda kafamız net olmalı. Öbür türlü sudan çıkmış balığa dönmemiz kaçınılmaz. Saldırıyı püskürtmek için son toplantıda çıkan “cezalara karşı direniş” yönelimini şekillendirmeli ve dönem açılmadan önümüze bir eylem ve mücadele hattı koymalıyız. Birkaç öneri:

- “Soruşturma-uzaklaştırma saldırısı yeni dönemde de hız kesmeyeceğine göre, geçtiğimiz yılların deneyimlerini gözeterek ve eksiklerimizi tamamlayarak mücadeleyi derinleştirmek, yeni dönemin de öncelikli görevlerinden biridir. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısının gündeme geldiği her okul kapısını, “tek başına bile direniş” geleneğini yaratan işçi sınıfından öğrenerek, duraksamaksızın direniş yerine çevirmeliyiz.” (www.tkip.org sitesinden alınmıştır)

Direnişi sadece ceza alan öğrencilerin veya bir siyasal çevrenin meselesi olarak algılamamalıyız. Direnişi kitleye mal etmek, tüm ilerici/devrimci güçlerin, duyarlı kesimlerin ve 'eğitim hakkı' hatta 'özgürlük ve gelecek talebi' ile giderek herkesin direnişi yapmak son derece anlamlı olacaktır. Ceza alan güçlerin yalnızlaşmasına izin verilmemeli “Sıra bize gelmez” denmemeli. Uzaklaştırma ve soruşturmaları geri çektirme, baskıcı ve yasakçı üniversite yönetimine diz çöktürme ufkuyla hareket edelim. Birlikte hareket etmek bunun için tek yolumuzdur. - “Bu sorun kendi başına gençlik hareketinin üstesinden gelebileceği düzeyi çoktan aşmış bulunuyor. Burjuva kamuoyunda dahi yer yer tepki alabilen, öğrenim hakkının gasbına dönüşen siyaset

yapma, duyarlılığını ortaya koyma hakkının okul yönetimleri, polis ve mahkemelerin işbirliği ile bu denli kaba bir çiğnenmesi karşısında yapılanlar son derece yetersiz. Oysa herhangi bir alandaki bu türden bir saldırı, tüm kamuoyunun desteğini kazanmaya, günün sınıf ve emekçi hareketlilikleriyle etkin bir kader birliği kurmaya yönelecek bir faaliyetin gündemi olabilmelidir.” (Gençlik Çalışmasının Güncel Sorunları Üzerine, EKİM, sayı:259, Ekim 2009) - “Gençliğin siyaset yapma hakkı, bunun bir uzantısı olarak eğitim hakkının gasbına karşı hiç değilse ilerici kamuoyu üzerinden bir mücadele hattının örgütlenmesinin önemi açıktır. Bu alandaki temel zayıflıklardan biri sendikalar, demokratik kitle örgütleri, aydın ve ilerici çevrelerin duyarlılığını harekete geçirmekte yaşanıyor. Burjuva basındaki imkânların değerlendirilmesi alanında da ısrarla yüklenen bir tarzı hayata geçirmek gerekiyor. Bu imkânların kullanılmasının ne tür sonuçlar yarattığı geçtiğimiz dönemin deneyiminden görmüş bulunuyoruz.” (www.tkip.org sitesinden alınmıştır) - Eğitim Hakkı İnisiyatifi, 2010 baharında yedi hafta boyunca SOKAK Üniversitesi (Soruşturma, Ceza Karşıtı Alternatif Kampüs) adıyla etkinlikler düzenledi. Galatasaray Lisesi ve Kadıköy İskelesi önüne kurulan alternatif kampüs 7 hafta boyunca on binlerce kişiye ulaştı.

Her hafta farklı bir temayla: Direnişçi işçilerin, aydın ve sanatçıların çağrıldığı; Yunanistan’daki anti-kapitalist isyanın işlendiği; Şerzan Kurt, Aydın Erdem, Alaattin Karadağ şahsında devletin katliamcı yüzünün teşhir edildiği; madenlerdeki, fabrika ve tersanelerdeki iş cinayetlerinin anlatıldığı birçok ders gerçekleşti. Müzik grupları, şiir toplulukları, eğitim emekçileri ve işçiler de bizi yalnız bırakmadı. Caddeden geçen insanların, hatta düzen medyasının bile ilgisine konu oldu. Kısacası mücadelenin nabzını ve direnişin sesini, üniversitedeki gündemlerle birleştiren bir zemin oldu. Önümüzdeki dönem de İ.Ü. üzerinden veya İstanbul genelinde böyle bir araçla soruşturma ve cezalara karşı toplumda bir duyarlılık yaratabiliriz.

- Kampanyanın bugüne kadarki kısmında, -özellikle kitle ayağını örerken- çalışma büyük ölçüde kendiliğinden ilerledi. Değişik fakültelerde, iş yapmaya istekli, örgütlü/örgütsüz pek çok unsur çalışmanın bir parçası yapılamadı. Neyin, ne zaman, ne şekilde ve kimler tarafından yapılacağı belli olmayınca işler aksayarak, verimsiz ve süreksiz ilerledi. Ayrıntılara hakim olamadığımız oranda, organize olmakta sıkıntı yaşadık.

İşlerin planlanmasından, çalışmanın güvenliğinin sağlanmasına, kitle çalışmasının derinleştirilmesine kadar birçok işi komiteleşerek kolaylaştırabiliriz. Her fakültede -hatta mümkünse bölümlerdekampanya komiteleri kurmalıyız. Planlamalarımızın ve hareketin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenebilecek bu organlar aracılığı ile sürece daha etkin müdehale etmemiz olanaklı olacaktır.

Bu düşüncenin hayata geçtiği İktisat Fakültesi’nde gözle görülür olumlu bir etkisi oldu. Organize olmanın getirdiği sinerji ve uyum, öğrenci kitlesinin genelinde olumlu bir hava yarattı. Oluşan atmosfer örgütsüz ancak ilerici arkadaşlarımızın da gönüllü olması ve süreci sahiplenmesi ile yaratıldı. Bugün kurulacak bu mekanizmalar, yarın kapı önü direnişinin başlamasıyla, pekâlâ direniş komiteleri işlevini üstlenebilirler.

Son olarak;

Düzen gençlik hareketine dört koldan saldırılarını hızlandırıyor. Ankara’da düzenlenen son operasyonun ardından bir takım çirkin iftiraların da eşliğinde medyada “PKK, DHKP-C, THKP-C, TKEP-L, TKİP ve MKP’den üniversitelerde kaos ortamı yaratmak için eylem birliği” (Star gazetesi, 26 Ocak 2011 Çarşamba) başlıklı haberler yayınlandı. Yine utanmadan “terörist” demagojisine başvuruluyor. Eğer diplomalı işsizliğe, sömürü ve köleliğe karşı çıkmak “günahsa”; parasız, nitelikli, bilimsel, anadilde eğitim istemek “hataysa”; geleceğimize ve özgürlüğümüze sahip çıkmak, bu bozuk düzeni tüm kurumlarıyla yıkmayı hedeflemek “suçsa”… Burada bir kez daha yineliyoruz: bizler “suç işlemeye” devam edeceğiz. Ekim Gençliği / İstanbul Üniversitesi

9


Baskı görmek özgürlükse… “Bir parça güvenlik için birtakım özgürlüklerinden vazgeçenler; hiçbirini hak etmez ve her ikisini de kaybederler.”

Bu söz, 100 ABD dolarının üzerinde resmi bulunan Benjamin Franklin’e ait. En bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterebiliyor. Gerçekten de ne zaman bir özgürlük kısıtlanacak olsa genelde hep güvenlik gerekçesine başvurulur. En baskıcısından, en demokratik görünümlü yönetime kadar çoğunlukla bu böyle oluyor. Üniversitelerdeki gidişat da bunu doğruluyor.

Sermaye sınıfı özellikle krizle birlikte kendi cephesinden birtakım önlemler aldı. Şu son dönem işçi sınıfı ve gençliğin giderek yaygınlaşan hareketliliği de korkularını perçinliyor. Avrupa’dan, Ortadoğu ve K. Afrika’dan ders çıkartarak “yılanın başını küçükken ezmek gerekir” diyorlar. Ancak gayretleri boşuna. Çünkü bizi mücadeleye iten, sistemin kendi iç çelişkileridir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, “İnsan doğası gereği baskıya karşı gelir.” (Tacitus)

10

Fakülte mi, karakol mu?

İstanbul Üniversitesi’nde birçok amfide, doğru düzgün ses sistemi olmadığı için dersi dinlemekte zorlanıyoruz. Dahası kampüs içerisinde sosyal-kültürel faaliyette bulunabileceğimiz hiçbir olanak yok. En son bu yaz Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) de rektörlük tarafından kapatıldı. Binlerce öğrencinin olduğu fakültelerde ders dışında oturabileceğimiz, zaman geçirebileceğimiz bankların sayısı bile onu geçmiyor. Örnekler çoğaltılabilir.

Öte yandan yüz binlerce lira güvenlik kameralarına, özel güvenliklerin maaşlarına ayrılabiliyor. Okulun içine mobese konulabiliyor. Bakıyorum da üniversiteler okuldan başka her şeye benziyor; ticarethaneye, ortaçağ kilisesine, sıkıyönetim mahkemesine ve de karakola... Her türlü gerici, düzen yanlısı fikri barındıran bir tekke, eğitimi paralılaştıran bir şirket bugün üniversiteler. Çizdiği sınırlara uymayanları, düşünen ve talepleri uğrunda mücadele edenleri soruşturan, cezalandıran bir Devlet Güvenlik Mahkemesi gibi aynı zamanda… Üstelik de sivilinden üniformalısına polislerin cirit attığı bir yer. Düşünüyorum üniversitede polisin ne işi var diye? Meydanlarda, özlem ve beklentilerini haykıran bizlerin üzerimize salınıyorlar. Derslerimize girip yemekhaneye gelip etrafta dolaşıp öğrenci kılığında bizi izliyorlar. Daha “tehlikeli” olanlarımızı fişliyorlar.

Özel güvenlikler kimi koruyor?

Sadece polis değil bir de özel güvenlik birimi (ÖGB) var. Güz dönemi boyunca İ.Ü.’de kampüs girişinde öğrenciler çeşitli zamanlarda güvenliklerin saldırısına maruz kaldı. Geçtiğimiz kasım ayında Ana Kapı’da iki arkadaşımız on kadar ÖGB tarafından yaralanırken Ocak ayında da yan kapıda üç öğrenci yine güvenlikler tarafından önce hakarete maruz kaldı daha sonra yerlerde tekmelendi. Sırf çantasını aratmak istemiyor diye.

Sözde bizi korumak için o kapıda duran bu kişilerin bize saldırmaları son derece manidar. Peki, güvenlik görevlileri öğrencilere saldıracak cesareti nereden bulabiliyorlar? Bu sorunun yanıtı rektörlüğün bu insanları kampüste bulundurma amacından, toplumdaki/üniversitedeki genel baskı ve denetim mekanizması ayrı ele alınamaz sanırım.

Ayhan Z. Tozkoparan

Ya da ÖGB çantamızda neyi ve ne maksatla arıyor? Okula girmesi istenmeyen nedir? Örneğin güvenlik biriminin öğrencilere saldırısını anlatan, durumu teşhir eden bildirileri okula sokmak istemiyorlar. Veya üniversite yönetimi fikirlerimizi ifade ettiğimiz elinizdeki gibi siyasal bir yayının üniversitede olmasını, okunmasını engellemeye çalışıyor. Bizi çantamızı karıştırarak okuduğumuz kitaba, dergiye kadar fişliyorlar. Tıpkı demin bahsi geçen, derslerimize kadar öğrenci kılığında giren onlarca sivil polis gibi… Bu da sistemin denetim mekanizmasının bir parçası. İddia edildiği gibi kesici/delici aletlere falan da bakmıyorlar. İ.Ü'de okula girerken kimlik sorarlar. Örneğin başka bir fakültedenseniz bile sizi içeri almazlar. Eğitim Fakültesi öğrencileri Merkez Kampüs’e giremez ya da hukuk öğrencileri Edebiyat Fakültesi’ne. Girişte, kimliklerimizdeki fakülte hanesini dikkatle kontrol ederler. Ancak MHP’li faşistler üniversitede saldırı düzenleyecekleri zaman; değil başka fakülteden, öğrenci bile olmayan, Ülkü Ocakları’ndan topladıkları tipler okula ellerini kollarını sallaya sallaya girebilir. Üstelik üstelerinde satırla, sopayla birlikte… Bu gibi durumlarda o sıkı ve “kusursuz” üst ve kimlik kontrolleri nedense (!) işe yaramamaktadır.

Toplumu sindirme politikası ve üniversiteler

Bugün toplumun sesini çıkartan, sokağa çıkan, mücadele eden tüm kesimleri devletin baskısından payına düşeni alıyor. Öğrenci eylemleri polis saldırısının hedefi oluyor. Haklı istemler şiddetle bastırılmak isteniyor. Şubat başında Ankara’da gerçekleştirilen “Torba Yasa” eylemi yine polis saldırısına sahne oldu. Pek çok insan yaralandı. Aynı şekilde Sarıyer Derbent’te evlerini başlarına yıkmak için gelen yıkım ekiplerini semtlerine sokmak istemeyen emekçiler polisin alçakça saldırısına maruz kaldı. Durumu görüntülemeye uğraşan basın emekçileri de bundan nasibini aldı. Öte yandan soruşturma ve cezalarla üniversitelerde düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü hiçe sayılıyor. Sendikaya üye olan hakları ve gelecekleri için örgütlenen işçiler nasıl kapının önüne konuluyorsa; gelecek ve özgürlük mücadelesindeki gençlik de idare tarafından okuldan uzaklaştırılıyor. Son dönem üniversitelere dönük daha da artan bir tutuklama saldırısı da tabloyu tamamlıyor.

Sermaye sınıfı özellikle krizle birlikte kendi cephesinden birtakım önlemler aldı. Şu son dönem işçi sınıfı ve gençliğin giderek yaygınlaşan hareketliliği de korkularını perçinliyor. Avrupa’dan, Ortadoğu ve K. Afrika’dan ders çıkartarak “yılanın başını küçükken ezmek gerekir” diyorlar. Ancak gayretleri boşuna. Çünkü bizi mücadeleye iten, sistemin kendi iç çelişkileridir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, “İnsan doğası gereği baskıya karşı gelir.” (Tacitus)


Gençliği teslim almak için yoğun baskı ve terör! Üniversiteler her ne kadar kurulduğu dönemden günümüze kadar düzenin devamlılığını sağlamak içim bilim ve ideolojiler üretmiş olsa da, dönem dönem kitlesel bir boyutu taşınarak yükselen gençlik hareketi, düzenin soluğunu kesen, sistemi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Özellikle dünyada ve ülkemizde '68 öğrenci gençlik hareketi bunun en başat örneği olmuştur. Günümüz dünyasında gençlikteki hareketlilik her ne kadar '68 dönemi kadar gelişkin ve kitlesel olmasa da, özellikle Avrupa'da son yıllarda gittikçe yükselen bir hareketlilik görülmektedir. Fransa, Yunanistan, İtalya, Almanya, Avusturya bu hareketlilikte başat ülkeler olmuştur. Bununla birlikte kendi coğrafyamıza geldiğimizde ise genel bir değerlendirme yapacak olursak her yıl bir önceki yılı aratacak kadar geriye gidişler yaşanmaktaydı. Ancak geçtiğimiz dönemin başıyla birlikte gençliğe dönük artan polis, ÖGB, soruşturma ve tutuklama terörüyle birlikte, gençliğin bu saldırılara karşı dik duruşu, Dolmabahçe süreci ve YÖK'ten gelen yeni "güvenli üniversite" açılımı burjuva medya tarafından uzun dönemdir gençliğe dönük gösterilmeyen ilgi ve toplum nezdinde ise bir taraflaşma yarattı. Hemen hemen toplumun tüm kesimlerinden gençliğe dönük bu saldırılara ilişkin görüşler belirtildi.

Tüm bunlarla birlikte üniversitelerdeki kıpırdanmayla birlikte gençliğe dönük saldırılar gittikçe yoğunlaşıyor. Gençlikteki hareketliliği gören düzen güçleri, bunun önlemlerini baskı ve yasakları daha da arttırarak almaktadır. Özellikle son süreçte Ankara'daki tutuklamalar ve bunun kirli bir kurgu üzerinden gerçekleşmesi gençliğe dönük saldırıların ve verilmek istenen mesajın birer somut örneğidir. Düzenin tüm güçleri polis, medya, hükumet ve yargı bu saldırı kapsamında el birliği etmiştir. Polis tarafından boyalı medyaya medyaya servis edilen şu haber ve habere konu tutuklamalar buna örnektir: "İstihbarat ve Terörle Mücadele birimlerince yürütülen operasyonel çalışma sonucu, üniversitelerde terör örgütleri PKK, DHKP-C, TKEP-L, MKP, TKİP gibi örgütlerin birlikte hareket ederek üniversitelerde olay çıkarmak amacıyla "cezacı, istihbarat, sağlık, keşif, tahliyeci" isimleriyle gruplar oluşturarak, hedef olarak belirledikleri kişilere yönelik çalışma

yaptıklarını belirlendi. Başkentteki çeşitli üniversitelerde öğrenci olduğu tespit edilen örgüt mensuplarının amacının ise sağ-sol, Türk-Kürt çatışması çıkarmak için eylem planlamak."

Bu kirli propagandayla birlikte Demokratik Yurtsever Gençlik, Devrimci Öğrenci Birliği, Gençlik Federasyonu ve Demokratik Gençlik Hareketi çalışanı beş öğrencinin tutuklanmasıyla devam eden süreçte üniversitelerdeki baskı devrimci özneler üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Hemen hemen her konuşmasında sokaklarda taleplerini dillendiren gençliği ideolojik olmakla itham eden Tayyip Erdoğan onun halefleri bu saldırılara meşruluk sağlayacak yeterli zemin oluşturmak için elinden geleni yapmıştır.

Elbetteki bu tutuklama saldırıları bu yıl tek tutuklama saldırısı olmamıştır. Bu dönem yine iki yıl önce İTÜ'ye gelen Tayyip Erdoğan'ı protesto ettiği için birçok öğrenciye yine 15 ay tutuklama cezası, Ankara'da yine DTCF yaşanan olaylar üzerine beş öğrenciye 10 ay hapis cezası vb. bir çok tutuklama saldırılarıyla gençlik baskı altına alınarak düzen içi mecralara çekilmek istenmektedir. Son süreçte yaşanan bu tutuklama saldırılarının elbetteki temel bir mantığı mevcuttur. YÖK ve onun düzeni üniversitelerde alttan alta başlayan hareketliliği görmüş ve bundan tedirgin olmaya başlamıştır. Basında geniş yer bulan gençliğin gelecek ve özgürlük talebi, bununla birlikte gelişen eylemlilik süreci ve bu eylemlere dönük azgınca polis terörü sermaye hükumetini ve YÖK'ü zora sokmuştur. Bu gerçekleştirilen tutuklamaların hepsi üniversitelerde bu hareketliliği sırtlayan devrimci özneleri marjinalleştirilerek üniversitelerden tamamen silmek ve mümkün olduğunca gelişecek hareketliliği düzen içerisine hapsetmek maksadını taşımaktadır. Gençliğe dönük tüm bu kapsamlı saldırıların arkasından polisinden, yargısına, hükumetinden, YÖK'üne ve boyalı basınına kadar düzenin tüm kurumları, yani düzenin ta kendisi çıkmaktadır. Gençlik örgütleri bu saldırılarının karşısında ancak birleşik, kitlesel, militan mücadele hattıyla durabilir. Bizlere boyun eğdireceklerini sananlar yanılıyorlar. Gençliğin gelecek ve özgürlük talebi polis, ÖGB, soruşturma ve tutuklama terörüyle boğulamayacaktır.

Basında geniş yer bulan gençliğin gelecek ve özgürlük talebi, bununla birlikte gelişen eylemlilik süreci ve bu eylemlere dönük azgınca polis terörü sermaye hükumetini ve YÖK'ü zora sokmuştur. Bu gerçekleştirilen tutuklamaların hepsi üniversitelerde bu hareketliliği sırtlayan devrimci özneleri marjinalleştirilerek üniversitelerden tamamen silmek ve mümkün olduğunca gelişecek hareketliliği düzen içerisine hapsetmek maksadını taşımaktadır.

11


Gençlik haberlerinden... Ankara'da soruşturma terörü

Üniversitelerde yeni eğitim dönemi soruşturma terörüyle açıldı. Son öğrenci eylemlerinin merkezi durumundaki Ankara’da yoğun bir soruşturma terörü uygulanıyor. Son olarak Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde aralarında bir Ekim Gençliği okurunun da bulunduğu 12 kişiye soruşturma açıldı. Cebeci Kampusü’nde ise Hukuk Fakültesi’nden 4 öğrenciye soruşturma açıldı. Soruşturmalara gerekçe olarak Süheyl Batum ve Burhan Kuzu'nun protesto edilmesi gösterildi.

Polis tacizi teşhir edildi

DHF çalışanına ve Ekim Gençliği okuruna yönelik polis tacizi, 11 Şubat günü gerçekleştirilen basın toplantısıyla teşhir edildi. İHD Eskişehir Temsilcisi Ahmet Uluçelebi, yaptığı açıklamada ideolojik bir saldırı şeklinde gerçekleşen bu tür olayların keyfilik olduğunu vurgulayarak, bunun suç olduğunu söyledi. Uluçelebi, İHD olarak bu olayların takipçisi olacağını belirtti.

İHD’nin yaptığı açıklamanın ardından DHF ve Ekim Gençliği’nin ortak açıklaması yapıldı. Devletin bu tür baskı ve saldırılarına devrimcilerin cevabının değişmediği ve değişmeyeceği söylenerek, her türlü saldırının göğüsleneceği ifade edildi. Devrimci faaliyetin sürdürüleceğinin altı çizildi. Basın toplantısına, BDSP, DHF, ESP, EHP, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve Devrimci Proletarya katıldı. DHF Gençlik Komisyonu üyesi Devrim Çiftçi, öğlen saatlerinde oturduğu evin yakınında polis tacizine maruz kalmıştı. Bir çay bahçesinden çıkan Ekim Gençliği okuru Emre Yılmaz'ın yanına gelen gelen sivil polis ise ,Yılmaz ile konuşmak istediğini belirtmişti. Emre Yılmaz’ın ‘kimsin’ sorusuna ‘sen bizi tanırsın gel biraz konuşalım’ diyerek tehditle yanıt veren polis, Yılmaz tepki göstermesi üzerine olay yerinden uzaklaşarak gözden kaybolmuştu.

Üniversiteler bizimdir, özgürlüğümüzü ve geleceğimizi istiyoruz!

27 Ocak'ta Başbakanın Erzurum'da sözde öğrenci temsilcileri ile buluşacağı saatlerde İstanbul'da Ekim Gençliği, Kaldıraç, ÖEP, Talebe Gazetesi ve TÜM-İGD toplantıyı protesto ettiler. Galatasaray Lisesi önünde “Üniversiteler bizimdir, özgürlüğümüzü ve geleceğimizi istiyoruz!” şiarlı pankartlarını açarak toplanan kitle Taksim tramvay durağına bir yürüyüş gerçekleştirdiler.

12

Erzurum'a giden arkadaşlarının yollarının kesilmesini ve Barbaros Bulvarı'nda Öğrenci Kolektiflerin'e yapılan saldırıyı teşhir eden konuşmalarla emekçilere geleceksizlik politikalarını parçalama çağrısı yapıldı. “Torba yasası” ile sefalete sürüklenen milyonların yanında “Bologna Süreci” üniversite çalışanlarının güvencesiz çalışmaya, gençliğin ise diplomalı işsizliğe ve geleceksizliğe sürüklendiğini ifade ederek emekçiler ve gençler eyleme destek olmaya davet edilerek yürüyüşe başlandı. Yürüyüş boyunca “YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek!”, “Söz, yetki, karar istiyoruz!”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz!”, “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!” ve “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” sloganları atılırken, çevrede toplananlar da alkışları ile eyleme destek verdiler.

Yürüyüşte Bertolt Brecht'in “Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz” adlı şiirini ve ardından da başta Tunus ve Mısır'da olmak üzere yükselen mücadeleye destek için hep bir ağızdan “Çav Bella” okundu. Durakta önce Nazım Hikmet'in “Beyazıt Meydanı'nda ki ölü” şiiri, ardından da “Beyazıt Marşı” coşkulu bir biçimde okunarak basın açıklamasına başladı. Açıklamada toplantılarda emperyalist efendilerin sözlerinin tekrarlandığı ve patronların çıkarları doğrultusunda geleceksizleştirme politikalarının adımlarının atıldığı, bir yanda demokrasicilik oynanırken diğer yanda İÜ'de 45 öğrenciye soruşturma açıldığı, Ankara'da 5 devrimci öğrencinin tutuklandığı belirtildi. Öğrencilere azgınca saldıran düzenin katilleri, tecavüzcüleri, dolandırıcıları ve kirli işlerini gördürdüğü Hizbullah üyelerini dışarı salarken aylardır Onur İnce'yi Sincan F-Tipi'nde tutsak ettiği teşhir edildi. “Avusturya İşçi Marşı” okunarak bitirilen coşkulu eyleme yaklaşık 50 kişinin katılırken İşten Atılan PTT Taşeron İşçileri, DGH ve PDG destek verdiler.

Başbakanın Erzurum'da sözde öğrenci temsilcileri ile yaptığı toplantı boyunca eylem alanlarını dolduran öğrencileri hedef alan baskı ve terör 19:00'da Beyoğlu'nda yapılan eylemle protesto edildi. DGH, DÖB, Ekim Gençliği, Genç-Sen, Kaldıraç, TÜM-İGD ve YDG tarafından örgütlenen eyleme Gençlik Muhalefeti ve Talebe Gazetesi destek verdi.

Ankara'da polis terörü

Ankara'da, Ekim Gençliği, Genç-Sen, DPG ve Kaldıraç'ın örgütlediği eylem için kitle YKM önünde toplandı. Öğrenciler saat 12.00'de “Üniversiteler bizimdir! Söz, yetki, karar hakkı istiyoruz” ortak pankartı arkasında Başbakanlık önünde basın açıklaması yapmak için yürüyüşe başladı. Öğrencilerin önü polis barikatı ile kesilirken, 200 kişilik kitlenin bekleyişi yaklaşık 3 saat sürdü. “Üniversiteler


bizimdir bizimle özgürleşecek!”, “Katil polis hesap verecek!”, “İşkenceci polis hesap verecek!”, “Polis defol üniversiteler bizimdir!”, “ÖTK değil biz temsilciyiz!”, “YÖK, polis, soruşturmalar baskılar bizi yıldıramaz!” sloganlarını atan kitle Erzurum’a giden arkadaşlarının keyfi bir şekilde durdurulması haberinin ulaşmasıyla birlikte Başbakanlığa doğru yürüyüşe geçti Polis ise öğrencileri biber gazı sıkarak dağıtmaya çalıştı. Polise taşlarla karşılık veren öğrenciler Kızılay'ın sokaklarını trafiğe kapattı. Eylem 18:00’de Sakarya’da buluşmak üzere son buldu. Eylemde ikisi Ekim Gençliği okuru olmak üzere 8 kişi gözaltına alındı.

Yaşanan saldırıyı kınamak için saat 18.00'de Sakarya’da biraraya gelen devrimci demokrat kurumlar Yüksel Caddesi’ne yürümek istedi ancak kısa bir süre sonra kitlenin önü çevik kuvvet polislerince kesildi. Bir sokakta sıkıştırılan kitleye polis basın açıklaması için yürütmeyeceğini söyledi. Kitleye tehditler savuran Ankara polisi ”Tek bir adım bile atıldığı taktirde herkesin gözaltına alınacağını, kitlenin copla ve zor kullanılarak dağıtılacağını” söyledi. Bunun üzerine kitle “Katil polis hesap verecek!”, “Gözaltılar serbest bırakılsın!”, “Gözaltılar, soruşturmalar, baskılar bizi yıldıramaz!” sloganları ile beklemeye başladı. Dışarıdan polis yönlendirmesi ile gelen bir kadının provakatif söylemleri boşa düşürüldü. Bunun üzerine devrimci demokrat kurumlar Sakarya’ya tekrar dönerek basın açıklamasını yapacaklarını söyledi. Polisin buna da izin vermeyeceğini söylemesi üzerine kitle Sakarya Caddesi’ne yürüdü ve burada basın açıklamasını gerçekleştirdi. Eyleme DÖB, YDG, Tüm İGD ve Kızıl Hareket de destek verdi. Çocuk şubeye götürülen 5 kişi gece saatlerinde serbest bırakılırken 18 yaşın üzerinde olan ve aralarında 2 tane Ekim Gençliği okuru bulunan 3 kişi ise 28 Ocak'ta çıkarıldıkları mahkeme tarafından haftada 1 kez imza atmak şartı ile serbest bırakıldı.

Kolektifler'e gözaltı saldırısı

Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Beşiktaş'taki yerleşkesinden çıkarak Barbaros Caddesi'ni kapatarak Başbakan'ın çalışma ofisinin bulunduğu Dolmabahçe'ye yürümek isteyen Öğrenci Kolektifleri üyelerine polis saldırdı. Biber gazlı saldırıda 30'a yakın öğrenci gözaltına alınırken, yaralanan 2 öğrenci de hastaneye kaldırıldı. Polisin müdahalesine çevrede bulunan halk da tepki gösterdi. Polis saldırısının ardından yeniden toplanan öğrenciler caddeyi trafiğe kapatarak eylemlerini sürdürdüler. Erzurum'a giden arkadaşlarına yapılacak her tür saldırıya karşı yanlarında olduklarını belirten öğrenciler, saldırılardan hükumetin sorumlu olacağını vurguladılar.

Saat 18.30’da Galatasaray Lisesi önünde toplanan Öğrenci Kolektifleri öğrencilerin Erzurum’a alınmamasını ve sabah saatlerinde Öğrenci Kolektifleri üyelerinin Yıldız’da uğradıkları polis saldırısını protesto ettiler.

Eyleme katılan 29 öğrenciye üçer yıl hapis istemiyle dava açıldı.

Beşiktaş’ta eylem

Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti ve TKP’li Öğrenciler saat 16.00’da YTÜ durağında buluşarak“Tayyip kaçtı... Biz buradayız! Ne

AKP’nin, ne YÖK’ün temsilcisiyiz!” pankartını açtılar. Yolu trafiğe kapatarak Beşiktaş çarşısına gerçekleştirilen yürüyüş boyunca sloganlar atıldı.

Öğrenciler Kartal Heykeli önünde üniversite kürsüsü kurdular. Yapılan açıklamada YÖK’ün, AKP’nin değil, üniversitelerin, bilimin, “jaguarı olmayan” öğrencilerin ve emekçi çocuklarının sesi olmak için “üniversite kürsüsü”nün kurulduğu söylendi. Basın açıklamasını ardından kürsü konuşmalarına geçildi.

Erzurum'a giden öğrenciler durduruldu

Erzurum'a gitmek için yola çıkan Genç-Senlilerin ise İstanbul'dan çıkışlarından itibaren GBT kontrolü bahanesiyle yolları kesildi. Polis ve jandarma tarafından yolları kesilen GençSenliler'in Erzurum'a gitmelerine engel olunmaya çalışıldı.

İlk olarak Ankara çıkışında yolları kesilen Genç-Senliler daha sonra Yozgat girişinde, Yozgat Akdağmadeni ilçesinde ve Sivas'ta durduruldu.

Bu arada Erzurum'a giden Öğrenci Kolektifleri üyeleri ise Erzincan'a 5 km kala polis tarafından durduruldu. Erzincan'da bazı grupların taşlı sopalı saldırı için toplandıkları gerekçesini gösteren polis, gençliğin yoluna devam etmesine engel oldu. Erzurum'a gidişleri engellenen öğrenciler Erzincan'da yaptıkları basın açıklaması ile yaşananları protesto ettiler.

Soruşturma-ceza terörüne karşı açlık grevi

Harran Üniversitesi'nde öğrenciler soruşturma-ceza terörüne karşı açlık grevine başladı. Urfa'da Harran Üniversitesi Öğrenci Derneği (HÖDER) öncülüğünde öğrenciler, 78 öğrenci hakkında açılan soruşturmaları protesto etmek için süresiz açlık grevi başlattı.

Yapılan açıklamada HÖDER sözcüsü Kadir Kurnaz, 18 Mayıs 2010 tarihinde ülkücü bir grubun bıçaklı, silahlı saldırısına uğradıklarını, kendilerini savunan 78 öğrenciye soruşturma açıldığını belirtti. Ardından 30 öğrencinin yurttan atıldığı, birçok öğrenciye de 1 ve 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezaları verildiği söylendi. Kendilerine verilen cezaların bir an önce kaldırılmasını istedi. Açlık grevinin cezalar geri çekilinceye kadar devam edeceğini söyledi.

Ankara'da tutuklamalar protesto edildi

Ankara’da öğrencilere yönelik tutuklama terörü 24 Ocak günü Yüksel Caddesi’nde yapılan basın açıklaması ile protesto edildi.

“Faşist baskılar, saldırılar, tutuklamalar bizi yıldıramaz” ozalitinin açıldığı eylemde üniversitelerdeki polis, ÖGB ve YÖK üçgenine son süreçte tırmandırılan devlet terörünün de eklendiği söylendi. Açıklamada Hizbullah'ın eli kanlı katilleri dışarı salınırken devrimci, demokrat insanlar üzerinde baskıların arttığı ancak bu baskıların mücadeleyi engelleyemeyeceği vurgulandı. Basın açıklamasının ardından İstanbul'da IMF-DB protestolarına katıldığı için Cahit Atalay’ın tutuklandığına dikkat çekildi. DHF, Gençlik Federasyonu, Mücadele Birliği ve YDG’nin örgütlediği basın açıklamasına BDSP, DP, TÖP ve Ankara Anarşi İnisiyatifi de destek verdi.

13


Üniversitelerde hava parçalı “özgür”, sağnak soruşturmalı!

Özgürlük sokakta, parke taşlarının ardında!

Kurulduğu günden günümüze üniversitelerde piyasalaştırmanın önünü açan YÖK, bunu üniversitelerde “aykırı” öğrenci ve akademisyenlerin seslerini bastıramadan yapamayacağını bilerek yola çıkmış ve disiplin yönetmelikleri ile üniversite birleşenlerini kıskaca alarak her türden özgürlükten mahrum bırakmıştır.

Üniversiteler kurulduğu tarihten günümüze kadar hep ait oldukları egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda ideoloji ve kafalar üretmiştir. Bu durum içinde bulunduğumuz kapitalist sistem için de aynen geçerlidir. Kapitalizm üniversiteleri kendisini her anlamıyla yeniden üretebilmek için sürekli ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmektedir. Üniversitelerde müfredatın içinde yer alacak derslerden tutun da, kampüslerde öğrencilerin ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına veya üniversite çalışanlarının nasıl koşullarda çalıştırılacağına kadar kapitalist sistem, üniversiteleri sürekli yeniden tasarlamakta, sistemin ihtiyaçlarına yanıt üretebilmelerini garantilemek istemektedir. Bu bakımdan bilim ve teknoloji yuvası olarak gösterilmek istenen üniversitelerde her şey, açıkça her türden çalışma sisteminin ihtiyaçlarına yanıt olmak, yani kar hırsına hizmet etmek içindir.

Sermayenin üniversiteler üzerindeki tahakkümü artıyor

'80 askeri faşist darbesinin kampüslerdeki çocuğu YÖK, coğrafyamızda üniversitelerin sermaye tarafından tahakküm altına alınmasına, düzeni ayakta tutan, ona kan taşıyan bir kurum olmasına hizmet etmiştir. '80'ler, dünyada kopan neo-liberal dönüşüm fırtınasının Türkiye'ye faşist cuntanın düzlediği yoldan uğradığı bir dönemdir. Sağlıktan, eğitime ticarileştirme saldırıları dünyada hız kazanırken, güvencesiz ve esnek çalıştırma yaygınlaşabilsin diye büyük hazırlıklar yapılmıştır. İşte YÖK böyle bir dönemde Türkiye'deki operasyonun adı olmuştur. YÖK önünde duran iki görevle ilgilenecektir: Eğitim ticarileştirilecek, toplumsal muhalefetin dinamik gücü öğrenci gençlik topluma ve kendine yabancılaştırılarak, baskı altına alınarak sindirilecek...

Kurulduğu günden günümüze üniversitelerde piyasalaştırmanın önünü açan YÖK, bunu üniversitelerde “aykırı” öğrenci ve akademisyenlerin seslerini bastıramadan yapamayacağını bilerek yola çıkmış ve disiplin yönetmelikleri ile üniversite birleşenlerini kıskaca alarak her türden özgürlükten mahrum bırakmıştır.

14

Ancak öğrenci gençlik mücadelelerle üniversitelerdeki bu baskı rejiminde gedikler açmış ve söz-basın ve örgütlenme özgürlüğünü fiilen kazanmıştır. Yine de gençliğin mücadelesinin gerilediği her durumda düzen güçleri yeniden saldırıya geçerek baskı, kazanılmış mevzileri geri almışlardır. Birkaç yıldır gerileyen öğrenci gençlik hareketi karşısında düzen güçlerinin yaptığı bu olmuştur. Üniversiteleri kapalı bir hapishaneye çevirmişlerdir. Ancak mevcut durumda ise bu rejimin artık ters tepmeye başladığını gençlik

eylemleriyle gördükleri için, bastırdıkları gençlik hareketine düzen içerisinde bazı ifade yolları bulmaya, kanallar açmaya çalışmaktadırlar. Bu amaçla yapılan icraatlarda de YÖK iş başındadır.

Sermayeye özgürlük ve güvenlik, öğrenciye açık ceza evi...

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Aralık 2008’de üniversite öğrencilerinin gelişen süreçte üniversitelerdeki polis terörüne karşı yoğunlaşan öfkesine karşın bir gazeteye verdiği röportajda: “Üniversitelere polis ve jandarma giremeyecek, onların yerine özel güvenlik görevlileri yetiştirilecek. Projeyle üniversitelere güvenlik görevlilerinin girmesini engellemek istiyoruz. Ne polis üniversiteye girmek istiyor, ne de öğrenci polisi üniversitede istiyor. Özgür ve güvenli üniversite projesi çerçevesinde üniversitelerde görev yapan özel güvenlik görevlilerini yetiştirmeyi hedefliyoruz.” demiştir. Bununla birlikte üniversitelerde 'Hyde Park' tarzında özgür alanlar tariflenip, üniversitelilerin bu alanlarda düşüncelerini ve fikirlerini özgürce ifade edebilmelerinin önü açılacağını belirtmiştir.

YÖK Başkanı’nın bu sözlerinin gerisinde şu anlam vardır: Bugüne kadar polis ve idare terörü ile size saldırdık ancak bu toplum içindeki sınıfsal çelişkileri kışkırtmak gibi istemediğimiz bir sonuç da doğurdu. Bugün ise artık bu açık şiddetten kaçınmanın yollarını arayacağız, kampüsleri ablukaya almak ve zihinlerinizi esir alabilmek için daha kurnaz yollara başvuracağız. Size demokrasicilik oyunumuzun bir parçası yapacağız.

YÖK’ün demokrasi oyunu ehlileştirmekten ibarettir!

YÖK başkanının açıklaması ardından geçtiğimiz dönemin başında uygulamaya koyduğu 'Özgür ve Güvenli Üniversite Genelgesi' arasında tezatlık var gibi görünmektedir. Çünkü bir taraftan “üniversitelerden polisleri çekeceğiz” diyen YÖK Başkanı, diğer taraftan ise "Şiddet içeren fikir ve eylemler, özgür düşünceyi de baskı altına alacağından, güvenli olmayan üniversitede özgür düşüncenin çıkması da olanaksızdır" diyerek zaten üniversitelerde var olan sivil polise ve çevik kuvvete yer sağlayarak onları meşrulaştırmak, kolluk baskı ve terörünü üniversitelerde iyice kurumsallaştırmak istemiştir. Bununla yetinmeyip genelgede üniversiteye giriş çıkışın parmak iziyle olmasını söyleyerek, hayalindeki ceza evini tariflemiştir. Düşüncelerini ifade eden, bu yolla hak mücadelesi veren öğrencileri patolojik bir vaka olarak gören YÖK Başkanı ayrıca sömürü düzenine muhalif öğrencileri üniversitelerin danışmanlık ve rehberlik servislerine havale etmek istemektedir.


YÖK Başkanı’nın bu çelişkili sözlerinin gerisinde tutarlı bir politika vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi düzen YÖK aracılığıyla, gençlik hareketinin kendi yolundan gitmemesi için ona demokrasicilik oynayacağı alanlar açmak istemektedir. Bu durumda da bu alanlarda oyun oynamayı reddedenlerin üzerindeki her türlü baskı ve zor da meşrulaşacaktır.

'Özgür üniversite' açılımında “özgürlüğün teminatı” işkenceci polis!

Bunun böyle olduğunu uygulama çarpıcı biçimde göstermektedir. Öyle ki geçtiğimiz günlerde Isparta Emniyet Müdürü Zeki Gürkan YÖK başkanının 2008’de verdiği demece istinaden Süleyman Demirel Üniversitesi’nde 'Özgür üniversite' açılımı gerçekleştirerek, öğrencilere “Özgürlüğünüzün teminatı biziz” diyerek seslendi. Gürkan Öğrenci Konseyi Üyeleriyle yaptığı kahvaltıda şöyle konuştu: “Biz sizin özgürlüğünüzün kısıtlayıcıları olarak değil, özgürlüğünüzün teminatı olarak bulunuyoruz, sivil polisleri üniversiteden çektik üniversite yönetimi istemesi durumunda resmi polisleri de üniversiteden çekebiliriz. Öğrencilerin rahatsız olacağı, tahrik olacağı görüntü vermemeye çalışıyoruz.”

Ayrıca Gürkan öğrencilere “Özgürlüklerinizin kısıtlanmaması sizler için önemliyse, sizin alanınız olacak özgür bir alan oluşturulmasını isteyebilirsiniz teklifini getirdik” diye ekledi. Gürkan, öğrencilerin rektörlükten 'Hyde Park' modeli özgür alan istemeleri gerektiğini, bu alanda öğrencilerin kendilerini istediği gibi ifade edebileceklerini söyledi. Gürkan bununla da yetinmeyip üniversite ders müfredatına da el atarak iki kredilik 'Sosyal sorumluluk' dersi önerdi ve 'polis can ve polis canan' başlığı altında bu projenin polis teşkilatının tanıtılması için ilköğretimlere kadar nasıl ineceğini ifade etti. Ardından ilköğretim okullarında öğrenci ve öğretmen muhbirliği ile ilgili açıklamalar yaptı. İşte YÖK tipi demokrasi de böyle bir şeydir!

Üniversitelerde esaretin adı YÖK! Özgürlük ve gelecek için mücadeleden başka yol YOK!

YÖK ve düzeni yıllardır gençlik üzerine çöken kara bir bulut olmuştur. Ticarileşen eğitimden soruşturma ceza saldırılarına, okuldan atmadan gözaltı ve tutuklamalarına, kameralarından turnikelerine kadar gençliği düzen içerisine hapsetmeye onu baskıcı uygulamalarıyla yıldırmaya çalışmıştır. 12 Eylül darbesinin bir kurumu olan ve kurulduğu günden itibaren gençliğe geleceksizlikten başka bir şey sunmayan YÖK ve düzeni, üniversite içerisinde yıllardır uyguladığı tüm baskıcı ve anti-demokratik uygulamalara rağmen gençlik tarafından yıllardır bıkmadan usanılmadan mücadelenin hedefine çakılmış, özgürlük ve gelecek mücadelesinin en önemli konularından biri yapılmıştır. Yani üniversitelerde var olan ve sürekli yoğunlaştırılan bu uygulamalar gençliği hiçbir zaman yıldırmamıştır. Bugün her ne kadar gençlik mücadelesi istenilen kitlesellikte olmasa da üniversitelerde bugün tüm o baskıya rağmen YÖK’e ve düzenine karşı mücadele edenler vardır ve var olacaktır. YÖK ve işkenceci polis bu

mücadeleyi bu tür oyunlarla teslim alamayacaktır.

Affınız ve özgürlüğünüz sizi olsun, biz başka bir üniversite istiyoruz!

Burjuvazi kampüslerde kendi işine gelecek cinsten bir özgürlük istemektedir. Bu onun özgürlüğüdür. “Özgür alan” projesi ise üniversitede sözlerin bir köşede toplanması, siyasetin kampüsün bütününden yalıtılmasıdır. Kampüslerin ihtiyacı sohbet ve arkadaşlık ortamları değil siyaset yapma hakkıdır. Ayrıca “Düşünceler şiddet ve tahrik içermedikçe” denilerek yine düzenin kırmızıçizgileri sözde özgür alanlara taşınmaktadır. Bugünden tek farkı ise düşünce ve ifade özgürlüğünün daha da küçük bir alana sıkıştırılması, gerçekte yok edilmesidir.

YÖK’ün bu projesinde diğer bir yandan ise “Üniversitelerde bir özgürlük olacaksa onu da biz sunarız ve biz teminat altına alırız” denmektedir. Proje özünde politikaya yabancılaşmış bir kitle yaratmayı hedeflerken, demokratik haklar lütuf gibi sunulmaktadır. Oysa bugün hala özgürlükten bahsedilebiliyorsa bu yıllardır soruşturmalara, tutuklamalara ve katliamlara boyun eğmeyen siyasal gençlik örgütlerinin ve duyarlı öğrencilerin sayesindedir.

Özgülük onun için mücadele verenlerindir!

Açıktır ki özgürlük, tarih boyunca hiçbir zaman birileri tarafından altın tepside sunulmamıştır ve sunulamaz da. Bu onun doğasına aykırı olurdu. O ancak kazanılır, yani anlayacağınız bir eylemin, mücadelenin somut bir karşılığı olabilir. Her ne kadar Isparta Emniyet Teşkilatı özgürlüğünüzün teminatı bizleriz dese de biz onları sokak ortasında infazlardan, gençliğe dönük biber gazı, cop gözaltı, tutuklamalardan, işkence hanelerden, işçi direnişlerine dönük saldırılardan, çok iyi biliyoruz, tanıyoruz Üniversite içerisinde düşüncelerini ifade eden, taleplerini dillendirenleri sorunlu olarak gören bu sitem, bizleri küçük bir alana hapsederek, körler sağırlar birbirini ağırlar misali yalıtmaya, taleplerimizi gençlik kitlelerinden uzaklaştırmak istemektedir. Ancak onlar gençliğin özgürlük taleplerinin üniversite içerisinden küçük 'Hyde Park'lara sığmayacağını görecekler. Bizlerin kafasındaki özgürlük kavramı ve talebi, bırakın üniversite içerisini yaşamın ve insanın olduğu tüm alanı kapsamaktadır. Onların korkuları da budur zaten, bize düşen ise o korkuları büyütmektir.

Ancak onlar gençliğin özgürlük taleplerinin üniversite içerisinden küçük 'Hyde Park' lara sığmayacağını görecekler. Bizlerin kafasındaki özgürlük kavramı ve talebi, bırakın üniversite içerisini yaşamın ve insanın olduğu tüm alanı kapsamaktadır. Onların korkuları da budur zaten, bize düşen ise o korkuları büyütmektir.

Üniversiteler bizimle özgürleşecek!

Ne YÖK’ün manevraları ne de bu dönemin başında uygulamaya geçirilen 'Güvenlik genelgesi' ve SDÜ’ deki 'Özgür üniversite' açılımı gençliğin gelecek ve özgürlük mücadelesini yolunda saptıramaz. Gençlik özgürlüğü düzene ve onun tüm kurumlarına karşı militan mücadele yoluyla elde edecektir.

Bilmeliyiz ki öncelikle kendimizden başlayıp içerisinde bulunduğumuz ortamları kuşatıp sarmadıkça, kendimizi, yaşam alanlarımızı değiştirip dönüştürmedikçe, yani özgürlük için alanları doldurmadıkça ne biz özgürleşebiliriz ne de üniversitelerimiz. V. Bilir

15


Genç-Sen 4. Genel Kurulu'na giderken...

Kitlesel-demokratik ve devrimci bir Genç-Sen için ileri! Gençlik mücadelesinde belirgin bir hareketlenmenin kendini hissettirdiği bir dönemde Öğrenci Gençlik Sendikası da hareketli bir sürece girdi.

19 Ocak'a gelindiğinde ise Genç-Sen’in kronik hastalıkları nüksetti. Harç zamları sürecinde alanlarda yaşadığı sıkışmayı aşmak için çaba sarf eden sendika, il meclislerini işletmeye çalışmış, okulların kapalı olduğu bir dönemde bu şekilde karar alma süreçlerini tabana yaymak için adım atmıştı. Ancak bu şekilde sendika ilk dönemindeki günlerine geri dönmüş, bazı bürokratik alışkanlıklar da geri gelmiştir.

16

6 Kasım yaklaşırken düzenin ortaya attığı YÖK tartışmaları karşısında "YÖK'ü kaldıracağız!" diyerek dönemi açan Genç-Sen, ardından düzenin YÖK tartışmasının devamı olarak hükumetin rektörler, YÖK ve ÖTK'lar ile yaptığı düzmece görüşmeleri "YÖK'ü kaldıracağı, söz-yetki-karar hakkımızı alacağız!" diyerek protestolar gerçekleştirdi. Güz döneminin finali ise Erzurum eylemleri oldu. Süreç bu yönüyle politik olarak güçlüdür. Ancak bu politik canlanmayı kalıcı kazanımlara dönüştürebilecek sonuçlar elde edilememiştir. Bu bağlamda Genç-Sen genel gençlik hareketinin tablosunun bir parçası olarak, ortaya çıkışından bu yana yanında taşıdığı sorunlarını aşmak yönünde kararlı bir adım atamamıştır. Süreçte elde ettiği kazanımlarının ise garanti altına alındığını söylemek mümkün değildir. Sendikanın yaşadığı sorunlar esası yönünden değişmeden devam etmektedir.

"Söz, yetki ve karar hakkımızı alacağız!"

4 Aralık'ta YÖK başkanı ve rektörler ile görüşen başbakan üniversiteleri hedef alacak dönüşüm planlarını açıklarken öğrenci gençlik de kendi talepleri ile alandaydı. Genç-Sen Dolmabahçe'de gerçekleştirdiği yürüyüş ile üniversite birleşenlerine kapısını kapatan ve sermayenin direktiflerini esas alan toplantıyı protesto etti. Protestoya dönük gerçekleştirilen polis terörü ardından başlatılan karalama kampanyasının karşısında Genç-Sen'in başından beri talepleri ile alana çıkması, ısrarla "Söz, yetki ve karar hakkı" istemesi lafazanlık karşısında elini güçlendirmiştir.

19 Ocak'a gelindiğinde ise Genç-Sen’in kronik hastalıkları nüksetti. Harç zamları sürecinde alanlarda yaşadığı sıkışmayı aşmak için çaba sarf eden sendika, il meclislerini işletmeye çalışmış, okulların kapalı olduğu bir dönemde bu şekilde karar alma süreçlerini tabana yaymak için adım atmıştı. Ancak bu şekilde sendika ilk dönemindeki günlerine geri dönmüş, bazı bürokratik alışkanlıklar da geri gelmiştir. 19 Ocak'ta İÜ

önünde yapılacak eyleme destek verilmesi önerisi merkezi alınan eylem kararı gerekçe gösterilerek reddedilmiştir. İstanbul'da yapılacak protestoya destek olmanın merkezi eylemi zayıflatacağı gibi boş bir iddiaya sarılan liberal-reformist blok il meclisi karşısında saatlerce ayak diretmiştir. Aynı günlerde ise Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri ve TKP'li Öğrenciler ile başlayan tartışmalarda Genç-Sen adına toplantılara katılan MYK üyeleri il meclislerinde ortaya konan iradeye rağmen farklı bir tutum almıştır. Ardından da birçok Genç-Senli tarafından sahiplenilmeyen bir insiyatif ortaya koymuşlardır. Üniversite Konferansı'nı gerçekleştiren bileşenin birçok gençlik öznesine kapılarını kapatmasına ve ilkesiz bir birliktelik için tabanın tartışmalara katılımını engelleyen anlayışa karşı, birçok Genç-Senli itiraz etmiştir. Ancak buna rağmen toplantıları takip eden MYK üyeleri yükselen tepkilere kulaklarını tıkayarak kendi dar politik çıkarları yönünde tutum alarak bürokratik bir engele dönüşmüşlerdir. Kısaca Genç-Sen yeniden üylerine rağmen karar alan bir sorumsuzlukla hareket ettirilmek istenmiştir. Ama bu sefer MYK bile kendi içinde hemfikir değildir. Bu nedenle bazı MYK üyelerinin iradesi de yok sayılmıştır.

Esas alınması gereken yerellerde etkin bir faaliyettir!

Söz, yetki ve karar hakkı ilkesi doğrultusunda tabanın katılımını sağlayamamak, yerellerde kitle faaliyetini ajitasyon ve propagandanın ötesine taşıyamamak sonucunu vermiş, böylelikle de sendikanın etkisini daraltmıştır. Birkaçı hariç tutulursa yerellerde protestoların içeriği ve gençliğin talepleri tartışılmamıştır. Örgütlenen 'Üniversite Konferansı' da bu zihniyetin bir sonucu olarak arka arkaya tebliğlerin okunduğu bir biçim almıştır. Oysa önümüzde gençlik kitlesi ile taleplerimizi ve nasıl bir üniversite istediğimizi tartışmak, kitleleri mücadelenin etkin bir birleşeni haline getirmek hedefi durmaktadır.

Taleplerimiz için fiili-meşru militan mücadele esas alınmalıdır!

Düzen tarafından çizilen resmi çerçeveyi esas


alan liberal-reformist blok, tabanın sendikayı bu resmi çerçevenin dışına çıkarmaması için elinden geleni yapmıştır. Sınıflar mücadelesi içinde ezilenlerin muhatap alınmak gibi bir sorunu yoktur. Esas olan haklı talepleri doğrultusunda kararlı bir mücadele verebilmek, bu talepleri söküp alacak bir güç ortaya koyabilmektir. YÖK vs. tarafından muhattap alınmayı mücadelenin merkezine konulduğu müddetçe bir mevzi de kazanılamayacaktır. Zira bugün göstermelik kurumlara dönüşmüş bulunan ÖTK'ların ortaya çıkışı da onbinlerce öğrencinin verdiği fiili-meşru mücadelenin sonucu olmuştur ve düzen ÖTK'yı tanımak zorunda kalmıştır. Bugünün imkanları içinde ise sendikanın önünde duran haklarımız uğruna mücadele etmek ve mücadele cephesini büyütmektir, muhattap alınmayı talep etmek değil. CHP'li bir vekilin sunduğu imkanlar ile kamuoyuna seslenmiş olmak da Genç-Sen'in mücadeleyi yanlış ele alışının bir başka yansıması olmuştur. CHP'nin bir düzen partisi olarak gençliğin geleceğini çalan sistemin bir parçası olduğu açıktır. CHP ile birlikte TÜSİAD ve diğer gerici siyasal odakların gençlik hareketine olan sempatilerinin gerisindeki nedenler açıkça teşhir edilmelidir. Bu genel gençlik kitlesi içindeki burjuva siyasal akımların önüne geçebilmek için şarttır.

Genç-Sen bu bağlamda tüm gücünü alanda yürüttüğü faaliyetten ve kitle tabanından almak durumundadır. Bugün "Bizi muhattap almak zorundasınız" demek mücadelenin tarafları arasındaki çelişkiyi gözden kaçırmanın sonucudur: Genç-Sen temsilcileri rektörlerle görüşmek istediklerinde cevapsız kalmışlardır. YTÜ'de ve AÜ'de ise görüşme talebi mücadele ve oluşan tepki karşısında rektörlükten gelmiştir. Açıktır ki, ezilenler taleplerini mücadele ile dile getirebilir ve kazanabilirler.

Genç-Sen birleşik ve kitlesel bir gençlik mücadelesi için zemin olmalı!

Gençlik hareketi tüm sorunları ve sınırlarına rağmen, gelişme imkanlarını da barındırmaktadır. Genç-Sen de hareketin parçası olarak bu durumu yansıtmaktadır. Sendika bugün halen gençlik gruplarına sıkışmış bir haldedir. Bu bir yere kadar anlaşılabilir, ancak sorun dar grupçuluktur. Ne yazık ki, Genç-Sen içinde genel eğilim halen dar grupçuluktur. Her süreçte kazanılan birkaç kadro sendikanın tabanda genişlemesine tercih edilmektedir. Gençlik hareketindeki tüm kıpırdanmaya rağmen, bir mücadele hattı örebilmek için başlatılan her süreç birçok siyasal özne tarafından yanıtsız bırakılmaktadır. Genç-Sen birleşenlerinin de önemli bir bölümü bu süreçte sendika içinde

hareket etmeyi tercih etmiştir. Bu elbette anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu darlıkta siyaset yapmak, gençlik mücadelesini sendikaya daraltmak tercih edilmektir. Kendi iddiası ile bu süreçte öne çıkmak yerine sendikanın bürokratik işleyişi içine çekilerek atıl bir duruma düşülmektedir. Genç-Sen ile siyasal örgütlenme karşı karşıya konulmaktadır. Biz ise hem Genç-Sen içerisinde faaliyet yürütüyoruz, hem de siyasal planda Genç-Sen’in bürokratik sınırlılıklarını takılmadan etkin bir siyasal inisiyatif sergilemeye çalışıyoruz. Ancak, "Bu süreçte sendika ile hareket edeceğiz, toplantıya gelmemize gerek yok" diyen algı kendi iddiasızlığı ile sendikayı dar bir platforma çevirmektedir. Bu taktirde sendika toplantıları siyaset toplantıları yerine ikame edilmekte ve kimi siyasi öznelerin dediği gibi "Genç-Sen'in içindeki siyasetlere ayrı bir çağrı yağmaya gerek yok" denilmesine zemin yaratmaktadır.

Bürokrasi engelini aşalım!

Genel kurula gidilirken Genç-Sen'in önünde, geride kalan çalışma döneminin gerçekçi bir değerlendirmesi ve önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarının tespiti ve karşılanması yönünde kararların alınması vardır. Bunun elbetteki bir gün içinde gerçekleşebilmesi imkansızdır. Bu nedenle genel kurul hazırlık sürecinde örülecek çalışma ve açılan tartışmalar değerlendirilebilmelidir. Genel kurula giderken üniversite şubelerinde de ÜYK seçimleri yenilenecektir. Sendikanın ilk gününden beri en geniş katılımlı toplantıların alındığı şube meclisleri ise, işlemeyen bir organın seçimi ve dolaysız olarak sendika bürokrasisin de konum tutma hırsına kurban edilmektedir. Gelen öğrenciler bu seçim oyunu içine sıkıştırılmakta, mücadelenin ihtiyaçlarını tartışmak ve bir politik-pratik hat çizmeye önem verilmemektedir. "Bir seçim yapılsın sonrasına bakarız" denilerek geniş katılımla toplanan bu şube meclisleri heba edilmektedir. ÜYK tüzüğün öngürdüğü bir organ olarak hemen hiçbir yerelde işlememekte ve yine hiçbirinin ihtiyacına cevap verememektedir. Bu ve diğer benzeri dar zeminler, toplantıların ve organların enerjisini yok etmekte, zamanını çalmaktadır. Bu nedenle, üniversite meclislerine, mücadelenin sorunlarını tartışan, politik-pratik hattını belirleyen, karar bekleyen değil belirleyen ve uygulayan bir işlerlik kazandırılması gerekmektedir. Geçmiş dönem ÜYK'larının özel bir işleyişinin olmadığı tüm yerellerde, ÜYK seçimine duyulan ilgi teşhir edilmelidir. Bu vesileyle sergilenen sektrerlik karşısında yerelin ihtiyaç duyuduğu, demokratik katılıma zemin sunan işleyiş biçimi tartıştırılabilmelidir.

Gençlik hareketi tüm sorunları ve sınırlarına rağmen, gelişme imkanlarını da barındırmaktadır. GençSen de hareketin parçası olarak bu durumu yansıtmaktadır. Sendika bugün halen gençlik gruplarına sıkışmış bir haldedir. Bu bir yere kadar anlaşılabilir, ancak sorun dar grupçuluktur.

17


Bahar kampanyası

Geçtiğimiz dönem 'Nasıl bir üniversite', 'Söz yetki ve karar hakkı' ve 'Öğrenci temsiliyeti' gibi başlıkların tartışıldığı bir süreç yaşandı. Bahar döneminde de gençlik açısından bunlar öne çıkarılması gereken konulardır. Güz dönemi sonunda kimi yerellerde yoğun bir kitle çalışmasıyla taleplerin ortaya konulacağı 'Üniversite referandumu' gibi öneriler, genel kurulu daha geniş katılım ve zengin bir içerik ile gerçekleştirmeye olanak tanıyabilir. Bu yoğunlukta bir çalışma ne denli güç olsa da yine de, genel kurulun ihtiyaç duyduğu dinamizmi yaratmanın bir yoludur. Genel kurulu bir MYK seçimi ötesine taşıyabilmek, onu sendika içinde bürokratik köşelerin paylaşıldığı bir zemin olmaktan çıkarmak, ancak bu ölçüde mümkün olur.

Açıktır ki sendika tabana doğru genişlememekte, inisiyatif bürokratik mekanizmalarda toplanmakta ve düzenli bir pratik faaliyet yürütülmemektedir. Geçmişten günümüze siyaset toplantılarında doğru düzgün savunulamayan ve kabul ettirilemeyen ihtiyaç dışı eğilimler ise sendika bürokrasisi içinde tutulan köşelerden hayata geçirilmektedir.

Zira önceki genel kurullarda MYK koltuk paylaşımına ve siyasetlerin bu temelde yürüyen mücadelelerine sahne olmuştur. Bu zihniyet bile yerellerde işletilmeyen il ve ünivesite meclislerinin gerisindeki nedeni göstermektedir: Söz-yetki-karar hakkı MYK gibi mekanizmalara havale edilmektedir. MYK ile doğrudan bağı olmayan bir üye ise çoğu zaman dışlanmaktadır. Bu da açıkça gösterir ki tüm bu bürokrasi üzerine siyasal bir dayatmacılık binmektedir. Bu bayağı düzeneğin üstesinden gelemenin tek yolu etkin bir hazırlık süreci örmek ve hareketin ihtiyaçlarına odaklanmaktır. Bu enerjik bir çalışma demektir ve bir bahar kampanyası böyle çalışmanın ihtiyaç duyacağı zemini sağlamak için fazlasıyla anlamlı olacaktır.

Geçtiğimiz dönem önerilen 'Üniversite referandumu' için MYK’dan karar çıkmış olsaydı, dar güçlerle sınırlı bir çalışma olarak kalacaktı. Oysa mevcut koşullarda, tabandan örülecek bir tartışma süreciyle bu tür bir çalışma, aşağından yukarıya sendikanın canlanmasına ve mücadelenin ivme kazanmasına hizmet edebilir. Bu da zaten genel kurula yapılmış en anlamlı hazırlık olur. Aksi halde dönem işlemeyecek bir ÜYK seçimi ile başlar, çeşitli merkezi materyallerin kullanımının planlandığı birkaç şube meclisi ile sürer ve GençSen dar 'siyaset platformu' olarak karükatürize edilen biçimiyle hayata geçmeyecek kararları alacağı genel kurulunu toplayarak MYK üyeliklerini pay eder. Başka bir değişle, yeni dönem bıraktığımız yerden başlar.

"Kampüs" üzerine...

18

Geç-Sen çıkarmaya başladığı "Kampüs" gazetesi ile önmli bir kulvar açmıştır kendisine. Ancak esas olan bu yayının kullanımıdır. Bu da iki biçimde olur. İlkin yayın yerellerde okurlar ile birlike

örgütlenmeli, böylelikle yayın çalışması bir okur kitlesi yaratabilmenin yanında gençliği sendika faaliyeti içine kazanabilmenin bir aracı olmalıdır.

İkinci olarak ise yayının hazırlık aşaması sendikanın tüm üyelerinin canlı bir iç tartışmasının ürünü olabilmeli ve isteyen üyeler düşünsel olarak da pratik olarak da yayına katkı sunabilmelidir. Yayın hazırlık komisyonları bu açıdan etkin, açık ve demokratik bir şekilde işletilebilmelidir. Sendikanın tek yayın faaliyeti olarak Kampüs aynı zamanda genel kurul hazırlık sürecini yansıtabilmeli ve genel kurulun örgütlenme sürecinde aktif olarak kullanılabilinmelidir.

Genel kurul mücadelenin ihtiyaçlarına odaklanmalıdır

Üniversite meclislerinde genel kurul öncesinde yapılacak toplantıların ÜYK seçimine sıkışma ihtimali büyüktür. Aynı tehlike en üst ölçekte MYK seçimleri aracılığıyla genel kurul için de geçerlidir. Genel kurul buna karşın yeni döneme dair fikirlerin toplandığı, somut bir mücadele hattının çıkarıldığı bir biçimde ele alınabilmelidir. Bunun yüzlerce katılımcının olacağı birkaç saatlik bir toplantıda gerçekleşmesi tabii ki imkansızdır. Ancak hazırlık süreci bu amaçla etkin biçimde değerlendirilebildiği taktirde bu sorunun önüne geçilebilir. Bu bakımdan en geniş zaman dilimi bu kapsamdaki tartışmalara ayrılmalıdır. Genç-Sen içinde liberal-reformist blok açısından dönem değerlendirmeleri, kendi dar algılarının sınırlılığı içinde oluştuğu için genelde yapılan işlerin olumlanmasından ibaret kalmaktadır. Birkaç kadro kazanmak, zaten bir pratiği olmayan unsurların sendika altında alanda bulunmaları ve eylem pratiğinden de geri düşmüş öznelerin yine sendika altında alana çıkabilmeleri elbette olumludur. Ama mesele gençliğin kitlesel örgütlü mücadelesine önderlik edebilmektir. Durumu buradan değerlendirdiğimizde hem mevcut olanı tüm kapsamıyla görmek, hem de ileri sonuçlar çıkarmak mümkün olur. Açıktır ki sendika tabana doğru genişlememekte, inisiyatif bürokratik mekanizmalarda toplanmakta ve düzenli bir pratik faaliyet yürütülmemektedir. Geçmişten günümüze siyaset toplantılarında doğru düzgün savunulamayan ve kabul ettirilemeyen ihtiyaç dışı eğilimler ise sendika bürokrasisi içinde tutulan köşelerden hayata geçirilmektedir. Geçtiğimiz döneme ilişkin yaşanan birçok sorun MYK düzleminde de değerlendirilmelidir. MYK kendi içinde düzensiz bir çalışma ortaya koymuş, altına girdiği sorumlulukları da aksatmıştır. Elbette bu sorunun gerisinde yapısal nedenler vardır. Çözümü de bu nedenleri ortadan kaldırmak ölçüsünde olanaklıdır.


Tutsak sınıf devrimcilerine sahip çıkmak geleceğimize sahip çıkmaktır!

Dayanışmayı yükseltelim!

İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğünü her fırsatta değerlendirmeye çalışan sermaye iktidarı işçi ve emekçileri sefalet koşullarına mahkûm etmektedir. Kuralsızlıkların hüküm sürdüğü, işçinin canına zerrece önem verilmediği fabrikalarda, atölyelerde işçiler ölümle burun buruna çalıştırılmaktadır. Sermayenin tüm bu saldırılarına karşı haklarını aramak için sokağa çıkanlar ise azgın bir devlet terörüyle karşılaşmaktadır. Üniversitelerde durum farksız. Öğrencilerin en küçük hak talepleri bile saldırılarla engellenmeye çalışılıyor. Yıllardır YÖK’le birlikte kışlaya çevrilen üniversitelerde ilerici, demokrat ve devrimci öğrenciler her an baskı altında tutulmaya, sindirilmeye, üniversitelerden “temizlenmeye”, soruşturmalarla yıldırılmaya ve korkutulmaya çalışılıyor. Uzaklaştırma cezaları ve atılmalarla eğitim hakları engelleniyor. İşsizlik ve geleceksizliğe mahkûm edilmeye çalışılan üniversite öğrencilerinin yaptığı çalışmalar ve eylemler ÖGB, polis ve onların güdümündeki sivil faşistler tarafından saldırıya uğruyor. Son dönemlerde ise azgın bir soruşturma terörü uygulanıyor. Üniversite öğrencilerinin sözde temsilcileri ile görüşülürken dışarıda öğrencilerin hakları için mücadele eden asıl temsilciler ise ODTÜ ve Bilkent’te olduğu gibi polis terörüne maruz kalıyor.

Bu saldırılarıyla başarıya ulaşamayınca ise tutuklama terörü devreye giriyor. Son dönemde çok sayıda devrimci-demokrat öğrenci de gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Burada tutuklanarak zindanlara kapatılanlara sahip çıkmak gereğini ortaya koymak için, aylar önce tutuklanan sınıf devrimcilerini anlatmak istiyoruz. Ankara Üniversitesi öğrencisi Onur İnce ile belediye işçisi Hızlan Erpak 6 aydır tutsaklar. Polis onları gözaltına alırken, mahkeme de tutuklarken gerekçe bulmakta zorlanmadılar. Mamak Kültür Sanat Festivali’ni yasa dışı gösteren polis ve mahkeme el birliği yaparak, onları Sincan F Tipi Hapishanesi’ne kapattı.

Peki neden?

Mamak’ta sınıf devrimcileri tarafından her yıl işçi ve emekçilerin sorunlarının tartışıldığı, sömürü düzenin çürümüşlüğünü ortaya koyan, işçi ve emekçilere açlık ve yoksulluktan başka bir şey vaat etmeyen bu düzene karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın var olduğunu anlatan dolu dolu festivaller örgütlenmektedir. Mamak Kültür Sanat Festivali Mamak İşçi Kültür Evi tarafından yıllardır emekçilerle birlikte örgütlenen devrimci bir kültür sanat etkinliğidir. Her yıl binlerce emekçiyi yan yana getiren bir kardeşlik sofrasıdır. Festivalin 7.si daha öncekiler gibi başarıyla gerçekleştirilmiştir.

Mamak’ta yaratılan bu mevzi sermaye devletini rahatsız etmiştir. Çünkü sınıf devrimcileri sermayenin çarklarına çomak sokmaktadır. Bu nedenle son iki festivalin ardından sınıf devrimcilerine yönelik operasyonlar gerçekleştirilmiştir. 6. festivalin ardından üç sınıf devrimcisi tutuklanmış, 7. festivalin ardından ise dört sınıf devrimcisi tutuklanmıştır. Mamak Kültür Sanat Festivali’nin çalışmalarına katılmak gerekçesiyle iki sınıf devrimcisi hala F tipindedir ve daha 6 ay geçtikten sonra ilk duruşmaya çıkarılmaktadır.

İşçi Kültür Evleri’nin gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya için, yoksulluğa ve yozlaşmaya karşı 8 yıldır Mamak’ta yaptığı mücadele çağrısına kulak verelim! Bu topraklarda asalak sermaye iktidarına karşı direnen ve bu uğurda tutsak düşen sınıf devrimcilerine sahip çıkalım!

İşçi Kültür Evleri’nin gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya için, yoksulluğa ve yozlaşmaya karşı 8 yıldır Mamak’ta yaptığı mücadele çağrısına kulak verelim! Bu topraklarda asalak sermaye iktidarına karşı direnen ve bu uğurda tutsak düşen sınıf devrimcilerine sahip çıkalım! Sizleri Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan tutsak sınıf devrimcileri, Hızlan Erpak ve Onur İnce’yle dayanışmaya ve onları sahiplenmeye çağırıyoruz. Onur ve Hızlan’ın ilk duruşması 22 Şubat’a yapılacak, onları yalnız bırakmayalım.

Ankara Ekim Gençliği

19


Bahar dönemi çalışmasının bir yanını gençliğin gelecek ve özgürlük taleplerinin işlenmesi oluşturmaktadır. Gelecek ve özgürlük, geniş gençlik yığınlarını kesen çok temelli sorunlardır. Ancak, bu taleplere sahip çıkmak ve bu eksende gençliğin devrimci mücadelesini örgütleyebilmek, kısa bir süre önce yapılanlar gibi bir takım biçimsel etkinliklerle değil, gençliği sürecin öznesi haline getirebilecek kapsamda çalışmaların yürütülmesine bağlıdır. Bu durum Önümüzdeki dönem, yani bahar dönemi, birbiriyle bağlantılı olarak işleyecek iki yönlü bir süreci ifade etmektedir. Gelecek ve özgürlük devrimci gençlik hareketinin talebi etrafında örülecek geniş mücadele cephesinin yanında baharın tanıklık ettiği özel tarihsel gündemler de gençliğin devrimci mücadelesinin gelişebilmesinin olmazsa olmaz büyütülmesi için büyük bir olanak sunmaktadır. Bu olanaklar değerlendirilebilirse, bu süreçte yakın zaman öncesine kadar durgun bulunan koşullarından biridir. Çünkü ve bir süredir bu durgunluğun aşılması yönündeki gelişmelerine tanıklık aksi durumda, yani geniş ettiğimiz gençlik hareketinin büyümesi ve devrimci temellere oturması için önemli kazanımlar elde edilebilecektir. gençlik kesimlerinin irade ve Bahar dönemi çalışmasının bir yanını gençliğin gelecek ve özgürlük inisiyatifine dayanılmadığı, taleplerinin işlenmesi oluşturmaktadır. Gelecek ve özgürlük, geniş gençlik yığınlarını kesen çok temelli sorunlardır. Ancak, bu taleplere sahip çıkmak ve bu bu kesimlerin mücadelenin eksende gençliğin devrimci mücadelesini örgütleyebilmek, kısa bir süre önce yapılanlar gibi bir takım biçimsel etkinliklerle değil, gençliği sürecin öznesi haline öznesi haline getirilmediği getirebilecek kapsamda çalışmaların yürütülmesine bağlıdır. Bu durum devrimci yerde, sermayenin gençlik hareketinin gelişebilmesinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Çünkü aksi durumda, yani geniş gençlik kesimlerinin irade ve inisiyatifine dayanılmadığı, bu saldırılarını kesimlerin mücadelenin öznesi haline getirilmediği yerde, sermayenin saldırılarını püskürtebilecek düzeyde kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi yaratmak mümkün püskürtebilecek olmayacaktır. Diğer yandan bu, bugün hareketin başına çöreklenerek düzen içi ham düzeyde kitlesel ve hayaller peşinden koşan, hareketi bu tarafa sürüklemek ve bu sınırlara sıkıştırmak isteyen liberal-reformist çizginin yarattığı cenderenin parçalanabilmesinin de temel koşullarından devrimci bir gençlik biridir. hareketi yaratmak Daha önce ilan edilen kurultaylar süreci bu açıdan önemli bir yerde durmaktadır. mümkün Yerellerde oluşturulacak taban örgütlülüklerine dayanan ve tam anlamıyla tabanın iradesini açığa olmayacaktır.

Genç k

çıkaracak olan gençlik kurultayları, gelecek ve özgürlük talebini yüksek sesle dile getiren gençlik kesimlerinin tartışmaya ve birlikte üretmeye olan ihtiyacının karşılanması, bu talepler etrafında örülecek mücadelenin somut biçimler alması ve sermayenin saldırıları karşısında gençlik barikatının kurulabilmesi için önemli bir yerde durmaktadır.

Baharın devrimci günleri gençliğin mücadele ateşini harlayacak!

Böylesi bir tablo ile kendi iç dinamiklerini harekete geçirmeye, kendisini, oluşturulacak bu dinamiklerden doğru örgütlemeye çalışacak olan hareketin devrimcileşmesinde bahar döneminin tarihsel günleri belirgin bir rol oynayacaktır. Baharın devrimci coşkusu ile gençliğin dinamizminin buluşturulması, gençliğin kavga ateşini daha da harlayacaktır. Yanı sıra, baharın tarihsel gündemlerinin anlamına uygun olarak işlenmesinin de en uygun yolu da bu olacaktır.

20

Devrimci baharının tarihsel plandaki ilk başlığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olacaktır. Kapitalizmin çifte baskı ve sömürü koşulları karşısında sınıf mücadelesinin özel ve önemli bir alanı olarak boy veren emekçi kadın mücadelesinin sesinin üniversite kampüslerine taşınmasının, başta emekçi kadınlar olmak üzere işçi sınıfının mücadelesinin üniversitelerde yankılanmasının aracı olacaktır bu gündem.


çliğin devrimci baharını kazanmak için ileri! Aynı gündem ayrıca, 8 Mart’ı tarihsel anlamından ve sınıfsal özünden kopararak onun ideolojik-politik anlamını düzen sınırları içine hapseden 'genç kadın' ana temalı anlayışa karşı verilecek mücadeleyi de gerekli kılacaktır. Reformizmin yarattığı yanılsama ve bulanıklığa karşı “Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” denilerek kadın sorunun çözümünün sosyalizmde olduğu vurgulanabilmeli, bu vurgu etkin bir çabaya konu edilmelidir.

Bahar dönemindeki ikinci gündem 16 Mart Beyazıt Katliamı'dır. 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanı'nda toplanan kitleye karşı sivil faşistleri aracılığıyla gerçekleştirdiği bombalı saldırı ile sermaye iktidarı, yükselen devrimci mücadeleyi katliamlarla bastırmayı amaçlıyordu. O gün Beyazıt'ta 7 devrimciyi katleden devlet Maraş'ta ve Sivas'ta da kan döktü. Yakın zamanda Şerzan'ı ve Aydın'ı da katleden sermaye devletinin bu dönemde yine gençlik üzerine eğildiği açıktır. 16 Mart’ın yıl dönümünde katliamcı devleti teşhir etmek ve güncel baskılar karşısında mücadeleyi büyütme çağrısı ile birleştirmek durumundayız.

Bugün Beyazıt katliamını hatırlamak, lanetlemek ve hesabının sorulacağını söylemek, '80 öncesinde var olan devrimci gençlik mücadelesini yalnızca övünülecek bir tarihsel dönem olarak değil, düzen sınırlarını aşan, yönünü burjuva diktatörlülüğünün yıkılmasına ve sosyalizme çeviren bir gençlik hareketinin örgütlenmesi için tarihsel bir deneyim olarak ele almak gibi bir kavrayışla bütünleştirilebilmelidir.

Devrimci baharın mücadele günlerinden diğeri de 21 Mart-Newroz'dur. Newroz, Kürt halkının on yılları bulan onurlu direnişinin selamlanması, uğruna nice bedeller ödediği haklı ve meşru taleplerinin sahiplenilmesi, “modern Dehaqlara karşı” devrim ve sosyalizm mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğinin vurgulanması için özel bir fırsattır.

Daha özelde ise Newroz’da Kürt halkının en meşru taleplerinden biri olan ve içinde bulunduğumuz dönemde önemli bir eşiğe dayanan anadilde eğitim mücadelesinin büyütülmesi önemlidir. Anadilde eğitim gibi bir talebi bile karşılamaya yanaşmayan düzenin Kürt halkına gelecek ve özgürlük sunamayacağı ortadadır. Bu gerçek kendisini her geçen gün daha açık bir biçimde göstermekte, bu da daha büyük direnişlerle karşılanmaktadır. Newroz, her defasında sermaye devletinin inkar, imha ve asimilasyon saldırıları ile karşılanan mücadelenin en temel dinamiği olan Kürt gençliğinin devrim ve sosyalizm mücadelesine çağrılması için değerlendirilmelidir.

Gençlik hareketi bu 1 Mayıs’ı gelecek ve özgürlük mücadelesi ile karşılamalıdır. Bahar döneminin başından itibaren yükselteceği gelecek ve özgürlük talebi, doğal olarak, 1 Mayıs’ın da gençlik cephesindeki temel gündemi olmalıdır. Bunun yanında da gelecek ve özgürlüğün sosyalizmde olduğu vurgulanacak, 1 Mayıs’ın kızıllığı korunacaktır.

Baharın bir başka önemli günü de 30 MartKızıldere’dir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının engellenmek isteyen devrimcilerin, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilmeleri sergiledikleri direnişle hafızalarımızda yerini almıştır. Siper yoldaşlığının en ileri örneğinin yaşandığı Kızıldere’de, teslim alınamayan devrimci direniş bir kez daha zafer kazanmıştır. Kızıldere'yi unutturmamak bugün de gençliği hedef alan saldırılar karşısında göğüs gerebilmek ve militan ruhu büyütebilmektir.

Bugünün gençlik hareketinin Kızıldere’den ve bu direnişin kahramanlarından öğreneceği çok şey vardır. Kızıldere, Mahirler şahsında devrimci kimliğin, davaya bağlılığın, direnişin ve siper yoldaşlığının aynası olmuştur. Tüm bunların yanında düzenden ve devletten kopuşun

21


Gençlik hareketi cephesinden dolu dolu geçecek bir bahar dönemi duruyor önümüzde. Geçmişin devrimci mirasının ışığında bugünün gelecek ve özgürlük mücadelesini örgütleyebilmek hareketin kaderinin belirlenmesinde tayin edici bir öneme sahip olmaktadır. Bu sürecin hemen arkasından gündeme gelecek olan genel seçimler de baharın kazanımlarıyla, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmek için önemli bir gündemdir. Zira düzenin ve liberal-reformist anlayışın genel seçimlerle yayacağı düzen içi ve parlemantarist hayallerinin dağıtılmasına baharın devrimci havasında gelişecek bir gençlik hareketi de önemli bir dayanak olacaktır.

22

yaşandığı bir döneme ışık tutmaktadır. Kızıldere’de dava için canlarını ortaya koyan bu yiğit devrimcileri anmak, bugün gençlik içerisinde yayılmaya çalışılan liberalreformist havanın kırılması için mücadele etmeyi de zorunlu kılmaktadır. Reformizm bugün, '71 yılında yaşanan çıkışı etkisizleştirmek, gençliğin onlarca yıl önce gerçekleştirdiği düzen ve devletten kopuşun üzerini örtmek, bugün yaratılan hareketi ise ’71 çıkışının gerisine çekmek ve bunu geri sınırlar içerisine hapsetmek istemektedir. Kızıldere’de yaşamını yitiren devrimcilerin anılması ve direnişin selamlanması, reformizmin tüm engellemelerine rağmen devrimci mücadelenin yükseltilmesi çağrısı ve “Kızıldere son değil, savaş sürüyor!” haykırışı olacaktır.

Bahar döneminin doruğu ise 1 Mayıs'tır. İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak tarihe geçen 1 Mayıs, kapitalist sömürü egemenliğinde ezilen tüm kesimlerin mücadele günüdür. Geleceği sosyalizmde gören genç komünistler için de 1 Mayıs işçi sınıfı yanında alanlara çıkmanın ve talepleri haykırmanın günüdür. Baharın en ateşli gününde gençlik kitleleri de gelecek ve özgürlük özlemleri için işçi sınıfı ile birlikte mücadeleye çağrılmalıdır.

Gençlik hareketi bu 1 Mayıs’ı gelecek ve özgürlük mücadelesi ile karşılamalıdır. Bahar döneminin başından itibaren yükselteceği gelecek ve özgürlük talebi, doğal olarak, 1 Mayıs’ın da gençlik cephesindeki temel gündemi olmalıdır. Bunun yanında da gelecek ve özgürlüğün sosyalizmde olduğu vurgulanacak, 1 Mayıs’ın kızıllığı korunacaktır.

1 Mayıs’ın ardından ise gündemde 6 Mayıs ve 18 Mayıs olacaktır. 6 Mayıs 1972’de darağacında ölümsüzleşen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile 18 Mayıs 1973’te ser verip sır vermediği işkence tezgâhlarında katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın anılması, tarihin omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluk olmakla birlikte, aynı zamanda güncel bir görevdir. Kızıldere vesilesiyle vurgulanan politik eksen, 6 Mayıs ve 18 Mayıs anmaları için de fazlasıyla geçerlidir. Bu üç özel gün de devrim ve sosyalizm mücadelesinin kilometre taşları durumundadırlar ve yüzünü burjuvazinin iktidarını devirmeye dönen gençliğin önündeki en anlamlı tarihsel örneklerdir.

Baharın coşkusuyla devrimci gençlik hareketini büyütmeye! Gençlik hareketi cephesinden dolu dolu

geçecek bir bahar dönemi duruyor önümüzde. Geçmişin devrimci mirasının ışığında bugünün gelecek ve özgürlük mücadelesini örgütleyebilmek hareketin kaderinin belirlenmesinde tayin edici bir öneme sahip olmaktadır. Bu sürecin hemen arkasından gündeme gelecek olan genel seçimler de baharın kazanımlarıyla, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmek için önemli bir gündemdir. Zira düzenin ve liberal-reformist anlayışın genel seçimlerle yayacağı düzen içi ve parlemantarist hayallerinin dağıtılmasına baharın devrimci havasında gelişecek bir gençlik hareketi de önemli bir dayanak olacaktır. Bahar dönemi ve bu dönemin getirdiği devrimci görevler, genç komünistlerin sorumluluklarına da işaret ediyor. Düzenin ve reformizmin saldırıları karşısında devrimci gençlik hareketini büyütmek, gençliği devrim ve sosyalizm davasına kazanmak gibi temel bir sorumluluk duruyor karşımızda. Bu sorumlulukların bilinci ile güne yüklenelim, kavganın ve gençliğin devrimci baharını yaratalım.

Genç komünistler için baharın tüm yoğunluğu ile birlikte dinamizmi ve devrimci ruhu yerel örgütlülüklerimizi güçlendirmek, kitle ilişkilerimizi yaygınlaştırmak ve politikalarımızı alanlarda etkin bir biçimde hayata geçirebilmek için değerlendirilmelidir. Düzenin saldırıları ve reformizmin tarihsel ayak oyunu karşısında kampüslerde mücadelenin kızıl bayrağını yükseltelim.


Tunus emekçileri “ekmek ve özgürlük” için ayağa kalktı! 2011 yılı Tunus halkının yükselttiği ekmek ve özgürlük mücadelesiyle açıldı. Tezgahına el konan bir seyyar satıcının kendi bedeniyle çaktığı kıvılcım kısa bir sürede Tunus’u bir ateş topuna çevirdi. 1987 yılından beridir ülkeyi demir yumrukla yöneten Bin Ali emekçilerin ve gençliğin öfkesine dayanamadı. Protestolarda onlarca kişinin katledilmesine rağmen halkı dize getiremedi ve çareyi kaçmakta buldu. Bin Ali’nin devrilmesi dikkatleri çok Tunus üzerine topladı. Akıllara “yeni bir devrim mi” sorusu geldi. Çokça tartışılan bu soruya geçmeden önce Tunus’taki ayaklanmanın nedenlerine ve sonuçlarına bakmakta fayda var. Tunus’un kısaca tarihine değinmekle bir bakıma Ortadoğu’nun özellikle de, gerici Arap rejimlerinin de tarihine değinmiş olacağız. Yönetim şekilleri ya da isimleri ne olursa olsun geriye kalan onlarca işbirlikçi ve gerici rejimin Tunus ile temelde pek farkı yoktur. Bu ülkelerin Tunus isyanıyla birlikte başlayan korkuları da bu sebepten kaynaklanıyor.

Tunus 1957’de Fransız sömürgesi olmaktan kurtulup devlet olarak bağımsızlığını kazandı. Ancak kısa bir süre sonra Tunus –birçok Arap ülkesi gibi- tekrar emperyalizmin ekonomik ve politik boyunduruğu altına girdi. Bağımsızlık ilanından 1987 yılına kadar ülkeyi otoriter bir şekilde yöneten Burgiba devrildi. Araplarda hanedan değişimine benzeyen diktatör değişimi burada da gerçekleşti ve Burgiba’nın yerine Bin Ali geldi. Bin Ali zamanla birçok muhalefet partisini yasaklayıp bir yandan da servet biriktirmeye başladı. Bin Ali ve eşi Trabelsi’nin ailesi 90’larda yaptıkları vurgunlarla ülkede oligarşik bir yapı kurdular. Trabelsiler’in Tunus burjuvazisinin yarısıyla akraba olduğu da iddialar arasında. Servetlerini neoliberal rüzgarın getirdiği bu aile 90’larda devlet işletmelerini küçük rakamlarla satın alarak emperyalist şirketlere pazarlayıp servetlerine de servet katarken ülkedeki en büyük tekel olmayı da başardı.

Ezilenler asalakların korkularını kabusa çeviriyor!

Bin Aliler karınlarını yıllarca bu şekilde semirirken Tunus işçi ve emekçileri ise açlığın pençesinde kıvrandı. Tunus emekçilerinin patlaması yılların biriktirdiği bu öfkenin bir ürünü oldu. Temel gıda maddelerine yapılan zam ile burjuvazi emekçilere adeta “paran varsa yaşa” dedi. Senelerdir süregelen bir başka kural ise “itiraz ediyorsan öl” oldu. Bin Ali rejimi sokaklara çıkan emekçilere kurşun yağdırmasına ve onlarca kişiyi katletmesine rağmen emekçiler yılmadı güçlerini gösterdiler. Bin Ali ülkeden kaçarak gidebileceği tek ülke olan Suudi Arabistan’a gitti. Ancak emekçiler bu oyuna kanmadılar diktatör gitmişti ancak diktatörlük yerli yerinde duruyordu. Protestolar sıkıyönetime rağmen devam etti ve geçici hükümette de sarsıntılara yol açtı. Temel gıda maddelerindeki zamlar geri alınırken emekçiler birçok demokratik kazanım da elde ettiler. “Demokrasi okulu”ndan geçip tüm Ortadoğu’ya örnek oldular. Tunus’ta sokakta verilen “ekmek ve özgürlük” mücadelesi sonucu Bin Ali kaçarken temsil ettiği sınıfı mı yoksa kendi canını mı düşündü bilinmez ancak sokak protestolarının devam etmesi burjuvaziyi yeni

hamleler yapmaya zorluyor. Geçici hükumetin temsilcileri eski rejimin tüm kalıntılarının silineceğini, yasaklı siyasi partilerin özgürlüğe kavuşacağını ve siyasal af ilan edileceğini açıklıyorlar. Ayrıca kitlelerin gözünü boyamak için Bin Ali’nin akrabalarını da gözaltına alıyorlar.

Tunus'ta çakan kıvılcım Ortadoğu’yu sarıyor

Tunus’ta ve ardından Mısır’da yaşanan ayaklanmalar kendi özgünlüklerine rağmen sadece zincirin halkalarından ikisidir. Bu zincirlerin en yakınında diğer gericiişbirlikçi Arap rejimleri duruyor. Birbirlerinden cetvelle ayrılan bu ülkelerin Fas’tan Irak’a kadar aynı kan emici egemenler; Kaddafiler, Esadlar, Abdullahlar var. Ve yine aynı sınıf kini, öfke ve patlamaya hazır bir güç de bulunuyor. Tunus’ta yaşanan ekmek ve özgürlük mücadelesi bu halklara büyük bir ders verdi-veriyor. Arap dünyasında ilk defa bir lider halkın gücüyle iktidarından ediliyor. Bu durumun belki ne olursa olsun büyük bir iz bırakacağı da kesin. Birçok ülkede insanlar kendi bedenleriyle isyanı körüklemeye çalışıyor, bir dizi ülkede emekçiler sokaklara çıkıyor. Siyasi parti, sendika ve gösterilerin yasak olduğu şimdiye kadarki tarihinde pek de gösteri görmeyen Umman’da dahi internet üzerinden örgütlenen eylemler düzenlenebiliyor. Korkan Arap rejimlerinin bazılarında ise iktidarlar sosyal yardım paketleri adı altında sadaka vererek halklarını uyutmak, iktidarlarını korumak istiyorlar. Muhtemelen birçoğu siyasal olarak yumuşamanın mı sertleşmenin mi isyan zehrine panzehir olabileceğini de düşünmeye başlamış bulunuyor. Ancak biriken öfke ve büyüyen açlık buna izin vermeyecek. Kısacası Arap dünyasında artık hiçbir şey eskisi gibi de olmayacak.

Emperyalist efendiler hegemonyalarının derdinde

Emperyalistler ise Tunus’taki isyanda da ikiyüzlülüklerini gösterdiler. On yıllardır Tunus’u istikrar abidesi olarak lanse edip Bin Ali’yi destekleyenler şu sıralarda demokrasiyi selamlıyorlar. Çünkü şu an için Tunus’taki isyan sınırlarına varmış gözüküyor ve emperyalist çıkarlara bir zararı dokunmuyor. Tunus ile aynı bağımlılık ilişkileri sistem yerli yerinde durduğu için devam da edecek. ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsünün ifadeleri de bunu gösteriyor: “Tunus halkı kendini ifade etti, geçici hükumetinde artık ülkenin demokrasiye tam geçişi sağlamak amacıyla gereken düzenlemeleri yapması gerekiyor. ABD Tunus’un demokrasiye geçme hedefine varabilmesi için geçici hükumete yardımcı olacaktır.”

Tunus ayaklanması şu haliyle bile Ortadoğu için büyük bir deneyim bırakmış oldu. Emekçiler güçlerinin ne olduğunu gördüler, neler yapabileceklerini de bundan sonra öngörebilirler. Ancak şimdiye kadarki yaşanan süreç bir devrim olarak ifade edilemez. Tunus emekçileri diktatörü devirdi ancak diktatörlük yerli yerinde duruyor. Asıl olan işbirlikçi burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Yıkılmadıkça da kepçeyle verdiğini kürekle geri alacağı koşulları bekleyecek, zamanı gelince de alacaktır. Tunus’taki öfke Ortadoğu’nun ve tüm dünya işçi ve emekçilerinde de bulunuyor. Zincir kırılmaya daha çok yaklaşıyor…

23


Emekçi halkların isyanı emperyalistler ve işbirlikçilerinin kabusu oldu…

İsyan ateşini büyütelim, devrim bayrağını yükseltelim! Emperyalistler 20. yüzyılda Arap halklarını 22 ayrı ülkede dikenli tellerle birbirlerinden ayırarak baskı rejimlerinde yaşamaya mahkum ettiler. Bu coğrafyada 280 milyon insan yaşamaktadırlar. Ne var ki bu insanların tam 140 milyonu yoksullukla boğuşmakta, beşte biri günde 2 doların altında yaşamaktadır. Yani ülkeler değişse de sömürü, kölelik ve baskı değişmemektedir.

Tunus isyanın fitilinin ateşlendiği ülke olmasına rağmen Mısır'da sokakların ısınması ardından burjuva basının da emperyalist merkezlerin de ilgisi buraya yoğunlaşmıştır. Çünkü Mısır jeo-politik önemi bakımından diğer Arap ülkeleri içerisinde öne çıkmaktadır. Ortadoğu ve Afrika arasında bir geçiş noktası olmanın yanısıra Süveyş Kanalı’nı ve Kızıldeniz'i kontrol etmekte ve Akdeniz havzasında da kilit bir noktadadır.

24

Arap ülkelerine hakim rejimler ile emperyalizmin bölge hegemonyası arasında güçlü bir bağ vardır. Zira her bir rejim emperyalist devletlerin açık/gizli desteğini arkasına almıştır. Milyonlarca insanı sömürü altında yaşatmak, yer altı ve yer üstü zenginlikleri tekellerin talanına açmak karşılığında gerici rejimlerin şefleri egemenlerin güvencesi ile kendilerine önemli imtiyazlar sağlamışlardır.

Emekçilerin isyanı dalga dalga

Tunus'ta bir seyyar satıcının tezgahının elinden alınması ardından kendisini yakması ile fitili ateşlenen isyan hemen Cezayir'e Ürdün'e Yemen'e ve Mısır'a yayılmıştır. Çünkü Arap halkı bölünmüşlüğüne rağmen ortak bir bilince sahiptir. Mahkum edildikleri baskı ve sömürü rejimi dışında, bölgedeki siyonist terör ve emperyalist işgaller bu bilincin diğer ortak yönüdür. Bunun için de Tunus’taki sarsıntı hızla diğer ülkelere yayılmıştır. Bölgede yıllardır kirli işlerini gören gerici rejimlerin sarsıldığını gören emperyalistleri ise bir korku almıştır. Yaşananlara mesafeli kalmayı tercih etmeleri durumun nereye varacağını bilememekten dolayıdır. Reform taleplerini dile getiren, eylemlere izin verilmesi çağrısı yapan, diktatörlük karşısında halkların demokrasi mücadelesini tebrik eden açıklamalar da bu ince hesabın sonucudur. Çünkü bugün önemli olan diktatörlerin düşmesi değil, burjuva diktatörlüğün ve emperyalist hegemonyanın

korunmasıdır.

ABD emperyalizminin Ortadoğu egemenliğindeki kritik halka: Mısır

Tunus isyanın fitilinin ateşlendiği ülke olmasına rağmen Mısır'da sokakların ısınması ardından burjuva basının da emperyalist merkezlerin de ilgisi buraya yoğunlaşmıştır. Çünkü Mısır jeo-politik önemi bakımından diğer Arap ülkeleri içerisinde öne çıkmaktadır. Ortadoğu ve Afrika arasında bir geçiş noktası olmanın yanı sıra Süveyş Kanalı’nı ve Kızıldeniz'i kontrol etmekte ve Akdeniz havzasında da kilit bir noktadadır. Bu haliyle ABD emperyalizminin yıllar öncesinden kendisine ittifak seçtiği Mısır günümüzde de ABD açısından Türkiye ve İsrail ile birlikte bölgede temel önemde bir dayanaktır. Arap ülkeleri içinde siyonist rejim ve ABD ile en sıkı ilişkilere sahip Mısır’daki gerici rejim, bunu için hep korunmuş ve kollanmıştır. Mısır’daki ayaklanma başladıktan sonra bunun için ABD emperyalizmi ve İsrail devleti tam bir paniğe kapılmışlar, tüm imkanlarıyla ayaklanmayı düzen sınırları içerisinde tutmaya çalışmışlardır.

Emekçilerin öfkesi karşısında çareyi kaçmakta buldular

Mısır'da sefalet karşısında sokağa dökülen milyonlar yolsuzluk, rüşvet, işkence ve yoksulluk karşısında onurlu bir yaşam istiyorlardı. Yılların biriktirdiği öfke de doğal olarak bu düzenin bekçiliğini yapan diktatörü ve diktatörlüğün çeşitli kurumlarını hedef aldı. Mübarek'in ülkeyi terk etmesini isteyerek alanları dolduran milyonlar devlet kurumlarını hedef aldılar. Emniyet müdürlükleri, polis merkezler, karakollar ve istihbarat merkezleri yakıldı. Gerici rejimin bastırma girişimleri ve manevraları vermeyince Mübarek koltuğunu bırakmak zorunda kaldı.


Ancak bir noktadan sonra da emperyalistler ve işbirlikçileri Mübarek’i harcamaya razıydılar. Onlar için önemli olan düzeni yeniden sağlayabilmektir. Riske giren hegemonyayı yeniden sağlama almaktır. Bugün emekçi halk açısından ise gerekli olan Mübarek’in gidişinden sonra düzen güçlerinin kontrolü yeniden almak üzere yaptıkları girişimlerin üstesinden gelmek ve düzenin temellerine yönelebilmektir.

Bu yapılamadığı ölçüde bugün iktidarın iplerini almış olan Amerikancı ordu bir karşı-devrimci operasyona başvurarak emekçi halkın direncini kırmaya yönelebilecektir.

Zararsız liberaller ve uysal islamcılar göreve!

Emperyalistlerin diğer seçenekleri ise zararsız liberaller ile uysal İslamcılardır.

Milyonlarca insanın alanları doldurması ardından ortaya çıkan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun eski Başkanı Muhammed El Baradey liberal kimliği öne çıkan gerici rejimin sözde muhaliflerinden biridir. Baradey veya benzerleri ancak halkın öfkesini dindirmeye ve zararsız reformlar ile emperyalizmin Mısır'daki konumunu pekiştirmeye hizmet edebilir. Diğer tarafta ise Mısır’da toplumsal tabanı en güçlü olan siyasal hareket olduğu söylenen Müslüman Kardeşler ise, isyanın yakıcı gücünün bilincinde olarak temkinli davranmaktadırlar. Bu örgütlenme zamanında sosyalist akımlara karşı kullanılmıştı, sonrasında ise emperyalistlerin başına bela olduğu için gözden çıkarılmıştı. Şimdilerde ise yeniden işe yarar bir biçime sokularak düzene hizmete sokulmaya çalışılıyor.

Düzen isyanın yıkıcı ruhunu kurbanlar sunarak sakinleştirmek istiyor

Tahrir Meydanı'nı dolduran öfkeli Mısırlılar eylemin yıkıcı gücünü görmüş durumdalar. Ancak mevcut düzen dört elle öfkeli kalabalığı yeniden uysal itaatkarlara dönüştürmek istiyor. Şiddetin bu amaca ulaşmak için yeterli olmadığı görüldü. Kanlı bir katliamdan önce halkın iradesinin kırılması, politik bir açmaza sürüklenmesi planlanıyor. Polis güçlerinin geri çekilmesi ardından ordunun devreye sokulması bunun içindir. Zira Mısırlılar için ordu siyonizme ve emperyalizme karşı direniş göstermiş ve kendilerine asla kurşun sıkmamıştır.

Ne var ki, ordu baskıcı rejimin temel aktörüdür.

Diğer taraftan Mübarek'i istifaya çağıran emperyalistler aynı zamanda reformlara işaret ediyorlar. Çünkü onlar kullanım ömrünü tüketmiş diktatörleri, partileri, hükumetleri deliğe süpürülebilir. Ne var ki, bu sadece ve sadece sokağın ruhuna ve eylemine bağlıdır. Zira Mubarek'e yolu gösteren emperyalistler sokaktaki gelişmelerin isyanı kontrol altına almayı planlamışlardır. Mübarek gittikten sonra ise ordu eliyle ipleri yeniden alıp, sokağa hakim olmaya ve böylelikle de isyan ateşini söndürmeyi planlamaktadırlar.

Devrimci için…

Her devrimin öngünleri yeni düzenin özünü mayaladığı gibi karşı devrim tehdidinin de gizliden örgütlendiği günlerdir. Yarıda kalan her devrim görülmemiş bir kanla bastırılır. Düzen bugün kendini korumak için isyanın boğazına dört elle sarılmaktadır. Emperyalist efendiler kurbanlarını seçmiş hazır beklemektedirler. Diğer yandan ise işbirlikçilerini sahaya çıkarıp isyanı politik olarak teslim almak için manevralar yapmaktadırlar. Bu koşullarda Mısır’ın emekçi halkının en büyük handikabı, devrimci bir önderliğe sahip olamamalarıdır. Kapitalizmi aşan böyle bir devrimci önderlik düzeyi olabilse, Mısırlı işçi ve emekçiler diktatörle yetinmeyip işsizliğin, yoksulluğun ve baskının kaynağı olan emperyalistkapitalist düzene yönelebilir, bu amaçla da iktidarı almak için ilerleyebilirlerdi. Böyle bir önderlik olmadığı için Mısır’da halk ayaklanmasının kazanımları tehlikededir. Ancak her şeye rağmen emekçi halkın ayaklanması, böyle bir önderliği yaratmanın koşullarını da sağlamaktadır. Bir emekçinin dediği gibi Mısırlı ezilenler yok olmamak için daha fazla savaşmak zorundadır. İsyan ateşinin sardığı gözlerini iktidarı kestirmeli ve aslanı devirmelidirler. Bu zorunluluk ihtiyaç olanı yaratabilmek için de zorlayıcı olacaktır.

Son sözü Mısır işçi sınıfı söyleyecektir. Mübarek’in gidişinin hemen öncesinde başlayan yaygın grev dalgasıyla işçi sınıfı ağırlığını hissettirmiştir. Eğer bağımsız bir politik güç olarak gelişmeye devam ederse, kuşkusuz Mısır’da yeni iktidar gücü de şekillenmiş olacaktır.

Her devrimin öngünleri yeni düzenin özünü mayaladığı gibi karşı devrim tehdidinin de gizliden örgütlendiği günlerdir. Yarıda kalan her devrim görülmemiş bir kanla bastırılır. Düzen bugün kendini korumak için isyanın boğazına dört elle sarılmaktadır. Emperyalist efendiler kurbanlarını seçmiş hazır beklemektedirler. Diğer yandan ise işbirlikçilerini sahaya çıkarıp isyanı politik olarak teslim almak için manevralar yapmaktadırlar.

25


10. yılında ABD’nin Afganistan çıkmazı…

Emekçi halklar direnecek, emperyalizm yenilecek!

20. yüzyılda iki büyük emperyalist savaşa tanıklık eden dünya halkları bir dizi bölgesel savaşın da dolaysız tanığı oldu. Dünya emekçi halklarına büyük yıkım getiren emperyalist dünya savaşları şimdilik durulmuş durumda. Ancak emperyalizmin bölgesel savaşları hala devam ediyor. Ortadoğu ve Asya bugün bu bölgesel savaşların “beşiği” haline getirilmiş durumda. Filistin'den Irak'a, Afganistan’dan emperyalizmin yeni hedefi İran'a kadar, bölgenin tüm emekçi halkları barut kokan havayı soluyorlar. 10 yıldır süren Afganistan işgali de bu savaşlardan yalnızca biri. Afganistan 2001 yılında başta ABD önderliğindeki emperyalistlerin vurucu gücü NATO'ya bağlı ordular tarafından işgal edildi. İşgalin gerekçesi olarak da “teröre karşı savaş, insani yardım, ülkenin yeniden yapılandırılması ve demokrasinin getirilmesi” gösterildi. Ancak 10 yılın ardından ortaya çıkan tablo, tüm bunların koca bir yalan olduğunu gösteriyor. “Terör” ve “demokrasi düşmanlar” bahanesi arkasına sığınan NATO askerleri enerji bölgelerinin bekçiliğini yapıyorlar.

Sonuç olarak ise Afganistan'da emperyalist boyunduruk değişmeden kaldı.

Geride kalan zaman içerisinde emperyalistlerin işgalci asker sayısını 10 katına çıkarmasına rağmen, özellikle son yıllarda direniş yayıldı ve yoğunluk kazandı. Afganistan emperyalist haydutlar için büyük bir kabusa döndü. İşgalin başından bu yana, kayıplar binlerle ifade ediliyor. Bunların belirgin bir kısmını da ABD ordusunun askerleri oluşturuyor. Özellikle geride kalan 2010 yılının işgalin en zor yılı olduğu bizzat işgal ordularının komutanları tarafından itiraf edilmiş durumda. Tüm bunlar moral ve politik bir çöküntü, yanı sıra oldukça da büyük bir ekonomik külfet demek. İşgaller birçok tekel için karlı bir ortam yaratsa da ABD ordusunun harcamalarının önemli bir bölümü kamunun cebinden çıkıyor. Her şeyin daha da ağırlaştığı kriz günlerinde Afganistan ve Irak işgalleri, düşürülen sağlık harcamaları güvencesiz yaşam göz önüne alındığında birçok liberal çevrenin dahi tepkisini çekmektedir.

Emperyalist işgali halkın yaşamını tehdit ediyor

Emperyalist işgalin başlamasından bu yana Afganistan halkı savaşın büyük acılar yaşadı. Büyük çoğunluğu sivil olmak üzere 70 binden fazla insan bu kirli savaşta katledildi. Tarıma dayalı ülke ekonomisi, işlenilebilir arazilerin büyük çoğunluğu mayınlandığı için yok edildi. Bunun sonucu olarak açlık ve salgın hastalıklar bugün başta çocuklar olmak üzere her gün yüzlerce insanın ölümüne neden oluyor. Ülke baştan aşağı defalarca bombalandı ve bu, bugün de kesintisiz biçimde devam ettiği için taş üstünde taş bırakılmıyor. Bu nedenle şu an halkın yarısı işsizken, %70’i kronik açlık çekmektedir, elektriğe ise yalnızca %6'sı, yalnızca sağlıklı içme suyuna ise %13'ü ulaşabilmektedir. Ortalama yaşam beklentisinin 43,1 yıl olarak belirlendiği Afganistan'da okuma yazma oranı işgalin başında bugüne %28,7'den %23,5'e geriledi. Emperyalizm “kadınların gerici Taliban rejiminden kurtarılması ve özgürleştirilmesi” bahanesini işgalin dayanaklarından biri yapmıştı. Ancak tam tersine, emperyalist savaşın kirli yüzünü en fazla kadınlar ve çocuklar gördü. BM raporlarından yansıyan verilere göre doğum sırasında 55’te 1 olan hayatta kalma oranı ile Afganistan, kadınların doğum yapmaları açısından ikinci en tehlikeli ülke durumunda. Yeni doğan çocukların da %25’i 5 yaşından önce ölüm riski ile karşı karşıya gelmekte.

Emperyalizmin Afganistan açmazı

İşgalin başında 11 Eylül'ü gerçekleştirenlerin izinin sürüleceği imajı yaratmaya çalışan emperyalist güçler, bugün askeri ve siyasi bir çıkmazla karşı karşıyalar. Emperyalistlerin demokrasicilik oyunları neticesinde Afganistan halkı dört kez sandığa gitti. Buradan başkan ve milletvekilleri “seçildi”. Bu oyunun teşviki için ülkeye milyarlarca dolar uluslararası yardım sağlandı. Ancak bu paranın büyük bir kısmı yine aynı işbirlikçi adamların ya da emperyalizmin taşeronluğunu yapan batılı şirketlerin kasalarına girdi.

26

bini aşkın sivil katledildi.

Büyük değişim umutlarıyla göreve gelen Obama da Afganistan konusunda Bush’tan farklı olmadığını, bu vesileyle de sorunun kişilerden değil, emperyalistkapitalist sistemin bizzat kendisinden kaynaklandığını göstermiş oldu. Afganistan’daki asker sayısını 2010 yılında 150 bine çıkaran Obama döneminde, Afganistan halkından üç

ABD “Afganistan bataklığından” çıkabilir mi?

Bu yılın Ocak ayı sonlarında Kongre ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde Obama dünya halkalarına tehditler savurduğu konuşmasında Afganistan’da girdikleri bataklığı da itiraf etmek sorunda kaldı. Afganistan’da hala kendilerini zor bir savaşın beklediğini belirten Obama, Temmuz'dan itibaren askerlerini çekmeye başlayacaklarını ifade etti. Afganistan hükümetinin daha iyi bir yönetim sergilemesi gerektiğini belirterek önümüzdeki dönem savaşı yerli işbirlikçileri üzerinden sürdüreceklerinin mesajını da verdi. Yeni savaşların da haberini veren Obama Pakistan üzerinden El Kaide’yi tehdit ederek ''Afgan sınırından, Arap Yarımadası'na ve dünyanın tüm bölgelerine bir mesaj gönderdik: Acımayacağız, tereddüt içinde olmayacağız ve sizi yenilgiye uğratacağız'' dedi. Ayrıca İran’ı ve Kuzey Kore’yi de açıktan hedef göstererek NATO'nun füze kalkanı ile çeşitli ülkelerle işbirliği yaptıklarını belirtti. Tüm bunlar yeni emperyalist savaşların habercisidir. Emperyalizmin dünya halklarına saldırmaktan geri durmayacak, işgaller ve savaşlar artacaktır. Ancak emperyalistlerin hesap etmesi gereken bir şey var: Afganistan'daki direnişin gösterdiği gibi, dünyanın yoksul halklarına karşı yürütülecek savaşlar emperyalistler için hiç de kolay olmayacaktır.

Diğer taraftan Cezayir, Tunus ve Mısır’daki emekçilerin isyanlarıyla, dünyanın geleceği daha da belirginleşiyor: Dünyanın tüm emekçi halkları emperyalist-kapitalist sistemin kendi üzerilerindeki kölelik halkalarını kıracak; sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz dünya yolundaki emperyalist zinciri parçalayacaklardır.


Emperyalizme ve siyonizme kalkan olmayalım! Geçtiğimiz senelerde Doğu Avrupa ülkelerine kurulması planlanan füze kalkanı projesi Rusya’nın tepkisi nedeniyle bir süreliğine rafa kaldırılmıştı. Geride bıraktığımız yılın sonunda yapılan son NATO toplantısında ise füze kalkanının işbirlikçi iktidarın onayıyla Türkiye’ye kurulmasına karar verildi.

Zaman zaman ABD’ye ve İsrail’e gürlemesiyle öne çıkan Tayip önderliğindeki AKP hükumetinin bu söylemlerinin boş olduğu, “kuzu kuzu” emperyalizme ve siyonizme “kalkan” olmalarıyla çok net bir biçimde görülmüş oldu. Ayrıca bu süreç içerisinde AKP’nin almak zorunda kaldığı ikiyüzlü tutumlar ise ön plana çıktı. Öncelikle Ortadoğu halklarına yönelik her konuşmasında 'din kardeşlerimiz', 'komşularımızla sıfır sorun' söylemlerini ön plana çıkaran hükumet, işbirlikçi burjuvazinin çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir sınır tanımıyor. Gene bu süreç içerisinde projede hedef ülke olarak İran’ın geçmemesini ve füzelerin ateşleme ve radar kumanda sistemlerinin Türkiye’ye verileceği yalanıyla (Amerikancı medyanın da katkısıyla) adeta “milli zafer” kazanmış gibi bir durum yaratarak emekçilerin gözünü boyamaya çalıştı.

Özelde İran halkına genelde Ortadoğu halklarına savaş ilanı demek olan füze kalkanı projesi TC’nin emperyalizme tetikçilikte yeni bir evreye geçtiğini göstermektedir. Açıktır ki bu uygulamalarla ülkemiz ABD’nin ve emperyalizmin ileri karakolu konumu pekiştiriliyor ve kardeş halkların kanını dökmede kalıcı bir üs olarak düşünülüyor.

NATO’nun rolü ve bitmek bilmeyen ‘savunma’sı

Füze kalkanı projesi İran’dan yönelebilecek bir saldırı bahanesiyle gündemleştiriliyor. Yani savunma amaçlı olduğu yalanı söyleniyor. Yalandır, çünkü NATO tarihi boyunca hep bir saldırı odağı olarak çalışmıştır. Soğuk savaş dönemlerinde iç savaş örgütleme mekanizması olan NATO’nun 90’lı yıllarından başından itibaren rolü, emperyalizmin dünya ölçeğinde vurucu polis örgütü olmaktır.

Başta ABD olmak üzere katliamcı emperyalist devletlerden oluşan bu güruh önce Yugoslavya’da halkları birbirine boğazlattı. Daha sonra Afganistan’ı işgal ederek on binlerce Afganlı'yı katliamdan geçirdi. Afganistan saldırısını dünya halklarını “savunma” yalanı altında yapan NATO, Afgan halkına yaptığını, Ortadoğu halklarına yapmaktan geri durmayacağını bu projeyle

göstermiş oldu. Bu saldırı ve iç savaş örgütleme mekanizmasının 60 yıldır en etkin üyelerinden birinin TC olması ise durumun bizi ne kadar ilgilendirdiğini ya da ilgilendirmesi gerektiğini gösteriyor.

Gençlik anti-emperyalist mücadeleyi yükseltmelidir

Gelinen yerde bu saldırı projesine karşı mücadele yakıcı bir biçimde kendini hissettirmektedir. Şüphesiz ki bunda en büyük sorumluluklardan biri de gençliğe düşmektedir.

Anti-emperyalist mücadele geleneğine sahip olmasına rağmen, ne yazık ki bu projenin onaylanmasının üzerinden aylar geçmesine rağmen gençlik cephesinden buna karşı anlamlı tek bir tepki dahi verilememiştir. Sorumluluğun omuzlarımızda olduğunu bir an bile unutmamalıyız. Sermaye devletini ABD emperyalizminin tetikçiliğinde yeni bir evreye taşıyacak bu proje, üniversitelerde sermayenin bizlere yönelik saldırılarında da üst bir evreye geçeceğine işaret etmektedir. Bu projeye karşı gelişebilecek herhangi bir tepki ve ya projenin hayata geçirilmesinden sonra üniversitelerimizde talep edeceğimiz en basit demokratik hak bile devletin daha fazla baskı ve zoruna uğrayacaktır. Yani bu proje üniversitelerdeki soruşturma-ceza terörüdür, okuldan atılmadır. Faşist çetelerin kampüslere salınmasıdır. Eğitimin daha fazla paralılaştırılması, yaşamın daha F tipleştirilmesidir. Eğitime aktarılacak bütçenin -bugünkü durumda bile çok azken- savaşa ve devletin diğer zor aygıtlarına daha fazla aktarılmasıdır.

Gururla sahip çıkacağımız bir antiemperyalist mücadele geleneğine sahibiz. Denizler'in 6. Filo’yu denize dökmesi gibi, Commer’in arabasının ODTÜ’de yakılması gibi... Bu gelenekten güç alarak hem emperyalistleri, hem de onun bu coğrafyadaki uşağı olan dinci-gericilik odağı AKP’yi hedef alarak mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Tüm bunlar gençlik güçlerince iyice kavranmalı ve geniş öğrenci kitlelerine teşhiri yapılabilmelidir. Çalınan geleceğimizdir, çalınan özgürlüğümüzdür. F tipleştirilen yaşamımızdır. Geleceğimizi de özgürlüğümüzü de emperyalizmin zor aygıtlarına teslim etmemeliyiz. Gururla sahip çıkacağımız bir anti-emperyalist mücadele geleneğine sahibiz. Denizler'in 6. Filo’yu denize dökmesi gibi, Commer’in arabasının ODTÜ’de yakılması gibi... Bu gelenekten güç alarak hem emperyalistleri, hem de onun bu coğrafyadaki uşağı olan dinci-gericilik odağı AKP’yi hedef alarak mücadeleyi yükseltmeliyiz. Gençlik ne olursa olsun emperyalizmin ve siyonizmin kalkanı olmayı reddetmeli, NATO ve diğer savaş örgütlerinin dağıtılması mücadelesinin takipçisi olabilmelidir. Bu perspektifle bu dönem ki faaliyetlerimizi sürdürmeli, anti-emperyalist mücadele sorumluluğumuzu bir an bile gözden kaçırmamalıyız.

27


Ortadoğu'da halklar ayakta! Mısır halk ayaklanmasının sarsıcı etkileri Ortadoğu'da dalga dalga yayılmaya devam ediyor. Emperyalistler ve işbirlikçi zorba rejimler tarafından ezilen emekçi halklar, Mısırlı ve Tunuslu kardeşlerinin yolunu tutuyor, çıkış yolu arıyorlar.

Bahreyn

Gösterilerin en kitlesel ve şiddetli biçimde sürdüğü ülkelerden olan Bahreyn'de 17 Şubat'ta başkent Manama'da İnci Meydanı'nda geceli gündüzlü bekleyen göstericilere, gece yarısı bir operasyon düzenlendi. Operasyonda en az 3 kişinin öldüğü bildirilirken, yüzlerce kişi de yaralandı.

Zorbalıkla alandaki halkı dağıtan Bahreyn devleti, duruma hakim olabilmiş değil. Çünkü bu saldırı halkın öfkesini daha da arttırmış bulunuyor. Öldürülenlerin cenaze törenlerine de bu nedenle onbinlerce kişi katılıyor. “Suçlu çete yargıya” sloganları atılıyor. Mısır halkının izinden giden Bahreynli emekçiler, 1971'den beri yönetimde bulunan Başbakan Şeyh bin Sallah el Halife'nin istifasını, siyasi tutukluların serbest bırakılmalarını ve yeni bir anayasanın yapılmasını istiyorlar.

Yemen

Yemen'de 30 yılı aşkın süredir iktidarda olan Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih'in istifası talebiyle gösteriler düzenleniyor. Salih'in 2013 yılında yapılacak bir sonraki seçimlerde aday olmayacağını açıklaması eylemlerin önünü kesemedi. Başkent Sana binlerce polisle abluka altına alındı.

28

Olaylarda dört kişi yaralanırken, gösteriler sırasında biri AP muhabiri, biri El Arabiya televizyonunun kameramanı 3 gazetecinin dövüldüğü duyuruldu.

Büyük gösterilerin yapıldığı Yemen'de, gösterilerin 8. gününde (18 Şubat) emekçi halk, liman kenti Aden'de belediye binasını ateşe verdi. Ajanslara göre polisin saldırıları sonucu 1 kişi öldü. Yemen'de 17 Şubat'ta da 4 kişinin öldüğü açıklanmıştı.

Libya

Libya'daki gösteriler, ülkenin doğusundaki Bingazi ve el-Beyda kentlerinde yoğunlaşıyor. Trablusgarp'da ise henüz geniş katılımlı gösteriler yapılmış değil.

Yerel kaynaklar Bingazi'de binlerce kişinin sokaklara çıktığını bildirirken, elBeyda'da ise eylemcilerin kamplar kurmaya çalıştıklarını belirtiyorlar. Gerici Libya devletinin eylemlere yanıtı ise oldukça sert oldu. Göstericilerin üzerine doğrudan ateş edilirken yaklaşık 24 kişinin öldüğü söyleniyor. Olaylarda ölenlerin cenazeleri bugün kaldırılırken, cenaze törenlerinin kitlesel gösterilere dönüşmesi ihtimali yüksek.

Diğer taraftan muhalifler tarafından ilan edilen “öfke günü”nde, yoğun baskı ve terörün ardından başkent Trablusgarp'ta alanlara çıkanlar daha çok yönetim yanlıları oldu.

El-Beyda'da bazı yerel polis güçlerinin göstericilere katılmasının ardından, Beyda'nın eylemciler kontrolü altına girdiği belirtiliyor. Libya İnsan Hakları Dayanışma grubu adına açıklama yapan Gimma Omami "Beyida halkın elinde. Kaddafi rejimi şehirde kontrolü kaybetti" derken, bu haber bağımsız kaynaklar tarafından doğrulanmadı.

Libya'da 41 yıllık devlet başkanı Muammer Kaddafi rejiminin yıkılması talep ediliyor.

Irak

17 Şubat'ta Kürdistan Özerk Bölgesi karıştı. Süleymaniye kentinde bir araya gelen yaklaşık bin


kadar Kürt gösterici, Kürdistan Bölgesel Yönetimdeki yolsuzluk ve yüksek işsizliği protesto etti. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) merkezini de taşlayan eylemcilere Peşmergelerin müdahalesi sonucu en az iki kişinin öldüğü, 47 kişinin de yaralandığı bildiriliyor.

Ayrıca Erbil'de de KDP ve Goran Partisi'nin bir bürosunda yangın çıktığı bildiriliyor.

Irak'ın diğer bölgelerindeki gösteriler de sürüyor. Kut ve Kerkük bölgesinde de halk protesto gösterileri düzenliyor. Irak Başbakanı Nuri el Maliki, gösterilerin barışçıl bir ortamda geçmesi çağrısında bulundu.

Fas

Monarşik bir dikta rejiminin hüküm sürdüğü Fas'ta ise 20 Şubat'ta büyük bir gösterinin yapılması planlanıyor. Gösteri için ilk çağrı merkez sol bir parti olan PSU partisi tarafından yapıldı. Faslı muhalif örgütler de çağrıya destek verdiler.

Örgütlenme çağrısına katılan gençlerin şöyle sesleniyorlar: “Tek bir ağızdan konuşma vakti gelmiştir, rüşvet ve kahır altında yaşamaya yeter, fakirlik, düşük maaş ve hayat pahalılığına yeter, kenara itilmeye, baskıya ve kullanılmaya yeter, bu kadar suskunluk yeter. Sustukça kaybettiğimiz kadar konuştukça kaybetmeyiz. Yüksek bir sesle: Parasız eğitime ve sağlık hizmetlerine evet. Özgürlük ve ifade hürriyetine evet. İş ve şerefle bir hayata evet, layık olduğumuz bir hayat tarzına evet, yargılamaya evet, değişime evet, şerefle bir hayat ve halk için evet.” Gerici yönetim de olası halk hareketinin önüne geçmek için hazırlık yapıyor.

Cezayir

Gösterilerin sürdüğü Cezayir'de ise halk 19 Şubat'ta yapılacak büyük gösteriye hazırlanırken, rejim de gösterileri engellemek için seferber oldu. Bu çerçevede gösterilerin yapılacağı 1 Mayıs Meydanı'nın çevresini barikatlarla kapatıyor.

Yapılan ilk kitlesel eyleme binlerce kişi katılmış, 1 Mayıs Meydanı'na yürüyen halk polis

barikatlarını aşmıştı. Ancak daha sona sayıları 30 bini bulan polis ordusu ile yürüyüşün devam etmesi engellenmişti.

İran

İran'da 14 Şubat günü hükumet karşıtı başlayan kitlesel gösteriler, eylemlerde göstericilerin katledilmesinin ardından devam ediyor. 16 Şubat'ta geçtiğimiz günkü gösterilerde hayatını kaybeden Sanei Jale isimli öğrencinin cenaze töreninde muhaliflerle rejim yandaşları arasında çatışma çıktı. Taraflar, Jale'nin öldürülmesine karşı birbirlerini suçlarken, cenaze törenine katılan hükümet yanlıları, hükümete muhalif olan Mehdi Kerrubi aleyhinde pankartlar taşıdılar. 15 Şubat'ta meclisteki muhafazakar milletvekillerinin "asılmaları" çağrısı yaptığı muhalefet liderlerinden Kerrubi, bugün yaptığı açıklamada, İran'daki demokratik değişim için bedel ödemeye hazır olduğunu ifade etti. İran rejimi ise muhalif harekete karşı Cuma günü geniş katılımlı bir yürüyüş gerçekleştirilmesi için çağrıda bulundu. Ayrıca kitlesel eylemlerin yapıldığı Tahran'da yollar göstericiler tarafından bloke edildi. Tahran sokaklarında hükümet karşıtı sloganlar yükseliyor.

Ürdün

Ürdün'de Başkent Amman, kuzeydeki İrbid ve güneydeki Diban kentlerinde binlerce kişi protesto eylemlerine katıldı.

Hafta başında Ürdün hükümeti Tunus'taki gösterilerin ülkeye sıçrama ihtimaline karşı bazı tedbirler almış, akaryakıt ve temel gıda fiyatlarını aşağı çekmişti. Fakat bu önlemler halkın sokağa dökülmesine engel olamadı. İşçi sendikaları tarafından düzenlenen gösterilere binlerce kişi katılırken siyasi partiler de eylemde yer aldı.

"Ürdün sadece zenginlerin ülkesi değil. Ekmeğimizden elinizi çekin. Açlık ve öfkemizden korkun" pankartı dikkat çekerken, eylemlerde yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksulluğa karşı talepler yükseltildi. Samir Rifai hükümetine istifa çağrısı yapılarak "Rifai hükümeti istifa!" , "Birleşin, çünkü hükümet sizi yemek istiyor!" ve "Yakıt fiyatını yükseltin, cebinizi doldurun!" sloganlarını atıldı.

29


Sermayenin başkentinde işçi katliamı...

İnsanca bir yaşam için mücadele etmekten başka yolumuz yok! Ankara da Ostim ve İvedik Organize Sanayi Bölgesi'nde 3 Şubat günü yaşanan patlamada 20 işçi yaşamını yitirirken 52 kişi de çeşitli yerlerinden yaralandı. Bu katliamla birlikte iş kazalarını kadere bağlayan sermaye devletinin yalanlarına rağmen, aslında işçileri aşırı kar hırsının ketlettiği bir kez daha gözler önüne serildi. İş kazalarında Avrupa'da birinci, dünyada üçüncü sırada yer alan Türkiye'de bundan önceki onlarca iş cinayetinde katliamın sorumlularını da akladı.

Ankara'daki katliamda da, sermaye devleti bir yandan kendini aklamaya çalışırken diğer yandan ölen işçilerin gerçek sayısına ve kimliklerinin yanı sıra patlamaların meydana geldiği iş yerlerinin ruhsatlı olup olmadığına dair bir açıklık getirmedi. Ayrıca bu iş yerlerinde kaç işçinin çalıştığına, iş yerlerinde çalışanların kayıtlı ve sigortalı olup olmadığına ve bu iş yerlerinde görevli iş yeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının bulunup bulunmadığına dair de bir açıklama yapmadı. OSTİM Mega Center'daki Özkanlar şirketinin ortaklarından Ayhan Özkan “başımıza gelen şanssız bir olaydır” diyerek işçi katliamlarını şansla açıklarken, devletin sözcüleri ise yaptıkları açıklamalarla onu ve diğerlerini korumuştur. Böylelikle aslında işçi ve emekçilerin değil patronların sözcüsü olduklarını bir kez daha bizlere göstermiş oldular. Diğerleri de yaptıkları açıklamalarla katliamların ortağı olduklarını teyit etmişlerdir. Sermaye partilerinden MHP'nin başı Bahçeli “böylesi kazaların her zaman olabileceğini” söylerken, CHP sözcüsü ise patlamadan dolayı sadece AKP hükumetine yüklenmekle yetinmiştir. OSTİM sanayi bölgesinde 24 saat kesintisiz üretim sürerken işçiler patronun kar hırsı için günlük 11-12 saat çalışma koşullarına maruz kalıyor. Çalışma esnasında herhangi bir güvenlik önlemi alınmazken ağır çalışma koşulları da yeni iş cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Buradan da görüyoruz ki işçilerin aslında zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yok. Tersaneler de kum torbası yerine konulan işçiler, madenlerde kader diyerek ölüme terk edilen işçiler, şimdi de OSTİM'de katlediliyor. Burjuvazi çarklarını işçi kanıyla döndürüyor.

Sermaye devleti patlamanın olduğu gün hakları ve gelecekleri için torba yasaya karşı çıkan binlerce emekçiye azgınca saldırırken, gelecek ve özgürlük için mücadele eden biz gençliğe pervasızca saldırırken, iş işçilerin canını korumak için fabrikalarda denetime gelince kılını kıpırdatmıyor. Tüm devlet mekanizmasının merkezi durumundaki Ankara'da burunlarının dibindeki kuralsız çalışmaya gözlerini kapatıyor.

Açıktır ki hayatımız ve geleceğimiz için bu kanlı düzene karşı mücadele etmekten başka yolumuz yoktur. Bu mücadelede işçi ve emekçilerle omuz omuza vermekten başka çaremiz yoktur.

Ankara’dan bir Ekim Gençliği okuru

30


Kaza değil devlet katletti! OSTİM'de işçi katliamı

Ankara'da kurulu OSTİM Sanayi Sitesi'inde bir jeneratör fabrikasında 3 Şubat'ta gerçekleşen patlamada 20 kişi öldü, bir kısmı ağır onlarca kişi de yaralandı.

Mega Center içinde yer alan jeneratör fabrikasının bulunduğu dört katlı binanın iki katı çökerken, fabrikada 80 işçinin çalıştığı belirtiliyor. Patlamanın olduğu sırada olay yerinde olanlar, kurtarma ve sağlık ekiplerinin geç geldiğini, enkaz altındakilerin bir bölümünü kendi imkanlarıyla çıkardıklarını söylediler. Katliama dönüşen patlamanın gaz sıkışmasından kaynaklanmış olabileceği iddia edilirken, enkaz altındakileri kurtarma çalışmaları sürüyor.

OSTİM'de meydana gelen ilk patlamadan 8 saat sonra ikinci patlamanın meydana geldiği İvedik Organize Sanayi Sitesi'nde 5 Şubat'ta yapılan arama kurtarma çalışmalarında iki kişinin daha cansız bedenine ulaşıldı.

Mermer ocağında iş cinayeti

Antalya, Kepez'e bağlı Odabaşı köyündeki bir mermer işleme fabrikasındaki işçiler, bakım ve onarım için üretim bölümü yanındaki alandan vinç motorunu söktü. Motoru çatıdan taşıyan 3 işçi çatı kaplamasının kırılması sonucu zemine düştü. 1 işçi hayatını kaybederken yaralı 2 işçi ise hastaneye kaldırıldı.

Maraş'ta iş cinayeti

Kahramanmaraş'ta Afşin-Elbistan B Termik Santrali için kömür üretimi yapılan Çöllolar kömür üretim sahasında 6 Şubat'ta, saat 04.30 sularında meydana gelen göçükte 1 işçi yaşamını yitirdi. Alkaya'nın sahadan uzaklaşmaya çalışırken bir kamyonun altında kaldığı öğrenildi. Meydana gelen göçükte yaralanan işçi sayısının 10 olduğu belirtildi.

Dolum tesisinde patlama!

7 Şubat'ta, Antalya Petrol Ofisi Dolum Tesisleri'nin 23 nolu tankında meydana gelen patlamada 2 kişi hayatını kaybetti. İlk belirlemelere göre 1 kişi de ağır yaralandı.

Burak Alüminyum'da iş cinayeti

Esenyurt Hadımköy yolu üzerinde kurulu bulunan Burak Alüminyum metal fabrikasında 8 Şubat'ta bir işçi, iş cinayetine kurban gitti.

Fabrikada kimyasal havuzların olduğu eloksel bölümünde arıtma sistemlerinin eski olmasından ve iyi çalışmamasından kaynaklı çatıdan uzun süredir asit sızıntısı yaşanıyordu. Çatının tamiri için başka bir şirketten getirilen işçiler, yıllardır onarılmayan çatıdaki etemitlerin çürümüş olduğundan habersiz bir şekilde çatıya çıktı. İşçilerden biri metrelerce yüksekten fabrikanın ortasına düşerek can verdi. İş cinayetini gören işçiler hemen işçinin düştüğü yere giderken, daha

sonra fabrika yetkililerince evlerine gönderildi.

Burak Alüminyum yetkilileri olayı örtbas etmek için suçlunun ölen işçi olduğunu iddia etti. “Biz ona söyledik, önlem al dedik!” demagojisine başvurarak “O bizim işçimiz değildi. Yardım için gelmişti” dedi. Bu açıklama ile şirketin işçiyi kayıt dışı çalıştırdığı anlaşıldı.

Edirne'de iş cinayeti

9 Şubat'ta, Edirne'de Kapıkule Sınır Kapısı yolu üzerindeki bir tekstil fabrikasında çalışan Necdet Karabulut isimli işçi fabrikanın atık su kuyusunu temizlemek için atık su kanalına indi. Gerekli önlemler alınmadan kuyuya inen işçi, bir süre çalıştıktan sonra fenalaşarak baygınlık geçirdi. Karabulut'tan uzun süre haber alınamamasının ardından Makine Mühendisi Ahmet Dereli de kanala indi. Dereli'nin de kanaldan çıkmaması üzerine durumdan şüphelenen diğer işçiler Murat Aydın ve Murat Ovmaç kanala girerek, Karabulut ve Dereli'yi baygın halde dışarı çıkardı. Kanaldaki gazdan etkilenen 4 kişi Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırıldı. Dereli müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Havai fişek fabrikasında patlama

Sakarya'nın Hendek ilçesindeki Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası'nda patlama meydana geldi. 11 Şubat'ta, 16.30'da yaşanan patlamada ilk gelen bilgilere göre 1 kişi öldü. 6 kişinin yaralandığı bildirilirken ölü sayısının artabileceği söyleniyor. Patlamanın nedeni konusunda henüz açıklama yapılmadı. Aynı fabrikada daha önce de patlamaların olmuş, 18 Ağustos 2009'da kişi ölmüş, 37 kişi yaralanmıştı.

İşçiler göçük altında

6 Şubat Pazar günü meydana gelen göçük nedeniyle 1 işçinin iş cinayetine kurban gittiği 10 işçinin de yaralandığı Kahramanmaraş'taki Afşin kömür sahasında 10 Şubat günü ikinci bir göçük daha yaşandı. Afşin-Elbistan B Termik Santrali için kömür üretimi yapılan sahada meydana gelen göçükte kepçe operatörü 24 yaşındaki Ruşen Demir’in cesedi çıkartıldı. Aralarında mühendislerin de bulunduğu 9 kişinin de kaybolduğu açıklandı. Afşin-Elbistan B Termik Santrali'nde göçük yaşanan alanın bitişiğindeki alanda, yer yer büyük çatlaklar oluştuğu ve çatlaklardan metan gazı çıktığı bildirilirken, bu bölgede de göçük yaşanması ihtimali olduğu gerekçesiyle arama kurtarma çalışmalarına ara verildi. Alanda çalışma yapan ekipler, hızla göçük alanının dışına çıkarıldı. Özelleştirme sonrasında Park Holding’e devredilen Afşin-Elbistan Termik Santrali B ünitesine açık ocak yöntemiyle linyit kömürü üretilen sahada 160 metre derinliklerde meydana gelen göçük işçi kanıyla beslenen patronların kar hırsını bir kez daha gösterdi.

Bir göçük de Hatay'da yaşandı!

12 Şubat'ta, Hatay'da bir kum ocağında göçük meydana geldi. İlk belirlemelere göre 1 işçi kum yığınının altında kaldı.

31


Tarihe düşen kara bir leke: Halepçe Katliamı Halepçe, Süleymaniye yakınlarında, nice başkaldırılara tanıklık etmiş bir Kürt kentidir. 16 Mart 1988... Bir kez daha halk düşmanları kadın, erkek, çocuk ve yaşlı demeden kimyasal bombalar yağdırıyor bir kentin üzerine. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak düşüyor Halepçe katliamı. Ağıtlar yakılıyor yitirilenlere.

"Çürüyen kokusuyla yağdı kimya kesildi feri gözlerin, sustu dil artık ne yürek sızısı var genç kızların ne bıyık bırakan delikanlılar..." İbrahim KARACA

Halepçe katliamı, İran-Irak savaşı esnasında Saddam Hüseyin'in 1986-1988 Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtlere karşı düzenlediği El-Enfal Harekatı adlı imha operasyonunun bir parçasıdır. Celal Talebani liderliğindeki Kürdistan Yurtsever Birliği'ne bağlı peşmergeler İran ordusundan yardım alarak Kürtlerin yaşadığı Halepçe kasabasına girer. Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerleyişini durdurmak için Irak ordusunun Kuzey Cephesi Komutanı olan Korgeneral Alî Hasan al-Majîd alTikritî'ye (Kimyasal Ali) zehirli gaz bombaları kullanmayı emreder. Zehirli hardal ve sarin gaz bombaları taşıyan uçaklar 16 Mart 1988'de Halepçe kent merkezine bombaları bırakır.

Bombardımanın bilançosu, çoğunluğu Kürt 5 binden fazla ölü ve 7 bin yaralıdır. Ancak daha sonraki yıllarda ölü ve yaralı sayısının daha fazla olduğu tespit edilir. Tarihin sayfalarına Hiroşima ve Nagasaki gibi, insanlığın kara bir lekesi olarak geçer bu katliam.

Saddam Hüseyin binlerce Kürt, Iraklı komünist ve Şii'nin ölümünden sorumlu eli kanlı bir katildir. Birçok katliamın emrini vermiş, diktatörlüğü boyunca Irak halkına ağır zulümler ve işkenceler çektirmiştir. Ancak Saddam tek başına yapmamıştır tüm bunları. Saddam, başını ABD'nin çektiği emperyalist sistemin bir ürünüdür. İran savaşında, Halepçe'de, Enfal hareketinde, '91 Şii ve Kürt kırımında, milyonlara varan Kürdün yerinden yurdundan edilerek sınırlara yığılmasında ABD, İngiltere ve diğer emperyalist devlerler de Saddam'la aynı derecede suçludurlar.

32

Halepçe katliamında kullanılan kimyasal silahların ABD, Fransa ve Almanya patentli olduğu daha sonra açığa çıkmıştır. Halpeçe katliamı 1991 yılına kadar ABD ve diğer emperyalist devlerler ve medyaları tarafından görmezden gelinmiştir. Saddam'ın Kuveyt'e girmesi ile birlikte ABD ile çıkarları çatışır ve Halepçe yavaş yavaş gün yüzüne çıkartılır.

Saddam Hüseyin yakalandıktan kısa bir süre sonra yargılanır ve idam edilir. Saddam'ın yargılandığı dava sadece Duceyl davasıdır. ABD'yle her türlü siyasal ve asker ilişkiye girenlerin yaptığı olup biteni gizlemek ve geçiştirmekten başka bir şey olmamıştır. Saddam Halepçe katliamından dolayı yargılanmamıştır.

Saddam'ın 1980'den 2003'e kadar süren 23 yıllık iktidar döneminin suçları yargılansaydı, ABD, İngiltere ve diğer emperyalist ülkelerin de bu katliamın suç ortakları oldukları görülecekti. Saddam'ın kısa sürede infaz edilmesi bu gerçeklerin karanlıkta kalmasını sağladı. Kürt halkı sadece Halepçe'de katledilmemiştir. Yaşadığımız coğrafyada süren 30 yıllık kirli savaşta da binlerce Kürt köyü yakılmış-yıkılmış ve binlerce insan faali meçhul bir şekilde öldürülmüştür. Birçok köy boşaltılarak Kürtler zorunlu göçe zorlanmıştır. Bunlar başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler ile işbirliği içinde gerçekleştirilmiştir.

Bugüne baktığımızda, Filistin halkının yaşadıkları, 16 Mart 1988'de Kürt halkının yaşadıklarında bağımsız değildir. Halepçe üzerine atılan hardal ve sarin gazları bugün Gazze üzerine fosfor bombası olarak yağıyor. İsrail Gazze'ye bıraktığı bombalarla kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayırt etmeksizin herkesi öldürüyor. ABD ve AB'li emperyalist ülkeler yine sessiz kalıyor bu katliama. İsrail'in kendisini savunduğunu söyleyerek katliamı bir kez daha onaylıyorlar. Değişen tek ayrıntı, dün Halepçe ve Saddam'dı bu, bugün Gazze ve Olmert...

Ortadoğu'da emperyalist-siyonist koalisyon ile onların işbirlikçileri cirit atmaya devam ettiği sürece halkların rahat yüzü görmesi mümkün değildir. Ortadoğu halklarının kardeşçe yaşayabilmeleri için, emperyalist zorbaların, ırkçı siyonistlerin ve onlarla suç ortaklığı yapan işbirlikçilerin bölgeden atılması şarttır. Bu ise ancak halkların, emperyalizmi-siyonizmi ve onların bölgedeki işbirlikçilerini hedef alan devrimci bir program ekseninde birleşmesi ile mümkündür. (Ekim Gençliği'nin 114. sayısından alınmıştır)


Tarihimizden burjuvazinin kana buladığı bir sayfa…

16 Mart 1978 Beyazıt katliamını unutmadık!

'60’lı yıllarda yükselişe geçen işçi ve öğrenci hareketi, kapitalist sömürü ve emperyalist boyunduruk karşısında sermaye devletinin tüm “önlemlerine” rağmen durdurulamıyordu. 12 Mart muhtırası, devrimci önderlerin katledilmesi, düzen içi sol akımların güçlendirilmeye çalışılması sonuçsuz kalmakta, mücadele bunlar karşısında daha da büyümekteydi.

'77 1 Mayısı’na kadar ülkenin hemen her yerinde grev ve direnişler yayılırken diğer yandan da öğrenci gençlik mücadelesi yükseliyordu. Bunun karşısında sermaye devleti paramiliter güçlerine daha fazla görev vermeye başlarken, bu sayede hem devrimci hareket üzerinde baskı kurmaya hem de bir çatışma ortamı yaratmaya çalışılıyordu. Devletin kendilerine biçtiği misyonu yerine getirmek için çabalayan faşistler üniversitelere yönelirken İstanbul Üniversitesi’nde “Merasim birliği” polisin dolaysız desteğiyle devrimci öğrencilere karşı saldırılar düzenlemeye, okula girişlerini engellemeye çalışıyorlardı. Girişlerde üst araması yapan faşistler toplu giriş-çıkış yapan öğrencilerin üzerine polisin temin ettiği ya da temin edilmesine göz yumduğu silahlarla saldırıyorlardı.

Yaşanan faşist saldırılara karşı sessiz kalmayan devrimci öğrenciler bu ablukayı dağıtmak için 16 Mart günü Süleymaniye’de toplanarak Merkez Bina’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Diğer fakültede okuyan öğrenciler de Eczacılık Fakültesi’ne kadar onlara eşlik ettiler. Devrimci öğrencilerin eylemi karşısında hazırlık yapan faşistler de kanlı bir pusuya yatmak üzereydiler. Önceki günlerde olduğu gibi derslerden erken çıkmayıp dikkat çekici herhangi bir harekette bulunmamaya çalışırlarken, bu sessizliğin nedeni çok geçmeden anlaşıldı. Öğle tatilinde Süleymaniye’ye açılan kapının polis tarafından kapatılması ve çıkışlara izin verilmemesi nedeniyle devrimci öğrenciler meydana açılan kapıya doğru yöneldiler. Buradan çıkmakta olan öğrencilerin üzerine “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak!” bağırışlarıyla kurşun yağdırılmaya başlandı. Hemen ardından da bomba atıldı. Saldırı sonucu 50’den fazla insan yaralanmış, 7 devrimci öğrenci ise ölümsüzleşmişti. 16 Mart günü gerçekleşen kanlı saldırı devrimci mücadeleyi engellemeye yetmedi. Zira saldırının hemen ardından binlerce öğrenci toplanıp Merkez Bina’yı ertesi gün düzenlenen cenaze törenine kadar işgal etmişlerdi. 20 Mart günü DİSK’in düzenlediği 'Faşizme ihtar mitingi' saldırılar karşısındaki kararlılığın bir göstergesi oldu. Takip eden süreçte de bir dizi yerde iş bırakmalar, ders boykotları ve grevler gerçekleştirildi. Beyazıt Katliamı sermaye devletinin faşist yüzünü bir kez daha açığa çıkarmıştı. Saldırıdan sonra ortaya saçılan gerçekler, katliamın yalnızca sivil faşistler tarafından değil, dolaysız olarak devlet tarafından planlandığını kanıtladı. Ortaya çıkanlar kanıtlar, katliamda kullanılan bombanın 16 Şubat 1978’de yakalanan ve kontrgerilla

içindeki emekli bir yüzbaşı olan Mehmet Ali Çeviker’in depolarında bulunan Amerikan modeli TNT kalıplarından yapıldığını gösteriyordu. Ülkücü faşist Ali Yurtaslan’ın Ağustos 1978’deki itiraflarına göre de bu kontrgerilla yüzbaşı MHP’li idi ve faşist saldırıların organizatörleri ile yakın ilişki içindeydi.

Yanı sıra, katliam günü öğrencileri meydan çıkışına doğru yönlendirerek katliama zemin hazırlayan polis şefi Reşit Altay’ın, katliamı gerçekleştiren faşistlerin peşinden koşan polislere “Dur!” emri verdiği öğrenildi. Altay katliamdaki başarısından sonra devlet tarafından ödüllendirilerek İstanbul TMŞ müdürlüğüne atandı. Bu görevinin ardından da Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne....

Katliamı gerçekleştirenlerden biri olan fakat konuşacağı korkusuyla diğer katiller tarafından öldürülen Zülfikar İsot’un ablası Remziye Akyol’un yaptığı açıklama da yeni gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Aykol’un, katliamı gerçekleştirenlerin kardeşi ile birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis Mustafa Doğan olduğunu, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu açıklamasına rağmen Türkeş’e herhangi bir dava açılmadı. Mustafa Doğan ise 'bulunamaması nedeni ile' yargılanmadı. Mahkeme Doğan’ın bulunması için defalarca Emniyet Müdürlüğü’ne yazı yazdığı halde, Reşat Altay imzalı cevapta Doğan’ın Mart 1978’de uğradığı disiplin soruşturması nedeniyle istifa ettiği bildirildi. Mayıs '97’de ise Doğan’ın arama emrinin dahi bulunmadığı ortaya çıkacaktı.

Katliamın sorumlusunun devlet olduğunun kanıtlarından iri de PolDer yetkililerinin yaptığı ihbar oldu. Dönemin Pol-Der yetkilileri katliamı daha öncesinden polise ihbar etmiş, bu da sonradan İçişleri Bakanlığı tarafından doğrulanmıştı. Ancak bu ihbarın da gereği yapılmamıştı. Ayrıca diğer bir çok karanlık işlerin yanında bu katliamın da sorumlularından İstanbul Ülkü Ocakları Derneği yöneticileri Mehmet Gül ve Mustafa Verkaya aylarca yakalanamadılar. Yakalandıklarında ise bir iki yüzleştirmenin ardından serbest bırakıldılar. Mehmet Gül daha sonra, DSP-ANAP koalisyonunda MHP İstanbul milletvekilliği yaptı. Tüm bunlardan sonra katliamın gerçek sorumluları hakkında hiçbir şüpheye yer kalmadı. Katliamı devlet sivil faşist çetelerine yaptırmıştı. Beyazıt katliamı ile devrimci mücadelenin önüne geçilmek istendi fakat sermaye devletinin planları yine tutmadı. Katliam karşısında sermaye düzenine ve onun katliamcı devletine olan öfke ve kin arttı. Aradan geçen 33 yıla rağmen katliamın hatırlanıyor olması, bunun da ötesinde hesabının sorulacağının kararlılığı, devrimci mücadelenin engellenemeyeceğinin açık bir göstergesidir. İşçi sınıfı ve gençliğin devrimci mücadelesi Beyazıt’ın ve diğer tüm katliamların hesabını onların ardındaki köhne sömürü düzenini yıkarak soracaktır. Ve o zaman katil devlet hesap verecektir.

33


8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve kadın sorununa yaklaşımlar “İşçi ile kadının durumları birbirine benzer, ama kadın bir noktada işçiden daha ileridedir. Bu da kadının ilk tutsaklık halkasını takan yaratık olmasıdır.” August Bebel

Tarih boyunca doğa ile ilişkisi içerisinde insanlık kendisini ve ilişkilerini dönüştürdü. Bu dönüşüm evrelerinin ilkinde, anaerkil sistem olarak tariflediğimiz ilkel komünal toplumda insanlık, kadın ve erkeğin eşitlik içinde yaşadığı bir toplumsal düzen içerisindeydi. Uzunca bir zaman içerisinde doğayla mücadele eden insan toplulukları, gerek nüfusun artması gerekse üretimin gelişip ilişkilerin karmaşıklaşması sonucu özel mülkiyetin doğuşuyla, farklı bir yapıya büründü. Bebel’in tarifiyle “Anaerkil, komünizmi ve herkesin eşitliğini meydana getirmişti. Babaerkil, kişisel mülkiyeti, mirası, kadının bağlılığını ve tutsaklığını meydana getirdi.”* Bu dönem, kadınlar açısından korkunç ve karanlık çağlarının başlangıcı oldu. Birçok coğrafyada yaşayan kadınlar, toplumsal konularda söz hakkı bir yerde dursun, sürekli olarak baskıya ve zulme uğradılar. Köleci toplumların ve ortaçağ karanlığının kadının üzerine vurduğu bu damga, hala daha birçok yerde gözlemlediğimiz gelenekler halinde yaşatılmaktadır. Sanayi devrimi gerçekleşip, üretimde makine kullanımı yaygınlaşmaya başladığından beri, kadın üzerindeki sömürü yeni boyutlar kazanmıştır. Çocukların da çok erken yaşlarda zorla çalıştırılmaya başlanması yine bu döneme tekabül eder. Engels’in anlatımıyla; “Dokuma tezgahlarının başında çoğunlukla 15-20 yaşlarında ve daha yaşlı ama seyrek olarak 21 yaşını aşıncaya kadar işbaşında kalan kadınlar çalışır. Kaba eğirme makinelerinde bile yalnız kadınlar, gerekli ise havalandırma makinelerini işletmek ve temizlemek için birkaç erkek çalışmaktadır. Bütün bunlardan başka fabrikalarda makaraları takıp çıkarmak için birtakım çocuklar ve odaları gözetmek için birkaç yetişkin erkek, buhar makinesi, marangozluk, kapıcılık vb. için bir mekanikçi ve bir makineci vb. çalıştırılmaktadır. Ama asıl işi kadınlar ve çocuklar yapmaktadır”**

Yaşadıkları kısa ve sağlıksız dönem boyunca yalnızca yoksulluk ve sefalet gören bu kadınlar, erkekler ve çocuklar, sanayi toplumuna geçişin ağır yükünü ilk omuzlayan kitlelerdi. Ve zaten türlü hastalıklarla sürdükleri hayatlarının yarısından çoğu (her gün 12 saatten fazla çalıştıkları göz önünde bulundurulursa) sermaye ve özel mülk sahiplerinin bitmek tükenmek bilmeyen kar hırsını karşılamak için fabrikalarda, atölyelerde hatta evlerde çalışmakla geçiyordu. Bu dönem boyunca da kadın, vahşi kapitalizmin olabildiğince ucuza çalıştırdığı bir makineden farksızdı. Erkek işçilere göre daha ucuza çalıştırılmaları, sermayenin sahip olmayı arzuladığı işgücü rekabeti ortamını besledi. Bunun sonucu iş saatlerinin giderek artırılıp ücretlerin azaltılması oldu. İkinci sınıf insan konumunda, toplumun tüm yükünü üstlenen kadın, kapitalizmin yarattığı bu iğrenç ortamda, korkunç esaretinden dolayı artık örgütlenmeye, sözünü söylemeye başladı.

Sermayenin bu vahşet çağında işçi sınıfının çalışma koşullarına karşı hak arama mücadeleleri güçlü atılımlarla devam etmekteydi. Ancak kadınlar bununla birlikte yüzyıllardır sahip olamadığı sosyal hakları için de bir mücadele başlattılar. Bunların bir kısmı burjuva kadınların öncülük ettiği kanun önünde eşitlik mücadelesidir. Bir diğer kısmında ise emekçi kadınların üretimden gelen gücünü kullanarak kazandıkları haklar olmuştur. (bknz. Kronoloji)

34

Tarih boyunca lanetlenmiş, ataerkil düzende köreltilmek istenen kadınlar seslerini yükseltmeye

Y.Toprak

başladıklarında, sermaye sınıfı kadınların bu haklı mücadelesini artık görmezden gelemediler ve kadınlar anayasal alanda kimi haklar kazandılar. Fakat bu özel mülkiyet düzeninin göstermelik haklarla çözebileceği bir durum değildir. “Kadın cinsinin boynunda iki tutsaklık halkası vardır. Birincisi: Kadının ekonomik olarak erkeğe muhtaç olmasıdır; bu da toplumun kadını erkekten aşağı görmesi demektir. Kadına kanun önünde eşitlik tanınması bu geriliği gideremez. İkincisi: Kadının ekonomik hayattaki tutsaklığıdır. Erkeğin ekonomik tutsaklığından kurtulup hayata giren kadın, yani emekçi kadın, bu defa erkek işçi ile birlikte sermayenin tutsaklığına girer.”*** Dolayısıyla özel mülkiyetin başlamasıyla ortaya çıkan kadın sorunu ancak ve ancak özel mülkiyet düzeninin yerle bir edildiği toplumlarda gerçek çözümüne kavuşabilir. Ekim Devrimi'nin ardından toplumsal değişiklikleri incelediğimizde bunu açıkça görmemiz mümkün. Sovyetler Birliği, kadının sosyal yaşama katkısını destekleyen teşviklerle beraber, yıllarca hüküm süren ortaçağ despotizmini de kapitalist hegemonyayı da bertaraf ederek ataerkil sistemleri mahkum etmiştir. Lenin mücadele sürerken şu sözleriyle bunu ifade eder: “Kamusal hizmette, miliste, politik yaşamda kadınlara yer vermeksizin, kadınları o uyuşturucu ev ve mutfak havasından çıkarmaksızın, hiçbir gerçek özgürlük güvenceye bağlanamaz, sosyalizm şöyle dursun, demokrasi bile kurulamaz.”**** Eşitliğin hem anayasal hem de toplumsal dönüşümlerle hayata geçirilmesi ancak sınıfsız bir toplumda mümkündür. Kadınların sürdürdükleri mücadelelerin bir ürünü olarak 8 Mart 1857'de gerçekleştirilen fabrika direnişi ve onlarca kadının vahşice katledilmesi olayı, 2. Enternasyonal'e Clara Zetkin tarafından taşınmış ve bu gün Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan edilmiştir. Tüm dünya kadınlarının mücadele günü olarak sahiplendiği, alanlarda eşitlik ve özgürlük şiarlarının yükseltildiği bu gün, sermayenin koruyucuları tarafından, içi boşaltılması gereken bir hedef haline getirilmiştir. Bunun için 67 yıl geçtikten sonra BM gibi bir kuruluşun kadınların bu gününü sahiplenmek istemesi, içinden “emekçi” kelimesini çıkararak 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” şeklinde ilan etmesi oldukça ironiktir. Böylelikle, kadın işçilerin kanlarıyla bedel ödedikleri ve tarihe burjuvaziyle savaşımın örneklerinden biri olarak geçen bu büyük mücadele günü, burjuva kadınların bilinçsizce nutuklar attığı bir güne dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu algının farklı bir yansıması küçük burjuva ideolojisi temelinde gelişen feminist akımlarda da vücut bulmuştur. Dünya feminist hareketinin kadın sorununa getirdiği derinlik göz ardı edilemeyecek niteliktedir. Kadın sorununun cinsiyet sömürüsü üzerinden gelişen kısmı bu hareketlerin özel bir ilgisinin ve katkısının odağı olmuştur. Ancak bu tür bir yaklaşım da kadın sorununun ortaya çıkış nedenini (özel mülkiyet düzeninin sonucu olarak gelişen kadın sorunu) giderek ötelemiş ve salt başına kadın-erkek karşıtlığı ve mücadelesine indirgenmiştir. “Fakat bu sınırların ötesinde, kendi ideolojik-sınıfsal eksenine indirgemeye kalktığı ölçüde, kadınının eşitlik ve özgürlük mücadelesini gerçekte sakatlar, güdükleştirir ve dahası emekçi kadına kurulmuş bir tuzak işlevi görür. Bu tür bir feminizm, kadının kurtuluş mücadelesi için anlamlı sonuçlar yaratmak bir yana, onu sakatlar ve zaafa uğratır. Emekçi kadını emekçi erkekle karşı karşıya getirir. Türkiye’de son birkaç yıldır 8 Mart kutlamalarının tam bir skandala dönüşmesi de bizden buna en taze ve dikkate değer bir örnektir.”***** Bu tür bir yaklaşımın da sınıflar savaşımının içinde sürdürülen kadının kurtuluş mücadelesine sunacağı katkı her yönüyle sorular ve


sorunlar taşır.

Kadına yönelik şiddetin her türlüsünü yaşadığımız, gördüğümüz hatta açıkça izlediğimiz ülkemizde Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü işsizlik ve geleceksizlik tehditleri ve saldırıları ile karşılıyoruz. Bugünlerde “torba yasa” adıyla düzenlenen kölelik yasaları alelacele tamamlanmaya çalışılırken, işçi ve emekçileri daha fazla sömürebilmenin yolları aranmakta ve emekçi kadınlarımız bu sömürüye iki kat daha fazla maruz kalmaktadır. Fakat sermaye uşakları bilmelidir ki diktatörlük rejimlerinden emperyalist odaklara kadar tüm dünyada alanlar emekçilerin yoğun öfkesi ve mücadeleleri ile doldurulacaktır. Bu da görüldüğü gibi ancak kadın ve erkeğin birlikte örgütlü mücadelesi ile olacaktır. Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Cinsel ulusal sınıfsal sömürüye son!

Kadın olmadan devrim olmaz devrim olmadan kadın kurtulmaz! 39

*August Bebel, “Kadın ve Sosyalizm”, Toplum Yayınevi, sayfa

**Marx, Engels, Lenin, “Marksizm, Kadın ve Aile”, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sayfa 30 *** August Bebel, “Kadın ve Sosyalizm”, Toplum Yayınevi, sayfa 10

**** Marx, Engels, Lenin, “Marksizm, Kadın ve Aile”, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sayfa 129

***** H. Fırat, “Tarihten günümüze kadının ezilmişliği ve kapitalizm”, http://www.kizilbayrak.net/makaleleryazarlar/haber/arsiv/2006/06/02/browse/3/artikel/177/tarihten-gue nuemue-1.html

KADIN ÖZGÜRLÜK MÜCADELELERİ KISA KRONOLOJİSİ

5 Ekim 1789 Fansa'da ekmek ayaklanması küçük bir kız tarafından davul çalarak başlatıldı. Sayıları artan büyük bir kadın kalabalığını peşinden sürükledi 21-22 Ekim 1789 Fransa'da Versailles'teki ekmek ayaklanmasının başını kadınlar çekiyor. 25 Şubat 1793 İşçiler dükkanları bastı. Aralarında çok sayıda kadın vardı. Özellikle de sabun fiyatlarından şikayet eden çamaşırcı kadınlar. Talepleri dükkan sahiplerinin yiyecek maddelerini kendilerinin saptadığı fiyatlardan satılmasıydı. 20 Ekim 1793 Fransa da meclis’in ilan ettiği “erkek hakları”na karşı çıkan Rose Lacombe, Oleympe de Gouges kadınlarla birlikte “Kadınların Hakları”nı yazdılar. “Mademki kadınlar sehpaya çıkarılabiliyor, kürsüye de çıkabilmelidir”

15 Eylül 1845 Çalışma haftasının 6 güne, çalışma gününün 10 saate indirme talebiyle Batı Pensilvanya'daki iplik fabrikasında çalışan 1500 kadın işçi greve çıktı. Grev 1 ay sonra yenildi. 8 Mart 1857 New York'lu kadın işçilerin kitlesel grevleri ve işgal eylemleri katliamla bastırıldı.

1864 Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) kuruldu. Genel Konsey kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı.

10 Nisan 1871 Paris Komünü'nde "halkın davasını savunurken öldürülen bütün yurttaşların meşru ya da gayrimeşru çocuklarına aylık bağlanmasını kararlaştırdı. 1874 Krengel Mskaya fabrikasında kadınlar aktif rol oynadılar.

1889 Londra'da May ve Briant için çalışan 700 kibritçi kadın işçi niteliksiz işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcım oldu. 1888-1889 yıllarında sendikalara binlerce kadın katıldı.

1895 Clara Zetkin SPD'nin ulusal sekreterliğine seçildi.

1 Mayıs1900 İngiltere'de oy hakkı için Lancashire'de dilekçe kampanyası başlatıldı.

18 Mart 1901 29 bin 359 kadının imzası bulunan dilekçe Avam kamarasına verildi.

1905 Rusya'da Moskova, Petersburg, Minsk, Yamta, Saratov, Vilna ve Odessa'da ilk kez kadın hakları mitingleri düzenlendi. 1906 Londra'da ilk oyhakkı gösterisi yapıldı.

1907 Stuttgart'ta 15 ülkeden 59 kadının katıldığı ilk sosyalist kadınlar uluslararası kongresi toplandı.

1908 Almanya'nın tümünde kadınların siyasi partilere üye olmasını kabul edildi. 15 Temmuz 1908 Londra'daki oy hakkı gösterisine 20 bin kişi katıldı.

19 Temmuz 1908 İngiltere'de Manchester Heaton Park'ta 150 bin kişilik bir gösteri yapıldı. Aralık 1908 Birinci Tüm Rusya Kadın Kongresi toplandı.

21 Haziran 1909 Londra'da 500 bin kişinin katıldığı oy hakkı için gösteri yapıldı.

1910 Kopenhag'da İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi toplandı. Bu kongrede Clara Zetkin 8 Mart'ın Uluslararası Kadınlar günü olarak benimsenmesini önerdi.

1911 yazında İngiltere'de 21 fabrikasında 15 bin örgütsüz kadın işçi greve gitti. 18 fabrikada örgütlenme hakkını kazandılar.

1913 yazında Rusya'da, Palia tekstil fabrakisında çoğu kadın 2000 işçi, ücret artışı, ücretli hamilelik izni, çamaşırhane gibi taleplerle greve çıktılar.

1913 Moskova'da Grisov fabrikasında fabrika yönetiminin cinsiyetçi tutunmunun değişmesi, küfürün yasaklanması ve kadınlara kibar davranılması için grev yaptılar. 1913 Rusya'da ilk defa emekçi kadınlar günü kutlandı.

Mart 1915 Clara Zetkin ve Rosa Lüksemburg Bern'de savaşa karşı Uluslararası Kadın Konferansını düzenledi. 1917 Ekim Devrimi Petrograt'lı kadın işçiler tarafından başlatıldı.

1918 İngiltere'de 21 yaşına basan her erkek, 30 yaşına basan her kadın oy hakkı kazandı.

1920 Moskova'da Birinci Uluslararası Kadın Komünistler Konferansı yapıldı.

1928 İngiltere'de kadınlar da erkekler gibi 21 yaşında oy hakkı elde ettiler. 5 Aralık 1930 Anayasa değişikliği ile kadınlara yerel ve genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanındı.

1962 İngiltere'de 200 bin kadını temsil eden 19 sendika işverenle eşit ücret sözleşmesi yaptı.

1969 İngiltere'de kadın sendikacıların desteklediği eşit ücret gösterisi düzenlendi.

1968-78 yılları arasında bir çok alanda kadınların ücretleri 3 kat ile 7 kat arasında artış gösterdi. 1970 Londra'da gece temizlik işçileri sendika için mücadele ettiler.

1972 İngiltere'de Chiswick'te, dayak yiyen kadınlar için ilk sığınma evi kuruldu.

1972 İngiltere'de Goodman'da çalışan kadınlar eşit ücret için grev yaptılar.

1973 İngiltere'de çoğu kadın yüzbinlerce hastane işçisi ilk ulusal grevlerini yaptılar.

1973 İngiltere'de çorap fabrikasında çalışan Asyalı kadınlar ırk ayrımına karşı gösteri yaptılar.

1975 İngiltere'de eşit ücret için Heywood'da kadınlar 11 hafta grev yaptı.

35


Dini gericiliğin emperyalizme bağlılık yemini:

“Kanlı Pazar” 1967 yılından itibaren Türkiye’ye gelmeye başlayan 6. Filo, her defasında anti-emperyalist kitle gösterileri ile karşılandı. '68’de Deniz Gezmiş’in de aralarında bulunduğu devrimciler tarafından yapılan eylemde 6. Filo askerleri, Dolmabahçe’de taşlanarak denize dökülmüş, bu olay anti-emperyalist mücadelede bir simge haline gelmiştir. 6. Filo ve onda karşılık bulan emperyalizme karşı eylemler bununla bitmemiş, aksine güçlenerek devam etmiştir. İşte bu eylemlerden 16 Şubat 1969’da yapılan 'anti-emperyalist yürüyüş' tarih sayfalarındaki özel yerini aldı. Ancak bu kez eyleme özellik katan şey kitleselliği ya da militanlığı değil, sermaye devletinin katliamcılığı oldu.

16 Şubat 1969 – “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”

6. Filo karşıtı gösteriler gençlik ve emekçi kitleler içerisinde geniş bir etki yaratıyordu. Oluşan antiemperyalist direnişi kırmak isteyen sermaye devleti bir kez daha katliam silahına sarıldı. 17 Temmuz '68’de Vedat Demircioğlu İTÜ Öğrenci Yurdu’nun üst katından atılarak katledildi. Sermaye devletinin hesabı tutmadı ve Demircioğlu’nun katledilişi büyük bir öfke yarattı. İzleyen günlerde Demircioğlu anısına yapılan eylemlerde ve nihayetinde Dolmabahçe’ye yanaşmaya çalışan 6. Filo karşısında kendisini gösteren bu büyük öfke, katliamların anti-emperyalist mücadeleyi bastıramayacağını gösterdi.

10 Şubat '69’da yine Dolmabahçe açıklarına demirleyen 6. Filo bir kez daha anti-emperyalist eylemlerle karşılandı. 16 Şubat Pazar günü düzenlenen bir yürüyüşle 6. Filo bir kez daha protesto edildi. “Emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü” adıyla düzenlenen eylemde yaklaşık 40 bin kişi Beyazıt’tan Taksim’e doğru “Emperyalizme hayır, sosyalizme evet!”, “Köylüye toprak yok, Amerikan üslerine toprak çok!”, “Vietnam’da barınamayan Türkiye’de tutunamaz!” sloganları ile yürüdü

Sermaye devletinden bir katliam daha!

Vedat Demircioğlu’nu katlederek anti-emperyalist mücadeleyi bitiremeyen sermaye devleti 16 Şubat’ta düzenlenen yürüyüşe yönelik düzenlediği kanlı saldırı ile emperyalizme bağlılığını gösterdi.

Yürüyüşten günler önce katliamın hazırlıklarına başlandı. Katliam için kullanılan dinci gericilik de cihat çağrısı ile katliamın haberini veriyordu. Devletin görevli kalemşörleri Demircioğlu anısına yapılan eylemleri hedef gösterirken, 10 Şubat’ta Dolmabahçe Rıhtımı gönderine, 11 Şubat günü ise İstanbul Beyazıt Yangın Kulesi’ne Demircioğlu anısına çekilen bayrak, dinci gericilik tarafından “Kuleye kızıl bayrak çekildi” nidaları ile karşılandı. 14 Şubat günü yapılan 'Bayrağa saygı' mitingi dinci gericilik için bir gövde gösterisi oldu. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) Cağaloğlu’ndaki merkezinde “… Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…” diyerek katliam çağrısı yapıyordu. Gericilerin şefi Mehmet Şevki Eygi, yazarlık yaptığı Bugün gazetesinden fetvalar veriyor, Cuma ya da sabah namazları için verdiği adreslerde

36

kitleleri katliama çağırıyordu. Bu Amerikan uşağı 15 Şubat günü yayınlanan yazısında şunları söylüyordu: “Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir... Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim... Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz... Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.” İbadete kapalı olan Dolmabahçe Camii 16 Şubat günü özel olarak açılarak katliamcılar için toplanma yeri yapıldı. Taksim’de parkın yan tarafına çekilen üç kamyonetten içlerinde Adapazarı ve Bolu’dan getirilenlerin de olduğu saldırganlara sopa ve bıçaklar dağıtıldı. Saldırı için her şey hazırdı artık. Antiemperyalistlerin Taksim’e girişiyle beraber saldırı da başladı. Sayıları iki bini bulan katliamcı güruha polis de destek veriyordu. Saldırganları engellemek yerine anti-emperyalist eylemcilerin üzerine bombalar atan polis kitle üzerinde panik havası yaratmaya çalışıyordu.

Saldırıda TİP üyesi Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı işçiler öldürülürken, yüzlerce kişi de yaralandı. Saldırıya dair film ve fotoğrafların olmasına, yani katliamın açık belgelerinin bulunmasına rağmen sermaye devleti kendini ve katillerini akladı. “Komünistlerin kokusunu alma” iddiasıyla ünlü dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan “Tamamen komünistlerin tertibi. Tam bir ihtilal provasıydı o. Eğer tedbir almamış olsaydık, büyük hadiseler olacaktı.” diyerek devletin pervasızlığını resmi ağızlardan ifade ediyordu. Dönemin valisi Vefa Poyraz ise katliamın üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra söylediği “Kanlı Pazar olayı irticai bir hareket değil, sol bir hareketti. 171 sayılı kanuna göre sol yürüyor, bu yürüyüşe mani olmak isteniyor, idare de bunları önlemek istiyor. Ama Taksim’de ani bir halk hareketi, ani bir karşılaşma oluyor, iki kişi maalesef hayatını kaybediyor. Olay öncesi de Bugün gazetesi’nde çıkan Mehmet Şevket Eygi Bey’in yazıları, toplu namazlar, filan... Namaz kılıyorlar, ama bunlar kendi içlerinde maksatlı olabilir, camiye gidip insanları yargılayamazsınız” sözleri ile katliamcılığın sermaye devleti için resmi bir çizgi olduğunu alenen itiraf ediyordu.

Emperyalist-kapitalist sistem katliamların hesabını verecek!

Tarihe 'Kanlı Pazar' olarak kaydedilen katliamın üzerinden yıllar geçmesine rağmen sermaye devleti kanlı provokasyonlarından ve katliamcılığından vazgeçmiş değil. Çorum, Maraş, Sivas katliamlarıyla, ceza evleri katliamlarıyla ve sokak ortası infazlarıyla/katliamlarıyla suç siciline yenilerini eklemeye devam ediyor. Aradan geçen yıllara rağmen devrimci/anti-emperyalist mücadele de sürüyor. Her geçen gün daha da bilenerek, öfke ve kin biriktirerek devam ediyor. Emperyalist-kapitalist sistemin tüm katliamlarının hesabını bizzat sistemin kendisini alaşağı ederek soracağını tekrar tekrar ilan ediyor.


AKP ve sermaye insana, sanata ve doğaya düşman! 8 yıldır hükumette olan AKP’nin şefi, “Herkesin yaşam tarzı; bu hükümetin ve bizlerin teminatı altındadır.” biçiminde konuştu. Fakat bu sözleri izleyen günlerde toplumsal yaşama dönük kapsamlı icraatlara girişmek üzere kolları sıvadı. Düzen içi çatışmada üstünlüğünü perçinlemenin güveniyle de toplumsal yaşamı dinci gerici ideolojiye ve sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye girişti. İşte örnekler…

Alkole sınırlama, silaha serbestlik…

Alkol tüketimi, emekçi katmanları ve gençliği ortaçağ yalanları ile sersemletmekte yetkinleşmiş AKP hükumetinin başlıca propaganda malzemesidir. Geride bıraktığımız yıllarda da çeşitli semtlerde içki ruhsatlarına ilişkin kısıtlayıcı düzenlemeler üreten gerici hükumet bu sefer de alkol satışında yaş sınırını yükseltti. Ancak gerici hükumetin tüm ahlak çığırtkanlığının en aşağılık bir ikiyüzlülükten ibaret olduğu kısa sürede bir kez daha ortaya serildi. Çünkü alkollü içki alımı için yaş sınırını yükselten hükumet, silah ruhsatı alma yaşını ise düşürdü, üstelik bulundurulacak silah sayısını da 5’e çıkardı. 8 yıldır AKP iktidarı eli ile toplumun nasıl da karanlığın içine çekildiğini görüyoruz. Bir yanda sosyal yıkım saldırıları ve özelleştirme talanı yapılarak toplum ekonomik bir cendereye alınıyor. Diğer yanda ise demokratik hakları tırpanlanan ve yozlaştırılarak burjuva değerlerine teslim alınmak istenen milyonlara itaatkarlık dayatılıyor. Saldırıların toplumsal-kültürel boyutu da elbette kendine uygun biçimde geliştiriliyor. Bunun için AKP şeflerinin teminatı altında olan yaşam tarzlarımıza bakmamız yeterli.

İnsan, yaşadığı toplumdan, bulunduğu çevreden yalıtılmış bir varlık olarak düşünülemez, o halde yaşam tarzı da bunlarla doğrudan ilişkilidir. Çevremizin toplumun ihtiyaçlarına göre değil, sermayenin çıkarları doğrultusunda değişmesi, yaşam tarzımızın da bu doğrultuda şekillenmesine sebep olmaktadır.

Taş, toprak, gar, antik kent hepsi para, hepsi pul...

28 Kasım 2010’da Haydarpaşa Garı yandı. Kaç kişi isterdi, mimarinin bu eşsiz örneğinin, her birimizin merdivenlerinde oturduğu, fotoğraf çektirdiği, uzun uzun seyrettiği Haydarpaşa Garı’nın yanmasını? Ama oldu işte, çatı yalıtımı sırasında yanıcı yalıtım maddelerinin alev alması sonucu yandı. Sizce bu olay tedbirsizlik sonucu ortaya çıkmış bir kaza mıydı, yoksa sermayenin yıllardır yıkmak istediği bir mirasa bir kılıf mı örülmek istendi? İddiaları İstanbul’u Manhattan yapmak. Marmaray'ın devreye girmesiyle işlevini kaybedecek olan tarihi Haydarpaşa Garı’nın da içinde bulunduğu 1 milyon 300 metrekarelik alanı “Haydarpaşa Gar ve Liman Dönüşüm Projesi” ile dönüştürmek! Neye mi? Çok katlı otel ve alışveriş merkezlerine…

Allianoi Antik Kenti, 1800 yıllık bir hastane yapısı… Sadece 8 odası kazılabilmiş ve buradan yüzün üzerinde eser ve müze envanteri alınmış. Odaların birinden, yüzlerce metal cerrahi alet bulunmuş. Uzmanlar kazılara 7 yıl daha devam edilmesi gerektiğini söylüyor ama mümkün değil, neden mi? 1998 yılında bu antik kentin, sit alanı olması talep ediliyor ve İzmir Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu 29

Mart 2001 yılında bölgenin 1. derece arkeolojik sit alanı olduğuna karar veriyor. Fakat ne yazık ki antik kenti sular altında bırakacak barajın yapımına bu tarihten itibaren de devam ediliyor.

Mantık şu: “Mille kaplanarak su altında kalsın, 50 yıl sonra baraj işlevini tamamladığında yeniden kazılır.” Bir tarihi 50 yıl bekletmek ne için mi? Sermayenin talepleri için... Toplumdan yükselen onca sese rağmen sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının, ilerici kurumların taleplerinin sermayenin ihtiyaçları söz konusu olduğunda hiçbir yaptırımı yok. Hasankeyf de bunun başka bir örneğidir.

Gelelim İstanbul da yapılması planlanan 3. köprü projesine… Orman Bakanlığı'nın hazırladığı resmi rapora göre 3. köprü projesi kapsamında yok olacak ormanlık alan 16 milyon metrekare, kesilmeyi bekleyen ağaç sayısı 1.6 milyon. Çeşitli araştırmalar ekolojik yapılar inşa etmenin önemini vurgularken, her şey doğaya en az zarar verecek şekilde tasarlanmalı derken, 3. köprü projesi yine tüm bunların sermaye için hiçbir anlam taşımadığını gözler önüne serdi. Tabii köprü deyip geçmemek lazım, köprü ayaklarında 7 yıldızlı otel, kongre merkezleri, restoran ve kafeler, ayakların tepesinde ise iş adamlarının ve politikacıların kullanabileceği helikopter pistleri yapılması tasarlanıyor. Köprü sadece ulaşım için değil anlayacağınız…

“Ucubeler”in sanat anlayışı…

Son olarak başbakanın Kars'ta yapılmış olan heykeli ucube diyerek kaldırtmak istemesi... “Herkesin güzelle çirkini; ucubeyle estetik olanı birbirinden ayırabileceğini bunun için asil bir aileden gelmeye, sırça saraylarda büyümeye gerek olmadığını” belirtip ben aslında 'kralın çıplak olduğuna' işaret ettim dedi Başbakan. Bu, dinci gerici ideolojiyle kafaları kararmış bu burjuva döküntüsünün kimliğini iyi anlatıyor. Bu kimlik faşist ve yobaz bir kimliktir. Sanata ve insana düşmandır. Kendinde kendi kültürünü ve değerlerini dayatma yetkisini bulanlar sanatı da, arkeolojiyi de, mimariyi de, şehirciliği de kar üzerinden kendi zevklerince ele alıyorlar. Tarihi eserler eğer AKP iktidarının istediği insan modelini yaratmaya hizmet ediyorsa önemli, yok bunun için bir işe yaramıyorsa ucube, değersiz oluyorlar. Bahsettiğimiz hiçbir olay münferit değil, aksine oluşturulmak istenen topluma uygun görülen yaşam tarzı ve kafa yapısını ortaya koyuyor. Tarihin ve sanatı anlamsızlaştıran, doğaya ve insana değer vermeyen bir anlayış bu. Toplumun değişmeyen yaşam tarzları ile değişen yaşam standartları arasında nasıl bir ilişki var ki her geçen gün işsizlik artıyor, Kübra bebekler açlıktan ölüyor? Ve bir tarih hunharca katlediliyor... Açık ki, sermayeye karşı insan kalabilme erdemine sahip olabilmenin tek yolu, mücadele etmekten geçiyor.

YTÜ'den bir Ekim Gençliği okuru

37


Yeni bir kentsel rant projesi!

Tarlabaşı Yenileme Projesi Kentsel yenileme projeleri, kapitalist sistemin özünü oluşturan kar dürtüsünün kent mekanına taşınmasının, böylece kentsel mekanın da metalaştırılmasının en önemli araçlarından biridir. Coğrafyamızda kapitalizmin en gelişkin merkezi İstanbul'da bununla ilgili sayısız örnek varken “Tarlabaşı Yenileme Projesi” bunlardan sadece biridir.

Bakanlar Kurulu'nun 20.02.2006 tarihli kararıyla, Tarlabaşı'ndaki Bülbül, Çukur ve Şehit Muhtar mahalleleri, Cezayir Çıkmazı (Fransız Sokağı) ve çevresi, Tophane Bölgesi, Galata Kulesi Çevresi, Belediye Binası ve Çevresi ve Bedrettin Mahallesi 'Yenileme Alanı' ilan edilmiştir.

Proje yakından incelendiğinde karşımıza tasarım grubu olarak ünlü mimarlık büroları, danışma grubu olarak öğretim üyeleri, inşaat şirketi olarak ise son dönemlerin yenileme projelerinin tanıdık aktörü olarak Çalık Holding'e bağlı GAP İnşaat çıkıyor. Tüm kamuoyunun bildiği gibi Çalık Holding’in AKP'ye yakınlığı ile tanınan genel müdürü Erdoğan'ın damadı. Bu holding Fener-Balat Yenileme Projesi'nde, ATV-SABAH ihalesinde de karşımıza çıkmıştı. Bu çok aktörlü projede Çalık Holding Tarlabaşı'nın %60'ına sahibi olarak rantın büyüğüne el koyarken, yerel yönetim olarak Beyoğlu Belediyesi ona aracılık etmekte, tasarımı yapan mimarlık büroları ve danışmanlık yapan öğretim üyeleri ise elbette emeklerinin karşılığını(!) almak koşuluyla projenin vazgeçilemez bileşenleri olmaktadır...

Yoksuldan çalıp sermayeye dağıtıyorlar

Tarlabaşı'nda kentsel yenileme kapsamına giren bölgede bulunan binaların proje kapsamında mevcut mülk sahiplerinden alınması ve yıkılması gerekmektedir. Bu da elbette binalarda barınanların rızası ile olamayacağı için devreye sermayenin cambazları girmekte. Yeri geldiğinde tehdit eden, yeri geldiğinde yasalarla oynayan bu burjuva Robin Hoodlar binaları sahiplerinden çalabilmek için her yola başvurmakta. Bu amaçla yasal bir dayanak bulan cambazlar mevcut mülk sahiplerine binanın taban alanı kadar bir teklifte bulunuyorlar. Yani 5 katlı da olsa 40-50 metrekare taban alanının bedelini mülk sahibinin eline tutuşturup rantı cebe indirmek planlanmakta. Bunu beğenmeyenler ise kentsel dönüşüm-yenileme mağdurlarının sürgün adresi kent dışındaki TOKİ konutlarında bir daireye mahkum edilmek isteniyor. Bölgede barınan kiracıların akıbeti ile ilgili bir açıklama ise yoktur. Kısacası projenin tek kaybedeni Tarlabaşı'nın artan değerini karşılayamayan yoksullardır.

Hep aynı hikaye: “Çöküntü bölgesini kente kazandıracağız”

Tarlabaşı'nda kentsel sit alanlarında geçerli 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu” ile yoksul mülk sahiplerine bir çivi çakmak için onlarca bürokratik engel konulmaktadır. Ancak koca bir bölgeyi otellerle, alışveriş merkezleri, ofisler ve lüks konutlar ile donatacaklara ise 5366 sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun”la bir kıyak yapılmaktadır. Tarlabaşı da Sulukule veya Fener-Balat

38

gibi çöküntü bölgesi olduğu, yani çeşitli sosyo-ekonomik sorunlar yaşadığı ileri sürülerek bir çırpıda 'yenileme alanı' ilan edilmiştir. Bu sorunlar bölgede yaşayanların ekonomik durumları ile ilişkilendirilip, kentsel dönüşüm-yenileme projeleri ile yoksullar daha varlıklı kullanıcılar ile değiştirilmektedir. Proje Beyoğlu Belediye Başkanı Demircan'ın yaptığı, “Proje sadece Tarlabaşı'nı yenilemekle kalmayacak, bölgede daha güvenli, sağlıklı, yaşanabilir yeni bir yaşam merkezi oluşturarak, İstanbul ile bütünleşmiş bir alan haline gelmesini sağlayacak” türünden açıklamalarla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa kimse bu daha iyi yerlerin artık sadece yeni sakinleri tarafından kullanılabileceğini, yerinden edilen insanların eskisinden de kötü koşullarda yaşamak zorunda kalacağını söylememektedir.

“Herkes iyi yaşamayı hak ediyor”, ama sadece burjuvalar ona sahip oluyor!

“Daha güvenli, sağlıklı, yaşanabilir bir yaşam merkezleri”nden kimlerin yararlandığı da açıktır. Örnekler ortada. “Ayazma Kentsel Dönüşüm Projesi” kapsamında yaşadıkları yerlerden bilinmezliğe sürülen Ayazmalılar'ın barınma hakları ellerinden alınırken, kentsel dönüşüm projesinin mimarı(!) Ali Ağaoğlu oynadığı, “Ayazma My World Europe” reklamında ikiyüzlülükle “Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor...” diyordu.

Son dönemde gerçekleşen Derbent yıkımlarının da ardında, bölgenin kentsel dönüşüm kapsamında bir şirkete peşkeş çekilmesi vardır. Evleri, tebligat belgesi dahi ulaştırılmadan yıkılmak istenen Derbentli emekçilerin barınma ihtiyaçlarını karşıladıkları evlerini yasadışı ilan edenler, gerektiğinde kendi yasalarını, imar planlarını çiğneyerek orman alanlarını, sit alanlarını, kentin en kıymetli arsalarını lüks konutlara, alışveriş merkezlerine, özel üniversitelere, iş merkezlerine dönüştürmektedirler.

Tarlabaşı'nda mevcut konut stokunun sağlıklı barınma koşullarını sağlayamadığı açıktır. Herkes nitelikli barınma hakkına sahip olmalıdır. Ayrıca Tarlabaşı'nın aynı zamanda korunması gereken kültürel, tarihi miras olduğu da göz önüne alındığında bir iyileştirmenin gerektiği yadsınamaz. Ancak dönüşüm projesi sadece tescilli yapıların cephelerini korunmakta ve bölgeyi yıkarak baştan inşa etmeyi planlamaktadır. Ayrıca mevcut sosyal-kültürel yapı da hiçe sayılmaktadır. Bu yaklaşımın “koruma” ile yakından uzaktan alakası yoktur. Ayrıca sermaye, şehircilik ve mimarlıkta kullanılan “koruma”, “iyileştirme”, “sağlıklaştırma” kavramlarını ısrarla fiziksel yapıya indirgemektedir. Kısacası Tarlabaşı projesi bölgenin tüm sakinlerini mağdur edecek, barınma haklarını ellerinden alacaktır.

Tarlabaşı ve diğer tüm kentsel yenileme, dönüşüm alanlarında gerçekleşen rant odaklı dönüşümlerin karşısında yapılması gereken ise insanca yaşamaya yetecek asgari ücret, parasız eğitim ve sağlık gibi temel haklar ile birlikte, ucuz ve nitelikli konut, insanca bir yaşam için yeterli kamusal donatı alanı (eğitim, sağlık, yeşil alan, sosyo-kültürel alan) talebi ile barınma hakkı için mücadele etmek olacaktır. B. Bahar




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.