EG 131. sayı

Page 1



Geleceğimizi ve özgürlüğümüzü alacağız, başka yolu yok!

Baharın mücadele ateşini kampüslere taşıyalım! İsyanlar gençliği başkaldırmaya çağırıyor!

Kış döneminde üniversitelerde amaçlanan dönüşüm planları için harekete geçen düzen sözcüleri, ardı ardına yaptıkları müdahalelerde gençliği karşılarında buldular. Dolmabahçe, ODTÜ ve Erzurum derken güz dönemi hareketli bir biçimde sonlandı. Bahar dönemine ise yoğun saldırılar altında girdik. Düzen gençlik hareketini soruşturma ve tutuklama terörüyle ezmeye çalışıyordu. Bu saldırılar gençlik hareketini bir süre için durdurmuş görünse de, toplumsal-siyasal atmosferde mücadele havası var. Çünkü hem emperyalistler ve kapitalistler saldırılarını şiddetlendiriyorlar, hem de dünyada ve ülkemizde mücadele belirgin biçimde gelişiyor. Özellikle halk isyanlarının dalgası, emperyalistlerin dengesini sarsarken emekçilerin umudunu büyüttü. Şu an Libya operasyonuyla emperyalistler yeniden ipleri ellerine almak istiyorlarsa da, orta vadede bunda başarı kazanmaları mümkün değildir. Mücadele gençliği de içerisine alacak biçimde ivme kazanmaya devam edecektir. Bu bahar isyanın, barikatın ve özgürlüğün büyüdüğü bir dönem olacaktır.

Geleceksizlik saldırısının karşısına baharın devrimci coşkusu ile çıkalım!

Baharın ilk dönemi geride kaldı bile. Torba yasa ile hız kesmeyen saldırılar bugün emperyalist taşeronluk ile sürüyor. Bu tablodan gençliğe çıkan ise ücretli kölelik ve emperyalist bekçiliktir. Bugün dünya ölçeğinde yürütülen talan ile gençliğin kampüslerinde karşı karşıya kaldığı saldırılar arasındaki bağ kurulabilmelidir. Geride bıraktığımız ayda önce kadınlar 8 Mart'ta, arkalarından gençlik 16 Mart'ta ve son olarak da Kürt halkı 21 Mart'ta alanlara çıktı. Bu tarihsel gündemlerin yerinde ele alınabilmesi ancak süren sorunların güncel mücadele başlıklarında cevaplanabilmesi ile mümkün olacaktır. 16 Mart katliamının karşısına dikilmek, 12 Mart şehitlerini anmak ve 30 Mart'ın mücadele kararlılığını kuşanmak bugün bize gençliğin güncel sorunları karşısında hareketi büyütmek ve önündeki engelleri aşmak sorumluluğunu yüklemektedir. Devrimci gençlik hareketinin anti-emperyalist geleneği bugün karşımıza yeniden çıkan emperyalist saldırganlık gerçeği karşısında gençliği düzen karşısında konumlandırma ihtiyacının yakıcılığını bize yeniden hatırlatıyor. Baharın mücadele gündemleri ile ısınan havanın bir rüzgara dönüşmesi için önümüzde uzanan Nisan ayını iyi değerlendirmeli, 1 Mayıs'ta gençliği işçi sınıfının saflarında alanlara çıkarabilmeliyiz.

Öğrenci kurultaylarına...

Dolmabahçe eylemleri ve ÖTK sürecinden önce

ortaya koyduğumuz biçimi ile illerde öğrenci kurultayları gerçekleştirmek için uzunca bir süredir çaba sarf ediyoruz. Gençliğin tartıştığı, talepler ürettiği ve harekete geçtiği bir süreci amaçlayarak başlattığımız tartışmalarımız sınırlı sayıda birleşen tarafından karşılık buldu. Kimi yerlerde çeşitli platformlar ve birliktelikler kimi yerlerde ise kurultaylar oluştu-oluşturuluyor. Belirtmek gerekir ki, çeşitli iller göz önüne alındığında belli bir iddia ortaya koyarak böylesi bir süreç öreceklerini ifade edenler içinden kopuşlar olması olumsuz bir rol oynamıştır. Tartışmalarımız bir eylem birlikteliğine indirgenmiş ya da günlük bir öneri olarak algılanmıştır. Sonuç olarak ise oluşan birliktelikler zayıflamaktadır.

Başından beri ortaya koyduğumuz kaygılar son derece açıktır. Ancak tartışmamızı takip eden özneler şahsında da ortada bir ilgisizlik ve ciddiyetsizlik vardır. Başlangıçta önerimizi olumlayan ve birlikte şekil vermek istediklerini ifade edenlerin bugün yanımızda olmayışlarına dair bir açıklamaları yoktur. Ne var ki önümüzde, süreci takip eden özneler ile örülecek bir hazırlık süreci vardır. Bu süreçte yerel dinamikleri ve çeşitli genel gündemleri bir bütünlük içinde ele alabilmeli, süreci doğru tahlil edebilmeli, ihtiyaçları yerinde saptayarak etkin bir müdahale ile ön hazırlıkları tamamlamalıyız.

Gençliği kazanmak için kararlı bir kitle faaliyeti!

Bahar döneminin başlamasıyla kampüslerde DYG ve TKP’li Öğrenciler arasında çıkan gerilimin çatışmaya dönüşmesi yürütülen faaliyetin kesintiye uğramasına yol açtı. Emperyalist saldırganlığın dizginlerinden boşandığı,

Devrimci gençlik hareketinin antiemperyalist geleneği bugün karşımıza yeniden çıkan emperyalist saldırganlık gerçeği karşısında gençliği düzen karşısında konumlandırma ihtiyacının yakıcılığını bize yeniden hatırlatıyor. Baharın mücadele gündemleri ile ısınan havanın bir rüzgara dönüşmesi için önümüzde uzanan Nisan ayını iyi değerlendirmeli, 1 Mayıs'ta gençliği işçi sınıfının saflarında alanlara çıkarabilmeliyiz.

3


kapitalistlerin vahşice çalışma rejimini ücretli köleliğe dönüştürdüğü bir dönemde dayanışma sınıfın ve gençliğin mücadele anahtarıdır. Karşısında yaşanacak her türden sorun sorumluların ideolojikpolitik kavrayışsızlığının sonucudur. Bunun yanında üniversiteye dönük saldırıların yönetim alanında yoğunlaştığı bir dönemde gençlik özel bir ilgi ile mücadelesini ÖTK, YÖK gibi başlıklarla sınırlı tutmamalı gençliğin yıllardır uğrunda bedel ödediği parasız ve anadilde eğitim talebini kuşanmalı, siyaset hakkını savunarak kampüslerden sermayeyi ve bekçilerini defetmek hedefiyle hareket etmelidir.

Seçim öncesine gelen ve işçilerin sefalet, devlet terörü ve sarı sendikalar arasına sıkıştırılmak istendiği bir dönemde 1 Mayıs alanlarına çıkılacak olması sınıf devrimcilerinin omuzlarına ek sorumluluklar yüklemektedir. Gençlik açısından da sınıfın yanında saf tutma ihtiyacı her gün yakıcılığını arttırmaktadır.

4

Bugün kampüslerde yerel sorunlar üzerinden gençliği mücadeleye kazanmak büyük önem taşımaktadır. Her geçen gün mücadele geleneği zayıflarken ve siyaset yapma hakkı çok yönlü uygulamalarla daraltılırken kararlı bir kitle faaliyetinin önemi artmaktadır. Gençlik güçleri tartışmayan, sorgulamayan ve üretmeyen yığınlara devşirilirken bu siyasal gençlik örgütlerini tehdit etmektedir. Gençliğin dinamizmi bu şeklide yok edilirken baharı kucaklayacak birleşik zeminlerin ihtiyacı ortadadır. Ne yazık ki, hareket adına kaygı duymayan bir dizi siyasal özne ise bu sorunu besleyecek bir tutum içindedir. Geçtiğimiz dönemin sonunda örgütlenen ‘Üniversite Konferansı’ ardından platform birleşenleri arasında bir bağ kalmamıştır. Genç-Sen Genel Kurulu’nda saatlerce birleşik mücadelenin zararları konuşulmuştur. Çeşitli illerde birleşik mücadele adına başlattığımız tartışmalar büyük bir ilgisizlikle karşılanmış, muhataplar kendi görüşlerini bile ortaya koymayacak kadar sorumsuzca davranmışlardır. Vurguladığımız noktalara katıldıklarını söyleyenlerin ise benzer bir ilgisizlik ile süreçten kopmaları uzun sürmemiştir. Bunun karşısında üzerimize düşen hangi çapta olursa olsun elimizdeki imkanları zorlayarak kampüslerde gençliği mücadeleye kazanmaktır.

aracı olarak ortaya atıldı. Geldiğimiz yerde ise bırakın birtakım hak kırıntılarını vermeyi şoven rejimi bir milim bile esnetmeyeceği ortaya çıktı. Kürt halkının ise bu aldatmaca karşısında sabrı giderek tükeniyor.

Kürt gençliği ise tüm ulusal hak ve özgürlük istemlerini, en içten ve en güçlü biçimde duymaktadır. Gençliğin içinde eşitlik ve özgürlük çok kez devrimci bir coşkuya dönüşmekte düzeni parçalama isteği uyandırmaktadır. Tüm siyasi handikaplarına rağmen özellikle Kürt gençliği düzen ile uzlaşmaktan her geçen gün uzaklaşmaktadır. Kürt gençliğinin öfkesi bugün yıkılmayı bekleyen köhne düzen karşısında önemli bir dinamiktir. Gençliğin içindeki devrimci coşkunun akacağı kanalları yaratmak, bugün son derece yakıcıdır. Kampüslerde Kürt gençlerini devrimci mücadeleye kazanmak, bununla beraber Kürt gençliğinin taleplerini kampüslere taşımak önümüzdeki dönemde hareketin imkanlarının genişlemesini sağlayacaktır.

G-20 zirvesi emperyalist hegemonya için İstanbul'da toplanıyor

Milyarlarca dünyalının geleceğini çalan bir dizi çevre felaketinden sorumlu olan ve işgallerle milyonlarca insanı katledenler bu talanın devam edebilmesi için bu yıl İstanbul’da G-20 zirvesini topluyorlar. Zirvenin isyan coğrafyasının yanı başında ABD emperyalizminin bölge hamisi Türkiye'de toplanması bir rastlantı değildir. Emperyalizmin TC’ye biçtiği rolü ve beklentilerini gösteren bu durum bölge halklarına karşı görevleri güncelleyecektir. Bunun yanı sıra ise küresel sömürü dolaysız olarak Türkiye işçi sınıfına ve gençliğe de yansıyacaktır. Türkiye’de çalışma rejimini güvencesizleştiren, çalışanları köleleştiren düzenlemelerin yenileri için Türkiye burjuvazisinin güven tazeleyeceği ve emperyalist karar üssünün talimatlarını seve seve yerine getireceği açıktır.

Gelecek ve özgürlük için 1 Mayıs’ta alanlara!

Gençliğin bir mücadele öznesi haline gelebileceği her imkan zorlanmalıdır. Açıktır ki hayatta boşluğa yer yoktur. Bu bağlamda devrimci güçlerin boş bıraktığı her yer eşyanın tabiatı gereği düzen tarafından doldurulmakta, işsizlik, emperyalist işgal, çevre sorunları, kadın sorunu vb. geleceksizliği besleyen her sorun konusunda gençliğin zihni düzenin argümanlarınca bulandırılmakta mücadele bilinci esir alınmaktadır. Bunun karşısında çok yönlü bir biçimde aktif tartışma platformları üretilmeli ve gençlik ürettiği talepler ardından harekete geçirilebilmelidir. Aksi taktirde düzenin yarattığı abluka her gün giderek ağırlaşmakta ve geleceksizlik kapanını parçalamayı zorlaştırmaktadır.

İşçi sınıfının birlik ve mücadele günü bu yıl Taksim kazanımı ardından geliyor. Ancak bu süreçte sermaye cephesinden saldırıların hız kesmemiş olması, ötesinde sınıf mücadelesinin güncel seyri içinde direnişlerin, grevlerin hatta sendikalaşma faaliyetinin öncü işçileri, düzen ve onun yasaları, kollukları, yalanları ve satılmış uşakları ile karşı karşıya getirdiği bir dönemin üzerine gelmektedir. Kısacası sınıfın öfkesi birikmektedir, grevlerde ve direnişlerde militan tutumlar gözlenmektedir. Seçim öncesine gelen ve işçilerin sefalet, devlet terörü ve sarı sendikalar arasına sıkıştırılmak istendiği bir dönemde 1 Mayıs alanlarına çıkılacak olması sınıf devrimcilerinin omuzlarına ek sorumluluklar yüklemektedir. Gençlik açısından da sınıfın yanında saf tutma ihtiyacı her gün yakıcılığını arttırmaktadır.

Düzenin Kürt açılımı daha başından Kürt halkını oyalamanın ve icazet sınırlarına hapsetmenin bir

Uluslararası Yükseköğretim Kongresi 27-29 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da toplanıyor. Tüm

Kürt gençliğinin öfkesini düzeni yıkmak için kazanalım!

Küresel sermayenin gözü gençliğin üzerinde...


dünyayı sömüren küresel sermayenin gençliğe dönük özel bir ilgi beslemesi son derece doğaldır. Geleceğin toplum biçimi, ideolojisi ve çalışma rejimlerini bugünden gençliğe işleyen kapitalistlerin öğrenim üzerindeki son kapsamlı projeleri Bologna Süreci üzerinden Türkiye’ye yansımaktadır. AKP hükumeti ile ivme kazanan neo-liberal saldırıların öğretim alanına yoğunlaştığı bir dönemde bir yandan eğitimin ticarileştirilmesi artarken diğer yandan da çeşitli özgürlük aldatmacaları altında gençlik itaate zorlanmaktadır.

Uluslararası Yükseköğretim Kongresi sermayenin gençlik üzerindeki planlarını anlayabilmek ve Türkiye’ye yüklenen özel anlamı da kavrayabilmek için önemli bir yerde durmaktadır. Önümüzdeki dönemin dönüşüm politikalarının duyurulacağı ve emperyalist aktörler arasındaki en genç nüfustan beklentiler görücüye çıkarılacak. İsyan ateşinin yanı başında geleceksizliğin en az ayaklanan coğrafyalardaki kadar derin olduğu bir coğrafyada sömürü politikalarının tartışılması düzenin kendine olan güveninin gözler önüne sermektedir. Diplomalı işsizlik, güvencesiz çalışma, staj sömürüsü, harç zammı denebilecek olan bu konferans gençliğin mücadele soluğunu 1 Mayıs’ın ardına da saklaması gerektiğini göstermektedir.

Gelecek seçim sandığında değil mücadele alanlarında!

Emperyalist talan, Kürt halkını oyalama planları ve artan sefalet çıplak bir geleceksizlik tablosu çizmektedir. Bugün on milyonlarca insan için yarın umut barındırmamakta, insanca bir yaşam imkanı giderek uzaklaşmaktadır. Böylesi bir atmosfere denk gelen genel seçimler düzen için yeni bir yol haritası olacaktır. Karşısında etkin bir direnç ile karşılaşmayan kapitalistler, isyan ateşinin yanı başında tehlikenin bilincindedirler. 15-16 Haziran’ı hafızasına kazımış olan sermaye sınıfı bugün emperyalizmin ipleri halen Afrika ve Ortadoğu’da sıkı sıkı tuttuğunu görseler de ayaklanan milyonların yıkıcı gücünün bilincindedir. 2011 genel seçimleri bu sınıfın muazzam enerjisinin sönümlendirilmesi sorunu kapsamında düzenin ‘ince ayarı’ olacaktır.

Gençlik toplumun ve çevrenin sürüklendiği felaketle en ağır biçimiyle yüzleşmek durumundadır. Bu sebeple düzenin toplam stratejisi ve onun dönemsel bir dönemeci olan genel seçimde sahte taraflaşmalarla oyalanmamalıdır. İsyanın yanı başında biriken öfke zararsızca sönümlendirilmek istenecektir. Bugünden başlayarak gençliğin seçim aldatmacası karşısında uyarılması yakıcıdır.

Parlamentarizm her dönem olduğu gibi bu dönemde de kapitalist sömürü karşısında sandığa işaret edecektir. Düzen kurumlarının teşhir edilmesi kitlelerin bilincinde en ufak bir yanılsamaya dahi yol açacak bir hataya düşülmemesi bu dönemde de turnusol görevi görecektir. Oy sandığının bu çürümüş burjuva düzende bir aldatmaca olduğunu göstermek, Çel-Mer, Ontex, Konak Belediyesi ve PTT gibi direnişlerle kuşanılan mücadele kararlılığını sahiplenmek, Newroz ruhu ile çakılan ateşleri büyütme çağrısını gençliğe taşımaktır. Geleceğin tayin edileceği yerlerin mücadele alanları, yönteminin ise militan mücadele olduğu seçim aldatmacası yaklaşırken daha gür haykırılmalıdır.

Baharın devrimci ruhunu gençlik içine taşıyalım!

Önümüzde uzanan yoğun süreçte gençlik gündemleri ile toplam siyasal gündemler iç içe geçmiştir. Mücadelenin sertleşeceği bu dönemde gençlik güçlerini sınıfın saflarında alanlara çıkarabilmek ve aktifleşen özneleri mücadeleye kazanabilmek yakıcıdır. Bu süreçte güçlerimizin mücadele azminin bilenmesi, bilinç düzeylerinin süreci göğüsleyebilecek bir seviyeye yükseltilebilmesi de ayrı bir önemdedir. Alanlardan bir dizi baskı ve terör uygulaması ile silinmek istenen mücadeleci geleneğinin korunması ve mücadeleci kimliğin gençlik içinde yaygınlaştırılması için genç komünistler büyük dikkat harcamalı ve günün getirdiği olanakları değerlendirebilmelidirler. Gençliğin dinamizmini kararlı bir kitle faaliyeti ile büyütelim, devrimci gençlik hareketini büyütelim.

Önümüzde uzanan yoğun süreçte gençlik gündemleri ile toplam siyasal gündemler iç içe geçmiştir. Mücadelenin sertleşeceği bu dönemde gençlik güçlerini sınıfın saflarında alanlara çıkarabilmek ve aktifleşen özneleri mücadeleye kazanabilmek yakıcıdır. Bu süreçte güçlerimizin mücadele azminin bilenmesi, bilinç düzeylerinin süreci göğüsleyebilecek bir seviyeye yükseltilebilmesi de ayrı bir önemdedir.

5


Birleşik bir 16 Mart ardından...

Gençliğin tablosu içinde parçalılık derinleşen bir sorundur. Bu sorun kimi zaman ilkeler öne sürülerek, kimi zaman ise bir dizi özne şahsında "Şunu çağırmaya gerek yok", "O gelirse biz gelmeyiz" vs. gibi bir basitliklikle ortaya çıkmaktadır. Sorunun bir başka biçimi ise dar grupçu zihniyetin kendisini eylem biçimleri üzerinden dayatması ile yaşanmaktadır.

'78 Beyazıt ve '88 Halepçe katliamları bu yıl da devrimci, demokrat öğrenciler ve ilerici güçler tarafından lanetlendi. Hesap sorma kararlılığı ile gençlik Edirne’de, İstanbul’da, Kocaeli’de, Eskişehir’de, Isparta’da ve Ankara’da alanlara çıktı. 16 Mart'ın unutturulmayacağı bu yıl tüm bu illerde birleşik bir biçimde haykırıldı. Bu yılın 16 Martı’nın üzerinde durulması gereken en belirgin özelliği de budur.

Gençliğin tablosu içinde parçalılık derinleşen bir sorundur. Bu sorun kimi zaman ilkeler öne sürülerek, kimi zaman ise bir dizi özne şahsında "Şunu çağırmaya gerek yok", "O gelirse biz gelmeyiz" vs. gibi bir basitliklikle ortaya çıkmaktadır. Sorunun bir başka biçimi ise dar grupçu zihniyetin kendisini eylem biçimleri üzerinden dayatması ile yaşanmaktadır. Her iki durumda da, politik bir ayrışmadan bağımsız olarak süreç parçalanmaktadır. Sürecin içeriğini, hareketin dönemsel ihtiyaçlarını tartışmanın önüne geçen bu durum, eylemlilikleri kabaca nicelik birliğine sokmaktadır.

Bu yıl tüm illerde 16 Mart alana çıkılan her ilde gençliğin birleşik eylemi ile karşılanmıştır. Bunu elbette öznelerin benzeşmesi ya da farklılıkların silikleşmesi olarak görmemek gerekir. Zira hemen hiçbir alanda birleşik eylemden kopuşlar teorik/politik ayrımlardan çıkmamıştır. Tarihsel bir gündemde bu bağlamda birleşiklik görece daha kolaydır. Yine de süreç bir bütün olarak ele alındığında içerik ve ön hazırlık süreci başlı başına ayırtedici bir yer tutmaktadır. İstanbul diğer illerden ayrılarak, ön hazırlık sürecini bir adım olsun ilerletmiş ve en geniş birlikteliği yakalamıştır. Birkaç unsuru dışında tutarsak bu ilde tek eylem gerçekleşmiş ve Beyazıt’ta arkadaşlarını kaybedenlerin ve meslek örgütlerinin de katılımı ile gençliğin eylemi bir odak olabilmiştir.

İstanbul'da birleşmenin zemini ihtiyaçlar olamamıştır

6

16 Mart değerlendirmemizde İstanbul ayrı bir yerde duruyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, tartışmalar bu ilde sınırlı bir birleşenle -Devrimci Hareket, DGH, DÖB, Ekim Gençliği, Gençlik Cephesi, Kaldıraç, Talebe Gazetesi ve TÜM-İGDoldukça uzun bir süre önce başladı. Sürecin ilk adımının 1 aydan uzun bir süre önce atılması ile birlikte zengin bir ön hazırlık süreci tarafımızdan

önerildi. Bu eksen, tarihsel gündemin güncel sorumluluklarla bağı kurulmadan tam anlamına kavuşamayacağı gerçeği üzerinden gerekçelendirildi. '78'de ortaya konan kararlılığın anti-emperyalist bir ruh taşıdığı, öğrencilerin akademik-demokratik talepleri üzerinde yeşerdiği gibi noktalara değinilerek bunların güncel mücadele içindeki yeri üzerine bir öğrenci forumu önerildi. Fakat çeşitli etkinliklerle alana çıkılması karşısında iddiasızlıkla birlikte bunun örgütlenemeyeceği öne sürüldü. İlk toplantı ardından DGH destekçi olacağını belirtirken, haftalardır yapılan çağrılara yanıt vermeyen Gençlik Federasyonu ise sonradan birleşene dahil oldu. Tartışmaların şekillenmesi esnasında Gençlik Muhalefeti '78'liler Derneği’nden bir grubun eylem çağrısını birleşene taşıyarak tartışmayı genişletmiş oldu. Kısa süre içinde Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri ve SGD de tartışmalara dahil oldu. 16 Mart'a giderken 'Öğrenci Forumu' zayıf bir katılım ile gerçekleştirildi. Gençlik Federasyonu gençliğin eyleme katılımının örgütlenmesinin acil olduğunu belirtirken, kitlelerin günün anlamını ve mirasın bizlere yüklediği sorumlulukların tartışacağı bu forumu gereksiz bularak etkinliğe katılmadı. Foruma Devrimci Hareket, DÖB, Ekim Gençliği, Kaldıraç katıldı. Forumda açılan tartışmalarla birlikte bugün İstanbul'da bir öğrenci kurultayı hazırlığı başlamış bulunuyor.

Eylemin basın metni ve çağrı bildirisi üzerine uzun tartışmalar yürütülmezken, eylem biçimi ve imzası üzerine saatlerce süren tartışmalar ancak birkaç gün sonunda netleşebildi. Birleşik bir eylem yapılıyor olmasının yanında alana getirilecek flama sayısı vb. üzerine tartışılırken, eyleme katılım da büyük oranda buradan ele alındı. Eylem günü “Devrimci Arkadaşları” imzası ile alanda bulunacak '78'liler Derneği'nden bir grubun katılımı üzerinden ise Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri kesin olarak onların bulunacağı eylemde yer alacaklarını ifade ettiler. Katılımın güncel ile ilişkisinin kurulması yönünde bir kaygı gütmeksizin, bu grup ile yan yana durmak üzerinden yaklaşan bu ikili karşısında Gençlik Federasyon'u ise iki ayrı eylem olması gerektiği yönünde görüş belirtti. Karşılıklı dayatmacı tutum Gazi anması ardından eylem alanında kararlaştırılmış, herkese haber verilmemiş ve çağrılmadığımız için bulunmadığımız bir toplantıda cereyan etmiştir. Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri eylemden önce alınan son toplantıda -bu toplantıya da Gençlik Federasyonu gelmemiştir- önce Gençlik Federasyonu'nun sözkonusu katılıma şerh koyduğunu ardından ise bu tutumları kesin olarak teyit edilmek istendiğinde yeniden değerlendireceklerini belirtmiştir. Eylem günü geldiğinde ise Gençlik Federasyonu “Onların olduğu eylemde bulunmayız” diyerek kesin olarak


eyleme katılmayacaklarını belirtmişlerdir. Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifleri’nin ifadeleri başta olmak üzere, bulunamadığımız toplantının aktarımında bir sorun olduğu açıktır. Gençlik Federasyonu'nun şerh koyduğu bu iki grup tarafından öne sürülmüştür. Buraya bir açıklık getirilmesine fırsat dahi verilmeden Gençlik Federasyonu ise eylem sabahı birliktelikten çekilmiştir. Kendini dayatmayı tercih eden Gençlik Federasyonu'nu hazırlığını üzerine aldığı ortak pankartı birlikteliğe vermemeyi seçerek ortak imzanın üzerini kendi imzaları ile kapatarak alana çıkmıştır. Toplantıda tutumları ne denli yanlış aktarılsa da son gün yaptıklarının haklı bir tarafı yoktur ve birlikte iş yapma ahlakına uygun düşmemiştir. Kendi görüşleri ne olursa olsun üstlerine aldıkları sorumluluğu tanımamış, dahası nihayetinde birlikteliğin materyaline el koymuşlardır.

Birleşik mücadelenin engeli dayatmacı tutum ve apolitizmdir

Sürecin son toplantısında direnişçi işçilerin de katılımı tarafımızdan birleşene önerilmiştir. Katılım üzerinden tartışmanın açıldığı nokta ise 16 Mart ile işçilerin ilişkisi olmuştur. Özellikle Öğrenci Kolektifleri katılımın karşısında dursa da, tartışmayı açtıkları yer öne sürecekleri ek hiçbir görüşe gerek bırakmamıştır. “Katılmamaları gerekir” dememekle birlikte, “ama...” ile başlayan bir dizi gerekçelendirmede “eylemin anlaşılmasının güçleşeceği”, “zaten onların söyleyeceklerinin alanda birçok kişi tarafından söyleneceği” ortaya sürülmüş, hatta 16 Mart'ın üniversite kimliğinin bir sorunu olduğu ifade edilmiştir. Belirttiğimiz gibi, bu gerekçeler üzerinde özel olarak durulmasına gerek yok, zira sorun işçilerin öğrenci eyleminde söz alıp alamamalarıdır.

Toplumsal yaşamda düzen karşısında taraflaşan, çıkarlarını sol dünya görüşüne göre ortaya koyan herkes gibi direnişçi işçilerin de böylesi bir eylemde bulunmaları doğaldır. Onlara söz verilmesi ise kendilerine biçilen özel bir önemden dolayıdır. Çeşitli sendika ağalarına, liberal mücadele kaçkınlarına söz verilirken, gerçekten konuşması gerekenler mücadeleyi onurla sürdüren, sendikal hesaplara takılmayan işçilerdir. Bunlar tartışılmadan “Bizce de şu ya da bu olabilir ancak olmasa daha iyi” vs. gibi tartışmalar apolitizm örnekleridir. Sol gençlik grupları arasında savunulamayan ya da tartışılamayan görüşlerin bu ihtiyacı beslemektedir.

Gençlik hareketinin hedefi kör tartışmalar değil, mücadelenin ihtiyaçları olmalıdır

Yinelemek gerekir ki, bunları aksini düşünen var ise, tartışmak için forumu kullanmayan, içerik yerine biçimsel bir dizi şeyi saatlerce tartışan bir algı birleşmenin önünde durmaktadır. Onca saat işçilerin söz alıp alamayacağını tartışmak yerine işçilerin gündem ile ilişkilerinin daha etkin nasıl kurulacağını tartışmak anlamlı olurdu.

Diğer taraftan 16 Mart’taki birleşikliğin siyasal öznelerin bilincinin sonucu olmadığı açıktır. Eylem birlikteliğine indirgenen durumun altında sayıca geniş bir eylem yapma isteği yatmakta, bunun bedeli olarak da kabaca “ilkeler”den ödün verilmektedir. Eylemin hazırlık süreci dahi

önemsenmemekte, eylem kurgusunun bir parçası olan etkinliklere katılınmamaktadır. Genç-Sen bu süreci sessizce takip etmiş son toplantı da katılacağını belirtmiş, süreci örgütleyemeyeceğini ortaya koymuştur. Emek Gençliği ise ön hazırlığına dahil olmadığı bu sürecin eylem gününde örgütleyiciler arasında isimlerinin atlandığını söyleyerek 1 aylık bir sürecin içinde varlıklarını nereden kurduklarını gözler önüne sermiştir. Gençlik hareketinin önünde birleşiklik esaslı bir sorun olarak durmaktadır. Sorunun temellendiği zemin ise ne yazık ki, gençlik örgütlerinin mücadeleye olan yaklaşımları ve iddialarıdır. Yani sorun oldukça derindedir. Bunun karşısında ise birleşikliği mücadelenin ihtiyaçlarını ortaya koyarak ve ilkeleri öne çıkararak öne sürmek gerekmektedir. Genç komünistler bununu bilincinde hareket etmeli ve ensonu birlikteliğin çapına takılmadan birlikteliğin imkanlarını doğru değerlendirerek böylesi süreçleri karşılamalıdırlar. Önemli olan sürecin geniş bir biçimde tartışılması, alanlarda bunu yansıtan bir birleşenle çalışmaya konu edilmesi, gençlik kitlelerinin karşısına derinleşen bir biçimde çıkılmasıdır. Bununla birlikte gençlik canlı ve çok yönlü bir çalışma ile sürece dahil edilmelidir. Yerel çalışma ve merkezi etkinlikler arasında bütünleyici bir bağ kurulmalıdır. 16 Mart'ın hazırlık sürecinde gerçekleşen 'Öğrenci Forumu' bu bağlamda süreç kapsamında hareketin tartışılması ve ihtiyaçların saptanması yönünde değerli bir deneyim ortaya koymuştur. Eylem süreçlerine dönük genel bir eleştiri noktası, sürecin sonrasına bir şey bırakamaması biçimindedir. Bu bağlamda Öğrenci Forumu il çapında bir 'Öğrenci Kurultayı' kararına dönüşecek bir tartışmanın zemini olmuştur. 16 Mart ardından kurultay kapsamında yerel çalışmalar başlatılmış gençlik gündemlerine bir müdahale dar da olsa ortak bir zemininde hayata geçirilmeye başlanmıştır.

Gençlik güçlerinin ilgisizliğine takılmadan ilkeli ve ihtiyaçlara yönelik bir birliği esas almalıyız

2011 16 Mart'ı önceki yıllara kıyasla birleşik eylem süreçleri ile bir nebze öne çıkmıştır. Genel anlamıyla değindiğimiz ve İstanbul özelinde ayrı bir düzlemde ele aldığımız bu süreç esas olarak ise hazırlık sürecinin kapsadığı forum ve sonrasında çıkardığı kurultay kararı ile ayrı bir eksen ortaya koymuştur. Bu süreçte tartışmalar en geniş birleşene yapılmış ancak, ilgisizlik karşısında vakit kaybetmeden harekete geçilmiştir. Hareketin bir dizi sorun ile yüz yüze olduğu bir dönemde 2011 16 Mart'ında olumlanabilecek yönler de öne çıkmıştır: İstanbul'daki ön çalışması yapılarak çıkılan tek birleşik eylem olmuştur. Burada çok yönlü bir ön hazırlık süreci örmek için çabalanmış ve süreç sonrasına bir hat çıkarıalbilmiştir.

Birleşik mücadele gençlik güçleri için bir ihtiyaç olduğu kadar, çözülmeyi bekleyen bir dizi sorun anlamına da gelmektedir. Genç komünistler sözü edilen ihtiyacın farkında oldukları sürece, koşulları dikkatle değerlendirmeli, etkili bir müdahale planı oluşturabilmeli ve birleşenin ilgisizliğine takılmadan hedefledikleri hattı örmelidirler. Ekim Gençliği / İstanbul

Gençliğin tablosu içinde parçalılık derinleşen bir sorundur. Bu sorun kimi zaman ilkeler öne sürülerek, kimi zaman ise bir dizi özne şahsında "Şunu çağırmaya gerek yok", "O gelirse biz gelmeyiz" vs. gibi bir basitliklikle ortaya çıkmaktadır. Sorunun bir başka biçimi ise dar grupçu zihniyetin kendisini eylem biçimleri üzerinden dayatması ile yaşanmaktadır.

7


Genç-Sen 4. Olağan Genel Kurulu toplandı

Mücadelenin ihtiyaçlarından uzak bir genel kurul!

En uzun zaman da MYK seçimleri üzerinde değişiklik yapılmasına dair sunulan önergeye ayrıldı. “Nisbi seçim sistemi” olarak ifade edilen bu yeni seçim tarzının uygulanıp uygulanmaması, uygulanacaksa bile buna ne zaman başlanması gerektiği tartışmaları genel kurulun uzunca bir bölümünü kapladı. Buna ek olarak lehte ve aleyhte verilen oyların tekrar tekrar sayılması da zaman açısından önemli bir kayıp oldu.

8

Öğrenci Gençlik Sendikası’nın 4. Olağan Genel Kurulu 19 Mart günü Ankara’da toplandı. 25 şehirden gelen 900’ü aşkın Genç Sen üyesinin katıldığı genel kurula gençlik hareketinin ve bunun bir parçası olarak Genç Sen’in politik durumu ve ihtiyaçları yerine tüzük tartışmaları damgasını vurdu.

Ön hazırlıklardan yoksun bir genel kurul

Genel kurulun kendisine geçmeden önce genel kurulu önceleyen sürece değinmekte yarar var. Buradaki sorunun vahametini anlayabilmek için de genel kurulun önemi konusunda asgari bir açıklığa sahip olmak gerekir.

Genel kurullar ya da kongreler ne türden olursa olsun parti, sendika, dernek gibi örgütlenmelerin en üst platformu olma özelliğini taşırlar. Sözkonusu örgütlenmenin bir sonraki genel kurul ya da kongreye kadar olan zamanki yönelimleri, hedefleri ve kararları bu platformda belirlenir. Buradan bakıldığında bu platformun örgütlerin siyasal yaşamındaki belirleyici yeri daha net anlaşılabilir. Üstelik adı geçen örgütlenme emekten yana bir mücadele örgütü ise tüm bunlara örgütsel demokrasi de eklenir ki bu da bir mücadele örgütü için hayati bir öneme sahiptir. Tam da bu önemlerinden dolayı genel kurullar ya da kongreler buna uygun bir ciddiyetle ele alınır ve özel bir çalışmaya konu edilir, edilmelidir. Bu özel çalışma yalnızca biçimsel bir takım gerekliliklerin yerine getirilmesi değil, örgütlenmenin tüm bileşenlerinin iradesinin yansıtılabildiği bir platformun toplanabilmesi için de gereklidir.

Genç Sen 4. Olağan Genel Kurulu en başta bu açıdan kaybedilmiştir. Genel kurul öncesinde yapılması gereken şube kurullarının toplanmamış, genel kurul gündemlerinin ve önergelerin yerellerde tartışılmamış olması genel kurulu biçimsel bir etkinliğe dönüşmekle yüz yüze bırakmıştır. Sendikanın işleyişi açısından oldukça önemli olan önergelerin bile önden tartışılmadan genel kurula sunulması ve meselenin basit bir oylamaya dönüştürülmesi bunun en açık örneğidir. Üzerine hoyratça zaman harcanan tüzük tartışmalarının dışında kalan ama politik olarak önemli bir yerde duran önergelere gerekli zamanın ayrılmayışı ve böylelikle de yeterince tartışılmamış olması ya da bir kısmının aynı zaman darlığı

nedeniyle Temsilciler Meclisi’ne ertelenmiş olması yine bu ön hazırlık eksikliğinden kaynaklanmıştır.

Tüzük tartışmaları ve “itiraflar”

Olağan bir prosedürün yerine getirlmesinden ibaret konuşmalarla başlayan genel kurula damgasını vuran tüzük tartışmaları oldu. En uzun zaman da MYK seçimleri üzerinde değişiklik yapılmasına dair sunulan önergeye ayrıldı. “Nisbi seçim sistemi” olarak ifade edilen bu yeni seçim tarzının uygulanıp uygulanmaması, uygulanacaksa bile buna ne zaman başlanması gerektiği tartışmaları genel kurulun uzunca bir bölümünü kapladı. Buna ek olarak lehte ve aleyhte verilen oyların tekrar tekrar sayılması da zaman açısından önemli bir kayıp oldu. Politik açıdan asıl kayıp ise Genç Sen’in bugünkü durumu karşısında üzerine en çok tartışılan meselenin MYK’nın seçilmesi yönteminin olmasıydı. Şube toplantılarını yapmayan, il meclislerini düzenli olarak toplamayan ve bunun doğal bir sonucu olarak taban iradesini örgüte hakim kılmayan bir sendikanın demokrasi sorununun çözümünü MYK’da ve onun seçilme yönteminde araması gençlik mücadelesinin gerçekliğinden ve ihtiyaçlarından uzaklığın göstergesiydi.

Diğer yandan, Genç Sen adına tartışılmayı bekleyen bir dizi politik ve örgütsel sorun varken MYK seçimine dair yapılacak tüzük değişikliğini her şeyin başına koymak, Genç Sen içindeki liberal-reformist anlayışın yapısal hastalığının yeni bir tezahürüydü. Zira bu anlayış için aslolan, gençlik hareketinin veya daha da ötesinde devrimci mücadelenin ihtiyaçları, Genç Sen’in bu ihtiyaçlardan hareketle tartışılması değil, kendilerinin Genç Sen içindeki konumlarıdır.

MYK seçimlerinin yöntemine dair yapılan tartışmalardan yansıyan başka bir şey daha vardı. O da daha önce yapılan seçimlerdeki kirli


pazarlıkların açıktan itiraf edilmesiydi. Öyle ki önergeyi sunanlar ve bu önergenin hararetle savunuculuğunu yapanlar yeni önerilen bu seçim yönteminin daha demokratik olduğunu ve bugüne kadar yapılan pazarlıkların önünü keseceğini söylemiş oldular. Bu da daha önceki seçimlerde gizli kapılar ardında yapıldığının itirafıdır. Ancak bu itiraflar, gelecek dönemlerde aynı şeylerin yapılmayacağının garantisi değildir. Zira sorun seçim yönteminin ya da en genel ifade ile tüzüğün bu tür pazarlıkların yapılmasına açık olup olmaması değil, bu gibi pazarlıkların mücadeleye yazdığı eksilerin kavranamaması sorunudur. Ayrıca bu seçim yöntemine ısrarla karşı çıkanlar da Genç Sen’deki daha acil sorunlara çubuk bükmek yerine “demokrasi savunuculuğu” adına bu biçimsel tartışmaların parçası oldular.

Genel kuruldaki önemli noktalardan biri de bir sonraki genel kurulun toplanma yöntemine dair yapılan tartışmalar oldu. Tüm üyelerin katıldığı genel kurulların toplanmasının zor olduğu ve genel kurulun da katılımcı sayısındaki fazlalık nedeniyle verimsizleştiği iddiası ile bundan sonraki genel kurulların delegasyon sistemi ile toplanması üzerine sunulan önerge, üzerine herhangi bir şey tartıştırılmadan, oldubittiye getirilerek geçirilmeye çalışıldı. Ancak yapılan müdahaleler sonucu mesele tartışmaya açılabildi fakat yine de yeterince tartışılmadı.

Tabanın inisiyatifine dayanma noktasında ciddi bir zafiyet taşıyan Genç Sen’in bundan sonraki genel kurullarının delegasyon yöntemi ile toplanması demek, iç demokrasinin tümden kötürümleştirilmesi demektir. Bugünden bakıldığında bir sonraki genel kurul için yapılacak delege seçimlerinin biçimselleşeceğini, dahası bu seçimlerin de pazarlıkların yeni alanı olacağını söylemek pek abartılı bir değerlendirme olmaz. Zira Genç Sen’in bugüne kadarki pratiği bu konuda yeterince açık ve net fikirler vermektedir.

Politik tartışmalar ve dar grupçu yaklaşımlar

Genel kurulun zaman olarak dar ve verimsiz bir

kısmında da olsa politik olarak önemli önergeler de tartışılmış oldu. Dediğimiz gibi, bu önergelerin tartışıldığı zamanda MYK seçimlerinin de başlamış olması tartışmaların salonun toplamı açısından verimsizleşmesinde önemli bir etken oldu. Önergeler üzerine yeterli tartışmaların yapılamamasının yanı sıra konuşulanların da dinlenmemesi, salonun ezici bir çoğunluğunun genel kurul havasından çıkmış olması ve az sayıda kalan ilgililerin de MYK seçimlerine kilitlenmiş olması tüm bu politik tartışmaları işlevsizleştiren bir rol oynamış oldu. Diğer yandan, genel kurulun en gergin anlarının bu önergelerin tartışmaları ve oylamaları üzerinde yaşandığını da belirtmek gerekir. Aslında bu bir genel kurul için olağan bir durumdur. Fakat burada özellikle üzerinde durmamızın nedeni tartışmaların hareketin ihtiyaçlarından koparılarak dar grupçu yaklaşımlar eksen alınarak sürdürülmüş olmasıdır. Tam da bu nedenle Genç Sen’in politik yönelimleri bir kez daha hareketin ihtiyaçları ile örtüşmeyen, dar grup hesaplar belirlemektedir.

Genç komünistlerin müdahalesindeki zayıflık

Genç Sen içerisinde politik açıdan devrimci bir eksen yaratma görevini yüklenen genç komünistler olarak genel kurula ve önceleyen sürece yaptığımız müdahalenin zayıf kaldığını belirtmemiz gerekiyor. Ancak sorun politik perspektiften yoksun olma meselesi değil, Genç Sen’e yönelik devrimci politik tutumların bugüne kadar somutlanamamış ve maddi bir güce dönüştürülememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum Genç Sen içerisindeki gelecek görevlere ve sorumluluk alanlarına da işaret etmiş oluyor.

Sonuç olarak Genç Sen, bir kez daha, devrimci gençlik mücadelesi açısından kaybedilmiş bir genel kurula imza atmış oldu. Mücadelenin ihtiyaçlarından uzak, tüzük tartışmalarına sıkışan ve biçimselleşen, politik açıdan zayıf bir genel kuruldur söz konusu olan. Bu haliyle genel kurul Genç Sen’in toplam tablosunun bir yansıması olmuş, tersinden de bu tabloyu besleyen bir etkinlik olmuştur.

Sonuç olarak Genç Sen, bir kez daha, devrimci gençlik mücadelesi açısından kaybedilmiş bir genel kurula imza atmış oldu. Mücadelenin ihtiyaçlarından uzak, tüzük tartışmalarına sıkışan ve biçimselleşen, politik açıdan zayıf bir genel kuruldur söz konusu olan. Bu haliyle genel kurul Genç Sen’in toplam tablosunun bir yansıması olmuş, tersinden de bu tabloyu besleyen bir etkinlik olmuştur.

9


Birleşik mücadele ciddiyet gerektirir... Gençlik tüm baskılara rağmen başını kaldırmaya çalışmaktadır. Ancak ne var ki, gençlik bu durumu yılların biriktirdiği ve derinleşmekte olan sorunlar altında yaşıyor. Birleşik mücadele kültüründen tutun da, sol içi tartışma kültürünün ve toplamda direngen mücadele ruhunun yozlaştığı bir dönemde saldırıların gençlik cephesince göğüslenmesi imkansızdır. Yakıcı olan ise bu tablonun masaya yatırılıp değiştirilmesi için kolların sıvanmasıdır.

Gençlik içinde mücadele iddiasının zayıfladığı bir dönemde harekete geçen birlikteliklerin ihtiyaçları karşılayacak biçimde değerlendirilmesi önemlidir. Bulunduğumuz yerellerin ihtiyaçları ve imkanları gözetilerek ve doğru hedefler saptanarak oluşan birliktelikleri öğrenci kurultaylarına örgütlemeli ve 1 Mayıs'a giderken kitle çalışmasında yoğunlaşmalıyız.

10

Son yıllarda bir dizi birleşik mücadele süreci haftalara yayılan kör tartışmalar altında boğulmuş, daha da beteri ise günlerce tartışılan birliktelikler birkaç dakika içinde, “bu imza olursa, biz olmayız”, “şu siyaset gelirse biz gideriz”, “bizim kendi yoğunluklarımız var” vs. denilerek heba edilmiştir. Bu bir iddiasızlıktır. Muhataplar düzenin karşısına cüretle çıkmak yerine, kendi gündemlerini ileri sürerek kendi köşelerine çekilerek var olmaya çalışmaktadırlar. Böylesi bir süreçte bu tablo karşısında ilkeli birlikteliğin ve mücadele iddiasının taşıyıcısı olabilmek gençlik adına sorumluluk duyan her öznenin omuzlarındadır.

“Öğrenci Kurultayları” tarafımızdan 2010 güzünde bu tabloya birlikte müdahale etmek, mücadeleyi sistematik ve planlı bir biçimde göğüslemek adına çeşitli illerde tartışmaya açıldı. Geçen süre içinde DGH, DÖB, Kaldıraç, Gençlik Cephesi, Kızıl Hareket, YDG dışında tam anlamıyla bir ilgisizlik ile karşılandı. Sonuç olarak ise sınırlı bir birleşen ile yola çıkmış olduk. Ortaya koyduğumuz ihtiyaçlar bağlamında gençliğin sorunları ve gündemleri temelinde örgütlendiği, taban inisiyatifine dayalı bir süreç örülmesiydi. Hedefimiz bu süreci de bir kurultayla taçlandırmakta. Ancak başlangıçta ihtiyaç konusunda bizimle hemfikir olanlar, zaman içerisinde kendi köşelerine çekilmeyi tercih ettiler. Öncelikle biz önümüze koyduğumuz süreci ciddiyetle ele alıyoruz ve bunun için çaba sarf etmeye hazırız. Ancak tartışma platformlarımızı ileri taşımak, eksikliklerini kapatmak yerine “kendi gündemlerimiz var” denmesini bir ciddiyetsizlik olarak ele alıyoruz. Kimsenin özgün faaliyetinin nasıl sürmesi gerektiğini söyleyecek değiliz, ancak bir yandan birlikte iş yapmak tartışılırken diğer yandan sanki bunlar masa başında farazi meselelermiş gibi bir anda kopulabiliyorsa bunu ciddiyetsiz buluyoruz. Örmeye çalıştığımız sürecin herkesi kendi köşesine çekilmeye iten işlevsizliği ya da verimsizliği de ne ise muhataplarımızdan duymak istiyoruz. Zira gençlik hareketi için sorumluluk duyan herkesin böylesi değerlendirmelerini kendileri gibi samimi diğer öznelerle paylaşması önemlidir. Biz aylardır emek harcadığımız süreçten bir anda kopanlardan bu önemi gözetmelerini bekliyoruz. Merkezi düzlemde yürüttüğümüz tartışmalarda ilgisizlik veya iddiasızlık karşımıza çıkan görüntüydü. Kaldıraç, İstanbul tartışmalarının kendileri için yeterli olduğunu ifade edip ayrılmışlardır. TÜM-İGD ortak hareket etme noktasında Genç-Sen’i merkez aldığını belirterek süreçten ayrılmıştır. DGH, bu tartışmalarda

gençlik hareketine devrimci müdahale noktasında bir netlikle tartışmasına rağmen devamlılık sağlama noktasında ısrar göstermemişlerdir. YDG kendisi de ortak tartışma talebinde bulunmasına rağmen süreci düzenli takip etmemiş, tartışmalara dair bir tutum da ortaya koymamıştır.

Yerel ölçekli tartışmaların şekillenmeye ilk başladığı Ankara’da oluşturulan platform güz döneminin hareketliliği üzerinden dinamik bir başlangıç yapsa da ara tatilin ardından kendisini üretmekte zorlanmaktadır. Platform genel bir eylem birliği olarak ya da nicel bir birleşim olarak kavranmamalı, gençliğin mücadelesinde dönemsel bir müdahale zemini olarak işlev görmelidir. Bu bağlamda tek tek öznelerin kendi gündemlerinin bir alternatifi değil ancak aynı zamanda bu gündemleri de içerecek biçimde kurulmalıdır. Örgütlü mücadeleye, parasız eğitime vs. çubuk bükülecek bir dönemin altı çiziliyorsa, ortaya koyduğumuz mücadele hattı da esas olarak bunları içermektedir. Eskişehir’e gelecek olursak, burada da bir araya gelen güçler “Gelecek ve Özgürlük için Mücadele Platformu”nu oluşturmuşlardır. Bu platform için de benzer bir durum söz konusudur. Burada da platformum yaşayabilmesi için sürükleyici bir inisiyatif göstermek şarttır. Yerel gündemleri yakından müdahale edebilmek bunda belirleyici olacaktır.

İstanbul’da güz döneminin sonundan beri tartıştırmaya çalıştığımız kurultay anlamlı bulunmasına, ihtiyaç ortaya bir netlikle konmuş olmasına rağmen tartışmaya katılan hemen hemen tüm unsurlar “Öğrenci Kurultayı” çalışmasının dışında kalmıştır. DGH gibi tartışmalarımızı güz döneminden beri takip eden Kaldıraç ise şimdiye kadar “devrimci bir odak oluşturma”, “öğrencilerin tartışma ve eylem zeminlerini oluşturma” vb. noktalarda hemfikir olmuş ancak kurultay kararının alınmasının ardından, “örgütleyici değil destekçi olabileceklerini” ifade ederek ayrılmışlardır. Bu haliyle ortada bir ciddiyetsizlik kendisini göstermektedir. Gençlik içinde mücadele iddiasının zayıfladığı bir dönemde harekete geçen birlikteliklerin ihtiyaçları karşılayacak biçimde değerlendirilmesi önemlidir. Bulunduğumuz yerellerin ihtiyaçları ve imkanları gözetilerek ve doğru hedefler saptanarak oluşan birliktelikleri birer tartışma ve kitle çalışması zeminine dönüştürülmelidir. Gençlik hareketinin sorunlarını tartışmak, sermayenin saldırılarına karşı birleşik bir mücadele ekseni oluşturmak tüm aciliyetiyle durmaktadır. Gençlik hareketini ileriye taşıma iddiası ortaya koyan herkes bu sorumlulukla yaklaşması gerektiğini hatırlamalıdır. Genç komünistler, kurultay tartışmalarında, hareketin ihtiyaçları noktasında bir netlik ortaya koymuşlardır. Ortaya çıkan ilgisizlik bir kırılma yaratmamalıdır. Aksine tek başına yol yürümek zorunda kalındığı durumlar üzerimize düşen yükümlülükleri artırmaktadır. Daha fazla enerji ile üniversitelere yönelmeli, öğrencileri tartışma sürecine katabilecek araçlar geliştirmeliyiz.


Gençliğin eğitim hakkını gasbetmek ve geleceğini karartmak için toplanıyorlar...

Haklarımıza göz koyanlara İstanbul'u dar edelim! “Uluslararası Yüksek Öğretim Kongresi: Yeni Yönelişler ve Sorunlar Kongresi” TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “himayesinde” 27-29 Mayıs 2011 tarihleri arasında İstanbul Swissotel’de gerçekleşecek.

Kongre çağrısında,“Antik Yunan, Roma ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüz Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan farklı kültür ve medeniyetlerle birlikte iki eski kıtayı birleştiren ve bu sayede barışın kenti olarak tarihte her zaman önemli bir yere sahip olan” ve “2010 yılının Avrupa Kültür başkenti” İstanbul’un yükseköğretim alanına dair “bilimsel” tartışmalara ev sahipliği yapacağı belirtiliyor.

Kongre ile ilgili hazırlanan internet sitesinde kongrenin amacı şöyle anlatılmakta: “Kongrenin amacı Türkiye ve dünyada yükseköğretim ile ilgili yöneliş ve öngörülerin tartışılacağı bilimsel bir forum oluşturmaktır. Yükseköğretim ile ilgili temel sorunların tartışılması ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Kongre sonucunda Türk yükseköğretimi ile ilgili uygulanabilir, inovatif ve stratejik yaklaşımların ortaya konulması amaçlanmaktadır.” Kongrenin tartışma başlıkları ise şöyle sıralanmaktadır: “Yükseköğretim felsefesi”, “Küreselleşme ve uluslararasılaşma”, “Girişimci üniversite, inovasyon ve Ar-Ge stratejileri”, “Yükseköğretimde kalite güvence sistemi”, “Yükseköğretim finansmanı”, “Üniversite, toplum, endüstri, iş dünyası ilişkileri”, “Üniversitelerin yapılandırılması”, “Ortaöğretimden yükseköğretime geçiş”, “Vakıf ve özel üniversiteler”, “Yükseköğretim ve öğrenci”.

Gerekçelendirmede bu tartışma başlıklarının, “değişen dünyada” üniversitelerin “değişmeyen”, “günü yakalamayan” yanlarını dönüşüme tabi tutmak hedefiyle oluşturulduğu ifade edilmektedir. Yani aslında Bologna Süreci ile politik çerçevesi oluşturulan özelleştirme programı bu kongrenin temel gündemidir.

Herşey üniversiteleri şirketlerin arka bahçesi yapmak için...

Kongre ile ilgili yapılan gerekçelendirmede, sıksık kullanılan üniversitenin toplumla bütünleşmesi kavramı gerçekte şirketlerin üniversite ile bütünleşmesini anlatmaktadır. “… Sanayicilerin üniversitelerden, üniversitelerin de sanayiciden beklentilerinin ortaya konulması, bu kapsamda yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi” ifadeleri bu gerçeği başka bir yerde yalın biçimde ortaya koymaktadır. Başka bir yerde de“teknoloji transferi ofisleri ile üretilen teknolojilerin sadece akademik olarak

kalmaması ve ticarileştirilmesi yönünde yeni olanakların değerlendirilmesi” sözleri ile noktayı koymaktadırlar. Herbir tartışma başlığı da bu çerçevede bir anlam kazanmaktadır. Örneğin “Yükseköğretimde kalite güvence sistemi” başlığı altında, akreditasyon, mesleki yeterlilik/yetkinlik, meslek içi eğitim vb konular tartışılacak. Bu başlıkta kullanılan, “Yükseköğretim kurumlarında ortak kalite düzeyini yakalamak, mezun edilen öğrencilerin aynı mesleki yetkinlik düzeyine sahip olması, yükseköğretim kurumlarının bu kapsamda kendi yetkinliklerinin belgelendirilmesi, ilgili değerlendirme kriterlerinin belirlenmesi, üniversitelerin bu kapsamda sıralanması” biçimindeki ifadelerle, üniversitelerin ticari bir işletme getirilmesi hedefi ortaya konulmaktadır. Sermayenin ağzından düşürmediği mali özerklik de “Yükseköğretim finansmanı” başlığıyla tartışmalarda yer alıyor. Yükseköğretim kurumlarının devlet bütçesinden aldığı payla ülke kaynaklarını tükettiğinden yakınılarak bu sorunun çözümü için üniversitelerin eğitim ve pembe gelecek satarak kendi finansmanlarını sağlamaları beklenmektedir. İşte sermaye ve hükümetinin üniversite özerkliğinden anladığı da budur. Kongrede bu çerçevede yapılacaklar planlanacaktır.

Bu nedenle de gençlik eğitim hakkına ve geleceğine sahip çıkmak için bu Kongre'ye karşı sözünü söylemeli, müdahalesini yapmalıdır. Bunun için hayatına ve geleceğine kastedenlerin buluşmasına izin vermemeli, eylemli bir mücadeleyle karşılarına çıkmalıdır.

Gençlik haklarının çalınmasına izin vermemeli!

Kongrenin tartışma başlıkları sermaye ve uşaklarının eğitimi hangi “yönelişler”le düzenlemek istediklerini olduğu gibi ortaya koymaktadır. Açıktır ki sözkonusu olan gençliğin eğitim hakkı ve geleceğidir. Çünkü bu kongre gençliğin hak ve geleceğinin para babalarının önüne sürüleceği bir toplantı olacaktır. Bu nedenle de gençlik eğitim hakkına ve geleceğine sahip çıkmak için bu Kongre'ye karşı sözünü söylemeli, müdahalesini yapmalıdır. Bunun için hayatına ve geleceğine kastedenlerin buluşmasına izin vermemeli, eylemli bir mücadeleyle karşılarına çıkmalıdır.

Bunun içinse şimdiden hazırlıklarına girişmeli, sözünü ve eylemini tok biçimde söyleyeceği bir mücadele programı çıkararak işbaşına koyulmalıdır. Bu çerçevde Kongre günü sokaklarda gençliğin birleşik ve kitlesel yanıtını vermek yanında “nasıl bir eğitim, nasıl bir üniversite?” sorusunun yanıtını arayacağı gerçek bir tartışma-mücadele kürsüsünü de kurmalıdır. Ekim Gençliği

11


Gençliğin düşünce ve ifade özgürlüğü teslim alınamaz!

Bu “soruşturma duvarı” aşılacak!

Hareketli geçen bir güz döneminin ardından üniversitelerde yeni dönemde karşımıza yine “soruşturma duvarı” çıktı. İstanbul Üniversitesi'nde OHAL'e geçit vermeyen, Erzurum'da ve Dolmabahçe'de sözünü alanlara taşıyan, ODTÜ'de başkaldıran öğrencilerin her sözü, İstanbul Ünivrsitesi'nden Harran Üniversitesi'ne idarenin soruşturma saldırısına hedef oldu. Mücadele eden düzenin istediği kafaları reddeden öğrencilerin hiç de yabancı olmadığı soruşturma terörü yüzlerce arkadaşımızı hedef aldı. Bahar döneminin başlangıcındaki soruşturma tablosu şu şekilde: Birçok üniversitede hem öğrenciler hem de akademisyenler soruşturma terörüne maruz kaldı. Sadece İÜ'de yüzleri bulan sayıda soruşturma açıldı. Geçtiğimiz dönem açılan soruşturmaların büyük bir kısmı da cezaya dönüştü. Mersin Üniversitesi’ne gelen Abdullah Gül’ü protesto eden öğrenciler gözaltına alındı. Dergi masası açmak vb faaliyetlere ÖGB saldırdı. Başbakan R. T. Erdoğan’ın sözde öğrenci temsilcileri ÖTK’lar ile Erzurum’da gerçekleştirdiği toplantıyı protesto eden öğrenciler tutuklama istemiyle yargılanmaya başlandı. Yeni dönemin soruşturma ve cezalarla, anti-demokratik uygulamalarla başlaması, bu dönemin de saldırılarla geçeceğinin göstergesidir.

YÖK'ün vazgeçemediği silah: Soruşturma-ceza

Sermaye için gençlik sadece ticarethanelere dönüştürülen üniversitelerde birer müşteri olarak görülmektedir. Bununla birlikte ise gençlikten sermayenin ucuz ve nitelikli işgücü ihtiyacını karşılaması beklenmektedir. Sermaye düzeni tarafından çizilen bu çizginin dışına çıkıldığı zaman öğrenci gençliğe yönelik pervasızca baskı ve terör uygulanmaktadır. Gençliğin kendi taleplerini ifade etmesine dahi tahammül edemeyen YÖK ve üniversite yönetimleri ellerindeki bu silahı pervasızca kullanmaya devam etmektedirler. Son süreçte üniversitelerde yaşanan protesto eylemlerinden kaynaklı birçok üniversitede en demokratik haklar bile engellenmeye çalışıldı. Stant açmak, bildiri dağıtmak, sergi açmak, basın açıklaması ve eylem yapmak, üniversiteye gelen düzen ve sermaye sözcülerini protesto etmek gibi birçok gençlik eylemine karşı soruşturmalar açılıyor. Düşünceyi ifade etme, siyaset yapma hakkı gençliğin elinden alınmak isteniyor.

Üniversitelerde sermayenin saldırılarının önünü açabilmenin temel bir ayağını ticarileştirme uygulamalarına ve dönüşümlere karşı gelişebilecek öğrenci muhalefetini baskı ve terör ile engellemektir. Saldırılara karşı gençliği mücadeleye çağıran ilerici, demokrat ve devrimci öğrencilere yönelik soruşturma-ceza terörü YÖK ve YÖK düzeninin vazgeçemediği bir araçtır.

12

Sermayeye özgür, öğrenciye yasaklı!

YÖK’ün daha önce de gündeme getirdiği “özgür ve güvenli üniversiteler(!)” öğrencilerin özgürlüğünü ve güvenliğini değil sermayenin üniversiteler üzerinde hayata geçirmeyi düşündüğü planları korumak içindir. YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan basına “üniversitelerde fikirlerin özgür olması gerektiğini, bunun ortamın özgür olmasıyla sağlanabileceğini” açıklarken bir yandan da basın açıklaması yapan öğrencilere soruşturma-ceza terörü uygulanmıştır. Bir üniversitede bildiri dağıtırken ÖGB tarafından saldırıya uğrayan ve kafasında sandalye kırılan öğrenciye soruşturma açılıp uzaklaştırma cezası verilmesi YÖK ve üniversite yönetimlerinin ikiyüzlülüğünün en açık ve tartışmasız örneğidir. Düzen güçleri açısından gençliğin üniversitelerde yaşanan sorunlara karşı kitleselleşerek devrimci bir ruhla mücadeleye katılması korkularını büyütmektedir. Bu nedenle her fırsatta gençlik örgütlerinin taleplerini ve söylemlerini görmezden gelerek marjinal olarak göstermeye, karalamaya, özel güvenlikleri ve polisleriyle birlikte saldırarak engellemeye çalışmaktadır. Bu saldırıların sonrasında soruşturma terörü ve cezalar uygulamaya sokulmaktadır.

Gençliğin parçalı tablosundan ve zayıflığından da güç alınarak üniversitelerde baskı ve yasaklarla birlikte sermayenin saldırıları da artmaktadır. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki gençliğe yönelik saldırıları püskürtebilmenin yolu birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi yaratabilmekten geçmektedir. Bu ve gençliğin tüm gündemleri konusunda öğrencilerin kendilerini ifade edebilmeleri için de soruşturma-ceza terörü püskürtülmelidir. Bu yapılamadığı sürece kampüslerde düzenin çizdiği sınırların zorlanması, gençliğin harekete geçirilmesi mümkün olmayacaktır.

Soruşturma-ceza terörünü direnişle karşılayalım!

Soruşturma-ceza terörünün karşısına kararlılıkla çıkılmalı, militan eylemler, kapı önü direnişleri, yaygın kitle çalışması ile konu kamuoyuna en geniş biçimde duyurulmalıdır. Saldırı gençliğin kendi başına durdurabileceği bir boyutu aşmıştır. Son dönemde tekil kazanımlar elde edilse de gençliğin siyaset yapma özgürlükleri gasbedilmiştir. Bunun için saldırı dalgasını püskürtmek için toplumun duyarlı kesimlerinin desteği kazanılmalıdır. İşçi sınıfının başlattığı direnişler ve büyüttükleri grev kararlılığı ile bağların kurulması gençliğin toplumsal mücadele sahnesinde gelişen bilincinden ötürü soruşturulduğunun kitlelere daha açık gösterilmesinde faydalı olacaktır. Yeni dönemde soruşturma-ceza terörü kampüslerde direnişi örgütleyecek komitelerle karşılanmalı, saldırı karşısında militan ve etkili bir süreç örülmelidir. Soruşturma-ceza terörünü püskürmek için mücadeleyi büyütmek kampüslerde varolma iddiası taşıyan her unsur için yakıcıdır.


Karartılmış hayatlar ve kanlı eller üzerine… Günün en karanlık anı şafak sökmeden önceki andır derler. Ve insanlar karanlık günler geçip giderken umutlarını bu sözdeki anlama bağlayıp, güneşin doğmasını beklerler.

Öyle karanlık bir ülke düşünün ki, tarihinde binlerce gözaltında kaybedilmiş mezarsız ölüsü, onbinlerce faili meçhul cinayeti var. Katillerinin ellerinde hala kurumamış kanları adressiz kurşunlarla öldürülmüş, sorgusuz asılmış gençleri var. Birileri modaya uygun kot giysin diye 25 yaşına gelmeden öleceğini bile bile çalışan, birileri üç beş kuruşluk önlemleri alamayacak kadar canlarını hiçe saydığı için iş cinayetine kurban giden işçileri var. Atanamadığı, iş bulamadığı için intihar eden insanları, sokak ortasında kocaları tarafından infaz edilen kadınları var.

Öyle karanlık bir hayat düşünün ki; evleri sel yüzünden hasar gördüğü için barakada yaşayan bir aile var. Yol parası bulamadığı için ablasının düğününe gidememiş bir kardeş, yoksulluk yüzünden paylaşılamamış mutluluklar var bu ailede. Harç parasını biriktirmek için elinde daha fazla para kalsın diye inşatta yatan bir genç var. Sonu aynı biten bir başka hayat düşünün ki, o hayatta da, 20 yıl önce baba ölünce ekonomik zorluklar yüzünden Diyarbakır’dan İzmir’e göç etmiş bir aile var. Maddi sıkıntılar yüzünden üniversite eğitimini yarıda bırakmış bir ağabey, yine parasızlıktan yarıda bıraktığı üniversitesinden sonra okuma azmini yitirmeyip ikinci bir üniversite kazanan bir kardeş var. Harç parasını yatıramadığı için ikinci üniversitesini de dondurarak, inşaatlarda çalışıp para biriktiren bir genç var bu hayatta.

Ömer Çetin ve Nesih Taşkın’dır gün yüzü görülmemiş bu hayatların sahipleri ve bu yazının özneleri. Ömer Çetin, Muğla Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisi, 20 yaşında bir gençti. Ailesine maddi açıdan yardım edebilmek için yazları çeşitli işlerde çalışıyordu. Geçtiğimiz yaz da İstanbul Ataşehir’deki Rotary Lisesi’nin inşaatında çalışarak harç parasını çıkarmaya çalışıyordu. Ağrı’da yaşayan ailesinin yanına dönmeden 5–6 gün önce, inşaatta çalışırken dengesini kaybederek 4. kattan düşerek hayatını kaybetti. Nesih Taşkın ise Iğdır Üniversitesi’nde okurken harç parasını ödeyemediği için eğitimini yarıda bırakmıştı. Daha sonra tekrar sınava girerek Amasya

Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Elektrik Elektronik bölümünü kazandı. Ancak burada da harç parasını karşılayamayınca kaydını dondurarak ailesinin yanına döndü. Para biriktirip okuluna devam edebilmek için İzmir Büyükşehir Belediyesi binasının dış cephe boyama işlerini alan bir taşeron firmada işe girdi. Nesih Taşkın iş arkadaşı Mehmet Toprak ile birlikte çalışırken üzerinde bulundukları iskele yan yattı, buna rağmen çalışmaya devam eden işçiler iskelenin çelik halattan kurtulması sonucu 7. kattan aşağı düştüler. Ardından iskele de üzerlerine düştü. Kaldırıldıkları hastanede iki işçi de hayatını kaybetti. Aynı inşaatta birkaç gün önce benzer bir kaza meydana gelmiş buna rağmen gerekli önlemler alınmamıştı. Aslında bu insanların ve onlar gibi gecesi gündüzü belirsiz vardiyalarda emekleriyle kanlarını da satan birçoklarının en aydınlık gülümsemeleriyle umutlarını yeşerttiklerine eminim. Her adımda karartılmaya çalışılmış hayatlarına rağmen. Ne var ki artık onlar bir belediye binasının ve bir lisenin harcına karıldılar, önünden geçenlerin yüzlerini kaldırıp bakamayacakları utanç dolu, duvarından kan damlayan iki binanın. Şimdi asla onlar gibi gülemeyecek insanların resimleri İzmir’in bilboardlarında boy gösteriyor. “Taşerona hayır” sloganıyla seçim çalışmaları yapıyorlar. Hala birileri bütün okullar özelleştirilsin diye demeçler veriyor. Ve hala birileri kampüslerinin güvenli yollarında yürürken, zaten parasız okuyoruz, harçlar olmasa eğitim masrafları nasıl karşılanır diyebiliyor. Ölenle öldürenin, katille kurbanın karşılıklı ilişkisinde, onlar da bu hikâyenin diğer özneleri aslında. Bizler hala haberlerde, arkası insanın yüreğini sızlatan duygusal melodilerle bezenmiş şekilde bu gençlerin annelerinin gözyaşlarına bakıp üzülüyor, lanet edip bu düzene, hemen ardından bir diziyi izlemeye başlayıp unutuyorsak bu gençleri, karanlık daha sürecek demektir. Öyle bir gece ki bu aklımızın hayalimizin alamayacağı kadar kara... Kararacak daha. Tam da şimdi en zifiri deminde gecenin, artık güneşin altına elimizi koymanın zamanıdır belki de. Onu sırtlamanın hep birlikte ve yanıp, doğacak şafağın aydınlığında bir ışık olmanın.

Bizler hala haberlerde, arkası insanın yüreğini sızlatan duygusal melodilerle bezenmiş şekilde bu gençlerin annelerinin gözyaşlarına bakıp üzülüyor, lanet edip bu düzene, hemen ardından bir diziyi izlemeye başlayıp unutuyorsak bu gençleri, karanlık daha sürecek demektir. Öyle bir gece ki bu aklımızın hayalimizin alamayacağı kadar kara... Kararacak daha.

Nazım Ustaya saygıyla.... Sen yanmasan,

Ben yanmasam, Biz yanmasak,

Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…

İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru

13


Üniversitelerde öğrenci temsiliyeti ve ÖTK'ların güncel durumu 6 Ocak: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Öğrenci Konseyi başkanları ile Çankaya Köşkü'nde buluştu.

19 Ocak: YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Öğrenci Konseyi Başkanları ile Ankara'da buluştu. 24 Ocak: Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu Öğrenci Konseyi Başkanları ile CHP genel merkezinde buluştu. 27 Ocak: Başbakan Tayyip Erdoğan Öğrenci Konseyi Başkanları ile Erzurum'da buluştu.

Başbakanla birlikte sermaye düzeninin diğer temsilcileri özgürlük ve demokrasi söylemleri ile birlikte üniversitelerde ilerici ve devrimci öğrencilerin yıllardır sahip çıktığı “özerlik” gibi kavramların içini boşaltılmakta ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden kurmaktadırlar.

Sermaye devletinin temsilcilerinin öğrencilere ve ÖTK'lara yönelen ilgisi kamuoyunda geniş yankı buldu. Sözde öğrenci temsilcileriyle yapılan bu buluşmalara sokaklardan yanıt veren ve üniversitelilerin gerçek taleplerini dile getiren öğrenciler ise oynanan orta oyununu teşhir ettiler. Üniversitelerde öğrenci temsiliyeti bu toplantılar sebebiyle gündeme gelirken, öğrenci temsiliyeti ve ÖTK'ların güncel durumunu tartışmak bir ihtiyaç olmuştur. Bu kapsamda öncelikle üniversitelerin son dönemde yaşadığı değişim ve dönüşümleri incelemek faydalı olacaktır.

Bologna Süreci ve üniversitelerdeki dönüşümler

1999 yılında 29 Avrupa ülkesinin Bologna Bildirisi'ni imzalamasıyla başlayan Bologna Süreci'ne Türkiye de 2001 yılında dahil olmuştur. Bologna Süreci, sermaye düzeninin son temsilcisi olan ve emperyalistlere uşaklıkta kusur etmeyen AKP iktidarının üniversiteler üzerindeki politikalarının temel eksenini oluşturmaktadır. Üniversitelerin neo-liberal politikalar doğrultusunda dönüşmesinin ve eğitimin piyasaya açılmasının önünü açan Bologna Süreci'ne uyum kapsamında YÖK eliyle üniversitelerde bir dizi değişiklik yapılmaktadır. Öyle ki başbakan Erdoğan Türkiye'nin Bologna Süreci'ne katılan ülkeler arasında hedeflere en iyi uyum sağlayanlardan biri olması ile övünmektedir.

14

Bologna Süreci kapsamında üniversiteler sermayenin ihtiyaçları ve taleplerine göre şekillenirken bu dönüşümler “özerklik”, “çoğulcu temsiliyet”, “kalite” ve “verimlilik” gibi kavramlarla beslenmektedir. Başbakan'ın 4 Aralık'ta rektörlerle gerçekleştirdiği toplantının ardından yaptığı “Özgürlükçü üniversite inşa

etmenin mücadelesini veriyoruz” açıklaması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Başbakanla birlikte sermaye düzeninin diğer temsilcileri özgürlük ve demokrasi söylemleri ile birlikte üniversitelerde ilerici ve devrimci öğrencilerin yıllardır sahip çıktığı “özerlik” gibi kavramların içini boşaltılmakta ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden kurmaktadırlar.

Bologna Süreci üniversitelerin şirketler gibi doğrudan sermaye sahiplerince yönetilmesini önermektedir. YÖK ise bu talebe son yayınladığı raporlarında sıkça yer alan “özerklik” kavramı ile yanıt vermeye çalışıyor. Böylece üniversitelerin bağımsız hareket etmesi ve özerkleşmesi yolunda bir adım olarak “mali özerklik” vurgulanmaktadır. “Mali özerklik”ten kastedilen üniversitelerin kendi bütçelerini yaratan birer şirkete dönüşmesidir. Danışma kurulları, mütevelli heyeti gibi önerilerle ise üniversitelerin en geniş kesimlerin temsiliyeti ile yönetilmesi gerektiği belirtilmektedir. Böylelikle yerel yönetim, merkezi yönetim temsilcileri ile birlikte iş adamlarının, sanayi ve ticaret odası başkanlarının yönetime katılması hedeflenmektedir. Demokrasi adına göz boyayacak şekilde bu bileşenlerin içine sendika, meslek odası ve demokratik kitle örgütü temsilcileri de katılmaktadır.

YÖK'ün ÖTK'ları

Bologna Süreci'nde öğrenci temsiliyeti üzerinde de özellikle durulmaktadır. Bologna Süreci kapsamında 2001 yılında gerçekleşen ikinci toplantıda üç temel hedef belirlenmiştir. Bunlardan ikisi “Yaşam boyu öğrenimin teşvik edilmesi” ve “Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın cazip hale getirilmesi” olurken üçüncü hedef de “Öğrencilerin ve yükseköğretim kurumlarının sürece aktif katılımının sağlanması”dır. 2003 yılında yayınlanan “Avrupa Yükseköğretim Alanı Yolunda İlerlemeler Raporu”nda “Bologna Sürecinde Öğrencilerin Rolü” başlığı açılmış ve öğrenci temsiliyetinin önemi şöyle açıklanmıştır: “Senato/Konsey veya fakülte/bölüm seviyesinde katılım yoluyla Bologna taraf ülkeleri üniversitelerinin %63’ünde öğrenciler Bologna Süreci'ne resmi olarak dahil edilmiştir. Aynı eğilim Güneydoğu Avrupa’da Bologna Süreci'ne taraf olmayan ülkelerde de geçerlidir. ...Öğrenci temsilcileri bir taraftan Bologna reformları


ilkelerine dair büyük umutlar taşırken, diğer taraftan uygulama hakkında sert eleştiriler yapmaktadır. Öğrencilerin Bologna reformları ile ilgili müzakerelere katılımı özellikle yükseköğretimin sosyal boyutu ve yükseköğretimin bir kamu malı olarak vurgulanması konularında güçlüdür. Öğrenciler aynı zamanda öğrencimerkezli öğrenim, esnek öğrenim yolları ve erişim konuları üzerinde durmaktadır.”

Bologna Süreci'nin gereği olarak üniversitelerde öğrenci temsiliyetini gerçekleştirme görevini yerine getirmek için sermaye iktidarı 2002 tarihli “Üniversiteler Öğrenci Konseyi Yönetmeliği”ni iptal ederek 2005 yılında “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri Ve Yükseköğretim Kurumları Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği”ni yayınlamıştır. Yeni yönetmelikle öğrenci temsilcilerinde aranan kriterler arasında disiplin cezası almamış olması şartı korunurken, gençliğe politik bir tutumla “apolitik” olmayı pompalayan düzene uygun olarak “Siyasi parti organlarında üye veya görevli olmaması” şartı eklenmiştir. Ayrıca temsilcilerin üniversite yönetimine dair hiçbir organda oy hakkının olmaması ile ilgili maddeler Bologna Süreci'nin hedefleri ile çeliştiği için kaldırılmıştır. Bunun yerine “öğrencilerle yönetim organları arasında iletişimi geliştirmek”, “öğrencilerle ilgili konuların görüşülmesi sırasında akademik toplantılara katılmak” gibi daha yuvarlak tanımlamalar getirilmiştir. “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri Ve Yükseköğretim Kurumları Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği”nin gerçek hayattaki karşılığı, YÖK düzenine ters düşmeyecek, öğrenci temsilciliğini kariyer planlamasında artı bir puan olarak hesaplayan, çoğu zaman göstermelik seçimlerle belirlenen ve bu sebeplerle üniversite öğrencileri açısından hiçbir temsiliyeti olmayan “öğrenci temsilcileri” olmaktadır. Böylece sermaye düzeninin temsilcileri bu zararsız temsilcilerle toplantılar düzenlemekten çekinmemekte, Bologna Süreci'nin de gerektirdiği gibi rahatça (!) öğrencilerin taleplerini dinlemektedir. Başta da belirtildiği gibi üniversitelilerin gerçek taleplerini dile getiren öğrenciler oynanan bu

ortaoyununu bozarken üniversitelerde “söz, yetki, karar hakkı” talebini yükseltmişlerdir. “Söz, yetki, karar hakkı” talebinin gerçek karşılığı ise ODTÜ ÖTK deneyiminde görülmektedir.

Gerçek öğrenci temsiliyetinin örneği: ODTÜ ÖTK deneyimi

Gerçek bir özörgütlülük deneyimi olan ODTÜ ÖTK deneyimi Ocak 1976’dan 12 Eylül 1980’e kadar sürmüştür. ODTÜ-Der tarafından örgütlenen altı aylık boykotun kazanımlarından biri öğrenci temsiliyeti olmuş ve böylece ODTÜ-Der, ÖTK'ya dönüşmüştür. ODTÜ ÖTK deneyiminin bugünkü ÖTK'lardan farkı ve temel mantığı şöyle açıklanabilir:

“ODTÜ ÖTK'yı ODTÜ öğrencilerinin bir özörgütü haline getiren onun yasal yapısı değildi. ÖTK, her sınıftan bir kişinin seçilmesiyle oluşturulan temsilciliklere ve bunlar arasından seçilen 9 kişilik bir yönetime dayanmaktadır. Fakat ona asıl gücünü veren, birimlere dayanması ve birimlerin kitlesel katılımına dayalı karar alma sürecidir. Birimlere dayalı işleyiş ODTÜ ÖTK'nin sonrasında yaşayacağı saldırılara karşı da temel bir dayanak olmuştur. ÖTK'nın yöneticilerin tutuklanmasına ve ÖTK’nın yasadışı ilan edilmesine karşın kitleyle kurduğu güçlü bağ ve bu bağın oluşturduğu temsiliyet ÖTK'nın işleyişinin sürekliliğini sağlamıştır.” (Gençlik Hareketinin Sorunları, Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004, Başyazı)

ODTÜ ÖTK deneyiminin de gösterdiği gibi “öğrenci temsilciliği” üniversite öğrencilerinin örgütlü mücadelesinin bir kazanımı olmadıkça anlam ifade etmeyecektir. Bugün Bologna Süreci'nin gereği olarak öğrenci temsiliyetinin öne çıkarılması ve içinin boşaltılması ise üniversitelerde gerçek öğrenci temsiliyeti için verilecek mücadeleyi daha da acil kılmaktadır. Bu noktada üniversitelerimizde “söz, yetki, karar hakkı” ile öğrenci temsiliyeti için mücadele ederken ODTÜ ÖTK deneyiminin de gösterdiği gibi üniversite öğrencilerinin özörgütlülüğünü oluşturmanın olanaklarını zorlamalıyız. Üniversitelerde gerçek öğrenci temsiliyeti ancak bu doğrultuda gerçekleşecek meşrumilitan mücadele ile kazanılacaktır.

ODTÜ ÖTK'yı ODTÜ öğrencilerinin bir özörgütü haline getiren onun yasal yapısı değildi. ÖTK, her sınıftan bir kişinin seçilmesiyle oluşturulan temsilciliklere ve bunlar arasından seçilen 9 kişilik bir yönetime dayanmaktadır. Fakat ona asıl gücünü veren, birimlere dayanması ve birimlerin kitlesel katılımına dayalı karar alma

15


Bologna süreci ve Yüksek Öğretimin yönetimine dair gerici planlar Üniversiteler uzunca bir dönemdir büyük bir değişim sürecinden geçmektedir. Bu sürecin başlangıcı ‘70’lerde kapitalizmin girmiş olduğu krize dayanmaktadır. Krizden çıkabilmek için kapitalistler uyguladıkları neo-liberal politikalarla büyük bir rant alanı olarak gördükleri eğitimi ticarileştirmenin önünü açmış, bundan üniversiteler de nasibini almıştır.

YÖK’ün kurulmasının ardından sermayenin üniversite üzerinde artan tahakkümü gelinen aşamada bir hayli ilerlemiş, hatta üniversiteler birer ticarethaneye dönüşmüştür. Ancak bugün sermaye bununla yetinmemektedir. Üniversitelerin yönetimine dolaysız olarak talip olmak, böylece bilimi ve bilimsel araştırmayı tam anlamıyla kendi çıkarlarına göre kullanmak istemektedir.

Bu dönüşüm sadece mevcut eğitimin daha da paralı hale getirilmesiyle sınırlı kalmamıştır. Bir süredir üniversitenin yönetimine ilişkin tartışmalar da artmıştır. Medyanın da yakından takip ettiği bu tartışmalarda başı, çeşitli siyasetçilerden sermayedarlara kadar egemenler ve onların sözcüleri çekmektedir. Bu tartışmalar yürütülürken bir taraftan da, kimi zaman YÖK kimi zaman DB ve TUSİAD eliyle Bologna Süreci kapsamında yayınlanan metinler aracılığıyla dünyadaki çeşitli örnekler referans gösterilmekte, üniversite yönetimine dair taslaklar, kararnameler, öneriler sunulmaktadır.

Üniversitelere tepeden dayatılan bu “yönetişim” modellerinin, hangi ihtiyacın ürünü olduğu, arkalarında ne yönde bir değişim arzusunun olduğu, üniversiteleri kimlerin yönettiği ve gelecekte kimlerin yöneteceği vb. sorularının cevaplarını bugünden görmek, gençlik için elzem konulardan biridir. Türkiye’de üniversitelere sunulan, özellikle Bologna Süreci kapsamında daha da netleşmeye başlayan ve YÖK’ün 28 Eylül 2009 tarihinde bir taslak olarak da sunduğu ve birçok üniversitede hayata geçirmeye başladığı “Yüksek Eğitim Kurumlarında Danışma Kurulları Kurulması Hakkında Yönetmelik Taslağı”nda aslında üniversitelere dair yakın gelecekte nasıl bir “yönetişim modeli” öngörüldüğü gözlemlenebilmektedir

Sermayenin üniversite reçetesi: Bologna Bildirgesi

Bologna Süreci, üniversitelere dönük saldırının bugün için en kapsamlı olanıdır. Tarihine kısaca bakacak olursak 1998’de Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere gibi ülkelerin oluşturdukları Sorbonne Deklarasyonu'yla temelleri atılmıştır. Süreç olarak ise 19 Haziran 1999’da Bologna Bildirgesi'yle başlamıştır. Hedefinde eğitimi yeniden yapılandırma ve sermayenin geleceğini garanti altına alma, yaratılacak ortak müfredat, sağlanacak öğrenci ve akademisyen hareketliliğiyle birlikte ucuz işgücü yaratma ve üniversiteleri birer ticarethaneye çevirmek vardır.

16

Bu kapsamla birlikte Bologna Süreci’nin Türkiye’de üniversitelere dönük saldırılarının en önemli ayaklarından bir tanesi de üniversiteleri kimin veya kimlerin yöneteceğine dair çizilen yoldur. Süreç kapsamında getirilen eleştirilerin

başını özerklik ve bununla birlikte yönetişim sorunu çekiyor. Evet, bugün için Türkiye’deki üniversitelerde özerklikten bahsedemeyiz. Kaldı ki YÖK Strateji Belgesi’ne de yansıyan da bu olmuştur: “Daha önce değinilen OECD kurumsal özerklik ölçütlerine göre Türkiye’deki üniversitelerin özerklik düzeyi çok düşüktür. Meksika ve Hollanda’da üniversiteler sekiz ölçütten yedisi bakımından özerktir. OECD bu ölçüte göre ülkelerin aldığı puanı Danimarka’da 6, Norveç’te 5, Avusturya‘da 4,5, Kore’de 2,5, Japonya’da 1 olarak hesaplamıştır. Türkiye 1.5 puanla en düşük puanlı ülkeler arasında yer almaktadır.”( YÖK Strateji Belgesi, s. 47) Ancak burada özerklik derecelendirilirken kaçırılmaması gereken özerkliğin kriterleridir. OECD’nin özerklik kıstaslarının bir kaçına şöyle bir baktığımızda karşımıza mali ve idari özerklik çıkar. Özerklik tarifinde gayrimenkul ve diğer donanımların mülkiyetine sahip olabilmek, borçlanarak fon yaratabilmek, yaratılan kaynakları kendi amaçları doğrultusunda bağımsız harcayabilmek, öğrenci harçlarını belirleyebilmek vb. maddeler bulunmaktadır. Buradan görüleceği üzere OECD kıstasları özerkliği kabaca mali özerklik olarak tarifleyerek, üniversitelerden ekonomik anlamda devletten bağımsız, kendi kendisini döndürebilmesi istenmektedir. Bunun da temel koşulu elbette ki sermayeye bağlanmaktır.

Üniversitenin sermayeye açılan kapısı: Danışma Kurulları

YÖK’ün kurulmasının ardından sermayenin üniversite üzerinde artan tahakkümü gelinen aşamada bir hayli ilerlemiş, hatta üniversiteler birer ticarethaneye dönüşmüştür. Ancak bugün sermaye bununla yetinmemektedir. Üniversitelerin yönetimine dolaysız olarak talip olmak, böylece bilimi ve bilimsel araştırmayı tam anlamıyla kendi çıkarlarına göre kullanmak istemektedir. YÖK’ün bugün için sunduğu “Danışma Kurulları Taslağı” da bunun sadece ilk adımıdır. Ortaya atılan bu taslakta, YÖK bu taslağın Bologna Süreci kapsamında olduğunu beyan edip, “gerek akademik, gerek idari faaliyetler açısından yüksek ve sürdürülebilir kalitede hizmet için” olduğunu açıklamaktadır.

Üniversite yönetimine dair tariflenen model ise “yüksek öğretim kurumlarının dışındaki paydaşların da katılacağı “Danışma Kurulları”nın oluşturulması ve bunların ortak çalışma ilkesini belirlemek” olacaktır. Buraya kadar kullanılan cümleler kulağa hoş gelmektedir. Ancak kimlerdir bu paydaşlar? Can alıcı sorunun cevabı hemen taslağın devamındadır. Taslağın 6. maddesinde paydaşlar sıralanmaktadır ve en başında ise “o ildeki Sanayi ve Ticaret Odası


başkanları veya temsilcileri” vardır. Diğerleri ise Milli Eğitim Müdürü, Valiliğin belirleyeceği iki kurum müdürü, Emniyet de dahil, ilin belediye başkanı, sivil toplum örgütleri ve TMMOB’ye bağlı meslek odalarıdır. Görüleceği üzere sermaye eğitimi her kademesiyle paralılaştırmayla yetinmiyor, üniversitelerde yönetime de doğrudan talip olarak bilimi ve teknolojiyi doğrudan kendi tahakkümü altına almak istiyor. Danışma kurulları bunun sadece ilk adımıdır. Amaçlanan üniversite modeli ise mütevelli heyetleri ve şirket üniversiteleridir.

Mütevelli Heyetleri ve sermayenin üniversiteleri

Mütevelli heyetleri özellikle ABD’de “iş yönetim” mantığıyla uygulanmaktadır: “ 'İş Yönetimi Modeli' (ABD, Kanada) tümüyle üniversite dışından atanan üyelerden oluşabilir 'Yönetim Kurulu/ Mütevelli Heyeti' (Board of Trustees), bu kurul tarafından üniversite içinden veya dışından atanan, tam yetkili bir başkan (President) ve Yönetim Kurulu’nun onayı ile başkan tarafından üniversite içinden veya dışından atanan diğer yardımcılar ile akademik birim yöneticilerinden (dekan, bölüm başkanı vb.) oluşan güçlü dikey bir yönlendirici çekirdeği (strong steering core) bulunan bir modeldir. Bu modelde, akademik kurulların karar yetkileri oldukça sınırlı kalmaktadır. (Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi, s.25) Buradan da görüleceği üzere istenen üniversiteleri tüm imkanları ile tamamen sermayenin eline teslim etmektir.

Ülkemizde vakıf üniversitelerinde hemen hemen bu modele yakın bir “yönetişim” modeli uygulanmaktadır. Bu sayede üniversiteler tamamen bir şirket mantığıyla – ki zaten birçoğu şirket üniversitesidir- ve doğası gereği maksimum kar amacı güdülerek yönetilmektedir. Özellikle ülkemizdeki Sabancı Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, dünyada ise Charles Schwab Universitesi, McDonald’s Hamburger Universitesi, Disneyland Üniversitesi, Oracle Üniversitesi, University of Toyota ve General Electric’s Crotonville hem şirket üniversitesi ve hem de yönetim olarak da mütevelli heyetleriyle yönetilmesi bakımından örnek teşkil etmektedir. Gelinen aşamada coğrafyamızda hedeflenen, üniversitelerin birer şirket mantığıyla, doğrudan düzenin sahiplerinden oluşan mütevelli heyetleri vasıtasıyla yönetilmesidir. Son süreçte gerek başbakan-rektörler buluşmasının, gerek YÖK’ün adının ve ambleminin değiştirilmesi tartışmalarının ardında sermaye temsilcilerinden oluşacak yönetimlerin bir takım aracılara ihtiyaç duymadan üniversiteleri diledikleri gibi işletebilmeleri durmaktadır. Sermayenin sözcüsü AKP kadroları, açılışlarına gittikleri vakıf üniversitelerinde kafalarındaki üniversiteleri anlatmakta, vakıf üniversitelerine methiyeler düzmektedirler. Diğer bir taraftan ise YÖK başkanı Özcan yeni yapılacak anayasayla birlikte üniversite yönetim modeli olarak mütevelli heyeti tercihine yakın olduklarını belirtmiştir ve üniversiteleri illa akademisyen yönetecek diye bir kaide olamayacağını söylemiştir: “Türkiye'de rektörler illa profesör olacak diye bir şey var. Bu inanç yıkılmıyor. Akademi dışından bir insanın rektör olacağına kimse inanmıyor. Sanılıyor

ki akademisyen gelirse bir hikmet var. İşletme özellikleri olan bir insan gelse daha iyi idare edebilir. ABD'de birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var. En önemli işimiz şimdi bu. Rektörlük konusunu değiştiriyoruz. Yakın zamanda tamamlanacak çalışma ile artık seçim olmayacak. Bakın vakıf üniversitelerinde kavga çıkıyor mu? Mütevelli heyetinin istediği isim rektör oluyor. YÖK'ten sadece onay alınıyor.

Biz de devlet üniversitelerinde seçici bir kurul olsun istiyoruz. Bunu da yaratacağız. Adına seçici kurul denir, mütevelli heyeti denir. Ne derseniz deyin. Üniversite bu seçici kurulu kendisi yaratacak. İsterse sanayi odasından biri alınsın, isterse belediye başkanı veya sivil toplumdan isimler. Bu heyet rektörü belirlesin. Rektör adayı ile görüşecek, mülakata çağıracak. Adayın yönetim potansiyelini değerlendirecek. Üniversiteye katacaklarını şehre olan katkılarını değerlendirecek. Daha sonra da isim belirleyip bizden onay alacak… Rahmetli İhsan Doğramacı seçim sistemi geldi diye istifa etmişti, çok haklıymış. Acilen seçim sistemi kaldırılacak.” Açıktır ki, her an ve doğrudan şirketlerin ihtiyaçlarına göre hareket eden bir üniversite modeline bugün burjuvazi hiç olmadığı kadar yakındır. Günümüze değin eğitim paralılaştırılarak tüm yük öğrencilerin ve ailelerin omuzlarına yüklenmiş, ders müfredatları, çeşitli işbirlikleri ve eğitim programları ile eğitim içeriği şirketlerin ihtiyacına göre şekillenmiştir, diplomalardan çıkarılan unvanlar ve toplam mesleki yeterlilik düzenlemeleri ile üniversite mezunlarının çalışma koşulları güvencesizleştirilmiştir. Bunlar bugüne kadar sermayenin sözcülüğünü üstlenen YÖK ve rektörlükler aracılığıyla hayata geçirilirken, bugün artık burjuvazi doğrudan bulunacağı mütevelli heyetleri ile bu aracıları gereksiz hale getirmek istemektedir. Böylece tıpkı bir şirkette olduğu gibi, yasaların geçmesini beklemeden, dekanları ikna etmeden, üniversiteyi çeşitli işbirliklerine bağımlı hale getirmeden aldığı kararları bu kurullardan doğrudan hayata geçirecek üniversiteler ile arasında hiçbir aracı bırakmayacaktır. Bu haliyle üniversiteleri sermayenin AR-GE büroları haline getirmek için dev bir adım atmış olacaktır.

Gelinen aşamada YÖK'ün, sermaye cephesi ve onun temsilcisi AKP hükümetinin üniversitelerin kaderine dair planları nettir. Bu noktadan sonra gençlik bu kapsamlı saldırı dalgasını püskürtebilmek için ne yapması gerektiğini belirlemelidir. Önceliğimiz elbette ki birleşik ve militan bir mücadele hattı olmalıdır.

Saldırıları birleşik ve militan bir mücadeleyle karşılayalım!

Gelinen aşamada YÖK'ün, sermaye cephesi ve onun temsilcisi AKP hükümetinin üniversitelerin kaderine dair planları nettir. Bu noktadan sonra gençlik bu kapsamlı saldırı dalgasını püskürtebilmek için ne yapması gerektiğini belirlemelidir. Önceliğimiz elbette ki birleşik ve militan bir mücadele hattı olmalıdır. Herhangi bir siyasal özne tek başına bu saldırıyı ne durdurabilir ne de geriletebilir. Hatta görünen o ki toplumun tüm kesimlerinin desteğini almadan bile bunun başarılması güçtür.

Diğer bir yandan ise gençlik nasıl bir üniversite istediğini bugünden açık bir şekilde dile getirebilmeli, söz-yetki-karar hakkını daha genel anlamda ise “özerk-demokratik üniversite” talebi etrafında kitleleri toparlayabilmelidir. Bu kapsamda atılacak her adım, yürünecek her yol gençliğin gelecek ve özgürlük mücadelesinin sesi soluğu olacaktır.

17


“Özerk-demokratik üniversite” talebi üzerine düşünceler Geçtiğimiz dönem gençlik hareketi açısından hareketli bir süreç yaşandı. Bu süreçte tartışılan talep “özerk-demokratik üniversite” idi. Burada bu talep üzerine yapılan tartışmalara ilişkin cevap üretmeye çalışacağız.

Komünistler, “özerk-

demokratik üniversite”

talebini demokrasi sorununa ilişkin ilkesel yaklaşımları temelinde kavrarlar. Bu ölçüde de

“Özerk-demokratik üniversite” talebini kendi

içerisinde amaçlaştırmazlar, amaçlaştırmadıkları gibi küçümsemezler de. Çünkü sorun ekonomik, akademik, demokratik taleplerin kapitalizm koşullarında gerçekleşme imkanı değil, bu temel talep doğrultusunda gençlik yığınlarını mücadeleye kazanmak ve devrimcileştirmektir. Bu ölçüde de “özerkdemokratik üniversite” devrimci mücdelenin yan ürünü olur.

18

Üniversitenin özerkliğinin ve demokratlığının ne olduğuna geçmeden kısaca üniversite nedir diye başlayalım. Üniversite kavramının ortaya çıkışı ne zamana denk gelmiştir? Ortaçağ döneminde, kilisenin denetiminde dönemin ihtiyaçlarına uygun ideoloji üretmek, ortaçağdaki düşünsel yaklaşımın ve toplumsal yaşamın meşrulaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlamak için üniversiteler kurulmuştur. Dün olduğu gibi bugün de üniversiteler egemen sınıfın hakimiyetinde, egemen sınıfın ihtiyaçlarını giderme hedefiyle varlıklarını sürdürmektedirler. İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemde üniversiteler burjuva sınıfın hizmetindedir. Sermayenin tahakkümündeki üniversiteler, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda insan yetiştiren, “bilim” ve teknoloji üreten alanlardır.

Üniversiteler, sermayenin tahakkümü altındayken özerklik nasıl sağlanabilir? İddia edildiği gibi kapitalizm koşullarında özerklik imkansız mıdır? Son süreçteki sermayenin “mali özerklik” tartışması bizlerin bu talebi yükseltmesinin önünde engel midir? Sermaye diktatörlüğü altında, 12 Eylül’ün mirası YÖK’ün gölgesinde üniversiteleri demokratikleşme şansı var mıdır? “Özerk-demokratik üniversite” talebine ilişkin dar yaklaşımlar mücadele perspektifine de yansıyor. “‘Özerk-demokratik üniversite’ istemi, burjuva demokratik bir siyasal reform istemidir. Siyasal reform istemlerini de elbette devrimci bir tarzda ele almak ve devrim mücadelesine bağlamak gerekir. Burası açık. Fakat bu bize bu istemin, “özerkdemokratik üniversite” isteminin, ancak ve yalnızca devrim öncesi için bir anlam taşıdığını bir an bile unutturmamalıdır. Bu istemin kendi doğası, burjuvazinin egemenliğini varsaymaktadır. “Özerklik” istemi

Z.İnanç

burjuvaziye karşı, onun kaba, keyfi müdahalelerine karşı bir anlam taşır. Burjuva egemenliği devrildiği andan itibaren, bu istem bütün tarihseltoplumsal anlamını yitirir. “Özerk-demokratik üniversite” yerini, özgür ve sosyalist üniversiteye bırakır ki, bu ikincisi birincisinden nitelik olarak bütünüyle farklıdır. Birincisi özerk-demokratik üniversite, sermaye egemenliği koşullarında, üniversitenin burjuva anlamda olabileceği en ideal demokratik biçim iken, ikincisi proletaryanın iktidarını ve sosyalist bir düzeni önkoşar.” (Devrim Gençlik Hareketi, II-Yeni dönem gençlik hareketi, Eksen Yayıncılık, 2. Basım, syf 52-53) Siyasal gençlik örgütleri ideolojik-programatik çizgileri, reform-devrim ilişkisine bakışlarını da belirliyor. Bu ölçüde “Özerk-demokratik üniversite” talebine yaklaşımlarında da farklılıklar oluşuyor.

“…demokratik haklar mücadelesine küçümseyici yaklaşım nereden kaynaklanıyor? Bu doğrudan demokrasi/sosyalizm, reform/devrim ilişkisinin doğru ele alınamayışı ile ilgilidir. Küçük burjuva demokratizmine tepkinin de bir ürünü olarak, demokrasi ile sosyalizm sorunu karşı karşıya konulabilmektedir. Açıktır ki, küçük burjuva demokrasisinin ufku “siyasal demokrasi”yi elde etmekle sınırlıdır. Bu temelde onun “özerk-demokratik üniversite” istemini temel bir şiar haline getirmesinde ve bunu gençlik yığınlarının önüne temel bir mücadele platformu olarak koymasında anlaşılamayacak bir şey yoktur. Onların temel yanılgıları kendi perspektifleri ile ilgilidir ve bizim eleştirimiz de tam da bu noktadadır. Fakat bu perspektifi eleştirmek hiçbir biçimde “özerk-demokratik üniversite” istemini küçümsemeyi, ondan uzak durmayı getirmemelidir. Bu tersinden vahim ve budalaca bir hatanın ifadesi olur. Tüm sorun bu mücadeleyi daha geniş bir perspektife oturtabilmek, yani devrimci bir tarzda formüle edebilmektedir.” (Devrimci Gençlik Hareketi, Demokrasi mücadelesi ve “özerkdemokratik üniversite” şiarı, Eksen Yayıncılık,


2. Basım, syf 160-161)

Komünistler, “özerk-demokratik üniversite” talebini demokrasi sorununa ilişkin ilkesel yaklaşımları temelinde kavrarlar. Bu ölçüde de “Özerk-demokratik üniversite” talebini kendi içerisinde amaçlaştırmazlar, amaçlaştırmadıkları gibi küçümsemezler de. Çünkü sorun ekonomik, akademik, demokratik taleplerin kapitalizm koşullarında gerçekleşme imkanı değil, bu temel talep doğrultusunda gençlik yığınlarını mücadeleye kazanmak ve devrimcileştirmektir. Bu ölçüde de “özerk-demokratik üniversite” devrimci mücdelenin yan ürünü olur.

Özerk üniversite üzerine…

Sermaye sözcüleri üniversiteleri özerkleştirmeye çalıştıkları iddiasındalar. Bu söylemi gerekçe gösteren bazı siyasal gençlik örgütleri de, “Özerk-üniversite” talebinin değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak bu savunuda unutulan bir nokta var: Sermayenin özerk üniversitesi gençliğin özerk üniversite talebinden içerik ve biçim olarak apayrı bir gerçeği ifade ediyor. Sermaye birçok durumda olduğu gibi bu talepte de kavram kargaşası yaratıyor. Bu durumda yapılması gereken talepten vazgeçmek değil, iki ayrı talep arasındaki ayrımları anlatabilmektir. Sermayenin bahsettiği “özerklik” mali özerkliktir. Üniversiteler, “mali özerklik” yoluyla döner sermayelerini oluşturup ihtiyaçlarını karşılamak zorunda bırakılacaktır. Sermayenin kaygısı üniversitelerin veya bilimsel araştırmaların özerkleştirilmesi değil, eğitimi tümden özelleştirmektir.

Üniversitelerin döner sermayelerini oluşturmak zorunda kalması ne demektir? Kapitalizm koşullarında paralı eğitimin boyutlanması, üniversite-sermaye işbirliğinin güçlenmek zorunda kalmasıdır. Üniversitelerin sermayenin kucağına oturmak zorunda kalmasıdır. Zaten teknopark, teknokent, KOSGEB, Ar-Ge adı altında üniversiteler şimdiden sermayenin hizmetindedir. Üniversitelerde, sütten savaş sanayine kadar birçok alanda araştırmalar yapılıyor ve böylelikle temel giderlerin büyük bölümü karşılanıyor. Ancak sermaye ve hükümet daha da ileri giderek, kurulmuş bu ilişkiyi kurumsallaştırmak istemektedir. Nasıl ki eğitim kişinin kendi kişisel sorumluluğu olarak görülüyorsa, üniversiteler de “kaderlerine” terk edilmektedir.

Gençlik açısından ise özerklik, sermaye sınıfının her türlü tahakkümünden bağımsız olarak üniversitelerin gençliğin ve emekçilerin yönetimine bırakılmasıdır. Doğal olarak da böyle bir üniversite, sermayeyi üniversitelerden dışlamayı gerektirir. Bununla birlikte ise tüm eğitim giderlerinin kamu kaynaklarından karşılanmasını bir kural haline getirir. Dolayısıyla sermayenin “mali özerklik” adı altında üniversiteleri özelleştirme planı karşısında, gençlik üniversite eğitiminin kamu fonlarıyla finanse edildiği, parasız bir kamu hizmeti olarak verildiği bir üniversite ister. Bu da tarafların özerkliğe birbirine zıt anlamlar yüklediği anlamına gelir.

Düzenin “demokratik üniversite”leri

Sermayenin sözde özerk ve demokratik üniversite projeleri içerisinde kafa karıştıran bir başka hamle ise YÖK’ün kaldırılmasıdır. Plana

göre YÖK kaldırılacak ve yerine de mütevelli heyetleri işbaşına gelecektir. Bu bir düzenbazlık örneğidir. Çünkü YÖK böylelikle bir temel misyonunu gerçekleştirmiş olmaktadır. Çünkü YÖK, 12 Eylül darbesinin ardısıra baskıcı, faşist uygulamaları ile karşımıza çıkmış olsa da onun diğer bir misyonu da, sermayenin ekonomik ihtiyaçları doğrultusunda üniversiteleri ve eğitimi yapılandırmaktır. YÖK'ün mütevelli heyetleriyle yer değiştirmesi, sermayenin üniversiteler üzerindeki denetimini artıracak en iyi biçimin hayata geçirilmesidir.

Diğer taraftan üniversitelerde anti-demokratik uygulamalar yoğunlaşarak devam ediyor. Polisin yetkisi arttırılıyor, üniversitelerde karakollar kuruluyor. Siyasal faaliyet yasaklanıyor, saldırılara uğruyor. Hakkını arayan, sözünü söyleyen öğrenciler soruşturmalara maruz kalıyor, üniversitelerden uzaklaştırılıyor, eğitim hakları gasp ediliyor. Geçtiğimiz dönem yaşanan hareketlilik sürecinde uygulanan polis terörü, İstanbul Üniversitesi’nde uygulanan OHAL, açılan yüzlerce soruşturma, öğrencilerin tutuklanması ile öğrenci gençliğin örgütlenme ve hak arama mücadelesi sindirilmeye, yok edilmeye çalışılıyor. Akademisyenler de üniversitelerde söz hakkına sahip olmaktan mahrumlardır. YÖK’ün üniversitelerdeki eli rektörlerin seçimine akademik kadronun küçük bir kısmı katılabilmektedir. Kaldı ki bu da düzmece bir seçimdir. Son söz YÖK tarafından söylenmektedir. Düşüncelerini ifade eden, hakkını arayan öğretim üyelerinin atamaları durduruluyor, soruşturmalarla, cezalarla karşı karşıya kalıyorlar. Üniversite emekçileri bu göstermelik haklardan dahi yoksundurlar. Örgütlenme haklarına parvasızca saldırılıyor.

Komünistler, üniversitenin demokratik olmasını tüm üniversite bileşenlerinin yani öğrencilerin, öğretim üyelerinin ve üniversite emekçilerinin üniversite yönetiminde söz sahibi olması olarak tanımlarlar. Üniversitelerin demokratikleşmesi için ise YÖK’e ve YÖK düzenine karşı bir mücadele hattı oluşturmalıyız. Sermaye sözcülerinin, şirketlerin üniversite yönetimlerinde söz hakkına sahip olacakları düzenlemeleri çöpe atmalıyız. Üniversitelerin asli bileşenleri söz, eylem ve örgütlenme hakkı bilinciyle, birlikte hareket ettiklerinde üniversiteler özgürleştirilebilir.

Komünistler, üniversitenin demokratik olmasını tüm üniversite bileşenlerinin yani öğrencilerin, öğretim üyelerinin ve üniversite emekçilerinin üniversite yönetiminde söz sahibi olması olarak tanımlarlar. Üniversitelerin demokratikleşmesi için ise YÖK’e ve YÖK düzenine karşı bir mücadele hattı oluşturmalıyız. Sermaye sözcülerinin, şirketlerin üniversite yönetimlerinde söz hakkına sahip olacakları düzenlemeleri çöpe atmalıyız. Üniversitelerin asli bileşenleri söz, eylem ve örgütlenme hakkı bilinciyle, birlikte hareket ettiklerinde üniversiteler özgürleştirilebilir.

19


Ge kitle ça

Kitle çalışmasında asgari bir başarı sağlanmasında dinamizm ve tempo sorunu belirleyici bir yerde duruyor. Belli özel durumlar veya dönemler dışında, alanda politik bir rüzgâr estirilebilmesi çalışmanın temposuyla doğru orantılı oluyor çoğu zaman. Kitleleri kuşatan, onları politik ablukaya alan ve organik temasların kurulabileceği kanallar açan bir çalışmanın temposu ne kadar yüksek olursa etkileme gücü de o kadar yüksek olacaktır. Zira Genç komünistler olarak varlığımızı gösterdiğimiz tüm alanlarda şu kitlelerin yaşadığı güven veya bu düzeyde bir kitle çalışması yürütüyoruz/yürütmeye çalışıyoruz. sorununun aşılması ancak bu Toplamında henüz istediğimiz düzeyi, daha doğru bir ifadeyle, çeşitli vesilelerle ortaya koyduğumuz ihtiyaçlara yanıt verebilen bir düzeyi sayede mümkün olacaktır. yakalayamayan kitle çalışmamız, her alanda kendine özgü sorunlarla karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki, ne tek tek alanlarımızın ne de çalışmamızın Kaldı ki bu, çalışmanın ortaya toplamının yaşadığı sorunlara çare olabilecek hazır reçeteler var elimizde. koyacağı iddia ile de dolaysız Zira öznel ve nesnel koşullara bağlı olarak değişebilen sorunların çözümü de aynı koşulların etkisi altında şekilleniyor. olarak bağlantılıdır. Özcesi, Buna rağmen kitle çalışmamızın sorunlarını tartışmak, çözüm önerileri sunmak ve tabi ki bunları pratikte sınamak önemli. Komünist hareketin tempolu bir çalışma, doğal yazınında konunun çeşitli yönleriyle birçok kez işlenmesine, gençlik yayınında bir sonuç olarak iddianızın ise tartışmanın özel olarak alan özgülünde sahip olduğu öneme defalarca vurgu yapılmış olmasına rağmen burada tekrar gündemleştiriliyor olması, sözkonusu büyüklüğünü de göze sorunun hala karşımızda duruyor olduğuna bir işaret sayılabilir. Kitle çalışmasında yaşadığımız sorunlara asgari bir çözüm üretemediğimiz koşullarda, tekrara düşmek batıracak, bu da pahasına da olsa, bu sorunların tariflenmesini ve çözüm yolu tartışmalarını özel bir kitlelere güven başlık olarak gündemimizde tutmaya devam edeceğiz. Konumuzun kendisini tartışmaya açmadan önce bir noktayı belirtmek gerekiyor. Bu vermede ve onların yazı, çalışmamızın sorunlarını genel planda ele alacak, yer yer tekil ve tali görülebilen noktalara değinmeye çalışacak olsa da “üstten bir yazı” olma akıbetinden güvenini kazanmada kurtulamayacaktır. Bundan ötürü de bir takım detayların aydınlatılmasında veya önemli bir etken genelleştirilemeyen bazı özgün sorunların çözülebilmesinde yeterli olmayabilir. Bu yetersizliğinin giderilebileceği tek koşul da çalışmayı omuzlayan güçlerin konunun hem olacaktır. genel hatları hem de kendi deneyimleri üzerinden irdelenmesi yönünde bir çaba içerisine girmeleri, mümkün olduğu koşullarda bu çabanın sonuçlarını derleyerek bir yazı haline getirmeleri ve bunu da yayın üzerinden paylaşıma açmaları olabilir. Böyle olduğu takdirde konu yaşanmışlıkların ve somut deneyimlerin üzerinden bizzat muhatapları tarafından tartışılmış olur ve muhataplarından gelecek tüm paylaşımlar birleştiğinde eksiklikler kapatılabilir, konunun yarım kalan yanları tamamlanabilir. Tartışmaların yazılı biçimler ile sürmesi gelecekte de bir olanağa dönüşecek, ileride konu ile ilgili yapılacak tartışmalar için anlamlı bir kaynak olacaktır. Bir kez daha kitle çalışmamızın sorunlarının tartışılmasının aciliyetine, sorunun kolektif bir tartışma sürecine konu edilebilmesinin önemine, tüm güçlerimizin tartışmanın bir parçası olabilmesinin yakıcılığına ve eldeki yazının bu açıdan içereceği olası eksikliklere değindikten sonra konuyu tartışmaya açabiliriz.

Kitle çalışması ve politika sorunu

20

Yarattığı etki ve sonuçları bakımından verimli sayılabilecek bir kitle çalışması yürütebilmenin ön koşulu alana hakim olmaktan geçmektedir. Bu yalnızca alanın fiziki yapısıyla da sınırlı değildir. Alana politik olarak hakim olmak demek, fiziki bilgilerin yanısıra alanın politik anlamı ve atmosferi, mücadelede, özel olarak da gençlik hareketinde tuttuğu yer, alan çalışmasının politik kapsamı, genel ve dönemsel hedefler gibi konularda da bir açıklığa sahip olmak demektir. Tüm bunlar olmaksızın yürütülecek çalışmanın bir ayağı havada kalacaktır. Konuyla ilgili olarak herhangi bir taşra üniversitesi ile ODTÜ gibi bir üniversite örnek alınabilir. Herhangi bir taşra üniversitesinden yükseltilecek mücadele anlamlı ve önemli olsa da hareket içerisinde ODTÜ gibi merkez bir rol oynayamayacağı açıktır. Taşra üniversitelerinin tüm önemine karşın ODTÜ gibi bir üniversitede yaşanacak her gelişme gençlik hareketinde daha büyük bir etki yaratacak, deyim yerindeyse hareketin rengini belirleyecektir. İşte alanlar arasındaki bu politik ayrım, çalışmaların güncel hedeflerini, bunun pratik karşılığı olacak yol ve yöntemleri de farklılaştırmaktadır. Alana yönelik olarak ifade ettiğimiz hakimiyet sorunu çalışmasının kendisi için de büyük bir öneme sahiptir. Alana dair edinilen bilgilere yaslanarak özgün politika belirleyebilmek politik açıdan olmazsa olmaz bir yerde duruyor. “Güç olmadan


ençlik içinde alışması üzerine politika yapılamaz” karşı önermesinin tüm basıncına karşın, politika yapmadan güç olunamayacağı açıkça ortadadır. Gençlik çalışmamızın yakın dönemki seyri bir kez daha bu duruma işaret etmektedir. Zira biz kitlesellik ölçütlerinden çok, politik niteliğimiz vesilesiyle gençlik hareketi içerisinde yer tutmuş oluyoruz. Bizim için güç olmak, bir anlamda, politika yapabilme kapasitesi ile eşdeğerdir. Kitle çalışmamıza da bu gerçeğin aynasından bakabilmek gerekiyor. Bu aynadan yansıyansa verimli, güç ve olanakların sonuçsuz kalacak bir pratik koşturmaca içerisinde heba edilmediği bir kitle çalışması için güncel ve gerçekliğe uygun politika belirlenmesi ile bunu belirleyebilmenin zorunlu koşulu olarak alan üzerindeki politik hakimiyetin önemi oluyor. İlk elden politika sorunun çözüldüğü koşullarda geriye, bu politikalara uygun araç ve yöntemlerin (materyal, etkinlik vb.) belirlenmesi ve bunların pratikleştirilmesine kalıyor.

Tempolu bir çalışma tarzı ve propaganda çalışması

Kitle çalışmasında asgari bir başarı sağlanmasında dinamizm ve tempo sorunu belirleyici bir yerde duruyor. Belli özel durumlar veya dönemler dışında, alanda politik bir rüzgâr estirilebilmesi çalışmanın temposuyla doğru orantılı oluyor çoğu zaman. Kitleleri kuşatan, onları politik ablukaya alan ve organik temasların kurulabileceği kanallar açan bir çalışmanın temposu ne kadar yüksek olursa etkileme gücü de o kadar yüksek olacaktır. Zira kitlelerin yaşadığı güven sorununun aşılması ancak bu sayede mümkün olacaktır. Kaldı ki bu, çalışmanın ortaya koyacağı iddia ile de dolaysız olarak bağlantılıdır. Özcesi, tempolu bir çalışma, doğal bir sonuç olarak iddianızın büyüklüğünü de göze batıracak, bu da kitlelere güven vermede ve onların güvenini kazanmada önemli bir etken olacaktır. Tam da burada ajitasyon-propaganda faaliyetinin önemini vurgulamak gerekiyor. Kitlelerin etrafına politikalarınızla yükselen bir çeper örebilmeniz ajitasyon ve propaganda faaliyetinizin düzeyi ve sürekliliği ile ilgilidir. Bir öğrencinin kafasını her çevirdiği yerde size dair bir şeyler görmesi ya da duyması veya üniversite içinde zaman tükettiği hemen her

alanda sizi ısrarla bir şeyler anlatırken görmesi, kişinin hafızasındaki yerinizi sürekli tazelemeniz demek olacaktır. Bu sayede, bugün olmasa bile kendi geleceği ve özgürlüğü için bir şeyler yapmaya doğru yöneldiği ilk anda üzerinde ciddi bir etki sahibi olmuş olacaksınız. Bu, sermaye diktatörlüğü altında ezilen gençlik kesimleri harekete geçtiği zaman daha yakıcı olarak hissedilecek önderlik misyonunun hayata geçirilmesinde önemli bir avantaj olacaktır. Elbette ki propaganda çalışmasının işlevi bununla sınırlı değildir. Propaganda yalnızca geleceğe yatırım için yapılamaz. Gelecek yatırımı işin yalnızca bir yönü ve uzun vadede karşılık bulacak kurgusudur. Propaganda çalışmasının güncel içeriği alanın politize edilmesi olarak tariflenebilir. Alanda, itiş gücü kitlelerin harekete geçirilmesi için kullanılacak politik bir rüzgar estirebilmek, yaygın ve süreklileştirilmiş bir ajitasyon-propaganda faaliyeti ile mümkün olmaktadır. Böylesi bir propaganda çalışması, kimi zaman, alana politik olarak ağırlık koyabilmenin ve etki yaratabilmenin vesilesi olabilmektedir. Burada ajitasyon-propaganda çalışmasıyla ilgili birkaç noktaya değinmekte fayda var. Bunlardan ilki, ajitasyon-propaganda faaliyetinin kitle çalışmasının yalnızca alt bir başlığı olduğunu unutmamaktır. Tersi durumda, yani çalışmanın ajitasyon-propaganda kısmına gerektiğinden fazla bir anlam ve misyon yüklendiği durumda, tüm çalışmanın ölçütü bu alt başlığın yaratacağı sonuçlar üzerinden hesaplanmaktadır. Böyle olacağı ön kabulü ile de buraya özel bir ilgi duyulmakta ve olağandan fazla enerji harcanmaktadır. Bunun kaçınılmaz sonucu da “materyal kullanımına sıkışan çalışma” türünden değerlendirme ve şikayetlerin sıkça duyulur olmasıdır. Oysa propaganda çalışması ve bu çalışmada

Kitle çalışmasında asgari bir başarı sağlanmasında dinamizm ve tempo sorunu belirleyici bir yerde duruyor. Belli özel durumlar veya dönemler dışında, alanda politik bir rüzgâr estirilebilmesi çalışmanın temposuyla doğru orantılı oluyor çoğu zaman. Kitleleri kuşatan, onları politik ablukaya alan ve organik temasların kurulabileceği kanallar açan bir çalışmanın temposu ne kadar yüksek olursa etkileme gücü de o kadar yüksek olacaktır.

21


Örgütlenme sorunu üzerinden bir başka noktaya daha vurgu yapmak gerekiyor. Açık ki bugün gençlik kitleleri politik yönelimlerden veya politik etkilenmeden doğru harekete geçmiyor. Harekete geçen kitle üzerinde bunun önemli bir payı vardır kuşkusuz ancak bugün için asıl belirleyici nokta sosyal ya da siyasal olarak doğrudan kurulan ilişkiler oluyor.

22

kullanılacak materyallerin durumu çalışmanın toplam kurgusu ve hedefleri ile bir bütünlüğe sahip olabilmelidir. Örneğin araçlarından biri anket olan bir çalışmada kitlelerle temas noktaları özel yüklenme alanları olacaksa ve buralarda birebir ilişki kurulması ve ilişkilerin güçlendirilmesi hedefleniyorsa araç olarak tanımlanan o anketler de bu hedefe uygun bir biçimde kullanılmalıdır. Böylesi bir kurguyla yürütülen çalışmada yapılan anketin sayısından çok birlikte çay içilip sohbet edilen, yani doğrudan ilişki kurulan insan sayısına çubuk bükülebilir. Tersinden, propagandayı esas alan bir çalışma kurgusunda da kullanılan afiş ve bildiri sayısı büyük bir önem taşımaktadır. Kısacası, ajitasyonpropaganda çalışması belli bir kalıba dökülmemeli, alanın durumuna, güçlerimizin tablosuna ve çalışmanın hedeflerine uygun olarak planlanmış bir alt başlık olarak ele alınmalıdır. Diğer bir önemli nokta ise, propaganda çalışmasının yeni ilişkilerin harekete geçirilmesinde önemli bir olanak olduğudur. Bir biçimde ilişki kurulan ve mücadeleye katılmaları sağlanmaya çalışılan taze güçlerin kalıcılaşmasında bu faaliyetin önemli bir işlevi olabilir. Kişinin durumunu gözeten, fakat onu hep ileri çekmeye çalışan bir çaba ile ajitasyonpropaganda çalışmasına katabilmek aradaki ilişki düzeyini iki taraf için de güçlendiren bir işlev görecektir. Kişinin emek harcadığı bir çalışmayı daha çok sahiplenecek olması gibi bu konuda alacağı ileri ya da geri tutumlar durumun bizim cephemizden de netleşmesine ve tanımın daha sağlıklı yapılabilmesine yarayacaktır.

Kitle çalışması ve örgütlenme sorunu

Örgütlenme ayağı kitle çalışmamızın en sorunlu yanı durumunda bugün. Kitle çalışmasına dair buraya kadar söylediklerimizde küçümsenmeyecek bir düzey yakalayabilmiş olsak da iş örgütlenmeye gelince istediğimiz sonuçları alamıyoruz. Bunun bizi aşan yanları da var kuşkusuz. Yine de sorunun bizden kaynaklanan kısmını tartışabilmek ve çözülmesi yönünde daha hızlı adımlar atabilmek büyük bir önem teşkil ediyor. Bir çalışma faaliyetinin en son ve en önemli ayağı, sonucu değerlendirme noktasında en belirleyici noktası örgütlenmedir. Çünkü yapılan propaganda ve kitle çalışmasının sonucunda örgütlenme noktasında alınan mesafe başarının düzeyini gösterir. Diğer türlü başarılı olduğumuz diğer iki ayağı ne kadar iyi yapmaya devam edersek edelim yaptığımız işler, ortaya koyduğumuz çaba sonuçsuz kalmaktadır. Bu sorunun çözümü de kalıplaşmış bir takım formüllerle olmuyor maalesef. Yine alana, hatta kişiye özgü durumları gözden kaçırmamak gerekiyor. Çözüm de sorunla yüz yüze kalan güçlerin ve bu güçlerin kolektif iradesini

yansıtan ilgili örgütlerin elinde oluyor doğal olarak. Kişinin ya da kitlelerin ilgi ve yeteneklerini belirlemek ve buna göre bir ilişki kurmak tümüyle kişinin/örgütün tespit ve yönelimlerine kalıyor. Buradan ifade edeceğimiz şeyler ise daha çok sorunu genel planda kesen birkaç nokta olacaktır. Örgütlenmenin ilk ayağı politik tutum ve faaliyetten geçiyor. Alandaki güçlü politik varlığınız, hareketliliği ile göze batan çalışmanız, çalışmayı yürüten güçlerin buna uygun bir tutum içerisinde olmaları kitlelerin ilgisini üzerinize çekecektir. Bu bugün için daha dar bir kesimle, sola ya da sosyalizme sempati duyan kesim üzerinde yaratılacak etki ile sınırlanabilir. Bugün için bunun anlaşılır yanları olacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki bu da, örgütlenme sorununa gündelik çözümler getirmenin yanında, yarının kitlesel gençlik hareketinin önderliğinde de önemli bir rol oynayacaktır. Örgütlenme sorunu üzerinden bir başka noktaya daha vurgu yapmak gerekiyor. Açık ki bugün gençlik kitleleri politik yönelimlerden veya politik etkilenmeden doğru harekete geçmiyor. Harekete geçen kitle üzerinde bunun önemli bir payı vardır kuşkusuz ancak bugün için asıl belirleyici nokta sosyal ya da siyasal olarak doğrudan kurulan ilişkiler oluyor. Gençlik hareketinin yüzünü yükselişe döndüğü yönünde yaptığımız değerlendirmelerin çıkış noktası olan son dönemin gençlik eylemleri bunu tüm açıklığı ile gösteriyor. Bu da her şeyden önce kitlelerle birebir ilişki kurulabilecek kanalların açılması gerektiğine işaret ediyor. Propaganda çalışmasında bu noktaya dikkat edilmesi gerektiğini belirtmiştik. Bundan ayrı olarak kişinin kendini ifade edebileceği, tartışabileceği ve cevap alabileceği zeminler yaratmak gerekiyor. Bunun bir okur toplantısı mı, belli bir gündem üzerinden örgütlenmiş bir forum mu ya da başka biçimlerde kurgulanan herhangi bir etkinlik mi olacağı alana göre değişkenlik gösterebilir. Ancak önemli nokta böyle bir zeminin tüm alanlarda yaratılabilmesi oluyor. Birebir ilişkilerin diğer biçimi sosyal olarak kurulan ilişkiler oluyor. Her şeyden önce sosyal ilişkinin sıradan ilişki ile aynı şey olmadığı söylemek gerekiyor. Sıradan ilişkiler daha çok devrimcilik öncesi yaşamdan kalan arkadaşlık ilişkileri veya aile bağları olurken sosyal ilişkiler, tüm esnekliğine rağmen, politik yaşamda bir vesile ile kurulmuş ilişkilerdir. Tanımlardaki bu basit ayrımı en başta yapmak kişiler üzerinde harcanacak zaman ve emeğin sonucunda etkili olmasından dolayı önemli bir yerde duruyor. Sıradan ilişkilere devrimci mücadelenin ihtiyaçlarının giderilmesinde bir olanak olmalarından politik olarak daha geniş anlamlar yüklemek, zamanın bu ilişkiler üzerinde heba edilmesi ve harcanan emekten beklenen verimin alınamamasının yorgunluğunun yüklenilmesi sonucunu doğuracaktır. Politik faaliyetin aracılığı ile kurulan sosyal ilişkilerle var olan bağı güçlendirmek ise daha önemli bir yerde durmaktadır. Bu bağlar


gelişime de daha açık olmaktadır. Zira sizinle direkt olarak politik kimliğiniz vesilesi ile tanışmış oluyorlar ve yaşamlarında politik olarak bir yere koyuyorlar. İlişkinin ileri çekilemediği, örgütlenilemediği olası durumlarda bile başka bir dizi imkan sunabiliyorlar. Sosyal ilişkileri örgütleme aşaması hayli zor bir süreçtir. Harekete geçmeleri için yalnızca politik faaliyet yetmiyor. Sosyal ilişkilerinizi hayatın her alanında sarmanız ve her alandan mücadeleye çağırmanız gerekiyor. Bu da birlikte çay içmeniz, yer yer ev ortamını paylaşabilmeniz ve başka bir takım sosyal aktivitelerde bulunabilmeniz demek oluyor. Devrimci yaşamın yoğunluğu ve başka bazı zorunluluklar bunun önünde engel olabiliyor. Ancak yine de bu alanı zorlamak, mümkün olduğunca ilişkilerle vakit geçirebilmek ve devrimcileşmelerine yönelik emek harcamak gerekiyor. Sosyal ilişkilere gerekli ilgiyi gösterebilmek örgütlenme sorununun çözümünde olduğu gibi devrimci yaşamın darlaşmasının engellenmesinde de etken oluyor. Sosyal ilişkilerle hayatın her alanında bağ kurabilmeyi vurguladığımız zaman dersleri de bundan ayrı tutmuyoruz elbette. Derslere girmek bir yandan yeni ilişkiler kurabilmenin veya çevre çeper edinebilmenin olanağı olurken diğer yandan var olan ilişkilerin ya da daha geniş anlamda kitlelerin kafasına düzen tarafından yerleştirilen “bütün dertleri olay çıkarmak olan öğrenciler” imajının yıkılmasında önemli bir yerde duruyor. Elbette bunu yaparken düzenden bir beklenti içerisine girmemek ya da böyle bir beklentinin hayallerini yaymamaya dikkat etmek gerekiyor. Burada derse girme tartışmasını aslında öğrenci gençlik kitlesi ile bağ kurma, yaşamlarının dışında değil bizzat içinde olabilme ihtiyacı olarak görmek gerekir. Bir başka önemli nokta davranış ve yaşam biçimlerimizdir. Sözkonusu sosyal ilişkilerimizle birlikte iken, kaba bir tabirle, “rol yapmaktan” özenle kaçınmak gerekiyor. Kurulacak her türlü yapmacık ilişki, onların devrimci yaşamın samimiyetine ve dürüstlüğüne olan inancını zedeleyecektir. Bu nedenle, sadece sözlerde değil davranış biçimlerinde de açık olabilmek, bunu devrimci yaşamın kendisine bağlayabilmek gerekiyor. Elbette ki bu, kişinin kendi devrimci kimliğiyle ilgili bir durum. Ancak genç komünist olmak bu konuda asgari bir düzeye de sahip olunduğu anlamına da gelmektedir.

Yerel örgütlerin güçlendirilmesi sorunu

Kitle çalışmasının ilk ayağının politik tabloya yaslandığını söyledik. Bunun da politik hakimiyet ve politika yapabilmek anlamına geldiğini, kitle çalışmasının buradan yönlendirilmesi gerektiğini ve kitle çalışmasının belli biçimlerinin işlevlerini ve sorunlarını tanımlamaya, çözüm önerileri sunmaya çalıştık. Bunların yanına yerel örgütlere vurgu yapmamak ciddi bir eksiklik yaratır. Yerel örgütlerin kitle çalışmasında önemli bir yeri olduğunu belirtmeliyiz. Ancak bu önem tek taraflı değildir. Kitle çalışması ve yerel örgütler arasında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Asgari bir çalışma düzeyi gösterebilen yerel

örgütler kitle çalışmasının seyrini ve verimliliğini belirleyecek, kitle çalışmasının sonuçları da yerel örgütlerin akıbetini belirleyecektir. Yerel örgütlerin kitle çalışmasında tuttukları yer ve ikisi arasındaki ilişki böylesi diyalektik bir bağ üzerinden anlaşılabilmelidir. Yerel örgütler kitle çalışmasında önemli bir yerde duruyor. Zira alana politik olarak hakim olabilmek, alana dair politika üretebilmek, çalışmanın hedeflerini, yönelimlerini, yol ve yöntemlerini tanımlayabilmek yerel örgütlerin niteliği ile doğru orantılıdır. Bu saydıklarımızın da kitle çalışmasındaki önemi göz önünde alındığında yerel örgütlerin belirleyici yeri daha net bir biçimde ortaya çıkıyor. Tersinden kitle çalışmasında alınacak her mesafe yerel örgüte nicel güç katacağı gibi, deneyim, birikim vb. açılardan politik bir nitelik de katacaktır. Kitle çalışmasının yerel örgütler açısından taşıdığı önem de kısaca böyle tariflenebilir.

Kampanya dönemi ve kitleselleşme sorunu

Bir süre önce duyurusunu yaptığımız kampanya sürecimizde ilk adımları geride bırakmış bulunuyoruz. Geride kalan bu ilk adımların deneyimlerine yaslanarak kampanya ve kitle çalışması birlikte tartışılabilmeli, her alan için somut hedefler konulabilmelidir. Kampanya süreci, kitle çalışmamızın sorunlarının çözümünde belli mesafelerin kat edilmesinde ve kitleselleşme sorunumuzun çözümünde önemli bir olanak anlamını taşıyor. Politik olarak en temel halkadan, gelecek ve özgürlük sorunundan yakaladığımız hareket, geniş gençlik kesimlerini kesen, gençlik kitlelerinin doğal gündemlerinde yer alan bir nitelik taşıyor. Tabanın iradesine ve enerjisine dayanan kurultayların örgütlenmesi hedefi de buna bir parça daha olanak katıyor. Kitleselleşme sorunu yaşadığımız şu dönemde tüm bu olanaklardan en iyi biçimde yararlanabilmek, bizim için ciddi bir ihtiyaca çubuk bükmek demek oluyor. İlk olarak tüm yönleriyle kitle çalışmasında belirli bir düzey yakalayabilmek ve bunun kitleselleşme anlamına gelecek olan meyvelerini toplayabilmek, bununla bağlantılı olarak da yerel örgütleri güçlendirmek, olmayan yerlerde oluşturulmalarını gündeme almak önümüzdeki dönemin içe dönük hedefleri olabilmeli. Genç komünistler gençlik hareketini devrimcileştirmenin ve önderlik edebilmenin yanı sıra içe dönük bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde de azami bir çaba içerisine girmelidir. Zira genç komünistlerin toplam tablosunda gerçekleştirilecek ileriye dönük her türlü gelişim, gençlik hareketinin devrimcileştirilmesi açısından da önemli bir yerde durmaktadır.

Kampanya süreci, kitle çalışmamızın sorunlarının çözümünde belli mesafelerin kat edilmesinde ve kitleselleşme sorunumuzun çözümünde önemli bir olanak anlamını taşıyor. Politik olarak en temel halkadan, gelecek ve özgürlük sorunundan yakaladığımız hareket, geniş gençlik kesimlerini kesen, gençlik kitlelerinin doğal gündemlerinde yer alan bir nitelik taşıyor. Tabanın iradesine ve enerjisine dayanan kurultayların örgütlenmesi hedefi de buna bir parça daha olanak katıyor.

23


Sol içi şiddet:

Yüzleşmeli ve aşmalıyız Tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da devrimci hareketin pek çok alanda olumlu bir birikimi ve geleneği var. Ancak aynı geleneğin uzaklaşmamız, aşmamız gereken birtakım yanları da var. Belki bunların en beteri de sol içi şiddettir.

Tüm ilerici/devrimci güçlerin sol içi şiddete ve siyaset yasağına karşı açıktan tavır alması, yaşanılan olumsuzlukların önüne geçmeye çabalaması gerekmektedir. Çatışmaların yarattığı fiziksel tahribatın ötesinde harekete zarar vermemesi için uğraşmalıyız. Ve evet gerektiğinde kendini bedenimizi siper ederek birbirine saldıran iki sol grubun arasına girmeli sol içi şiddete kesinlikle izin vermemeliyiz. Devrimci değerlere olan bağlılık tüm gençlik örgütlerinin, sol içindeki sorunlarda diyalog zemini için çabalamasını gerektirir.

Şubat ayı sonu ve Mart ayında bir dizi üniversite, Demokratik Yurtsever Gençlik ile TKP’li Öğrenciler arasındaki gerginliğe ve çatışmalara sahne oldu. Bu yazı bu seri halindeki olaylar üzerine, yaklaşımımızı bir kez daha ortaya koymak amacıyla kaleme alındı. Kısaca özetleyecek olursak süreç şöyle gelişti: 28 Şubat Pazartesi günü TKP’nin seçim bildirisindeki bir maddenin hakaret içerdiği gerekçesiyle, DYG bu bildirinin kullanılmamasını talep etmiş, aksi halde müdahale edeceğini söylemiştir. TKP’li Öğrenciler’in çalışmasını sürdürmesi üzerine DYG’liler TKP afişlerini indirmeye başlamış, buna mani olmak isteyen TKP’li Öğrenciler’e de şiddet kullanmışlardır. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde gerçekleşen bu saldırıda 3 TKP’li ağır yaralanmış, yaralanan gençlerden biri hayati tehlike geçirmiştir. Daha sonra çeşitli üniversitelerde benzeri durumlar yaşanmış ancak bu kez tek taraflı bir saldırı değil karşılıklı bir sol içi şiddet ve çatışma halini almıştır.

Sol içi şiddet; daha önce de belirttiğimiz gibi harekete dönük zerre kadar sorumluluk hisseden bir yapının başvurmaması ve karşısında durması gereken, yanlış bir yöntem. Devrimci mücadeleye pek çok açıdan zarar veriyor:

* İki sol grubun birbirine düşmesinin, sola/sosyalizme yakınlık duyan gençlerde, ne büyük bir güven sorunu ve hayal kırıklığı yaratacağını bir düşünelim. Üstelik alandaki sol içerikli siyasal çalışmaların tümüne de zarar verecektir.

24

* Polise, idareye ve devlete eşi bulunmaz bir provokasyon fırsatı verecektir. Bir yandan da üniversitede polisi kurumsallaştırmaya çalışanların ekmeğine yağ sürecektir.

Solun epeyce bir kısmının yaşanılanları uzaktan izlemesi ya da “biz taraf değiliz” demesinin anlaşılabilir bir yanı yoktur. Bu açıkça “bize de dönebilir, o yüzden iki sol örgütün birbirlerini öldüresiye saldırmalarına seyirci kalacağız” anlamına gelmektedir. Oysa görülmesi gereken şudur ki siyaset yasakçılığı, sol içi şiddet yaşandığı durumda tutum almamak bir gün böyle bir saldırganlıkla karşı karşıya kalma riskini büyütmektedir. Siyaset yasakçılığına tutum almak dayatmacı algıyı kırmak açısından temel bir sorumluluktur. Alanda siyasal varlık iddiasında bulunan ve gençlik hareketine karşı sorumluluk hisseden tüm siyasal özneler ortaya çıkan duruma taraftır. Bilinmelidir ki bu algı ile hareket etmek tarafsız kalmak değil, sol içi şiddeti besleyen bir taraf olmaktır.

Tüm ilerici/devrimci güçlerin sol içi şiddete ve siyaset yasağına karşı açıktan tavır alması, yaşanılan olumsuzlukların önüne geçmeye çabalaması gerekmektedir. Çatışmaların yarattığı fiziksel tahribatın ötesinde harekete zarar vermemesi için uğraşmalıyız. Ve evet gerektiğinde kendini bedenimizi siper ederek birbirine saldıran iki sol grubun arasına girmeli sol içi şiddete kesinlikle izin vermemeliyiz. Devrimci değerlere olan bağlılık tüm gençlik örgütlerinin, sol içindeki sorunlarda diyalog zemini için çabalamasını gerektirir. DYG ideolojik-siyasal düzlemdeki bir yazının hakaret içerdiğini dahi düşünse, buna yine ideolojik-teorik

dilde yanıt vermelidir. Öteki türlüsü eleştiriye olan tahammülsüzlüğü ve demokratik olmayan bir kültürün ortaya çıkmasına yol açar.

Siyaset yasağı, alan ve isim tekelciliği gibi yasaklar sol hareketin olumsuz alışkanlıklarındandır. Sol hareket bu olumsuz alışkanlığı ile yüzleşmeli ve daha kötü sonuçlara yol açmadan bunu artık tamamen aşmalıdır.

Ayhan Z. Tozkoparan


TKP'li Öğrenciler'in “2 milyon üniversitelinin oyu tehlikede!” kampanyası üzerine...

Onlar gençliğin oy potansiyelinin, biz devrimci potansiyelinin peşindeyiz!

Genel seçim tarihi 12 Haziran olarak belirlenmiş durumda. Türkiye'de önemli bir orana sahip genç nüfus ve özelinde üniversite gençliği ise önemli bir oy potansiyeli olarak görülmekte ve bu potansiyeli kazanmak için düzen partileri yarışmakta, türlü düzenbazlıklara başvurmaktadırlar. Bu genel seçimlerde de örneğin CHP'nin seçim programında yer alan çok sayıda sosyal reform vaadi arasında öğrenciye yurt, burs ve öğrenim yardımı görülmektedir. Bu kapsamda CHP yöneticileri düzenli bir şekilde öğrencilerle buluşma toplantıları organize etmektedir. Buna karşılık reformist sol da seçimlerde gençliğe “alternatif bir yol olma” iddiasıyla bilinç bulandırarak parlementonun yolunu göstermektedir. Bu güçler içerisinde en dikkate değer çalışmayı yapan TKP'li Öğrenciler ise, “2 milyon üniversitelinin oyu tehlikede!” başlığıyla bir kampanya yürütüyor. Kampanyada üniversite öğrencilerinin sınav dönemi olması sebebiyle oy kullanma sıkıntısı çekecekleri vurgulanarak okudukları üniversitelerde öğrenci kimlik kartları ile oy kullanabilmeleri talebini öne sürüyorlar. Bu taleple de YSK’ya başvuruda bulundular.

TKP’li Öğrenciler yaptıkları açıklamada “Türkiye genç bir ülkedir. Nüfusumuzun 3’te birini öğrenciler oluşturmaktadır, bu toplamın yaklaşık 2 milyonu üniversite öğrencisidir. Seçmen sayısına bakılacak olursa üniversite öğrencilerinin oyunun toplamı %5’lik bir oy oranını temsil etmektedir. Bu oran siyasi dengeleri değiştirmekte önemli bir rolü olan gençliğin seçimlerde de önemli bir etkisi olacağı anlamına gelmektedir.” demektedir. AKP'nin seçimleri özellikle üniversitelerin açık olduğu döneme denk getirdiği söylenmektedir. Ayrıca “Öğrenci kardeşlerimizi,‘boşvermemeye’, seçim takvimini takip etmeye ve anayasal bir hak

olan oy kullanma hakkını savunmaya çağırıyoruz” denilerek üniversite gençliği sandığa çağrılmaktadır. TKP'li Öğrenciler'in de belirttiği gibi gençlik “siyasi dengeleri değiştirmekte önemli bir role” sahiptir. Ama bu rol, devrimci mücadeleyle olmuştur, yoksa seçimlerdeki oy sayılarıyla değil. Bu rol, Mahirler'in, İbolar'ın, Denizler'in burjuva sosyalizminden devrimci bir çıkışla kopuşunda, darağaçlarında canverişlerinde, düzenin tüm baskı ve aldatmacaları karşında mücadelede görülmektedir. Bunun için gençliği gücünü burjuva parlamenter denklemlere sığıdırmaya çalışanlar büyük bir yanılgı içerisindedirler. Tam bir parlamenter bönlükle davranmaktadırlar.

Gençliğin “siyasi dengeleri değiştirmekte önemli rolü”nün seçim dönemlerinde açığa çıkması ancak onun bağımsız devrimci sınıf çizgisinde hareket etmesi ve seçim dönemlerini bu bakış açısı ile değerlendirmesi ile olacaktır. Devrimci sınıf çizgisinin tutumu ise şöyledir:

“Seçimler dönemi burjuva düzen partileri için, hoşnutsuzluğu büyümüş ve sorunlarına çözüm arayışları peşindeki kitleleri sahte vaatler ve çözümlerle aldatmanın, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymanın, parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmenin bir olanağıdır. Tersinden devrimci sınıf partisi içinse, parlamenter hayalleri darbeleyerek devrimci sınıf bilincini ve mücadelesini geliştirmenin temel önemde bir fırsatıdır. Bu çerçevede komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların birliğini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede onlar kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf programlarıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.” (Seçimler ve Devrimci Sınıf Çizgisi’den parça..., Ekim, Sayı: 229, Eylül 2002, Başyazı)

İşte bundan dolayı TKP ve diğer reformist güçler düzen partilerine karşı mücadele adına sandığı gösterirken, biz gençliğe devrimi ve devrimci mücadeleyi gösteriyoruz. “Çözüm ne seçimde, ne mecliste, çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” şiarını yükseltiyoruz. Gençliğin sokaklara çıktığı ve devrim bayrağını yükselttiği koşullarda da seçim oyunu bozulacak, devrim mücadelesi düzeni her bakımdan zorlayacaktır.

B.Bahar

“Seçimler dönemi burjuva düzen partileri için, hoşnutsuzluğu büyümüş ve sorunlarına çözüm arayışları peşindeki kitleleri sahte vaatler ve çözümlerle aldatmanın, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymanın, parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmenin bir olanağıdır. Tersinden devrimci sınıf partisi içinse, parlamenter hayalleri darbeleyerek devrimci sınıf bilincini ve mücadelesini geliştirmenin temel önemde bir fırsatıdır.”

25


Dünyadan haberler Paraguay

Her kıtada direniş

Yunanistan:

Yunanistan’da kemer sıkma politikalarına karşı yine grev vardı. Çarşamba günü, eğitim ve sağlık sektöründeki kısıtlamaları protesto etmek için öğretmenler, doktorlar ve öğrenciler sokağa çıktı. Greve hastanelerde çalışan doktorlar da katıldı. Yapılan yürüyüşlerde işçi ve emekçiler süresiz iş sözleşmesi talep ettiler ve hükümetin okulları, hastaneleri birleştirmesini protesto ettiler.

Güney Kore:

Güney Kore’deki Ulsan kentinde geçtiğimiz hafta Hyundai’de 1. Numaralı işletmede çalışan 3 bin işçi iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. İşçiler kendilerinin başka işletmelere gönderilme planlarına karşı çıkıyorlar. İşçiler grev yaparak yeni Veloster modelinin üretimini durdurdular.

Avusturya:

Geçtiğimiz cuma günü Avusturya’nın Graz kentinde 10 bin kişi militan bir gösteri düzenlediler. Gösteride hükümetin kemer sıkma programı protesto edildi. Yürüyüşe Platform 25 grubu çağrı yaptı. Protestocular “bizim ekmeğimizi ve süreceğimiz yağımızı çalıyorlar ve kendi ceplerini dolduruyorlar” diye haykırdı.

26

Paraguay’da toprak reformu için yürüyüş yapıldı. Yürüyüşe 5 bin köylü katıldı. Köylüler Başbakan Fernando Lugo’nun seçimlerde verdiği sözü tutmasını ve toprak reformu yapmasını talep ediyorlar. Hükümetin ekonomi politikalarının değişmesi gerektiğini savunan işçiler toprak ağalığı sisteminin kaldırılmasını istiyorlar. Köylüler protestolarıyla toprakların uluslararası tekellere peşkeş çekilmesini de protesto ediyorlar.

Fransa’nın Strasbourg

Fransa:

kentinde General Motors’da çalışan işçiler 28 Mart’ta greve gitti. İşçilerin bu grevi işyerinde artan baskılara, çalışma koşullarının ağırlaştırılmasına karşı gerçekleşti. İşçilerin greve gitmesine gerekçe olan olay işyeri yönetiminin işçileri işten atma planını açıklaması oldu. İşçiler kendilerine söz verilen kazanılmış hakların yeniden geri verilmesini talep ediyorlar.

Kamboçya:

Kamboçya’nın başkenti Pnom Penh’de pazartesi günü 1.000 işçi Tack Fat tekstil fabrikasında greve gitti. İşçiler ödenmeyen ücretlerinin ve tazminatlarının derhal ödenmesini talep ediyordu. Grevci kadınlara polis saldırdı. Saldırıda grev yapan kadınlara karşı elektrikli şok silahları kullanıldı. Birçok kadın yaralandı ve gözaltına alındı. Tekstil ürünleri imal eden Tack Fat işletmesi üç hafta önce iflas ettiğini açıklamış ve böylece işçilere ödemesi gereken tazminatı ödememişti.

İngiltere’de öfke sokağa taştı

İngiltere’de emekçiler hükümetin sosyal yıkım planına karşı görkemli bir eylem yaptılar. Başkent Londra'da yapılan eyleme yüzbinlerce kişi katıldı. Son yirmi yılın en büyüğü olduğu belirtilen eylemi İngiliz İşçi Sınıfı Sendikaları Birliği (TUC) düzenledi. Eylem “İş, büyüme, adalet; alternatifleri için


yürüyün” sloganıyla gerçekleştirildi. Binlerce kişi ülke çapında trenler ile Londra'ya ulaştı.

Küresel 'savaş tanrıları' Libya'da

Öfkenin alanlara taştığı bu görkemli eylemin ardından ise, bir grup Londra bankalara ve lüks eşya satan mağazalara boya ve molotof kokteyli attı. Kitleye polis gaz, tazyikli su ve cop kullanarak saldıran polis 200 kadar kişiyi gözaltına aldı.

Uygulamaya sokulmak istenen sosyal yıkım planı içerisinde büyük bir işçi kıyımı da var. Öyle ki hükümetin yapacağı kesintiler ile 170 bin yerel, 50 bin de hizmet sektöründe çalışan işçinin işten atılması sözkonusu. Sendikalar bu planın yaklaşık 2,5 milyon kişiyi etkileyeceğini belirtiyorlar. Eylemle ilgili konuşan Unison Genel Sekreteri Dave Prentis, protestoya katılımın büyük olduğunu ve bunun sıradan insanların kızgınlıklarının göstergesi olduğunu söyledi.

Emperyalist saldırganlık

Savaş makinası saldırıyor

Emperyalist savaş makinası NATO’nun, 31 Mart sabahı itibariyle Libya’daki emperyalist saldırının komutasını fiilen üstlenmesinin ardından saldırının ayrıntıları da netleşmeye başladı. Saldırıda işbirlikçi Türk devleti de 7 savaş uçağı ve 6 gemiyle rol alıyor.

Toplam 205 askeri uçak ve 21 askeri gemiyle yürütülen NATO operasyonuna ABD 90 uçak ve 1 gemi, Fransa 33 uçak ve 1 gemi, İngiltere 17 uçak ve 2 gemi, İtalya 16 uçak ve 4 gemi ve Kanada 11 uçak ve 1 gemiyle katılıyor. Operasyona aktif katılan diğer ülkelerden Hollanda 7 uçak ve 1 gemi, İspanya 6 uçak ve 2 gemi, Belçika ve Norveç 6’şar uçak, Danimarka 4 uçak, Yunanistan 2 uçak ve 1 gemi, Bulgaristan ve Romanya 1’er gemi gönderdi. Operasyona önümüzdeki günlerde özellikle gerici Arap rejimlerinden de katılım bekliyor.

Diğer yandan emperyalist saldırıya İsveç’ten de destek geldi. İsveç Parlamentosu NATO komutasındaki uçuşa yasak bölge kararına katılmaya onay verdi. 240 parlamenter “evet” oyu verirken, 18’i karşı oy kullandı, 5’i de çekimser kaldı. Libya’da operasyonun komutasını devralmasının ardından NATO saldırıları da başladı. Libya’daki operasyonunun komutanı Kanadalı Korgeneral Charles Bouchard 100’den fazla savaş uçağı ve 10’dan fazla fırkateynle operasyonu başlattı. Bouchard, operasyonu devralmalarının ardından NATO uçaklarının 90’dan fazla sorti gerçekleştirdiğini söyledi.

'Savaş tanrıları olarak anılan en büyük savaş sanayi firmalarının son bir haftalık hisse hareketlerine kısa bir bakış Libya saldırısının siyasi nedenleri yanında küresel kriz altında debelenen ekonomilere soluk aldırdığı açıkça gözüküyor. Saldırıda NATO cephesinde yerini alan ülkelerden 6 firma saldırının ilk bir haftası içinde 2 milyar dolardan fazla para kazandılar. Bu şirketlerin en büyüklerinden ABD'li Boeing'in hisseleri bu bir hafta içinde %6,1 arttı ve sadece 7 günde patronları 400 milyon dolar kazandı. Daha önceden Kaddafi'ye de Mirage uçaklarını satan Dassault ise 324 milyon dolar kazandı. Fransa saldırılarda kendi ürettiği silahları kullanırken, Kaddafi ise Rusya ve Fransa üretimi silahları kullanıyor. Yani saldırı için de, savunma için de silahlar aynı üreticilerden alınıyor.

İşte bu silah şirketlerinden Boeing askeri uçak üretiminde liderken, EADS'nin cirosu 50 milyar doların üzerinde, United Technologies 40'tan fazla ülkeye silah satıyor, Lockheed Martin ABD ordusunun belkemiği, Honeywell International önemli bir parça tedarikcisi, Northrop Gumamn dünyanın en büyük 200 şirketi içinde, General Dynamics, BAE Systems, Finmeccanica, Bombardier'in de cirosu 20 milyar doların üzerinde.

Kapitalizm tehdit ediyor

Japonya'da nükleer felaket büyüyor

Deprem tehlikesine karşın insanların can güvenliğine verilen önem ile öne çıkan Japonya'da yaşanan son felaket ardından felaket derinleşiyor. Deprem ve tsunami tehdidine karşın üretiminde sakınca görülmeyen Fukushima Nükleer Santrali korku saçmaya devam ediyor. Günlerdir dünyayı tehdit eden santralin betonunda oluşan çatlaktan okyanusa radyosyonlu sızıntısı sürüyor. Santralin soğutma işlemlerinde kullanılan bu su son derece yüksek oranda radyasyon içerirken okyanusa karışan su ardından yapılan ölçümlerde sonuçlar ölümcül bir düzeye işaret ediyor.

Çernobil'den de kötü

Süren gözlemler sonucunda görülüyor ki Fukuşima'da yaşananlar '86 Çernobil Faciası'ndan da kötü. Çernobil'den sonra nükleer karşıtlarına katılan nükleer uzmanı Natalia Mionova'nın da ifadeleri gösteriyor ki, sadece tek reaktörü arızalanan Çernobil 'de herşey iki hafta sürerken Japonya'da dört reaktör çok kötü durumda ve 3. hafta bitmek üzereyken dünya daha büyük bir yıkımı yaşamaya başladı bile.

27


Newroz isyandır, isyan özgürlük! Kürtçe’de “yeni gün” demek olan Newroz, bugün bu anlamını fazlasıyla aşmış, hem tarihsel hem de siyasal olarak kelime anlamından öte anlamlar yüklenmiş bulunuyor. Newroz, “Teslimiyet ihanete direniş zafere götürür” diyen ve faşizmin karanlığını bedeninde yaktığı ateşle yaran Mazlum Doğan’ın mücadele tarihine kazındığı, Kürt halkının direnişinin ve özgürlük mücadelesinin simgesi haline gelen bir gündür artık.

Sermaye düzenin tüm saldırı ve katliamlarına karşı direnen Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesine destek vermek, gelecek ve özgürlük talebiyle kavgaya atılan gençlik hareketi için ertelenemez bir görev ve sorumluluktur. Bunun en somut karşılığı da Newroz alanlarını doldurmak, Kürt halkıyla beraber Newroz’da yakılan direniş ateşini harlamaktır.

Newroz’un mitolojik öyküsü

Newroz’un otaya çıkışı üzerine çeşitli hikâyeler anlatılır. Ancak bugün bunlardan en fazla kabul göreni M.Ö. VI. yüzyılda yaşandığı rivayet edilenidir. Rivayete göre, sözkonusu yıllarda zalimliği ile halkına kan kusturan bir Asur kralı yaşar. Bir gün, Dehaq (ya da Dahhak vb…) adındaki bu kralın omuzlarında çıbana benzer yaralar çıkar. Dönemin doktorları bu yaraların geçmesi için her gün iki gencin beynini ezerek üzerlerine sürmesini söylerler. Dehaq da dediklerini yapar ve hergün halkın içinden toplattığı iki gencin beynini bu yaraların üzerine sürer. Dehaq krallığının zalimliği altında zaten fazlasıyla ezilen halk, artık gençlerini de Dehaq zulmüne yem etmenin ağırlığını yaşamaktadır. 17 oğlunun Dehaq’a merhem olması karşısında kinini büyüten Kawa adındaki demirci, sıra son oğluna geldiğinde Dehaq’ın zulmüne karşı koyar ve isyan eder. Saraya giderek Dehaq’ı çekiç darbeleri ile öldürür. Zalim Dehaq’ın ölümünü halka haber vermek için de dağda büyük bir ateş yakar. 21 Mart günü yakılan bu ateş ezilen halkların zulme karşı direnişinde bir simge olmuştur. Rivayet odur ki, Demirci Kawa zaferi simgelemek amacıyla saraya sarı, kırmızı ve yeşilden oluşan işçi tulumunu asar. Bu da yüzyıllar süren bir geleneğe, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin renklerine dönüşmüştür.

Newroz’un tarihsel anlamı

Önceleri daha kapalı ve dar biçimlerde kutlanan Newroz, 1980 yılında, 20’yi 21’e bağlayan bir Mart gecesinde tarihsel bir dönüm noktası yaşamıştır. Kürt halkının devrimci önderlerinden Mazlum Doğan, Diyarbakır Zindanı’nda yaşanan baskılara ve kötü koşullara karşı bedenini ateşe vermiştir. Mazlum Doğan’ın eylemini Newroz günü gerçekleştirmesinin ayrı bir önemi de vardır. Kürt halkının özgürlük mücadelesine adadığı bedenini Newroz günü tutuşturarak Newrozlar’ın artık sıradan bayramlar olarak değil, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük iradesinin gösterildiği büyük eylemler olarak kutlanmasını istemiştir.

28

İzleyen yıllarda Kürt halkı Mazlum Doğan’ın bu “vasiyetini” yerine getirdiğini göstermiştir. Kitlesel olarak yapılan Newroz kutlamaları Kürt halkının

direnişinde önemli bir yer tutmuştur. Özellikle '92 Newroz’u, bu açıdan, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesindeki tarihi yerini almıştır.

Kürt halkının bu “Newroz tutkusu” karşısında sermaye devleti de boş durmamış, Newroz’u siyasal anlamından uzaklaştırabilmek için çabalamıştır. Newroz’u “Türki cumhuriyetlerin baharı karşılama bayramı” olarak kutlamaya başlamıştır. Hatta “Nevruz” adını vererek devlet erkanının katıldığı kutlamalar organize etmiştir. Ancak her şeye rağmen Newroz, bugün de Kürt halkı için kendi taleplerini dile getirdiği ve onlara sahip çıkma iradesi gösterdiği bir isyan, direniş ve mücadele günü olmaya devam etmektedir.

Newroz’un güncel önemi

Kürt halkına yönelik olarak uygulanan imha, inkar ve asimilasyon saldırıları bugün de devam etmektedir. Kürt halkının on yılları bulan direnişi ezilmeye çalışılmakta, her vesileyle dile getirdikleri eşitlik ve özgürlük talepleri silah, tank ve bomba sesleri ile boğulmaya çalışılmakladır. Öte yandan açılım adı altında Kürt halkının düzene olan öfkesi dizginlenmek istenmektedir. Kürt halkının çetin mücadeleler ve nice bedellerle kazandığı bir takım haklar düzenin lütfu gibi sunulmakta, böylelikle Kürt halkı ehlileştirilmeye Kürt hareketi de tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.

Ancak sermaye düzeninin, devletinin ve hükümetinin açılımlarla Kürt sorunu karşısında gösterdiği ikiyüzlü tutumun maskesi, son aylarda tümden tuz buz olmuştur. Açılım aldatmacasının en yoğun olarak dillendirildiği zamanlarda bile ne Kürt halkı üzerindeki baskı ve devlet terörü bitmiştir ne de en meşru talepleri karşılanmıştır. Kürdistan’da fiili olarak hayata geçirilen iki dilli yaşam karşısında sermaye düzeni tüm kurumlarıyla/siyasi partileriyle saldırgan yüzünü göstermiş, tehditler savurma konusunda yarışa tutuşmuştur. Kürt halkının Newroz’u geride bıraktığı, demokratik çözüm çadırları ve sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştirdikleri şu günlerde yenileri gün yüzüne çıkan toplu mezarlar, sermaye düzenin Kürt halkının haklı ve meşru direnişi/mücadelesi karşısındaki tahammülsüzlüğüne yeni kanıtlar eklemiştir. Sermaye düzenini Kürt halkına göstermekten geri durmadığı faşizan yüzü ve on yıllardır sürdüğü kirli savaşı tüm bunlarla kendisini tekrar tekrar gündeme taşımaktadır. Sermaye düzenin tüm saldırı ve katliamlarına karşı direnen Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesine destek vermek, gelecek ve özgürlük talebiyle kavgaya atılan gençlik hareketi için ertelenemez bir görev ve sorumluluktur.


Emperyalizm halkları katletmeye devam ediyor

Emperyalist haydutlara dünyayı dar edelim!

Son dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşanan halk ayaklanmaları emperyalist devletlerin bölgedeki egemenliğini sarsmıştı. Bundan dolayı emperyalist haydutlar yeni katliamlar için yola koyuldular.

Tunus'ta işsiz bir gencin karanlığa ışık olan tutuşturduğu bedeni birçok ülkede yankısını bulmuştur. Bunun üzerine bir çok ülkede ardı ardına direnişler başlamış ancak öncü bir örgütün eksikliğinden kaynaklı bu direnişler sisteme değil, sadece diktatörlere karşı gerçekleşmiştir. İşçi ve emekçilerdeki hak alma mücadelesi emperyalistlerin de bölgedeki planlarını sarsmış, yıllardır bir piyon olarak kullandıkları diktatörler birbir yıkılmaya başlamıştır. Bu direnişlerden birisi de Libya'da gerçekleşmiştir. Libya'da gerçekleşen bu direniş Kaddafi tarafından kanla bastırılmaya çalışılmıştır. Bunun üzerine sözde halkların koruyucusu olan NATO yeni katliamlar ve 'özgürlük alanları' yaratmak için acil toplantı çağrısı yapmıştır.

Emperyalistlerin planı açık!

Emperyalist haydutların neyin peşinde oldukları ortadadır. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin tek derdi, Libya petrolleri üzerinde tam denetim kurmaktır.Emperyalistler bugüne kadar arkasında durdukları diktatörlerin yıkılmaya başlaması ile sarsılan düzenlerini korumaya ve kendilerini temize çıkartmaya çalışıtılar. Yine Ortadoğu’daki tüm baskıcı rejimlerin, işsizliğin, yoksulluğun arkasında da onlar var. Bu nedenle emperyalistler her ne kadar “insani yardım” götürdüklerini söyleseler de buna prim verilmemelidir. Bugüne kadar Libya'da gerçekleşen her türlü katliama, işçi ve emekçilerin sömürülmesine izin verenler bu sistemin arkasında duranlar bugün emekçilerin gözünde koruyucu melekler olarak görülmemelidir. Bizler biliyoruz ki Emperyalizm çıkarı olmadıkça bir yere müdahale etmez. Irak'a girerken özgürlük götürdüğünü söyleyen emperyalistler burada yine faturayı işçi emekçilere çıkartmıştır. Binlerce insan katledilmiştir. Ancak emperyalizme karşı halkların büyüttüğü mücadele ABD için Irak'ı bir bataklığa çevirmiştir. Yine Lübnan ve Afganistan'daki direniş ruhu emperyalistlerin alnında bir mermi gibi patlamıştır.

Haydutlar bir kez daha İstanbul'a gelecek!

Böylesi bir süreçte ise G-20 zirvesi İstanbul'da toplanacak. ABD, Hindistan, Japonya, Brezilya, Rusya, Almanya, Arjantin, Fransa, Suudi Arabistan, Meksika, Güney Afrika, Birleşik Krallık, Güney Kore, İtalya, Çin, Kanada, Avustralya, Endonezya, Türkiye, AB’den oluşan

G-20’nin İstanbul konferansının ana gündemlerinin “artan enerji ve gıda fiyatları” olacağı ifade edildi. Süregelen kapitalist krize çare aramak için son dönem toplantı periyotlarını sıklaştıran G-20 üyelerinin İstanbul’da yeni stratejilerini gözden geçirecekleri ve emekçilere dönük bir dizi saldırı hamlesini masaya yatıracakları biliniyor. Kapitalizmin son dönemde yaşadığı krize kalıcı bir çözüm bulunamayacağının bilinmesine rağmen sermaye iktidarları bu krizi kendi lehlerine nasıl kullanabileceklerini tartışacaklardır. Bunun sonucunda ise işçi ve emekçilere ağır faturalar ödetilmek istenecektir. Krizi yaratan kapitalistler krizin yükünü bir kez daha işçi emekçilere yıkmanın peşindedirler. Kapitalizmin krizi derinleşirken ve Ortadoğu, enerji kaynakları için emperyalist haydutlar tarafından işgal edilirken G20'nin İstanbul'da toplanması oldukça manidardır.

Emperyalizme ve Kapitalizme karşı mücadeleden başka yol yok

Bizleri geleceksiz bırakan bu sisteme karşı tek kurtuluş yolumuz örgütlü mücadeleyi yükseltmektir. Emekçi halklar ise özgürlüğünü kazanmak için emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı birleşik direniş bayrağını yükseltmelidir. Bugün bizlere düşen görev ise kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek emperyalist haydutlara bulundukları alanları dar etmektir.

Bizleri geleceksiz bırakan bu sisteme karşı tek kurtuluş yolumuz örgütlü mücadeleyi yükseltmektir. Emekçi halklar ise özgürlüğünü kazanmak için emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı birleşik direniş bayrağını yükseltmelidir. Bugün bizlere düşen görev ise kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek emperyalist haydutlara bulundukları alanları dar etmektir.

29


Emperyalistler ve suç ortaklarına karşı mücadeleyi büyütelim! Kuzey Afrika’da başlayan Ortadoğu’ya yayılan ayaklanmalar işçi ve emekçilere umut kaynağı oldu. Tunus ve Mısır’da onyıllardır başta olan diktatörlerin devrilmesi ayaklanmaların başka bir noktaya gelmesini sağladı. Mücadele dalga dalga yayılarak diktatörlükleri sarsmaya devam ediyor. Yemen ve Bahreyn’deki ayaklanmalarla diktatörler tehdit altında. Ürdün, Fas, Cezayir, Lübnan, Filistin, Suriye, Suudi Arabistan da sokakların sesine tanıklık ediyor.

İzmir’de NATO üssünün, ülke topraklarının, hava sahasının emperyalistler tarafından kullanılmasına izin verilmemelidir. Bu gerici ittifakta misyonunu üstlenen sermaye devletinin ve AKP hükümetinin sahte açıklamalarla giriştikleri suç ortaklığına karşı durulmalıdır.

Bu hareketlilik içerisinde Libya kritik bir mücadele sahası haline geldi. Çünkü Libya’da gelişen mücadele Kaddafi rejiminin zorbalığıyla iç savaşa dönüştü. Bunu fırsat bilen emperyalist güçler de ayaklananların burjuva siyasal güçlerin inisiyatifi ele almasıyla birlikte devreye girdiler. Bir oldubittiyle “insani yardım” kılıfı altında Libya'ya askeri harekat başlatarak saldırıya geçtiler. Tümüyle gerici egemenlik ve yağma uğruna gerçekleştirilen bu saldırıda en büyük suç ortağı da Türk sermaye devleti ve onun icra organı AKP hükümeti oldu. Başlangıçta NATO'nun Libya'da ne işi var diyenler, ülke topraklarını saldırının ana üssü yapacak kadar alçaldılar.

Libya tarihine kısa bir bakış

Bir Arap ülkesi olan Libya, Afrika’nın kuzeyinde Akdeniz kıyısında bulunmaktadır. Tunus, Mısır, Cezayir, Sudan, Çad ve Nijer ülkelerine sınır komşusudur. Libya ismi, ülkenin asıl yerlileri olan Berberiler’in kullandığı Lebu sözcüğünün dönüşmesiyle bugünkü halini almıştır.

Tarihsel verilere baktığımızda antik çağlardan beri Libya toprakları Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender'in orduları, Ptolemaus hanedanı ve Romalılar’ın hakimiyeti altında olmuştur. 647 yılında Arap İslam Orduları’nın Libya’ya girmesiyle Bizanslılar mağlup edilmiş ve islam hakimiyeti altına girmiştir. Bu yıllardan sonra tekrardan hristiyanlığın egemenliği altına girmiştir. 16. yy’dan itibaren tamamen Osmanlı’ya bağlanmış, Osmanlı toprağı olmuştur. Osmanlı’nın dağılma döneminde olduğu 1911 yılında İtalya tarafından işgal edilene kadar da böyle sürmüştür. Trablusgarp Savaşı’nın sonrasında yapılan Oshy (Oşi) Anlaşması ile Libya’daki fiili Osmanlı hakimiyeti sona ermiştir. İtalyan sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar tarafından direniş hareketi başlatılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge Fransa ve İngiltere’ye bırakılmıştır. Libya, 1951 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir.

Kaddafi’nin iktidara geliş hikayesi…

30

Libya, 1951 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra Şeyh İdris kral ilan edildi. 1969 yılında ordunun genç subaylarından Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris’e karşı bir darbe gerçekleştirdi. Monarşi sona erdirilip

Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu. Kaddafi, sosyalizmi ve İslamı sentezlediğini iddia ettiği ve “Üçüncü Evrensel Teori” diye nitelendirdiği bir burjuva reformist çizgide ilerledi.

Kaddafi, darbeden sonra denetimi ele geçiren Devrim Komuta Konseyi’nin başkanlığına getirildi. 1970’den itibaren başbakanlık ve savunma bakanlığı görevlerini de üstlendi. ABD’nin ve İngiltere’nin ülkedeki askeri üsleri kapatıldı. Bütün yabancı bankalar ve petrol işletmeleri kamulaştırıldı.

Kaddafi, kuracağı ülkenin yönetim biçimini Yeşil Kitap’ında halkın yönetime doğrudan katılacağı, halk meclislerinin oluşacağı şekilde tariflemektedir. Görünürde mevcut olan halk meclislerine katılanlar seçimle değil verilen direktiflerle belirlenmiştir. Kaddafi, yeni yönetim biçimini sosyalizm sosuna bulandırarak anlatmış olsa da gerçekte bu, petrol gelirlerinin bir kısmının halka dağıtıldığı, karşılğında da ülke kaynaklarının Kaddafi ailesinin elinde biriktiği bir gerici rejim olmuştur.

Emperyalist saldırganlığa ve suç ortaklığına karşı mücadeleye!

2007’nin sonuyla birlikte etkisi artan kapitalizmin yapısal krizi en çok Ortadoğu ülkelerini vurdu. Kapitalistler krizden kurtulmak için sömürüyü artırırken açlık, yoksulluk daha görünür kılındı. Avrupa işçi ve emekçilerinden grevler ve isyanlarla açığa çıkan tepki Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da halk ayaklanmaları olarak yaşanıyor. Libya halkı da Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarına başkaldırdı. Sokaklara dökülen halk militan eylemler gerçekleştirdi. Kaddafi diğer diktatörlerden farklı olarak ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı. Diktatörlüğü süresince kendisine bir servet yaratan Kaddafi saltanatından kolay kolay vazgeçemedi. Libya’daki halk ayaklanmalarının geldiği boyutta, belli bölgelerde yönetimin fiili olarak halk milislerin ele geçmiş olması sadece Kaddafi’nin değil emperyalistlerin korkusunu büyütmüş oldu. Libya’da hakimiyetlerinin sarsılmasından dolayı savaşı başlattılar. Kaddafi’nin azgınca saldırısı bahane gösterilerek “insani yardım” adı altında 19 Mart’ta NATO eliyle emperyalist savaş başlatıldı. Irak işgalinin 8. yıldönümünde Libya’ya da bombalar yağdırılmaya başlandı.

İzmir’de NATO üssünün, ülke topraklarının, hava sahasının emperyalistler tarafından kullanılmasına izin verilmemelidir. Bu gerici ittifakta misyonunu üstlenen sermaye devletinin ve AKP hükümetinin sahte açıklamalarla giriştikleri suç ortaklığına karşı durulmalıdır. Libya’ya ve Ortadoğu’ya dönük emperyalistlerin saldırganlık planlarını bozmak için işçiler, emekçiler, gençler ve ezilen halklar gücünü birleştirmelidir.


Deprem, tsunami ve nükleer felaket…

Kaptalist vahşet Japonya'da tescillendi!

Depreme hem teknolojik düzey hem de bilinç açısından en hazırlıklı ülke olan Japonya'da yaşanan 9 şiddetindeki depremle ortaya çıkan tablo, kapitalizmin yol açtığı felaketi gözler önüne serdi. Deprem ve hemen ardından yaşanan tsunami ile birlikte ülkenin yüzde 20'si zarar gördü, 520 bin civarında kişi tahliye edildi, ölü ve kayıp sayısı 11 bini geçti. Fukuşima Nükleer Santrali'nde yaşanan nükleer felaketle ortaya çıkan radyasyon ise başta Japonya olmak üzere tüm dünyayı tehdit ediyor. Japonya'da yaşanan deprem ve tsunaminin ardından gerçekleşen nükleer felaket, kapitalist sistemde kar hırsıyla doğaya yapılan müdahaleler sonrasında alınan önlemlerin, insanlığı doğal felaketlerden kurtarmaya yetmeyeceğini göstermiş oldu. Japonya'nın deprem ve doğa felaketleri karşısındaki hazırlıkları, ulusal ve uluslararası sermayedarların kar hırsının altında bir hiçe döndü. Depreme karşı önlem konusunda tüm dünyaya örnek olan Japonya'da nasıl oldu da Fukuşima Nükleer Santrali'nin fay hattı üzerine kurulmasına izin verilmişti? Depremden sonra radyasyona sebep olan nükleer yakıt çubuklarının ısı yaymasının engellenmesi çok mu zordu? Bu soruların cevapları bize Japonya hükümetinin deprem bilincini, sermayenin talepleri ve ihtiyaçları sözkonusu olduğunda bir kenara bırakabildiğini, sermayenin ise gözünü kırpmadan tüm dünyayı etkileyecek bir felaketi engelleyecek önlemleribir kenara ittiğini gösteriyor.

Japon Komünist Partisi ‘Nükleer dosya’sından sorumlu milletvekili Hidekatsu Yohsii Fukuşima Nükleer Santrali'nin çok uluslu operatör şirketi olan Tepco'nun yaşanan nükleer felaketteki sorumluluğunu şöyle açıklamakta: “Tepco bize hep yavaş bilgi veriyordu. İçerde ya da diğer deyişle reaktörde radyoaktif buhar bırakmayı zorunlu kılan basınç yükseldiğinde, anormal radyoaktivite düzeyi fark edileceği korkusuyla, hiçbir şey yapmama ve söylememe yoluna gittiler. Radyoaktif buharın üst sınıra çıkmasına izin vermelerinin nedeni budur. Bu ise reaktörlerdeki patlamalara neden oldu. Başından beri Tepco, soğutma sistemlerindeki arızayı örtbas etmeye çalıştı. İkinci sorun, şirketin yakıt çubuklarını soğutmak için deniz suyu enjeksiyonu yapmakta tereddütlü davranmasıdır, zira bu işlemin yakıt çubuklarını kullanılmaz hâle getireceğinden korkuyorlardı. Tepco’nun sessizliği ve tüm bu aşırılıkları kârlılık saplantısıyla açıklanabilir. Her kazada halka yalan söylediler. Ama

bu defa kurtuluş yok. İşletmenin sorumluluğu apaçık ortada.” (kaynak: solküre / 20.03.11)

“Biz Japonlar'dan daha iyisini yaparız...”

Japonya'da deprem, tsunami ve nükleer felaket ardından yaşananlar tüm dünyanın gözlerini nükleer santrallere çevirmişken Türkiye'de de tartışmalar başladı. Uzmanlar Türkiye'de nükleer santraller için seçilen yerlerin fay hattına yakın olduğunu açıklamış durumda. Elektrik Mühendisleri Odası ve Jeoloji Mühendisleri Odası Akkuyu’da kurulmak istenen santralin Ecemiş fay hattının 25-30 km. Mesafesinde olduğunu belirtiyorlar. Tüm dünya nükleer enerjiden vazgeçmeyi tartışırken Enerji Bakanı Taner Yıldız ise “Kazadan ders çıkardık ama nükleer plana devam... Fukushima 1. nesil santral. Bizim kurmayı planladığımız santral ise 3. nesil. Teknoloji çok gelişti.” diyerek olaya son derece bilimsel (!) bir açıklama getirmiş oldu. Bu bilimsel (!) açıklamayı Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir de “Japonlar yapıyorsa biz daha iyisini yaparız. Buna herkes inansın” diyerek pekiştirdi.

Mustafa Demir'in “Japonlar yapıyorsa biz daha iyisini yaparız” sözündeki samimiyete güvenimiz sonsuz. Şimdiye kadar yaşadığımız tüm tecrübeler bize Türkiye'de yaşanacak bir felaketin Japonya'da yaşanan felaketten çok daha “iyi” sonuçlar üreteceğini gösteriyor. 1999 yılında, 7,5 büyüklüğünde gerçekleşen Gölcük depreminde binlerce kişi kağıt gibi çöken evlerin altında hayatını kaybetti. 1999 yılından bugüne depreme karşı alınması gereken önlemler sözün ötesine geçemedi. Şimdi de bilimsel tüm veriler Türkiye'de nükleer santral yapılmasının tehlikelerine işaret ederken nükleer santral yapımında ısrar devam ediyor. Kısacası Japonya gibi depreme karşı bilincin tüm dünyaya örnek olduğu bir ülkede nükleer felaket karşısında “bir takım önlemler” gözardı edilebilirken, elbette Türkiye gibi sadece “bir takım önlemler”i değil tüm önlemleri göz ardı eden bir ülkede yaşanacak bir doğal felaket daha “iyi” sonuçlar üretecektir. Felaket çok daha sarsıcı ve yıkıcı olacaktır.

Türkiye'de depreme ve nükleer santrallerin oluşturduğu tehlikelere karşı alınan/alınacak önlemlerin bir inandırıcılığı yoktur. Kapitalizm devam ettikçe ve egemenlerin tüm dünya halkları ve doğa üzerindeki kirli pazarlıkları sürdükçe felaketi de büyüyecektir. Bu durumda alternatif son derece nettir: Sosyalizm.

31


Direnişçi Ontex/Canbebe işçileriyle söyleşi...

“Sınıfımız ve onurumuz için direniyoruz!”

Dünya devi Ontex’te sömürüye ve sendikal ihanete karşı direniş bayrağı açan Ontex/Canbebe işçilerinin İstanbul Yenibosna’da kurulu fabrika önündeki kararlı direnişleri sürüyor. İstanbul’un dört bir yanını eylem alanına çeviren direnişçi işçilerle, direnişin gidişatı, sınıf dayanışması, mücadelenin kattıkları ve sendikal bürokrasi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Sendikal bürokrasiye ve sermayeye karşı direniyoruz”

- Ontex/Canbebe işçileri olarak sömürüye ve sendikal ihanete karşı direniştesiniz. 17 Şubat’ta başlayan direnişiniz ne aşamada? Direnişe başlamanızın ardından neler yaptınız? Direniş nasıl gidiyor?

İbrahim Ok: 17 Şubat’ta yaşanan işten atılma saldırısından önce her şeyi göze almıştık. Bu bizim birliğimizden ve gücümüzden geliyordu. O durumu soğukkanlılıkla karşıladık. İşten atılmayı korkulacak bir şey olarak görmedik. Hiçbir zaman korkmadık. İşyerimizi terk etmedik. Afişimizi astık ve diğer insanlara haber verdik. Bizi işten attılar, buna sessiz kalmamalıyız dedik. O günden bugüne kadar birçok parti ve sendikayla görüştük. Ancak en kötüsü de sendikamız Selüloz-İş’in bize destek vermemesi oldu. Sadece çadırımızı aldı ve bunun dışında başka hiçbir konuda destek sunmadı. Zaten gazetelere de “destek olmuyoruz” diye demeçler vererek bu tavrını itiraf etti. Bunların yaşanacağı çok açıktı, hiçbir zaman şaşırmadık. Türk-İş’e bağlı birçok sendikanın bunların gittiği yoldan gittiğini

biliyorduk. Bundan dolayı fazla etkilenmedik.

Ontex direnişinin iki önemi vardır. Birincisi sendikal bürokrasiye karşı yürütülen bir direniş olmasıdır. İkincisi ise sermayeye karşı yürütülen bir mücadele olmasıdır. Biz 41 günden beri işçinin, emekçinin yayındayım diyen sendikaların gerçek yüzünü görmüş olduk. Bugün metal grevi yaşanıyor. ÇEL-MER’de, DESA’da işçiler direniyor. Bu sendikaların tutumunu çok açık bir biçimde görmüş olduk. Partilerin oy peşinde olduğunu açık biçimde gördük. Kendine ilericiyim diyen birçok kitle örgütünün hiçbir destekte bulunmadığını gördük.

Bu zaman zarfında sürekli eylemler yaptık. Boykot eylemleri, Taksim yürüyüşleriyle sesimizi duyurmaya başladık. CarrefourSa’larda yaptığımız blokaj eylemleri etkili oldu. İnsanlar her şeyi sıcağı sıcağına görmeye başladı. Canbebe gibi bir ürünü alıyorsa o ürünün içeriğini ve nasıl üretildiğini gördü. Bizim yürüttüğümüz bu mücadele hak arama mücadelesinin her yerde olduğunu gösteriyor. Burada duruyorsak eğer işçi sınıfı için duruyoruz. Bu ürünleri alan da aslında işçilerdir. Eğer işçiler birlik olursa o ürün alınmayacak ve bizim sesimizi de tüm kitle duymuş olacak. Blokaj eylemleri bu yüzden çok önemlidir. Ayrıca afişlerimiz de çıktı. Emekten yana olan basın bu süre zarfında sesimizi duyurdu. Şube Başkanı Aydın Parlakkılıç’ın, “bunlar 300 kişilik fabrikada 16 kişiler” sözlerinin ne anlama geldiğini insanlar gördüler. Bizim amacımızın haklarımızı almak ve işimize geri dönmek olduğunu gördüler. Bazı insanları kazandık, bazı insanlar ise hala aynı durumdalar. Mücadelemiz 40 günü aşkın süredir böyle gidiyor. Eylemler, basın açıklamaları ve direnişlerle sınıf dayanışmasını yükselterek, kurtuluşun birlikte olduğunu anlayarak geçti. Bu süreçte içimizden kopmalar da oldu. Bazı arkadaşlarımız zor durumda kaldıkları için, evlerine para götürmek zorunda kaldıkları için ayrıldılar. Biz de onlara bu yüzden bir şey söylemedik. Arkadaşlarımız arada sırada geliyorlar. Basın açıklamalarına, blokaj eylemlerine katılıyorlar. Mücadelemiz devam ediyor.

“Dünyaya bakış açımız değişiyor, sınıf kimliğimiz oturuyor”

- Direniş süreci sizde nasıl bir değişim yarattı? Geriye baktığında hayatınızda neler değişti? Neler öğrendiniz ve kazandınız?

Mustafa Bozkurt: Normalde bu fabrikada çalışırken hiçbir sosyal faaliyetimiz, hayatımız yoktu. Yeri geliyordu cumartesi pazar çalışıyorduk. İşten eve, evden işe bir hayatımız vardı. Dünyada neler oluyor, Türkiye’de neler değişiyor, neler oluyor hiçbir şey bilmiyorduk. Bilmememizin yanısıra sendikalı işçiler olarak sendika nedir, sendikal haklarımız nedir bilmiyorduk. İş yasalarındaki değişiklikleri vs bilmiyorduk. En basitinden, haksız yere işten atılsak kafamızı önümüze eğip başka bir işe giriyorduk. Lanet olsun deyip çekip gidiyorduk. Hak aramasını bilmiyorduk. Direnişle beraber tüm bunları öğrendik. Sermaye sınıfının ne kadar çirkef olduğunu ve içyüzünü daha iyi gördük. İnsanın kişiliği değişiyor ve oturuyor. Dünyaya bakış açımız değişti. Gerçekten işçiliğin ne olduğunu daha iyi anlıyorsun. ...

32

“Bürokrasinin zeminini kaydırdığımız için saldırdılar”

- Ontex direnişi sendikal bürokrasinin şubelere ve hatta işyeri


temsilciliğine kadar nasıl indiğini gösterdi. Bununla beraber siz de fabrikadan bir taban örgütlenmesi deneyimi de yarattınız. Bu deneyimden bahseder misin? Gamze Kayhan: Sendikal bürokrasi gerçekten de almış başını gidiyor. İşçilerin artık kendi taban örgütlerini kurma, komitelerini kurma zamanı gelmiştir. Çünkü sendikalar artık işçi örgütlenmesi olmaktan çıkmıştır. Sendikaların gerçek birer işçi örgütü haline getirilmesi gerekiyor. Fabrikadaki komite girişimi bizim atılmamızla beraber işlevsiz kaldı. O komiteleri işlevli hale getiremedik. Burada açık olan şu ki; sarı, ihanetçi sendikalar artık işçilerin iradesini yok saymaktadır. Tamamıyla çeteleşmiş ve mafyalaşmış durumdadırlar. Sanki o fabrikayı patron değil sendika yönetiyormuş gibi davranıyorlar. Kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Burada işçilere büyük işler düşüyor. Ya bu çürümüşlüge, sömürüye boyun eğip ezilmeye sömürülmeye katlanacağız ya da kendi işçi örgütlerimizi oluşturup birliğimizi sağlayacağız. Bu birlik de ancak ve ancak komitelerde olur. Yine fabrikalara inen bürokrasi ancak komitelerle temizlenir. ...

“Dostu düşmanı tanıdık”

- Direnişlerde, mücadelelerde sınıf dayanışması önemlidir. Sizin direnişinizde dayanışma nasıl, geçen süre içerisinde ne düzeyde bir sınıf dayanışması vardı? Emekten yana güçler yeteri kadar yanınızda oldular mı? Hasan Ulaş Ekelik: Dayanışma şu anda gayet iyi. Yurtdışından destekler gelmeye başladı. Almanya, İsviçre, Fransa’dan destekler gelmeye başladı. Özellikle BİR-KAR’dan arkadaşlar desteklerini esirgemiyorlar. Türkiye’nin diğer illerinden ve farklı ülkelerinden maddi-manevi destekler geliyor. Bu da şunu gösteriyor. Nerede olduğumuzun önemi yok. Önemli olan, amacımızın ne olduğudur. Dünya işçi sınıfı ve halkların tek bir amacı vardır. Ekmek mücadelesidir.

insanlar? Türk-İş’in demokrat, kendisini sınıfa adayan kesimleri nerede? Bunları göremiyoruz. Bize sendikaların sahip çıkması gerekirken bize sivil toplum örgütleri, vatandaş, halk sahip çıkıyor. Bunların halka öncülük etmesi gerekirken halk bunlara yol gösterir vaziyete geldi. İşçinin yanında yer almıyorlarsa o zaman sermayenin yanında yer aldıklarını göstersinler. Taraflarını belirlesinler. Burada sorun sadece ihanetçi Selüloz-İş yönetiminin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak değildir. Biz, Türk-İş içerisindeki ihanetçi bürokratların da yüzlerini ortaya çıkaracağız. Bu konuda kararlıyız ve kesin tavrımız budur. İşçiye ihanet eden, işçiyi sırtından vurmaya çalışan herkes gün gelecek hesap verecektir. Hiç kimse sanmasın ki benim yaptığım yanıma kar kalacaktır. ...

“Yarınlarımıza sahip çıkıyoruz”

- Direniş süreci sana neler kattı?

“İşçiye ihanet eden herkes gün gelecek hesap verecektir”

Duray Tezeren: İşçiler makine başında olduğu sürece insanlığın değerini bilemiyor. Öyle bir hale gelmiş ki, sermaye maddi olanaklarını kullanarak, mesaileri zorunlu tutarak insanların özgürlüğüne el atmış durumda. Dışarıda özgürlüğümüzü ve işçinin gerçekten emeğini alabilmek için neler yapabileceğini öğrendik, öğrenmeye çalışıyoruz ve öğreneceğiz. Biz bunun mücadelesini veriyoruz. Mücadele ederek, sadece kendimizi değil bütün işçi sınıfıyla ortak mücadele ederek ve geleceği düşünerek yapmak lazım. Sadece bugünü düşünsek sadece mahkemeye giderek bu süreci takip edebilirdik. Aldığımız tazminatla kalırdık. Bugünü kurtarırdık. Ama bizim amacımız bu değil. Asıl sahip çıkmamız gereken yarınlarımızdır.

Hasan Ulaş Ekelik: Geçtiğimiz günlerde Türk-İş ve DİSK’e üye çok sayıda sendika direnişlerin yanında olacaklarını açıkladılar. Bu sendikalar kendilerini gerçekten sınıfa adıyor ve işçiler için bir şeyler yapıyorlarsa Ontex işçilerinin de yanında yer almaları gerekiyor. Biz şu anda çok önemli bir misyon üstlenmiş durumdayız. Sendika bürokratlarına karşı savaş açtık, cephe aldık. Sonuçta bizim burada işten çıkarılmamızın, bu direniş çadırının kurulmasının temel nedeni sendikacılarımızdır. Sendikacılarımız bize sahip çıkmış olsalardı bu çadır kurulmazdı. Kurulsa bile süreç daha farklı olurdu. Şu anda yalnız başımıza her şeyi yapıyoruz. Eğer Selüloz-İş Sendikası bizim yanımızda yer almış olsaydı kendimizi daha farklı ve kısa sürede anlatabilirdik. Bu yüzden Türk-İş’in içindeki bu sendikalara sesleniyorum. Ontex işçisinin yanında yer almalarını istiyorum. Casper’in, DESA’nın, ÇEL-MER’in ve tüm direnişlerin yanında yer almalarını istiyoruz. Direnişleri birleştirmelerini istiyoruz. Tek başımıza bir şey elde edemeyiz.

Emrah Kaya: 23 yıldır bu sendika yönetimi insanları hep köleliğe mahkum etti. İnsanlar üzerinde baskı yarattı. İnsanlar üzerinde ayrımcılık yaptı. Biz tüm bunlara artık yeter dedik. Vicdanen rahatsız olduk. Bunun böyle gitmeyeceğini söyledik. Bizim irademiz dışında bir şey yapılamayacağını söyledik. Sendikanın anlayışının bu olmaması gerektiğini söyledik. Onurumuz için direnişe geçtik.

...

Dostu düşmanı tanıdık. Bu süre içerisinde kendisini “sınıfa adamış” gözüken kişi ve kurumları da gördük. Sınıftan yanayım deyip içi boş bir kimlikle konuşanları da gördük. Görünüşte sözler verildi. Bunları daha iyi tanıdık. İşçinin yanındayım diyen her kişinin işçinin yanında olmadığını gördük.

- Türk-İş’e bağlı çeşitli sendikaların genel merkezleri “nerede bir mücadele varsa biz oradayız” diyorlar. Gerçekten yanınızda oldular mı? Onlara nasıl bir mesaj vermek istersiniz?

...

Sen, ben yanmazsak bu memleket ne olacak. DİSK’e bağlı sendikalara da sesleniyoruz. Bizim sesimize kulak versinler. 41 gündür buradayız. Türk-İş’ten gelen kişi sayısı parmakla gösterilir. Nerede bu

...

(www.kizilbayrak.net sitesinden kısaltılarak alınmıştır.)

33


Kızıldere’den öğrenmek... Z.İnanç Kurşun delikleriyle dolu kerpiç ev, Türkiye devrim tarihine yazılmış muazzam bir direnişin son karesidir. “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!” haykırışı da devrimci iradenin en berrak anlatımı, devrimci siper yoldaşlığının manifestosudur.

Kızıldere’nin öyküsü aslında 16 Mart 1971’de Sivas’ın Gemerek ilçesinde başlar. Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş, 12 Mart darbesinin gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Sivas’a doğru yola koyulurlar. Gidecekleri yere varmadan motosikletleri bozulur. Motosikletin tamiri sırasında fark edilmelerinin ardından ihbar yerler. Polisler gelir ve çatışma başlar. Çatışma sırasında Yusuf ile Deniz birbirlerini kaybederler. Yusuf Aslan Sivas’ın Elmalı köyünde, Deniz Gezmiş ise Gemerek ilçesinde jandarma tarafından yakalanıp Kayseri’ye oradan da Ankara’ya getirilirler. Mahkemeler başlar, THKO davasından yargılanırlar. 9 Ekim 1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında idam cezasına karar verilir. İdam cezasını geri çektirmek için THKO ve THKP-C’li militanlar ortak bir eylem gerçekleştirirler. Sinop’ta bulunan NATO üssünden üç İngiliz askerini kaçırırlar. 27 Mart 1972 sabahı rehinelerle Tokat’ın Niksar ilçesine varırlar. Burada muhtarın evinde saklanırlar. Belli bağlantıların deşifre olmasının sonucunda Niksar’da oldukları anlaşılır. 30 Mart 1972 sabahı jandarmalar muhtardan bilgi almaya gelirler, muhtar daha önceden hazırlamış olduğu ihbar mektubunu onlara verir. Ev ve köy binlerce komando tarafından sarılır. Devrimcilerin talepleri karşılanmaz ve “teslim olun” çağrıları sıralanır. İngiliz askerleri kolluk kuvvetleriyle konuşması için çatıya çıkartılır, bu sırada yaylım ateşi başlar. Mahir Çayan çatıda başından yediği 6 kurşunla yaşamını yitirir. Kurşun yağmuru altındaki devrimciler ellerindeki imkanlarla karşılık verirler. Bir kişi haricinde herkes çatışmada ölür.

Kızıldere’yi kavramak...

Sermaye devrimci mücadeleyi bastırmaya, sindirmeye çalıştı/çalışıyor. Devrimcileri, ilericileri katletti, işkencelerden geçirdi ve hala da bunları yapmaya devam ediyor. Sermaye ve sermaye sözcüleri yok et, yok say politikasının yanında “sahiplenme” ve altını boşaltma çabalarını da yoğunlaştırıyor. “Bugün polisiyle, medyasıyla, yoz kültürüyle çok yönlü bir kuşatma altında tutan sermaye devleti saldırılarını her geçen gün yoğunlaştırıyor. Bizleri kişisizleştirerek etkisi altında tutmaya, sistem için zararsız bireyler haline getirmeye çalışıyor. Bu amaç doğrultusunda devrimci mirasımıza pervasızca saldırıyor, devrimci değerlerimizin içini boşaltmaya, geçmişimizi kirletmeye çalışıyor. Devrim ve sosyalizm davası uğruna tereddüt etmeden ölüme giden Denizler’den, Mahirler’den “bizim çocuklar” diye söz ederek, onları “gençlik yıllarında kahramanlık yapmaya soyunmuş birer delikanlı” olarak göstermek istiyor. Onları ideolojik kimliklerinden tamamen sıyırarak çıkartıyor karşımıza.” (Ekim Gençliği, 115.sayı, 15 Mart-15 Nisan 2009, Kızıldere’de On’ların yaktığı ateş kavgamızda büyüyor!, s.38)

34

Sermayenin yarattığı baskı ve tahribatın yanında

mücadeleye zarar veren temel bir nokta daha vardır. Devrimci, ilerici örgütlerin kendi içerisinde yaşanan diyalogsuzluk, yan yana gelmekten kaçış, birbirlerine yasak koyan anlayışlar ve şiddet sermayenin saldırganlığından daha tehlikelidir. Solun içerisinde geçmişte de gördüğümüz kötü bir gelenektir yasakçılık ve şiddet. Kötü örnek, örnek değildir ama bu aşamadığımız bir zafiyet olarak durmaktadır. Siyaset yasağı, isim yasağı, insanların ölümlerden döndüğü çatışmalar güncelde karşı karşıya kaldığımız sorunlardır. İnsanlığın kurtuluşu iddiası ile yola çıkıp mücadele edenler, mücadelede ben de varım diyen farklı anlayışta kişilere, örgütlere vb. tahammülsüz yaklaşabilmektedir. İsim yasakçılığı da bunun başka bir boyutudur. Mücadele içerisinde onlarca örgüt, çevre var. Çeşitli isimlerle kendini ifade etmektedirler, bu isimler yer yer benzerlik gösterebilmektedirler. İsimleri tekelinde gören anlayışlar da bir diğerine ismi kullanma noktasında yasaklamalar getirebiliyor, ortak iş yapmakta yan yana gelmeme tutumu sergileyebiliyorlar. Bir alanın, bir ismin sadece kendisinden ibaret olduğunu sanan anlayış mücadeleyi kötürümleştirmekten başka bir işe yaramaz.

Bir örgütün yayınında çıkan yazıyı beğenmemek, dağıttığı bildiriye katılmamak siyaset yasakçılığını doğurabiliyor. Yayının, bildirinin dağıtımına, afişin asılmasına vb. yasaklar getirme hakkını kendinde bulabiliyor. Yazılanlar hiçbir şekilde doğru gelmeyebilir, yanlış bulduğunu açıklamanın, deklare etmenin birçok yolu, yöntemi vardır. Ama siyaset yapmaya yasak koymak devrimci etiğe ve hukuka uygun bir davranış değildir. Bu tür yaklaşımlarda dayatma beraberinde şiddeti de getirmektedir. Sol içi şiddet farklı boyutlarda yaşanmaktadır. Kimi durumda saldırı kimi durumda çatışma boyutunu almaktadır. Sol içi şiddeti doğuran nokta siyaset yasağının dayatılmasıdır. Dayatma ve şiddet ile düşünceden, pratikten vazgeçirmek sol bir anlayışın yaklaşımı olamaz/olmamalıdır. Mücadelenin seyrindeki bu örnekler sermayenin ekmeğine yağ sürmekten, kitlelerin bilincini bulandırmaktan başka işe yaramaz. Günümüzde sol içerisinde gerginliklerin, benmerkezci davranışların yaşanması Kızıldere’yi önümüze çekerek siper yoldaşlığının, devrimci dayanışmanın altını çizme ihtiyacını gösteriyor. Yazının girişinde de belirtildiği gibi Kızıldere, devrimci siper yoldaşlığının, devrimci dayanışmanın manifestosudur. Bu manifesto doğru bir şekilde okunmalı, örgütlerin ihtiyaçlarının hiçbir zaman devrim ve sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçlarının önüne geçmemesi gerektiğini unutulmamalıdır. 30 Mart Kızıldere öncesinden başlayarak bizlere devrim ve sosyalizm davasının siper yoldaşlığı geleneğini yükselten ve yücelten bir örnek yaratmıştır. Her devrimcinin, her devrimci örgütün devrimci tarihimizin ortaya çıkarttığı bu örneklerin ışığında kendisini gözden geçirmesi ve yenilemesi gerekmektedir. Bu anlayışların, davranış biçimlerinin yaşanmadığı bir kültür yaratabilmek, biz genç devrimcilerin omuzlarında duran sorumluluklardan biridir.


Paris Komünü 140. Yaşında!

“Vive la Commune!”

Komünarların sesleri çınlıyor Parisliler'in kulaklarında. Bu sesler çığlık oluyor alev alev yanan barikatlarda. Büyüyor yangın ve sarıyor tüm yürekleri. Düşenler yüzlerce yıllık bir sevdanın coşkusuyla düşüyor. Ve gelen aynı coşkuyla devralıyor bayrağı. Bir kere, bir kere daha tanık oluyor tarihe Paris sokakları… 1851 yılında imparatorluğu yeniden kurmak iddiasıyla iktidarı ele geçiren Louis Napolyon Bonaparte bu iddiasını sürdürebilmek ve imparatorluğun sınırlarını genişletebilmek için Fransa-Prusya savaşını gündeme getirdi. 1870 yılında başlayan bu savaş Fransız ordularının yenilgisiyle sonuçlandı. Bu yenilginin ardından Paris’e ilerleyen Prusya orduları silahlanmış bir halk ile karşılaştılar. Çok geçmeden ise Paris’i terk ettiler. Bu durumun ardından burjuvazi iktidarı alarak cumhuriyeti ilan etti. Ancak burjuvazi ile proletarya arasındaki savaş devam ediyordu. İşçilerin silahsızlandırılması için girişimlerde bulunan burjuvaziye yanıt çok geçmeden verildi. Paris’te işçiler belediye binasını ele geçirerek Komün’ün egemenliğini ilan ettiler. Bu cüretli çıkışın ardından ise Fransa’da iki iktidar gücü arasında (Ulusal Meclis ve Komün) bir iç savaş patlak verdi.

Bu savaşın devam ettiği süreçte Paris’te ilk işçi iktidarı olan Paris Komünü kuruluyordu. Devrimci temellerde oluşturulan bir proletarya diktatörlüğüydü bu. Tüm milliyetlerden işçilerin yer aldığı komün seçimleri, demokratik bir temelde gerçekleştirilerek devlet mekanizması oluşturuldu. Sürekli ordu lağvedilerek halk silahlandırıldı.

Bu deneyimi Engels şöyle anlatıyordu: “30 Mart günü, Komün, askerlik yoklamasını ve düzenli orduyu kaldırdı ve tüm sağlam yurttaşların katılacakları Ulusal Muhafızı tek silahlı güç olarak ilân etti; Ekim 1870'ten Nisan’a kadar olan konut kiralarına ilişkin ödemeleri iptal etti, halen ödenmiş bulunan miktarları da gelecek kira ödemelerine saydı ve belediye emniyet sandığında hacizli her türlü eşyanın satışını durdurdu. Aynı gün, Komüne seçilmiş bulunan yabancıların görevleri de onaylandı, çünkü ‘Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır’. 1 Nisan günü, bir Komün görevlisinin, öyleyse Komün üyelerinin de, en yüksek maaşının, [yılda -ç.] 6.000 frangı

(4.800 mark) geçemeyeceği kararlaştırıldı. Ertesi gün, kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı; sonuç olarak, bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısacası ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleştirildi.” (Karl Marx, ‘Fransa’da İç Savaş’, Önsöz)

Tüm burjuva kalıntılar yıkılarak bir devlet kuruluyordu Paris’te. Ancak bu çabaların yanında burjuvaziyle amansız bir savaş sürüyordu. Gittikçe pervasızlaşan Fransız burjuvazisi Prusya burjuvazisiyle işbirliği yaparak Komün’e saldırıyordu. Komünarlar yiğitçe çarpışıyorlardı barikatlarda. Kadın, erkek, çocuk tüm halk dişe diş bir mücadele veriyordu. Bayrak daha da kızıllaşıyordu düşenlerin kanlarıyla. Kurşuna diziliyorlardı, ölüyorlardı. Ancak her şeye rağmen hep aynı slogan yükseliyordu gökyüzüne: “Vive la Commune!” 73 gün dayanabildi Paris Komünü. Bir yenilgi olarak yazıldı Fransa tarihine. İsyancıların yenilgisi. Ancak unuttukları bir şey vardı. Kanla yazılan tarih silinmez! Yenilgi değil, deneyimdi. Ekimler yaratacak olan bir deneyim. Nitekim 140. yılında yaşıyor Paris Komünü; her barikatta, proletarya ile burjuvazinin karşı karşıya geldiği her savaşta. Bilinçlerimizde, kavgamızda, sevdamızda yaşıyor. Gelecek güzel günlerde, yeniden yazılacak olan bir tarihte yaşıyor. Paris’te yanan ateş hiç sönmüyor, sarıyor tüm dünya proletaryasının düşlerini. Kurtuluş umutlarını yeşertiyor. Her daim taptaze ve inançla esen bir seher yeli gibi... Gün geliyor Asya’da, gün geliyor Ortadoğu ve Afrika’da... Fırtınalar koparıyor değdiği yerde, yakıp yıkıyor. Ekimler yaratıyor, yol açıyor yeni Ekimler’e. Tunus’ta bedeni tutuşan gencin cüretinde, Mısır’da emekçi halkın öfkesinde bileniyor, çelikleşiyor. İmparatorluklara, diktatörlüklere ve burjuvaziye korku salmaya devam ediyor. İşçi-emekçilere, ezilen halklara ve gençlere ise tek seçenek sunuyor: Ya sosyalizm, ya sosyalizm!

73 gün dayanabildi Paris Komünü. Bir yenilgi olarak yazıldı Fransa tarihine. İsyancıların yenilgisi. Ancak unuttukları bir şey vardı. Kanla yazılan tarih silinmez! Yenilgi değil, deneyimdi. Ekimler yaratacak olan bir deneyim. Nitekim 140. yılında yaşıyor Paris Komünü; her barikatta, proletarya ile burjuvazinin karşı karşıya geldiği her savaşta. Bilinçlerimizde, kavgamızda, sevdamızda yaşıyor. Gelecek güzel günlerde, yeniden yazılacak olan bir tarihte yaşıyor.

35


Bir ‘Çoğunluk’ anlatısı...

Film orta sınıfların iktidara meşruiyet zemini hazırladığı gerçekliğinden yola çıkıyor ve bir bakıma Hitler Almanya’sının dayandığı temelleri daha ılımanlaştırarak başarıyla gözler önüne seriyor. Tarihsel dinamikler kılavuzluğunda incelersek konu itibariyle en kaypak, belirsiz sınıf sayacağımız orta sınıflar karaktersizliğin karakteriyle bir bütün olarak refleks göstermekten yoksun aynı ölçüde rüzgârda aynı heveslilikle sallanmaya meyillidirler.

36

Afişinin odağını ve baskın rengini oluşturan mavi plastik sandalye gibi tekdüze yoğrulmuş tek renk orta sınıf algısının toplumun yapısını nasıl etkilediğini konu alan “Çoğunluk” adlı film, ideolojik anlamda çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu tahakkümü, çocukluğundan itibaren gölgede bırakılmış bir gencin, Mertkan’ın gözünden anlatıyor. Filmi “Yeni Sinemacılar”ın içinde sinemasını geliştirmiş bir yönetmen Seren Yüce yönetmiş. Yine bu ekibin belli başlı karakterleri hem kamera arkasında hem de sahnede boy göstermiş. Yapımcı Önder Çakar’ı ve Gemide filmiyle dizi oyunculuğunu aşarak dikkatleri üzerine çeken Erkan Can’ı, iyi bir oyuncu olan Settar Tanrıöğer’i bu isimlere örnek gösterebiliriz.

Bunun için filmde “Gemide”, “Lalelide Bir Azize”, “Takva”, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filmlerinin de izlerini arayabiliriz. Hemen hepsinde düzenin çarklarıyla; çağa ayak uydurma, ekmeğini kazanma, yaşamdan zevk alma kavgasına girişmiş insanların mücadelesi öne çıkıyordu ve sinemamızda kısmen de olsa farklı bir dilin doğuşunu müjdeliyordu. Bu dile ‘kaçıncı gerçekçi’ dil diyelim. Kaçıncı gerçekçiler, ‘kaçkıncı’ değil... Sinemamızın ahvali üzerine uzun uzun dertleşmek mümkün ve gerekli iken “Çoğunluk” filmine dair birkaç söz söylemek önceliğimiz bu yazıda…

Her şeyden önce filmi film yapan olay ve olay gerçekleşmeseydi ‘‘bu aileden hiçbir ‘film’ olmazdı’’ ana fikrini bir tokat gibi çarpan Çoğunluk’ta her şey başkarakter Mertkan’ın çoğunluğun dışına yönelmeye yeltenmesiyle şekilleniyor. Ayakları üstünde durma dayatmasıyla sık muhatap olmuş; oysaki kendi ayaklarına dahi hakim olamayan Mertkan dünyasını sorgulayınca hem kendi alışkanlıkları hem de ailesiyle çatışmaya başlıyor. Yaşamını şekillendirdiği aile yapısının değer yargılarıyla baş etmeye çalışan Mertkan’ın (Bartu Küçükçağlayan) babasının müdahaleleriyle daha sıkıntılı hale dönüşen bir seçime zorlanışının öyküsü filmin seyrini belirliyor. Film orta sınıfların iktidara meşruiyet zemini hazırladığı gerçekliğinden yola çıkıyor ve bir bakıma Hitler Almanya’sının dayandığı temelleri daha ılımanlaştırarak başarıyla gözler önüne seriyor. Tarihsel dinamikler kılavuzluğunda incelersek konu itibariyle en kaypak, belirsiz sınıf sayacağımız orta sınıflar karaktersizliğin karakteriyle bir bütün olarak refleks göstermekten yoksun aynı ölçüde rüzgârda aynı heveslilikle sallanmaya meyillidirler. Güçlünün, ezenin faşizmine eklemlenmeleri, kendilerine has faşizm olgusunu bu zeminde var etmeleri kaçınılmazdır. Özünde bir burjuva ideolojisi olan faşizm orta sınıflara dayanarak, güç alarak varlığını sürdürebilir. Orta sınıf ‘çoğunluğundan’ ailelerinin

‘çekirdekliğinden’ beslenir; ki mikro düzeyde aileye, makro düzeyde toplumsal dokuya yansıması da salt faşizmin farklıyı törpüleme ya da yok etme güdüsünün dışavurumudur. Filmde de tutulan yer hali vakti yerinde bir müteahhidin farklı olana duyduğu kini adeta zerk ettiği bir bünyede, oğlunda olan yansımasının üstü kapalı çatışmasını görürüz. Çocukluğundan beri yoksul hizmetçiyi iten ve aşağılayan ‘güçlü isimli’ Mertkan bir yandan sınıfının hassasiyetlerini gözetip bir yandan da Türk-Sünni ideolojisinin ezberine uyarak davranmaktadır. Hizmetçiyle ailenin çatışması, kötü kokan temizlikçi ile parfüm kullanmayı bilmez cahil kadın söyleminin sentezinde saklıdır. Orta sınıf kolaycılığı emeğin karşısına medeniyetin yapma figürü parfümü çıkarmakta, öneri sunmaktadır. ‘Köylü görme’ algısı ötekileştirme rolünün bir parçası sayılmaktadır. Filmde orta sınıf resminin netliği kadar orta sınıf çizgisinin belirsizliği de öne çıkmaktadır. Bir orta sınıf aile güçlü yönleriyle aktarılırken orta sınıflar arasındaki ayrımların keskinleştiğini veya orta sınıf çeperlerinin yoksulluk sınırının her yıl yukarı çekilmesi sonucu daraldığını görüyoruz. Mertkan’ın pasif agresif tavrı ve çıkışsızlığı nasıl seyircinin gözüne sokuluyorsa iki maaşlı bir memur ailesinin orta sınıflığıyla, müteahhit bir ailenin orta sınıflılığı arasında oldukça fazla fark olduğu da malumdur. Suyu hiç kesilmeyen değirmenine güvenen baba (Settar Tanrıöğer), ‘agresif’ başka bir deyişle ‘girişimci’ orta sınıfın ferdidir. Yaşadığı sitenin otoparkı önüne parkeden otomobillere zarar verir, oğlunun arabasıyla çarptığı taksinin parasını istemeye gelen taksiciye para fırlatır ve saldırır. Bu iki eylemin birbiriyle ilişkisi ortadadır. Baba saldırganlığını ekonomik üstünlüğünden almakta ve bu saldırganlığında yine para fırlatarak gücünü sınamaktadır. Arkasına güvenmektedir. Kendi kabuğundaki orta sınıf mensubu ise bir seksenler Kemal Sunal filminde boy gösterir. Hayatı boyunca karakola gitmekten korkan ezik baba karakterini canlandıran Sunal, ailesinin yıldırıldığı türlü maceralardan sonra filmin finalinde artık dayanamayıp kabuğunu kırar ve oğlunu dövenlere onların dilinden ders verir. Buradaki orta sınıf çıkışsızlığı bir babanın pısırıklığında somutlaşmıştır. Filmde orta sınıfın iç çelişkileri üzerinde durulurken üreten sınıflara dönük saygısızlık ve bunun bazen açık bazen kapalı bir nefretle cisimleşen çatışmalarını görmek de mümkündür. Hayat karşısındaki güçsüzlüğünün hıncını işçiden çıkaran patron oğlu Mertkan, bir işçinin ezilmişliğinin getirdiği bir suni baş eğme-uzlaşı ifadesinden dahi tedirginlik üretip silaha ihtiyaç duyabilmektedir. Öte yandan alkollüyken araç kullanıp aracına çarptığı taksicinin çaresizliği ve alttan alışı bu kemirgen sınıf duyusunu harekete


geçirmekte, insanileşmeye çalışan Mertkan’ın çabasını boşa düşürmektedir.

Filmde bu çırpınmayla karışık bir muğlâk aşk hikâyesi de yer almakta. Bir çıkış yolu arayan Mertkan ortam arkadaşlarının ‘çöplük’ diye nitelendirdiği Kuştepeli Kürt garson kıza, Gül’e(Esme Marda) ilgi duyar; fakat ne var ki milliyetçi baba bu kızla ilişkisini kesmesini ister. Film boyunca ilerleyen bu hikâye geride kalır, yardımcı bir rol üstlenir. Ana hikâye Mertkan’ın iç çelişkileri, sorumsuzluğuyla akıp giden dünyasının karışması ve bu dünyanın her defasında hayli okkalı bir biçimde yüzüne inmesidir. Sözgelimi Gül’ün akrabaları karşısında korkup kaçan, bindiği taksinin şoförü tarafından azarlanan Mertkan, patron oğlu kimliğiyle deşarj olma fırsatına erişmektedir. Derine inilmeyen Gül’ün hikâyesi her ne kadar Mertkan’ın ikilemini sivriltme tercihinden dolayı sönük ilerlese de ana örgünün etki alanını genişletmekte aynı zamanda Mahsun Kırmızıgül örneğinde sıkça rastladığımız bir filmle beş soruna yüzeysel değinme acemiliğinin her hikâyeyi güdükleştirdiğini kanıtlamaktadır. Kaçkıncı gerçekçi sinemada tutunmaya çalışan Kırmızıgül’ün belki daha çok film izlemeye ihtiyacı var! Çoğunluk Kırmızıgül’ün eline geçseydi filme muhtemelen taksicilerin yaşam koşulları, töre, oto hırsızlığı vb. sorunlar da eklenecekti… Neredeyse hiç artmayan gerilimi ve bir o denli durağanlığıyla film ben değişmeyeceğim diye bağıran bir karakterin, Mertkan’ın rüyasında mağdur taksiciye(Erkan Can) sarılıp ağlamasıyla ‘arınmayı’ anlatıyor. Katarsisteki bu gözyaşları bir bakıma kabuk kırma arayışının, artık timsah gözyaşları olarak da algılanabilir- ifadesi. Zira teslim bayrağını çeken, zora gelemeyen Mertkan babasının gönderdiği sürgünde (Gebze’de bir şantiye yaşantısında, ki sürgünde dahi torpilli!) üreten ‘çoğunluğun’ hayat bilgilerine vakıf olmuş, yumurta kırmak, cızırtılı televizyon izlemek, mavi ile pembe, ‘tuvaleti banyosu bulunan’ tek tip plastik sandalyelerle dolu bir evde yoksullukla yüzleşmek ağır gelmiştir. Gül’ün evinde yaşayan küçük kızın selpak sattığını görünce burun kıvırıp dilencilikle bağdaştırması, zararını karşılatmak için ofislerine geldiğinde yaka paça dışarı atılan taksiciyi düşünceli halde bir çay bahçesinde otururken görünce kısa bir duraksamanın ardından yoluna devam etmesi, işçilerle aynı sofradan yemeyen Mertkan’ın yaşamını kaldığı yerden sürdüreceği kanısını pekiştiriyor. O taksicinin yanına gitmeyerek şatoya ulaşma şansını yitiren kadastro memuru K ile benzeşiyor. Kafka’nın kaybeden karakteri K da tayini çıktığı köyde şatoya ulaşmak için her

yolu denese de en sonunda yılıyordu…

Geriye tüm bu hengâmeden ne mi kalıyor? Bir gün bir yerde patlamayı bekleyen bir silah, rahatlıkla yaslanılan ‘arkanın’ teminatı bir de… Bu silah ise orta sınıfların elinde psikolojik sorunlara eşlik etmekten öteye gidemiyor.

Sürekli askerlik ve vatan hizmeti edebiyatı yapan babanın ve yakın arkadaşının rüşvetle satın aldıkları ‘vatan aşkı’ sınıflarının kaypaklığını, düşüncelerinin sahtekârlığını ayyuka çıkarıyor. Kürt halkına dönük kirli savaşta cepheye yoksul emekçi çocukların sürüldüğü, sürüleceği gerçeğini; kaza tutanağını satın alan bir babanın bu hezeyanlarla oğluna mesela ‘ideal’ bir şehir ayarlayabileceği düşüncesi destekliyor.

Bakırköy sahili ve kapalı havalarda yapılan çekimler filmdeki yalnızlaşma hissini güçlü tutuyor, öte yandan en ince ayrıntısına dek emek harcanmış oyunculuklar, filmi gerçekçi kılan öğelerin başında geliyor. Ayakkabı çıkarma sahneleri, Mertkan’ın çocukluğundan gençliğine uzanan kabalığı ve maganda hâl hareketleri, sadece duvarda asılı duran ‘fenerbahçe sevgisi’, cinselliğe ve kadına olan bakışı, sorunlara sırt çevirmesine sebep olan bencilliği ile iyi bir kaybeden, kaybettikçe yönlendirilen genç karakterini birbirine yedirmesi, orta sınıfların tipik davranışlarıyla geriye pasif agresif bir gencin dünyasından orta sınıf resmi kalıyor. Hatta bir resimden çok bir fotoğraf, sanki bilinçli bir çabayla öznel yaklaşımlardan yoksun bırakılmış bir fotoğraf, belgesel tadında bir kurmaca film, bir çoğunluk anlatısı, başarılı bir anlatı… T. Talip

Sürekli askerlik ve vatan hizmeti edebiyatı yapan babanın ve yakın arkadaşının rüşvetle satın aldıkları ‘vatan aşkı’ sınıflarının kaypaklığını, düşüncelerinin sahtekârlığını ayyuka çıkarıyor. Kürt halkına dönük kirli savaşta cepheye yoksul emekçi çocukların sürüldüğü, sürüleceği gerçeğini; kaza tutanağını satın alan bir babanın bu hezeyanlarla oğluna mesela ‘ideal’ bir şehir ayarlayabileceği düşüncesi destekliyor.

37


Ay Carmela! Savaşırız emevilere karşı

Lejyonerlere ve faşistlere Gandesa cephesinde

Tanklarımız, cephanemiz, toplarımız yok Ay Carmela, ay Carmela!

Carmela burada Polonyalı bir askere adını söyler ve askerler hep bir ağızdan “Ay Carmela!” marşını söylerler, faşizme karşı verilen mücadelenin evrensel sloganı olmuştur bu şarkı. Carmela ve Paulino “biz sanatçıyız bu yüzden sadece işimizi yaparız, taraf tutmayız” diye düşünerek ölümden kurtulmak için bir İtalyan faşist komutanın yaptığı teklifi kabul ederler.

38

Ete kemiğe bürünmemiş bir savaşın ortasında taraf olmak tarafsızlık adı altında, belki biraz da korkutucu bir şekilde perde arkasında kalabilir. Ne var ki sıcağı sıcağına süren bir savaşın ortasında, kurşun yağmurunun altında kalındığında, kimin kimi, nasıl ve niçin öldürdüğünü gördüğünde artık seçim yapmak zorunluluğu vardır. ‘Ay Carmela’ adlı filmde de taraf tutmadığı İspanya İç Savaşı’nın ortasında kalan Carmela’nın zamanla, adım adım yaptığı seçimini izleriz. Carmela ve Paulino karı-koca tiyatro oyuncularıdır ve Cumhuriyet Ordusu'nu eğlendirmek için cepheye gelmişlerdir. Yanlarında,

yolda rastlayıp yanlarına aldıkları, yakınında patlayan bombadan etkilenerek dilsiz olmuş Gustave vardır. Cephede zor günler yaşanmaktadır ve onlar açlığa, soğuğa dayanamayıp evlerine dönmeye karar verirler. Ne varki yolda Franco’nun askerleriyle karşılaşırlar ve hapishane olarak kullanılan bir okula götürülürler. Burada topluca kurşuna dizilen insanları görürler. Bu hapishanede Uluslararası Tugaylar'ın esir düşmüş askerleri de vardır. Carmela bu askerlerin dillerini bile bilmedikleri bir ülke uğruna ölmeyi göze aldıklarına inanamaz.

Carmela burada Polonyalı bir askere adını söyler ve askerler hep bir ağızdan “Ay Carmela!” marşını söylerler, faşizme karşı verilen mücadelenin evrensel sloganı olmuştur bu şarkı. Carmela ve Paulino “biz sanatçıyız bu yüzden sadece işimizi yaparız, taraf tutmayız” diye düşünerek ölümden kurtulmak için bir İtalyan faşist komutanın yaptığı teklifi kabul ederler. Bu sefer de faşistleri eğlendirmek için oynayacaklardır oyunlarını. Uluslararası Tugaylar'dan askelere, infazlarından önce izlettirilecektir bu aşağılayıcı oyun. İşte bu noktadan sonra, sanatçılarımızın yüreğinde insanlık onuru ile faşizmin alçaltıcılılığı arasında bir kavga başlayacaktır.

Bir tiyatro sahnesinde başlayıp bir tiyatro sahnesinde bitiyor “Ay Carmela!”. İki farklı sahnede biri yaşamı vaat ediyor onlara biri ölümü.

Jose Sanchis Sinisterra'nın tiyatro oyunundan uyarlanmış 1990 yapımı bir film ‘Ay Carmela’. Yönetmen Carlos Saura, çocukluğunda ona da büyük acılar yaşatan bir dönemi, İspanya İç Savaşı’nı, filmin her yerine serptiği ince espri anlayışıyla, aralara koyduğu saçma komedi unsurlarıyla mizahi bir şekilde anlatmış. Carmela’yı Carmen Maura, Paulino’yu ise Andres Pajares canlandırmış. Film Goya ödüllerinin çoğunluğu olmak üzere toplam 22 ödül almış. Zarya




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.