EG 134. sayı

Page 1



6 Kasım'ın ardından...

Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi yaratalım!

Bir 6 Kasım dönemi daha geride kaldı. Bu yıl hafta içine yayılan ve bir dizi üniversitede gerçekleştirilen YÖK karşıtı eylemler gençlik hareketinin verili durumunu ve ihtiyaçlarını bir kez daha ortaya koydu. Eylemlerin ortaya çıkardığı tablo üzerinden özelde 6 Kasım sürecini, genelde de hareketi değerlendirmek, hareketin ihtiyaçlarını tespit etmek ve buna uygun müdahale yöntemleri saptamak oldukça önemli bir yerde duruyor.

Kampüslerde 6 Kasım havası oluşturulamadı

İlk olarak 6 Kasım'ı önceleyen süreci değerlendirmek gerekiyor. YÖK'ün, kayıtlar başlamadan önce harçlara zam yapmayacağına dair açıklama yapmasına rağmen tekrar alınan dersler üzerinden harçlara gizli zam yapması, ilk tepkileri açığa çıkarmıştı. Bir dizi üniversitede gizli zamma karşı eylemler yapılmıştı. Tepkilerin artacağından endişelenen YÖK de zammı ertelediğini açıklamış, böylelikle de tepkileri dindirmeyi başarmıştı. Dönem başındaki bu ilk canlanmanın ardından ise hareket adına koca bir boşluk yaşandı. Taşralar da dahil olmak üzere, sınırlı sayıdaki üniversitede yaşanan yerel süreçler dışta tutulursa, gençlik hareketinin tüm dinamiklerini harekete geçiren, üniversiteleri ve hareketi ülkenin gündemine sokan gelişmeler ya da eylemli süreçler yaşanmadı. 6 Kasım'ın gündeme girmeye başladığı süreç gençlik hareketi için bir "sessizlik" dönemi oldu. Bu tablo 6 Kasım vesilesiyle de ciddi bir değişime uğrayamadı ne yazık ki. Elbette ki 6 Kasım eylemlerini önceleyen süreçte bir takım adımlar atıldı. Ama bunlar yaşanan süreci tersine çevirebilecek türden adımlar olamadı. Daha açık ifade edilecek olursa, bu yılki 6 Kasım sürecinde üniversitelerde özel bir hava yaratılamamış, 6 Kasım eylemlerinin önemine denk düşen bir ön hazırlık süreci işletilememiştir. Eylemlerin yaklaştığı günlerde dahi üniversitelere 6 Kasım'ın politik atmosferi egemen kılınamadı, gençlik kitleleri üzerinde 6 Kasım'a dönük bir ilgi ve merak yaratılamadı.

Oysa ortada bu olumsuz durumu değişmesine engel olacak düzeyde nesnel nedenler/engeller de yoktu. Açık ki bu durum gençlik hareketi içerisindeki siyasal öznelerin tutumlarından kaynaklandı. 6 Kasım'ın gündeme geç alınmasının yanı sıra güçlü bir hazırlık süreci işletilememiş olması, siyasal gençlik öznelerinin bakış ve eylemiyle doğrudan bağıntılıydı elbette.

Bunun en belirgin nedeni 6 Kasım'ın sıradan bir takvimsel eylem günü olarak algılanıyor olmasıdır kuşkusuz. Bu algının 6 Kasım eylemlerinin kitlelere taşınmasında ve hazırlık sürecinde geniş bir kitle çalışması yürütülmesinde nasıl bir engele dönüştüğü de bugün daha iyi görülebilir. Öyle ki birçok özne, 6 Kasım eylemlerine var olan kitleleri ile çıkmaya önden şartlanmış, eylemlerin kitlesel geçebilmesi açısından önemli bir yerde duran kitle çalışmasından kendilerini muaf saymışlardır.

Anlamlı bir deneyim: "6 Kasım hazırlık komiteleri"

Hazırlık sürecindeki tüm bu zayıflığa rağmen, belli üniversitelerle sınırlı kalmış olsa da, anlamlı ve önemli adımlar atılmadı değil elbette. Bunların en belirgini ise ortak örgütlenecek eylemlerin hazırlıkları için oluşturulmaya çalışılan "6 Kasım hazırlık komiteleri" oldu.

"6 Kasım hazırlık komiteleri" YÖK karşıtı eylemleri kitle inisiyatifine dayanarak örgütlemek noktasında anlamlı bir yerde duruyordu. Siyasal gençlik öznelerinin önderliği altında, fakat kendisini onlara da sıkıştırmayan bir çalışma tarzı yaratabilmenin ve kitleyi daha hazırlık sürecinde etkin hale getirmenin imkânını sunuyorlardı. Bu nedenle de, sonucu ne olursa olsun, komiteleri gündeme almak ve hayata

geçirmeye çalışmış olmak önümüzdeki dönemler için anlamlı bir deneyim bırakmış oldu.

Komitelerin verimli bir biçimle hayata geçirilmesinde yaşanan sorunları tespit etmek ve bu deneyimin önümüzdeki dönemler için bıraktığı dersleri çıkarmak da ayrı bir yerde duruyor kuşkusuz. Bu konuda söylenebilecek ilk söz de illerde ortak çalışmalar yürüten öznelere yönelik olmalıdır. Çünkü bu komitelerin kurulması konusunda hemfikir olunan öznelerin önemli bir bölümü komitelere yeterince önem vermemişlerdir. Öyle ki, üniversitede "6 Kasım hazırlık komitesi" kurulması kararına imza atan siyasal gençlik öznelerinden bir bölümü, komite toplantılarına insanlarını katmamış, doğal olarak da katılmamıştır. Diğer yandan, buna rağmen örgütlenen komite toplantılarının geniş duyurusunun yapılamaması ve gençlik kitlelerinin buraya katılımı yönünde yoğun bir çaba harcanamaması, komitenin gerçek işlevini yerine getirmesinin önünde bir engele dönüşmüştür. Mantığı dolayısıyla komitelerin kitlelere yaslanması gerekiyordu. Elbette ki gençlik kitlelerinin nesnel durumu bu konuda başlı başına bir engel teşkil ediyor. Ancak komitelerle hazırlanmak, her şeyden önce bu nesnelliğe yapılmış iradi bir müdahaleydi. Eğer bu irade asgari düzeyde gösterilmiş olsaydı 6 Kasım eylemlerinde ortaya çıkan tabloda ciddi bir değişiklik de yaşanabilirdi.

Bir kez daha parçalı YÖK eylemleri

Hafta içine yayılan YÖK karşıtı eylemler, gençlik hareketindeki parçalı tablonun bir kez daha gün yüzüne çıkmasına vesile oldu. Belli yerlerde küçümsenmeyecek önemde birliktelikler sağlanmış olsa da genel olarak birleşik bir mücadele/eylem hattının örülememiş olduğu görüldü. Bir dizi üniversitede farklı bileşenler tarafından yapılan birden fazla eyleme tanık olundu. Bu eylemler de gençlik hareketinin kendi içinde yaşadığı dağınıklığa ve parçalılığa dair en somut gösterge oldu.

Yekpare bir bütünlük olmasa da, birleşik bir mücadele/eylem hattı örülebilmesi, gençlik hareketi adına umut ve coşku verici bir dayanağa dönüşebilirdi kuşkusuz. Yanı sıra, böylesine dağınık ve parçalı bir hareketle bunun üzerinden yansıyan eylemlerin sermayenin üniversitelere dönük saldırıları karşısında yeterli etkiyi gösteremeyeceği de açıktır.

Sürecin dersleri ışığında önümüzdeki döneme yüklenelim

YÖK karşıtı eylemler ve hazırlık çalışmaları bir dizi eksikliği ve ihtiyacı gün yüzüne çıkarmış oldu. Fakat ortaya çıkan bir başka gerçek de, her şeye rağmen üniversite gençliği içerisinde hareketin dinamiklerinin korunduğudur. Öyle ki, bahsettiğimiz gibi, böylesine sınırlı bir kitle çalışmasıyla ve üniversitelerde 6 Kasım üzerinden politik bir atmosfer yaratılamamış olmasına rağmen üniversite öğrencileri kampüslerden YÖK’e karşı ses verdiler. Bu demektir ki, üniversitelerde daha güçlü bir kitle çalışması yürütülebilinirse verimli sonuçlar alınması da pekâlâ mümkündür. O halde yapılması gereken şey, kampüslerde, sürekliliği sağlanmış ve belli bir sistematiğe oturtulmuş etkili bir kitle çalışmasını örgütleyebilmektir. Bu başarılabildiği takdirde gençlik hareketinin bugünkü verili durumunun değişmesinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.

Tüm bunların ışığında, gençlik hareketinin bugünkü acil ihtiyaçlarının başına birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik mücadelesi koyulabilir. Gençliğin devrime kazanılması, hareketin devrimcileştirilmesi ve devrimci önderlik boşluğunun doldurulması önümüzde duran sorumluluklardır.

3


YÖK ve Ulusal Öğrenci Konseyi devrimci-ilerici öğrencilere saldırıyor…

Üniversiteler devrimci-ilerici öğrencilerindir!

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Ulusal Öğrenci Konseyi 20112012 Olağan Genel Kurulu 14-15-16 Ekim tarihlerinde yapıldı. “Özgün ve Özgür Üniversitelere Doğru” başlığı taşıyan genel kurula Akdeniz Üniversitesi ev sahipliği yaptı.

YÖK başkanının katılımı dışında, genel kurula ve başlıklara dair herhangi bir haber ya da açıklama yapılmadığı için, kendilerini “öğrenci temsilcisi” sanan bu çanak yalayıcılarının ne konuştuğunu ya da hangi kararlar aldığını bilmiyoruz. Fakat genel kurulun isminden anladığımıza göre, üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yaşadığı dönüşüme nasıl “katkı sunacaklarını” tartışmış olmalılar. Zira öne çıkarılan bu başlık, sermayenin ve YÖK’ün Bologna sürecini makyajlamak için kullandıkları temel argümanlardan biri. Anlaşılan o ki, Ulusal Öğrenci Konsey’i, önümüzdeki dönemde “YÖK’ün Truva atı” olduğu gerçeğini yeni somut örneklerle gösterecek.

YÖK başkanından piyadelerine övgü

Genel kurul bünyesinde düzenlenen ''Üniversitelerin Devlet Hayatındaki Rolü ve Akdeniz Üniversitesi'' başlıklı panele YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan da katıldı. Özcan, panel konusundan çok piyadelerinin, yani konsey başkanlarının, geçen dönemki “başarıları” üzerinde durdu. Ulusal Öğrenci Konseyi’nin “Dumansız kampus” gibi projelerini öven Özcan, Konsey’i üniversitelerde barış ortamı sağlamakla(!) kutladı. ''Geçen yıl akademik yılından bu yana üniversitelerimizde barış ortamını sağladığınız için ve bunun için gerçekten çalıştığınızdan dolayı sizlere çok çok teşekkür ediyorum. Sayenizde huzurlu bir akademik yıl geçirdik, bu çok önemliydi. Çünkü sizin rolünüzü üstlenmek isteyen, medyada marjinal gruplar olarak tabir edilen başka gruplara karşı bu asli görevinizi gerçekten çok iyi yaptınız, bunun için size minnettarım'' diyen Özcan, konuşmasında açıkça devrimci-ilerici gençlik örgütlerini hedef aldı.

Özcan’ın “barış ortamını sağlamak ve bunun için çalışmak” dediği şey, gerçekte, üniversitelere ve öğrencilere yönelik saldırıların hiçbir tepki ile karşılaşmaksızın hayata geçirilmesi için çabalamak demektir. Elbette Ulusal Öğrenci Konsey’i bu konuda “övgüyü” hak etmektedir. Devrimci-ilerici gençlik örgütleri tüm üniversite gençliği adına saldırıları püskürtmeye çalışırken, Konsey YÖK ile masaya oturarak tepkilerin nasıl dindirileceği ve öğrencilerin bu duruma nasıl ikna edileceği konusunda epey kafa patlatmıştı. YÖK’le masaya oturan sözde “öğrenci temsilcilerinin” temsil durumu burjuva medyanın magazin haberlerine dahi konu olmuştu. Bu sözde “temsilcilerin” kullandıkları arabaların markaları bile temsiliyetlerinin gerçek yüzünü ortaya koymuştu. Özcan’ın konuşması, Konsey’in gerçek amacını bir kez daha hatırlatmış oldu. Özcan’ın “marjinal gruplara karşı asli görevlerini yerine getirdikleri için minnettar olduğu” Konsey’in amacı üniversitelerde sermayenin ve YÖK’ün “Truva atı” olabilmektir. Bu “Truva atı” sayesinde öğrenci gençliğin devrimci potansiyeli çürütülmeye, kendiliğinden oluşan tepkiler de devrimci önderlikten yoksun bırakılarak YÖK’ün ve düzenin denetimine sokulmaya çalışılmaktadır.

Marjinal olan devrimci-ilerici örgütler değil YÖK’ün Konseyi’dir

4

YÖK ve Ulusal Öğrenci Konseyi tarafından “marjinal” olmakla suçlanan devrimci-ilerici gençlik örgütleri, geçen yıl

sıklıkla gündeme getirilen saldırılara karşı sokağı boş bırakmamışlardı. Üniversitelerin sermaye baronlarının talanına açılmasına karşı, üniversitelerdeki yönetim ve denetimin yine bu baronlara bırakılmasına karşı, eğitimin tümden paralı hale getirilmesine karşı sokaklara çıkmış, üniversite öğrencileri adına geleceklerine ve özgürlüklerine sahip çıkmışlardı. Bunun karşısına çıkarılan polis terörü ile ülke gündeminde ciddi bir yer tutmuşlardı.

Bunun dışında, devrimci-ilerici gençlik örgütleri her zaman öğrenci gençliğin karşısına çıkabilmektedir. Bugün özellikle çalışma açısından geri bir düzeyde de olsa, saldırılar karşısında üniversitelerini savunabilmişlerdir. Şu veya bu düzeyde de olsa öğrenci gençliği geleceğine ve özgürlüğüne sahip çıkmaya çağırmaktadırlar.

Tam da burada asıl marjinal olanın Ulusal Öğrenci Konseyi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira marjinallik denen şey nicel olarak fazla ya da az olmakla değil, kitlelerin ve yaşamın içerisinde olup olmamakla ifade edilebilecek bir kavramdır. Üniversitelere dönüp bakıldığında Ulusal Öğrenci Konseyi’nin herhangi bir yerde herhangi bir etkinlik ya da çalışma yaptığı görülmemektedir. Konsey başkanlarının kim olduğu, hatta temsilcilerin neye göre belirlendikleri, seçimlerin nerede, ne zaman ve nasıl yapıldığı dahi bilinmemektedir. Yani Ulusal Öğrenci Konsey’i öğrenci gençlik kitleleri içinde var olmamaktadır. Bu da onun marjinalliğinin en dolaysız göstergesidir.

Devrimci-ilerici öğrenciler marjinal olmaya(!) devam edecek

Tüm bunlara rağmen, bir an için YÖK başkanının yaptığı “marjinal” sıfatını kabul edelim. Bundan zerrece rahatsızlık duymadığımızı da belirtelim. YÖK’e ve başkanına göre bizler, devrimci ve ileri öğrenciler marjinaliz; çünkü eğitimin ticarileştirilmesine, üniversitelerin ticarethane, öğrencilerin de müşteri haline getirilmesine karşı mücadele ediyoruz. Bizler marjinaliz; çünkü elemeci sınav sistemine karşı çıkarak herkesin eğitim alabilmesini istiyoruz. Bizler marjinaliz; çünkü herkese her düzeyde parasız eğitim istiyoruz.

Bizler marjinaliz; çünkü bilimsel ve anadilde bir eğitim sistemi istiyoruz. Bizler marjinaliz; çünkü özerk-demokratik üniversite istiyoruz.

Bizler marjinaliz; çünkü diplomalı işsiz olmak değil, geleceğimizi istiyoruz. Bizler marjinaliz; çünkü üniversitelerin polis karakolu olmasını değil, düşünce ve ifade özgürlüğünün egemenliğini istiyoruz.

Bizler marjinaliz; çünkü eğitim hayatımızı sermayenin kollarına atmak yerine üniversitelerimizde söz yetki ve karar hakkı istiyoruz. Bizler marjinaliz; çünkü üniversitelerimizin kardeş halkların tepesine yağan bombaların yapımına ortak olmasını istemiyoruz.

Bizler marjinaliz; çünkü emperyalist kapitalist sistemin üniversitelerine karşı sosyalizmin özgür üniversitelerini istiyoruz.

Eğer YÖK başkanının kastettiği marjinallik buysa, biz marjinal olmaya devam edeceğiz. Çünkü gelecek ve özgürlük mücadelemizden, bu mücadele içinde şekillenen taleplerimizden vazgeçmeyeceğiz. Bunlara inatla sahip çıkacak, ısrarla da anlatacağız.


Harçlar kaldırılsın, herkese parasız eğitim! 2011-2012 öğretim yılında üniversite harçlarına zam yapılmayacağı açıklanmıştı. Ancak bu açıklamanın aksine pek çok öğrenci har(a)cını zamlı olarak yatırmak zorunda kaldı. Kısa zamanda bu uygulamanın 26 Ağustos tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı'na dayandırıldığı anlaşıldı. Bu kararla birlikte bir dersi üç kereden fazla alan öğrenciler için kredi başına ek ücret ödeme zorunluluğu getirilmişti. Bu uygulamanın karşısında üniversite öğrencilerinin ortaya koyduğu tepki ile birlikte YÖK yeni bir genelge yayınlayarak kararı durdurdu. Zamlı har(a)ç uygulamasını şimdilik ertelediğini açıkladı. Ancak halen zamlı alınan harçlar geri ödenmiş değil. Üniversite harçlarına yapılmaya çalışılan gizli zam uygulaması ile paralı eğitim uygulamasının geldiği boyut bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Düzen temsilcileri tarafından her fırsatta paralı eğitim uygulamalarını meşrulaştırmak için yeni formüller bulunmaya çalışıldığı, üniversite kapılarının ise her geçen gün işçi ve emekçi çocuklarına kapatıldığı ortadadır.

Kredi başına ücret alımı ile üniversite harçlarının katlanarak arttırılması bir kenarda dursun harç ücretleri ikinci öğretimlerde 4000 TL'yi bulan rakamlara çıkabilmektedir. Öğrenciler harçlarını dördüncü yıldan sonra %50, beşinci yıldan sonra ise %100 zamlı yatırmaktadır. Yükseköğrenim kredisi alan öğrencilerin kredisi dört yıldan sonra kesilmektedir. Bununla birlikte barınma, ulaşım, yemek gibi temel masraflarla birlikte özellikle şehir dışından üniversite okumak için gelen öğrenciler için öğrenimlerini sürdürmek her geçen gün zorlaşmaktadır. Bunun karşısında üniversitelerin sorunlarını çözeceklerini iddia eden, başta YÖK olmak üzere düzenin tüm kurumları ve temsilcileri üniversiteler adına yaptıkları her çalışmada, her toplantıda eğitimi nasıl daha çok ticarileştirmenin yollarını aramaktadır. Öğrenciler harç parası biriktirmek için çalıştıkları inşaatlarda canından olurken, antibilimsel eğitim müfredatları ile üniversite öğreniminin normal süresinde bitirilmesi neredeyse imkansızlaşırken, tembel (!) öğrencilerin bu sorumsuzlukları karşısında daha fazla harç ödemesi gerektiği vb. masalları anlatmaktadırlar.

1981 yılında üniversitelerin neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılması amacıyla askeri darbenin çocuğu olarak kurulan YÖK'ün, kuruluş amacına uygun olarak 1983 yılında yapılan yasal düzenlemelerle harç uygulaması başlatılmıştır. 1991 yılından beri de üniversite “har(a)ç”ları “öğrenci katkı payı” adı altında toplanmaktadır. İlk başta harç ücretleri her ne kadar cüzi rakamlarla başlasa da neoliberal politikalar doğrultusunda dizginsizleşen sömürü

politikaları ile birlikte giderek fahiş rakamlara ulaşmıştır. Sadece ücretini ödeyebilenin değil herkesin ulaşması gereken kamusal bir hizmet olması gereken üniversite eğitimi devletin sırtından alınması gereken bir yük olarak tanımlanmaktadır. Bu süreç son dönemde Bologna Süreci gibi uluslararası anlaşmalarla da desteklenmektedir. Avrupa standartlarına uyum vb söylemlerle hayata geçirilen uygulamalara meşru bir zemin yaratılmaya çalışılmaktadır.

Açıktır ki uygulamaların gerçek yüzü her yıl artan harç zamları ile birlikte, ücretli ders notu şifrelerinden, paralı transkriptlere, yemekhane, kantin zamlarıyla astronomik rakamlara varan yemek ücretlerine eğitimin her adımının ticarileştirilmesidir. Üniversitelerin, bir yandan sermayenin talanına açılırken bir yandan da her geçen gün ticarileştirilmesi kuşkusuz bütünlüklü bir tablonun üniversitelerdeki yansımasıdır. Örneğin torba yasa işçilere, emekçilere yönelik azgın sömürü, sağlık hizmetinde yıkım politikaları anlamına gelirken üniversite öğrencilerinin payına da gizli harç zammı düşmüştür.

Üniversitelerde hayata geçirilen tüm bu paralı eğitim uygulamaları karşısında bizlere düşen görev öncelikle bu uygulamanın toplumsal boyutunun teşhirinin yapılmasıdır. Kapitalist sistemde tüm işçilere ve emekçilere dayatılan geleceksizlik ve sosyal yıkım politikaları, işçi ve emekçi çocuklarına üniversite yıllarında dayatılmaktadır. Bu tabloda başta har(a)çlar olmak üzere üniversiteleri sermayenin talanından kurtarıp, paralı eğitim politikalarını püskürtebilmek ancak üniversite gençliğinin kaderinin işçi ve emekçilerle ortak olduğunu kavraması ile gerçekleşecektir. Özellikle harç zamlarının gerçekleştiği dönemlerde paralı eğitim uygulamalarının teşhirini yapmak ve bu konuda kamuoyu oluşturmanın olanakları artmaktadır. Bu dönemlerde başta belirtilen sınıf perspektifi ile birlikte harçlara yapılan zam uygulamasının geri çekilmesi talebi işlenmelidir. Ancak bu istem mutlaka üniversitelilerin gerçek talebi olan parasız eğitim talebi ile birleştirilmeli, “Harçlar kaldırılsın, herkese parasız eğitim” talebi öne çıkartılmalıdır. 2011-2012 öğretim yılının başında gerçekleşen gizli harç zammı uygulaması üniversite gençliği açısından püskürtülememiştir. Bu konunun kamuoyunun gündeminden çıkmış olması sebebiyle üzerinden atlamak doğru değildir. Bu sebeple bu uygulama ile birlikte paralı eğitim uygulamalarının üniversite öğrencilerinin gündeminde kalmasını sağlamak ve bu saldırıların püskürtülmesinin uzun erimli bir süreç olacağının bilincinde olarak davranmak gerekmektedir.

Üniversitelerin, bir yandan sermayenin talanına açılırken bir yandan da her geçen gün ticarileştirilmesi kuşkusuz bütünlüklü bir tablonun üniversitelerdeki yansımasıdır. Örneğin torba yasa işçilere, emekçilere yönelik azgın sömürü, sağlık hizmetinde yıkım politikaları anlamına gelirken üniversite öğrencilerinin payına da gizli harç zammı düşmektedir.

5


Rektörlük seçimleri ve öğrenci temsiliyeti…

Söz, yetki, karar hakkı istiyoruz! Egemenlerin “demokratikleşme” adı altında oynadıkları bir orta oyunu üniversitelerde yaşanıyor. 2011 yılının başından itibaren start alan rektörlük seçimlerinin önümüzdeki aylarda tamamlanması amaçlanıyor. Bu sürecin demokratik olup olmadığı sorusurun yanıtlamak için öncelikle işe, üniversitelerdeki yönetim mekanizmasının ne menem bir şey olduğunu inceleyerek başlayalım.

Üniversiteleri ilgilendiren hiçbir sorunda olduğu gibi rektörlük seçiminde de öğrencilerin söz hakkı bulunmuyor. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından üniversiteler bir tehdit olarak algılandığı içindir ki 12 Eylül anayasasıyla birlikte tüm bir seçim sistemi değiştirilmiş ve askeri okulları aratmayan disiplin yönetmelikleriyle üniversiteler kışla haline getirilmiştir.

6

Öncelikle rektörlük makamının yetkilerine değinelim. 1981’de kurulan YÖK’ün belirlediği esaslara göre rektör, üniversitenin yönetiminden sorumlu kişidir. Yönetmeliğe göre yürütme ve denetim yetkileri rektörün elindedir. YÖK’ün belirlediği seçim sistemi ise şöyle: Rektör aday adayı olabilmek için Profesör akademik unvanını taşımak, 657 sayılı devlet memurları yasasının hükümlerine göre istihdam edilebilmek için bir engel taşımamak ve son olarak 67 yaşını geçmemek gerekiyor. Bu kriterlere uygun olan aday adayları üniversite öğretim üyelerinin katıldığı seçimlerle belirleniyor. Ancak demokrasinin sınırlarının zorlandığı anlar bir sonraki aşamada gerçekleşiyor. YÖK ilk altıya giren aday adaylarından 3 tanesini herhangi bir sınava, mülakata vs. tabi tutmadan belirliyor. Bu belirleme neye göre oluyor dersiniz? Üstelik ilk 3 için en fazla oyu almış olmak yetmiyor. En son olarak ise YÖK’ün belirlediği 3 aday Cumhurbaşkanı’nın önüne konuluyor. Cumhurun başkanı ise bu 3 adaydan 1 tanesini üniversiteye rektör olarak atıyor. Daha geçtiğimiz haftalarda Giresun Üniversitesi’nin başına sadece 2 oy olan rektör adayının atanması bu seçim sisteminin ne kadar çarpık ve anti-demokratik olduğunu kanıtlıyor.

Üniversitelerin “rektörü” olabilmek için canhıraç bir yarış sürüyor. Dinci-gerici iktidar partisi AKP’nin kadrolaşma yarışı bu düzlemde de hissediliyor. ODTÜ’de Sosyoloji Bölüm Başkanı iken YÖK başkanı yapılan Yusuf Ziya Özcan, en az oyu aldığı halde Cumhurbaşkanı tarafından rektör yapılan iktidar yandaşları bu savımızı da doğruluyor. Y. Ziya Özcan’ın “üniversitede türban karşıtı 30-35 hocanın kaldığı, yakında bu meselenin de çözüleceği” mealindeki sözleri, dinci gerici parti AKP’nin üniversitelerdeki egemen konumuna işaret ediyor. Ancak AKP ve rektör

adaylarının sadece amaçları dinci-gerici partinin ve cemaatlerin üniversitelerde etki alanını genişletmek değildir. Onlar aynı zamanda üniversitelerin sermayenin hizmetine sunulması için etkin biçimde çalışıyorlar.

Birer ticarethane gibi işleyen üniversitelerin döner sermayesinden en büyük payı ise rektörler alıyor. ODTÜ rektörünün döner sermayeden % 20 pay aldığını açıklaması, Hacettepe Üniversitesi rektörünün üniversite ihalelerini kendi kurduğu şirketlere vermesi bambaşka bir tartışmanın kapılarını aralıyor. Zira bilim insanı oldukları iddiasıyla atanan bu kişilerin patron mantığıyla işlettiği üniversitelerde bilimin kime ve neye hizmet edeceğini de kestirmek zor olmuyor. Üniversite kampüslerine kurulan Tekno-kentler veya Ar-Ge binaları bilim ve teknolojinin sermayenin hizmetinde olduğunu doğruluyor. Ayrıca seçim dönemine giren üniversitelerde kirli pazarlıklar da eksik olmuyor. Yine bir örnekle zenginleştirecek olursak, Hacettepe Üniversitesi’nde daha kayıt döneminde stant yasağı olduğu açıklamasını yapan rektörlük, 24 Kasım’da yapılacak olan seçimlerin etkisiyle “öğrencilere kimse dokunmayacak” talimatını vermekten de geri durmuyor.

Öğrenci temsiliyeti ve ÖTK’lar

Üniversiteleri ilgilendiren hiçbir sorunda olduğu gibi rektörlük seçiminde de öğrencilerin söz hakkı bulunmuyor. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından üniversiteler bir tehdit olarak algılandığı içindir ki 12 Eylül anayasasıyla birlikte tüm bir seçim sistemi değiştirilmiş ve askeri okulları aratmayan disiplin yönetmelikleriyle üniversiteler kışla haline getirilmiştir. Rektörler ise üniformasız generaller olarak görev başı yapmışlardır. O günden bugüne değişen tek şey ise rektörlerin isimleri olmuştur. Bugün gündemde olan rektörlük seçimleri ise yine faşist darbenin ardından belirlenen esaslara uygun olarak yapılacaktır. Ve kim seçilirse seçilsin sermaye düzeninin üniversitelerdeki temsilcisi olmaktan geri durmayacaktır. Tüm bunların yanında anti-demokratik baskıcı


yönetim mekanizmaların rağmen öğrenci gençliğin söz hakkını militan mücadele yoluyla kullabileceğini, dahası kendi alternatifi mekanizmalarını da yaratabileceği biliyoruz. 12 Eylül askeri faşist darbesini önceleyen süreçte oldukça kitlesel ve militan bir gençlik hareketi varken, bu hareket buradan aldığı güçle sermaye düzenine geri adımlar attırabilmiştir. ODTÜ-ÖTK ise işte bu sürecin ürünüdür:

“ODTÜ ÖTK deneyimini tartışmak, önceleyen süreçteki birleşik kitlesel gençlik mücadelesini tanımlamayı gerektiriyor. Zira ÖTK dönemin gençlik mücadelesinin önemli bir kazanımıdır. ODTÜ-Der tarafından 1974 yılında örgütlenen boykotun 16. gününde, üniversite geçici süre kapatılır. Bunun üzerine 15 Mayıs 74'de boykot süresiz boykota dönüşür ve geniş bir katılımla sürdürülür. Üniversitelerdeki faşist saldırılar ve anti demokratik uygulamalara karşı gençliğin taleplerinin haykırıldığı ve öğrencilerin örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılmasının talep edildiği boykot 6 ay sonra başarı ile sonuçlanır. Yönetim öğrencilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır. Bu taleplerden birisi olan öğrenci temsiliyeti böylece ortaya çıkar. ODTÜ-Der kendini feshederek ÖTK'ya dönüşür. ODTÜ ÖTK'yı ODTÜ öğrencilerinin bir özörgütü haline getiren onun yasal yapısı değildi. ÖTK, her sınıftan bir kişinin seçilmesiyle oluşturulan temsilciliklere ve bunlar arasından seçilen 9 kişilik bir yönetime dayanmaktadır. Fakat ona asıl gücünü veren, birimlere dayanması ve birimlerin kitlesel katılımına dayalı karar alma sürecidir. Birimlere dayalı işleyiş ODTÜ ÖTK'nin sonrasında yaşayacağı saldırılara karşı da temel bir dayanak olmuştur. ÖTK'nın yöneticilerin tutuklanmasına ve ÖTK’nın yasadışı ilan edilmesine karşın kitleyle kurduğu güçlü bağ ve bu bağın oluşturduğu temsiliyet ÖTK'nın işleyişinin sürekliliğini sağlamıştır.” (Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004, Başyazı)

Önemli bir deneyim olan ODTÜ ÖTK, bir kazanımdır. Bunun içindir ki, bu ve benzeri örneklerin de parçası olduğu yükselen devrimci gençlik hareketi karşısında, darbenin hemen ardından üniversitelere kışla düzeni getirilmiştir ve o dönemde yaratılan birikimler yok edilmeye çalışılmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi yasadışı ilan edilen ÖTK’lar kitlelerle kurduğu güçlü bağlar sayesinde varlığını devam ettirebilmiştir. Bugün ÖTK’ların durumuna baktığımızda ise içlerinin nasıl boşaltıldığını ve öğrenci temsiliyetinden ne kadar uzak olduklarını görmemiz mümkündür. Öyle ki kendi üniversitelerimizdeki Öğrenci Temsilciler Konseyi başkanlarını tanımak bir yana onların nasıl seçildiğini, kimler tarafından seçildiğini bile bilmiyoruz. Bugün ÖTK’lar gençlik hareketini yatıştırmak ve taleplerini geçersizleştirmek için egemenlerin elinde bir kozdur. “Demokratik üniversite, öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının yönetimindeki üniversite anlamına gelir. Yani buradan bakıldığında rektörlerin salt öğretim görevlileri tarafından

seçilmesi üniversiteleri demokratik yapmaz. Aksine rektörün öğretim görevlileri üzerindeki etkisini arttıracak bir durum yaratmaktadır. Öğrenciler penceresinden bakıldığında bu kapsamda ilk göze çarpan Öğrenci Temsilci Konseyleri’dir. ÖTK’ların durumu ise gülünçtür. Sözde söz ve karar mekanizması olarak görülen ÖTK’lar üniversite idaresinin bir eklentisidir. Göstermelik seçimlerle belirlenen ÖTK üyelerini ne temsil ettikleri öğrenciler tanımakta ne de temsil görevine talip adaylar öğrenci sorunlarını bilmektedirler. Üniversite yönetimi kendi deyimleri ile baş ağrıtmayacak, sorun çıkarmayacak birkaç kişiyi yanlarına alıp öğrencilere temsil hakkı verdiklerini söylemektedir”. (Ekim Gençliği / Sayı: 129 - Ocak 2011)

Söz, yetki, karar öğrencilere, özerk-demokratik üniversite istiyoruz!

Egemenlerin özerklikten anladığı mali özerkliktir. Bunun için çalışmalarını hızlandıran sermaye sözcüleri bu yönde adımlar atmaya başladı bile. Geçtiğimiz dönemin sonunda toplanan Uluslararası Yükseköğrenim Kongresi’nde alınan kararlar mali özerkliğin önünün açılması anlamına geliyor. Mali özerklikle yapılmak istenen kısmi de olsa devlet bütçesini zorlayan üniversiteleri “kendi yağında kavrulan kurumlar” haline getirmektir. Böylece öğrencileri daha fazla sömürmektir. Üniversiteleri kendi reklamını yapmaya zorlayacak ve üniversite kapılarını sermayeye daha fazla açacak bir projedir bu. Ancak bizlerin özerklikten anladığı bu değildir. Siyasal ve idari bir özerklik talebidir dillendirdiğimiz. Yönetiminde üniversitenin tüm bileşenlerinin söz sahibi olduğu ve ucube seçim sistemlerinin değil demokratik bir sistemin hüküm sürdüğü üniversitelerdir bizim istediğimiz.

Geçmiş yazılarımızda da ortaya koyulan ve söz, yetki ve karar hakkının ancak ve ancak üniversitenin tüm bileşenlerinin söz sahibi olduğu bir yönetim sistemiyle mümkün olabileceğidir. Mevcut iktidar bu talebi karşılayacak durumda değildir. Belki mücadele kitlesel bir güç kazandığında bu yönde bir geri adım atabilir ancak ODTÜ ÖTK deneyimi de gösteriyor ki bu kokuşmuş düzen tüm kurumlarıyla birlikte yerle bir olmadıkça hiçbir kazanım kalıcı değildir. Ama bizler biliyoruz ki, özerk-demokratik üniversite mücadelesini yükselttiğimiz zaman yeni bir dünya mücadelesine güç katmış olacağız.

Geçmiş yazılarımızda da ortaya koyulan ve söz, yetki ve karar hakkının ancak ve ancak üniversitenin tüm bileşenlerinin söz sahibi olduğu bir yönetim sistemiyle mümkün olabileceğidir. Mevcut iktidar bu talebi karşılayacak durumda değildir.

7


Baskı ve zulüm varsa direniş de vardır…

Soruşturma ve cezalara karşı mücadele bayrağını yükseltelim! Soruşturma-ceza terörü, sermayenin üniversitelerde uyguladığı ve uygulamakta ısrar ettiği bir saldırı biçimi olarak sürüyor. Siyaset hakkının kullanılmasının karşısına eğitim hakkının gaspını çıkaran sermaye, yeni yıla girerken Anadolu Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi gibi birçok üniversitede öğrencilere soruşturmalar açtı, cezalar verdi.

Saldırılara karşı yılmamak, gençliğin mücadelesini büyütmek için soruşturma ve ceza terörüne karşı duracak bir mücadele hattı izlemek hayati önem taşımaktadır. Kapı önü direnişleri bu bağlamda izlenecek yolların başında geliyor.

Sermayenin üniversiteyi piyasalaştırması devam ederken baskı süreci ise ona paralel olarak gelişiyor. Öğrencilerin eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim hakkını gasp edenler bu hakları savunanları okuldan uzaklaştırıyor. İlerici, devrimci güçleri genel öğrenci kitlesinden uzak tutmaya çalışarak marjinalize etmeye çalışıyor. Başta devrimci öğrenciler cezalandırılmaya çalışılıyorsa da esas saldırı gençliğin taleplerinedir. Bugün üniversitelerde “Yaşasın halkların kardeşliği” demek, parasız ve anadilde eğitim istemek, sermaye temsilcilerini protesto etmek, ÖGB’nin ve polisin saldırganlığına karşı direnmek suç sayılıyor. Düzen üniversiteleri kendisi için dikensiz gül bahçesine çevirmek için siyaseti tamamen üniversitelerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu saldırıya karşı izlenecek tek yol ise direniştir. Saldırılara karşı yılmamak, gençliğin mücadelesini büyütmek için soruşturma ve ceza terörüne karşı duracak bir mücadele hattı izlemek hayati önem taşımaktadır. Kapı önü direnişleri bu bağlamda izlenecek yolların başında geliyor. Okuldan uzaklaştırma saldırısına sebep olan devrimci siyasal faaliyetin kapı önünde devam etmesi anlamına gelen kapı önü direnişleri sermayenin soruşturma-ceza terörüne karşı verilen en iyi cevaplardan biridir. Bu direnişlerin ne anlama geldiğine dair açıklamalar yayınlarımızda yıllardan beri işleniyor. Bizim üzerinde durmak istediğimiz şey izlenecek mücadele yönteminin (kapı önü direnişinin) doğru ve zengin araçlarla işlevine uygun bir biçimde yapılmasıdır.

8

Öncelikle şu hiç unutulmamalıdır ki, kapı önü direnişi kapı önünde bekleyiş değildir. Buradaki temel hedef devrimci politikayı gençliğe götürmektir. Direnişin sesi okulun içinde mutlaka gündemleştirilmelidir. Bu, çalışmanın içeride de belli bir enerji harcamasını gerektirir. Direniş

okulun içinde ve özellikle de kapı önünde zengin araçlarla öğrencilere seslenmeyi başarmalıdır. Masa açılması, imza kampanyası düzenlenmesi, müzik ve tiyatro gösterilerinin yapılması vb. çalışmalar bu işlevi görecektir. Direniş alanının ilgi odağı haline gelmesi eylemli süreçle beraber işlemelidir. Genel öğrenci kitlesinin ileri kesiminde en azından bu konuda duyarlılık yaratılmalıdır. Ayrıca cezalar sonlanırken soruşturma karşıtı faaliyet sonlanmamalıdır. Yer yer bu gündem üzerinden süreç ilerletilse de (bu her zaman mümkün olamayacağı için) gençliğin diğer gündemleri işlenirken bu konu da unutulmamalıdır. Çünkü saldırı sermaye açısından stratejiktir ve yakıcılığını her zaman hissettirmektedir. Söylenmesi gereken bir diğer söz ise kendi dışımızdaki gençlik örgütlerinedir. Kimi gençlik örgütleri yukarıda çizdiğimiz tabloyu görmemekte, görenler ise bu konuda bir mücadele hattı çizmeyerek sürece kayıtsız kalmaktadırlar. Beraber soruşturma-ceza karşıtı faaliyet örme talebimize 'başka gündemlerimizin yoğunluğu var', 'bu saldırı sadece devrimci öğrencileri ilgilendiriyor', 'bizim böyle gündemimiz yok' denebiliyor. Bu cevaplar okulda siyaseti tamamen bitirmeye çalışan bir saldırıya karşı söyleniyor. Bu da bu gençlik örgütlerinin kendileri hakkında söylediği koca koca lafların bomboş olduğunu gösteriyor. Bu misyonsuzluktan, iddiasızlıktan ve sorumluluklarını yerine getirmemelerinden kaynaklanıyor. Ya da bazı dar grupçu çıkarlardan... Başkalarının atıllığı asla iş yapmamıza engel olmayacaktır. Tek başına kaldığımız yerlerde bile mücadele hattımızı uygulamaya sokmaktan çekinilmeyecektir.

Genç-Sen ise bu süreçte etkin bir biçimde kullanılmalıdır. Soruşturma ve ceza karşıtı faaliyet kapsamında Genç-Sen’in kapatılması süreci de işlenerek aralarındaki bağ kurulmalıdır. Soruşturma-ceza terörü Genç-Sen’in kapatılması üzerinden işlenecek bir süreç üzerinden de ele alınabilir. Yeter ki aradaki bağ doğru biçimde kurulsun. Sermayenin soruşturma-ceza saldırısı da dahil tüm alanlarındaki saldırılarına en iyi cevap mücadeleyi yükseltmek olacaktır.


AÜ’deki kapı önü direnişi deneyimi Soruşturma ve ceza terörünün yoğunlaştığı alanlardan biri de Anadolu Üniversitesi’dir. Davut Aydın’ın rektörlüğe gelmesiyle yoğunlaşan soruşturma-ceza teröründen politik faaliyetle ilgilenen herkes nasibini alıyor. Geçen sene 2 Eylül Kampüsü’nde çalışma yürüttüğümüz için bizlere ÖGB ve çevik kuvvet polisi saldırıda bulunmuş, birçok arkadaşımız bu saldırıda yaralanmıştı. Fakat saldırının ertesi günü yapılan eylemin güçlülüğü saldırıyı boşa çıkarmıştı. Buna hazmedemeyen rektörlük 45 öğrenciye soruşturma açmıştı. Yaz tatilinin araya girmesiyle 8 öğrenciye 1 haftalık uzaklaştırma cezası, 37 arkadaşımıza ise kınama cezaları verildi.

Ekim Gençliği olarak sürece Genç-Sen üzerinden müdahale etme kararı aldık. Önce Genç-Sen’de cezalara karşı diğer siyasetlerle birlikte bir kapı önü direnişi planladık. Bunun için diğer siyasetlere kapı önü direnişi için toplantı çağrısı yaptık.Toplantıda bu direnişi beraber örgütlemek istediğimizi ve bunda tüm örgütlere sorumluluk düştüğünü ve soruşturma ceza terörünün gençliğin taleplerini hedeflediğini(sadece devrimci öğrencileri değil) belirtmemize rağmen toplantıya katılan kurumlar(DGH,Gençlik Muhalefeti,Öğrenci Kolektifleri,EHP Gençliği,TKP’li Öğrenciler) bu süreci örgütlemeyeceklerini belirttiler. Bu tablo soruşturma ve ceza saldırısının boyutlarının anlaşılamadığını bir kere daha göstermiş oldu. Fakat mücadele iredesi gösterenler de oldu ve toplantıdan uzaklaştırmanın başlayacağı haftanın ilk günü ortak bir eylem gerçekleştirme kararı çıktı. Bir haftalık uzaklaştırma cezasının diğer günlerinde ise Genç-Sen kapının önünde direniş gerçekleştirme kararı aldı.Toplantının ardından alınan il genel meclisinde direnişin GençSen içindeki tüm güçlerin ortak bir sorumluluğu olduğunu ve beraber göğüslemek gerektiğini özellikle vurguladık. SGD, ÖGD, SDP bu direnişe güçleriyle destek vereceğini belirttiler. Haftanın ilk günü üniversite içindeki tüm siyasal güçlerle İİBF kantininden Yunus Emre Kampüsü giriş kapısına bir yürüyüş gerçekleştirerek bir eylem gerçekleştirildi ve kısa bir forum yapıldı. Ertesi gün ise Genç-Sen olarak erken saatlerden itibaren ‘Soruşturmalar-cezalar

geri çekilsin’, ’Eğitim hakkımız engellenemez’ ve ‘YÖK’e karşı oldukları için 8 arkadaşımız AÜ yönetimi tarafından okuldan uzaklaştırıldı’ pankartlarını asarak olayı teşhir eden bildirilerimizi dağıttık. Ayrıca ‘Genç-Sen kapatılamaz’ pankartı da okulun girişine asıldı.

Gün içinde yapılan ajitasyonlarda üniversite içinde yapılan baskılar teşhir edildi. Diğer 3 gün de sabah okul girişlerinde ve öğrencilerin yoğun geçtiği saatlerde bildiri dağıtımları ve ajitasyon konuşmaları yapıldı. Okulun içinde soruşturma ceza karşıtı afişler asıldı, öğrenciler kapı önü direnişiyle dayanışmaya çağrıldı. Direnişin son günü de Osmangazi Genç-Sen şubesininyaptığı destek ziyaretiyle direniş sonlandırıldı. Fakat GençSen içinde ÖGD hariç diğer güçler direnişe gerekli desteği vermediler. SGD direniş alanına sadece OGÜ Genç-Sen’in eylem yaptığı sırasında sınırlı katılım göstermiş, çalışmalara ise hiç katılmamıştır. SDP ise çalışmalara sınırlı katılım göstermiştir. EHP Gençliği ise süreci izlemek dışında hiçbir şey yapmamıştır.

Direniş sürecinin genel bir değerlendirmesini yaparsak yaptığımız kapı önü direnişinin Anadolu Üniversitesi’nin baskıcı tutumuna iyi bir cevap olduğu açıkça görülecektir. Sol hareketin genel bir atalet içinde kaldığı bir dönemde Genç-Sen’in bu direnişi gerçekleştirmesi anlamlı bir deneyim oldu.

Direniş sürecinin genel bir değerlendirmesini yaparsak yaptığımız kapı önü direnişinin Anadolu Üniversitesi’nin baskıcı tutumuna iyi bir cevap olduğu açıkça görülecektir. Sol hareketin genel bir atalet içinde kaldığı bir dönemde Genç-Sen’in bu direnişi gerçekleştirmesi anlamlı bir deneyim oldu. Fakat bu direniş boyunca bizim de eksik bıraktığımız yönler oldu. Direnişin kısa süreceği gerçeği bizde de yankısını buldu. Direniş sırasında kitleye ulaşma konusunda gerekli çabayı ve uygun araçları seçme becerisini gerçekleştirememiş olduk. Kapı önü direnişimiz daha çok materyal kullanımına sıkıştı. Direnişten önce kapı önünde paneller yapma kararımıza rağmen panelistlere geç haber vermemiz yüzünden bu da iptal oldu. Son olarak belirtelim ki, sermayenin soruşturma-ceza terörü bizleri asla yıldıramayacaktır. Devrimci-siyasal faaliyetimiz kesintisiz olarak sürecektir

Ekim Gençliği / Eskişehir

9


ÇOMÜ'de yemekhane zammı süreci üzerine… Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde 2011-2012 öğretim yılının başlamasıyla yemek ücretleri de zamlandı. İlk öğün yemeğin ücreti 2,25 TL, ikinci öğün de 4,50 TL oldu. Böylelikle öğrencilerin ilk öğün yemek ücretine 50 kuruşluk, ikinci öğün yemek ücretine ise 1,70 TL’lik zam uygulanmış oldu. ÇOMÜ'lü öğrenciler, bu fahiş zammın geri çekilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Zaten ev-özel yurt kıskacına sıkışmış bütçeleriyle, sağlıksız barınma koşullarıyla boğuşmak zorunda kalan öğrencileri bir de yemekhane zammıyla karşı karşıya bırakmak, öğrencilerin eğitim hakkını tehlikeye sokacak bir tutumdu.

Yemekhane zammının gerekçeleri

Öğrencilerden gelen tepkiler üzerine ÇOMÜ Sağlık Kültür Spor Daire Başkanlığı zammın nedenine dair bir açıklama yaptı. Açıklamada yemekhanelerdeki hizmet kalitesinin arttırıldığı ileri sürülürken, bir diğer gerekçe olarak da yemekhanenin “boğaz manzaralı” olması gösterildi.

29 Eylül tarihinde ise Rektör Prof. Dr. Sedat Laçiner, Rektör yardımcıları, ÖTK Başkanı ve ÖTK Fakülte Temsilcileri’nin bulunduğu bir kapalı toplantı düzenlendi. Rektörlük burada da zamlara gerekçe olarak, yemek bursu verilen öğrenici sayısının 300 kişiden 700 kişiye çıkarılmasını gösterdi. “Fiyat artışı geri alınabilir. Fakat eski fiyatlara dönüldüğünde yemek bursu alacak öğrenci kontenjanı da geçen sene ile aynı kalır” dedi. Bu zamlı fiyatlar ile yemek yemeye devam edilirse, bu sene 700’e çıkarılan yemek bursu kontenjanına ÖTK tarafından belirlenecek 100 kişi daha ekleneceğini söyledi.

Müşterileştirilmeye karşı mücadele

Yemekhane zammını kabul etmeyen öğrenciler, “müşteri değil öğrenciyiz” başlıklı bildiri dağıtımı yaparak zamlara karşı mücadele çağrısı yaptı. Rektörlüğün yaptığı kapalı toplantının da teşhiri gerçekleştirildi ve yemek bursu alan 700 kişinin sürece katılımını engelleme çabasına karşı mücadelenin taleplerinin genişletilmesi kararı alındı. Bu çalışmanın ardından rektörlük, 3 Ekim Pazartesi gününe öğrencilere açık toplantı çağrısında bulundu.

3 Ekim Pazartesi günü Troya Kültür Merkezi’nde yapılan toplantıda, ticaret- tüccar ilişkisini gözler önüne seren cümleler, rektör tarafından toplantı boyu tekrarlandı. ÖTK’nın da rektöre yaptığı teşekkür konuşmaları eşliğinde bu toplantının gerçekten öğrencilere danışma toplantısı değil, ÖTK’lar ile rektörün demagoji toplantısı olduğu kanıtlanmış oldu. Bağımsız öğrencileri bilgilendirme amacı ile yapılan geniş bildiri dağıtımına rağmen toplantıya katılımın bir hayli düşük olması, rektörün tehdit politikasının yerini bulduğunu gösterdi.

ÇOMÜ’lü öğrenciler, “Yemekhane zammı geri çekilsin”, “İkinci öğündeki fiyat farkı kaldırılsın”, “Yemek bursu alan öğrenci sayısı arttırılsın” talepleri doğrultusunda, 4 Ekim Salı gününden itibaren yemek saatlerinde, ÖSEM (Öğrenci Sosyal

10

Etkinlik Merkezi) önünde yemekhane boykotu ve oturma eylemleri gerçekleştirildi. Geniş bildiri dağıtımları ile öğrencilere duyurusu yapılan eylemler 10 Ekim Pazartesi tarihine kadar sürdürüldü. Oturma eylemleri sırasında alkışlar, sloganlar ve konuşmalarla yemek boykotuna çağrılar yükseltildi. Tiyatro gösterimi ve müzik dinletileri gerçekleştirildi.

Yemek boykotuna ve oturma eylemine katılımda her geçen gün azalma yaşandı. Rektörlüğün, sene başında “devamsızlığa sıfır tolerans” başlığıyla sunduğu uygulama sonucu devam zorunluluğunun büyük bir sorun haline geldiği ÇOMÜ’de, öğrencilerin derslerinden daha fazla uzak kalmaması nedeniyle boykotta varılan noktayı da gözönüne alarak teşhir çalışmalarına yoğunlaşma ve eylem biçiminde değişikliğe gitme kararı alındı.

Öğrencilerin sürece ve eylem biçimlerine dair düşüncelerini öğrenmek amacıyla ÖSEM binası içindeki yemekhanede öğrencilerle bir anket uygulanmasına başlandı. Alınan cevapların biraraya getirilmesiyle yeni eylem biçimlerinin oluşturulacağı, öğrencilerin kendilerini sürecin aktif bir öznesi olarak ortaya koyacağı anket çalışmaları yapılırken, öğrencilerin etrafını saran onlarca ÖGB ortamı terörize etmeye çalıştı. Anketin yapılamayacağını söyleyen ÖGB’lerin müdahalesi sonucu bağımsız öğrencilerde görülen isteksizlik ve korku anket çalışmalarını uygulanamaz hale getirdi. Anketlerin uygulanamaması üzerine, sendikaların katılımı ile bir basın açıklaması yapılarak süreç sonlandırıldı. 16 Ekim tarihinde yapılan açıklamada rektörün öğrencilerin en temel haklarından beslenme hakkını pazarlık konusu haline getirdiği, üniversitenin ticarethaneye dönüştürüldüğü dile getirildi.

Sürecin gösterdikleri

Yemekhane zamlarına karşı başlatılan süreç, içinde birçok eksiği ve yanlışı da barındırdı. ÖSEM önünde yapılan oturma eyleminin gün geçtikçe nicel olarak daha güçsüz olmasının, bağımsız kitlelerin konuya ilgisinin gittikçe azalmasının en büyük sebeplerinden biri, bu öğrencileri sürecin birer öznesi haline getirmekte yaşanılan sıkıntıdır. Elbette oturma eyleminin ilk gününden sonra yapılan bilgilendirmelerin daha dar kapsamlı olması, bu eylem biçiminin öğrencilerin ders saatleri içinde yapılması zorunluluğu gibi faktörler de etkilidir. Fakat genel olarak sorun, kitlelerle bütünleşilememesi ve rektör ile yönetimin tavrının açık teşhiri noktasında yetersiz kalınmasıdır. Geniş gençlik yığınının katılacağı eylemlerin 6 Kasım’a doğru evrileceği bir çalışma planı ile yola çıkan yemekhane zammı süreci pratikte bir kazanım elde edememiştir. Elbette bireylerle yapılan diyaloglar ve fikir alışverişleri büyük bir kazanımdır ama zaten tepkili olan öğrenciler hak alma eksenli bir eylem planıyla harekete geçirilememiştir. Ekim Gençliği / Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi


ODTÜ Rektörlüğü’nden “Reset” projesi! Sermayenin üniversitelere yönelik kapsamlı saldırılarının içeriği geçtiğimiz dönemin sonlarına doğru iyice açığa çıkmıştı. Mayıs ayının sonunda yapılan Uluslararası Yükseköğretim Kongresi’nde (UYK) “Bologna Süreci” olarak ifade edilen saldırıların özü daha açık bir dille ifade edilmiş oldu. Buna göre parça parça hayata geçirilen üniversitelerin yeniden yapılandırılmasına önümüzdeki dönemde hız verilecek. Özellikle mali özerklik ve mütevelli heyetleri ile somutlanan idari yapılanmadaki değişikliklerle yeni dönem içerisinde daha ileri adımların atılması planlanmaktadır. Bilindiği gibi bir süre önce üniversitelerden atılma kalkmıştı. Son bir defaya mahsus olmak üzere ‘genel af’ çıkartılmış, bundan sonrası için üniversiteye dönüş yolunun önü kesilmiştir. Ancak ODTÜ'nün buna karşı olduğu biliniyordu. Ayrıca ODTÜ Senatosu’nun dillendirdiği talep ise “illa bir uygulama yapılacak ise harç bedellerinin caydırıcı oranda arttırılsın” biçimindedir. Bizler bu caydırıcılığın ne olduğunu gayet iyi şekilde anlamaktayız. Buradaki ‘caydırıcılık’ vurgusu aslında sermaye düzeninin üniversite kapılarını topyekûn olarak emekçi çocuklarına kapatması anlamına gelmektedir. Mevcut koşullar içerisinde harçların zaten çok pahalı olduğu ve emekçiler tarafından ödenmesinin zorluğu bilinmektedir. Nitekim, sadece harç ücretlerini ödeyebilmek için canı pahasına kölece çalıştırılan ve sözde iş kazası adı altında ölen öğrenciler hala aklımızdadır.

Ancak ODTÜ Senatosu “af” yasasına karşı çıkmasına rağmen, onu yorumlayarak en ağırlaştırmış haliyle “reset” uygulamasını hayata geçirmeyi planlamaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilgili kanun şu şekildedir: 25 Şubat 2011 tarih ve 27857 (mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6111 Sayılı Kanunun 173. Maddesi ile 2547 Sayılı Kanuna eklenen Geçici 58. Madde kapsamında, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar her ne sebeple olursa olsun azami süre sonunda lisans, çift anadal veya yandal programından mezun olamayan öğrencilere bir yıl (iki dönem) ek süre verilir. Ek süre sonunda mezun olamayan öğrencilerin ilgili programa intibakları yeniden yapılır. Bu aşamada öğrencinin azami süresi yeniden başlatılır. Geçerli sayılan ders sayısına göre ilgili programın her bir dönemlik normal ders yüküne karşılık, öğrencinin azami süresinden bir dönem düşülür. Buna ilaveten, azami süreler içinde mezun olamayan öğrencilerin intibak işlemleri sırasında müfredat değişikliği veya isimleri değişmemekle birlikte ders içeriğinin değişmesi ya da ders içeriği değişmemekle birlikte aradan uzun bir sürenin geçmesi gibi 6111 Sayılı Kanunun 171. Maddesinin b fıkrasında belirtilen nedenler ve önkoşul dersler gibi ilgili programın müfredatı dikkate alınarak, öğrencilerin daha önce alıp başarılı olduğu (CC ve

üzeri not aldığı) derslerden hangilerini yeniden almaları gerektiği ilgili Bölüm/Anabilim Dalı Başkanlığı tarafından belirlenerek ilgili Yönetim Kurulu tarafından karara bağlanır. DC ve 4 altında not alınan ve başarısız olunan tüm derslerin tekrarlanması gerekir. Tekrar alınması gereken dersler programdan kaldırıldıysa, bunların yerine belirlenen eşdeğeri dersler alınır.

Aslında bu kanuna bakıldığında gayet açık bir şekilde belirtilmektedir ki; lisans için azami süre olan 7 senenin ardından öğrencilere bitirmek için 1 sene ek süre verilecek, bu süre zarfında mezun olamayanların ODTÜ'ye intibakı yeniden yapılacak. Yani sanki üniversiteden atılıp LYS ile bölümünüzü yeniden kazanmışsınız gibi muamele edilecek. Bu durumda geçmişte DC ve altında notlarla geçilen dersler sayılmadan, yeniden alınmaları gerekecek. Hatta CC ve yukarısında not alınan bazı derslerin de fakülte yönetim kurulları tarafından yeniden alınması talep edebilecek. Şimdi bu duruma kendilerince bir çözüm getirmek için adım atmış durumdalar. Bakıldığında bize dayatılmaya çalışılan bu tablo YÖK düzeninin bugün özerk-özgür üniversite söylemlerinin yansımasıdır. Hatırlanacağı üzere bundan sonraki dönemler için YÖK üniversiteleri ticarethane, öğrencileri ise müşteri olarak gördüğünden, sözde ‘üniversiteler arası rekabeti artırmak’ ve de ‘üniversitelerin kendi kendine yetebildiği şirketler haline getirmek’ için yönetimin kendisini üniversite rektörlerine bırakmak istemektedir. Yani bu şekilde her birimiz kendi üniversitelerimizde farklı birtakım saldırılara yoğun bir şekilde maruz kalacağız. Bugün zaten halihazırda üniversite yönetimleri üzerlerine düşenleri bir hayli yerine getirmektedir. Şöyle ki, üniversitelerde düşüncelerini ifade etmek, hakkını aramak, tartışan, sorgulayan bir insan olmak hatta ve hatta farklı bir görünüşe sahip olmak bile saldırıların veya sindirme politikalarının odağı olmanın nedeni olabiliyor.

Bizler bugünden örgütlenip karşı çıkmazsak, yarın çok daha ciddi saldırılar bizleri beklemektedir. Bizlere düşen sermayenin üniversitelerdeki temsilcilerinin bu oyunlarını birleşikörgütlü-kitlesel bir mücadele yoluyla boşa düşürmektedir. Bunun için daha fazla zamanımız bulunmamaktadır.

Yukarıda belirtildiği üzere bu saldırıların bir yansımasıdır düşünülen “reset” uygulaması. Sözde özerk ODTÜ yönetimi tarafından bizim için düşünülen budur. Bizler bugünden örgütlenip karşı çıkmazsak, yarın çok daha ciddi saldırılar bizleri beklemektedir. Bizlere düşen sermayenin üniversitelerdeki temsilcilerinin bu oyunlarını birleşik-örgütlü-kitlesel bir mücadele yoluyla boşa düşürmektedir. Bunun için daha fazla zamanımız bulunmamaktadır. Bu çağrı tüm yakıcılığı ile biz devrimci öğrencilerin karşısında durmaktadır. Bu yüzden gün, saldırıları püskürtme, başkaldırı günüdür.

ODTÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

11


Üniversitelerde cemaatleşme ve dinci gericiliğin etkisi “Dini her yurttaşın özel sorunu kabul eden TKİP, dinsel önyargılara karşı mücadeleyi geniş kitlelerin devrimci kültürel dönüşümü ve özgürleşmesinin zorunlu bir gereği olarak ele alır. Bu mücadelede büyük bir kararlılık, fakat aynı zamanda sabır ve dikkat gösterir. Baskı ve sömürüye dayalı eski düzenin kalıntılarının tasfiyesi ile kitleler arasında kök salmış dinsel önyargıların kökünün kazınması arasındaki kopmaz bağı görerek ve gözeterek hareket eder.”(TKİP Programı)

Ücretsiz yurt veya abi-abla evleriyle, yine karşılıksız burslarıyla yoksul çocuklarını kuşatan bu güruhlar oldukça örgütlü ve organizedirler. Bu kadar pervasız ve rahat olabilmelerinin nedeni ise açık bir iktidar desteğidir.

Üniversitelerde yeni eğitim ve öğrenim döneminin başlamasıyla birlikte kendilerini bir hayli hissettiren tarikatlar ve cemaatler bu yazıyı kaleme almamızın başlıca nedenidir. Kayıt dönemleri boyunca kampüslerde yatıp kalkan, otogarlara kamp kurup öğrencileri şehre gelene kadar telefonlarla taciz eden bu gruplar, yardım adı altında öğrencileri ağlarına düşürmeye çalışmaktadırlar. Ücretsiz yurt veya abi-abla evleriyle, yine karşılıksız burslarıyla yoksul çocuklarını kuşatan bu güruhlar oldukça örgütlü ve organizedirler. Bu kadar pervasız ve rahat olabilmelerinin nedeni ise açık bir iktidar desteğidir.

Nasıl örgütleniyorlar?

Bir şekilde kazandıkları gençleri (burs, ev vs. aracılığıyla) kelimenin tam anlamıyla bir kuşatma altında tutuyorlar. Öğrencilerin yirmi dört saatini programlıyor ve onları sürekli olarak kontrol altına alabilmek amacıyla dini sohbet, okumalar vs. düzenliyorlar. Kendilerine biat etmeyen öğrencileri ise kapıyı göstererek tehdit ediyorlar. Devletin ise bu durumu görmezden gelmesi hatta bu konuda onlara açık bir destek sunması cemaat ve tarikatların üniversitelerde küçümsenmeyecek etkisinin ve örgütlenmesinin önünü açmıştır. Üniversitelerde özellikle gizli bir örgütlenme biçimini benimseyen cemaatler planlı ve programlı hareket ediyorlar. Yakın bir dönemde ortaya çıkan ”Bilkent Tahşidat Planı” adlı dosyada cemaatin Ankara’daki üniversitelerde nasıl örgütlendiği ve hangi kodlarla cemaat üyelerini şifreledikleri açıkça görülüyor. Bu planda cemaat yurtlarında kalan öğrencilerin tam bir yılı programlanıyor ve bir yılın sonunda öğrencilerin abi-abla evine çıkarılması amaçlanıyor.

TC tarihinde cemaat ve tarikatlar

Aslında bu durum yeni değildir. Her ne kadar dincigerici iktidar gücü AKP döneminde kayda değer bir artış gösterseler de cemaat ve tarikatlar tüm bir cumhuriyet tarihi boyunca devlet eliyle desteklenmiş ve toplumsal mücadelelerinin geliştiği dönemlerde meydanlara salınmışlardır. Özellikle 1980 askeri faşist darbesinin ardından ideolojik savaşın bir boyutu olarak din dersleri zorunlu hale getirilmiş, imam hatipler yaygınlaştırılmıştır. Toplumun gericilikle kuşatılması ve alevi-sünni çatışmasının körüklenmesi yine aynı döneme denk gelir.

12

“1960’lı yıllarda yükselen toplumsal mücadele ve bununla birlikte güçlenen sol harekete karşı kullanmak üzere dinci gericilere “Komünizmle Mücadele Dernekleri”ni kurdurtan Amerikancı rejim, o dönem onları tetikçi olarak da öne sürmüştür. Suç dosyalarında

Kanlı Pazar olayının yer aldığı dinci gericiler, o dönemden beri Amerikancı/NATO’cu zihniyetin temsilcileri arasındadır. 1970’li yıllarda faşist parti MHP tetikçilikte dinci gerici güçleri gölgede bıraksa da, “statükocu” rejim onları kullanmaktan geri durmamıştır. ABD emperyalizminin Ortadoğu’da uyguladığı “Yeşil Kuşak” projesinin Türkiye’deki icraatçısı olan 12 Eylül faşist cuntası ise, dinci gericiliğin yaygınlaşması için özel bir çaba sarf etmiştir. Sol parti, sendika ve derneklerin yanı sıra düzen partilerini de bir dönem kapatan faşist cunta, cemaat ve tarikatlara ise geniş bir çalışma alanı açmıştır. Nitekim dinci gericiliğin etkin isimleri cuntaya tam destek sunmuşlardır.” (Türban sömürü ve köleliği örten bir şal olarak kullanılıyor / KB) Dün olduğu gibi bugün de devlet eliyle desteklenen gerici güçler üniversitelerde ilerici ve devrimci öğrencilere yönelik saldırganlıktan geri durmuyorlar. Özellikte İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan çatışmalar buna örnektir. Ayrıca üniversitelerde türban üzerinden yürüyen tartışmalar ve kavgalar da buna örnek olarak verilebilir. Türbanı, işçi ve emekçi çocuklarının sorunlarının üzerini örten bir şal olarak kullanan dinci gericilik, hem topluma hem gençliğe türban tartışmasını dayatarak birçok icraatını gizleyebilmiştir.

Dinci gericiliğin etkisini dağıtabilmek için devrimci gençlik mücadelesini yükseltelim!

“Dinci gericilik, dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilenlerin karşısında mevzilenmiştir. Sermaye ve emperyalizmin tam hizmetindedir. Geçmişte tetikçilik yapıyorlardı, şimdi rejimin efendisi konumuna yükseldiler. Esas misyonları ilk günden bu yana değişmemiştir. Bu misyonun tüm gereklerini yerine getirmekte, hak ve özgürlüklerin boğulması, işçi sınıfı ve emekçilere sömürü ve kölelikten başka bir şey sunmayan kapitalist düzenin tahkim edilmesi için çaba harcamaktadırlar.” (Türban sömürü ve köleliği örten bir şal olarak kullanılıyor / KB)

Yukarıda da belirtildiği gibi dinci-gericilik tarihinin her döneminde kapitalist sistemin bekasına ve işçiemekçi ve gençlik hareketinin boğulmasına hizmet etmiştir. Ve şunu unutmamak gerekir ki sermaye düzenini tüm kurumlarıyla birlikte hedef almayan hiçbir mücadele dinci gericiliği yok edemez. Çünkü onu her defasında palazlandıracak ve daima bir silah olarak kullanacak olan bizzat kapitalizmin kendisidir.

Gençlik hareketi için de durum değişmemektedir. Üniversitelerde bu türden örgütlenmeleri yok edebilmenin tek yolu devrim kavgasına omuz vermektir. Zira temelde sınıfsal bir karakter taşıyan dinci gericilik işçi ve emekçi çocuklarını hedeflemektedir. Bizlere düşen ise ısrarla üniversitelerde işçi sınıfının sesi soluğu olmak ve yoksul çocuklarını bu mücadeleye kazanabilmek olmalıdır. Bu temelde kavranmayan bir mücadele tarzı cemaat ve tarikatları yok etmek bir yana onların ömrünü uzatacaktır. Marx’ın da söylediği gibi bir afyon olan dinin etkisi ancak bir devrimle kırılabilir. Z. Eylül


Yoğunlaşan faşist saldırılar ve devrimci tutum Faşist çeteler Ekim ayında gerçekleşen Çukurca baskını sonucunda 24 askerin yaşamını yitirmesini fırsat bilip harekete geçti. Bir kez daha ırkçışoven söylemlere sarılarak, halklar arasına kin ve düşmanlık tohumları ekmeye koyuldular. Ülkenin birçok köşesinde Kürt halkını ve ilericidevrimci güçleri hedef alan saldırılar ve linç girişimlerinde bulundular. Bu arada kimi üniversiteler de benzeri faşist saldırılara sahne oldu. Bu yazıda üniversitelerdeki saldırıların hangi amaca yönelik olduğunu irdelemeye ve faşist saldırılara karşı doğru ve devrimci bir tavır ve bakış açısı sunmaya çalışacağız.

Saldırıların temel amacı

Faşist saldırıların fiziksel tahribat yaratmanın ötesinde hedefleri olduğu açıktır. Saldırılar temelde iki amaca yöneliyor:

Faşistler saldırarak devrimci öğrenciler marjinalleştirmeye ve öğrenci kitlesinden yalıtmaya çalışıyorlar. Yaşanan saldırılar sağ-sol çatışması olarak yansıtılıyor. Eğer devrimci gençlik saldırının politik hedeflerini anlatamazsa, dışardan bakan bir göz doğal olarak bunu böyle benimsiyor.

Saldırıların diğer bir amacı gençlik örgütlerini ve sola yakınlık duyan kesimleri devrimci siyasal faaliyetten ve örgütlenmeden alıkoymaktır. Solun ilgisini, enerjisini ve yoğunlaşmasını siyasal çalışma yerine, kısır bir düello ve çatışma ortamına çekmektir. Bu iki temel amacın yanısıra saldırılar, özellikle mücadele ile yeni tanışan ve bilinci oturmamış olan unsurları, daha çok bileyip radikalleştirebildiği gibi, mücadeleden soğutabilmektedir de. Ayrıca üniversite yönetimleri için yeni soruşturma ve cezalara bahane olarak da kullanılabilmektedir.

Yaygın yanlışlarımız…

Ne yazık ki biz her defasında, bu iki tuzağa düşüyoruz. Örneğin, bu elikanlı katil sürüsü ellerinde satırlarla, sopalarla üniversiteyi basıyor ya da 1 Mayıs Şenliği’nde okula girip güvenlik görevlilerinin nezaretinde bıçak çekip ortamı terörize etmeye çalışıyor. Biz ise bu sırada ve sonrasında öğrencileri durum hakkında bilgilendirme ihtiyacı dahi duymayabiliyoruz. Bu durum, saldırıları en başta kafamızda olağanlaştırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Halbuki saldırıları etkin bir teşhire konu edebilmemiz gerekiyor. Olaydan haberi olmayan ya da sebebini anlayamayan öğrenci arkadaşlarımıza faşist saldırıların solu, devrimi sindirme amacıyla yapıldığını, taleplerimizin meşruiyetine dayanarak yaratıcı biçimlerde anlatabilmeli, bu amaçla sıradan öğrencileri, eğitim emekçilerini taraf haline getirmeyi hedeflemeliyiz. İnsanların haberdar olmadıkları ya da kulaktan dolma yalan yanlış şeyler duydukları bir tablo bize yarar değil zarar getirir.

Bu anlamda, İstanbul Üniversitesi’nde yakın dönemde yaşananlar ibret verici. Geçtiğimiz yarıyılda faşistlerin üniversite önünde elikanlı bir katil olan Alparslan Türkeş ile ilgili bildiri dağıtmaları üzerine buna ilerici ve devrimci öğrenciler tarafından müdahale edilmiş, sloganları duymalarıyla faşistlerin ortadan kaybolmaları bir olmuştu. Fakat boşluğu dolduran polis ilerici-devrimci öğrencilere saldırmıştı. Olayın ardından fısıltı gazetesi ve medya yoluyla “Öcalan'ın doğum günü ile ilgili bildiri dağıtan terör örgütü yandaşlarına ülkücü öğrenciler müdahale etti” gibi uydurma haberler yayılmıştı. Yine Ekim ayındaki faşist saldırı sonrasında Edebiyat Fakültesi’nde “Kürdistan özgürdür!” pankartının açılması üzerine saldırının gerçekleştiği gibi bir dedikodu yayıldı etrafa. Şu açık ki biz meselenin gerçek yüzünü öğrencilere anlatmayı ihmal edince, benzeri yalan ve

aldatma girişimleriyle faşistlerin ve sistemin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz. ***

Faşistlerin azıttıkları dönemlerde, genelde devrimci öğrencilerin dikkati ve yoğunlaşması hep buraya kayar. Öyle ki faşistler de genellikle bunun için kullanılırlar. 2009 yılında DİSK’in çağrısıyla Cumartesi günü, şu merkezi Ankara mitinglerinden biri gerçekleşecekti. Miting krizle ilgiliydi. İşte mitingin öncesi, Cuma günü üniversitede hemen hemen bütün sol gruplar bunun hazırlıkları ile meşgul. Ne hikmetse eş zamanlı iki faşist saldırı gerçekleşti. Biri İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde, diğeri Marmara Üniversitesi Nişantaşı Kampüsü’nde... Ve doğal olarak herkes toparlandı, sloganlar vs. O andan itibaren herkes bir gün sonra eylem olduğunu ve örgütlenmesi gerektiğini unuttu ve akşama kadar topluca gergin bir bekleyiş başladı.

Anlatılmak istenen tam da bu. Faşist saldırılar sırasında biz kendi esas kimliğimizi, amaçlarımızı bazen ikinci plana itiyoruz ve kendimizi faşizm karşıtlığı üzerine tanımlı bir pozisyona hapsediyoruz. Gerçekte sivil faşistlerin bağımsız bir ideolojisi, bir “ülküsü” ve gayesi (mevcut bozuk düzenin bekâsını sağlamayı dışta tutarsak tabi) yoktur. Tek maksatları devrimin önüne taş koymaktır. 2006’daki yemekhanenin özelleştirme sürecinde solcuların çoğu atılmış ya da uzaklaştırma almış. 2007 senesinde Dağlıca olaylarının hemen sonrası, ulaşım zamları ile ilgili Kolektif tarafından bir kampanya yapılıyor. İÜ’de bunla ilgili bir otobüs maketi konulmuş Hukuk Fakültesi girişine. Faşistler solun güçsüzlüğünden de yararlanarak gelip “bunu kaldıracaksınız” diyor, olumsuz cevap alınca da otobüs maketine ve öğrencilere saldırıyorlar. Faşistlerin kim olduğunu anlatmak, gerçek yüzlerini teşhir etmek için bundan iyi olanak olur mu? Bu, bu teşhir konusunu değerlendirip değerlendirmeme meselesidir… Sivil faşistler ile mücadele temelde askerî değil, siyasaldır. Faşistleri besleyen ve yeniden üreten bu düzenin kendisidir. Bir odağı darmadağın etsek de sistem ihtiyacı olunca bir diğerini piyasaya sürmekte zorlanmayacaktır (MHP değilse ulusalcı çeteler, dinci gericiler ya da bir başkası). Üstelik bunların aralarında belli kemik tipler vardır. Diğerlerini de organize eden bunlardır. Bunlar hiç de öyle aldandıklarından ya da “milliyetçi hislere” kapıldıklarından saldırmaz. Bu tipler on kere kafasını kır, 11. defa yine ayak altında dolaşıp saldırırlar. Çünkü altındaki arabasından, evinin kirasına kadar hayat standartları devletçe finanse ediliyordur. Geçmiş deneyimlerde birçok örneği var, bunları öyle düellocu bir mantıkla, cezalandırarak bitirmek olanaklı değildir. Bunlar olmazsa bir başkası yine çıkar. Çünkü sistem objektif olarak solun, devrimcilerin önünü kesme ihtiyacı hissediyorsa bu tarz maşaları mutlak bulur ya da yaratır. Mesele faşistleri “indirmek” değil –gerektiğinde bu yönlü bir cevaptan geri durmaktan bahsetmiyoruz elbette- öğrenci yığınları içerisinde marjinalleştirmek ve mahkum etmektir. Sorun onlara çalışma yaptırmamak ya da okula sokmamak değil. Bu zihniyeti okuldan silmektir. Bunun için onların etki alanının kırmalı, kendi politik etkimizi genişletmeliyiz. Bu sadece ırkçı-faşist zihniyet için de değil, esas olarak öğrenci kitlesinin çoğunu tesiri altında tutan burjuva-liberal ideoloji açısından da geçerli. Bunu yapamadığımızda istediğimiz kadar “üniversitelerimizi faşistlere bırakmayacağız”, “üniversiteler bizimdir” diye bas bas bağıralım. Gençliği kim kazanıyorsa kavganın galibi de o olacak. At binenin kılıç kuşananın! Ayhan Z. Tozkoparan

13


Baskılarınız gençliğin devrimci mücadelesini engelleyemez! Üniversiteler bugüne kadar egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda çalışan kurumlar olmuştur. Bugün de üniversitelerde sermayenin çıkarlarına uygun, düşünmeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen tek tip bireyler yetiştirilmektedir. Öğrencisi (müşterisi) olduğum Ankara Üniversitesi DTCF’de de bunlar olmaktadır.

Bugün bizim okulumuzda kalabalık amfilerde derslere girdiğimizde dersi dinlemede zorlanan öğrenciler olduğu halde amfilere bir ses sistemi dahi konulmazken, milyarlarca lira harcanarak okulumuza kameralar hatta mobeseler takılmaktadır. 7000 öğrencisi olan fakültede öğrenciler oturacak yer bulamazken mevcut olan banklar da ÖGB'ler tarafından işgal edilmekte, sivil polislere oda tahsis edilmekte, bu şekilde de öğrencilerin yaşam alanlarına müdahale edilmektedir. Fakültenin hemen hemen her yerine takılı olan kameralar, öğrencilerin yaşam alanı olan kampuste sürekli dolaşan ÖGB'ler, öğrenciler üzerinde psikolojik baskı kurmakta, düşünen sorgulayan öğrencilerin pratiğe geçmesinin önünde engel oluşturmaktadır. Tüm bu baskılara rağmen pratiğin içerisinde olan öğrencilerin ise fişlenmesinde rol oynamaktadır. Bunlar yukarıda bahsettiğimiz gibi psikolojik baskı şeklinde olduğu gibi özellikle devrimci öğrenciler sözkonusu olduğu zaman fiziki boyuta da ulaşabilmektedir. Geçen

sene bunun örneklerini fazlasıyla yaşadık.

Afiş asan, bildiri dağıtan, pankart asan öğrencilere ilk müdahale ÖGB’lerden gelmektedir. Asansöre binmenin suç olduğu, jeneratörün gözaltına alındığı bu fakültede stant açmak, afiş-pankart asmak, bildiri dağıtmak ‘soruşturma’ gerekçeleridir. ÖGB'lerin, kameraların ve aramızda öğrenci gibi dolaşan sivil polislerin yardımı ile fişlenen öğrenciler kınama, okuldan uzaklaştırma gibi cezalarla susturulmaya ve sindirilmeye çalışılmaktadır. DTCF’de satırlarla okula girip devrimci ve ilerici öğrencileri yaralayan eli kanlı faşistlere hiçbir yaptırım uygulanmazken gençliğin sorunlarını dile getirenlere ise cezalar yağmaktadır.

Dil-Tarih’te de gençliğin öfkesinden korkan sistem ve bunun okuldaki uygulayıcıları okulun etrafını demir parmaklıklarla ve tel örgülerle çevirerek hem gençliği potansiyel suçlu ilan etmekte hem de gençliğin düşüncelerini bu tel örgülerle sınırlayabileceğini zannetmektedir. Bilmelidirler ki demir parmaklıkları da kameraları da düzenleri gibi çürümüştür ve yıkılmaya mahkumdurlar.

Tüm bu saldırılara karşı artık DTCF’de sorunlarımıza sahip çıkma vaktidir. Tüm öğrencileri de sorunlarına sahip çıkmaya çağırıyorum. DTCF’den bir Ekim Gençliği okuru

“Biz düşünüyoruz!” Merhaba arkadaşlar,

Bir eğitim-öğretim dönemi daha baskı ve yasaklarla açıldı. Birçok üniversite yönetimi adeta birbiriyle yarışırcasına öğrencilerine soruşturma ve cezalar yağdırdı. Oysa açılış törenlerinde en iyi, en demokratik üniversite olmakla övünüyordu hepsi de. Kendisine “En ileriye, en iyiye…” sloganını uygun gören Hacettepe Üniversitesi de daha okulun ilk gününde onlarca öğrencisi hakkında soruşturma başlattı.

Peki, bu soruşturmaların nedenleri ne? Hemen söyleyelim: Beytepe Kampüsü sınırları içinde müzik ve şiir dinletisi yapmak, belgesel gösterimi yapmak, stant açmak, yüksek sesle müzik dinlemek vs… Bu listenin sayfalarca uzatılması mümkün. Ama kayıt döneminde (okul sessiz sakin iken) stant açma yasağını devam ettireceğini söyleyen üniversite yönetimi şimdilerde bu tavrından vazgeçti. Nedeni mi? Kasım’da yapılacak olan rektörlük seçimleri… Ondan sonrası mevla kerim! Yaz dönemi boyunca hakkında çıkan yolsuzluk haberlerini üniversite sitesinde yaptığı bir açıklama ile yalanlayan Rektör Uğur Erdener nedense sahibi olduğu

14

şirketten de istifa etmiş. Rektörümüzün üniversite ihalelerini kendi şirketine vererek yolsuzluk yaptığı iddia ediliyordu.

ODTÜ ormanlarını yağmalama planları yapan Melih Gökçek’ten daha hızlı davranan Hacettepe Üniversitesi yönetimi Beytepe ormanlarına bir de havuz inşa ediyor. Havuz inşaatı öğrencilerin girmesi yasak(!) olan Beyaz Ev civarında devam ediyor. Ancak yönetimin bu inşaatla ilgili Çankaya Belediyesi ile gerginlik yaşadığı biliniyor. Orman arazisine böyle bir yapı kurmanın yasak olduğu biliniyor olmasına rağmen yasakları delen yönetimimiz biz öğrencilerine ise yasak koymakta sınır tanımıyor. Ancak üniversitemizde tüm bunları da aşan bir yasak var: DÜŞÜNMEK!

O halde eğitimin ticarileştirilmesinde, baskı ve yasakların artırılmasında, soruşturma ve ceza teröründe, bitmek bilmeyen ulaşım çilesinde “en ileriye, en iyiye” giden üniversite yönetimine buradan sesleniyoruz: BİZ DÜŞÜNÜYORUZ!

Hacettepe Üniversitesi’nden bir

Ekim Gençliği okuru


Devlet terörüne son, tutuklu öğrencilere özgürlük! Sermaye devleti baskı ve polis terörünü her geçen gün Kürt halkı ile işçi-emekçiler üzerinde yoğunlaştırırken, haklarını arayan ilerici ve devrimci öğrencileri de es geçmiyor. Ne zaman üniversitelerimizde parasız ve bilimsel eğitim istesek, üniversitelerin ticarileştirilmesine, geleceksizleştirmegüvencesizleştirmeye, har(a)ç zamlarına, YÖK'e ve YÖK düzenine karşı çıksak, karşımıza sayımızın onlarca katı polis yığılmakta, soruşturma ve ceza terörü, okuldan atılma ve tutuklamalarla gözümüz korkutulmaya çalışılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde kimi demokratik kitle örgütlerinin yaptıkları açıklamalara da yansıdığı gibi, cezaevlerinde 500 civarında siyasi tutuklu öğrenci bulunmaktadır. Toplumsal muhalefetin en diri kesimlerinden birini oluşturan gençliğin mücadelesini yasaklarla, soruşturmalarla, cezalarla engelleyemeyen egemenler, öğrencilere tutuklama terörünü uygulamakta ve devrimci gençliği sindirmeyi amaçlamaktadırlar.

Parasız eğitim vb. demokratik talepleri “ifade özgürlüğü” kapsamı içerisinde olmasına rağmen, açılan pankartlar ve atılan sloganlarından dolayı özel yetkili mahkemelerce yargılanmakta, hapis cezalarına

çarptırılmaktadır.

İşte tablonun anlaşılması için birkaç örneği sıralayalım:

ODTÜ "Başkaldırıyoruz" eyleminden 117 öğrenciye, 1 yıl 9 aydan 10 yıl 6 aya kadar hapis cezası istemiyle dava açılmış, parasız eğitim istediği için gözaltına alınan Eser Morsümbül'e "Amcan gibi seni de kaybederiz!" denilmiş, Ankara'dai Hopa’daki devlet terörünü protesto mitingine katıldığı gerekçesiyle tutuklanan iki üniversite öğrencisi "yasadışı örgüt üyesi" olmakla suçlanıp tutuklanmış, “Nitelikli sağlık hizmeti için çok ses tek yürek Ankara Mitingi”nde Sıhhiye Köprüsü’ne astıkları pankart sebebiyle Bahadır Söylemez ve Özgür Alkan "yasadışı örgüt üyeliği" suçlamasıyla 25 yıl hapis cezası istemiyle tutuklanmıştır.

Sermaye sömürü koşullarını katmer katmer arttırmaktayken bu örnekleri çoğaltmak elbette ki güç değil. Dediğimiz gibi bizler yeni bir dünya yaratmak için yürümekteyiz. Ne baskılar, soruşturmalar, uzaklaştırmalar, ne de polis terörü, tutuklamalar bizi yıldırmadı! Yıldıramaz! Ankara Üniversite’nden bir Ekim Gençliği okuru

Ceyhan MYO’da öğrencilere muhbirlik dayatması! Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesi devam ederken, sermaye devleti de topyekün saldırılarını, arttırmaktadır. Kirli savaşın derinleştiği, inkar ve imha politikalarının devam ettiği, Kürt halkının her yönüyle teslim alınılmaya çalışıldığı bu dönemde fabrikalarda, üniversitelerde,liselerde yaşadığımız toplumsal sorunlarımızın yerine kardeş halkın nasıl katledileceği dillerde dolaşıyor. İşçiler yemek aralarında esnek, güvencesiz, sigortasız kölece yaşam koşullarını, kıdem tazminatının gaspını sorgulamak yerine birlikte çalıştığı Kürt arkadaşlarına düşman kesiliyor. Saldırıların Kürt halkına değil işçi ve emekçilere de yönelik olduğu ortadadır. Yakın zamanda Adana Ceyhan Meslek Yüksek Okulu’nda yapılan sözde konferansta öğrencilere , ‘ Zılgıt çekenlere karşı muhbir olun! Adınızı saklı tutarız kimsenin haberi olmaz, kimse size dönüp bir şey diyemez’ gibi söylemlerde bulunuldu. Bu faşizan söylemlere karşı salonda uğultular meydana geldi. Kimileri alkışlarla desteklerken bir kesim aralarında söylenmeye başladı. Okul müdürünün ardından kendisini ‘68 kuşağından gelen ‘eski sosyalist’ diye tanıtan düzenin uşaklığını yapan dönek bir adam, sözde eğitim amaçlı olan konferansta asıl aşılanmak istenin Kürt halkına düşman olmanın yanı

sıra devrimci, örgütlenme mücadelesini de engellemek olduğunu verdiği örneklerle apaçık ortaya sermiştir.

Derslere öğrenci gibi sokulan sivil polislerin, öğrenci yurtlarında ve okulda polisle işbirliği içinde bulunan gizli ajanlar gençliğin devrimci dinamizminden korktuklarını göstermektedir. Söndürmeye çalıştıkları ateşteki kıvılcımın her zaman var olacağını ve o ateşin hiçbir zaman sönmeyeceğini unutmasınlar.

Biz gençler üniversitede oluşan polis idare baskısına, YÖK düzenine, anti bilimsel ve anadilde verilmeyen eğitime, aşılanmak istenilen şovenizme karşı örgütlü mücadele yürütmeye, tek kurtuluş ve çözüm yolunun devrimci parti öncülüğünde devrimle olacağına olan inancımızla mücadelemize devam edeceğiz. Kapitalist sistemle bize dayatılan baskılara ve bu çürümüş düzen içerisinde çürüyerek yer almaya verilecek en iyi ve en anlamlı cevabın örgütlü mücadeleden geçtiğini alanlarda yerlerimizi alarak kafalarına vura vura belirteceğiz.

K.İmge

15


Ankara 6 Kasım’ı üzerine

Ön hazırlıkları zayıf 6 Kasım Sermaye sınıfının öğrenci gençlik üzerinde baskı politikalarını yoğunlaştırdığı, üniversitelerin tamamen ticarethaneye çevrilmeye çalışıldığı bir dönemin içerisindeyiz. Bu süreci ise birleşik ve güçlü bir şekilde karşılamaktan başka bir alternatifimiz yok. Fakat bu seneki 6 Kasım eylemleri dahi parçalı bir şekilde gerçekleşti. Tüm saldırılara karşı bu yıl 6 Kasım’a güçlü bir şekilde hazırlanılması gerekirken cılız bir ön çalışması ile alanlara çıkılmış oldu.

Ankara’da ilerici ve devrimci güçlerin gerçekleştirdiği 6 Kasım eylemi için hazırlıklar haftalar öncesinden başlamasına rağmen güçsüz bir ön çalışma gerçekleştirildi. Tablo, özellikle sol hareket bünyesindeki ciddiyetsizliği bizlere bir kez daha göstermiş oldu. Toplantılarda kararlar alınmasına rağmen alınan kararlar hayata geçirilmeye gelince ciddi tıkanıklıklar yaşandı. Tüm işler az sayıdaki yapının omuzlarına kaldı.

16

Ankara’da ilerici ve devrimci güçlerin gerçekleştirdiği 6 Kasım eylemi için hazırlıklar haftalar öncesinden başlamasına rağmen güçsüz bir ön çalışma gerçekleştirildi. Tablo, özellikle sol hareket bünyesindeki ciddiyetsizliği bizlere bir kez daha göstermiş oldu. Toplantılarda kararlar alınmasına rağmen alınan kararlar hayata geçirilmeye gelince ciddi tıkanıklıklar yaşandı. Tüm işler az sayıdaki yapının omuzlarına kaldı. 6 Kasım toplantılarında, 6 Kasım çağrısını üniversitelere taşıyabilmek için her okulda, yapıların bir araya geleceği zaman dilimleri belirlenmesine rağmen bu planlamaya büyük oranda uyulmadı. Materyallerin gençlik kitlelerine ulaştırılması dahi son birkaç gün, birkaç yapı tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Tüm bunların yanı sıra çalışmaların üniversitelerdeki ayağı çok sınırlı kalmıştır. Üniversitelerde 6 Kasım söyleşileri yapılamamış, forumlar örgütlenmemiş sadece afiş ve bildiriye sıkışan bir çalışma örülmüştür. (Tabii ki bunu da sınırlı olduğunu belirtmemiz gerekir) Genel olarak okullarda 6 Kasım havası estirilememiştir. Tüm bunlara rağmen çok da azımsanamayacak bir kitle ile eylem gerçekleşmiştir. Kuşkusuz ki, katılımın

kendisi eylemin ön çalışmasındaki zayıflığın ve tüm hazırlık sürecinde sergilenen ciddiyetsizliğin üzerini kapatmıyor.

Belirttiğimiz temel eksiklik alanlarının bir parçası olarak, eylemin programının da zayıf geçtiğini söyleyebiliriz. Ses sisteminin dahi ayarlanamadığı eylemde yürüyüş sonrası miting alanına gelindiğinde programda basın açıklaması, Mamak İşçi Kültür Evi şiir topluluğu ve halayların dışında bir şey yapılamadı. Eylem alanına gelince ortak sloganların dışına çıkılmış ve toplam irade çiğnenmiştir. Kaos GL’nin attırdığı ‘Homofobik üniversite istemiyoruz’ sloganı ortak sloganların arasında olmamasına rağmen, diğer yapılar tarafından da desteklenmiştir. Kaos GL ise bunun üzerine değerlendirme toplantısında bunun herkesin sorunu olduğu ve herkesin bu sloganı atması gerektiği dayatmasına gitmiştir. Bu tutum eleştirilmesi gerekirken, birkaç siyaset dışında kimse bir şey söylememiştir. Tüm sürecin ciddiyetsizliği eylemin toplam havasına da yansımıştır. Öyle ki, eylem alanında eylem komitesinin bir çağrısı ve açıklaması olmadan kendiliğinden dağılma başlamıştır.

Genç komünistler olarak, kendi payımıza yaşanan kimi eksikliklere rağmen, üzerimize düşen bütün görevleri yerine getirmek için azami bir çalışma yürüttük. Ancak 6 Kasım bileşenlerinin toplamı üzerinden ifade edecek olursak, gerekli sorumluluğun bütün olarak taşınmaması, YÖK’e ve YÖK düzenine karşı gerçekleşen eylemin gerekli ciddiyetten yoksun ve güçsüz geçmesine yol açmıştır.

Ankara Ekim Gençliği


Yeni bir dönemin başında gençlik çalışması...

Olanaklar, sorunlar ve sorumluluklar

Dünyada yeni dönem ve gençlik hareketleri

Dünya ölçüsünde gelişen yeni kitle hareketlerinde gençlik temel bir dinamik olarak önemli bir rol oynuyor. Tunus ve Mısır’daki büyük patlamalarda gençliğin oynadığı rol daha başından tartışmasız bir olguydu. Bu sarsıcı çıkışlardan ilham alan diğer halkların gençliği de gelişen hareketliliklerde etkin bir şekilde yer aldı, yer almayı sürdürüyor. Gençliğin kitlesel olarak mücadele sahnesine çıkışı Ortadoğu’da gelişen halk hareketleriyle sınırlı değil. İspanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi emperyalist metropoller başta olmak üzere Şili, Arjantin, Yunanistan vb. gibi dünyanın bir dizi ülkesi günleri/haftaları bulan gençlik eylemlerine sahne oldu. Dönemsel duraklamalar yaşasalar da, bu hareketliliklerin anlık olarak parlayan gelip geçici çıkışlar olmadığını geçtiğimiz bir-iki yılın eylem bilançosu yeterli açıklıkta yansıtmaktadır. Aynı zamanda bu hareketlerin, dünyadaki genel kitle mücadelesinin etkisine açık olduğunu, dolayısıyla yayılarak süreceğini de göstermektedir.

Böyle olması bir dizi etkenden kaynaklanmakla birlikte, burada öne çıkan iki temel nedenin altını çizebiliriz. Birincisi, emperyalist kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı çok boyutlu krizle ilgilidir. Kapitalist sistemin '70’lerden bugüne sürüp gelen çok yönlü bunalımının, 2000’lerin sonlarında şiddetli bir finansal-mali çöküş olarak dışa vurduğu biliniyor. Bunun kısa dönemli bir dalgalanma olmadığı, giderek derinleşen bir hegemonya krizi eşliğinde yaşanan iktisadi, sosyal, siyasal boyutlarıyla bütünsel bir sistem krizi olduğu gitgide daha açık bir biçimde görülmektedir.

2000’lerin sonlarına kadar bunalımın yükünü fazlasıyla sırtlamış olan işçi ve emekçilerin önüne bu kez emperyalist ülkelerdeki emekçi kitleleri de kapsayacak şekilde daha kabarık bir fatura konuldu. Bunun anlamı daha çok yoksullaşma, daha fazla işsizlik, daha katlanılmaz yaşam ve çalışma koşullarıdır. Zira burjuvazinin, kamu kaynaklarını eğitim, sağlık, sosyal ihtiyaçlar, belediye hizmetleri, çevre vb. gibi alanlardan çekerek tekellerin ve devlet maliyelerinin kurtarılmasına aktarmasından, kamusal hizmet alanlarının sürekli özelleştirilmesinden başka bir reçetesi yoktur. Dahası giderek şiddetlenen emperyalist saldırganlık, militarizm, baskı-terör aygıtları olarak devletlerin tahkimi ve savaş ihtiyaçları faturayı sürekli şişirmektedir. Bu tablodan en çok etkilenen kesimlerin başında işçi ve emekçi sınıfların gençliği gelmektedir. İşsizlik en çok onları vurmakta, gelecek güvensizliğini en çok onlar yaşamaktadır. Dünya çapında yaşanan bu durum gençlik hareketlerinin mayalanmasını, etkileşimini ve yayılmasını koşullayan temel neden durumundadır. Öne çıkan ikinci etkense, gençliğin doğası itibariyle taşıdığı dinamizm, toplumun en atak, en gözüpek, en cüretkar kesimi olmasıdır. Bu onu çeşitli sorunlar karşısında hızla tepki veren, yer yer dünyada yaşanan gelişmeler karşısında daha duyarlı davranan bir kesim haline getirmektedir. Bu olguyu günümüz dünyasının iletişim

bakımından "küresel köy"e dönüşmesi olgusuyla birlikte ele almak gerekir. Zira internet başta olmak üzere iletişim kanallarından en ileri düzeyde yararlanan kesim doğal olarak gençlik kitleleri olmaktadır. Bu, gençliğe dünyanın en uzak noktalarındaki hareketlenmelerden dahi esinlenme olanağı sunmakta, onu yakıcı sorunları üzerinden harekete geçmeye teşvik etmektedir.

Türkiye’de gençliğin karşı karşıya bulunduğu sorun ve gündemler

Yaşanan sorunlar itibariyle Türkiye’deki gençlik açısından da durum farklı değildir. Hatta bir dizi bakımdan daha ağır bir tablo söz konusudur. Eğitim olanakları her geçen gün daralmakta, eğitimin niteliğinde sürekli bir düşüş yaşanmaktadır. Benzer düzeydeki ülkelerde olduğu gibi işsizlik oranının en yüksek olduğu kesim gençliktir. En ağır çalışma koşulları bu kesime dayatılmaktadır. Çocuk işçilik olağan bir uygulama durumundadır. Gelecek karamsarlığı en çok gençler içinde yaygındır. Toplumu çürütmenin araçları özellikle gençliğe yönelik kullanılmaktadır, vb...

Eğitim alanındaki gençliği ele aldığımızda, alana özgü sorunların da ağırlaşarak sürdüğünü görüyoruz. Eğitimde özelleştirmeler ve bu alanın tümüyle paralı hale getirilmesi adımları hızlandırılıyor. Neo-liberal saldırı dalgasının bir ayağı olarak gündeme gelen Bologna süreci, Uluslararası Yükseköğrenim Kongresi'nde daha somut bir çerçeveye kavuşturulmuş durumda. Burada gençliğe yönelik saldırıların politik çerçevesi oluşturulmuş, saldırılar topyekun karaktere büründürülmüştür. Geçtiğimiz dönem eylemlerle püskürtülen harç zamlarının bu kez “Torba Yasa” içinde gizli olarak arttırılması girişimi, rektörlere harçları belirleme yetkisi veren düzenleme vb., de bu sürecin bir ürünüdür.

Öte yandan, bu saldırılara paralel olarak öğrenci gençlik yoğun bir baskı ve devlet terörü ile karşı karşıyadır. Bunun en temel boyutu soruşturma-uzaklaştırma uygulamasıdır. 2000’lerin başlarından itibaren tırmandırılan bu saldırı, lise ve üniversitelerde siyasal faaliyeti alabildiğine daraltmış bulunuyor. Yalnızca öğrencileri değil, öğretmen ve akademisyenleri de kapsıyor. Başta devrimci özneler olmak üzere hareketli ileri kesim bir yandan okullardan atılırken, diğer yandan olduğu kadarıyla gençlik yığınlarından yalıtılıyor. Son 10 yıllık deneyim bu etkili saldırının salt gençliğin kendi dinamikleri üzerinden püskürtülemediğini, halihazırda gençlik içinde bunun potansiyelleri olsa bile hareketin genel durumundan kaynaklı bunun kısa vadede mümkün olmadığını tescil etmiş bulunuyor. Mesele toplumsal mücadeleyi doğrudan ilgilendirmekte, dolayısıyla toplumsal mücadele dinamiklerine maledilmesini gerektirmektedir. Elbette bunun gerçekleşmesi en başta gençlik hareketinin soruna yaklaşımıyla, kendi özgücü üzerinden bir direnç örgütlemesiyle ve sorunu diğer kesimlerin gündemine taşıma başarısı göstermesiyle mümkündür. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısı lise ve üniversitelerde polis ve ÖGB terörünün olağan bir

17


uygulama olarak sürmesiyle, okul yönetimlerinin kışlacı dayatmalarıyla, yargı ve medya başta olmak üzere diğer düzen aygıtlarının bu konudaki aktif katkılarıyla paralel yürütülmektedir. Okullarında yaşamları ve gelecekleri üzerine söz söyleyen öğrenciler, polisin ve ÖGB’nin şiddetiyle, yönetimlerin soruşturma saldırılarıyla, düzen medyasının karalama kampanyalarıyla ve burjuva mahkemelerin terörüyle karşı karşıya kalıyorlar. Sırf pankart-afiş asmak, gösteri yapmak vb.'nden yola çıkılarak öğrencilere "terör örgütü üyesi" muamelesi yapılıyor. Duyarlı politik kesimler soruşturmaya uğramakla kalmıyor, mahkemelere gönderiliyor, okuldan uzaklaştırılıyor. Yer yer tutuklamalar ve okuldan atılmalar yaşanıyor.

atmosferin fazlasıyla etkilediği gençliğe yansıması ise yazık ki daha da ağır oluyor.

Düzenin gençliği zapturapt altında tutma çabası bunlarla da sınırlı değil. Geçmişten bugüne kullanılagelen sivil görünümlü faşist saldırılar, yeni dönemde de gerektiği ölçüde gündemde olacaktır. Fakat bundan daha etkili olanı, dinsel gericiliğin etki alanının giderek yayılması ve yarattığı basınçtır. AKP’nin son seçim başarısı, değişik kılıklardaki dinci faşist yapılanmaların etkinliğine büyük bir yoğunluk kazandırmış bulunuyor. Açıktır ki gençlik bu gerici yapılanma ve faaliyetlerin başlıca hedeflerinden biridir. Hatta dinci akımın bugünkü başarısının gerisinde, bir dizi etkenin yanısıra, geçmişten bugüne özellikle eğitim alanındaki gençliğe yönelik çok yönlü kuşatması yatmaktadır. Okulların açılış evresi bunun yoğunlaşarak süreceğini göstermekle kalmıyor, “imamın gençliği”nin milliyetçi-ırkçı faşistleri aratmayacak bir pervasızlıkla hareket edeceğinin işaretlerini de veriyor.

Burada ileri kitlenin özellikle Kürt sorunundaki gelişmelere, örneğin anadilde eğitim, Kürt hareketine yönelik artan saldırı ve şoven kudurganlık vb. gibi yakıcı sorunlara dair tutumu başka açıdan da önemlidir. Bilindiği gibi, gençlik hareketinin çıkışı açısından önemli bir olanak olan politize Kürt gençliği, geçmişten bugüne ulusal sorun eksenli gelişmeler dışında genelde edilgen bir tavır içindedir. Ancak, bir yanıyla Kürt hareketindeki gidişata bağlı olsa da, Kürt gençliğinin dünyadaki ve ülkedeki siyasal süreçlerden etkilenmeyeceğini düşünmek için bir neden yoktur. Gençlik hareketimizdeki devrimci bir canlanmanın Kürt gençliğinin ufkunu genişleterek militan sıçramaların dinamiğini büyütmesi, en azından potansiyel olarak ortada durmaktadır.

Bu saldırıların son halkalarından biri, reformistlerin denetiminde bürokratik bir örgütlenme olmanın ötesine pek geçemeyen GençSen’in dahi kapatılması olmuştur. Amaç üniversitelerin en ufak bir muhalefetin dahi olmadığı kışlalara dönüştürülmesidir. Zira eğitim alanına yönelik iktisadi-sosyal saldırıların kapsamı bunu gerektirmektedir.

Gençlik hareketinin genel durumu

Gençliğin karşı karşıya bulunduğu sayısız soruna rağmen gençlik hareketindeki parçalı ve dağınık tablo sürüyor. Yazık ki girişte örneklediğimiz ülkelerdeki türden bir kitlesel hareketlenmenin belirtileri henüz ortaya çıkmış değil. Dolayısıyla gençlik hareketinin genel durumundan söz ederken dar bir politik kesimi temel almış oluyoruz.

Hareketin taşıyıcısı olan bu kesimin son iki-üç yıldaki nispi hareketliliği/dönemsel eylemli çıkışları bu tabloyu değiştirmekten uzak kaldı. Dolayısıyla partimizin gençlik hareketinin durumuyla ilgili temel değerlendirmeleri güncelliğini korumaktadır. Örneğin hareketin temel dinamiği olan politik kesimler ile geniş gençlik yığınları arasındaki kopukluğun bir parça giderilebildiğini gösteren hiçbir veri yoktur. Geçtiğimiz eğitim yılının başlıca eylem gündemleri (6 Kasım, 4 Aralık Dolmabahçe, 5 Ocak ODTÜ, Mart gündemleri vb.) politik öznelerin gençlik yığınlarından kopukluğunu ve yaşadığı dağınıklığı yeniden teyit etmiştir. Geçtiğimiz dönem aynı zamanda gençlik hareketinin ileri kitlesi içinde tasfiyeci reformizmin yozlaştırıcı etkinliğinin iyiden iyiye belirginleştiğine de tanıklık etmiştir. İleri kesimler içinde tuttukları yer bakımından öne çıkan ve blok halinde davranan Öğrenci Kolektifleri, TKP'li Öğrenciler, Gençlik Muhalefeti, Emek Gençliği gibi reformist sol çevreler gelinen yerde birleşik-devrimci bir gençlik hareketinin gelişmesinin karşısına birleşik reformist bir odak olarak dikilmiş bulunuyorlar. Böylece gençlik içinde devrimci özlem ve duyarlılığın istismarı üzerinden militan devrimci mücadelenin, devrimci kimliğin, devrimci ilke ve değerlerin erozyonu ivme kazanmış durumda. Buna set çekebilecek bir devrimci odaklaşmanın güç ve olanakları ise giderek eriyor. Elbette bu yalnızca gençlik içinde devrimci faaliyet alanının daralmasından kaynaklanmıyor. Geleneksel devrimcidemokrat harekette 2000’lerin başından bu yana yaşanan tasfiyeci sürüklenme ve dağılma, özellikle son yıllardaki belli siyasal gelişmeler üzerinden kuyrukçuluğu, iddiasızlığı, devrimci araç, yol ve yöntemleri bir yana itmeyi giderek netleşen bir kimlik haline getirdi. Bütün bunların tasfiyeci reformist

18

Gençlik alanında potansiyeller, birikimler...

Tüm sorunlarına rağmen burada tartışma konusu olan, canlı, değişken, sürekli sirkülasyon yaşayan, bünyesinde harekete geçme dinamizmini barındıran bir toplumsal kesimdir. Kendine özgü bir alan olmakla birlikte liseli gençlikte süregiden canlanma ayrıca yeni birikimler üretmektedir. Liseli gençlik çalışmasına yüklenmeyi her geçen yıl daha da önemli hale getiren bu olgu, genelde gençlik hareketinin gidişatını da değiştirebilecek önemli bir olanaktır. Türkiye’nin genel hatlarıyla değindiğimiz çözümsüz sorunlar yumağı ileri kitlesi üzerinden gençliği dönemsel de olsa eyleme itmektedir. Yanısıra ileri gençlik kitlesinin politik sorunlara ilgisi de gözönünde bulundurulmalıdır. AKP iktidarının bölgede saldırgan bir uşaklık misyonunu yüklendiği, Kürt halkına karşı topyekun bir saldırı yürüttüğü koşullarda bu ilginin ister istemez pratik yansımaları olacaktır.

Öte yandan dünyada ve yerel ölçekte yaşanan/yaşanacak gelişmelerden bağımsız düşünülmemesi kaydıyla, onyılların saldırı birikimlerinin kitlesel bir gençlik hareketini mayaladığından kuşku duymuyoruz. Zira artık dünya burjuvazisi dahi denizin bittiğini itiraf etmektedir. Egemenlerin ellerinde gençliği dizginleyebilecek hiçbir olanak kalmamıştır. Bu da gençlik hareketinin gelişmesinin nesnel koşullarını olgunlaştırmaktadır.

Komünist gençliğin misyonu

Bu koşullarda gençlik hareketi tablosundaki devrimci önderlik boşluğu hayati bir soruna dönüşüyor. Zira, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, gençlik içindeki güç ve imkanları devrimci militan bir çıkışa kanalize edebilecek politik öznelerden söz edebilecek durumda değiliz. Reformist blok olarak hareket edenlerin oynadığı rol yeterince açık. Karşılarında devrimci bir odak olmadığı ve kendilerini güç olarak gördükleri yerlerde ayrışmayı, dolayısıyla birleşik eylem olanağını sekteye uğratmayı çizgi haline getirmiş olan bu çevreler, gençliği medya oyuncağına çevirmeyi marifet sayıyorlar. Etkileri altına alabildikleri ileri gençlik kitlesindeki devrimci duyarlılığın militan bir devrim iradesine dönüşmesi daha baştan tahrip ediliyor. Son bir yılda solun bir kesimi daha bu odağın kuyruğuna takılmış bulunuyor. Bu sonuncular içinde “Bağımsız siyasal varoluşlarını bir kitle örgütü olma iddiasıyla ortaya çıkmış Genç-Sen’de varolmaya tahvil eden grup ve çevreler ise, gençlik hareketi açısından belirleyici üniversiteler de dahil çoğu alanda zaten ciddiye alınabilir olmaktan çıkmış durumdadır.”(Ekim, sayı: 268, Ekim 2010)

Gençlik içinde devrimci muhatap kabul edebileceğimiz çevrelerin durumunda da esasa ilişkin bir değişim yoktur. Geçmiş değerlendirmelerimizde de vurgulandığı gibi; “gençlik hareketinin devrimci politik güçleri alana özgün müdahale planında her geçen yıl daha derin bir iddiasızlığa sürükleniyorlar. Kendi tarzlarında bir militan çalışmayı örgütsel bir liberalizmle bütünleyen bir-iki reformist çevrenin faaliyetleri dışında, sistemli ve sürekli faaliyet ancak genç komünistlerin bulundukları alanlarda onlar tarafından yürütülüyor.” (Ekim, sayı: 259, Ekim 2009). Söz konusu gruplar gençlik çalışmasını artık kampüs ve okullardan çok etkin olabildikleri semtlerde sürdürebiliyorlar. Üniversitelerde ise saflarındaki güçleri gençliğin somut gündemlerinden uzak tutan, sistemli ve sürekli bir faaliyetten


alıkoyan bir iradeci apolitizmin temsilciliğini yapıyorlar.

Dolayısıyla, halihazırda reformist odaklaşmanın karşısına dikilebilecek, devrimci odak boşluğunu doldurabilecek koşullar yazık ki yoktur. Bir kez daha vurgulamak istiyoruz ki; “Bu tablo içinde partimizin gençlik çalışması özel bir önem kazanıyor. Çünkü tasfiyeci reformizm karşısında devrimci örgüt iddia ve iradesini komünist gençlik temsil ediyor. Gençliğin devrimci enerjisinin işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketiyle devrimci temellerde birleşmesini de yalnızca komünistlerin gençlik çalışması sağlayabilir. Ne kadar kitlesel görünürse görünsünler, devrimci iktidar perspektifleri, bunu yaşama geçirecek devrimci bir örgütsel varlıkları olmayanların, gençliğin dinamizmini devrim mecrasına akıtmak gibi bir niyetleri ve sorunları yoktur. Tüm tarihsel deneyime ve günümüz dünyasının açık gerçeklerine rağmen devrimci örgüt/parti fikrine dudak bükerek, geçici olmaya mahkum eylemsellik üzerinden ‘pekala partisiz de olabiliyor’ diyenlerin, devrimle tek alakaları düzen bataklığında oyalanarak devrimi istismar etmek olabilir. Gençliğin devrimci dinamizmi ise devrimci mücadele için paha biçilmezdir. Bu enerjinin kabul edilemez bir ikiyüzlülükle düzeniçi saflarda heba olup gitmesini önleyecek yegane güç, gençlik alanında işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini temsil edenlerin yürütecekleri siyasal faaliyet ve devrimci örgütlenmedir.” (Ekim, sayı: 268, Ekim 2010) Elbette bu, yine aynı değerlendirmede işaret edildiği gibi, hiçbir şekilde “ilkesel yaklaşımlar ve mücadele birliği temelinde en geniş eylem birliklerini oluşturmak çabasını” sürdürmeyi dışlamıyor. Tersine, ortaya koyduğumuz iddia, bu alandaki sorumluluğumuzu arttırıyor. Zira, hem gençlik hareketindeki parçalı yapı “sola eğilimli kitlede sürekli bir kırılma, umutsuzluk ve inançsızlık kaynağı” olmayı sürdürüyor, hem de “birleşik-kitlesel-devrimci bir gençlik hareketinin geliştirilebilmesi, büyük ölçüde alandaki ileri kitleninin eylem birliğini gerektiriyor.”

Yeni dönemde gençlik çalışmamızın yüklenme alanları

Gerek dünyada yaşanan süreçler, gerek gençliğin karşı karşıya bulunduğu sorun ve gündemler, gerekse gençlik hareketi ile özelde gençlik içinde solun durumu, komünist gençliğin sorumluluklarının çerçevesini yeterli açıklıkta çiziyor. Omuzlarına yüklenen sorumluluklar gençlik çalışmasına her zamankinden daha güçlü bir devrimci irade ve ısrarla yüklenmemizi zorunlu kılıyor. Bu yüklenmenin güncel plandaki esasları Ekim’in aktarmalar yaptığımız yakın dönem değerlendirmelerinde mevcuttur. Zira çalışmamızın sorunları sözkonusu olduğunda temelli bir ilerleme kaydedilebilmiş değildir. Bu sorunların ve dolayısıyla sorumlulukların güncel olarak öne çıkanlarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Kadro niteliği ve niceliği planında yaşanan zayıflık nedeniyle örgütsel yapımız hala ciddi bir darlık içindedir. Partimizin genel planda da karşı karşıya bulunduğu bu sorun, parti kongrelerinde ve temel örgütsel değerlendirmelerde ifade edildiği üzere kadrolaşmayı, saflarımızdaki insanlarla çok yönlü olarak ilgilenmeyi, ideolojikpolitik donanım başta olmak üzere onları her yönüyle eğitmeyi özel bir uğraş haline getirmeyi gerektirmektedir. Partimiz bu alanda esaslı bir yüklenme içindedir. Genç komünistlerin izleyeceği yol, bunu gençlik çalışmasına taşımak olmalıdır. 2) Mevcut koşullarda özellikle liseli gençlik çalışmamız büyük bir önem taşımaktadır. Liseli gençlik çalışması bir dönemdir doğrudan parti yerel örgütleri üzerinden yürütülmektedir. Fakat partinin bu alana yönelik çubuk bükmelerine (bkz. III. Kongre tutanakları, Ekim’in 264 ve 269. sayılarındaki değerlendirmeler, parti organlarında yürütülen tartışmalar) rağmen çalışmamız hala istenen düzeyin oldukça gerisindedir. Oysa, gerek siyasal sınıf çalışmamız gerekse gençlik hareketi ve örgütlenmesi açısından liseli gençlik alanı muazzam potansiyeller taşıyor. Son bir yılın verileri, özellikle 1 Mayıs gibi eylemler, liseli gençliğin devrimci duyarlılığının reformist odaklar ve şekilsiz çevrelerce ikiyüzlü bir devrimci söylemle istismar edildiğini ve bunun sonuç verdiğini gösteriyor. Bunun gerisinde liseli gençliğin devrimci ajitasyon ve propagandaya açıklığı var. Sorun, sayısız kez yinelendiği

üzere, yerel örgütlerimizin partinin perspektiflerine uygun bir pratik yoğunlaşma sergileyememesinde düğümleniyor. Yeni dönemde bunu geride bırakmak, gençlik alanında örgüt ve kadro yapımızı daha ileri düzeyde tartışabilmemizi sağlayacaktır.

3) Örgüt ve kadro yapımızdaki darlıkla da bağlantılı olarak kitle ilişki ağımız mevcut sınırlarını aşabilmiş değil. Bunun kitle çalışması pratiğinden ayrı tartışılamayacağı açık. Özelde gençlik açısından vurgulanabilecek zayıflıklardan biri, güçlerimizin yer yer siyasal çalışmayı ajitasyon-propaganda materyallerinin kullanımına indirgemesidir. Bir diğeri ise politik faaliyet hattı çerçevesinde gündeme getirilen eylem, etkinlik vb.'ni örgütlerken, mevcut ilişki ağının ötesine sıçratma bakışıyla hareket edilmemesidir. Oysa siyasal faaliyet hattı kitlelerle gündelik olarak somut bağlar kurmayı, ilişkileri geliştirmeyi sağlayan araç, yol ve yöntemleri içermiyorsa daha baştan temelli bir zaaf taşıyor demektir. Özünde kitle çalışması, dolayısıyla kitle ilişkileri alanını geliştirmek, insanlarla her türlü sorun ve gelişme üzerinden birebir bağ kurabilmek sorunudur. Bu ise alışkanlıklıklarımızı kırmayı, gençliğin nefes aldığı her alana, yaşadıkları yerlere, sosyal çevrelerine vb.’ne uzanmayı gerektirir.

4) Bütün bunları dolaysız bir şekilde kesen bir sorumuz da gençlik yığınlarının örgütlenmesinde temel bir yer tutan esnek araç ve biçimlere yaklaşımdır. Bu konuda kalıplara takılmak için hiçbir sebep bulunmuyor. Eğer kitle örgütleri parti ile kitleler arasındaki volan kayışları ise, kitleleri devrime kanalize etmeyi ivmelendirecek şekilde ele almak kaydıyla, her tür esnek araç ve örgütlenme (örneğin eğitim grupları, ilgi alanlarına göre tanımlanabilecek tartışma çevreleri, platformlar, kulüpler, kollar, inisiyatifler, kültür-sanat kurumları, öğrenci gençlik sendikası vb.) kitle çalışmasının temel alanlarıdır. Hep belirtildiği üzere bu tür araçlar, genel olarak etkin bir siyasal çalışma için olduğu kadar, çevre-çeper güçlerimizi aktifleştirip kazanmak için de benzersiz önemdedir. Yeri gelmişken, Genç-Sen konusunda yeni bir değerlendirmeye ihtiyaç duymadığımızı, konunun gençlik değerlendirmelerinde fazlasıyla irdelendiğini ve güncelliğini koruduğunu belirtelim. GençSen’den öteye bu tür araçları devrimin ihtiyaçları temelinde değerlendirebilmek tümüyle bir bakış ve somut deneyim sorunudur. Gerek devrimci mücadelenin evrensel deneyimi, gerek partimizin 23 yılı aşan pratiği yeterli birikimi sunmaktadır. Devrimci bakışın kazanılması ve gerekli pratiğin örgütlenmesi bu birikimin döne döne incelenmesini, zenginleştirilmesini, kolektife maledilmesini gerektirmektedir.

5) Son olarak gençliğin yayınlar alanındaki sorumluluklarına değinmek istiyoruz. Merkezi gençlik yayınlarımız kendi alanlarında düzenli çıkarılabilen belli başlı örnekler durumundadır. Tümüyle gençlik güçlerimize yaslanmaları, her şeye karşın gençlik çalışmamızın iddia ve düzeyine önemli bir göstergedir. Elbette yerel katkıların çoğaltılması, niteliğinin güçlendirilmesi ve yaygın kullanımı açısından yaşanabilen yetersizliklerin giderilmesi gerekiyor. Yeni dönemde özellikle liseli gençlik yayının yerellerden beslenebilmesi ve etkin kullanımı çalışmamızın alacağı mesafeyi doğrudan belirleyecektir. Yanısıra hayli işlevsel oldukları sayısız deneyimle sabit olan yerel yayınlar/bültenler konusundaki zayıflamanın aşılması gerekmektedir. Öte yandan uzun bir süredir gündemde olduğu halde hayata geçirilemeyen site adımı da artık bir çözüme kavuşturulabilmelidir. Bu vesileyle bir kez daha MYO’ya kendi alanları ve sorunları üzerinden düzenli katkının bir diğer sorumluluk olarak gençlik güçlerimizin karşısında durmaya devam ettiğini de vurgulamak istiyoruz. Gerek içinden geçmekte olduğumuz dönem, gerek gençlik alanındaki sorun ve sorumluluklar genç komünistleri çok daha güçlü bir devrimci irade, ısrar, moral ve özgüveni kuşanmaya çağırıyor. Genç komünistler mevcut sınırlara takılmaksızın partinin dönem kavrayışıyla donandıklarında, güne yüklenerek geleceğin devrimci patlamalarına gereğince hazırlanmalarının önünde bir engel kalmayacaktır.

(Ekim, Sayı: 276, Kasım 2011,

www.tkip.org sitesinden alınmıştır)

19


Ümit Altıntaş yoldaş, gençlik içerisinden çıkan ve ihtilalci bir partinin önderliğine Genç komünistler kadar uzanan bir partili kimliğin en anlamlı örneğidir. Partinin özü ve özeti olan bu “düşünen ve savaşan militan”ın adını ve anısını her alana taşıyabilmek genç komünistler için özel bir sorumluluktur aynı III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı başarıyla gerçekleştirildi. Kampımız zamanda. Kampımız, genç çeşitli yerellerden gelen genç komünistlerin katılımı ile toplandı. Kamp süreci önden belirlenen çalışma programına uygun olarak tamamlandı. komünistlerin, partili Katılan tüm yoldaşlar, sunumların ve tartışmaların getirdiği politik açıklıkla, devrimci iç yaşamın kuşandırdığı bilinçle ve büyük bir moral güç ve çalışma kimlikle bütünleşmek, azmiyle kamptan ayrıldılar. Kampımız tümüyle kolektif emeğin ürünü oldu. Ön eğitim çalışmalarının gençliğe komünist birikimiyle gelinmesi açısından hazırlık sürecinin zayıf kaldığını belirtmek gerekiyor. Ama ihtiyacı karşılayacak bir kolektif tarzla sunumlar ve tartışmalar dünya görüşünü gerçekleştirildi. Sunumlar hemen tüm yoldaşlarımızın katıldığı verimli tartışmalara konu edildi. Bu sayede tartışma gündemleri anlatılıp geçilen aktarımlar olmaktan taşımak için çıktı, gelecek dönem için aydınlatıcı sonuçlar doğuran canlı tartışmalar biçimini aldı. Gündelik işler de dahil olmak üzere yapılması gereken her türlü işin ve yüklenilmesi eksikliklerini ve gereken tüm sorumlulukların altından gönüllülüğe dayanan işbölümü sayesinde kalkıldı. zaaflarını aşma Kampımız, hazırlık sürecinden sonlandırılıncaya kadar kurallara dayalı devrimci çabasına yaşamın somut bir örneği oldu. Ön sürecinden alanlara dönüşe kadar geçen zaman boyunca güvenlik ve iç illegalite kuralları konusunda büyük bir titizlik gösterildi. Bu yoğunlaştığı bir açıdan ortaya çıkan kimi küçük sorunlar kolektif müdahalelerle çözüldü. Öte yandan kamp yaşamı, devrimci değerlere ve bunun gerektirdiği devrimci disipline uygun olarak şekillendi. İhtiyaçlar doğrultusunda ortak bir planlama ile yürütüldü. etkinlik oldu.

gençl

Parti şehitleri yol gösteriyor, kavgamızda yaşıyor!

I. ve II. Ümit Altıntaş Gençlik Kampları o döneminin ihtiyaçları üzerinden örgütlenmiş ve isimlendirilmişti. Bu sene gerçekleştirilen kampımız da gençlik çalışması içerisinden kazanılan Ümit yoldaşa adanarak “III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı” olarak belirlendi.

Ümit Altıntaş yoldaş, gençlik içerisinden çıkan ve ihtilalci bir partinin önderliğine kadar uzanan bir partili kimliğin en anlamlı örneğidir. Partinin özü ve özeti olan bu “düşünen ve savaşan militan”ın adını ve anısını her alana taşıyabilmek genç komünistler için özel bir sorumluluktur aynı zamanda. Kampımız, genç komünistlerin, partili kimlikle bütünleşmek, gençliğe komünist dünya görüşünü taşımak için eksikliklerini ve zaaflarını aşma çabasına yoğunlaştığı bir etkinlik oldu.

Çok yönlü eğitim ile yeni döneme güçlü bir hazırlık!

III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı esas olarak iki yönlü bir eğitim sürecini ifade etmekteydi. Bu çerçevede gençlik hareketinin durumu, sorunları, ihtiyaçları, harekete müdahale yöntemleri ile birlikte çalışmamızın güncel durumu, yaşadığı sorunlar ve bu sorunları aşmanın yol ve yöntemleri üzerine tartışıldı.

Kampımız gençlik hareketinde çok yönlü sorunların biriktiği, aynı zamanda çıkış olanaklarının da belirdiği bir dönemde gerçekleştirildi. Böyle bir dönemde devrimci bir gençlik hareketi geliştirebilmek için, mevcut durumu çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutmak, sorunları aşarak gençliği devrime kazanabilecek araç, yol ve yöntemleri geliştirebilmek yakıcı bir ihtiyaçtır. Bu nedenle, geçmiş yıllardan farklı olarak, bu yıl gerçekleştirilen kampta tartışmaların ana eksenini bu oluşturdu.

Daha önceki kamplarda, marksist-leninist teori, dünya devrim tarihi, Türkiye’de sınıf hareketi tarihi ve Türkiye devriminin karakteri gibi daha kapsamlı başlıklar ele alınıyordu. Geçmiş kamplar bu açıdan oldukça anlamlı, öğretici ve geliştiriciydi. Fakat bu yıl kamp çalışmasının kapsamı belirlenirken, gençlik hareketinin değerlendirilmesi ve gençlik çalışmamızın sorunlarının tartışılması yakıcı ihtiyacı gözönüne alındı.

20

Kamp çalışmamız, gençlik hareketinin yakın döneminin değerlendirilmesi, yeni dönemin mücadele başlıklarının tartışılması, gençliğin tarihsel kitle örgütlenmelerinin ve bugünkü örgütlülüklerin irdelenmesi, yanı sıra çalışmamızın ileriye taşınabilmesi için kitle çalışması alanında yaşadığımız sorunların ve çözüm yollarının tanımlanması, siyasal gençlik örgütü ve gençlik yayınının


er III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda buluştu...

Örgütü güçlendirmek, liği devrime kazanmak için ileri! tartışılması üzerinden şekillendi.

Eğitimin diğer bir yönü ise gençliği devrime kazanabilmenin, devrimci bir gençlik hareketi geliştirebilmenin de yegane garantisi olan komünist gençliğin örgütsel ve kadrosal düzeyine müdahaleydi. “Devrimci örgüt yaşamsaldır!” şiarının zorunluluğunu kavrayabilmek, bu şiara uygun bir yaşamı yerleştirebilmek ve partili kimliği bu eksende geliştirebilmek açısından kampımız önemli bir olanak oldu. Kampımızın örgütleniş biçimi devrimci yaşam, güvenlik, iç illegalite konularında da bir eğitimdi. Gençlik hareketinin devrimci önderlik ihtiyacına yanıt vermek iddiası ile yol yürümeye çalışan komünist gençlik açısından iddiasına uygun deneyim ve birikime sahip olmasının, parti ile arasındaki açı farkını kapatmasının gerekliliğini bilince çıkartmasının kaldıracı oldu. Kampın yarattığı siyasal ve örgütsel açıklıklar ile kolektif devrimci ruh ve moral değerleri kuşanarak önümüzdeki dönemi kazanma, partinin, devrimin ve gençlik hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadrolara dönüşebilme genç komünistlerin omuzlarındaki sorumluluklardır.

Kampın ışığında iddiayı büyütmeye, iradeyi güçlendirmeye!

III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda yapılan kapsamlı tartışmaların ortaya çıkardığı bazı sonuçları en genel noktalarıyla şöyle özetleyebiliriz: - Gençlik hareketinin yakın dönemini değerlendiren kampımız, dönem içerisinde yapılan değerlendirmelerimizin geçerliliğini bir kez daha teyit etmiştir. 2000’li yılların başında bir çıkış yaşayan gençlik hareketi, 2000’li yılların

ortalarında durağanlığa mahkum olmuştur. 2009'da har(a)çlara uygulanmaya çalışılan zam, 27 Kasım ve 4 Aralık tarihlerindeki başbakan-rektörler toplantılarının ardından gelişen eylemsel süreç, 2729 Mayıs’ta gerçekleşen UYK protestoları tepkisel çıkışları ortaya koymuştur. Bugün sermaye cephesinden yoğunlaşan saldırılar, artan baskı ve yasaklar üniversitelerde mücadele potansiyellerinin biriktiğini göstermektedir.

Tüm bu olanaklara rağmen gençlik hareketi dağınık ve parçalı tablosunu aşabilmiş değildir. Gençlik hareketinin en önemli sorunu devrimci önderlik boşluğudur. Bu boşluğun doldurulamaması nedeniyle ortaya çıkan imkanlar değerlendirilememekte, reformizmin hareketi güdükleştiren ve imkanları kendi kanalına taşıyarak kötürümleştiren pratiği etkili olabilmektedir. Bugünün öncelikli görevi devrimci temellere dayalı bir gençlik hareketi gelişiminin önünü açmak ve devrimci önderlik boşluğunu doldurabilecek bir kapasite ortaya koyabilmektir.

- Kitle çalışması alanında yaşadığımız tıkanıklığı aşabilmek, gençlik çalışmamızın sorunlarının çözülebilmesi açısından en can alıcı halkadır. Bu nedenle, kampımız kitle çalışmamızın sorunlarını çeşitli başlıklar altında ele almış, bunlar üzerinden kapsamlı tartışmalar yürütmüştür. Ajitasyon-propaganda, taktik eylem ve örgütlenme alanında bütünlüklü bir çalışma tarzının oturtulması üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda daha özelde topluluklarda, kulüplerde, derneklerde çalışma yürütmek, yerel yayınlar çıkartmak, öğrenci yurtlarında yaşamak, taşra üniversitelerine ve MYO’lara faaliyet taşımak gibi birçok başlık ele alınmıştır. Kitle çalışmasında yaşanan sorunlar, gençlik

Kampın yarattığı siyasal ve örgütsel açıklıklar ile kolektif devrimci ruh ve moral değerleri kuşanarak önümüzdeki dönemi kazanma, partinin, devrimin ve gençlik hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadrolara dönüşebilme genç komünistlerin omuzlarındaki sorumluluklardır.

21


örgütümüzün ve yoldaşlarımızın deneyim ve birikim eksikliği ve bulunduğu yereli tanıma noktasında yaşadığı zayıflıklarla birlikte ele alınmıştır. Çalışma tarzındaki alışkanlıkların kırılarak, alanın ihtiyacına yanıtlar üretilerek çözüme ulaşılabilineceğinin altı çizilmiştir. Tüm bu tartışmaların ana vurgusu olarak devrimci örgüte işaret edilmiş, fakat devrimci örgütün de ancak başarılı bir kitle çalışması içerisinde oturtulabileceği belirtilmiştir. - Türkiye gençlik hareketi tarihi, hareketlilik içerisinde kurulan kitle örgütleri açısından önemli bir birikime sahiptir. Bugünün gençlik hareketinin devrimci ve birleşik bir karakter kazabilmesinin yolları tartışılırken bu deneyimlerden tekrar tekrar öğrenebilmek önemli bir yerde durmaktadır. Kampımız bu bilinçle, gençliğin tarihsel kitle örgütlenmelerine özel bir başlık ayırmıştır. FKF, Dev-Genç, ODTÜ ÖTK gibi örnekler irdelenmiştir.

Gençlik çalışmamızdaki her bir yoldaş partinin kadro ihtiyacını karşılama sorumluluğu ile eksiklerinin üzerine gitmelidir. Her bir yoldaşın alacağı mesafe gençlik hareketine müdahalede ve örgütün güçlenmesinde de mesafe alınmasını sağlayacaktır. Bu tartışmalar ışığında değerlendirmeler yapan kampımız, genç komünistlerin bugünkü öncelikli görevini politikörgütsel düzeyin yükseltilmesine bağlamıştır.

22

- Kampımızın bir başka başlığı Genç-Sen olmuş, Genç-Sen’in güncel durumu ve genç komünistlerin tutumu tartışılmıştır. Yapılan tartışmalar sonucunda Genç-Sen’e dair önceki değerlendirmelerde ortaya konulanlar onaylamıştır. Buna göre, halihazırda büyük bir darlık yaşansa da, Genç-Sen kitle çalışması yürütmek açısından esnek bir araç olma imkanlarını korumaktadır. Devrimci bir inisiyatif ve kitle çalışması pratiği ile Genç-Sen içindeki reformist etkinin kırılması ve GençSen’de taban iradesinin hakim kılınması hedeflenmelidir. Bugüne kadar yapılmaya çalışılan müdahalenin istenilen sonuçları yaratamaması, genç komünistlerin dönem dönem ısrarlı bir yönelim sergileyememeleri ile ilgilidir. Kampımız bu sorunu yeniden tartışmış ve önümüzdeki dönemde izlenebilecek hat konusunda açıklığa kavuşmuştur. - Gençliğe yönelik kapsamlı saldırılar tartışılmış, bu tartışmalar üzerinden yeni dönemin mücadele başlıkları belirlemiştir. Bunlardan ilki “Bologna Süreci” adı altında hayata geçirilen saldırılar ve buna karşı örgütlenmesi gereken eylemli tepkidir. Çünkü bu süreç üniversitelerdeki sermaye egemenliğinin perçinlenmesi anlamına gelmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu, eğitimin tümüyle ticarileşmesi ve gençliğin geleceksizleştirilmesidir.

Yeni dönemde emperyalistlerle derinleştirilen kölelik ilişkileri ve Kürt halkına yönelik yoğunlaşan saldırılar da gençliğin temel mücadele gündemleri olmak durumundadır. Öte yandan, kriz içerisinde debelenen emperyalist-kapitalist sistem yeni bir dönüşüm süreci yaşamakta, bu süreç kendisini emperyalist savaşlar, Ortadoğu halklarına dönük saldırganlık olarak ortaya koymaktadır. Üniversitelere yönelik saldırıların da bu genel saldırılardan ayrı ele alınamayacağı ortadadır. Bu nedenlerle gençlik bir bütün olarak emperyalist kapitalist sistemin karşısına dikilebilmeli, içeride Kürt halkına, dışarıda bölge halklarına yönelen savaş ve saldırganlığa karşı sesini yükseltebilmelidir. Bu, gençlik hareketinin devrimcileşebilmesi için de bir zorunluluktur. - Yeni döneme hazırlık açısından tartışılan bir başka başlık da gençlik yayınımız olmuştur. Kampımız gençlik yayınımızın misyonu, içeriği ve biçimi ile ilgili anlamlı sonuçlar ortaya koymuştur.

Yayın tartışması ekseninde yapılan diğer bir vurgu da, kolektif emek ve disiplinin yayın için taşıdığı hayati önem olmuştur. Yayının hazırlanmasından dağıtılmasına kadar geçen sürede sergilenecek kolektif emeğin yayının gerçek amacına ulaşmasını sağlayacağı belirtilmiştir. Tüm yoldaşlarımızın ve yerellerimizin yayını beslemesi gerektiği konusunda açıklık yaratılmıştır. - Kampımız komünist gençliğin gençlik hareketi içerisindeki misyonu, gençlik çalışmamızın durumu üzerine anlamlı bir tartışma yürütmüştür. Gençlik örgütünün merkezi ve yerel düzlemde güçlendirilmesi gerekliliği vurgulanmıştır.

Gençlik çalışmamızdaki her bir yoldaş partinin kadro ihtiyacını karşılama sorumluluğu ile eksiklerinin üzerine gitmelidir. Her bir yoldaşın alacağı mesafe gençlik hareketine müdahalede ve örgütün güçlenmesinde de mesafe alınmasını sağlayacaktır. Bu tartışmalar ışığında değerlendirmeler yapan kampımız, genç komünistlerin bugünkü öncelikli görevini politikörgütsel düzeyin yükseltilmesine bağlamıştır. Bu başlık kapsamında komünist gençlik örgütünün anlamı ve misyonu üzerine tartışmalar yürütülmüştür.

- Kampımız partimizin tarihine özel bir başlık ayırmıştır. Devrimci hareketin gelişim süreci içerisinde hareketimizin çıkışı ve bu çıkışın anlamı ifade edilmiş, parti öncesi ve sonraki süreç temel yönleriyle ele alınmıştır. Partimizin kuruluşunun Türkiye devrim tarihinde bir kilometre taşı olduğunu hatırlatan kampımız, partinin çizgisine uyum sağlamak, çağrısına yanıt vermek için genç komünistlerin görevlerine çubuk bükmüştür.

- Kampımız son bir başlık olarak dünyada yaşanan gelişmeleri ele almıştır. Kapitalizmin metropollerinde yaşanan öfke patlamalarının yanı sıra özellikle Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarını tartışmıştır. Mısır ve Tunus’ta diktatörlerin devrilmesine varan süreçten çıkan dersler üzerine konuşulmuştur.

Tüm dünyada yaşanan bu gelişmelerde gençliğin rolünü özel olarak ele alan kampımız, bu gelişmelerin Türkiye’deki devrimci sınıf mücadelesi için de anlamlı örnekler olduğunu ifade etmiştir. Bu tarihsel dönem içerisinde devrimci misyon bilincini yüklenmenin öneminin altı çizilmiştir. Tüm bu başlıkların tartışılması ile çalışmalarını başarıyla tamamlayan III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı, genç komünistler için gençliği devrime kazanmanın, parti ve devrim davasını yükseltmenin iddiası olmuştur. Kamptan alınan güçle gençlik örgütümüz merkezi ve yerel düzlemde alınan kararları hayata geçirerek yol yürüdüğünde, kamp gerçek anlamına kavuşacak, iddiamız somutlanacaktır. Örgütü güçlendirmek, gençliği devrime kazanmak için ileri! Gençlik partiye, devrime, sosyalizme! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!

Genç Komünistler, 5 Ekim 2011 (Ekim, Sayı: 276, Kasım 2011,

www.tkip.org sitesinden alınmıştır)


Yeni dönemde Genç-Sen ve müdahale tarzımız üzerine B. Bahar Genç-Sen'i başından itibaren birleşik bir gençlik hareketi oluşturmanın olanağı olarak değerlendirdik ve bu bakışla müdahale etmeye çalıştık. Halen tüm bürokratik yapısı ve sendikaya hakim olan liberal-reformist bloğa rağmen güncel gelişmeler nedeniyle belli imkanlara sahip olduğu Genç-Sen'e müdahale tarzımızı yeniden değerlendirmek faydalı olacaktır. Genç-Sen geldiği aşamada hedef kitlesini örgütleyebilmekten uzaktır. Bunun temel sebebi Genç-Sen'in atalet düzeyinde bir politikasızlıkla malül bırakılması ile birlikte temel varlık alanı olması gereken hemen hiçbir üniversitede çalışma yürütmemesidir. GençSen'in faaliyet yürütme kapasitesi 6 Kasım, 1 Mayıs gibi takvim gündemlerini ve Uluslararası Yükseköğretim Kongresi protestosu, harç zamları protestosu gibi sürekliliği olmayan merkezi süreçleri aşamamaktadır. Genç-Sen'in ufku “kamuoyunun gündeminde olan konu”ya müdahale etme bakış açısını aşamamakta, gençliğin gündemleri çerçevesinde kesintisiz ve sistematik bir mücadele yürütmek iddiası sözde kalmaktadır. Genç-Sen'in demokratik bir işleyişe sahip olması için temel zeminlerden biri olan şube meclisleri hiçbir üniversitede işletilmemektedir. 2009 harç zamları sürecinin ardından İstanbul gibi belli yerellerde bir sistematiğe oturtulan il meclisleri ise gelinen noktada büyük oranda işlerliğini kaybetmiştir. Ayrıca Genç-Sen demokratik bir işleyiş oturtmak için çaba göstermemekle birlikte son genel kurulda demokratik işleyişi iyice zedeleyecek kararlar almıştır. Son genel kurulda alınan nispi seçime geçiş ve genel kurulların bundan sonra delege usulü ile gerçekleştirilmesi kararları bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Sendikaya hakim liberal-reformist bloğun algısı ve dayatması ile birlikte MYK, temsilci gibi seçilmiş(!) kişiler üzerinden sendikayı işletme mantığının dayattığı kısırlık bugün gelinen noktada açık bir şekilde görülebilmektedir. 2009 yılında harç zamları sürecinde, yaz dönemine denk gelmesine rağmen gündeme belli bir etkinlikle müdahale edilip ve bundan sonraki süreçte il meclislerinin düzenli bir şekilde toplanması ve üniversitelerde sistematik faaliyet yürütülmesi noktasında belli bir disiplin sergilenirken, son dönemdeki harçlara yapılan gizli zam uygulaması İstanbul ve belli başlı birkaç ilde daha okullar açılmadan yapılan eylemlerle sınırlı kalmıştır. Okulların açılması ile bu eylemli sürecin yerellere taşınması gerekirken bu konuda adım atılamamış, yerellerde herhangi bir çalışma yürütülmemiştir. Bu sürecin üzerine gelen 29 Eylül tarihli kapatma saldırısı da henüz Genç-Sen adına kararlı bir duruşla karşılanamamıştır.

Söylemlerinde kapatma kararını sokakta püskürtme iddiasında olan Genç-Sen’in gerçekleştirdiği eylemlilikler ve süreci ele alış biçimi, sendikanın kendi dar sınırını aşamadığını göstermektedir. Yeni dönemde, çalışmaya konu edilecek tüm gündemlerin kapatma kararı ile birlikte işlenerek bu saldırının püskürtülmesi, Genç-Sen adına en temelli gündem olarak durmaktadır.

Genç-Sen'in güncel tablosu bize kuruluşundan bu yana en geri tablolarından birini göstermektedir. Mevcut duruma bakılırsa, kapatma kararı gibi önemli bir saldırıyla karşılaşmış olan Genç-Sen'in ne bu saldırıyı ne de gizli harç zammı uygulaması gibi öğrenci gençliğe yönelik saldırıları göğüsleyebilmesi mümkün gözükmemektedir. Genç-Sen'in hem bu saldırıları püskürtebilmesi hem de gerçek bir taban örgütlenmesi yaratabilmesi planındaki sorunlara bir yanıt oluşturması bakımından, Ekim Gençliği'nin 106. Sayısında, GençSen'in kuruluş aşamasında yapılan şu değerlendirme halen güncelliğini korumaktadır: “Hiç şüphe yok ki, hareketlilik-örgüt diyalektiği tanımlanırken, hareketin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek, deneyimler ışığında yönelinecek örgütsel müdahaleleri dıştalamak, sığ ve dar bir bakışın ifadesi olacaktır. Burada dikkat çekilmeye çalışılan sorun, sendika veya diğer örgütlenme modellerinin gençliğin örgütlenme sorununa, asli bir öz örgütlülük yaratma sorununa kendi başına bir çözüm olarak sunulmasıdır. Bugün için Genç-Sen, doğru bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, gençliğin mücadelesinin örgütlenmesinde belli bir rol oynayabilir, ifade edilen ihtiyaçlara yanıt verecek bir örgütlenme haline getirilebilir. Fakat bunun bir sendikanın kurulmasıyla gerçekleşmeyeceği açıktır. Ancak gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebildiği, bu temelde etkin bir kitle çalışmasına yönelebildiği, geniş gençlik kitleleri ile güçlü ilişkiler kurmayı başarabildiği, yoğun bir emek harcamayı gerektiren zorlu bir çalışmanın gereklerini yerine getirebildiği ölçüde ve böyle bir sürecin sonunda, bir gençlik örgütlenmesi olarak oynaması gereken rolü oynayabilecektir.” (Öğrenci Sendikası Deneyimlerine Genel Bir Bakış, Ekim Gençliği, Sayı:106 )

Genç komünistler açısından halen Genç-Sen'e müdahale olanaklarını zorlamak bir sorumluluk olarak durmaktadır. Bu müdahale yöntemini örneklemek adına, yeni dönemin açılışında Anadolu Üniversitesi'nde yaşanan olumlu pratik gösterilebilir. Anadolu Üniversitesi'nde yaşanan uzaklaştırma cezası karşısında başlatılan kapı önü direnişini Genç-Sen'in sahiplenmesi sağlanmış ve süreç soruşturma-ceza terörünün teşhiri ile birlikte Genç-Sen'in kapatma kararının ve harç zamlarının protestosu şeklinde bütünlüklü bir şekilde işletilmiştir. Anadolu Üniversitesi'nde yaşanan örneğe benzer örnekler yaratmak ve Genç-Sen'i sistematik bir mücadele pratiğinin içerisine çekmek tüm genç komünistlerin görevi olarak durmaktadır.

Kısacası Genç-Sen'in bürokratik yapısını iyice perçinlediği, sistematik ve tutarlı bir politik hatla gündemlere müdahale etmekten uzak olduğu açıktır. Ancak genç komünistlerin, özellikle de sendikanın kapatma kararı gibi bir saldırıyla karşı karşıya kaldığı bir süreçte, Genç-Sen'e dışarıdan gözlemci kalması sözkonusu değildir. Genç komünistler güçleri ve etkileri doğrultusunda Genç-Sen'e müdahale etmenin, ilkeli ve doğru bir hatta pratik sergilemesinin yollarını zorlamalıdırlar.

23


Genç-Sen mahkeme kararı ile kapatıldı...

Sokakta savunulacak!

İstanbul Valiliği'nin başvurusu üzerine Genç-Sen'e açılan ve üç yıldır devam eden kapatma davası 29 Eylül tarihinde sonuçlandı. İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nden Genç-Sen’in kapatılması kararı çıktı. Karara gerekçe olarak 2821 sayılı sendikalar yasası gösterilirken, öğrencilerin üretim süreci içerisinde yer almaması sebebiyle bu yasanın öğrencilerin sendika kurmasına izin vermediği iddia ediliyor. Ancak 1980 askeri darbesinin ürünü olan bu yasanın baraj, noter şartı gibi çeşitli kısıtlamalarla işçilerin, emekçilerin dahi sendika kurmasının önünde engel teşkil ettiği açıktır. Ayrıca anayasanın 90. maddesi kapsamında Türkiye'nin de imzacısı olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 24. Maddesi'nde ifade edilen “Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır” tanımlaması kabul edilmiştir. Kısacası verilen mahkeme kararının mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde dahi kabul edilecek bir tarafı yoktur.

Swissotel gibi lüks otellerde gerçekleştirilen Uluslararası Yükseköğretim Kongresi vb. toplantılarda Bologna Süreci'nin gereklerinin nasıl hayata geçirileceği tartışılıp üniversitelerde paralı eğitim uygulamaları tırmandırılmaktadır. Bu kapsamda üniversitelerde verilen eğitim her geçen gün bilimin değil sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmektedir. Üniversitelerindeki antidemokratik uygulamalar ve toplumsal gelişmeler karşısında sessiz kalmayan, “eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim” talebini yükselten öğrencilerin sesi ise soruşturma, ceza, tutuklamalar, polis-ÖGB saldırıları ile kesilmek istenmektedir. Tüm bu saldırılar karşısında öğrencilerin sendika kurmaları ve sendikalı olmaları en doğal haklarıdır. Ancak işçilerin, emekçilerin sendikalı olmasını yasal düzenlemelerle, işten çıkarmalarla ve gerektiğinde zor kullanarak engelleyen bu düzen benzer bir şekilde öğrencilerin de sendikalı olmasını istememektedir.

Düzenin “ileri demokrasi” anlayışı ve Genç-Sen'e kapatma kararı

İleri demokrasi ve özgürlükten bahsedenlerin gerçek yüzü son dönemde yaşananlarla iyice afişe olmuştur. İçeride ve dışarıda savaş politikaları hayata geçirilirken, kıdem tazminatı hakkının gaspı gibi işçi ve emekçilere yönelik saldırılar ve hak gaspları artmaktadır. Bu tablonun üniversitelere yansımasının en güncel örneği üniversite harçlarına yapılan gizli zamda kendisini göstermiştir. Bir yandan da üniversite öğrencilerine yönelik baskı ve zor uygulamaları hız kesmeden devam etmektedir. Bunun güncel örnekleri olarak da geçtiğimiz sene yürüttükleri 6 Kasım çalışması kapsamında polis ve ÖGB terörüne maruz kalan Anadolu Üniversitesi öğrencilerinden 8 öğrenciye 1 hafta uzaklaştırma cezası, 30'u aşkın öğrenciye ise kınama cezasının verilmesi ile yeni eğitim-öğretim yılının başlaması, Roman Çalıştayı'nda parasız eğitim talep eden pankart açan üniversite öğrencileri Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer'in 19 ay tutuklu kalması ve son olarak da Genç-Sen'e verilen kapatma kararı gösterilebilir.

Kapatma kararıyla ilgili Genç-Sen hukuki yollardan hakkını aramaya devam edecektir. Öncelikle karar temyiz edilecek, bu süreçte de benzer bir sonuç çıkarsa AİHM'e başvurulacaktır. Elbette hukuki sürecin sürdürülmesi önemlidir. Ancak Genç-Sen'e verilen kapatma kararını gerçekten bozacak olan Genç-Sen'in üniversitelerde ve sokakta verdiği mücadeleyi büyütmesi olacaktır. Genç-Sen bu saldırıyı üzerindeki ataleti atıp kararlı ve sabırlı bir şekilde üniversite öğrencilerinin talepleri ve sorunları çerçevesinde örgütlenme çalışması yürüttüğü ölçüde püskürtebilecektir. Masa başında DİSK yöneticileri ve siyasetlerin ortaklaşması zemininde kurulmuş bir sendika olan Genç-Sen'in hem bu kapatma saldırısını püskürtmesi hem de gerçek bir kitle örgütü haline gelmesi ancak bu yolla mümkün olacaktır.

Devrimci Genç-Senliler

Genç Sen ve öğrenciden yana anayasa talebi…

Anayasal hayaller değil, fiili, meşru mücadele…

Geçtiğimiz dönem gerçekleşen Yüksek Öğrenim Kongresi’nde olgunlaştırılan öğrenci gençliğe yönelik saldırı planları, bu denli kapsamlı ve yıkıcı iken ve adım adım uygulanmaya başlamışken, gençlik hareketi gerekli mücadele olgunluğuna ulaşamamıştır. Gençlik hareketi geri, parçalı yapısının yanı sıra aynı zamanda atalet içinde de bulunmaktadır. Bu tablo, gençlik hareketinin bileşenleri siyasal gençlik örgütleri kadar, Öğrenci Gençlik Sendikası için de geçerlidir. Senenin başında sermaye sınıfının gündeme getirdiği “gizli” harç zammına sınırlı bir tepki gösterilmiş, dahası Genç Sen’in kapatılması kararı karşısında ise birkaç ilde cılız tepkiler sergilenmiş, kapatma kararı da neredeyse sessizlikle

24

karşılanmıştır. Birkaç yıl önce, binbeşyüz üyeye ulaştığı ifade edilen bir örgüt, bugün temel organlarını toplayamamakta, yalnızca birkaç ilde toplanabilen temsilciler meclisinde alınan kararları hayata geçirecek bir irade neredeyse ortaya konulamamaktadır. Öğrenci Gençlik Sendikası, yaşadığı iç sorunların yanı sıra, aynı zamanda ciddi anlamda daralmayı da yaşamaktadır. Genç Sen’e yönelik ifade ettiklerimiz kuşkusuz ki yeni değil. Kuruluşundan itibaren sözkonusu olan yapısal sorunlarının bugün ulaştığı sonuçlarıdır bunlar. Genç Sen’de etkin olan reformist yapılar açısından ‘el değişikliği’ yaşansa bile, özünde aynı bakış ve anlayış devam etmektedir. Tabana yönelik sistemli bir çalışmadan uzak


durulmakta, tabanın söz ve karar ilkesini hayata geçirecek bir çaba sergilenmemektedir. Tüm darlığa rağmen, bürokratik işleyiş ve mekanizma devam etmekte, asıl önemlisi bu olağanlaştırılmaktadır. Tüm bu tablonun gerisinde kuşkusuz ki, gençlik hareketinin ihtiyaçlarını kavramak ve müdahale etmekten uzak, dar grupçu bakış ve anlayış yatmaktadır.

“… Bu politik bakışın sahipleri tarafından fiili-meşru mücadele ve örgütlenme süreci tercihen reddedilmiş, örgüt iddiası daha baştan “yasal-icazetçi” bir çerçeveyle sınırlandırılmıştır. Bugün yalnızca bir “bürokratik normlar yığını” olan mevcut tüzük, hem hareketin gelişmesinin önünde bir engel olmuş hem de iş yapmamanın dayanağı haline getirilmiştir.” (Ekim Gençliği’nin Aralık 2008 tarihli 113. sayısından...) Her ne kadar geçtiğimiz yıl gerçekleşen kimi eylemsel süreçlerde Genç Sen aktif bir tutum sergilese, tüzük dayatmalarında yer yer esnemeler yaşansa dahi, senenin başında Genç Sen’e hakim reformist anlayışlar tarafından alınan “öğrenciden yana anayasa istiyoruz” çalışması kararı, 3 yıl önce yapılan değerlendirmenin geçerliliğini koruduğunu bir kez daha göstermektedir.

“Öğrenciden yana anayasa” talebi üzerine…

6 Kasım’ın öngünlerinde gerçekleşen Genç Sen Ekim ayı Merkez Temsilciler Kurulu’na hazır öneri olarak getirilen “öğrenciden yana anayasa istiyoruz” gündemli çalışma, temsilciler toplantısında 6 Kasım’ın sonrasının temel gündemlerinden biri olarak karar altına alındı. 6 Kasım’a da aynı taleplerde hazırlanmayı gündeme alan Genç Sen, 6 Kasım çağrı afişlerini de bu şiar ekseninde hazırladı.

“Öğrenciden yana anayasa” talebi ve bu eksende yürütülecek çalışmanın içeriği ve kapsamı konusunda ne Genç Sen’den yapılan bir açıklamayı, ne de önerinin sahibi ve destekleyicisi Genç Sen bileşenlerinin konuyla ilgili bir açıklamasını henüz görebilmiş değiliz. Öğrenciden yana nasıl bir “anayasa” istendiği konusunda herhangi bir fikre sahip değiliz. Merkez Temsilciler Kurulu ve ardından kimi illerde gerçekleşen il meclislerinde öğrenebildiğimiz kadarıyla, “öğrenciden yana anayasa” talebi, Genç Sen’in kapatılması kararıyla gerekçelendiriliyor ve Genç Sen’in kapatılmasında Anayasa engeli öne sürülerek, Genç Sen’in “yasal” bir zemine kavuşabilmesi için de Anayasa değişikliği ihtiyacı dile getiriliyor. Boylu boyunca reformizmin dipsiz kuyusuna saplanmak anlamına gelen bu kararın her şeyden önce alınış sürecine bakmak gerekiyor. Her fırsatta bürokratik işleyişin gereği tüzüğe sarılanlar, yeri gelince tüzük hükümlerini yok sayacak şekilde davranmaktan da geri durmuyorlar. Ne tabanın, ne de temsilciler kurulu bileşenlerinin ve ne de temsil etme yetkisine sahip oldukları şubelerin böylesi bir gündemin varlığı bir yana, tartışıldğından dahi haberleri yoktur. Zaten Genç Sen’in dağınık ve atalet içinde tablosunun bir sonucu olarak bir dizi şubeden temsilci, temsilciler kuruluna katılmamıştır bile.

Bu karar, Genç Sen yönetiminde etkin söz sahibi olan gruplar tarafından “üstten” alınmış bir karardır. Karar, anti-demokratik bir işleyişle alındığı gibi, asıl olarak kuruluşundan itibaren Genç Sen’e hakim olan dar grupçu anlayışın yaklaşımlarının ürünü bir dayatmacılık örneğidir. Genç Sen yönetiminde olan grupların parçası oldukları siyasal anlayışların “demokratik anayasa” çizgilerinin üstten Genç Sen’e oturtulmasından başka bir şey değildir.

Bugüne kadar öğrenci gençliğin talep ve ihtiyaçlarını gözetmeyen, gençlik hareketinin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak dar-grupçu anlayış, bir öğrenci gençlik örgütünü oynaması gereken misyondan uzaklaştırdığı gibi, bugün de iyiden iyiye onu kötürümleştiren bir sürece doğru yol almaktadır.

Anayasa talebi ne anlama gelmektedir?

Kuşkusuz ki, öne sürülen “öğrenciden yana anayasa” talebi, Genç Sen’in bileşenlerin ağırlığının içinde yer aldığı Halkların Demokratik Kongresi’nin “demokratik anayasa” talebinden bağımsız değildir. Yarının çatı partisinin ön evresi olan Kongre, “demokrasinin kazanılması” adı altında devrim ufku ve hedefinin alaşağı edildiği, demokratik taleplerin elde edilmesinin yasal sınırlara hapsedildiği bir “reform” projesinden başka bir şey değildir. “Demokratik anayasa” talebine bu politik zeminde yerini bulmaktadır.

(…) Öte yandan, burjuva düzende tüm demokratik hak ve özgürlükler, burjuvazinin bahşetmesiyle değil, işçi ve emekçilerin dişe diş mücadeleleriyle kazanılmış, bu hakların ne düzeyde kullanılabileceğini de esas olarak mücadelenin düzeyi belirlemiştir. Özellikle de devrimci çizgide gelişen mücadelelerin basıncıyla burjuvazi batıda işçi ve emekçi sınıflara pek çok taviz vermek durumunda kalmıştır. Bu koşullarda bile “eşitlikçi, özgürlükçü” bir anayasadan söz etmek mümkün değilken, kapitalizmin derin bir kriz içinde debelendiği, burjuvazinin bu tür tavizleri verme olanaklarını yitirdiği bugünkü koşullarda, bu düzen aşılmadan, “eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik anayasa”nın elde edilebileceği hayallerini yaymak, işçi ve emekçi kitleleri aldatmaktan başka bir şey değildir.” (Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılanlar... / KB(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, Sayı: 2010/29, 23 Temmuz 2010)

Bir dizi demokratik talep gibi öğrenci gençliğin akademik-demokratik talepleri için kararlı bir mücadelenin yürütülmesi önemlidir. Ancak gidip bu taleplerinin kazanılmasını anayasal değişikliklere bağlamak, anayasa ile değişeceği yönünde propaganda yapmak, gençliğin mücadele ufkunu düzen içine hapsetmek, gençlik kitlelerinin dikkatini ve ilgisini siyasal hedeflerden hukuksal biçimlere, devrimci çözümlerden anayasal hayallere çekmek anlamına gelmektedir. Bu da açıkça devrimci değil, reformist bir zemin ifade etmektedir. Hele ki, Türkiye’de parlamenterizmi reddederek ortaya çıkan bir geleneğe sahip gençlik hareketini bu noktaya taşımak, tutup anayasal talep sınırlarına hapsetmek, kötürümleştirmek ve düzene kan taşımak anlamına gelecektir. Çok açık bir gerçeği tekrar hatırlatacak olursak, kapitalizm koşullarında şu ya da bu demokratik istemleri kazanabilmek bile devrimci, fiili ve meşru bir mücadele ile olanaklı olur. Şu ya da bu demokratik kazanım da, ancak devrimci bir iktidar mücadelesi perspektifiyle elde edilebilir. Bu güne kadar yaşanan deneyimler de bu gerçeği somut olarak kanıtlamıştır.

Bugün, “öğrenciden yana anayasa” ve benzeri politikalar da Genç Sen’in geleceğini doğrudan belirleyecektir. Genç Komünistler, öğrenci gençliğin devrimci dinamizmini düzen içine hapsetmeye çalışan her türlü girişimin karşısında durdukları gibi, bundan sonra da kararlılıkla mücadele edeceklerdir.

Devrimci Genç-Senliler

25


Halkların kardeşliğini için mücadeleyi büyütelim!

Halkların kardeşliğini sağlamak, kitleleri gerçek çelişki olan sınıf savaşımına çağırmak bizlerin görevidir. Bunun yolu bir yandan Kürt ulusunun meşru haklarına sahip çıkmaktan, ‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’nı savunmaktan, diğer bir yandan da Türk işçi ve emekçilerle Kürt emekçileri “sınıfa karşı sınıf” çizgisinde birleştirmekten geçiyor.

Kürt halkına yönelik saldırılar yoğunlaşırken imha-inkar-asimilasyon politikaları ileri bir düzeye ulaştı. Çukurca’da ölen 24 askerin ölümünün ardından yaratılan şoven ortam, 36 gerillanın kimyasal silahlarla katledilmesi, KCK tutuklamalarının yasal alanda insan bırakmayacak bir hale ulaşması, bu olaylara tepki gösterenlerin Tayyip Erdoğan tarafından tehdit edilmesi olayların ulaştığı boyutu gösteriyor. Devlet cephesinden gittikçe pervasızlaşan açıklamalar peş peşe gelirken ordu kara operasyonunun ilk adımını gerçekleştirdi. Toplumun önemli bir kesiminin bu şoven histeriye kapılması bu kara tabloyu tamamlayan ne yazık ki en kötü parça oldu. Olaylara daha yakından bakmakta fayda var. Önce Çukurca’da 24 asker öldürüldü. Düzenin medyası hemen devreye girdi tabi. Derhal gerillaya yönelik kara operasyonu gündeme taşındı, ardından Kürt hareketinin temsilcileri hedefe çakıldı. Ardından da sokaklara çıkıp Kürt avına çıkmış linç güruhlarını meşrulaştırmaya çalıştı. Bu şoven-ırkçı saldırganlık öyle bir noktaya vardı ki, bir süre sonra kontrol edilemez oldu. Müge Anlı ve Habertürk spikeri Duygu Canbaş’ın yaptığı nefret, kin ve ayrımcılık dolu açıklamalar, sokaklardaki linçler ve bunların internet medyasındaki yansımaları öyle bir hal aldı ki birçok insan “bu ülkede insanlık kaldı mı” diye sorgulamaya başladı. Türk devleti öyle bir devlet ki Kürt halkının yaptığı en küçük bir eyleme dahi anında müdahale ederken, insanlar göçük altında kaldığında ilk 12 saat kılını bile kıpırdatmadı. Daha sonra yardım isteyenlerin üzerine gaz bombası attı. Bazı soysuz insanlar Van’da yardıma muhtaç insanlara taş ve bayrak gönderecek kadar küçüldüler. Asker ölümlerinin karşısına depremde ölen insanlar konularak ilahi adalet denildi. Yaşananlar ne yazık ki bu ülkede bazı insani değerlerin yitirildiğini gösteriyor. Devrimin temel gücü olan işçilerin, emekçilerin ve gençliğin (özellikle liseli gençliğin) Türk devletinin bu düşmanlaştırma ve nefret söylemine gelmesi ise endişe vericidir. Sermaye devleti yarattığı şoven ortamda imha operasyonunu daha güçlü bir biçimde sürdürdü. Abdullah Gül’ün intikam çağrılarıyla harekete geçirilenTürk ordusu yeni bir vahşete imza attı. 36 gerilla kimyasal silahlarla vahşice katledildi. 24 asker öldüğünde ortalığı ayağa kaldıranlar (özellikle düzen medyası) 36 tane gerillanın vahşice katledilmesini ağzına bile almadılar. Şimdi düzen sözcülerinin hepsi bu olayın üzerini kapamanın peşinde.

26

Kürt halkının ve hareketinin iradesini kırmayı başaramayanlar gözaltılarla, tutuklamalarla onu yalnızlaştırmaya soyundular.

Aralarında BDP PM ve Anayasa Komisyonu üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile yazar ve yayıncı Ragıp Zarakolu’nun bulunduğu 44 kişi tutuklandı. Kürt hareketine yakın insanların tutuklanması devletin amacının Kürt halkını yalnızlaştırmak olduğunu gösteriyor. Devletin tahammülsüzlüğü Tayyip Erdoğan’ın KCK tutuklamalarına gösterilen tepkiye verdiği cevapta kendisini ortaya konuluyor. Tayyip Erdoğan “KCK’ya sahip çıkan arkadaşların kendilerini gözden geçirmeleri lazım” diyerek tutuklamaya tepki gösterenleri alanen tehdit etti. Emperyalizme ve siyonizme kalkan olanlar, icraatlarını ABD’den izin alarak yapanlar, içeride Kürt halkına ve toplumun ileri kesimlerine azgınca saldırıyorlar. Bir halkın özgürlük ve eşitlik talebi yanı başımızda vahşice saldırılara maruz kalıyor. Dili inkar ediliyor, temsilcileri hapse tıkılıyor, özgürlüğü için dağlarda mücadele edenler kimyasal silahlarla katlediliyor. Böyle bir ortamda bu vahşete karşı kayıtsız kalmak onaylamaktır.

Komünistler ve devrimciler ise bu tabloyu izlemeyeceklerdir. Halkların kardeşliğini sağlamak, kitleleri gerçek çelişki olan sınıf savaşımına çağırmak bizlerin görevidir. Bunun yolu bir yandan Kürt ulusunun meşru haklarına sahip çıkmaktan, ‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’nı savunmaktan, diğer bir yandan da Türk işçi ve emekçilerle Kürt emekçileri “sınıfa karşı sınıf” çizgisinde birleştirmekten geçiyor. Bugün Kürt halkını ezen sınıfla işçi emekçileri ezen sınıf aynıdır. İkisinin ortak düşmanı burjuvazidir. Ortak düşman karşı mücadele etmek bu anlamda bir zorunluluktur. Çünkü sermaye devletinin Kürt halkına verebilecek hiçbir şeyi yoktur. O Kürt halkına ve toplumun muhalif kesimlerine baskı ve terörden başka bir şey veremez. Dolayısıyla ona karşı bu ülkede bir zafer elde edilmeden Kürt halkının eşitlik ve özgürlük talebi hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.

Saldırılar AKP iktidarının ne kadar pervasızlaştığını da gösterdi. Emperyalizmden aldığı güçle Kürt halkına saldıran AKP toplumun tüm ileri kesimine yönelik saldırganlıkta yeni bir boyuta ulaştı. Bugün kim toplumsal mücadelede devlet karşıtı bir seçenekse onun üzerine baskı kuruluyor, etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla Kürt halkına yönelik saldırıların sadece ona değil, aynı zamanda ilerici ve devrimci kurumlara yöneldiği açıkça görülüyor. Geriye acil olarak ise Kürt halkıyla dayanışmak ve birleşik mücadeleyi yükseltmek görevi kalıyor. Şovenizmin zehrinin panzehiri olarak halkların kardeşliğini büyütmeliyiz.


Van depreminde de sorumlu sermaye devletidir...

Halkların kardeşliğini büyütelim!

Van'da meydana gelen 7.2'lik deprem büyük bir yıkıma sebep olurken, 600'ün üzerinde kişi hayatını kaybetti, 4000'in üzerinde kişi ise yaralandı. Van'da da bir kez daha deprem değil kapitalizm öldürdü, çürümüş burjuva düzen gerçeği bir kez daha gün yüzüne çıktı. Meydana gelen büyük ölçekte can ve mal kaybı bizlere 1999 Marmara depremlerinde yaşananları hatırlatırken, Kürt halkına yönelik şoven saldırılar ve ayrımcılık Van'da felaketin sonuçlarını daha da boyutlandırdı. Düzen temsilcileri pişkinlikte sınır tanımayarak yaşanan her doğal afet sonrasında tekrarladıkları “kader” söylemi ile birlikte “milli birlik, bütünlük” teması çerçevesinde devletin bölge halkının elinden tuttuğu demogojisine başvurmaktadır. Düzenin gerçek sahibi işçi ve emekçi kanı ile beslenen patronlar ise “Van için tek yürek” gibi şova dönüşen yardım kampanyalarına bağış yapmak için sıraya girmiş durumda. Ancak oynanan bu ortaoyunları depremin Kürt halkını çift taraflı olarak vurduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Depremde sağlam binalarla iskambil kağıdı gibi çöken binaların yan yana olması, özellikle de okul, hastane, yurt binası gibi kamu binalarının en çok hasar alan binalar olması dikkat çekicidir. Sermaye hükümeti AKP'nin şefi Erdoğan ise ulusa sesleniş konuşmasında “Yapılan onca uyarıya, yaşanan onca acı tecrübeye, ödenen onca ağır bedele rağmen, tedbirin elden bırakıldığına, çürük binaların inşa edildiğine, nerede yapılacak nerede yapılmayacak buna dikkat edilmeden binaların inşa edildiğine, çürük binalarda yaşandığına şahit olduk, hala da oluyoruz” diyerek yaşananları devletin sorumluluğundan soyutlayıp “cahil” halka yüklemeye çalışmaktadır.

Depreme karşı önlem alınarak yapılması gereken kent planlaması, binaların projelendirmesi, uygulaması ve denetimi kısacası devletin sorumluluğu görmezden gelinmektedir. Deprem sonrasında kamuoyunun gündemine gelen deprem vergileri ile ilgili Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in yaptığı açıklama ise trajikomiktir. Şimşek toplanan vergilerin “sağlık, eğitim, duble yollar gibi 74 milyonun ihtiyacını karşılamak için” kullanıldığını iddia etmiştir. Deprem vergisinin sağlık, eğitim, duble yollar gibi ihtiyaçlara gittiği varsayılırsa bu ihtiyaçlar için toplanan vergilerin nereye gittiği ise

son derece açıktır.

Çürük malzemeler Van'a...

Yapı Denetim Kuruluşları Birliği İstanbul Şube Başkanı Tekin Saraçoğlu'nun, "19 ilde yapı denetimi başladığı zaman biz malzemeleri de laboratuvarlarda kontrol ediyoruz. 19 ilde yapı denetim olan yerlerde vasıfsız malzemeler kullanılmadı. Önceleri çok rastladık ancak sonradan böyle malzemeler görülmedi. Bu malzemeler nerelere gitti? Yapı denetimi olmayan illere gitti. Bakın, bu yıkılan binaların malzemesinin de test edilmesi lazım" açıklamasıyla işaret ettiği nokta ise Kürt halkına yönelik ayrımcılığın ve kirli politikaların depremin sonuçlarını nasıl katmerlediğini kanıtlar niteliktedir. Deprem yönetmeliğine uygun olmayan malzemelerin deprem bölgesi olan Van'da kullanımına göz yumulmuştur.

Meydana gelen büyük ölçekte can ve mal kaybı bizlere 1999 Marmara depremlerinde yaşananları hatırlatırken, Kürt halkına yönelik şoven saldırılar ve ayrımcılık Van'da felaketin sonuçlarını daha da boyutlandırdı.

Deprem sonrasında da faşist kudurganlık

Kürt halkına yönelik kirli savaş politikaları ile birlikte tırmandırılan şoven dalga Van depremi ardından da hız kesmemiştir. Faşist çevrelerden “Allah belalarını verdi” tepkileri yükselmeye başlamıştır. Sermaye devletinin sözcüleri ise her ne kadar “milli birlik, bütünlük” temasını öne çıkartarak bunu dillendirmeseler de depremden saatler sonra Van'a gidebilmiş(!), çalışmaların yetersiz olmasına tepki gösteren halka, polis terörünü devreye sokarak gaz bombaları ile saldırmıştır. Emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayanlar konu deprem felaketini yaşayan Kürt halkı olunca kendi potansiyelini görmek istemiştir. Uluslararası yardımları geciktiren sermaye devletinin tutumunu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay “öncelikle kendi potansiyelimizi görmek amacıyla arama kurtarma yardım ekipleri bekletildi” diyerek açıklamıştır. Van depreminin ardından depremin değil kapitalizmin öldürdüğü gerçeği bir kez daha çıplak bir şekilde görülmüştür. Rant hırsıyla insan hayatını hiçe sayan kapitalist düzenin barbarlığı depremin bir Kürt ilinde gerçekleşmesiyle daha da çarpıcı bir halde teşhir olmaktadır. Tüm bu yaşananlar karşısında “insanca ve onurlu bir yaşam”ın ancak sosyalizmde olduğu vurgulanmalı, yaşanan felaket sonrasında yaralarını sarması için Kürt halkıyla dayanışma büyütülmelidir.

27


Emperyalizme kalkan olmayacağız!

Son dönemde halk hareketleriyle sarsılan Ortadoğu’nun hâkimiyetini ellerinde bulundurmak isteyen emperyalistler bu amaç doğrultusunda bir dizi projenin yanında füze kalkanı projesini de hayata geçirmeye hazırlanıyorlar. Kuruluşundan bugüne emperyalizme göbekten bağımlı olan Türk devleti ise füze kalkanının kurulması için topraklarını açmış durumda. Füze kalkanı ile birlikte ABD, Ortadoğu ve doğal kaynaklar üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırırken Türk sermaye devletine de bekçilik görevi düştü.

İki Amerikancı rejim arasında yaşanan gerilimler yapay olmamakla birlikte, Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP şeflerinin İsrail’e “efelik” taslaması, kaba bir sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Zira ortada dinci şefler adına ciddi bir duruş olsaydı, aynı mizansen defalarca tekrar edilmezdi.

28

Hiçbir gözyaşı emperyalistlerle işbirliğini saklayamaz

Suriye’de yaşananlar üzerine her konuşmasında sivil halkın zarar gördüğünden, hiçbir yönetimin insanların kanı üzerine basarak duramayacağından ve er ya da geç bu kanda boğulacaklarından sözeden sermayenin sözcüleri diğer taraftansa Kürt halkına karşı baskının dozunu iyice arttırmaktadır. Bölgede “dikensiz gül bahçesi” oluşturmaya çalışan sermaye devleti her gün yeni operasyonlarla binlerce Kürt’ü gözaltına almakta ve tutuklamaktadır. Onlarcasını da sokak ortasında katletmektedir. Ancak tüm bu baskı politikasına Kürt halkının karşılığı bir kez daha direniş olmuştur. Ortadoğu’da bir model olmaya çalışan Türk devleti, yaptığı açıklamalarla İsrail’e karşıymış ve Arap halklarının yanındaymış imajı yaratmaya çalışmaktadır. Oysa bizler biliyoruz ki, yıllardır Filistin halkının üzerine bomba yağdıran İsrail uçakları eğitimlerini Konya’da yapmaktadır. Bugün hala İsrail ile askeri anlaşmalar devam etmektedir. Sermayenin sözcüleri halkların gözünü boyamaya çalışırken aynı zaman da halklar üzerinde uygulanan baskı ve imha politikalarında bizzat rol almaktadır. Bugün de füze kalkanıyla İsrail ile birlikte yeni katliamların ortaklığına soyunulmaktadır. Füze kalkanı projesiyle coğrafyamız emperyalistilerin sınırsız kullanımına açılırken, radarın bu yılın sonuna kadar Malatya Kürecik’te kurulması planlanmaktadır. Bununla beraber imha edici füzeleri taşıyan Amerikan savaş gemileri de Türkiye’de görev

yapmak için hazırlanmaktadır.

Emperyalist işbirliğinin faturası işçi emekçilere ödetiliyor

Kardeş halkların üzerine yağdırılan bombaların ve füze kalkanının faturası ise yine işçi ve emekçilerin cebinden çıkıyor. Kalkanın ardında en az 100 milyar dolarlık silahlanma bütçesi durduğu söylenirken bunun faturası vergilerle ve ödenen faturalarla emekçilere ödetilmektedir. Şimdiden elektriğe ve doğalgaza yapılan zamlarla sinyallerini veren bu süreç aynı zamanda işçi ve emekçileri de bu kirli savaşın ortağı haline getirmektedir. Kardeş halkların başına yağacak tüm bombaların parası işçi ve emekçilerin cebinden alınmış olacak.

‘68 gençlik hareketi yol gösteriyor

Bugün eğitime yeteri kadar bütçe ayrılmazken ve üniversiteler tamamen ticarethaneye çevrilirken, içerisinden çıkılamayan yeni harç zamları gündeme getirilirken savaşa bu kadar bütçe ayrılmasına gençliğin ses çıkarması gerekmektedir. Daha önce de bu topraklara 6. filo ile çıkarma yapan emperyalistlere gereken yanıt nasıl verilmiş ise, halkların katili olarak bilinen Komer ODTÜ’ye geldiğinde emperyalizme duyulan öfke nasıl Komer’in arabasında harlanmışsa, yine öyle bir mücadele verilmelidir. Bu kez de füze kalkanı ile emperyalistler bu topraklarda yeni üsler kurmaya hazırlanılıyor. ‘68 gençlik hareketi bugün de biz gençliğe yürünmesi gereken yolu gösteriyor. Gün anti-emperyalist mücadeleyi büyütme günüdür. Bunun için daha fazla cüret kuşanmalı ve bir adım daha öne çıkmalıyız. Emperyalizme karşı halkların mücadele kalkanı olmak için bir adım daha ileri çıkmalıyız!

A. Akın


Yerel yayın çalışması deneyimleri

Araçlar gereksinmelerden doğar ve bu ihtiyaçlara yanıt verebildiği ölçüde anlamlıdır. Siyasal çalışmada ve örgütlenme çabasında ne kadar farklı araçları devreye sokabildiğimiz ise bir yerde faaliyette ustalaşmanın bir göstergesidir. Bugüne dek deneyimlediğimiz esnek araçlardan biri de yerel yayınlardır.

Yerel yayının içeriği ve biçimi

Aslına bakarsak ülke ve dünya gündeminden fakülte ve bölümler özelindeki yazılara, kültürsanat köşesinden çeşitli konularda röportajlara, karikatür ve bulmacaya kadar hemen her konu yerel yayınlarda yer alabilir. Üniversitenin gündemine ilişkin veya mesleki yazılar yayının “yerli/buralı” olma özelliğini arttırır. Bu özellik tam da yerel yayın gibi bir esnek aracın taşıması gereken bir özelliktir. Bunun dışında her sayının bir teması olabilir (geleceksizlik, kadın sorunu, anayasa, har(a)çlar ve paralı eğitim, tersanelerdeki iş cinayetleri ya da Ortadoğu'daki toplumsal hareketlilikler gibi).

Bu genel formatın dışında belli bir konu veya alana odaklanmış esnek araçlar da kullanılabilir. Örneğin bir dönem İstanbul'da dönemin devrimci bir çevresi ile ortaklaşa şiir fanzini çıkartıldı. Oldukça etkili olan araç etrafında belli sayıda insan toparladı. Üstelik sadece şiir ile sınırlı kalmayıp her iki siyasal yapı da o dönem çalışmanın çevresinde tanışılan insanları devrimcileştirmeyi başarabildi.

İçerik konusuna dönecek olursak, kendimizi yayımlanacak yazıların kapsamını sınırlandırmak veya politik içeriğini daraltmak gibi bir düşüncenin basıncı altında hissetmeyelim. Pekala düzen karşıtı, radikal içerikli yazılar yerel yayında yer alacaktır. Burada gözden kaçırılmaması gereken iki nokta var: Öncelikle, içeriğinden taviz verilmeden, biçim olarak (dili ve üslubu bakımından) uygun dil yakalanmalı. Söyleneceklerin mümkün olduğunca anlaşılır ve duru şekilde anlatılması iyi olur. İkincisi, işlenecek konulardan ifade ediliş tarzına kadar hedef öğrenci kitlesini ve çalışma alanının özgünlüklerini gözetmekte büyük fayda var. Doğal olarak bu siyasal bir gençlik dergisinden ayrı bir işlev göreceğine göre biçim, içerik ve tarz

bakımından belli farkları olmak durumunda. Öbür türlü, böyle ayrı bir araca gerek kalmazdı.

Esnek aracın, mekanik biçimde devrimci bir örgütlenme olarak algılanmamasına dikkat etmeliyiz. Sorulduğunda elbette ki çalışmasını yapan insanlar siyasal kimliklerini dürüstçe açıklamalı. Bununla beraber zaten öğrenci kitlesi tarafından ilerici, solcu, toplumsal içerikli bir yayın ve çevre olarak bilinip tanınması amaca daha uygun olacaktır. Görsel olarak da zengin, bol resimli, okunaklı, hem içerik hem biçim olarak “kendini okutan” bir yayın her zaman daha kullanışlıdır.

Yerel yayın faaliyetinin işlevi

Yerel yayınlar, yeni insanlarla onların ilerici “duyarlılıkları” üzerinden tanışmak için oldukça elverişli araçlardır. Ekim Gençliği ile ulaşabildiğimizin sayıca belki on katı ve oldukça farklı kesimden insanla böylelikle temas edebiliyoruz.

Faaliyetin bir diğer işlevi; kültürel, düşünsel ve sanatsal bir üretim alanı oluşturulması. Özellikle birçok üniversite kampüsü bu konuda fazlasıyla yetersiz ve sığ. Birçoğunda, kariyer kulüplerini dışta tutarsak, doğru düzgün öğrenci kulübü bile olmayabiliyor. Ve doğallığında üniversitede okuyan öğrenciler bu türden etkinliklere açlık duyuyorlar.

Esnek araçlar, kendi esnek örgütlenmesini de yaratabilmektedir. Belli amaçlarla biraraya gelen, belli düşünsel, yaklaşımsal ve hatta amaçsal ortaklıklar taşıyan insanlar bu araç etrafında öbeklenebiliyor ve belli periyotlarda biraraya gelip belli etkinliklerde bulunabiliyorlar. Bu da bir çeşit örgütlenmedir. İster yoğun bir uğraş sonucunda büyük ölçüde bizim çabalarımızla bir araya gelsin, ister bir ölçüde kendiliğinden oluşsun, elimizin yetmediği yerlere ulaşmamızı, dokunmamızı sağlayacaktır. Üstelik böylelikle tamamen bizim dışımızda oluşmuş benzeri öğrenci topluluklarına da daha “meşru” bir müdahale zemini ve onlarla tanışma olanağı oluşturacaktır. Faaliyeti yayını çıkartıp dağıtımını

Esnek aracın, mekanik biçimde devrimci bir örgütlenme olarak algılanmamasına dikkat etmeliyiz. Sorulduğunda elbette ki çalışmasını yapan insanlar siyasal kimliklerini dürüstçe açıklamalı. Bununla beraber zaten öğrenci kitlesi tarafından ilerici, solcu, toplumsal içerikli bir yayın ve çevre olarak bilinip tanınması amaca daha uygun olacaktır.

29


gerçekleştirmekle sınırlandırmaya gerek yok. Film gösterimlerinden, tiyatro, fotoğrafçılık, sinema, felsefe, edebiyat, bilim, şiir atölyelerine, hukuk mühendislik gibi bölümlere has topluluklara kadar alt işleyiş ve birimler oluşturmak mümkün. Burada elbette belirleyici olan olanaklar ve ihtiyaçlar olacaktır. Tüm bunların yanı sıra, siyasal etkimizin genişleyip yaygınlaşmasına da büyük katkıda bulunacaktır. En basitinden, yüzlerce satılan bu yayın çeşitli olayları büyük ölçüde bizim penceremizden insanlara aktaracaktır. Bu çalışmanın çıkartacağı olası bir tiyatro ekibinden fotoğraf sergisine kadar tüm ürünleri soldan ve devrimden yana bir esinti yaratacaktır.

Çalışma tarzı

Yerel yayın çalışmasının ve ilişkili atölyelerin her türlü faaliyet planlanması dışa açık toplantılarda kararlaştırılmalı. Örneğin haftalık düzenli toplantılarla, alanda o hafta ne yapılabileceğine kafa yorulup şekillendirilebilir. Yayının gündemlerinin belirlenmesi, yazı ve diğer içeriğin paylaşımında da benzer bir yöntem izlemelidir.

30

Çalışma özellikle başlangıç süreçlerinde neredeyse bir tek kendi güçlerimize sıkışan bir hal alabiliyor ya da birçok işi üstümüze almamız gerekebiliyor. Yapılacakların mümkün olduğunca kolektif şekilde ve insanların inisiyatiflerini geliştirecek tarzda yürütülmesi en sağlıklısı olacaktır. Böylece çevresinde kümelenen insanların yayını ve çalışmayı sahiplenme düzeyi de artacaktır. Böyle bir işleyiş, ön süreçlerinde kendi emekleri olduğu için arkadaşlarımızın yerel yayının dağıtımından, tanıtılmasına birçok işte gönüllü ve enerjik olmalarını kolaylaştıracaktır.

Yerel yayın çalışmasının ve ilişkili atölyelerin her türlü faaliyet planlanması dışa açık toplantılarda kararlaştırılmalı. Örneğin haftalık düzenli toplantılarla, alanda o hafta ne yapılabileceğine kafa yorulup şekillendirilebilir. Yayının gündemlerinin belirlenmesi, yazı ve diğer içeriğin paylaşımında da benzer bir yöntem izlemelidir.

Yazılar taslak halde hazırlandıktan sonra yazıların yayınlanmadan önce ortak bir platformda tartışılması iyi bir yöntem olabilir. Adı üstünde bir esnek araçtan söz ettiğimize göre, genel olarak yazıların içeriği konusunda katı bir müdahalecilik doğru olmaz. Yine de düpedüz gerici bir pozisyonu savunan bir yazının (paralı eğitimi savunan liberal bir yazı, Kürt düşmanı milliyetçi bir yazı vb.) yayınlanmasına rıza gösterecek değiliz. Ancak politik içerik bakımından daha “az sorunlu” bir noktadaysa, yazan arkadaş ikna olmamışsa ya da içine sinmemişse, tercihen yazının olduğu gibi yayınlanması ve yanına da daha devrimci bir pencereden bakan ikinci bir yazının konulması iyi bir yöntem olabilir.

Birkaç önemli nokta daha

Son olarak, birkaç noktaya daha değinip yazıyı sonlandıralım. İlkin; yayını çıkartmak da, kültür, sanat vb. alanlarda işletilecek atölye ve etkinlikler de kendi içinde bir amaç değildir elbette. Tüm bunları devrimci mücadeleye sağladığı katkılar çerçevesinde ele almak durumundayız. Örneğin ilk elden tanıştığımız insanlarla -politik anlamda dailgilenmek, güç ve enerjimiz itibariyle ilgilenemeyeceğimiz onlarca insanla tanışmaktan yeğdir.

Yerel yayın deneyimlerimizdeki bir başka ortak sorun, yayın faaliyetini kalıcılaştırıp kurumsallaştırmakta yaşıyoruz ki bu elbette güç ve enerjimizdeki sınırlılıkla doğrudan alakalı. Çalışmaya başlıyoruz. Etrafımızda çeşit çeşit özellikleri olan, belli sayıda insan toparlanıyor. Bir süre birlikte yürütüyoruz işi. Sonrasında ya bizden uzaklaşıyor ya arkadaşlık ilişkimiz devam ediyor ancak kültür-sanat vb. alanındaki eski hevesi kalmıyor. Ya da kimi arkadaşlarımız da örgütlenip devrimcileşiyor ki o zaman da hele biraz da sığ bakıyorsakesnek araca “gerek kalmıyor” veya başka yoğunluklardan olanak olmuyor. Sonuç olarak bütün bir dönem sürdürüyoruz yerel yayın faaliyetini. Belki bir kişiyi örgütlü mücadeleye yahut birkaç kişiyi çevremize kazanıyoruz. Belki yaygın ve tempolu bir çalışma sürdürmüş, sesimizi duyurmuş oluyoruz. Gel gelelim sonraki seneye yerel yayına ilişkin neredeyse hiç kalıcı bir mekanizma bırakamıyoruz ve hemen hemen sıfırdan başlıyoruz.

Peki bunları nasıl aşarız? Siyasal örgütlülük düzeyleri, kişisel sınırlılıkları ne olursa olsun bu işle gönüllü şekilde ilgilenecek ve kafa yoracak insanlardan oluşan, hiç değilse birkaç kişilik, kalıcı bir işleyiş (toplamın denetimindeki bir yazı kurulu gibi), esnek aracın sürekliliğinin sağlanmasını kolaylaştıracaktır belki de. Önceki deneyimlerimizden bu tür bir aracın olumlu olanaklar sunabildiğini biliyoruz. Bu ne öyle kolay ne de zor bir iş. Sonuç elde edebilmemiz ise eninde sonunda ne kadar emek ve zaman harcadığımızla, aracın kullanımını ne kadar amaca ve ihtiyaca uygun uyarlayabildiğimizle yakından ilgili.


Yeni insan olma yolunda ANKA… “Durup bakan mısın? Yoksa işe koyulan mı? Ya da yere bakıp sırtını dönen?” Bir yazıya Nietzche’nin alıntısı ile başlamak bizler için biraz tehlikeli. Tehlike ise alıntı yaptığınız insanın toplumcu olmaması. Ama yine de dediği doğrudur. Bizler durup bakan mı olacağız? İşe koyulan mı? Yoksa hiç aldırmayıp, gözümüzü yere dikip, sırtımızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam mı edeceğiz?

Bizler kendimizi bugün için önemsiz görebiliriz. Kocaman dünyada sadece bir nokta olduğumuzu düşünebiliriz. Büyüklerimizin dediklerinden, onların bizim için “en iyisini” düşündükleri çemberden dışarı adım atamazken, nasıl olur da tümden sorunları kucaklayabiliriz? İskender, ordularındaki pek önemsiz insanlar olmadan fetih yapabilir miydi Asya’ya kadar? Gemilerde forsalar olmasaydı gidebilir miydi Vespucci Amerika’ya kadar? O ‘ayak takımı’ denilen işçiler olmasaydı göbeğini büyütebilir miydi patronlar? Demek ki bizler o kadar da önemsiz insanlar değilmişiz. Tarihin asıl öznesi insandır. Onu değiştirmeye kadir tek canlı da insan. Görmedik mi bunu Rusya topraklarında, yüzü gözü kir içinde, aç, çelimsiz, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanlar nasıl da egemenlerin kalesine dikti bayrağı, sömürücülerden iktidarı koparıp, nasıl da emeği başa getirdi. İnsanlık tarihi bu ve buna benzer bir sürü olay gördü. Peki, biz neden başaramayalım?

Arkadaşlar! DTCF öğrencileri!

Bu satırları okuduğunuz sırada küllerinden bir Anka yeniden doğdu. Evet, yeniden diyoruz. Bundan önce ismi Anka olmasa da birçok Anka doğdu üniversitelerde. Kimi zaman çetin rüzgarlara, deli dalgalara karşı Karadeniz de “Martı” oldular, kimi zaman hiçbir otun dahi çıkmadığı yerde inatçı bir “Pıtrak” oldular, kimi zaman da profesyonel bir dünya yaratmak için “Amatör” oldular. Varoluş nedenleri sistemin onlara dayattığı kalıpları parçalamaktı. Tek düzeliğe karşı oyunbozan olmaktı. Tek bir amaçları vardı:“Dünyayı yorumlamanın yanı sıra onu değiştirmek.”

Her şeyin kendi içinde bir mantığı, bir amacı vardır. Peki, bizim bu fanzini çıkartma amacımız neydi? Neydi bizi rahatsız eden, bizi bu fanzini çıkartmaya iten? En başta ve ilk rahatsız olduğumuz gerçeklik, bizim de içinde bulunduğumuz gençliğin dünyada olanlara, sanata, kısaca her şeye ve en önemlisi kendi hayatına ilgisiz kalmasıydı. Eğer kendi hayatımıza ilgisiz kalıyorsak, demek ki başkalarının bize biçtiği hayatı yaşıyoruz. Demek ki bizler sistem tarafından tam otomatik makineler haline getirilmeye çalışıyoruz. Evden okula giden, okuldan eve dönen, hep aynı şeyleri konuşan, hep aynı şeyleri yapan, hayatını,

durduğu noktayı sorgulamayan, düşünmeyen, çevresine ilgisiz kalan makineler. Yine Nietzche’den bir alıntı yaparsak; “Gerçek misin? Ya da sadece bir oyuncu? Bir yansıtıcı mı? Yoksa yansıtılan mı?” Bizler sistemin bize biçtiği oyunların içinde oyuncular değiliz. Bizler tarihi değiştirmekteki rolü oynayanlarız. Biz tam ve gerçek anlamıyla gerçeğiz, böyle olmak durumundayız. Biz Anka’ya emek verenler, gençliği kendi sorunlarına sahip çıkan, çevresine duyarlı ve kendinde değiştirme gücü bulan bir çizgiye çekmeye çalışıyoruz. Biz Ankalar, sistemin makinesi değil, bölüşen, paylaşan, kendini çok yönlü geliştiren, yanlış olanı değiştiren ‘yeni insan’ olacağız! Ve diyoruz ki biz bu yaratılmaya çalışılan makinenin çarklarını paramparça edeceğiz. Bugün gençlik kendini önemli meselelerden uzak tutuyor. Özellikle politikadan… Peki ya politika sadece bir ilgi alanı mıdır? Belli kişiler ilgilense yeterli midir? Kararları bizden olmayan aklı da göbeği gibi yağ bağlamış, bizlerin ve bizlerin anne babalarının emekleri üzerinden geçinen bir avuç asalak alıyor. Bizler kendi kararımızı alamayacak kadar akıl yoksunu değiliz elbette. Eğer kararlarımızı kendimiz alırsak, sorunlarımıza kendimiz çözüm bulursak, eğitim ticarileşemez, harç parası olmaz, yemekhaneden zehirlenmeyiz, amfilere yüzlerce kişi doldurularak hiçbir şey anlamadan bir saat uzaklardaki bir sesi anlamaya çalışmak zorunda kalmayız. Parasız, bilimsel eğitim olur. Fakat bunların olması kapitalizmin, paradan beslenenlerin hoşuna hiç ama hiç gitmez. Çünkü bu durumda ceplerini para ile dolduramazlar.

Biz Ankalar, sistemin makinesi değil, bölüşen, paylaşan, kendini çok yönlü geliştiren, yanlış olanı değiştiren ‘yeni insan’ olacağız! Ve diyoruz ki biz bu yaratılmaya çalışılan makinenin çarklarını paramparça edeceğiz.

Bizler bu haklı taleplerimizi istediğimizde ise, kafamızda cop kırılır, soluğumuzu biber gazları keser, kelepçeler ellerimiz morarana kadar sıkılır. Bu asalaklar bizleri yoz kültürü ile ekrana, şovenist zehiriyle silaha, apolitikleştirerek fabrikada çalıştığımız tezgâha mahkûm etmek istiyorlar. Fakat bizler bu sistemin köleleri olmayacağız. Onu paramparça edeceğiz. Tek bir artığını bile bırakmayacağız. Tabi Marks’ın da dediği gibi “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnızca kendi postuna özen göstermen yeterlidir.”

Bizler bugün her konuya ilgi duyan, çok yönlü kişiler yaratmaya çalışıyoruz. Sanatla ilgilenirken, politikayla da ilgilenen, çevredeki sorunları düşünürken bu sorunların düzenden bağımsız olmadığını göstermek için Yeni insan olma yolunda Anka’nın DTCF için önemli bir yerde durduğunu vurguluyoruz. DTCF Anka

(Ankara Üniversitesi DTCF'de yayın hayatına başlayan ANKA'nın sesleniş metnidir…)

31


Devrimin ve sosyalizmin partisi TKİP 13. yılında!

Devrimci ideolojiyi, Marksizm’i doğru kavrayarak onun maddi zemini olan devrimci sınıf içerisinde var olma, güç olma ve kadrolaşma, bununla birlikte illegalihtilalci partiyi bir an önce inşa etme, yaratma noktasında tam bir bilinç açıklığıyla hareket etmiştir. ‘87’de sadece TDKP’den kopulmamış, TDKP şahsında Türkiye’ye damgasını vurmuş 30 yıllık halkçı, popülist devrimcilik anlayışından kopmuştur.

32

Türkiye’de komünist hareket bundan tam 24 yıl öncesinde ortaya çıkmıştır. ‘87 kopuşuyla birlikte Ekim Hareketi TDKP’den ayrılarak ideolojide bilimsel sosyalizm bayrağına sarılarak yol yürümeye başlamıştır. Komünist hareket niceliksel olarak çok sınırlı güçleri olmasına rağmen, Türkiye devrim tarihinde niteliksel bir sıçrama yapmıştır. Devrimci ideolojiyi, Marksizm’i doğru kavrayarak onun maddi zemini olan devrimci sınıf içerisinde var olma, güç olma ve kadrolaşma, bununla birlikte illegal-ihtilalci partiyi bir an önce inşa etme, yaratma noktasında tam bir bilinç açıklığıyla hareket etmiştir. ‘87’de sadece TDKP’den kopulmamış, TDKP şahsında Türkiye’ye damgasını vurmuş 30 yıllık halkçı, popülist devrimcilik anlayışından kopmuştur. Ancak tüm bunlarla birlikte elbette Ekim Hareketi’nin de sahiplendiği hem bu coğrafyada hem de uluslararası ölçekte bir tarih, birikim ve deneyimler yığını vardır. Hiçbir şeyin yoktan var olmadığı bilinmektedir ve “geçmişi olmayanın geleceği de olamaz” denilerek sahiplenilen tarih Parti’nin 10. yılı vesilesiyle gerçekleştirilen gecede şöyle açıklanmıştır: “TKİP’nin dayandığı tarih, Komünist Manifesto’nun ilanıyla bilimsel pusulasını bulan, 1848 Devrimleri ile ilk devrimci itilimini kazanan, Paris Komünü ile yeni bir safhaya ulaşan ve nihayet Ekim Devrimi’nin büyük devrimci fırtınası ile bütün bir 20. yüzyıla damgasını vuran zengin, dopdolu, onur ve gururla anılan bir tarihtir. TKİP işte bu tarihten geliyor, buradan kök alıyor, bu kaynaktan besleniyor, bu birikime dayanıyor.

TKİP, yalnızca bu zengin uluslararası tarihi mirasa dayanmıyor. O, Türkiye’nin kendi öz ilericidevrimci birikiminin de en dolaysız bir ürünüdür. Mustafa Suphiler’in inanç dolu ilk adımları, Nazım Hikmetler’in ve Doktor Hikmetler’in en zor koşullardaki direnci ve davaya bağlılığı, ‘60’lı yılların topluma soluk aldıran taze sol rüzgarı, 71 Devrimcileri’nin, Denizler’in, Mahirler’in, İbrahimler’in devrimci çıkışı ve boyun eğmezliği, ‘70’li yılların coşku dolu devrimciliği, 12 Eylül’ün karanlık yıllarının umut dolu devrimci direnci, devrimci tarihimizin tüm bu birikimi, TKİP’yi dolaysız olarak besleyen kaynakları oluşturmaktadır. TKİP bu mirasa dayanıyor, bu kaynaklardan besleniyor, bu birikimin üzerinde yükseliyor. Bugünün Türkiye’sinde bu birikimi işçi sınıfı devrimciliği üzerinden yaşatıyor ve geleceğe taşıyor. TKİP’nin gerçek yaşına, mücadele geçmişine, devrimci deneyimine ve birikimine buradan bakmak gerekir. Biz her zaman buradan baktık, buradan bakıyoruz.” Komünist hareket böylesine büyük bir mirası sahiplenerek ortaya çıkmıştır. Geçmişteki sahiplenilen tüm deneyimleri doğruları ve

eksiklikleriyle birlikte Marksist bir tahlille eleştiriye tabi tutmuştur.

Yenilginin adı 12 Eylül: Öncesi ve sonrası

Türkiye sol hareketi 60’lardaki hızla gelişen kapitalistleşmeyle birlikte gelişip serpilmiştir. ‘80 öncesine gelindiğinde ise Türkiye tam anlamıyla kaynayan bir kazan durumundadır. Her anlamda devrimci koşullar oluşmuş, devrimci örgütler kitlelerle buluşarak onbinleri, yüzbinleri yürütecek bir duruma gelmiştir.

Devrimci mücadelenin bu kadar güçlü olmasına karşın 12 Eylül 1980 darbesi Türkiye devrimci hareketi için tam bir yenilgi, demoralizasyon ve tasfiye süreci olmuştur. Kitlelerin düzene karşı olan öfkeleri devrim kanalına akıtılamadığı gibi, birkaç istisna dışında, kitlelere önderlik eden devrimci partiler ve önderler darbeyle birlikte devrim davasına sahip çıkmamışlarıdır. Devrimci örgütler bu süreçten sonra tasfiye olmuş ve düzen içi yasal kanalların kullanılması amaçlaştırılmaya veya öncelik haline getirilmeye başlanmıştır. Böylece devrimci ufuk kaybolmuş yerine reformist ufuk gelmiştir. Dünya genelinde yaşanan ‘89 çöküşü bu sürece ayrı bir ivme kazandırmıştır. Tüm bu olumsuz tablo içinde Ekim Hareketi geçmişin geleneksel halkçı hareketlerinden koparak, yüzünü işçi sınıfına dönerek, buradan güç alarak önüne ilk hedef olarak partileşmeyi koymuştur. Sosyalizmin ve işçi sınıfının bittiğinin safsatalarının ilan edildiği, Sovyetler’in dağıldığı, dünyada ve Türkiye’de her anlamıyla bir gericiliğin yaşandığı bir dönemde tarihin gördüğü en ileri devrim olan Ekim Devrimi’ni rehber alarak “Yeni Ekimler için ileri!” şiarı yükseltilmiştir. Elbette bu Marksizm’e, işçi sınıfına ve devrimci örgüte sarsılmaz inancın bir ürünü olabilir ancak.

“Biz siyasal mücadele sahnesine çıktığımız dönemde, Ekim Devrimi’nin ürünü hemen tüm mevziler ve kazanımlar yitirilmişti. Bu, ‘89 yıkılışının hemen öncesi idi. Ama biz, tam da böyle bir dönemde, Ekim Devrimi’ni ışık seçtik kendimize. Ekim Devrimi’nden geriye kalan ve artık içi boşalmış olanın da yıkılıp gideceği bir sırada, “Yeni Ekimler için ileri!” şiarı ile ortaya çıktık. Tüm dünyaya egemen bu siyasal gericilik döneminde, anlamlı bir tercihle EKİM ismini benimsedik. Çünkü kapananın yalnızca kendine özgü bir dönem olduğunun bilincindeydik. Tarihin çarkı dönüyordu ve kapitalist dünyanın onulmaz çelişkileri, çok geçmeden yeni Ekimler’i insanlık için bir ihtiyaç haline getirecekti”. (“10. Yıl vesilesiyle Parti, Sınıf, Devrim, Sosyalizm Gecesi”nde yapılan “ Türkiye’nin devrimci geleceğine hazırlanıyoruz!”başlıklı konuşma...)


Ortaya çıkmasıyla birlikte dünyada ve Türkiye’de geçmiş mücadelelerin tüm deneyimlerini sınıfsal temelde Marksist bir eleştiriye tabi tutmuştur. Türkiye’de yıllardır devrimci örgütlerin işçi sınıfı deyip nasıl onunla sadece gönül bağının ötesine gidemediğini gözler önüne sermiştir. Dünya genelinde yaşanan modern revizyonizm ile sosyalizm deneyimlerini devrimci eleştirisini yapmıştır. Bunlar kaba bir inkarcılığa düşülmeden, tartışılmaz dogmalar tartışılarak yıkıcı bir eleştiri ve daha ilerisini yaratma inancı ve amacıyla yapılmıştır. Aslında bir bakıma yıkma ve yapma diyalektiği işletilmiştir.

Ekim Hareketi yüzünü hep işçi sınıfına dönmüştür. Küçük burjuva devrimciliğinden koparak sınıf devrimciliğini tercih etmiştir. Sınıf içerisinde hayat bulmaya çalışmış, kadroları ve illegal-ihtilalci örgütü buradan var etmeye çalışmıştır. ‘80’lerin sonuna doğru yükselen sınıf hareketi , ‘90’ların başında tekrardan gerilemiş buna rağmen kararlı ve inatçı bir şekilde sınıf içerisinde güç olmaya çalışmıştır. Mücadele sahnesinde yer aldığı ilk andan itibaren partileşmeyi, devrimin ve sosyalizmin partisini inşa etmeyi görev bilmiştir.

TKİP 13. mücadele yılında

Türkiye’de devrimin ve sosyalizmin partisi olan TKİP kurulalı 13 sene oldu. Komünistlerin ortaya çıktıkları ilk andan itibaren öncelikli hedefi olan devrimci partiyi inşa etme süreci 1998 Kasım’da “Devrim tarihimizde bir kilometre taşı: TKİP kuruldu!” diyerek gerçekleştirilmiştir. İşçi ve emekçileri sömürerek kendisini var eden bu düzeni yıkarak gerçek eşitliğe ve özgürlüğe kavuşulacağının bilincine varan Ekimciler bu aygıtı yaratabilmek için tüm güçlerini bu uğurda seferber etmesini bilmiş, uzun soluklu bir mücadeleyle sosyalizmi kuracak aracı yaratmışlardır. Bundan sonrası artık devrimci sınıfı örgütlemek, sınıfın kin ve öfkesini devrim mücadelesine akıtmaktır. Partinin ilanı burjuvaziye karşı açılan savaşın çağrısıdır. Bu savaş başta işçi ve emekçiler olmak üzere tüm ezilenlerin savaşıdır. Kızıl bayrak gönlere çekilerek devrim iradesinin ve inancının dosta düşmana karşı gösterilmesidir TKİP.

kongre gündemi metninde de tam da aynı açıklıkta vurgulanıyor. Biz hala ideolojik ve örgütsel kimliğini geliştirme çabası içinde olan, sınıfın en ileri unsurlarıyla birleşmeye çalışan, örgütlenmesini sınıf zeminine oturtmaya ve kadrosunun esas ağırlığını sınıf bilinçli proleterlerden oluşturmaya çalışan bir partiyiz. Bu anlamda, partinin gerçek bir kuruluşu anlamında, hala da bir parti inşa süreci içindeyiz. İnşa sürecini yeni bir düzeyde geliştirip sürdüren, buna ihtiyacı olan bir partiyiz…”

“Devrimci illegal örgütsel temel ve faaliyet, devrimci bir legal çalışmanın da temel koşulu ve gerçek güvencesidir. Partimizin konuya ilişkin değerlendirmelerinde her zaman vurgulandığı gibi, devrimci illegalite ile devrimci legalite birbirini koşullayarak diyalektik bir bütünlük oluşturur. Bunları birbirinden kopardınız mı ikisini da sakatlamış, devrimci işlevi yönünden boşa çıkarmış olursunuz. Devrimci illegalitesi olmayan, bu stratejik temele dayanmayan bir legalite, düzenin icazet alanına girmek ve oportünist bir siyasal akım olarak bozulup yozlaşmak anlamına gelir yalnızca. Ama tersinden, devrimci legaliteyi kullanamayan bir illegalite de yaşam gücü, hele de gelişip serpilme olanağı bulamaz. Bir çeşit komplocu bir yapılanma olarak geçici bir dönem için belki var olabilir, ama hiçbir zaman uzun vadeli bir yapılanma olmayı başaramaz ve bir örgütsel kalıcılık sağlayamaz...” (TKİP III. Kongresi Açılış Konuşması’ndan ve tutanaklarından)

“Parti, sınıf, devrim!”

Bu üçleme Ekimciler’in özü ve özetidir. Marksizm bu topraklarda gerçek anlamda Ekim Hareketi ile birlikte asıl anlamına ve önemine kavuşmuştur. Marksizm’in özü olan “Parti, sınıf, devrim” şiarı TKİP ile birlikte somutlanmıştır. Kurulduğu günden itibaren devrimci partide, devrimci sınıfta ve devrimde ısrarın adıdır TKİP. Bolşeviklerin gerçekleştirdiği Ekim devrimiyle açılan proleter devrimler çağına, TKİP bir yenisini daha eklemek iddiasındadır.

Marksizm bu topraklarda gerçek anlamda Ekim Hareketi ile birlikte asıl anlamına ve önemine kavuşmuştur. Marksizm’in özü olan “Parti, sınıf, devrim” şiarı TKİP ile birlikte somutlanmıştır. Kurulduğu günden itibaren devrimci partide, devrimci sınıfta ve devrimde ısrarın adıdır TKİP.

Partinin ilanıyla birlikte sermaye devleti devrirmek için saldırmış ancak gereken yanıt o derece açık ve net olmuştur. Ölüm oruçlarında ve Ulucanlar’da Parti her anlamıyla alnının akıyla çıkmasını bilmiştir. Yıkamayan darbe güçlendirmiştir.

TKİP 3. Kongresi: Partileşme süreci devam ediyor!

Gerçekleştirilen 3. kongreyle birlikte TKİP hala inşa sürecinin devam ettiğini belirterek, işçi sınıfının ve devrimin partisi olmak için tüm güçlerini sınıfla etle tırnak gibi olmaya çağırmış, soldaki tasfiyeci cereyana karşı bir kez daha “Devrimci örgüt yaşamsaldır!” sözünü kendisine pusula edinmiştir. “Biz hala partileşme sürecinin ilk aşamasındayız ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu ilk aşamanın da henüz ilk adımlarındayız. Hatırlayacağınız gibi bu,

33


Ekim Devrimi: İşçi sınıfının zaferi Ayhan Z. Tozkoparan Tarihsel olay ve olgulara objektif yaklaşabilen her kişi onaylayacaktır: Sosyalist Ekim Devrimi, 20. yüzyılın en önemli toplumsal olayıdır. Gerçekleşmesiyle dünya işçi sınıfına ve insanlığa büyük bir umut ve eşsiz bir ilham kaynağı oldu. Yaşanılan yenilgi ise dünya çapında, buna eşdeğer ölçüde bir karamsarlık ve siyasal gericilik ortamı yaratmıştır.

1905 Devrimi, 1871'deki Paris Komünü'nden sonra Avrupa'da işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşmiş ilk devrimdi. Bolşevikler, 1917 sonrasında bunu Ekim Devrimi'nin bir “genel provası” olarak nitelemişlerdir. Basit ve tekil grevlerin nasıl bir çığ gibi genel greve dönüştüğü, nasıl olup da bir silahlı işçi ayaklanmasına vardığını anlamak için bu deneyimi iyi irdelemek gerekir.

34

Her şeye rağmen marksist öğretinin pratikte uygulanması anlamında, çok boyutlu bir toplumsal laboratuar işlevi gördü. “Geçmişi aşarak geleceği kazanma” kararlılığında olan bizler Ekim Devrimi'ni öncesi ve sonrasıyla iyi kavramak durumundayız. Okuduğumuz yazı ise bu zengin deneyimi yalnızca belli yönleriyle ve sınırlı biçimde işleyecek.

1905 Devrimi'nin deneyimi

1905 Devrimi, 1871'deki Paris Komünü'nden sonra Avrupa'da işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşmiş ilk devrimdi. Bolşevikler, 1917 sonrasında bunu Ekim Devrimi'nin bir “genel provası” olarak nitelemişlerdir. Basit ve tekil grevlerin nasıl bir çığ gibi genel greve dönüştüğü, nasıl olup da bir silahlı işçi ayaklanmasına vardığını anlamak için bu deneyimi iyi irdelemek gerekir.

1905, işçi yığınlarının öncesinde görülmemiş şekilde yaygınlaşan siyasal grevlerine sahne oldu. İşte Bolşevik Parti'nin boy verdiği bu aynı toplumsal kaynaşma ortamıdır. 1905 Devrimi, “... Çarlığın baskı rejimi altında yeraltına itilmiş işçi hareketinin, buradan fışkırmasıyla açığa çıkmasını sağladı. ... Orada görünen 'siyasal gericilik' koşullarıydı; sendikal mücadelenin denetimli ve planlı bir aracı olan grev silahının siyasal kitle grevi olarak bambaşka bir kimliğe bürünüşüydü; aniden patlak veren kitle hareketlerinin mevcut örgütlenmeleri aşarak yeni örgütsel biçimler yaratışıydı; sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ile bu örgütlenmelerin alternatif iktidar organlarına dönüşme eğiliminde oluşuydu; ve nihayet bütün bu koşullara ayak uydurabilecek, bunlar için hazırlanmış yeni tipte bir devrimci işçi partisine duyulan ihtiyaçtı.” [1]

Rosa Luxemburg “Kitle Grevleri, Sendikalar, Partiler” adlı eserinde 1905 Devrimi'nin “işçi hareketinin gelişmesinde yeni bir çağ açtığını” belirtiyor. 1905 Devrimi, gerek gelişim seyri içinde fiili önderliğini ve başlıca gücünü işçi sınıfında bularak gerekse istemleri açısından, her bakımdan burjuva devrimin sınırlarını zorladı. Dünya ölçeğinde proleter devrimlerin yeniden güncel hale geldiğine işaret ediyordu. Bunu isabetle gören ve gereğini yerine getiren Lenin ve Bolşevikler aynı zamanda “uzunca bir zamandır, bütün Avrupa'da bir düzen içi hareket haline gelmiş olan

sosyalizme, devrimci içeriğini de iade etmiş oldular.” [2]

Yenilgi yılları ve akıntıya karşı yürüyüş

Yenilgiye uğrayan ve geri çekilen devrim, Rusya'daki devrimci harekette tasfiyeci bir cereyana yol açtı. Örneğin, devrim sırasında mangalda kül bırakmayan Plehanov, ayaklanmanın tüm Çarlık'ta kanla bastırılmasının ardından “silahlara sarılmamalıydık!” diyecekti.

Lenin ise olayların fitilini ateşleyen Kanlı Pazar olaylarını değerlendirirken “9 Ocak 1905 proletaryanın devrimci enerji deposunu ve sosyal demokrat örgütün tüm yetersizliğini açığa çıkardı” ifadesini kullanıyor. [3]

Devrimin geri çekilmesinin yarattığı fiziksel ve moral tahribat, Bolşevikleri dışta tutarsak tüm Rusya “marksist” hareketinde ideoloji ve örgüt alanında yasalcı eğilimleri besledi. Komünistler ise siyasal gericilik yıllarında ayakta kalmasını bildiler. Yaşanan görkemli başkaldırının ne ilk ne de son olduğunun bilinciyle fabrika temelinde devrimci sınıf çalışmalarını kesintisiz sürdürdüler. Dahası aynı dönemden örgütsel zaaflarını aşarak ve güçlenerek çıktılar.

Sovyetlerin doğuşu ve devrimci parti ile ilişkisi

İşçi temsilcileri sovyeti 1905 yılında St. Petersburg'da grevdeki işçilerin geçinebilmesi için başlatılan dayanışma ağı ile oluşturuldu. İlk başta ilgili sektörden daha sonra St. Petersburg'un çoğu fabrikasından işçi temsilcileri biraraya geldi. Bu amaçla doğan birliktelik devrimin yürütülmesinde bir karargâh işlevi görebildi, hızla diğer kentlerde de çoğaldı.

Rusçada “meclis” anlamını taşıyan sovyetler önceden herhangi bir siyasal odak tarafından tasarlanmış değil, devrimin ve mücadelenin ihtiyaçlarından doğmuş bir örgütsel şekillenişti. 1917'ye gelindiğinde işçilerin zihninde 1905'in deneyimi devrimci anıları canlandı ve mücadelenin bu aynı ihtiyaçları onları bir kez daha sovyetleri oluşturmaya yönlendirdi. Lenin bu kitle örgütlerine bakış açısının nasıl olması gerektiğini söyle anlatıyor: “İşçi vekilleri sovyeti mi, parti mi? Sorunun böyle konulmaması gerektiğini düşünüyorum, yine de mutlaka şu cevaba varılmalı: hem işçi vekilleri sovyeti hem parti. Esas önemli soru sovyetin görevleri ile RSDİP'ninkilerin nasıl paylaştırılacağı ve nasıl koordine edileceğinden ibarettir. Sovyetin herhangi bir partiye kayıtsız biçimde katılması hatalı olur gibi geliyor bana...” [4] Açık bir iktidar perspektifi, davaya olan inanç


ve bağlılık, kendi üzerlerine düşen sorumluluk ve konumlanışları konusunda açık bir misyon duygusu... Tüm “bu bakış açısıyla Bolşevikler 1905 Devrimi sırasında olduğu gibi onu izleyen gericilik döneminde de faaliyetini sürdürebilen ve deneyimin taşıyıcısı olan bir devrimciler örgütünü ayakta tutmayı başardılar.

Bu nedenle ki 1917'ye gelindiğinde Bolşevik Partisi sovyet içinde en hızlı büyüyen ve önderliği ele geçirebilen tek örgütlü güç olarak belirdi. 1905 ile 1917 arasında birçoklarından farklı olarak Bolşevikler 1905'in derslerini çıkarmakla kalmadılar. Bunu bir örgütsel süreklilik içinde 1917'ye kadar taşıyan da onlardı.” [5]

“1917 Ekimi”ne giden süreç

Emperyalist Paylaşım Savaşı hem Bolşevikler hem de devrime giden sürecin seyri açısından bir dönüm noktası oluyor. 1911'de işçi sınıfındaki canlılık 1914'te savaşın başlaması ile yerini mücadelede müthiş bir durgunluğa bırakıyor. Sosyal demokrasinin ihaneti ve savaşta kendi ülke burjuvazisini destekleyen yurtseverlik politikaları ile II. Enternasyonal’i iflasa sürüklüyor.

Komünistler “savaşa karşı iç savaş” belgisi ile emperyalist paylaşım kavgasını, içerde burjuvazinin iktidarını yıkmanın, proletaryayı iktidara taşımanın bir olanağı olarak değerlendiriyorlar. İlk başta kendi burjuvazisine vuran bu “devrimci yenilgicilik” politikası sınıf içerisinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Ancak 1917'ye yaklaştıkça toplum savaşın yarattığı yıkım ile birlikte komünistlerin izlediği çizginin haklılığını kavrıyor. Ve Dünya Savaşı sosyalist devrime giden yolda kritik bir dönüm noktası oluyor. ***

1917 Şubatı'nda gerçekleşen burjuva demokratik devrim sonrasında çarlık otokrasisi devriliyor ve “geçici hükümet” kuruluyor. Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler; Kadetler ve tüm diğer burjuva parti ve fraksiyonlarla beraber geçici hükümette yer alıyor. Sonraki süreçte sosyalist devrim karşısında açık şekilde karşıdevrimci bir rol üstleniyorlar.

Bolşevik Parti ise 1905 ve 1917 Şubat Devrimi okullarında okumuş proletaryaya iktidarı işaret ediyor ve “Tüm iktidar sovyetlere!” belgisini benimsiyor. Ekime kadarki süre geçici hükümet ile sovyetler arasındaki bir ikili iktidar durumu olarak yaşanıyor. “Bolşevik Partisi 28 Ağustos'ta işçi semtlerinde giriştiği kampanyayla en az 40.000 yeni işçiyi silahlandırarak Kızıl Muhafız birlikleri kurdu.” [6] Bolşevik Parti'nin sözü geçen silahlı kanadı devrimden sadece 2 ay gibi kısa bir süre önce oluşturulmasına rağmen, devrimci çalışmanın o güne kadarki birikimi ve yığınlar üzerindeki etkisi, silahlı işçi ayaklanmasının başarıya ulaşması için yeterli oldu.

Yeni Ekimler için...

1917 Ekim'inde gerçekleşen sosyalist devrim, insanlığa kapitalizmden başka bir dünyanın mümkün olduğunu, bu dünyanın işçi ve emekçilerinin ellerinin üzerinde yükseldiğini göstermiştir. Merkez Komite'nin kongreye sunulan 27 Mart 1922 tarihli siyasi raporunda Lenin şu ifadeleri kullanıyor: “... ve onu kurtuluşa ulaştıran

Ekim Devrimidir. Bu devrimle kazanılmış olanlar geri alınamaz. Dünyadaki hiçbir güç ne bunu ne de Sovyet Devleti'nin yaratmış olduğu etkiyi silebilecek. Bu tarihsel bir zaferdir. Yüzyıllardır devletler burjuva modellere göre inşa edildi ve ilk kez burjuva olmayan bir devlet biçimi keşfediliyor. Bizim devlet aygıtımız hatalı olabilir ancak icat edilen ilk buharlı makinenin de kusurlu olduğu söyleniyor. Kimse onun çalışıp çalışmadığını bile bilmiyor ancak önemli olan bu değil. Asıl mesele onun icat edilmiş olmasıdır. İlk buharlı makinenin hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile bugün buharlı makinelere sahibiz. Farz edelim bizim hükümet aygıtımız da fazlasıyla kusurlu, yine de bu onun kurulduğu gerçeğini değiştirmez. Tarihteki en önemli buluş yapılmıştır; proleter tipte bir devlet yaratılmıştır.” [7]

1917 Ekim'inde gerçekleşen sosyalist devrim, insanlığa kapitalizmden başka bir dünyanın mümkün olduğunu, bu dünyanın işçi ve emekçilerinin ellerinin üzerinde yükseldiğini göstermiştir

Lenin Ekim Devrimi'nin 4. yıldönümü üzerine yaptığı konuşmada ise şöyle sesleniyor: “Biz başlangıcı yaptık. Tam olarak ne zaman ve hangi ülkenin proleterleri tarafından bu süreç tamamlanacak, bunun bir önemi yok. Önemli olan şu, (artık) buz kırılmış, yol açılmıştır, (yürünmesi gereken -yazar) yol gösterilmiştir.” [8]

94 yıl önce kapitalist karanlığı yaran Sosyalist Ekim Devrimi, tüm insanlığa umut olmuştu. İnsanların kölelik zincirlerine mahkum, patronlara mecbur olmadıklarını göstermiştir. Ve Ekim Devrimi tüm güncelliğini koruyarak işçi sınıfına ve ezilen halklara yol göstermeye devam ediyor. 1)1905 Rus Devrimi, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, bölüm 17, s. 522 2)1905 Rus Devrimi, a.g.e. , s. 510

3)Lenin, Devrimi örgütlemeli miyiz?, Bütün Eserler, c.8, s. 163

4)Lenin, Görevlerimiz ve İşçi Vekilleri Sovyeti, a.g.e. , c.10, s.12

5)1917 Ekim Devrimi, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, bölüm 18, s. 523 6)1917 Ekim Devrimi, a.g.e. , s. 539

7)Eleventh Congress of the RCP (B), Lenin's Collected Works, volume 33, p. 241, 27 March 1922 8)Fourth Anniversary of the October Revolution, a.g.e. , p.58, 14 October 1921

35


Alman Kasım Devrimi…

“Vardım, Varım, Varolacağım!” “Berlin’de düzen sürüyor!.. Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin düzeniniz. Devrim daha yarın olmadan, zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır! Ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: ‘Vardım, varım, varolacağım!’”Rosa Luxemburg “Sıkı durun! Kaçmadık. Yenilmedik... Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir... Bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen.” Karl Liebknecht

1890'lı yılların sonlarına doğru Almanya’da, gelişen sanayiyle birlikte güçlü bir işçi sınıfı oluşmuştu. Ülkedeki Marksist birikimin de etkisiyle Alman işçi sınıfı, örgütlülüğünü diğer ülkelere oranla çok daha geniş kitlelere maletmişti. Öyle ki işçi sınıfını temsil eden Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), I. Dünya Savaşı’ndan önce 1 milyon üyesiyle, 90 yayınıyla ve binlerce yerel örgütüyle dünyanın en büyük ve en etkili sol partisi haline gelmiş, II. Enternasyonal siyasetinin belirlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Fakat SPD, 1891'deki Erfurt Kongresi'nde işçi sınıfının devrimci mücadelesini bir kenara bırakarak, sistemle girdiği uzlaşı içinde parlamenterist bir çizgiye oturdu. Varlığını ve gücünü oluşturan işçi sınıfına reformist bir program dayatarak devrime sırt çevirdi. Partinin bu tutumuna muhalif olan ve devrimci mücadele gerekliliğini savunan bir sol kanat vardı. Rosa Luxemburg ve arkadaşlarının oluşturduğu sol kanat yeterince güçlü olmadığı gibi, işçi sınıfından bağlarını koparmamak için bir ayrılık politikası da yürütmüyordu.

II. Enternasyonal’in 1907’deki Stuttgart Kongresi, savaşın yaklaşması durumunu görüşerek bazı kararlar aldı. Bu kararların özünü en etkin araçları kullanarak savaşın başlamasını engellemek, başladığı durumda ise bir an önce bitirilmesine dair faaliyet yürütmek ve sonucunda doğacak olan ekonomik ve politik durumdan faydalanarak kapitalist sınıfın yönetimini devirmeye çalışmak oluşturuyordu. Buna rağmen SPD, 4 Ağustos 1914'te tarihsel bir ihanete imza atarak, Alman parlamentosunda savaş kredileri lehinde oy kullandı. İşçi sınıfını vatan savunmasına yöneltme politikasını, her türden politik örgütlenme aracını (sendikalar vs.) kullanarak, kitleleri etkilemeye çalışarak devam ettirdi. Parti içindeki sol grup ise bir yandan savaş karşıtı muhalefeti örgütlerken, bir yandan da partili işçileri emperyalist kapitalizme karşı devrimci bir temelde mücadeleye çekmeye çalışmıştı. Komünist önderlerden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in başını çektiği bu grup, çok geçmeden partiden ayrılarak Spartakistler Birliğini kurdu.

1917 baharında Almanya'da 200.000 işçi greve çıkmış ve bu grevle birlikte ilk işçi konseyi kurulmuştu. Fabrikalarda işçilerin seçim yoluyla kurdukları Konseyler, sadece ekonomik talepler değil, savaşa karşı, siyasi tutukluların serbest bırakılması, sansürün durdurulması gibi siyasi talepler ileri sürüyorlardı. İşçiler siyasal örgütlenme ve mücadeleyi Devrimci İşçi Temsilcileri (DİT) olarak gerçekleştiriyorlardı.

36

Alman işçi sınıfı, Rusya'da işçi sınıfının Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirmesinden etkilenerek devrimci mücadeleye hız verdi. 1918 yılında greve çıkan işçi sayısı

milyonları buldu. Hareket o denli gelişmişti ki, hükümetin her türden baskısına ortak olmasına rağmen SPD bile Büyük Berlin İşçi Konseyi içinde yer almak ihtiyacı duydu. İşçi sınıfı yaşanan ihanete karşın yine de SPD’yi kendi partisi olarak görüyordu.

Ordunun ve hükümetin savaşı sürdürmeme kararına karşın, 27 Ekim 1918 günü Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, donanmaya, İngilizlere karşı yeni bir saldırı emri verdi. Daha önce savaşa karşı 1917 Ağustos’unda ayaklanmış Kiel denizcilerinin bu emre karşı çıkması sonucu yeni ayaklanma patlak verdi. Kasım ayının başından itibaren asker konseyleri kurulmaya başlandı. Birçok yerde işçi konseyleri kuruluşu da sürüyordu. Aynı günlerde Bağımsız Alman Sosyal Demokrat Partisi (USPD; SPD’den 1917’de ayrılan savaş karşıtlarının kurduğu parti) Berlin temsilcileri, DİT ve Spartakistler bir ayaklanma planı hazırladılar ve tarih olarak 11 Kasım’ı belirlediler. 9 Kasım'da Berlin’de genel greve gidildi ve sokakları silahlı işçi ve askerler doldurdu. Hükümetle pazarlığını imparatorun çekilmesi üzerine yapan SPD, gelişmeler karşısında hareketi destekliyor gibi görünmek için hükümetten çekildi.

Ardından imparator’u ikna eden SPD, Cumhuriyet’i ilan ederken USPD’yi de hükümete katarak tarafına çekmeyi başardı. Bu gelişmelerden iki saat sonra Karl Liebknecht sarayın balkonundan “Sosyalist Cumhuriyet” in kurulduğunu açıkladı. Bu haliyle ikili bir iktidar ortamı oluştu: Bir yanda USPD ve SPD’nin kurduğu “Halk Temsilcileri Konseyi”, diğer tarafta İşçi ve Asker Konseyleri. Ancak bu süreçte karşı devrimin güçlenmesine engel olacak devrimci dönüşümler sağlanamadı. 1918 yılının son aylarında Berlin İşçi ve Asker Konseyleri üyeleri hakkında tutuklama kararı çıkması ayaklanmalara neden oldu. Spartakistlerin başını çektiği olaylara müdahale eden SPD’li Otto Wels, kitlenin üstüne ateş emri vererek 14 kişinin ölümüne yol açtı. Ardından USPD konseyden çekildiğinde Halk Temsilcileri konseyi de, İşçi ve Asker Konseyleri de yalnızca SPD'den oluşuyordu. Bu dönemde işçi sınıfının devrimci mücadelesini yükseltmek için Spartakistler Birliği diğer sol gruplarla birlikte KPD’yi (Alman Komünist Partisi) kurdu.

4 Ocak günü USDP'li Berlin polis şefinin görevden alınması yeni bir ayaklanmanın alevlenmesine neden oldu. Hükümetin tutumunu protesto etme kararı USPD, KPD ve Devrimci İşçi Temsilcileri tarafından hükümeti devirmek için genel grev ve gösteriye dönüştürüldü. Devlet aygıtlarının bir kısmının ele geçirildiği bu dönemde Devrimci Komite, hükümetin devrilmesi konusunda tereddüt yaşamaktaydı. SPD ise karşıdevrim saldırısında gecikmedi ve 13 Ocak günü askerleri ve Freikorps (Gönüllü Birlikleri)'ni göndererek devrimcileri katletti. Alman Devrimi'nde öncü rolü olan iki komünist önder Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ise 15 Ocak'ta öldürüldü. Onların katledilmesi, sosyal demokrasi tarafından işçi sınıfına karşı işlenen en büyük ihanetlerden birinin son halkasıdır. Komünist önder Rosa Luxemburg'un da söylediği gibi, işçi sınıfının nihai amacına ulaşması için bir devrim olacaksa, bu, kapitalizme karşı göğüs göğüse verilecek olan bir sosyalizm mücadelesiyle olacaktır.

Y. Toprak

Ekim Gençliği / Sayı: 121, Kasım 2009


25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü…

Kadına yönelik şiddete “Razı değiliz!”

Latin Amerika ülkelerinden Dominik’te 1930’larda yönetimi ele geçiren Rafael Trujillo, 1960’lara gelindiğinde diktatörlük rejimini devam ettirmekteydi. Mirabel Kardeşler olarak tanınan üç kız kardeş, Patria, Minerva, Maria Teresa kurdukları Clandestine Hareketi’yle Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele yürütüyorlardı. Sergiledikleri inançlı ve kararlı mücadele ile emekçilerin sembolü haline gelen bu hareket, diktatörlük için büyük bir tehlike olarak görülüyordu. Devlet tarafından çok kez ağır baskılara maruz kalan, hapis cezalarına çarptırılan bu üç kız kardeş, tarihler 25 Kasım’ı gösterdiğinde yine devlet güçleri tarafından tecavüz edilerek katledildi. 1981’de Kolombiya’da toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü” olarak kabul edildi.

Kapitalizm şiddet üzerine kuruludur!

Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım’ın mücadele günü olarak ilan edilmesindeki asıl hedef, Mirabel Kardeşler’in katledilmesinde simgeleşen sistemin şiddetine karşı çıkmaktır. İnsanın insanı sömürmesine dayalı kapitalist sistem, ayakta kalabilmek için işçi emekçi kitleleri sindirmek ve susturmak, sınıfa boyun eğdirmek zorunluluğunu hissetmekte, bunun için de şiddetin her türlüsüne başvurmaktadır. Sermaye devletinin neoliberal saldırıları, beraberinde işsizliği ve yoksulluğu derinleştirmektedir. İşçi emekçilere güvencesiz, sigortasız, esnek çalışma koşulları dayatılmış, bu da bu sınıfın kadınlarını daha çok etkilemiştir. Çalışma hayatında, kadın emeği ucuz emek olarak görülmekte, bazı sektörlerde sırf bu nedenle tercih edilmektedir. Pek çok fabrikada işçiler kayıt dışı çalıştırılmakta, bu nedenle herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bulunmaktadır. Bu kayıt dşı işçilerin de büyük bir bölümünü yine kadın işçiler oluşturmaktadır.

Kapitalist sömürü düzeninin yarattığı işsizlik, bazı dönemlerde azalırken, bazı dönemlerde artış gösterebilir. Ekonomik büyümenin fazla olduğu dönemlerde işgücü açığını kapatmak için kapitalistlerin işe alacağı ilk yığınlar ucuz işgücü oldukları ölçüde kadınlar olmaktadır. Kriz dönemlerinde de ilk olarak onlar işten çıkarılmaktadır. Patronun ücretli kölesi durumunda olan işçi kadınlar, işten arta kalan zamanlarında ev içinde de kocasıyla, çocuklarıyla ilgilenmek, ev işlerini (yemek, temizlik vb.) yapmak üzere “görevlendirilmişlerdir”. Kadını cinsel meta olarak gören burjuva ideolojisinin yoksulluğu, işsizliği derinleştirdiği bir dönemde, kadın bedeni de metalaştırılmış, sermayenin pazarlama aracı halini almıştır. Burjuvazinin her şeye kar mantığıyla yaklaştığı günümüzde, fuhuş özendirilmekte, genelevler devlet izniyle açılmakta, genelev ve eğlence sektörü, vergi rekortmenliğinde ilk sıralarda yer alabilmektedir.

Taciz, tecavüz, ölüm…

Kapitalizmin erkek egemen doğasından kaynaklı olarak kuşkusuz ki kadınlar daha fazla sömürüye, şiddete maruz kalmaktadır.

Her ay basına yandığı kadarıyla onlarca kadın, tacize, tecavüze uğramaktadır. Kadını cinsel meta olarak gören ve bunu topluma bütün

araçlarıyla enjekte eden sermaye devleti, kadınları korumak bir yana, yasalarıyla da tecavüzü, tacizi adeta teşvik etmektedir. Son dönemde Yargıtay’ın 13 yaşındayken içlerinde devlet memurlarının da yeraldığı 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç. hakkında “26 kişiyle kendi isteği ile birlikte olduğu” kararı bunun en somut göstergelerinden yalnızca biridir. N.Ç. davası, özünde sistemin tüm kurumlarıyla kadına ve kadına yönelik şiddete bakışının özü ve özetidir. Kadınlar, evde aile içi şiddete maruz kalırken, bugün hala başlık parasına satılabilmekte, bazıları töre-namus adı altında öldürülmekte, sokak ortasında kurşunlanmaktadır. 13-15 yaşındaki kız çocukları bile taciz edilmekte, tecavüze uğramaktadır.

Ezilen bir halk olarak Kürt halkının ve özelde Kürt kadınlarının yaşadıkları sömürü ve şiddet kuşkusuz ki çok daha ağırdır. Kürt kadınları, fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddetin tümüne maruz kaldıkları gibi, devlet şiddetini de doğrudan yaşamaktadırlar. Ulusal kimliği yok sayılan, evlerini terk etmek zorunda kalan, göçe zorlanan, gözaltına alınan, gözaltında ve hapishanede tacize, tecavüze uğrayan Kürt kadını ayrımcılığa, sömürüye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Kadına yönelik şiddet, yalnızca ülkemizde yaşanmıyor. Bazıları İran’da recm cezasına çarptırılıp taşlanarak öldürülürken ya da Afganistan’da, Irak’ta, emperyalizmin el attığı her yerde, işgalci ordunun askerleri tarafından tecavüze uğrarken, bazıları açlıktan ölmemek için kendi bedenlerini BM askerlerine satmak zorunda bırakılabiliyor. Sözde “modern” batı ülkelerinde bile şiddetin her türlüsü ile karşı karşıya geliyorlar.

Sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, eşit ve özgür bir dünya için mücadele eden kadınlar da sermaye devletinin şiddetine maruz kalmaktadır. Gözaltında tacize uğramakta, kaçırılıp tehdit edilmekte, hapishanelerde cinsel şiddeti yaşamaktadır.

Şiddetin kaynağı kapitalizme karşı mücadeleye!

Tüm bu örnekler gösteriyor ki, şiddetin kaynağı asıl olarak, emperyalist-kapitalist sömürü düzenidir. Genel olarak şiddete, özel olarak kadına yönelik şiddete karşı mücadele bu nedenle düzene yönelmek zorundadır.

Kadın üzerindeki her türlü sömürünün, ayrımcılığın, şiddetin ortadan kalkması, kadınların örgütlü mücadele içinde daha fazla yer almasıyla ve sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle doğrudan ilişkilidir. Kadın hareketlerinin en yoğun olduğu dönemler, işçi sınıfının en hareketli olduğu dönemlerdir. Bu nedenle, küçük burjuva feminist örgütlenmelerin, kadın sorununu sınıfsal niteliğinden bağımsız değerlendirmelerinin herhangi bir tarihsel gerçekliği bulunmamaktadır.

Başta komünistler olmak üzere, ilerici ve devrimci güçlerin önünde duran en önemli görevlerden biri, emekçi kadının toplumdaki sınıfsal konumunun farkına vardırarak bilinçlenmesini sağlamak, işçi ve emekçi kadınlarla sınıf mücadelesini büyütmektir.

D.Kaya

37


Genç komünistler Alaattin’in izinde!

Komünist bir işçi olan ve örgütlü mücadele yürüten Alaattin yoldaşın katledilmesinin arkasında, kuşkusuz ki çürümüş burjuva düzeninin bu kimlikten duyduğu korku yatmaktadır. Partinin seçkin bir üyesi olan Alaattin yoldaşın yaşamı, düzen güçlerinin duydukları korkuda ne kadar haklı olduklarını göstermektedir.

Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) militanı Alaattin Karadağ 19 Kasım 2009'da bir cinayet şebekesi gibi çalışan Avcılar-Esenyurt polisi tarafından katledildi. Alaattin yoldaş parti afişlerini astığı sırada polislerle girdiği çatışmada yaralı olarak ele geçirilmiş, ardından da katledilmiştir. Sermaye devletinin eli kanlı polis şebekesi yargısız infaz yaparken, aynı düzenin mahkemeleri de bu eli kanlı katilleri aklamaya çalışmaktadır. Açıktır ki sorumlu polisi ve yargısıyla katil devlettir. Hesabını da verecektir. Komünist bir işçi olan ve örgütlü mücadele yürüten Alaattin yoldaşın katledilmesinin arkasında, kuşkusuz ki çürümüş burjuva düzeninin bu kimlikten duyduğu korku yatmaktadır. Partinin seçkin bir üyesi olan Alaattin yoldaşın yaşamı, düzen güçlerinin duydukları korkuda ne kadar haklı olduklarını göstermektedir.

Sınıf bilinçli bir işçi...

1978 Antakya doğumlu Alaattin yoldaş ArapAlevi kökenli yoksul bir ailenin çocuğudur. İlkokulu bitirdikten sonra eğitimine devam edememiş, işçi olarak çalışmaya başlamıştır. 1996 yılından beri parti saflarında örgütlü mücadele yürüten Alaattin yoldaş, 1999 Mart'ından beri de parti üyesi olarak mücadeleyi sürdürmüştür.

2001'de İzmir'de fabrikada örgütlü bir işçi olarak çalışma yürüttüğü dönemde, bir işçi mitinginde gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Tutukluluğu sırasında sürmekte olan Ölüm Orucu eylemine katılmıştır. Zindandan çıktıktan sonra örgütlü mücadelesine İstanbul'da devam etmiştir. Bu dönemde fabrika çalışmalarının birinde sağ elinin dört parmağını bir iş kazasında kaybetmiştir. Bu kaza Alaattin yoldaşın kavgadan geri durmasına değil tersine sınıf kininin daha çok bilenmesine sebep olmuştur.

38

Partinin Alaattin yoldaşı genellikle parti üst düzey yöneticileri için kullanılan “seçkin üye”

olarak nitelendirmesi boşuna değildir. Alaattin yoldaş mücadeleye bakışı, kavrayışı ve pratiği ile bu tanımlamayı hak etmektedir. İstanbul’da bir alt bölge komitesi üyesi iken bir ile il komitesi üyesi olarak atandığı dönemde yeni görevine gitmek üzereyken afişleme çalışması yürütmesi ve bu faaliyet esnasında katledilmesi bile bunu kanıtlar niteliktedir. Katledildiği sırada kendisinden daha genç olan yoldaşını canı pahasına koruması ise bunun başka bir örneğidir.

Alaattin yoldaş ölümüyle partiyi onurlandırmıştır. Ancak yaşamına yukarıda anlatılan kısa özet çerçevesinde bile bakmak onun yaşamıyla da partiyi onurlandıran bir komünist olduğunu göstermektedir. Alaattin yoldaş Habib, Ümit ve Hatice yoldaşlar gibi yaşamıyla da ölümüyle de biz genç komünistlere yolumuza ışık tutmaktadır.

Alaattin yoldaşın yolundan partiye, devrime, sosyalizme!

Alaattin yoldaş, III. Parti Kongresinde “Şu an partinin en büyük ihtiyacı yeterli sayıda eğitimli ve donanımlı insandır, yani kadrodur. Partimizin geleceği ne kadar kadrolaşacağına da sıkı sıkıya bağlıdır” denilerek özetlenen ve son dönemde döne döne altı çizilen kadro ihtiyacının tam anlamıyla karşılığı olan isimlerden birisidir. Alaattin yoldaş, kendisini geliştirme azmi, kararlılığı, direnişçi kimliği ile bu çağrıya yanıt vermiştir.

Genç komünistler Alaattin yoldaşın gittiği yolda, onun bilinci ve azmi ile mücadeleyi büyütme sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar. Alaattin yoldaşı gerçekten sahiplenmek ve yaşatmak ancak bu bakış açısı ile gerçekleşecektir. Bu bilinçle devrimin ve partinin ihtiyaçlarını karşılayan kadrolar olabilmeli ve Alaattin yoldaşı kavgamızda yaşatabilmeliyiz. B. Bahar




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.