Kavganın baharında gençliği devrime kazanalım! Kavga seslerinin yükseleceği bahar günleri yaklaşıyor. Bugüne kadar olduğu gibi, bu bahar dönemi de kitlelere devrim bayrağını yükseltme çağrısı yapacak. Bu iddia devrimci bir iyimserliğin ürünü değil elbette. Bahar günlerini kavganın ajitatörü yapan şey, tarihsel süreci içinde işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen halkların, emekçi kadınların ve devrimci gençliğin ödediği bedellerle sembolleşen tarihlerin birliğidir. Emekçi kadınların daha gür bir sesle haykırdığı 8 Mart'la başlayan süreç, katliamların ve direnişlerin tanığı günlerle devam etmekte; başta Kürt halkı olmak üzere, ezilen halkların özgürlük ateşleri yakılan Newroz alanlarından işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele gününe uzanan mücadele çığlığının taşıyıcısı olan bahar günleri, devrim bayrağının daha yükseklere taşınacağı bir ruh ve coşku yaratmaktadır.
Mücadele tüm dünyada yükseliyor Bahar sürecine girdiğimiz şu günler, dünyanın hemen tüm bölgelerinde işçi sınıfı ve emekçiler ile gençlik kitlelerinin sokaklara akmasına tanıklık ediyor. Dünyanın kaynayan kazanı Ortadoğu ve özellikle de Mısır, yeni ayaklanmalara gebe olduğunun işaretlerini veriyor. Bir dizi Avrupa ülkesinde emekçiler, hakları ve gelecekleri için meydanlara çıkıyor. Afrika ve Amerika kıtalarındaki ülkelerin emekçileri de grev ve direnişlerle diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin seslerine ses katıyor. Geniş gençlik kitleleri de tarihin akışındaki yerini alıyor. Gençlik, gerek Ortadoğu'da gerek diğer kıta veya ülkelerde kurulan mücadele barikatlarının başında bekliyor. Geleceğini gaspeden kapitalist asalaklardan hesap sormanın hazırlıklarını yapıyor. Öte yandan, dünya yeni bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine giriyor. Başını ABD'nin çektiği emperyalist haydutlar, kendilerine yeni sömürü alanları açabilmenin stratejilerini çiziyorlar. Avrupa ülkelerinde İMF patentli kemer sıkma politikaları ile emekçileri sefalete mahkum ederken Ortadoğu halklarını ise emperyalist savaşın ve saldırganlığın hedefi haline getiriyorlar. Fakat tüm savaş ve saldırganlık planlarına rağmen kapitalizmin çürümüşlüğünü ve yıkılmaya yüz tuttuğunu gizleyemiyorlar. En sadık burjuva ideologları/iktisatçıları dahi kapitalizmin çelişkilerinin derinleştiğini, tarihsel bir yıkımının eşiğine dayandığını itiraf etmekten geri duramıyorlar.
Faşist baskı ve terör yoğunlaşıyor Türkiye'de ise daha sert çatışmaların yaşanmasının zemini hazırlanıyor. Zira sosyal yıkım saldırıları kendisini yaşamın tüm alanlarında olabildiğince sıcaklığı ile hissettiriyor. Sağlıkta yıkım paketlerinden kıdem tazminatı hakkının gasbına kadar bir dizi saldırı hayata geçirilmeye çalışılıyor. Gençlik cephesinde de durum bütünüyle aynı. Emekçilere yönelik tüm sosyal yıkım saldırıları gençliğin geleceğine dönük saldırılardır aynı zamanda. Yalnızca geleceği değil, GSS örneğinden anlaşılabileceği gibi, gençliğin bugünü de emekçilere yönelik saldırıların bir boyutunu oluşturuyor Üniversitelerin ve üniversite gençliğinin sermayenin kıskacında can çekişmesi devam ediyor. Sermaye baronları, üniversitelere dönük
saldırılarına her geçen gün bir yenisini ekliyorlar. Eğitimin ticarileşmesi ve üniversite öğrencileri için hazırlanan diplomalı işsizlik saldırıları daha da derinleşiyor. Tüm bunları dizginsiz bir faşist baskı ve terör dalgası izliyor. Hemen her gün baskın, gözaltı ve tutuklama haberleri geliyor. Operasyonlar ülkenin dört bir yanına dalga dalga yayılıyor. Gazete büroları, parti binaları, sendikalar basılıyor, çalışanları gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. En meşru hak arama eylemleri dahi polis saldırısına uğruyor, dava konusu edilerek ağır cezalarla karşılanıyor. Dizginlerinden boşalan faşist baskı ve terör furyası kendisini gençlik üzerinde de gösteriyor. Üniversite öğrencileri uydurma gerekçelerle tutuklanıyor. Aylarca, hatta çoğu durumda yılları bulan ağır cezalara çarptırılarak zindanlara tıkılıyorlar. Bunun yanısıra lise ve üniversiteler birer açık cezaevlerine çevriliyor.
Devrim mücadelesini yükseltelim Bahar dönemini tam da böylesi bir dönemde karşılıyoruz. Şimdi, tüm saldırılarla beraber devreye sokulan faşist baskı ve teröre karşı, baharın çağrısına kulak verip devrim ve sosyalizm kavgasını yükseltmek daha zorunlu hale gelmiştir. Zira kurulan bu faşist cendereyi kırmak için başka bir yol daha bulunmamaktadır. Gün, geleceğimize sahip çıkıp sokakları ısıtma günüdür. Bahar günleri bunun coşkusunu ve ruhunu aşılamaktadır. 8 Mart'ta fabriklarında yakılan emekçi kadınların çığlığı, Beyazıt'ta yankılanan ses, Gazi'den, Halepçe'den yükselen barut kokuları, Demirci Kawa'nın ateşi, Mahir'in teslim alınamayan iradesi ve Nurhak'ın türküsü, Denizler'in son sözleri, İbo'nun işkence tezgahındaki direnci ve nihayet uluslararası işçi sınıfının tarihsel çağrısı hep kavgaya, devrim ve sosyalizme işaret etmektedir.
Genç komünistler, bir adım ileri! Genç komünistler bahar dönemini bu bilinçle karşılayacak, bahar günlerinde kavga bayrağını yükseltecekler. Bahar dönemi boyunca devrim ve sosyalizmin sesini gençlik kitlelerine taşıyacaklar. Zira baharın tanıklık ettiği o tarihsel günleri layık olduğu biçimde anabilmenin yegane yolu buradan geçmektedir. Bahar günlerinde bir kez daha anacağımız devrimci önderlerin, Denizler'in, Mahirler'in ve İbolar'ın bıraktığı mirası sahiplenebilmek gerçek anlamını burada bulmaktadır. Şimdi her bir genç komünist, omuzlarındaki yükü bir kat daha arttırmalı, parti ve devrim davasına daha sıkı sarılmalıdır.
3
Harçlara ve zamlara karşı mücadeleye! Sermayenin üniversitelere yönelik saldırıları her geçen gün artmaktadır. Eğitimde özelleştirmelerin yaşanması ve bu alanın tamamen paralı hale getirilmesi, eğitimin olanaklarını daraltmaktadır. 1980 askeri darbesinin ardından kurulan YÖK ile başlayan üniversitelerin ticarileştirilmesi süreci, bugün Bologna süreci ile devam etmektedir. Uluslararası iş ve emek piyasasındaki değişmelere göre üniversitelerin de yeniden yapılandırılması olarak özetlenebilecek olan Bologna süreci, Türk sermayedarları tarafından da büyük ilgi gördü. TÜSİAD’ın “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar, Fırsatlar” başlıklı raporunda mütevelli heyetlerinin oluşturulması öneriliyor ve piyasa yönelimli olması gerektiğinin altı çiziliyor. Üniversitelerin bir iş fırsatı olarak değerlendirildiği bu rapor, Bologna sürecinin öngördüğü yapısal değişiklikleri de içeriyor. Üniversiteleri sermayenin tekeline bırakan Bologna sürecinin öngördüğü bazı değişiklikler, geçtiğimiz yıl yasalaşan “Torba Yasa”da da yerini aldı. İşçi ve emekçilerin haklarını hedef alan yasada öğrencilere yönelik saldırılar da gündemdeydi. Harç zamlarının bu kez de torba yasa içinde gizli olarak arttırılması girişimi, rektörlere harçları belirleme yetkisinin verilmesi, derslerde kredili sisteme geçilmesi, Bologna sürecinin ve sermayenin ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Neo-liberal saldırıların yalnızca bir ayağını oluşturan Bologna süreci, geçtiğimiz Mayıs ayının son günlerinde yapılan Uluslararası Yükseköğrenim Kongresi'de (UYK) değerlendirildi. Üniversitelerin sermayeye nasıl daha fazla açılabileceğinin konuşulduğu kongrede, bu saldırıların politik çerçevesi de belirlenmiş oldu. Eğitimin tümüyle piyasaya sürülmesinin ayrıntılı olarak planlandığı UYK’nın bize gösterdikleri, eğitimin sermayeye daha fazla açılması, üniversitelerin emekçi çocuklarına daha fazla kapatılmasıdır. Nitekim bu da geçtiğimiz dönemin başında uygulamaya konulan ancak geç duyurulan gizli harç zamlarıyla somutlanmıştır.
4
Bologna sürecinin bir parçası olarak, kredili ders uygulaması sonucu öğrencilerin aldıkları kredi başına para ödeyecekleri, alttan kalan her ders için ekstra ödemeler yapmak zorunda kalacakları, her dönem için bunun katlanarak artacağı öngürüsünde bulunulmuştu. Ancak öğrencilerin kararlı mücadeleleri sonucunda, YÖK önce harç zamlarının geri çekileceğini duyurdu, sonra da harç
alımlarını durdurdu. Ancak, harç zamlarının geri çekildiği söylenmesine rağmen, bu genelge uygulamaya konulmadı. Gizli harç zamları önümüzdeki dönemde de gündeme gelecektir. Çünkü bu uygulama, sadece alttan dersi olan ya da kalan öğrenciler için sorun değildir. Bu uygulama, üniversitelerin sermayenin tekeline bırakılmasının adımlarından biridir. Bu uygulama, eğitimin tamamen ticarileşmesi ve piyasalaştırılması sürecinin bir parçasıdır. Bu uygulama, üniversitenin ticarethaneye, öğrencilerin de müşteriye dönüştürülmesidir. Bu uygulama, kapitalist sömürü düzeninin üniversitelere yansımasıdır. Bu uygulama, üniversite kapılarının emekçi çocuklarına kapatılmasıdır. Biz ise bu saldırılar karşısında “eşit parasız bilimsel anadilde eğitim” talebimizi bir kez daha, daha güçlü bir şekilde yükseltiyoruz. Üniversiteleri sermayenin ihtiyaçlarına göre dönüştürerek emekçi çocuklarına üniversite kapılarını kapatanlar, bizim taleplerimizi karşılayamaz, sorunlarımıza çözüm üretemezler. Sorunların çözümü mücadelededir. YÖK’ü ve YÖK düzenini yıkarak, eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim hakkımızı elde etmek, biz öğrencilerin işçi ve emekçilerle birlikte vereceği mücadele ile mümkündür.
Eğitimde “radikal” düzenlemeler...
Soluk alamayan sistemin çırpınışları! 1-5 Kasım 2010 tarihlerinde gerçekleştirilen 18. Milli Eğitim Şura’sında alınan kararlar hayata geçirilmeye başlandı. Bizleri yakından ilgilendiren bu kararların yine bizlere sorulmadan meclis gündemine taşınması planlanıyor. Öyle ki, Şura’nın üzerinden hayli zaman geçmiş olmasına rağmen orada alınan kararlardan bihaber olmamızın yanında bugün bile bizleri nasıl saldırıların beklediğini kestiremiyoruz. Ama en azından basına yansıyanlar üzerinden bir ilk tartışmayı başlatmakta fayda var. Geçtiğimiz haftalarda kamuoyunun gündemine eğitimde radikal değişiklikler başlıklı tartışmalar damgasını vurdu. AKP’ye ve cemaate yakınlığıyla bilinen Zaman Gazetesi’nin yaptığı bir haberle tartışılmaya başlayan bu değişiklikler, bir türlü dikiş tutturulamayan eğitim sisteminde yeni iğne darbelerine yol açacağa benziyor. Mevcut haliyle bile neresinden tutsak elimizde kalan eğitim sistemi, yapılacak olan değişikliklerle Arap saçına dönecek. Öyle ki, yeni sistemle 8 yıllık zorunlu eğitim kaldırılarak yerine 4+4+4 kademeden oluşan bir sistem getiriliyor. Bu değişiklikle 12 yıla çıkarılan zorunlu eğitimle beraber asıl amacın ilk kademeden sonra öğrencileri mesleki eğitime yönlendirmek olduğu söyleniyor. Yani yeni yapılan düzenlemeyle birlikte 4. sınıftan sonra mesleki okullara ya da bu kapsama giren İmam Hatipler'e gidebilmek mümkün olacak. Mevcut sistemde 8 yıllık zorunlu eğitimin ardından (ki bu bile oldukça erken bir dönemdir) öğrenciler bu tercihi yapabiliyorlardı. Yeni düzenlemeyle birlikte ailelerin tercihine göre çocuklar 10 yaşından itibaren meslek okullarına gönderilecek ve böylece sermayenin ucuz işgücü-çocuk işçi ihtiyacı karşılanmış olacaktır. Ya da yine 10 yaşında imam yetiştirmeye başlayan okullarımız bu düzenlemeyle dolup taşacaktır! Öte yandan zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması ticarileşen eğitim için de oldukça iyi bir fırsattır. Sermaye için kar alanlarından biri haline getirilen eğitim pazarı kendine 12 yıllık zorunlu müşteriler yaratıyor. İşçi ve emekçi çocuklarının payına düşen ise yaz tatillerinde çalışmak ya da okuldan çıktıktan sonra simit satmak oluyor. Ya da bu çocukların anne ve babaları eğitimin masraflarını karşılayabilmek için 12 yıl zorunlu köleliğe mahkûm ediliyor. Tabi bir de “FATİH Projesi” adı altında liseyi üç yılda bitirme fırsatı sunulacak öğrencilere. Çalışkanların (!) 3, tembellerin (!) ise 6 yılda bitirebileceği liseler dershane sektörü açısından oldukça iştah kabartıcı. Amacımız elbette felaket tellallığı yapmak değildir. Ancak deneyimlerimiz ve insanlığın koskoca bir tarihi gösteriyor ki, kapitalizmin krizi derinleştiği ölçüde saldırganlaşması da kaçınılmazdır. Türkiye kapitalizmi de şu haliyle soluk almakta zorlanmaktadır. Krizlerini
atlatabilmenin yol ve yöntemlerini ararken gözlerini işçi-emekçilerin kazanılmış haklarına dikmektedir. Sağlıkta dönüşüm projeleriyle, GSS saldırısıyla ya da kıdem tazminatının gaspıyla başlayan süreci eğitimin sermayeye daha fazla sunulması izleyecektir. Bunu, adımları şimdiden atılan değişikliklerden anlamak mümkündür. Ancak biz yine de bu savımızı Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’ in “hayallerini” paylaşarak güçlendirelim. Dinçer, özellikle büyükşehirlerde, eğitim kurumlarının bir araya toplanacağı, içlerinde AVM’lerin, spor tesislerinin, yüzme havuzlarının, sağlık ünitelerinin olacağı kampüsler için hazırlıkların devam ettiğini söyledi. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel ise bir okul açılışında yaptığı konuşmada bu projenin bir benzerinin Ankara’da hayata geçirilebilmesi için çalıştıklarını söyleyerek meselenin bireysel hayallerden öte bir devlet projesi olduğunu göstermiş oldu. Projeye göre ilkokul ve ana sınıfları dışındaki tüm eğitim kurumlarını kapsayacak olan kampüslerin şehir dışına kurulması planlanıyor. Ulaşım meselesi için de çözüm üreten vali “birkaç bin öğrenciyi sabah götürüp akşam tekrar şehre getireceğiz” diyor. Şu anki haliyle şehir dışında kurulu olan üniversite kampüslerinin 25-30 bin kişilik kapasitesini ve ulaşımda yaşanan sıkıntıları düşünürsek, akla oldukça yatkın bir proje doğrusu! Anlaşılan o ki yeni düzenlemelerle amaçlanan, krizde olan Türkiye kapitalizmine bir parçada olsa nefes aldırmaktır. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eleman yetiştiren eğitim kurumlarını bu alanda yetkinleştirmek ve profesyonelleştirmektir. Tabi bunun yanında dincigerici ideolojiyi bu kurumlara hâkim kılmak, düşünmeden üreten, ne ürettiğini dahi bilmeyen bir nesil yetiştirmektir. Sermaye devleti uzun vadeli düşünmektedir. Zira dünya çalkalanırken bu hareketliliğin Türkiye’yi teğet geçmesi mümkün değildir. Amaçlanan, toplumun en dinamik kesimi olan gençliği bu yolla teslim almak ve gençliğin toplumsal mücadelelerdeki cüretkârlığını boşa düşürmektir. Bu açıdan bakıldığında eğitim kampüslerinin şehir dışlarına taşınması fikri de boşuna değildir. Dünya ve toplumdan soyutlanan kamplarda çatlak sesleri ezmek daha kolay olacaktır. En başta da söylediğimiz gibi bizlere yöneltilen saldırıların kapsamını bilemiyoruz. Yukarıda ortaya koyduklarımız burjuva basına yansıyanlar üzerinden bizim öğrenebildiklerimiz. Ancak saldırıların kapsamı ve şiddeti ne olursa olsun tümünü göğüsleyecek iradeye sahip olmamız gerekmektedir. Bu iradenin bugünkü karşılığı ise yan yana gelmek, örgütlenmektir! Z. Eylül
Amaçlanan, toplumun en dinamik kesimi olan gençliği bu yolla teslim almak ve gençliğin toplumsal mücadelelerdeki cüretkârlığını boşa düşürmektir. Bu açıdan bakıldığında eğitim kampüslerinin şehir dışlarına taşınması fikri de boşuna değildir. Dünya ve toplumdan soyutlanan kamplarda çatlak sesleri ezmek daha kolay olacaktır.
5
Sömürü üzerindeki ince örtü...
“Yetkin mühendislik” Türkiye’de her depremin ertesinde, yıkılan binaların ve ölümlerin tek sorumlusuymuş gibi gösterilmeye çalışılan kişiler mühendisler, bu tartışmalar üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan bir sömürü mekanizması da “yetkin yühendislik”. Bu yazıda, yıllardır uygulamaya koyulmaya çalışılan ve geçtiğimiz günlerde İTÜ’de duyurusu yapılan “yetkin mühendislik” kavramının ne olduğunu ele almaya çalışacağız. '90’ların ortalarından itibaren Türkiye’de mühendislik eğitimi veren üniversitelerin gündemine giren “yetkin mühendislik” veya “yetkili mühendislik” kavramları geçtiğimiz günlerde Van depreminin ardından tekrar tartışılmaya açıldı. Geçmişteki diğer eski başbakanlar gibi, Başbakan Erdoğan da Van depreminin ardından “Bu inşaatı yapan sizin öğrencileriniz. Fatura kesecek birilerini aramanın anlamı yok. Bunların hepsi mühendis, ben ekonomist olarak yönetiyorum sadece” diyerek yıkılan binaların ve ölümlerin sorumluluğundan sıyrılmak istemiştir. Bu durumla birlikte yıllardır gündeme getirilen “yetkin mühendislik” tekrar tartışılmaya açıldı ve geçtiğimiz öğretim yılında İTÜ tarafından bunun uygulamalarına dönük ilk somut adımların atılmaya başlanacağı duyuruldu.
İTÜ “Yetkinlik Belgesi” vereceğini ilan etti.
İTÜ, geçtiğimiz dönem içerisinde yetkin mühendislik belgesi vereceğini şu şekilde duyurdu; “İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), Yetkin Mühendislik Sınavı’nın Türkiye’deki merkezi oldu. Dünya çapında yapılan sınavla mühendislere, ‘‘Yetkin Mühendislik Belgesi’’ veren Amerika’daki NCEES (Mühendisler İçin Ulusal Sınav Merkezi), yaptığı denetim ve inceleme sonucunda sınava girme hakkını Türkiye'de yalnızca İTÜ öğrenci ve mezunlarına verdi.” İTÜ Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin, yetkin mühendislik uygulamalarının kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Şahin, ‘‘Amerika’daki Sınav Konseyi’nin incelemeleri sonucu, İTÜ bu kuruluşun Türkiye’deki sınav merkezi oldu. Özellikle Van depreminden sonra ilk atılması gereken adımın yetkin mühendislik olduğunu bir kez daha gördük. Bu sınavla Türkiye’de mühendislik uluslararası denetime açılmış olacak. Biz öğretim üyelerimize ve öğrencilerimize güveniyor, bu riski alıyoruz. Mezunlarımız bu ünvanla yurtdışında artık sadece taşeron olarak çalışmayacak, imza yetkili mühendis olarak projeler alabilecek’’ dedi. İTÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Derin Ural, meydana gelen depremler sonrası yaşanan can ve mal kayıplarının tüm ülkeyi üzdüğünü belirterek, Dinar’da, Adana’da, Kocaeli’de, Van’da yapı stoğu nedeniyle çok sayıda kayıp yaşanırken Japonya ve Kaliforniya’da yaşanan depremler sonucunda daha az kayıplar yaşanmasında yapısal hasarların büyük payı olduğuna dikkat çekti. Ural, “Türkiye’deki ilk uygulama, önümüzdeki Nisan ayında İTÜ’de ilk basamak sınavı olarak gerçekleşecek. 4 yıl sonra bu sınavı geçen adaylar yetkin mühendislik sınavına girerek tüm dünyada imza yetkilerinin olacağı yetkin mühendis ünvanı alacaklar’’ dedi. (www.itu.edu.tr) Bu duyuruyla birlikte yetkin mühendis olabilmenin şartlarının neler olduğuna ilişkin ise “Profesyonel yetkin mühendislik lisansını (PE Lisansı) alabilmek için öğrencilerin, ABET akreditasyonu almış bir üniversiteden mezun olması, temel mühendislikte yetkinlik sınavını (FE) geçmiş olması, mühendislik alanında en az 4 yıl iş tecrübesi olması, derece aldığı mühendislik alanında
6
Profesyonel Mühendislik (PE) yetkinlik sınavını başarıyla geçmiş olması gerekiyor.” Bu koşullarda bu sınava şimdilik sadece İTÜ mezunu bir adayın girebileceği (ABET akreditasyonunu Türkiye’de alan tek üniversite olduğundan kaynaklı) ve uzun bir staj süreciyle tekrardan ikinci bir sınavla birlikte ve ancak başarılı olursa bu belgeyi hak edeceği duyuruluyor Bu durumla birlikte “yetkin mühendislik” tartışmaları biz üniversitelilerin de bir kez daha gündemine girmiş bulunmaktadır. Yetkin mühendisliğin ne olduğu, bu uygulamanın kime ve neye hizmet edeceği, iktisadi arka planının ne olduğu, hangi ülkelerde nasıl hayata geçtiği, biz üniversiteliler için bir kez daha anlaşılması gereken birer zorunluluk olmuştur. Kapitalizm, '70’lerde girmiş olduğu genel resesyondan hala kurtulamamıştır. Bu durum marksistinden burjuvasına tüm iktisatçılar tarafından kapitalizmin yaşamış olduğu üçüncü büyük buhran olarak dillendirilmektedir. Kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden kaynaklı olarak yaşamış olduğu bu krizin bedeli, nihayetinde işçi ve emekçilere ödetilmek istenmektedir. Dünyada ve Türkiye’de özellikle son 40 yıldır temel hak ve özgürlüklere dönük saldırılar yoğunlaşmıştır. Gerek işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılması, esnek ve güvencesiz çalıştırma, gerekse geniş yığınlara dönük anti-demokratik uygulamalar ve bununla birlikte geçmiş dönemlerde büyük bedeller ödenerek kazanılmış hakların bir bir gasp edilmesi bu sadırıların parçasıdır. Kendi ülkemizde de bu saldırı süreci dünya ile aynı hızda ilerlemiştir. Özellikle 80’den sonra bunu daha somut şekilde görmek mümkündür. Kamusal hizmetlerin piyasa koşullarına açılması, esnek ve güvencesiz çalışma koşulları bunların başlıcalarıdır. Bununla birlikte bu saldırı dalgasından üniversiteler de nasibini almış, eğitimin paralılaştırılması ile üniversiteler birer ticarethane dönüştürülmüştür. Bununla birlikte, alt yapısı oluşturulmadan açılan onlarca tabela üniversiteyle de zaten niteliksiz olan üniversite eğitimi daha da
niteliksiz hale getirilmiştir. Aslında “yetkinlik” saldırısını da bu büyük pencereden görebilmek gerekir. Asıl mevzu kapitalizmin krizidir ve bu krizden çıkmak için elini uzattığı her alanı metalaştırması ve değersizleştirmesi gerekmektedir. Biz mühendis adayı üniversiteliler de bu saldırı dalgasından bir tanesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Yapılacak bu iki sınavın ücreti ve bu sınava yönelik olarak açılacak kurslar, daha da önemlisi tam 4 yıl kölece koşullarda staj ve bu stajın çalışılan kişi veya kurum tarafından onaylatılması zorunluluğu, hem de sürekliliği olması şartıyla, yetkin olmayı hedefleyen adayımızı bekleyen sömürü mekanizmasının çarklarıdır. Hepsi aslında bu uygulamanın neye ve kime hizmet ettiğini göstermektedir. Bir de madalyonun diğer yüzü var. Bu yüzde de, belgeyi ABET akreditasyon kriterlerini sağlayamadığı için veya sınavlardan başarısız olduğu için hiçbir zaman alamayacak mühendis, mimar, şehir plancısı arkadaşlarımızın durumu var tabi ki. Şimdiden tahminde bulunmak için kahin olmaya gerek yok elbette. Günümüz koşullarında zaten zor iş bulan, iş bulabildiğinde ise insanca yaşamaya yetmeyen ücrete çalışan bu arkadaşlarımızın, üzerlerindeki sömürü bu uygulamayla birlikte daha da katmerleşecek, imza yetkileri elinden alınarak ikinci sınıf bir teknik eleman olarak piyasa çarklarına atılacaklardır.
Yetkin mühendisliğin yurtdışındaki uygulamaları Yetkin mühendisliğin ilk uygulandığı ve buradan doğru da diğer ülkelere transfer edildiği ülke ABD’dir. “ABD’de ise bu uygulamanın başlangıcı 1950’lere dayanmaktadır. Türkiye'nin bu 'atılımda' şimdilik somut olarak model kabul ettiği ABD’de yetkin mühendislik, 'Professional Engineer' (PE) adıyla uygulanmaktadır. ABD’nin farklı eyaletlerinde uygulama bazı farklılıklar gösteriyor olsa da temel alınan eksen aynıdır. Buna karşın her mühendis çalıştığı eyaletin koşullarını yerine getirmek durumundadır. ABD’de PE ünvanının başlangıcı 1950’li yıllara dayanmaktadır. Bu ünvanı da “National Council of Examiners for Engineering and Surveying” (Mühendislik ve Ölçüm Bilimleri için Ulusal Sınama Kurulu) kurumunun eyalet temsilcilikleri vermektedir. PE ünvanı kamu projelerine imza atabilmekte ön koşuldur, yetkin olmayan bir mühendis hiçbir koşul altında kamu projelerinde imza yetkisine sahip değildir. ABD’de PE olabilmek için gereken ilk koşul ABET’e akreditasyonunu sağlamış dört yıllık bir üniversite programından mezun olmaktır. Ardından öğrencilerin genelde mezun olmaya yakın girdikleri 'Fundamentals of Engineering' (FE) adlı sınavda başarılı olmasıdır. Böylece 'Engineer in Training' (EIT - eğitim aşamasında mühendis), 'Engineer Intern' (EI - stajyer mühendis) ünvanlarından birini almaya hak kazanan yeni mezun mühendis PE olmak için önemli bir adımı geçmiş olur. Bu sınavlardan aldığı not işe alımda belirleyici bir etken olurken FE sınavından sonra gelen aşama 4 senelik çıraklık aşaması olarak bilinir. Bazı eyaletlerde stajyerlik sürecinin bir PE gözetimi altında yapılması şart koşulmaktadır. Bu sürenin ardından yeni bir sınavla (Principles of Engineering) yetkinlik ünvanına ulaşılır. ABD’de bu durumun mühendisler arasında kastlaşma yarattığı bilinen bir gerçektir. PE ünvanlı mühendisler daha yüksek maaşlara ve daha iyi çalışma koşullarına sahipken 'sıradan' mühendislere göre çok daha kolay iş bulabilmektedir.” (Yine, yeni, yeniden: Yetkin mühendislik, Toplumcu Eksen) Biz burada Türkiye’nin model olarak seçtiği ülke olduğu için sadece ABD örneğiyle yetineceğiz. Bu uygulamanın benzerleri İngiltere (Chartered Engineer) ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerle birlikte Hindistan, Pakistan, Avustralya, Yeni Zelanda ve İrlanda gibi gelişmekte olan ülkelerde de görülmektedir.*
“Yetkinlik” değil toplumculuk Biliyoruz ki, içerisinde yaşadığımız kapitalist sistemde mühendislik eğitimi her zaman tartışmalı bir pozisyondadır. Gerek
verilen eğitimin niteliği, akademik süreç zayıflatılarak usta-çırak ilişkisi üzerinden yapılan kurgu, gerekse mesleğe bakış açısı olarak üniversitenin ve akademisyenlerin durduğu konum bizim mesleklerimizi, ünvanlarımızı ve aldığımız eğitimi her zaman şaibeli bir yola sürükleyecektir. Çünkü bizlerin aldığı eğitimin içeriğinden, bölümlerimizin devam edip etmemesine kadar herşeyi belirleyen bizzat bu sistemin kendisidir. Bu sistem içerisinde toplumsal ihtiyaçlar yerine sermayenin ihtiyaçları gözetilmektedir. İhtiyaçlarını ise karzarar ilişkisi üzerinden ortaya koymaktadır. Sermayenin isteği ve ihtiyacına uygun kafalar, teknik elemanlar yetiştirilmektedir. Böylesi bir durumda ne bilimden bahsedilebilir ne de etikten. Bilimsel olan ise bütün bu saldırıların kaynağının emperyalistkapitalist sistemin krizden çıkma çabaları olmasıdır. Bu saldırının sadece mühendislere değil tüm işçi sınıfına yönelik bir saldırıların bir parçası olarak algılanmasıdır. Depremin yıkıcı sonuçları bizlerin üzerine yıkılırken, bu suçlamalara karşı onurlu duruş sergilemek bir yana, oturdukları kürsülerden sermayenin borazanlığını yapan ve adeta “yetkinliği” teorileştiren “akademisyenler” ise hiçbir zaman bilimci olamamıştır/olamayacaktır. Tüm bunların karşısında, sermayenin değil toplumun ihtiyaçlarını gözeten, dünyaya bu pencereden bakabilen bir mühendis olabilmektir bilimsel olan. Bir avuç asalak yerine insanlık için mühendislik yapmaktır.
Geleceğimiz kendi ellerimizde Bu saldırılarla, geleceğin biz beyaz yakalılarını esnek, güvencesiz ve insanca yaşamaya yetmeyecek ücrete tabi bir gelecek beklediği aşikardır. İTÜ’nün “müjde” olarak verdiği haber biz üniversiteliler için böyle algılanmalıdır. Sağlık hakkının gaspından kıdem tazminatının gaspına, eğitimin ticarileştirilmesinden güvencesizliğe, yoğunlaşan gözaltı ve tutuklamalardan düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına kadar tüm yaşananlar bizlere dönük bütünlüklü bir saldırının parçalarıdır. Bunlara karşı durabildiğimiz oranda hem mesleğimize, hem geleceğimize hem de onurumuza sahip çıkmış oluruz. Bunlara karşı sessiz kalmadığımız oranda toplumcu bir mühendis olabiliriz. Bu saldırılara karşı durmak ise başka bir dünya arzulamak ve geleceğimizi kendi ellerimize almak demektir. * Bu konuda daha detaylı bilgiye ulaşmak isteyenler “toplumcueksen.net” adlı internet sitesini ziyaret edebilirler. V. Bilir
7
ODTÜ kantin boykotu deneyimi üzerine... ODTÜ’de Aralık ortalarında başlayan ve dönem arası tatiliyle birlikte tatile girmiş olan İnşaat Mühendisliği Fakültesi'ndeki kantin boykotu, başarılarıyla ve eksikleriyle, önümüzdeki dönemde hem ODTÜ öğrencilerinin hem de diğer üniversitelerdeki öğrencilerin önünü açacak bir deneyim olmaya devam ediyor. Boykota dair yapılacak bir değerlendirme için ilk olarak bu sürecin hemen öncesine gitmek gerekiyor. Bölüm öğrencilerinde kantin fiyatları üzerinden baş gösteren huzursuzluk, boykotun zemininin oluşmasını sağlamıştır. Bu elbette ki yeterli olmamış, ortak kaygıların birleştirilmesi, ortak bir mücadele hattının örülmesi için öğrencilerin sorumluluk alması gerekmiştir. İnşaat bölümünden bu sorumluluğu alan öğrenciler, yaptıkları anketlerle, sınıflarındaki tartışmalarla kantine karşı tepkileri ortaklaştırmış ve boykot sürecinin başlaması için önemli adımlar atmıştır. Sorumluluk alan bu öğrenciler, daha sonrasında sistematik bir çalışmayla boykotu başlatmışlardır. Öğrencilerdeki huzursuzluklar ve kaygılar anketlerle, tartışmalarla ortaklaştırılmış, öğrencilerin sorunlarının kaynağı tespit edilmiş, bu kaynağa karşı mücadele etmek için somut adımlar tartışmalarla belirlenmiş ve son olarak da görev dağılımıyla sorumluluk alınarak harekete geçilmiştir. Boykottaki öğrencilerin kendi başlarına yemek yapması, çay ve kahve hazırlaması, üniversitelerdeki ticarileşmeyi eleştiren, fakat bunu içi boş bir eleştiri olarak gündeme getiren öğrencilere, üniversitelerin nasıl ticarileştiğini somut olarak göstermiştir. Bir kilo kuru çayın, ondan elde edilen bardak çay sayısına oranından, öğrenciler, çayın maliyetinin 1 kuruş olduğunu görmüş ve kantinlerde çay fiyatlarının bunun 50-75 katı olmasıyla kantincilerin elde ettiği kâr oranından üniversitelerin nasıl ticarileştiğini bizzat boykot deneyimiyle somut olarak anlamlandırmışlardır. Öğrencilerin kayda değer bir kısmı kendi çabalarıyla boykota destek olmuş, yiyecek ya da su bulunmadığı zamanlarda dahi kantini kullanmamış, bardak ya da kaşık kalmadığı zaman bu eksikleri kapatmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bölüm öğrencilerinin boykotla kurmuş olduğu bu ilişki, boykotun final döneminde de devam etmesinde ve bu kadar uzun süreli olmasında en önemli etkendir. Bu kazanım ikinci dönemde de boykotun devam edebilmesinin zorunlu koşullarından biridir. Yanısıra, genel olarak mücadele içinde mücadelenin temsil ettiği kesimle kurduğu bağların sürekli sıkılaştırılması, bunun olanaklarının yaratılması, sohbetlerin yaygınlaştırılması, tartışmaların ya da film gösterimi gibi etkinliklerin yapılması zorunludur.
Boykotun öğrettikleri Önceden “ama kantinci de zarar etmemeli” diyerek uzlaşma eğiliminde olanlar, boykot ilerledikçe çay çok düşük fiyata olsa bile kantincinin kâr edebileceğini kendi gözleriyle görmüşler ve giderek daha uzlaşmaz bir çizgiye doğru gitmişlerdir. Ayrıca final döneminde de boykotun devamlılığını sağlamada kimi sıkıntılar yaşanmış, boykotu sonlandırma eğilimleri ortaya çıkmıştır. Fakat tartışmalar yapıldıkça ve boykotun devam edebildiği pratikte
8
de görüldükçe, öğrenciler boykotu daha çok sahiplenmiş ve kendi aralarındaki birlik sayesinde bu sıkıntının da üstesinden gelinmiştir. Bunlar göstermektedir ki, mücadele içinde atılan adımların, mücadelenin temsil ettiği kitlelerin ihtiyaçlarının ne kadarını karşılayabildiğine göre değerlendirmesi yapılmalı, mücadeleyi ileriye taşıyacak daha doğru adımların kararlaştırılıp pratikte de denenmesi ve tekrar değendirilmesi yapılmalı, bu döngü pratik içinde sürekli işleyebilmelidir. Bunların dışında ODTÜ tarihi boykotlarla dolu olmasa, kantinciler öğrenci boykotlarından öcü gibi korkmasalar çay çoktan 1 TL, poğaça 1.25 TL, kahve 2 TL olurdu. Nitekim bu dönem fiyatların yükselmesi, çayın kimi yerde 75 kuruş, kahvenin 1 TL yapılmış olması öğrencilerin çoğunluğundaki suskunluğun bir sonucu olmuştur. Bugün ise İnşaat Mühendisliği kantin boykotuna Jeoloji kantini de eklenince, diğer bazı kantinlerde birkaç ürünün fiyatı aşağı çekilmiştir. İnşaat Mühendisliği kantin boykotu, bölüm öğrencileriyle kurduğu ilişkiyle arkasında topladığı güce rağmen, şu ana kadar potansiyel olarak görünen Fizik Bölümü ve Kimya Mühendisliği kantinlerine yayılmadığı sürece sönümlenmeye mahkûmdur. Bu nedenle, ikinci dönem ders kayıtları başlar başlamaz boykotta yer alan öğrencilerin Kimya Mühendisliği ve Fizik Bölümü öğrencileriyle doğrudan iletişime geçmesi, okuldaki devrimci ve ilerici öğrencilerin de desteği alınarak bu bölümlerde boykotun örülmesi için somut adımların atılması zorunludur. Üniversitelerde öğrencilerin ortak mücadele etme pratiğine ihtiyaçları vardır. Bunun yolu da ODTÜ İnşaat Mühendisliği Fakültesi'nin kantin boykotuna benzer somut mücadelelerin örülmesinden ve buralarda elde edilecek birliklerin yayılmasından geçmektedir. Üniversitelerdeki ticarileşmenin önüne geçmek için, buna benzer mücadelelerin kapitalist düzeni yıkmak hedefi ile birleştirilmeye ve enerjilerinin örgütlü mücadeleye akıtılmasına ihtiyaç vardır. ODTÜ’den Ekim Gençliği okurları
Hacettepe Üniversitesi’nde rektör değişti…
Gerçekte ne değişti?
Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanını birçoğumuz okumuşuzdur. Romanda ezilmişliğe başkaldıran ve dağa çıkan İnce Memed, Abdi Ağa’ya karşı amansız bir savaş yürütür. Ama İnce Memed’in kini de nefreti de Abdi Ağa’dan ibarettir. Abdi Ağa öldüğü zaman tüm sorunlar bir bir çözülecektir. Lakin Memed’in yanıldığını anlaması fazla sürmez… Abdi Ağa ölür, Hamza Ağa gelir. Hamza ölür, bir başkası… İnsanlık tarihi de böyle trajik örneklerle doludur. Devrimci bilinçten uzak olan kitleler öfkelerini “insanlarda” somutlamışlardır. Mücadeleler de yalnızca bu sınırlara sıkışıp kalmıştır. Şimdilerde Mısır’da, Tunus’ta yaşanan tam da budur. Diktatörleri birer birer deviren emekçiler, diktatörlüğe yöneltmiyorlar öfkelerini. Bu yüzden de tüm kurumlarıyla baki kalan gerici rejimlerin başına ‘sicili daha temiz’ diktatörler atanıyor emperyalist güçler tarafından. Ya da en yakınımıza, Türkiye’ye bakalım. Tüm bir cumhuriyet tarihi boyunca kaç tane el değiştirmiştir iktidar? CHP’sinden, DP’sine, ANAP’ından AKP’sine kaç tane hükümet kurulmuştur? Hangisi çözüm bulmuştur sorunlarımıza. En demokrat(!) olanının dahi eli kolu bağlanmıştır hayli rahat olan o iktidar koltuğuna oturduğunda. Gelen gideni aratıyor. Her gelen daha pervasızca saldırıyor, daha hınçla kullanıyor iktidar erkini. Günümüzde tüm sorunlarımızın kaynağı AKP mi? Tabi ki hayır. Sorunlarımızın kaynağı, insanlığı yıkıma sürükleyen kapitalizmin bir parçası olan, Türk sermaye devletinin ta kendisi. Öyleyse bizim mücadelemiz de bu düzenin tüm kurumlarına yönelmek zorundadır. Şimdi dönecek olursak yazımızın başlığına, evet, rektörümüz değişti. Hacettepe Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. A. Murat Tuncer oldu. Eski rektör Uğur Erdener’den daha az oy aldığı halde Cumhurbaşkanı tarafından atanan
Murat Tuncer, Uğur Erdener’i aratır mı bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, o da öğrenciler üzerindeki baskı ve sömürüde hiçbir değişikliğin olmayacağıdır. Tarihsel, bilimsel bir öngörüdür bu. Üstelik öyle temellendirmeden de yoksun değildir. Zira üniversitemizin başına atanan bu isim AKP’ye yakınlığıyla tanınıyor. AKP’nin sicili ise ortadadır. Parasız eğitim isteyenlere, füze kalkanına karşı çıkanlara, Metin öğretmene sahip çıkanlara zindan kapılarını aralayan, 500 tane üniversite öğrencisini hapishanelere kapatan bir anlayışın temsilcisidir Murat Tuncer. Tuncer, göreve gelmesinin üzerinden fazla zaman geçmeden üniversitemizde faaliyet yürüten devrimci-demokrat öğrencilerle bir görüşme talep etti. Bu talep neticesinde kendisiyle yapılan toplantıda (yeni görevinin heyecanıyla) bizlere birçok şey vaat etti. Yıllardır karşı çıktığımız, nizamiye kapısında otobüslerden indirilerek kimlik kontrolü yapılmasından, ulaşım ve yemekhane çilesine kadar sorunlarımızı çözeceğini iddia eden Murat Tuncer, tüm bunların yanında kampüste siyasal faaliyetin hiçbir şekilde engellenmeyeceğini, siyasal nedenlerle öğrencilere soruşturma açılmayacağını da söyledi. Özgür düşüncenin geliştiği yerler olan üniversitelerde zaten olması gereken ve bizim yıllardır bedeller ödeyerek mücadele ettiğimiz bu talepler bizlere bir lütuf gibi sunuluyor. Oysa bizler biliyoruz ki, hiçbir dönem ve koşulda mücadele edilmeden hak kazanılmamıştır. Bugün yeni rektörümüzün verdiği sözler de devrimcilerin üniversitelerde yürüttüğü gözü pek çalışmanın sonuçlarıdır. Ayrıca bu durumun arkasında yatan nedenleri de sorgulamak, rehavete kapılmamak gerekiyor. Zira burjuvazi zaman zaman tavizler verir. Ancak mücadeleden geri durulduğu durumlarda verdiği tavizleri bir bir almasını da bilir. Üniversitelerimizi uluslar arası piyasada rekabete zorlayan sermaye düzeni, bu yarışta rektörlerimize böyle önlemler almayı zorunlu kılıyor. Zira kampüse polisin girdiği her durumda üniversitemiz puan kaybediyor, kalitesi azalıyor. Böylesi durumları göze almayan üniversite yönetimleri ise “dikensiz gül bahçeleri” yaratmanın başka başka yollarını arıyor. Baskı ve zorbalıkla ezemedikleri yerde “liberalleştirmeye” çalışıyorlar. “Şiddet kullanmadığınız her eylemde haklısınız, her şeyi yapın yeter ki okula polis girecek düzeyde olmasın” gibi argümanlarla niyetlerini açıkça ortaya koyuyorlar. Murat Tuncer’in niyeti de açıkça budur. Bizler her dönem olduğu gibi bundan sonra da kendi gücümüze güvenerek yol yürümeye devam etmeliyiz. Kazanılmış haklarımızı korumalı, yeni taleplerimiz uğruna mücadeleyi büyütmeliyiz. Hacettepe Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru
Üniversitelerimizi uluslar arası piyasada rekabete zorlayan sermaye düzeni, bu yarışta rektörlerimize böyle önlemler almayı zorunlu kılıyor. Zira kampüse polisin girdiği her durumda üniversitemiz puan kaybediyor, kalitesi azalıyor. Böylesi durumları göze almayan üniversite yönetimleri ise “dikensiz gül bahçeleri” yaratmanın başka başka yollarını arıyor. Baskı ve zorbalıkla ezemedikleri yerde “liberalleştirmeye” çalışıyorlar. “Şiddet kullanmadığınız her eylemde haklısınız, her şeyi yapın yeter ki okula polis girecek düzeyde olmasın” gibi argümanlarla niyetlerini açıkça ortaya koyuyorlar.
9
Genç-Sen 5. Olağan Genel Kurulu'un ardından...
Genç-Sen 5. Olağan Genel Kurulu'un hemen öncesinde yaptığımız değerlendirmede, Genç-Sen'in kuruluşundan bu yana en geri tablolarından birini gösterdiği belirtilmişti. 2011-2012 güz döneminin sonunda bu tablonun iyice perçinlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birleşik bir gençlik hareketi oluşturmanın olanağı olarak değerlendirilmesi gereken Genç-Sen'in gelinen aşamada bu olanaklarını büyük oranda tükettiği açıktır. 10 Aralık 2011 tarihinde gerçekleşen 5. Olağan Genel Kurul'un öncesinde ve sonrasında yaşanan süreç bunun en açık göstergesidir. Üniversiteler yeni döneme gizli harç zammı, Genç-Sen'e yönelik kapatma saldırısı, öğrencilere yönelik gözaltı ve tutuklama terörü gibi yoğun saldırılarla girerken, Genç-Sen'in, bu süreçleri güçlü bir şekilde karşılamak bir yana, asgari tepkinin gösterilmesi ve örgütlenmesi yönünde dahi bir adım atamadığı ortadadır. Önceki değerlendirmemizde belirtilen “sendikaya hakim liberal-reformist bloğun algısı ve dayatması ile birlikte MYK, temsilci gibi seçilmiş(!) kişiler üzerinden sendikayı işletme mantığının dayattığı kısırlık”ın yarattığı bu tablo 5. Olağan Genel Kurul sürecine de yansımıştır.
Temsiliyeti olmayan bir genel kurul Genel Kurul öncesinde tam bir atalet içerisinde olan sendika, genel kurulu birkaç haftalık süreçte apar topar toplamıştır. Genel Kurul'un gerçekleştirme tarihi bir önceki genel kurulda belirlenmiş olmasına rağmen, hazırlık sürecinin bu kadar kısa bir süreye sıkışmasında ve bunun yarattığı olumsuzluklarda, şüphesiz ki, Devrimci Genç-Senliler de dahil olmak üzere sendika içerisinde yer alan tüm unsurların sorumluluğu vardır. Genel Kurul'un ön süreci geçmiş süreçlerin benzer bir tablosunu oluşturmuş, hemen her şubede gerçekleştirilen şube kongreleri Üniversite Yürütme Kurulu (ÜYK) ve üniversite temsilci seçimlerine sıkışmıştır. Buna geçtiğimiz Genel Kurul'da kabul edilen genel kurulların delege usulü ile toplanması kararı gereği hayata geçirilen delege seçimleri eklenmiştir. Şube kongreleri öncesinde il meclislerindeki her unsur tarafından “delege usulüyle genel kurulun toplanması” mantığının temelinde delegelerin yerellerinde yaptıkları tartışmaları aktarması olduğu, bu sebeple de tüm önergelerin şubelerde tartışılması gerektiğinin ısrarla(!) altı çizilirken, bu açıklamalar iyi birer temenni olmanın ötesine geçememiştir. Sonuç olarak hemen hemen hiçbir yerelde önergeler gerçek anlamıyla tartışılmamıştır.
100
Genç-Sen'in geride bıraktığı Genel Kurul süreçlerinde döne döne altını çizdiğimiz “yerellerin tartışmalarının genel kurula yön vermesi” bakış açısı 5. Olağan Genel Kurul'la tamamen boşa düşmüştür. Gerçek anlamıyla bir temsiliyeti olmayan delegelerle Genel Kurul gerçekleştirilmiştir. Ayrıca mesele sadece delegelerin yerellerinin temsiliyetini sağlayacak gerekli tartışmaları yürütmemiş olması değildir. Daha delege seçimlerinde gerçek temsiliyetin anlamı ortadan kaldırılmıştır. İstanbul Üniversitesi'nde örneğinde olduğu gibi, şube kurulunda bulunmayanların yerine imza atılarak katılmış gibi gösterilmesi ve o gün okulda dahi olmayan üyelerin delege seçilmesi, normalde Genç-Sen çalışması yürütmeyen liselilerden delege seçilerek Genel Kurul'a yığılması gibi usulsüzlükler yaşanmıştır. “Delege usulü ile genel kurul gerçekleştirme” mantığının boşa düştüğü Genel Kurul sırasında söz alan pek çok Genç-Senli'nin yaptığı aktarımlarla bu gerçek tüm yalınlığı ile ortaya çıkmıştır. Bu tabloda Genel Kurul'un meşruluk zemininin olmadığı görülmüştür. Genel Kurul'a “K Listesi” ile giren Genç-Senliler ve başka bir grup, birkaç gün kala Genel Kurul sürecinden ayrılmıştır. “K Listesi” sadece MYK'da bulunan bir kişinin deklarasyon yapması sınırında katılmış ve Genel Kurul günü çekilme gerekçelerini açıklamıştır. Deklarasyonu okumasının ardından Olağanüstü Genel Kurul toplama çağrısı yapmıştır. Diğer grup ise birebir sohbetlerin dışında Genel Kurul'dan çekilme gerekçelerini açıklama gereği dahi görmemiştir. Genel Kurul'un ön sürecinin yetersiz olması ve çeşitli usulsüzlüklerle gerçekleştirilmesini eleştiren bu iki yapı Genel Kurul sürecine ve Genel Kurul'a müdahale etmek ve değiştirmek yerine çekilmeyi tercih etmişlerdir. Bu yönlü sorulara cevaben de “gerilim” veya “tartışma” yaratmak istemediklerini söylemişlerdir. Bu, iki grup adına da anlaşılamaz bir yaklaşımdır. Sendikanın içerisindeki yanlış eğilimlerin süreçten çekilmeyi doğuracak noktaya geldiği ve sendikanın hala sahiplenilen bir mücadele mevzisi olma durumunu koruduğu yerde “sorun var ama sorun da yaratmak istemiyoruz” şeklindeki yaklaşım, açıkça kaçak oynamaktır. Sendikanın sorunları sendikanın işleyişlerinde çözülür. Bundan uzak bir tavır sergilemeleri aslında bizleri şaşırtmamıştır. Bu iki yaklaşım da bugüne kadar liberal-reformist bloğun yarattığı sorunların ve savunduğu düşüncelerin parçası olmuştur. Son süreçlerde kendi siyasal zeminlerindeki anlaşmazlıkların yansımalarını bu alana da taşımışlardır. Halihazırda çözümün değil, sorunun parçası olmayı bizce sürdürmektedirler. 5. Olağan Genel Kurul'da MYK seçimlerine “Güneşli Dünya” listesiyle giren Genç-Senliler'in Genel Kurul sürecinin sağlıksız yönlerini Genel Kurul'da teşhir etmeleri, ancak Genel Kurul'un meşruiyet zeminini ortadan kaldıran bu tablo karşısında “sorunlara içeriden müdahale etme” gerekçesiyle Genel Kurul'da kalmaları ve MYK seçimlerine girmeleri tutarsızlıktan başka bir şeyle ifade edilememektedir. Genel kurulda Devrimci Genç-Senliler dışında genel kurulun temsiliyet sorununu dile getiren tek çizgi de delegeliklerinin geçersizliğini ortaya koyarak tutum almış ve olağanüstü genel kurulun
ihtiyacını dile getirmişlerdir. Sakarya Genç-Sen Şubesi Genel Kurul'da, en ileri tutumlardan birini sergilemiştir. Üniversite şubesi düzleminde Genç-Sen'in tablosunun can sıkıcılığı dile getirilmiş, herhangi bir önergede ve MYK seçimlerinde oy kullanmama kararlarını açıklayarak tutum belirtmişlerdir. Genel Kurul günü Devrimci Genç-Senliler kürsüden söz alarak Genel Kurul'un ön sürecini teşhir etmiş, Genel Kurul'u sürdürmenin meşru olmadığını belirterek olağanüstü genel kurul çağrısı yapmışlardır. Ancak sendikaya hakim liberal-reformist bloğun tutumuyla birlikte bu öneri de oylama yöntemi gibi demokratik (!) bir işleyişle karşılanmış, “genel kurulun tüm olumsuz yanlarına rağmen devam etmesi” ve “genel kurul iptal edilerek olağanüstü genel kurula gidilmesi” yönündeki iki eğilim oylamaya sunulmuştur. Oylama sonucunda da demokratik (!) bir şekilde Genel Kurul'a devam etme kararı çıkmıştır. Genel Kurul, “Güneşli Dünya” listesi ile temsil edilen görüşün “şube genel kurullarında önergeler üzerine tartışmamış delegelerin oy kullanmaması, böylece önergeler üzerinden geçici kararların alınması ve nihai kararın Temsilciler Meclisi'nde alınması” önerisinin kabul edilmesi ile devam etmiştir. Ancak Genel Kurul'da kalarak sürece içeriden müdahale etme iddiası ile ortaya konulan bu öneri sıra tüzük değişikliği ile ilgili önergelerin tartışılmasına geldiğinde “ilgili tüzük maddeleri” gerekçe gösterilerek boşa düşürülmüştür. Şöyle ki, tüzük değişikliğinin sadece genel kurulda karara bağlanabileceği söylemi ile tüm delegeler tüzük değişiklikleri ile ilgili önergelerde oy kullanabilmiştir. Önergelerin bu tabloda oylanmasının ardından gerçekleşen MYK seçimleri ile Genel Kurul boyunca oynanan orta oyununda son perde de gerçekleşmiş, tüm MYK üyeleri “Sokak” listesinden çıkmıştır. Genel Kurul'un ardından ortaya çıkan dar grupçu tablo ile birlikte Genç-Sen, üzerindeki ataleti atma noktasında sahip olduğu sınırlı olanakları daha da daraltmıştır. Devrimci Genç-Senliler'in sürece müdahaleleri ve Olağanüstü Genel Kurul önerileri ise Temsilciler Meclisi, MYK gibi demokratik (!) organlarda boşa düşürülmüştür.
Genç-Sen'in bundan sonraki süreci üzerine Genç-Sen'in içerisine düştüğü dar grupçu yaklaşımdan çıkması ve üzerindeki ataleti atıp gençlik hareketinin ihtiyaçlarına cevap veren bir kitle örgütü olabilmesi için Devrimci Genç-Senliler'in 5. Olağan Genel Kurul'un öncesinde yaptıkları 9 Aralık tarihli “Genç-Sen 5. Olağan Genel Kurulu'na giderken... Genç-Sen mücadele programı çıkarmalı, fiili-meşru bir mücadele hattı izlemelidir!” başlıklı açıklamada belirtilen acil görevler güncelliğini korumaktadır: * Birleşik, kitlesel temelde bir gençlik örgütlenmesi iddiasının pratikte karşılık bulabilmesi ve sağlam zemine oturabilmesi için, “tabanın doğrudan katılımına açık, taban inisiyatifini açığa çıkaracak mekanizmalar” büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan Genç-Sen, tabanın inisiyatifini açığa çıkartmayı hedefleyecek bir süreç işletmelidir. Bugüne kadar söz, yetki ve karar hakkı ilkesi doğrultusunda tabanın katılımını sağlayamamak, yerellerde kitle faaliyetini ajitasyon ve propagandanın ötesine taşıyamamak sonucunu vermiş, böylelikle de sendikanın etkisini daraltmıştır. * Taban inisiyatifini açığa çıkarmak anlayışının doğal bir parçası ise, tüzüksel normlara sıkışan bürokratik anlayışı terketmek ve örgüt içinde demokratik işleyişi oluşturmaktan geçmektedir. Bürokratik bir işleyişe dayanan tüzükte değişiklik yapılmalıdır. Yeni tüzük süreci, yerellerin etkin katılımı ile, mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verecek, örgütü dinamik bir işleyişe sokacak bir anlayışla oluşturulmalıdır. Aynı şekilde ÜYK, tüzüğün öngördüğü bir organ olarak hemen hiçbir yerelde işlememekte ve yine hiçbirinin ihtiyacına cevap verememektedir. Bu ve diğer benzeri dar zeminler, toplantıların ve organların enerjisini yok etmekte, zamanını çalmaktadır. Bu nedenle, üniversite meclislerine, mücadelenin sorunlarını tartışan, politik-pratik hattını belirleyen, karar bekleyen değil belirleyen ve uygulayan bir
işlerlik kazandırılması gerekmektedir. * Öğrenci gençliğin temel gündemlerine dayanan bir mücadele programı çıkartılmalı ve bu temellerde yerellerde etkin bir faaliyet örülmelidir. Önümüzdeki dönemde Bologna Süreci'ne ve ticari eğitime, geleceksizleştirme saldırılarına, soruşturmalara, faşist saldırılara, ÖGB ve polis terörüne karşı bir mücadele programı oluşturulmalıdır. Keza, Genç-Sen’in kapatılması sessizlikle karşılanmasına rağmen, genel kurulun ardından kapatılma kararına karşı etkili bir süreç örülmelidir. Aynı şekilde etkisiz, iyi örgütlenmemiş, “protestocu” niteliği ağır basan eylemler yerine, güçlü bir hazırlıkla örgütlenmiş, sonuç almayı ve gençliğin dinamizmini açığa çıkarmayı hedefleyen militan eylem biçimleri öne çıkarılmalıdır. * Genç-Sen, gençliğin birleşik, devrimci, kitlesel mücadelesini yükseltmeyi hedeflemelidir. Bu açıdan birleştirici bir zemin niteliği taşımalıdır. Son “öğrenciden yana anayasa istiyoruz” gündeminde olduğu gibi, gerek öğrenci gençliğin ufkunu fiili-meşru mücadeleden anayasal hayallere çeken tutumlardan, gerekse de dar-grupçu yaklaşımlardan geri durmalıdır. Genç-Sen'in yukarıda belirtilen bakış açısı ile kuşandığı takdirde gençlik hareketinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir mücadeleyi örgütleyebileceği açıktır. Devrimci Genç-Senliler Genç-Sen'e bu bakış açısı ile müdahale etmenin tüm olanaklarını bulundukları yerellerde zorlama sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar. Son olarak, güncelliğini korumasından dolayı Ekim Gençliği'nin 110. sayısında yapılan şu değerlendirmeyi bir kez daha hatırlatalım: “...Çalışmanın siyasal tabanı açısından ortak bir çabaya dayanmadığı alanlarda politik gündem ve başlıklar üzerinden bağımsız siyasal faaliyetimize ağırlık vermek esas olacaktır. Zira sürükleyici bir kuvvet ortaya çıkaramadan, ilgili alanlarda reformizmin yarattığı ataleti ve beklemeyi aşabilme şansımız bulunmuyor. Örgütün gelişeceği asıl alan politik mücadele alanıdır. Bu kapsamda Genç-Sen’in atalet içindeki organlarında gereksiz yere boğulmak yerine, birleşik veya ayrı olarak gençliği ve bu açıdan Genç-Sen’i de sürüklemeyi hedefleyen bir tutum mutlak suretle ortaya konulmalıdır.”(Gençlik örgütlenmesi sorunu, Genç-Sen ve tutumumuz üzerine, Ekim Gençliği, Sayı: 110) Devrimci Genç-Senliler
11
GSS'nin gençliğe yansımaları İnsan yaşamının en temel haklarından biri olan sağlık hakkının bu şekilde bir rant kaynağına çevrilmesinin gerisinde açıktır ki bir köleleştirme projesi vardır. Üniversiteleri ucuz işgücü üreten kurumlar haline getirenler bizleri de her alanda birer müşteriye dönüştürmeye çalışmaktadır.
12
vahim bir durum söz konusu. Bu kişilerin aldıkları burslar, yardımlar ve eğer varsa çalıştığı part-time işler kişinin geliri olarak hesaplanıyor. Sonuç olarak zaten yardıma ihtiyacı olduğu için burs alarak geçinmeye çalışan öğrencilerin bu durumu görmezden gelinerek bir de sağlıkta müşteri olmaları dayatılıyor. Tüm bunların yanı sıra, okullarda çok düşük maaşlarla çalıştırılan ve hiçbir sosyal hakkı bulunmayan öğrenciişçiler de bu saldırılardan nasibini alıyor. Güya kamu kurumu olan üniversitelerin, kütüphanesinden yemekhanesine kadar birçok yerde ucuz iş gücü olarak kullanılan bu öğrenciler, yaş durumlarına göre aldıkları üç kuruşu GSS primi olarak ödemeye zorlanıyorlar.
Sermaye devleti sosyal yıkım saldırılarını çok yönlü bir şekilde sürdürüyor. Bir süredir üniversitelerde yaşanan dönüşümü anlatıyoruz ve mücadeleye konu ediyoruz. Eğitime her yönüyle el atarak üniversiteleri sermayenin hizmetine sunan sömürücü zihniyet, emekçiler için giderek ağırlaşan koşulları da yaratmakta sınır tanımıyor. Uzunca bir süredir emekçilerin kazanılmış tüm haklarını bir bir tırpanlamaya çalışan AKP iktidarı, 2000’lerin başında politikalarını başlattığı sağlıkta dönüşüm uygulamalarını son çıkarılan kararname ile büyük bir darbeye dönüştürdü. Eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birbirine paralel olarak böylesine korkunç ve yıkıcı sonuçları olan bir dönüşüme tabi tutulması, başta emekçiler olmak üzere tüm toplumu derinden etkilemektedir. Öyle ki; eğitim ve sağlığın peş peşe metalaştırılması ve bu işlevi gören kamu kurumlarının birer ticarethane halini alması, tüm bir toplumun geleceğini karartmak anlamına gelmektedir. Söz konusu yasa çıkarılmadan evvel de düzgün işleyen bir sağlık sistemi yoktu elbette. Ancak son düzenlemelerle birlikte, artık alamadığımız sağlık hizmeti için bile prim ödemek zorunda bırakılıyoruz. Bu konuda çok yönlü bir mağduriyet yaşanıyor. Birincisi üniversitelerimizdeki medikolar tamamen işlevsiz bir hale getirilmiş durumda. Öğrenimini sürdürmekte olup 18 yaşını dolduran ve ailesinden kimsenin sigortası bulunmayan öğrenciler, daha evvel okulun medikosundan faydalanabiliyordu. Çıkarılan yasada açıkça belirtildiğine göre, bundan sonra, durumu ne olursa olsun, hiçbir öğrenci okul üzerinden bir sağlık hizmetinden yararlanamayacak. İkincisi, çalışan ya da emekli aileler 18 yaşını dolduran çocukları için prim ödemek zorunda bırakılıyor. Devlet burada hem kendi başına hiçbir geliri olmayan çocuğa ailenin toplam gelirini paylaştırıyor ve geliri varmış gibi gösteriyor, hem de sağlık hakkından yararlanmasını engelliyor. Üçüncüsü ise hala öğrenim görmekte olup 25 yaşını dolduran kişilerin gidip gelir tespiti yaptırmaları isteniyor. Burada da oldukça
İnsan yaşamının en temel haklarından biri olan sağlık hakkının bu şekilde bir rant kaynağına çevrilmesinin gerisinde açıktır ki bir köleleştirme projesi vardır. Üniversiteleri ucuz işgücü üreten kurumlar haline getirenler bizleri de her alanda birer müşteriye dönüştürmeye çalışmaktadır. Uzun süredir ince ince hazırlanan hak gaspları, gençliğin geleceğine büyük bir darbe vurmaktadır. Emeklilik yaşından kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesine kadar yapılan hak gaspları ile gençliği ömür boyu kölece çalıştırmak istedikleri ortadadır. Tüm bunların karşısında yürüteceğimiz mücadeleyi ise polis, ÖGB ve soruşturma terörüyle bastırmaya çalışmaktadırlar. Bu tabloda açıkça görüldüğü gibi hem her türlü saldırı ile kazanılmış haklarımızı gasp etmeyi hem de buna karşı yürüttüğümüz mücadeleyi baskı yoluyla sindirmeyi planlıyorlar. Saldırının bu derece sistemli ve çok yönlü olduğu bir ortamda geleceği çalınan gençliğin ise tüm bunlara kararlılıkla ve cesaretle karşı durması gerekmektedir. Aksi takdirde köleleştirmeye boyun eğmiş oluruz. Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru
Tıp Öğrenci Kolu (TÖK) temsilcisi Hüseyin Çelik ile konuştuk…
“Saldırı birleşik mücadele ile püskürtülebilir”
- 1 Ocak 2012 tarihi itibariyle yürürlüğe giren GSS, öğrencilere yönelik bir saldırı aynı zamanda. Bu saldırıların kapsamı nedir? - Aslında bu yasa 2000 yılının başlarında gündeme gelmiş ve o dönemde bir mücadeleye konu edilmişti. Ancak sizin de söylediğiniz gibi yasanın bazı maddeleri 2012 yılına kadar kademeli olarak ve bu yılın başında Kanun Hükmünde Kararname ile yürürlüğe girdi. “Yasada öğrencilere yönelik saldırılar nelerdir” sorusuna gelecek olursak; bu yasa öğrencilerin sağlık hakkını elinden alan bir içerikte. Yasayla birlikte üniversite kampüslerinde bulunan medikolar kapatılıyor, 25 yaşını aşmış olan öğrencilerin prim ödeyerek sağlık hizmetinden yararlanması zorunluluğu getiriliyor. Yasadan önce de doğru düzgün alamadığımız sağlık hizmeti artık daha da ulaşılamaz hale geliyor. Paralı eğitimin belimizi büktüğü yetmezmiş gibi şimdi de sağlık hakkımız gasp ediliyor. Aslında yasa yalnızca öğrencilere yönelik olumsuzlukları içermiyor. Toplumun tüm kesimlerinin birçok hakkı yok sayılıyor bu yasayla birlikte. Sağlık emekçilerinden tutun hastalara kadar geniş bir kesimi ilgilendiren GSS, buna rağmen tam anlamıyla anlaşılabilmiş değil. Tekrar soruya dönecek olursak, yasanın tüm öğrencileri kapsayan, bunun yanında sağlık öğrencilerini ilgilendiren özel bir yönü de var. Sağlık alanında eğitim gören öğrenciler için tam bir geleceksizlik anlamını taşıyan yasa, bu açıdan bakıldığında apayrı bir mücadele alanı açıyor. Sağlık emekçilerini güvencesizleştiren GSS, öğrencilere hiçbir gelecek vaat etmiyor. Sağlık hizmetinin ticarileştirilmesi ve piyasaya açılması sürecini eğitimin ticarileştirilmesine bağlayan yasa, özellikle üniversite hastanelerinde öğrencileri sağlık hizmeti üreten müşterilere dönüştürüyor. Yine GSS ile beraber Tam Gün Yasası altyapısız tıp fakültelerini hocasız bırakmaya başladı. Böylece zaten yetersiz olan eğitim daha da niteliksizleşecek. - Bu yasayla medikoların kapatılmasından bahsettiniz. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? - Evet, yasa medikoları da elimizden alıyor. Niteliği tartışılır olsa
da medikolar öğrenciler açısından oldukça yararlı oluyordu. Sağlık güvencesi olmasa da öğrenciler medikolarda tedavi görebiliyorlardı. Ancak yasadan sonra bundan söz etmek mümkün değil. “Paran kadar eğitim, paran kadar sağlık alırsın” deniyor bizlere. Ay sonunu dahi zor getirdiğimiz halde tüm bunları göğüslemek kolay olmayacak elbette. Bir de gelir tespiti meselesi var. Aylık gelir tespiti yapılırken öğrenci bursları da hesaba katılıyor ve buna göre prim ödeme zorunluluğu getiriliyor. 25 yaşını aşmış öğrencilere yine öğrenci olduğu halde prim ödemesi dayatılıyor. Tüm bir sağlık hakkımızın gaspedildiği yerde medikoların kapatılması da doğal olarak tali kalıyor. - Bu saldırı yasasına gençliğin yanıtı ne olmalıdır? Bu yasa nasıl bir mücadele ile geri püskürtülebilir? - Elbette birleşik bir mücadele ile. Üniversite kampüslerini aşan bir perspektifle örülen bir mücadele, diğer emekçilerle birleştirilebilirse; ancak o zaman yasanın geri çekilmesi gündeme gelebilir. Sağlık örgütlerinin yasaya ilişkin çalışmaları devam ediyor. SES ve TTB’nin gündeminde süresiz grev var. Sağlık meclislerinde, işyerlerinde bu yasayla ilgili tartışmalar yürütülüyor. Biz de öğrenciler olarak kendi üzerimize düşenleri yapmalıyız. Öğrencileri bu konuda bilinçlendirecek etkinliklerseminerler örgütlemeli ve sağlık hakkımıza sahip çıkmalıyız. - Tıp Öğrenci Kolu’nun bu yasa ile ilgili çalışmaları nelerdir? - Biz Tıp Öğrenci Kolu olarak üniversite hastanelerinde oluşturulan sağlık meclislerinin içerisinde yer alıyoruz. Burada yürütülen tartışmalara katılarak, karara bağlanan eylem-etkinliklerin örgütlenmesinde yer alıyoruz. Ayrıca çıkardığımız dergide bu konuyu işliyoruz. Konuştuğumuz her öğrenciye ise bize yönelen saldırıları anlatıyoruz. Aslında tıp öğrencileri içerisinde örgütlenmek çok zordur. Çünkü elitist bir yapıları vardır. Bu durum özellikle Hacettepe Üniversitesi’nde bizim açımızdan en büyük olumsuzluklardan biridir. Buna rağmen ısrarla yürüttüğümüz faaliyet ile örgütlü yapımızı güçlendirmeye devam ediyoruz.
13
Sermaye, sömürü ve MYO'lar Sermayedarlar sanayinin ilk gelişmesindeki üretim ve bu üretimin ihtiyaç duyduğu makine konumundaki işçi ile artı-değer sömürüsünü sağlayabiliyorken, günümüzde kar oranlarının düşüş içinde olduğu, sermaye birikim süreçlerinin yavaşladığı, krizlerin arttığı, sosyal, ekonomik, siyasal çalkantılar yaşayan sistemin sürdürülebilmesinde zorluk çekerken, ihtiyaç duydukları yeni bir aşamayı da beraberinde getirmektedirler. Bu, sermayenin artı-değer üretiminin ve sömürüsünün genişletilmesi doğrultusunda, hem yeni pazar alanlarına ulaşabilmek hem de yeni alanlar yaratılmasıdır. İşte tam da bu yüzdendir ki artık kapitalizm için; yaşayan, nefes alan her birey ve doğrultusundaki her şey bir artı-değer üretmenin aracı olmalı, metalaştırılmadık toplumsal bir ilişki bırakılmamalıdır. Üniversiteler ve eğitim de işte bu alanlardan ve metalardan biridir. Eğitim bu düzleme oturtularak, üniversiteler ve eğitim kurumları birer bilgi satan işletmelere “dönüştürülmeli”, bilgi ve bilim sermayenin kar etmesine “endekslenmelidir.” Türkiye'de üniversite eğitimi, kapitalizmin gerekleri doğrultusunda sanayileşmenin hız kazanmasıyla beraber yönetici yetiştirmek ve vasıflı emek gücü ihtiyacını karşılamak üzerinden şekillendirilmiştir. Hala da bu amacı korumakla beraber, öğrencilere ilköğretimden itibaren eleme yöntemiyle “herkese parasına göre eğitim” üzerinden eğitim verilmesi uygulanmaktadır. Eğitimin paralılaştırılarak alınıpsatılabilir bir duruma getirilmesi bırakalım işçi çocuklarını, geliri işçiden biraz daha yüksek olan kesimleri bile eğitim giderlerini karşılamakta zorlamaktadır. Parası olanın iyi eğitim gördüğü, olmayanınsa göremeyeceği bir düzlem üzerine kurulu bulunan ve farklılıklarıyla beraber genel olarak değişimin sömürü üzerinden daha da genişletildiği sistem, yukarıda aktarıldığı gibi, üniversiteleri kendileri için geniş yelpazeli bir sömürü cennetine ve doğalında ticarileşmeye ve metalaştırmaya götürmektedir.
Sermayenin yeni gözdesi: “Girişimci Üniversite” Her anlamıyla üniversiteleri ticarethaneye çevirmekte ısrarcı olan sermayedarlar, uzun yıllardır planladıkları ancak toplumsal-öğrenci mücadele dinamiklerinin ortaya çıkmasıyla beraber bu hayallerini rafa kaldırmışlardı. Ancak dinci-gerici partinin etkisini artırması ve mevcut mücadele dinamiklerinin zayıflığından yararlanan kapitalistler, hız kesmeden toplumun her kesimine uyguladıkları sömürü, inkâr ve imha politikalarını üniversitelerde de uygulamaya koydular. “Girişimci üniversite” adı altında uygulanan ve uygulanacak olan programlarını hayata geçiriyorlar. Dünya ölçeğindeki Bologna süreciyle de karşılaştığımız uygulamaları Türkiye sınırları içerisindeki üniversitelerde de hayata geçirmektedirler.
“Girişimci üniversite” “Girişimci üniversitelerde” üniversite içinde kullanılan malzemeler ve araçlar satılabilecek ya da kiraya verilebilecek. Akademisyenler ve öğrenciler üniversitede çalışabilecek, yapılan projeler şirketlere satılabilecek. Bu şekilde üniversiteler şirketlere, işletmelere dönüştürülecektir. Üniversite sınırları içersinde kar getirmeyen her pratik yok sayılacaktır.
Sermayedarlar için özel bir önem arz eden MYO’lar Eğitim sürecinde ucuz işgücü olarak kullanılan Meslek Yüksek Okullar'ı (MYO) için burjuva sözcülerinin ağzından dökülen “MYO’lar yüksek öğretim sisteminde hep ikincil sırada kalmıştır. Böylece yeteri kadar önemi anlaşılmayıp, geri planda kalmış olan bu kurumlar, ne öğrenciler, ne de öğretim elemanları bakımından çekicilik kazanabilmiştir. Bu kadar
14
büyük bir insan gücü ve kaynağın verimsiz kullanışına razı olunamayacağı için bu durum sürdürülemez” ( Teknoloji Fakültesi Modeli Kapsamında Endüstriyel Teknoloji Eğitimi Programının “Endüstri Mühendisliği” Programına Dönüsümü) sözleri aslında her şeyi açıkça ortaya koymaktadır. Genel planda her ne kadar “iyimser” bir hali olmasına rağmen iştahlarının kabardığı Meslek Yüksek Okullar'ı için nasıl hayıflandıklarının göstergesi durumundadır. Burada atlanılmaması gereken bir konu var ki bu aslında tüm açıklığıyla her şeyi ortaya koymaktadır. Türk burjuvazisinin Damat Ferit'i olan KOÇ’un “meslek lisesi memleket meselesi” kampanyası onlar için gerekli olanı açıklamaktadır. Ucuz iş gücü olan Meslek Lisesi ve MYO rezervlerinin yeterli kullanılması için atılan adımlar son yıllarda ciddi bir hız kazanmış durumda. MYO’ların statü olarak her anlamda fakültelerden farkının kalmaması üzerinde çalışmalar yürüten sermayedarlar, bu kurumların kendi avuçları içinde olması için de ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yine aynı sözcüler bunu “MYO ların üniversite içindeki otonomileri artırılmalıdır! MYO’ların yönetiminde yerel ilgililerin katılımına olanak veren farklı bir yönetim biçimi geliştirilmelidir. Yöneticilerinin seçiminde akademik ölçütlerden çok MYO’ların misyonuna uygun önderlik yapabilme kapasitesi ağırlık kazanmalıdır” sözleri ile somutlamaktadırlar. “Öğrencilerin bilgi birikim ve eğitim düzeyi bizi ilgilendirmez. Bizi yalnızca onlar üzerinden edineceğimiz kar ilgilendirir” diyen sermayedarlar, biz MYO öğrencilerini, makineyi öğrenecek ama ihtiyaçlar doğrultusunda farklı işler yapabilecek ucuz işgücü olarak görüyorlar. Bunlara da uyum sağlayabilecek bir iş güvencesi istemeyecek, hak aramayacak, işten atılmamak için kölece çalışmaya ve yaşamaya razı olacak, her türlü sendikal-sosyal-kültürel haktan soyutlanmış yaşamayı bile temel bir ihtiyaç olarak karşısına çıkarmayacaktır. Kısacası başlarını ağrıtmayacak, sınıf bilincinden yoksun bir işçi tipolojisi olarak görmek istemektedirler.
MYO'ların önemi Yukarıda bahsedildiği gibi MYO'lar öğrenci gençlik içerisinde sınıfla bütünleşme açısından en ileri alanı temsil etmektedir. Gerek staj dönemlerinde gerekse mezun olduklarında bu öğrenciler üretimin bir parçası haline gelmekte, hatta çalıştıkları alanda işletmenin ihtiyacına göre piston görevi görecek güçler olmaktadrlar. Bunu sağlayan en büyük etmen ise eğitim gördükleri 2 yıl boyunca genel olarak kendi alanları üzerinden “uzmanlaştırılmalarıdır.” Okula başladıkları ilk günden itibaren sistem içerisindeki çalışma koşullarına uyum sağlama üzerinden eğitim gören, kullanacakları ya da yönetecekleri makinelerin parçası halini almaya zorlanan “genç, dinamik, ve yeni beyinler” ilk dönemin ardından staja zorlanmaktadırlar. Genelde stajlarının 50 iş günü olarak planlandığı bu ucuz iş gücü rezervleri, staj dönemlerinin ardından okulların anlaşma yaptığı şirketlerde ya da staj gördüğü şirkette çalışmaktadırlar. Otomotiv, metal teknolojisi, tekstil, gıda gibi önemli sektörlere ara yönetici, vasıflı eleman yetiştiren bu alan, sınıf mücadelesi için de önemli bir mevzi konumundadır. Öğrenci gençliğin işçileştiği bu alanlar, sınıf mücadelesine ivme kazandırabilecek önemli bir potansiyele sahiptirler. Bilimsel eğitimden yoksun, makineleşme eğitimi alan MYO öğrencilerini örgütlemek, sınıf hareketi açısından önemli bir yerde durmaktadır. Öğrenci oldukları alanda örgütlenip, işçileştiği alanlara örgütlü bireyler halinde gitmeleri demek, o alanda yeni bir mevzi, yeni bir olanak demektir. Bu açıdan MYO örgütlenmeleri gerek öğrenci gençlik mücadelesi içerisinde gerekse sınıf mücadelesi bakımından önemli ve acil bir yerde durmaktadır. Namık Kemal Üniversitesi'nden bir Ekim Gençliği okuru
Üniversitelerden haberler...
erörü t a z e c e ’d F DTC
YTÜ’de okur toplantısı YTÜ’de hazırlık okulunun açılmasının ardından 16 Şubat günü kampanya süreci üzerine okur toplantısı düzenlendi. Toplantı kapsamında öncelikle kampanyanın deklarasyonun yapıldığı “Gençliğe devrimci baharı kazanma çağrısı… Geleceğine sahip çık!” yazısı okundu. Ardından kampanya ihtiyacının nereden doğduğu ve hangi ihtiyaçları karşılayabileceği üzerine daha ayrıntılı tartışmalar gerçekleştirildi. Bahar dönemini kampanya süreci ile bütünlüklü bir şekilde işlemenin anlamı üzerinde duruldu. Bu tartışmalar kapsamında hazırlık fakültesinde kampanya çalışması yürütmenin olanakları, hangi gündemlerin öne çıkartılabileceği tartışıldı. Yapılan tartışmalar sonucunda hızlı bir şekilde 8 Mart çalışmalarına başlanması kararlaştırıldı. İlk hedef olarak da 8 Mart’ın anlamı ve önemi ile ilgili teorik tartışmaların tüketilmesi kondu. Ayrıca hazırlık fakültesinde kampanya kapsamında gündemleştirilebilecek başlıklar olarak GSS ve kantin sorunu belirlendi. GSS’nin genel kapsamı ve öğrencilere yönelik uygulamaları üzerine kapsamlı bir araştırma yapılması kararlaştırıldı. Ekim Gençliği / YTÜ-Davutpaşa Kampüsü
dönerma terörü bu u şt ru so en ed stlerin süredir devam öneminde faşi n d zu al u n e fi ’d en F C eç DT Genü. G arında Ekim rla geri dönd al la ar za sı ce ra a n d so ın min baş an olaylar l hareketi yanucunda yaşan onlarca öğrenciye “el ko saldırması so u ğ bir dönem ın da bulundu ile, uyarıdan ın si ar çe rl u ek k o er i g iğ ” çl ak renciye de uzurunu bozm Ayrıca iki öğ h ı. n d lu u ağ k y o r la ak za par iki dönem an ce ir dönem ve a kadar uzay b ay an m ”t ır şt ak la m k uza yon yap k sesle ajitas ldırısınıfta “yükse isteyen bu sa i. ek d m el g es k a ü m n ır ü şt n ğiz. in ö uzakla devam ettirece rimci faaliyet ak ev ar d i ır şt ek la ’d n F u ğ C aDT aha da yo ize sahip çıkac şmalarımızı d ci faaliyetim m ri ev d lara karşı çalı e d akkımıza hem Hem eğitim h CF ençliği / DT G im k E ! ız ğ
Ankara’da Ekim Gençliği faaliyeti Ankara Üniversitesi’nde yeni dönemin başlaması ile birlikte Ekim Gençliği çalışmaları da hız kazandı. Bu kapsamda, 13 Şubat Pazartesi günü Cebeci kampüsündeki SBF’de stant açıldı. Ekim Gençliği ve Kızıl Bayrak yayınlarının gençliğe ulaştırıldığı stantta, geleceğine sahip çıkma çağrısı yapıldı. Bunun yanında, GSS saldırısı anlatılarak öğrencilerden imza toplandı. Yapılan sohbetlerde imza vermenin tek başına çözüm olmadığı bu yasayı geri çektirmenin tek yolunun örgütlü ve güçlü bir mücadele hattı örmekten geçtiği vurgulandı. Ayrıca Cebeci kampüsü ve DTCF’de “Esin Yıldız serbest bırakılsın!” şiarlı afişler kullanıldı. Hafta sonları gençliğin yoğun olarak kullandığı Yüksel Caddesi’nde stant açılmaya da devam ediliyor. Ekim Gençliği, geleceğine sahip çıkma çağırısını bulunduğu her alanda yükseltmeye devam edecek. Ekim Gençliği / Cebeci-DTCF
AÜ faşizme sahip çıktı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde İnsan Hakları dersi veren Prof.Dr. Anıl Çeçen, Uludere Katliamı’nın ardından davet edildiği TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nda Kürdistan’da yaşanan gelişmelere “insan hakları” açısından bakılamayacağını, orada “savaş hukukunun” geçerli olması gerektiğini söylemişti. Çeçen “Nerede bir topluluk varsa, uydu üzerinden yer tespiti ile bir füze göndermek mümkün. 40-50 kişi bir araya geldiyse ve bu olaylar tırmandırılmak isteniyorsa pek ala hedef olacak” demişti. Açıklamalarının ardından tepkiyle karşılanan Çeçen için üniversiteliler, “İnsanlıktan yoksun profestör istemiyoruz” diyerek bir de imza kampanyası düzenlemişti. Çeçen, okulda bulunduğu bir sırada Hukuk Fakültesi Öğrenci Kolektifi tarafından protesto edilmişti. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı, Çeçen’i protesto eden iki öğrenciye soruşturma açarak Çeçen’e “sahip çıktığını” gösterdi. Soruşturma gerekçesi olarak da “sloganlar atarak protesto etmek”, “fakülte binasına giriş kapısından yerleşke girişine kadar tepki göstermek”, “eylem görüntülerinin kayda alınması” gösterildi.
15
Kitle çalışmamızın sorunları üzerine - 2 B-Çalışma tarzı üzerine fikirler
Tam da burada kulüp ya da toplulukların önemi ortaya çıkmaktadır. Henüz devrimci mücadeleden ve örgütlülükten uzak duran gençlik kitleleri kendine bu toplulukların çatısı altında sosyal ve kültürel bir yaşam alanı açmaktadır. Yalnızca bu sınırlarda kalsa bile topluluklar, “duyarlı insanların bir arada toplanmış olması” açısından özel bir müdahaleyi gerekli kılan ve buna doğal bir zemin de hazırlayan yapılardır.
Buraya kadar kitle çalışmasının tanımı ve esasları üzerinde durduk. Kitle çalışmasının anlamını oluşturan alt başlıkları tartıştık. Ancak bunların yanında çalışmanın tarzına dair bir açıklığa da kavuşabilmemiz gerekiyor. Burada yapmamız gereken kaba bir biçim tartışması değil, öğrenci kitlelerinin var olduğu alanları tanımlamaya, çalışmamızı bu alanlara taşıyabilmenin ve yine bu alanlar içerisinde somut bir varlık kazanabilmenin yol ve yöntemlerinin tartışması olmalıdır. Yanı sıra, geniş gençlik kitlelerine ulaşmanın olanağı olabilecek türden özgün araçlar tanımlayabilmemiz, bu araçların da kullanımı ile merkezi ve yerel açıdan bütünlük sağlayabildiğimiz bir çalışma tarzına ulaşmamız gerekiyor. Sonuncu olarak da çeper güçlerimizin bir araya getirilmesinin ve bu sayede gençlik örgütümüzü sarmalayabilecek zeminler yaratabilmenin sorunlarını tartışabilmemiz gerekiyor. Daha açık ifade edecek olursak, bu bölümde ilk olarak kitle çalışmamızı taşıyabileceğimiz en belirgin alanlardan biri olan ve gençlik kitleleri içerisinde önemli bir örgütlenme zemini sunan kulüp ve topluluklarda çalışmayı tartışacağız. Ardından hem yakın ilişkileri toparlayabilmek hem de daha geniş kitlelerle bağ kurabilmek açısından önemli bir olanak olan yerel yayın/bülten başlığını ele alacağız. Üçüncü bir ara başlık olarak tek tek yerellerin çalışmalarının merkezi bir politik önderlik ile olan bağını bilince çıkartabilmenin önemini ve bunun merkezi ve yerel çalışmalar arasında doğurduğu ilişkiyi tartışacağız. Bu bölümün sonuncu ara başlığı olarak da örgütlerimizi sarmalayacak olan ve esasında örgütsel varlığımız kadar çalışmamızın da sürekli ve sistematik bir biçime büründürülmesi açısından önemli bir yer tutan çeper örgütlenmeleri sorununu gündemimize alacağız. Başlıkları tartışmaya geçmeden önce belirtilmesi gereken bir nokta daha var. Burada tartışacağımız şeyler genel bir yöntem ve yönelim belirlemenin yanında çalışmamızın gerçek anlamda yerelleşebilmesi, yani yerellerde yürüttüğümüz politik çalışmanın kitleler içerisinde somut bir biçime kavuşabilmesinin sağlanabilmesi açısından da büyük bir öneme sahiptir. Tüm bu tartışmalar yapılırken bu ayrıntıyı bir kenarda tutmak hem tartışmamızın seyri hem de sonucunun daha sağlıklı algılanabilmesi açısından anlamlı olacaktır. 1. Kulüp ve topluluklarda çalışma
16
Sosyal bir faaliyet alanı olarak kulüp ya da topluluklar öğrenci gençliğin kendini varettiği ortamlardır. Üniversiteye yeni gelen öğrencilerin azımsanmayacak bir kısmı yüzünü bu alanlara dönmekte, kendisini ifade edebileceği bir zemin
aramaktadır. Devrimci gençlik gruplarıyla ve politik gençlik örgütleriyle yakınlaşmaktansa daha “zararsız” olarak görülen bu alanlarda yer almak tercih edilmektedir. Bunun böyle olması, “'80 sonrası kuşak” için yaratılan korkulardan, korkularla beraber bu kuşağa sinen gerilik ve politik bilinç eksikliğinden kaynaklanmaktadır elbette. Tam da burada kulüp ya da toplulukların önemi ortaya çıkmaktadır. Henüz devrimci mücadeleden ve örgütlülükten uzak duran gençlik kitleleri kendine bu toplulukların çatısı altında sosyal ve kültürel bir yaşam alanı açmaktadır. Yalnızca bu sınırlarda kalsa bile topluluklar, “duyarlı insanların bir arada toplanmış olması” açısından özel bir müdahaleyi gerekli kılan ve buna doğal bir zemin de hazırlayan yapılardır. Öyle ki, aile, çevre ve YÖK gibi kurumlar eliyle yıldırılmış öğrenci kitleleri, üniversite ortamına girer girmez siyasal çevreler yerine kendi bilincine yakın bir yapıya, kulüp veya topluluklara yönelmektedir. Daha somut anlatacak olursak, eğitim sisteminden şu veye bu düzeyde şikayetçi olan, düzen açmazlarını genel anlamıyla görmüş, sol söyleme yakın duran ve kendisini az çok solcu olarak tanımlayan bir öğrenci politik gündemlere devrimci-sol siyasal gruplar ile müdahil olmamaktadır. Ancak bu aynı öğrenci herhangi bir topluluğun yaptığı işsizlik, geleceksizlik vb. gündemli etkinliklere ilgi duyabilmekte ve buradan doğru harekete dahil olabilmektedir. Kulüp ya da topluluklar genel olarak kültürel bir alan olarak tanımlanmaktadır. Bunun doğruluk payı da vardır. Ancak toplulukları yalnızca kültürel bir alan olarak tanımlamak, bu alanların gençliğin harekete geçirilmesi için sunacağı olanakları olduğundan daha geri sınırlara sıkıştırmak anlamına gelecektir. Evet, kulüpler ve topluluklar esas olarak kültürel yapılardır. Ancak önemli bir bölümünün çoğu zaman bu kültürel sınırları aştığı görülmektedir. Sermayenin üniversitelere yönelik saldırılarının yoğunluğu ve gençlik hareketinin düzeyiyle de yakından ilgili olarak, bir kısım topluluklar bilimsel üretim ve var olana alternatif koyabilme adına ortaya çıkmıştırlar. Kimisi de bölüm özelinde kurulmuş ve bu alanda bir meslek örgütlenmesi gibi iş görebilmektedir. Dahası, çeşitli üniversitelerden bir araya gelen toplulukların “İktisat Eğitimi” gibi konularda yerellerde ve ülke çapında gelenekselleşen kongreler düzenlediği, bu kongrelerde yalnızca akademik tartışmalarla sınırlı kalmadığı, Avrupa Birliği, emek, küreselleşme ve neo-liberalizm gibi alt başlıkları da gündemlerine aldığı yaşanmış örnekler üzerinden görülebilmektedir. Bu kadar da değil. Kimi topluluklar belli siyasal gündemler üzerinden de faaliyet yürütmektedirler. YÖK, eğitimin paralılaştırılması sorunu, ülkenin yakıcı siyasal gündemleri ya da kadın sorunu gibi
başlıkları gündemlerine alabilmektedirler. Kulüp ya da topluluklar için son söylediklerimizin tersi durumlar da olabiliyor. Özellikle “solcuların” olarak bilinen kulüp ya da topluluklar gerçekte soldan, devrim ve sosyalizmden, dahası devrimci örgütten kaçışın aracı olabiliyor. Örneğin, kendisini solcu ya da sosyalist olarak tanımlayan bir öğrenci, devrimci bir örgütte yer almanın yükleyeceği sorumluluklarla ya da örgütlülüğün karşısına çıkaracağı bedellerle karşı karşıya kalmamak için bu türden kulüp ya da toplulukların içerisinde yer alabiliyor. Yine de “solcu” kimliğin getirdiği duyarlılığa rağmen birşeyler yapmıyor olmanın yaratacağı rahatsızlığı bu yolla gideriyor, bir anlamda bu türden kulüp ve topluluklar aracılığıyla kendisini siyasal olarak tatmin ediyor. Bu durumun oluşmasında üniversitelerdeki siyasal öznelerin de payı olduğunu belirtelim. Siyasal özneler yeterince ilgilenmediği için bu alanda bir politik boşluk ortaya çıkıyor, apolitizasyon baskın hale geliyor. Bunun sonucu ise kendisini, az önce söylediğimiz gibi devrimden, sosyalizmden ve devrimci örgütten kaçış olarak gösteriyor. Burada bizim cephemizden yapılabilecek iki şey var. İlki, elbette ki bu toplulukların içine girmek, buralarda çalışma yürütmek ve devrimci gençlik mücadelesine katkı sunmasını sağlayabilmektir. Bunu yaparken dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var tabi. Eğer topluluklar kitle çalışmamızın özel bir alanı olacaksa, bu alanlar içerisinde gerçek anlamıyla çalışılabilinmelidir. Yani yalnızca gerekli durumlarda kullanılan bir araç olarak değil çalışmanın sürekli yürütüleceği alanlar olarak görülmelidir. Tersi durumda, yani yalnızca gerektiğinde kitle çalışmamızın parçası haline getirildiğinde, o topluluk içerisinde bulunan öğrenci kitlesi nezdinde, istemeden de olsa, samimiyetsiz olduğumuz yönünde bir izlenim yaratabiliriz. Ancak bu alanlarda sürekli var olunduğu koşullarda hem böyle olumsuz bir izlenim ihtimali ortadan kalkacaktır hem de topluluğun ve tek tek öğrencilerin politikleştirilerek taraflaştırılması mümkün olabilecektir. Bu yapılamadığı koşullarda, yani öznel sorunlarımızdan kaynaklı olarak topluluklar içerisinde sürekli bir çalışma yapamadığımız durumda, ikinci bir müdahale biçimi olarak, belli gündemler üzerinden bile olsa toplulukların desteğini alabilmenin ve/veya onlarla birlikte iş yapabilmenin olanaklarını yaratabilmek gerekir. Bunun nasıl yapılacağı ise söz konusu yerelin nesnel durumunun kaçınılmaz bağlayıcılığı nedeniyle tümüyle yerel güçlerimizin durumuna ve inisiyatifine kalmaktadır. 2. Yerel yayınlar/bültenler Kitle çalışmamızın özgün araçları olarak yerel yayınları/bültenleri de tartışmak gerekir. Öncelikli olarak da bu araca önem katan ihtiyacı tanımlayabilmek gerekiyor. Gençlik hareketinin sorunları üzerine yaptığımız hemen her
değerlendirmede hareketin darlığı ve siyasal gençlik özneleri ile gençlik kitleleri arasındaki kopukluğa vurgu yapıyoruz. Bunu gidermenin yolunun da etkin bir kitle çalışmasından geçtiğini belirtiyoruz. Sermayenin üniversitelere ve gençliğe yönelik saldırılarının çok yönlülüğü düşünüldüğünde, sözünü ettiğimiz etkin kitle çalışmasının da çok yönlü olarak yürütülmesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Buna bağlı olarak da genel olarak kapitalizmin ve sermayenin üniversitelere yönelik saldırılarının teşhirinin aynı biçimde çok yönlü olması kaçınılmaz bir sonuç oluyor. İşte burada yerel yayınlar/bültenler, gençlik içinde böylesi çok yönlü bir kitle çalışmasında işlevsel araçlardır. Bu kimi zaman herhangi bir gündem üzerinden yürütülen kitle çalışmasının ek bir aracı olarak kendisini ifade eder, kimi zaman dönemsellikten de öte olarak yerelde kurumsallaşmış bir çalışmanın somut göstergesi olma anlamını taşır. Yerel yayınlar/bültenler gençlik kitleleri ile doğrudan bağ kurabilmek açısından da önemli bir araçtır. Mal edilebildiği ölçüde kitlelerle doğrudan bağ kurabilmenin kanalını açmaktadır ve var olan bağların güçlenmesini sağlamaktadır. “Her yayın bir örgütsel oluşum ve düzeyin ürünü olduğu gibi, bir örgütlülüğü geliştirmenin de temel araçlarından biridir. Burada karşılıklı bir ilişki, diyalektik bir bağ vardır. Eğer bir yayın tartışılıyorsa, orada bir örgütlenme, örgütlenmenin kucaklayıp harekete geçireceği güçler, örgütsel organizasyona dayalı bir siyasal çalışma, bu çalışmanın hedefleri vb. söz konusudur.” (Gençlik faaliyetinde mahalli bültenler üzerine, Ekim Gençliği, 1 Temmuz '98) Alıntıda da belirtildiği gibi, yayınlar ile örgütlenmeler arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Söz konusu ilişki yerel yayınlar/bültenler için de geçerlidir. Yerel yayınlar/bültenler esasta örgütlenme ihtiyacını karşılayabilmektedirler. Bunu iki biçim altında tarifleyebiliriz. İlk olarak halihazırda var olan esnek bir örgütlenmenin kendisini geliştirmesi ve yetkinleştirmesi için etkili bir araç olabilirler. İkinci olarak da esnek bir örgütlenme oluşturmaya çabalayan bir yerel çalışmanın, bu konuda adım atabilmesi açısından anlamlı bir araç olmaktadırlar. Dağınık duran, örgütlü bir biçime kavuşturulamayan çeper ilişkilerin politik gündemler ya da kültür-sanat üzerinden bir araya getirilmesi açısından yerel yayınlar/bültenler küçümsenmeyecek olanaklar sağlayabilirler. Elbette ki yerel yayın/bülten çalışmasında da dikkat edilmesi gereken belli başlı noktalar var. Bunlardan ilki yerel yayının/bültenin içeriği konusudur. Burada karşımıza çıkacak sorun esasında esnek çalışmanın esnekliğinin kavranmasında oluşan sorundan bağımsız değildir. Yerel yayınlar/bültenler çok değişik gündemler üzerinden çıkarılabilir. Çıkış noktası olarak kültür-sanat konuları belirlenebileceği gibi, akademik sorunlara yönelik ya da genel politik gündemlere yönelik olarak yerel
17
yayınlar/bültenler de çıkarılabilir. Tüm bunların esas noktası ise esnek bir örgütsel işleyişe sahip olmaları gerekliliğidir. Ancak bu yerel yayının/bültenin içeriğinde veya söylediği sözde esnemek olarak algılanmamalıdır. Nasıl ki “yerel yayında/bültende sadece düzeni teşhir eden veya sosyalizmi öne çıkaran yazılar olmalıdır” anlayışı tutucu olarak tanımlanacaksa, “yerel yayın/bülten esnek bir araç ve esnek bir örgütlenmesi var. Yazıların içeriği de buna uygun olarak esnek olmalıdır” anlayışı da o denli geri bir tutum olabilir. Yerel yayının/bültenin esnekliği içeriğinden değil, onu çıkaran örgütlenmenin işleyiş yapısı veya taban inisiyatifine açıklığı üzerinden tartışılmalıdır. İkinci bir önemli nokta ise yerel yayın/bülten faaliyetini örgütleyen güçlerin düzeyleridir. Yerel yayın/bülten hangi gündem üzerinden çıkarılıyorsa, söz konusu faaliyeti örgütleyen güçler o konularda belli bir birikim ve donanıma sahip olmalıdır. Siyasal gündemler üzerinden kurgulanan bir yerel yayında/bültende bu açıdan ciddi bir zorlanma yaşamayabiliriz. Zira merkezi gençlik yayınımız bu konuda var olan açığı kapatabilir. Fakat özellikle kültür-sanat gibi başlıkların işlendiği yerel yayınlarda/bültenlerde belli bir zorlanma yaşanabilir. Çoğu zaman kültür-sanat başlıklarını işleyen bültenlerin çıkarılmasının daha kolay olduğu düşünülür. Film ve kitap tanıtımları, bunların yanına kondurulmuş bir şiir ile yerel yayın/bülten çıkarılabileceği düşünülebilir. Düzenin gençlik kitlelerinin tüm kültür-sanat anlayışını abluka altına aldığı ve ona yön verdiği hesaba katılırsa, düzenin ablukasını bu cepheden boşa düşürebilmek için çok daha güçlü ve nitelikli bir içerik sunabilmenin zorunluluğu kavranabilir. Bunun belli bir birikime yaslanmayan geçiştirme yazılarla yapılamayacağı da açıktır. Önümüzdeki dönemde, mümkün olan tüm yerellerimiz yerel yayın/bülten faaliyetini hem merkezi politikalarımızı yerelde özgünleştirebilmek için hem esnek örgütleri oluşturabilmek veya var olanları devrimcileştirebilmek için yerel yayın/bülten faaliyeti konusunda somut adımlar atmayı önüne koymalıdır. 3. Merkezi-yerel çalışma ilişkisi
kendi gücüne dayanan bir süreç yoluna gitmişlerdir. İşte bu durum yukarıda işaret ettiğimiz merkezi-yerel çalışma arasındaki ilişkilerdeki soruna iyi bir örnektir. Zira merkezden birleşik bir çalışmayı hedeflenen kampanyayı yerelde tek başına omuzlama yoluna gitmek üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur. 4. Çeper örgütlenmeleri Buraya kadar yaptığımız tartışmalardan sonra örgütlenme sorununa da çubuk bükmek gerekmektedir. Burada insanların tek tek nasıl örgütlenebileceği üzerinde durmayacağız. Zira bu konuda somut bir reçete sunmak tümüyle olanaksızdır. Bir insanın örgütlenme süreci ve yöntemleri nesnel duruma, kişilik özelliklerine ve kendisiyle ilgilenen kişinin becerilerine göre değişkenlik göstermektedir. Dolayısıyla da bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Bugün çubuk bükmemiz gereken diğer bir alan ise politika belirleme eksenine oturan merkezi çalışmamız ile yerel çalışmalarımızın belli bir bütünlüğe kavuşturulabilmesi sorunudur. Öyle ki, biz merkezi olarak süreci tahlil ediyor, hareketin sorunlarını tespit ediyor ve çözüm yolları öneriyoruz. Yalnızca bununla da sınırlı kalmayarak yerellerde izlenmesi gereken yolu genel hatlarıyla ortaya koyuyoruz. Halihazırda bu açıdan da fazlasıyla eksikliğimiz var kuşkusuz. Ancak bugün aradaki ilişkiyi soruna dönüştüren şey, daha çok yerellerin merkezi politikaları hayata geçirip geçirememe sorunudur.
Burada esas olarak çeper ilişkilerin örgütsel bir forma kavuşturulabilmesi sorununu tartışmalıyız. Çeper örgütlenmelerinden kastımızın eğitim grupları, yayın tartışma grupları, kültür sanat grupları gibi ilişkilerin bir araya getirildiği ve bir anlamda çalışma açısından üretim sürecine sokulduğu birliktelikler olduğunu belirtelim.
Elbette ki bunun bizi aşan yanları vardır. Yerellerin nesnel durumu, belirlenen merkezi politikaların aynı biçimde hayat bulmasına elverişli olmayabilir. Ancak asıl sorun da merkezi olarak ortaya konulan politikaların yerellerde özgün biçimleriyle hayata geçirilebilmesi sorunudur zaten.
Daha somut anlatacak olursak, gündemimize aldığımız herhangi bir çalışmaya çevre güçlerimizden oluşturulacak bir komite ile başlamak, daha bu başlangıç aşamasında çalışmanın etkili ve güçlü bir çıkış yapmasının dayanağı olacaktır. Ayrıca düzenli periyotlarla geçekleştirilen tartışma toplantıları veya etkinlikler de bu açıdan oldukça önemli bir yerde durmaktadırlar. Ancak buradaki temel nokta, bunların sürekliliğinin sağlanabildiği ölçüde örgütsel bir forma kavuşturulabilmesidir. Bir çok insanın katıldığı toplantılar düzenlemek, film gösterimleri yapmak ne kadar anlamlıysa, tüm bunları bu toplantı ve etkinliklere katılan bileşen ile beraber yapabilmek, bu anlamıyla da yapılan işe örgütsel bir biçim kazandırmak da en az o kadar anlamlı olacaktır. Bugünün gençlik hareketinin sınırlarıyla beraber ilişkilere örgütsel şekil verebilmenin zorlukları düşünüldüğünde, bu konuda atılacak her olumlu adımın esas anlamı ve önemi daha iyi görülebilir.
Geride bıraktığımız dönem içinde ortaya konulan “gelecek ve özgürlük” ana temalı kampanya ve bu kampanyanın bir parçası olarak yerel öğrenci kurultayları süreci, konu ile ilgili olarak verilebilecek ve üzerine tartışılması gereken en yakın örnektir. Kampanyanın yerellerde neden merkezi olarak ortaya konulan eksene oturtulamadığı, kampanya sonunda yakın zamanlarda yapılması gerektiği belirtilen öğrenci kurultaylarının neden gerçekleşmediği, gerçekleşenlerin ise dar ve yüzeysel kalmış olması, buranın tartışması ve açığa kavuşturması gereken bir sorundur. Geride kalan “gelecek ve özgürlük” kampanyası çerçevesinde önümüze öğrenci kurultayları toplamayı koymuş, bu kurultayları da birleşik bir hareketin dayanak noktaları haline gelebilmesi için diğer siyasal gençlik özneleriyle birlikte yapmayı planlamıştık. En azından gençlik örgütleriyle bu yönlü bir tartışma süreci başlatmayı, tartışmaların tıkandığı yerde ise kendi gücümüze dayanarak kurultayları örgütleme iradesi göstereceğimizi ifade etmiştik. Ancak kimi yerellerimiz gençlik örgütlerinden gelecek olası olumsuz tepkileri önden düşünerek daha en başından
18
Tüm bunlar devrimci örgütü çevreleyecek, çalışmanın gelişmesi ve yaygınlaşmasında etkili birer araç olacaktır. Açık ki çeper örgütlenmelerinden yoksun bir çalışma, gelişme dinamiği açısından her dönem belli sınırlılıklar yaşayacaktır.
C-Taşra üniversitelerinde ve Meslek Yüksek Okulları'nda kitle çalışması Özel bir başlık olarak taşra üniversitelerinde ve Meslek Yüksek Okulları'nda (MYO) yürütülecek kitle çalışmasını tartışmak oldukça önemlidir bugün. Zira çalışmamızın bu alanlara taşınması ya da buralarda doğan imkanların değerlendirilmesi konusunda belli
problemler yaşayabiliyoruz. İlkin taşra üniversiteleri üzerinde duralım. Her şeyden önce taşra üniversitelerinin politik anlamını, gençlik hareketi içerisinde tuttuğu yeri bilince çıkartmak gerekiyor. Açık ki taşra üniversiteleri gençlik hareketine yön verilmesi açısından daha geri bir yerde duruyor. İstanbul ve Ankara gibi şehirlerdeki üniversitelerde yaşanan hareketlenmelerin hızlıca diğer yerlere yayılması ve buralardaki eylemli sürecin hareketin ekseni haline gelmesi anlaşılabilir bir durumdur elbette. Fakat bunun böyle olması taşra üniversitelerine öneminden bir şey kaybettirmiyor. Eskiden beri üniversite kapılarının işçi ve emekçi çocuklarına kapatıldığından söz ediyoruz. Elbette ki süreç, bu sonucu birden doğurmuyor. Bilindiği gibi üniversite kapılarına dayanan emekçi çocuklarının büyük bir bölümü kendilerini taşra üniversitelerinin içinde buluyor. Her yönüyle ticarileşen eğitim, büyük şehirde yaşamının maddi zorlukları emekçi çocuklarını çoğunlukla taşra üniversitelerine yönlendiriyor. Taşra üniversitelerine dolan bu kitlenin geldiği sınıfsal köken olarak mücadeleye daha yakın olması bile taşra üniversitelerine özel bir anlam yüklüyor. Buradan bakıldığında da taşra üniversitelerinin gelecekte gençlik hareketinde daha belirleyici bir rol oynayacağını söylemek mümkündür. Buraya kadar kitle çalışmasının araçları ve tarzına dair yaptığımız tartışmanın hemen tümü, belli özgün yanlar içermekle de birlikte, taşra üniversiteleri için de geçerlidir elbette. O zaman burada asıl sorun, taşra üniversitelerinde yürütülecek çalışmanın hangi temeller üzerinden ele alınması gerektiğidir. Tüm üniversite gençliğini kesen paralı eğitim sorunun yanında, özellikle gelecek ve işsizlik kaygısı taşra üniversitelerinde daha yaygın olarak hissedilmektedir. Öte yandan taşra üniversitelerinde gerici baskılar daha ileri boyutlarda yaşanmaktadır. Belki bugün taşra üniversitelerinden doğru bir hareket olmadığı için bu kısım kendisini çok gösteremeyebilir. Ama sözünü ettiğimiz bu gericilik ve baskı ortamı taşra üniversitelerin yapısında vardır. Anlaşılacağı gibi, taşra üniversitelerinde yürütülen kitle çalışmasında ilk aşamada öne çıkarılacak başlık “gelecek” sorunu olmalıdır.
Gelecek sorunu ekseninde bir hareket yaratılabilinirse, yukarıda söz ettiğimiz taşra üniversitelerindeki baskı ortamının kendisini daha somut olarak gösterecek, bu da “özgürlük” sorunun kaçınılmaz olarak gündeme sokacaktır. Kitle çalışmamızın taşınması gereken başka bir alan olarak MYO'ları da akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Bugün liseli gençlik çalışmamız açısından meslek liseleri ne anlama geliyorsa, MYO'lar da üniversite çalışmamız açısından aynı anlama gelmektedir. Buralar işçi ve emekçi kökenli gençliğin yaygın olarak bulunduğu yerlerdir ve buradaki öğrencilerin geleceğin işçileri olmaları diğer öğrenci kitlesine göre çok daha kesindir. Zira onlar bunun için, yani nitelikli işçi olabilmeleri için “yetiştiriliyorlar”. MYO'larda yürütülecek çalışma bu okulların kendi özgün sorunlarını eksen almalıdır. Teknik eğitim sorunlarının yanında, “staj sömürüsü” gibi alana özel konular etkili bir çalışmaya konu edilebilmelidir.
Sonuç yerine Kitle çalışmasının sorunlarını hemen tüm yönleriyle tartışmış bulunuyoruz. Ancak tartışmış olmamız sorunu çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Tersine, asıl mesele buradan sonra başlıyor. Buradan alanlarımıza döndüğümüzde, ilgili platformlar, çok geçmeden, buradaki tartışmalara da yaslanarak, konuyu kendi yerel özgünlüğünde bir kez daha tartışabilmeli, önümüzdeki döneme çalışmanın yol, yöntem ve hedefleri bakımından hazırlıklı girebilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde yeni dönemi kazanmamızın ve yine bu dönemden güçlenerek çıkmamızın tek koşulu, yapılan planlamaları hayata geçirebilmek için gösterilecek iradi çabanın kendisidir. “Genç komünist” kimliğinin getirdiği irade ve sorumluluk bu son koşulun da yerine getirilmesine yeterince olanak sağlamaktadır. (3. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı'nda “kitle çalışmasının sorunları” başlığıyla düzenlenen oturumda yapılan sunumdur...)
Bugün çubuk bükmemiz gereken diğer bir alan ise politika belirleme eksenine oturan merkezi çalışmamız ile yerel çalışmalarımızın belli bir bütünlüğe kavuşturulabilmesi sorunudur. Öyle ki, biz merkezi olarak süreci tahlil ediyor, hareketin sorunlarını tespit ediyor ve çözüm yolları öneriyoruz. Yalnızca bununla da sınırlı kalmayarak yerellerde izlenmesi gereken yolu genel hatlarıyla ortaya koyuyoruz. Halihazırda bu açıdan da fazlasıyla eksikliğimiz var kuşkusuz. Ancak bugün aradaki ilişkiyi soruna dönüştüren şey, daha çok yerellerin merkezi politikaları hayata geçirip geçirememe sorunudur.
19
Yükseköğrenim gençliği açısından bütün bir eğitim dönemine hakim olan bu tablo, faşist baskı ve terörde gemi azıya alan sermaye düzeninde üniversiteler payına düşen ablukayı gözler önüne serdi. Öyle ki, emperyalizmin bölgedeki savaş ve saldırganlık politikalarına taşeronlukta sınır tanımayan sermaye devleti ve AKP hükümeti, tam da bu uğursuz misyonu gereği, 'içeride-dışarıda savaş ve saldırganlık' pozisyonu almış durumdadır. Buna paralel olarak, işçi ve emekçilere yönelik kapsamlı sosyal yıkım ve kölelik saldırıları planlanmaktadır. Böyle bir tabloda, başta Kürt halkı olmak üzere ilerici ve devrimci güçlere yönelik sistemli bir faşist baskı ve terör uygulanmakta, öğrenci gençlik kitleleri de bu saldırıdan payına düşeni Geride bıraktığımız yıl dünya ölçeğinde kapitalizmin açmazlarının almaktadır. netleştiği, bunun karşısında ise emekçi halkların mücadele ve başkaldırıyı Saldırıların bu kadar yoğunlaştığı bir yükselttiği bir yıl oldu. Ortadoğu'da 'Arap baharı' gerici rejimlerin diktatörlerini kovarken, Avrupa'da kapitalizmin krizine karşı yanıt grev ve dönemde etkin bir sınıf hareketi ve direnişlerle verildi. Öfke kapitalizmin mabedi sayılan ABD'ye dahi sıçrarken, bunu tamamlayan güçlü bir toplumsal “İşgal et!” şiarıyla kapitalizmi hedef alan ve aylar süren sokak eylemleri yaşandı. Gençlik kitleleri dünya genelindeki mücadelede en ön saflarda yerini muhalefet örgütlenemediği açıktır. Bu aldı. Pek çok ülkede okul boykotları ve işgalleri yaşandı. Tüm bu gelişmeler durum üniversite gençliğine de karşısında kapitalist devletlerin kendini koruma yöntemi baskı ve terörü arttırmak olumsuz olarak yansımakta, oldu. kapsamlı saldırı politikaları Dünya ölçeğinde böyle bir tablo yaşanırken, Türkiye'de de ilerici ve devrimci özneler ile gençlik güçleri benzer bir abluka ile karşı karşıya kaldı. karşısında gençlik cephesinden güçlü bir yanıt verilememektedir. Geride bıraktığımız dönem sermaye düzeni tarafından gençliğe yöneltilen saldırılarının belirgin biçimde arttığı bir süreç oldu. Paralı eğitim uygulamaları Ancak geleceği çalınan derinleştirilirken, bu uygulamaların daha rahat hayata geçmesi için üniversiteler her milyonların ve tabii ki gençlik geçen gün biraz daha fazla yarı açık hapishanelere dönüştürüldü. Bir yandan üniversitelerdeki polis-ÖGB ablukası arttırıldı öte yandan ülkücü-faşist çeteler ilerici ve kitlelerinin bu saldırılar devrimci öğrencilerin üzerine salındı. Bu tabloyu ardı arkası kesilmeyen soruşturma-ceza karşısında tek seçeneği dalgaları ile gözaltı ve tutuklama terörü tamamladı. mücadeleyi büyütmek ve Yükseköğrenim gençliği açısından bütün bir eğitim dönemine hakim olan bu tablo, faşist 'geleceğine sahip baskı ve terörde gemi azıya alan sermaye düzeninde üniversiteler payına düşen ablukayı gözler önüne serdi. Öyle ki, emperyalizmin bölgedeki savaş ve saldırganlık politikalarına çıkmaktır!'
Gençliğe devrimci baha
“Gelec
taşeronlukta sınır tanımayan sermaye devleti ve AKP hükümeti, tam da bu uğursuz misyonu gereği, 'içeride-dışarıda savaş ve saldırganlık' pozisyonu almış durumdadır. Buna paralel olarak, işçi ve emekçilere yönelik kapsamlı sosyal yıkım ve kölelik saldırıları planlanmaktadır. Böyle bir tabloda, başta Kürt halkı olmak üzere ilerici ve devrimci güçlere yönelik sistemli bir faşist baskı ve terör uygulanmakta, öğrenci gençlik kitleleri de bu saldırıdan payına düşeni almaktadır.
Saldırıların bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde etkin bir sınıf hareketi ve bunu tamamlayan güçlü bir toplumsal muhalefet örgütlenemediği açıktır. Bu durum üniversite gençliğine de olumsuz olarak yansımakta, kapsamlı saldırı politikaları karşısında gençlik cephesinden güçlü bir yanıt verilememektedir. Ancak geleceği çalınan milyonların ve tabii ki gençlik kitlelerinin bu saldırılar karşısında tek seçeneği mücadeleyi büyütmek ve 'geleceğine sahip çıkmaktır!' Bu olgudan hareket eden genç komünistler, geniş gençlik kitlelerine önümüzdek dönemde devrimci baharı kazanma çağrısı yapacaklardır. Gençliği kapitalist sömürü ve baskı düzeninin karşısına dikilmeye çağıran genç komünistler, tüm enerjilerini seferber ederek bulundukları her alanda “Geleceğine sahip çık!” şiarını yükselteceklerdir.
Emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı geleceğine sahip çık! Emperyalizme maşalıkta koçbaşı olan AKP hükümeti ve sermaye devleti, bir yandan Ortadoğu halklarını emperyalist namlularının hedefi yaparken öte yandan da ülke topraklarını gerici savaşların ve boğazlaşmaların merkezi haline getirmektedir. Libya'ya dönük emperyalist işgal sırasında aktif taşeronluk rolü üstlenen Türk sermaye devleti, benzer bir kirli tezgahın hazırlandığı Suriye'ye dönük muhtemel bir müdahalede işbirlikçilikte en ön safta yer tutmuştur. Aktif taşeronluk rolünün en önemli adımlarından birini de “füze kalkanı” oluşturmaktadır. NATO'nun ABD patentli saldırganlık projesi olan “füze kalkanı” çerçevesinde Malatya'da radarların kurulumuna izin veren Türk sermaye devleti, başta İran olmak üzere bölge halklarına karşı emperyalistlerin vurucu gücü ve tetikçisi olmaya soyunmuştur.
20 bir biçimde büyüterek “Emperyalizme ve siyonizme kalkan olmayacağız!” şiarını daha güçlü biçimde haykırmalıdır. Öyle ki
Bu topraklarda güçlü bir antiemperyalist geleneğe sahip olan gençlik, Kürecik'e kurulan füze kalkanına karşı mücadeleyi etkin
arı kazanma çağrısı...
ceğine sahip çık!” gençlik kitleleri, kardeş halklara yönelik savaş ve saldırganlığa karşı anti-emperyalist mücadele bayrağını yükseltmek ve kardeş halklarla her türden dayanışmayı büyütmek sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bu kapsamda tüm gençliğe çağrımızdır: “Emperyalist savaşa, NATO'ya ve füze kalkanına karşı kardeş halklara sahip çık!” Faşist baskı ve devlet terörüne karşı
geleceğine sahip çık! Dinci-gerici AKP hükümeti eliyle dışarıda emperyalist savaş ve saldırganlık politikalarına aktif taşeronluk rolünün üstlenildiği bir dönemde, Kürt halkı ve devrimci-ilerici sol güçler payına düşen de dizginsiz baskı ve terör olmaktadır. Rejimin “Kürt açılımı” adı altında sergilediği orta oyununun son perdesi, Uludere'deki katliamla kapanmıştır. Uzun bir dönemdir “KCK operasyonları” adı altında kitlesel bir gözaltıtutuklama terörü ve sınır ötesi-içi askeri operasyonlar eşliğinde süren tasfiye operasyonu, sermaye devletinin hedefinin ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Açık ki, Kürt halkının haklı mücadelesini yok ederek bitiremeyen sermaye devleti dizginsiz faşist baskı ve terörü tek seçenek olarak görmektedir. Faşist baskı ve terör ilerici ve devrimci sol güçlerle birlikte üniversite gençliğini de doğrudan yönelmektedir. İlerici ve devrimci gençliğin her türden hak arama mücadelesi engellenmekte, eylemleri yasaklanarak ÖGB-polis terörü ya da soruşturma-ceza tehdidiyle yıldırılmaya çalışılmaktadır. Bugün yüzlerce öğrenci hapishanelerde tutsak alınmış durumdadır. Mücadeleyi nefessiz bırakmayı hedeleyen bu faşist baskı ve törüre karşı tüm gençliğe çağrımızdır: “Faşist baskı ve teröre karşı özgürlüğüne sahip çık!”
Eğitimin ticarileşmesine karşı geleceğine sahip çık! Sermaye devletinin içerde ve dışarda uyguladığı savaş ve saldırganlık politikaları ile paralel yürüttüğü sosyal yıkım saldırılarının bir ayağını da eğitimin her geçen gün paralı hale getirilmesidir. Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında gerçekleşen Uluslararası Yükseköğretim Kongresi'nde (UYK) eğitimin neoliberal politikalara ve bu kapsamdaki Bologna Süreci'ne uygun bir şekilde
dönüştürülmesi tartışılmıştır. Üniversitelerin geleceğinin(!) tartışıldığı bu kongre ile birlikte somut adımlar hızla atılmış, 2011-2012 güz dönemi gizli harç zammı uygulaması ile başlamıştır. Üniversite gençliğinin gösterdiği tepki ile birlikte uygulamada geri adım atılmış ancak bu saldırı yalnızca ertelenmiştir. Bunu, pek çok üniversitede alınan kayıt paraları, hazırlık öğrencileri için kitap-şifre paraları gibi uygulamalar takip etmiştir. Ulaşım, barınma ve beslenme gibi temel hizmetlerin hem maddi yükü hem de niteliğindeki düşüklük üniversite gençliğinin temel sorunlarının başında gelmektedir. Burjuva ideologların “eğitimin sağladığı bireysel fayda toplumsal faydadan daha fazladır, o halde bu hizmeti alan karşılığını ödemelidir” argümanına dayanılarak hayata geçirilen ve meşrulaştırılmaya çalışılan paralı eğitim uygulamaları her geçen gün daha fazla işçi ve emekçi çocuğunun eğitim hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bununla birlikte üniversite eğitimini tamamlayabilen gençlik kitlelerini ise büyük bir işsizlik ve geleceksizlik sarmalı karşılamaktadır. Diplomalı işsizlik en iyi üniversitelerden mezun olanları dahi tehdit ederken, iş bulabilen şanslı azınlık ise güvencesiz ve kölece çalışma koşulları ile karşı karşıya kalmaktadır. Bunun bir ayağını da meslek ve alanlarda yaşanan sermaye eksenli dönüşümler oluşturmaktadır. Van depremi fırsat bilinerek “yetkin mühendislik” uygulaması yeniden gündeme getirilmiştir. Böylece, maaşsız zorunlu staj, yetkinlik belgesi için kurs ve sınav gibi uygulamaların da önü açılmaya çalışılmaktadır. Bizleri eğitim hayatı boyunca müşteri, sonrasında ise köle olarak gören kapitalist sömürü düzeninin geleceğimizi çaldığı açıkça ortadadır. Bu saldırılar karşısındaki tek alternatif mücadele etmektir. Geleceğini kendi ellerine almak isteyen tüm
21
gençliğe çağrımızdır: “Ticarileşmeye ve müşterileşmeye karşı eğitim hakkına sahip çık!” Gençliği devrimin saflarına kazanmak
için seferberliğe!
Kampanya güçlü bir ajitasyon-propoganda faaliyeti ile birlikte etkin bir kitle çalışmasına konu edilmelidir. Kampanya gündemlerinin etkin ve zengin görsel araçların kullanımı ile güçlendirilmesi, çalışmanın söyleşi, etkinlik, toplantı vb. araçlarla zenginleştirilmesi, yerellerin özgünlüklerini hesaba katan çalışma biçim ve yöntemlerinin kullanılabilmesi önem kazanmaktadır.
Yukarıda genel çerçevesi çizilen başlıklar bahar döneminde yürütülecek kampanya ile somut bir biçime kavuşturulmalı ve geniş gençlik kitlesinin öfkesi sokaklara taşınmalıdır. Gençliğin bugün karşı karşıya olduğu sorunların kapsamı ve niteliği, böyle bir eylemli süreci örgütlemenin imkan ve dinamiklerine işaret etmektedir. Geride bıraktığımız dönemde belli yerellerde kantin, ders, yurt boykotu gibi örnekler yaşanmıştır. Öğrenci gençliğin yakıcı sorunları üzerinden bu tür eylemliliklerin ve örgütlülüklerin arttığına tanık olmaktayız. Önümüzdeki dönemde de ortaya çıkabilecek bu tepkilerin, kampanya çerçevesinde kendi dar zeminini aşacak bir müdahaleye konu edilmesi gerekmektedir. Böylece, güncel talepleri üzerinden harekete geçirilecek gençlik kitlelerini politikleştirmek ve devrimci mücadeleye kanalize etmek hedeflenmelidir. Kampanya güçlü bir ajitasyon-propoganda faaliyeti ile birlikte etkin bir kitle çalışmasına konu edilmelidir. Kampanya gündemlerinin etkin ve zengin görsel araçların kullanımı ile güçlendirilmesi, çalışmanın söyleşi, etkinlik, toplantı vb. araçlarla zenginleştirilmesi, yerellerin özgünlüklerini hesaba katan çalışma biçim ve yöntemlerinin kullanılabilmesi önem kazanmaktadır. Bu açıdan yerel yayın, topluluk ve kulüp gibi her türlü esnek mücadele aracının kampanya talepleri temelinde devreye sokulması çalışmanın başarısı için ayrıca vazgeçilmez araçlardır. Çevremizdeki güçlerin kampanya gündemleri temelinde harekete geçirilebilmesi için de uygun esnek araçlar mutlaka yaratılmalıdır.
Bir diğer önemli hedefte kampanyanın gündemlerinin bahar gündemleriyle birleştirilmesidir. Bu kapsamda tüm bahar gündemleri kampanya gündemleri ile birlikte değerlendirilmeli, 1 Mayıs'a tüm alanlarda yaygın kitle etkinlikleri temelinde hazırlanılmalı, 1 Mayıs'ta alanlara bu etkinliklerin gücü ile çıkılmalı ve alanlarda yürütülen tüm bu çalışmalar dönem sonunda merkezi bir etkinlikle taçlandırılarak kampanyanın kazanımları güvence altına alınmalıdır. Gençlik içerisinde devrimci önderlik misyonuyla hareket eden bizler, gençliği dört bir yandan kuşatarak yukarda tanımladığımız çerçeveyi çok yönlü olarak derinleştirerek ve özgünleştirerek hayata geçireceğiz. Bahar döneminde “Geleceğine sahip çık!” kampanyasıyla gençliğin devrimci dinamizmini ve enerjisini örgütlemek, bunu işçi sınıfı önderliğinde devrim ve sosyalizm mücadelesine taşımak tüm genç komünistlerin önünde yakıcı bir görev olarak durmaktadır.
22
“Sonuç olarak, önümüzdeki temel hedef alanımızda derinleşmek olmalıdır. Alanlarda temel sorun neler, süreç nedir, kitlelerin eğilimleri, güçlü ve zayıf yönleri, duyarlılık alanları, etkili siyasal akımlar, mücadele ve örgüt deneyimleri vb. nelerdir? Bunlara karşı ne tür politikalar geliştireceğiz, hangi sloganları öne çıkartacağız? Ajitasyon ve propagandada neleri öne çıkartacağız, ne tür biçimler geliştireceğiz? Kitlelere hangi araçlarla ulaşacak, onları kendi politikalarımıza nasıl kazanacağız? Hangi güçlerle hareket edebiliriz ve bu güçlere nasıl ulaşabiliriz, onları nasıl harekete geçireceğiz? Tüm bunların ayrılmaz bir parçası olarak ne tür eylemler örgütleyeceğiz? Önderlik, bu soruların yanıtını bulmak ve uygulamaktır.”(Ekim Gençliği, Sayı: 36, Kitle çalışması üzerine notlar...) Genç Komünistler
Yaşamın da kavganın da yarısı biziz...
8 Mart'ta mücadele alanlarına! Z. Eylül Anaerkil toplum (ilkel komünal toplum) özel mülkiyetin, savaşların, sınıfların, cins ayrımlarının olmadığı bir nitelik taşıyordu. Bu toplumda işbölümü herkesin gücüne ve yeteneğine göre belirleniyor, erkek avcılık ve toplayıcılıkla uğraşırken kadın ise yaşamın idamesi için gerekli olan başka ihtiyaçları karşılıyordu. Bu toplum düzeninde kadının belli bir üstünlüğü olmasının yanında bu durum erkek cinsinin sömürüsüne ve aşağılanmasına vardırılmıyordu. Kadın ya da erkeğin cinsleri nedeniyle herhangi bir ayrıma tabi tutulmadıkları bu toplum düzeni kendi içinde bu tür sorunlar barındırmıyordu. Kadın sorununun ortaya çıkması ise bu toplumsal sistemin değişikliğe uğramasından sonraki döneme tekabül ediyor. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte üretim aletlerini kullanmada üstünlüğü ele geçiren erkek cinsi, bu erkini kadın üzerinde yarattığı baskı ve sömürüyle pekiştirmiş, bu süreç erkek egemenliğinin doğumuna da tanıklık etmiştir. Daha sonraki aşamalarda (köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum) kadın cinsinin ezilmişliği ağırlaşarak devam etmiştir. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya çıkan kadın sorunu bugünkü aşama olan kapitalist sistem içinde çözümsüzlüğe gömülmüştür. Zira feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte evden çıkan kadının, zincirleri de sorumlulukları da artmıştır. Önceden babasının ya da kocasının kölesi olan kadın üretim ilişkileri içine girdiğinde patronun da kölesi olmaya başlamıştır. Kadın kimliğinden kaynaklı tacize/tecavüze maruz kalmış, erkeklerle aynı işi yaptığı halde daha düşük ücretler almış, krizlerde gözden ilk çıkarılan o olma akibeti ile karşılanmıştır. Tüm bunların yanında doğum izni, kreş hakkı gibi annelik hakları da gasp edilmiştir. Ama bu süreç emekçi kadının bir adım öne çıkmasının da yolunu açmıştır. Daha önceki hiçbir dönemde gösteremedikleri cüretkârlığı bu dönemde gösteren kadınların örgütlenme ve mücadele etme eğilimi artmıştır. Emekçi kadınlar, üretim ilişkilerinin içine girmelerinin ardından eşitlik ve özgürlük istemiyle toplumsal mücadelelerde yer almaya başlamışlardır. “Kapitalizm altında üretici güçlerin gelişmesi, sanayi devrimiyle başlayan büyük teknik ilerlemeler, kadının ev yaşamıyla sınırlı dünyasını yıktı, onu geniş kitleler halinde sanayi üretiminin içine çekti. Bu gelişmeyle birlikte, o güne dek ataerkil aile yaşamı içerisinde ezilen ve sömürülen emekçi kadın, bundan böyle artık kapitalist üretim sürecinin çifte baskı ve sömürüsüyle yüz yüze kaldı. Ama bu gelişme, kadını dar ev yaşamından genel toplumsal yaşamın içine çekerek ve böylece onu toplum düzeyinde özgürlük ve eşitlik arayışına iterek,
büyük bir tarihsel ilerlemenin yolunu açtı. İngiltere’de 1830’larda patlak veren Çartist hareketten başlayarak, işçi kadınlar işçi sınıfı mücadeleleri içerisinde geniş ve etkin bir biçimde yer aldılar. Bu yer alış, bizzat bu mücadeleler içerisinde emekçi kadın şahsında kadının özgürleşmesi sürecini hızlandırmakla kalmadı, bizzat mücadelenin talepleri kadın-erkek eşitliği hedefine yönelerek, kadının bugün sahip olduğu birçok medeni ve politik hakkın kazanılmasının da önünü açtı.” (8 Mart’ın tarihsel anlamı ve güncel çağrısı / H.Fırat) 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ise işte böylesi koca bir tarihin ürünü olmuştur. 8 Mart 1857'oe, ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin uzun çalışma saatlerine ve düşük ücretlere karşı daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında başlattığı greve polis saldırmış, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi ve ardından fabrikanın ateşe verilmesi sonucunda çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi katledilmiştir. Bu tarihten 53 yıl sonra 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya’nın komünist kadın önderlerinden Clara Zetkin, tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisini getirmiş ve öneri oybirliğiyle kabul edilmiştir. O günden bugüne 8 Mart tüm dünyada işçi ve emekçi kadınların militan gösterilerine sahne olmuştur. Emekçi kadınların eşitlik, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde bir eşik olarak kabul edilen bu gün burjuvazinin saldırılarına da maruz kalmıştır. 8 Mart’ın devrimci-kızıl özünü boşaltmak isteyen burjuvazi bu günü 1977 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kararıyla “Dünya Kadınlar Günü” ilan ederek kapitalist düzenin sınırlarına hapsetmek istemiştir. Buna rağmen 8 Mart’ın toplamda işçi sınıfının kazanımı olduğu bilinciyle davranan tüm dünyadaki komünist hareketler emekçi kadın vurgusunda ısrar ederek 8 Mart’ı bir mücadele günü olarak kutlamaya devam ediyorlar. Yaşamın yarısı olan emekçi kadınları kavganın da yarısı olmaya, devrim mücadelesini yükseltmeye çağırıyorlar. Sistemin emekçi kadınlara dayattığı çifte sömürünün yine kapitalist sistemin sınırları içinde yok edilemeyeceğini bilenler “kadının kurtuluşu sosyalizmde!” şiarını haykırarak hangi cinsten olursa olsun işçileri ve emekçileri sosyalizm kavgasına davet ediyorlar. Biz komünistler ise bu topraklarda cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye maruz kalan emekçi kadınlara sorunlarının gerçek çözümünün sosyalizmde olduğunu anlatmaya devam ediyoruz. 8 Mart açısından safların ve renklerin netleştiği bir dönemde kadın-erkek tüm işçileri, gençleri, ilerici ve devrimcileri kızıl 8 Mart’ları örgütlemeye çağırıyoruz!
23
11 Ocak sabahı evlerine yapılan operasyonla gözaltına alınan öğrencilerden Zennure Karaaslan ile konuştuk…
“Bu kavga işçi sınıfıyla burjuvazinin kavgasıdır!” - 11 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da yapılan ev baskınlarında iki Yeni Demokrat Gençlik (YDG) okuruyla birlikte gözaltına alındın. Yaşadıklarını anlatır mısın? - 11 Ocak’ta saat 6.50’de sayıları oldukça fazla olan TMŞ polisleri tarafından ailemle birlikte yaşadığım ev basıldı. Bu durumun meşru olmadığını belirtmeme rağmen savcılığın arama ve yakalama emrini gösteren polisler eve girerek arama yapmaya başladılar. Yaklaşık bir saat süren aramanın ardından bilgisayar hard diskine, müzik CD’lerine, not defterlerine, Kızıl Bayrak gazetesine, Ekim Gençliği’ne ve Komünist Manifesto’ya el koydular. Aramanın ardından gözaltına alınarak Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldüm. Israrla operasyonun gerekçesini sormama rağmen daha sonra öğreneceğimi söylediler. Ayrıca avukatımı aramama da izin vermediler. Şubeye getirilmemin ardından YDG okuru arkadaşlarla beraber gözaltına alındığımızı anladım. Sonrası iki günlük bir gözaltı süreci… Bizden bir gün önce Roboski protestosuna katıldıkları için gözaltına alınan öğrencilerle beraber bol bol sohbet ettik, türkü söyledik. İki günün sonunda savcılığa çıkarıldık ve buradan serbest bırakıldık. - Peki, operasyonun gerekçeleri neler? Sizi neyle suçladılar? - Aslında oldukça karmaşık bir durum. Ben ve bir YDG okuru arkadaş Hacettepe Üniversitesi öğrencisiyiz. Diğer arkadaş ise Ankara Üniversitesi öğrencisi. Operasyonun ana nedeni ise Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde geçen sene yapılan Kaypakkaya ve Dörtler anması. Biz bu anmaya ve aslında birçok demokratik eyleme katılmakla suçlanıyoruz. Ulucanlar anmaları, 8 Mart eylemleri, Newroz’lar bunlardan birkaçı. Tabi bunlar operasyonun delilleri arasında gösteriliyor. Esasında ben Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olmakla ve örgüt adına faaliyet yürütmekle, diğer arkadaşlar ise Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP/ML) üyesi olmak ve bu örgüt adına faaliyet yürütmekle itham ediliyoruz. Minareyi çalan kılıfını hazırlar. En başından beri bizleri üyelikle yargılamayı tasarlayan iddia makamı bunun için delil (!) toplamış. Kaypakkaya ve Dörtler anmasının kizilbayrak.net’te çıkan haberi, eylemlerde çekilmiş fotoğraflarımız, evimizden çıkan yasal dergi ve gazeteler, hatta ve hatta bundan 150 yıl önce yazılmış olan, her kitapçıda bulabileceğimiz Komünist Manifesto bu deliller arasında. - Son süreçte gençliğe yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısıyla yüz yüzeyiz. Hapishanelerde hâlihazırda 600’e yakın üniversite öğrencisi tutuklu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun? - Geçtiğimiz dönem Dolmabahçe eylemleriyle başlayan, SBF ve ODTÜ eylemleri ile devam eden militan gösteriler, kamuoyunda “'68 gençlik hareketi geri mi dönüyor” tartışmalarına yol açmıştı. Bu süreçte korkularını gizleyemeyen düzen sözcüleri ve medyası eylemlerin öncüsü öğrencileri fişleyerek “bunlar kadrolu eylemci” yaftalamasında bulunmuştu. Bu dönem soruşturma saldırısı da hız kazanmış birçok öğrenciye ceza yağdırılmıştı. Tabi meselenin bir de yargı boyutu var. ODTÜ'deki “Başkaldırıyoruz” eyleminin ve o süreçteki birçok eylemin ardından yüzlerce öğrenciye açılan davalar ise sürüyor. Tüm bunlardan bağımsız olarak, devletin Kürt hareketine ve devrimcilere yönelik kesintisiz sürdürdüğü operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar var. Dünyada yaşanan gelişmeler, ezilen halkların diktatörlüklere ve emperyalizme başkaldırışı, işçi sınıfının hak alma mücadeleleri, gençliğin kitlesel-militan gösterileri Türkiye kapitalizmini önlem almaya zorluyor.
24
Bu açıdan bakıldığında yaklaşmakta olan çatışmalara kendi cephesinden hazırlık yapıyor. Kürt halkının siyasi temsilcilerini cezaevlerine dolduruyor, öncü işçileri işten atıyor, gençliği baskı altına alıyor, devrimcilere saldırılarını pervasızca sürdürüyor ve polis devletini tahkim ediyor. Toplumun öncülerini biçiyor ve böylece kendisine yönelen tüm tehditleri ortadan kaldırmanın hesabını yapıyor. 600 öğrencinin tutuklu olmasını tam da bu nedenlerle açıklıyorum. Biz tutuklanmış olsaydık yine bu nedenlerle tutuklanmış olacaktık. - Son olarak neler söylemek istersin? - Biz gözaltınayken Ekim Gençliği tarafından yapılan bir açıklama var. Başlığı “Rüzgâr ekenler fırtına biçecekler!” Açıklama başlığı ve içeriğiyle oldukça cüretkâr. Mücadelemizi bitiremezsiniz deniyor orada. Doğru tespitler yapılıyor ve tabiri caizse sermaye devletine kafa tutuluyor. Mesele 600 öğrenciyi, binlerce Kürt siyasetçiyi ve devrimciyi zindanlara doldurmak değil. Çünkü bu kavga örgütlü mücadele yürüten öznelerle devletin kavgası değil. Bu kavga işçi sınıfıyla burjuvazinin kavgasıdır. Nazım Hikmet’in Tanya adlı şiirinde asılan partizan, cellatlarına “Beni asabilirsiniz fakat biz iki yüz milyonuz, iki yüz milyon asılır mı?” diyor. Düşmanlar Moskova kapılarındayken, hiç umut yokken “Duyuyorum nal seslerini, geliyor bizimkiler, teslim olun vakit varken” diye haykırıyor Tanya. Nitekim Tanya’nın düşü gerçek oluyor. En içinden çıkılmaz anlarda bile Tanya’nın umudunu kuşanmak dileğiyle…
ÇHD İstanbul Şube Sekreteri Av. Güçlü Sevimli ile konuştuk...
Hukuk alanında da mücadele edilmeli!”
- Ekim Gençliği olarak son dönemde yaşanan gelişmeler karşısında “Emperyalist savaş ve saldırganlığa, faşist baskı ve devlet terörüne ve eğitimin ticarileşmesine karşı geleceğine sahip çık!” şiarı ile bir kampanya başlattık. Bu kapsamda derin bir geleceksizliğe itilen tüm gençliği kendi geleceklerini ellerine almaya ve mücadeleye çağırıyoruz. Kampanya kapsamında öne çıkarttığımız başlıklardan biri de son dönemde başta Kürt hareketi olmak üzere ilerici ve devrimcilere yönelik gözaltı ve tutuklama terörü. Halihazırda 500’ü aşkın tutuklu öğrenci bulunmakta. Sizin de Çağdaş Hukukçular Derneği olarak “Muhalif misin? O halde şüphelisin!” şiarıyla başlattığınız bir kampanya var. Bu kapsamda son dönemde yaşanan bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? - Bugün artık geçmiştekinden biraz daha farklı olarak devletin muhalifleri baskılamak için hukuk entrümanını çok ağırlıklı bir şekilde kullandığını görmekteyiz. Bu kapsamda özellikle siyasal iktidar siyaseti hukuk üzerinden şekillendirmekte ve tüm muhaliflerine yönelik operasyonel bir politika izlemektedr. Dikkat edilecek olursa hemen her gün değişen gündem, sürekli hukuk üzerinden dönmektedir. İnsanlar, tam olarak hukuken ne olduğu dahi anlaşılamayan iddialar ile gözaltına alınmakta, evleri aranmakta, tüm eşyalarına e konmakta ve nihayet de tutuklanmaktadırlar. Sadece son 1 yıllık sürece bakıldığında dahi inanılmaz kitlesel tutuklama tedbirlerinin uygulandığı raratlıkla görülebilir. Bu anlamıyla bugün gelinen noktada artık; “tutuklu öğrenciler”, “tutuklu gazeteciler”, “tutuklu avukatlar” gibi tutuklu grupları oluşmuştur. Bu durum gerçekten daha öncesi itibariyle eşine rastlanmamış bir durumdur. Devletin kendi istatistiklerine göre son 1 yılda “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”nde tutuklanan kişilerin sayısı 6 katına çıkmıştır. - Bu kapsamda bize kampanyayı başlatma amacınızdan ve hedeflerinizden bahsedebilir misiniz? - Aslında bu bir kampanya değil. Bir yanıyla eğitim çalışması diyebiliriz. Bahsettiğiniz gibi
ülkedeki gözaltına alınma ve tutuklamaların bu denli artmış olması Derneğimizi böyle bir çalışma yapmanın önemine götürmüştür. İlk olarak Derneğimizin Ankara Şubesi bu çalışmayı başlattı. Biz ve diğer şubelerimiz de anılan bu çalışmayı hayata geçirmeye çalışacaklar. Hukuken amacımız insanların Anayasal ve Ceza Muhakeme Yasası anlamındaki haklarını öğreterek pratiğe ilişkin onlara yararlanabilecekleri doneler sunabilmek. Bu eğitimin özellikle politik adli soruşturmalara maruz kalan siyasi muhaliflere hitap edebileceğini düşünüyorum. Yaptığımız bu çalışmanın sanırım en önemli noktası teorik hukuksal bilgiler yerine insanların anlayabileceği mahiyette pratik bilgiler sunmasıdır. - Polis terörü, faili meçhul cinayetler, gözaltı ve tutuklama terörü... Tüm bu saldırılar karşısında burjuva hukukunun nasıl işlediği ortada. Bu saldırılar karşısında verilmesi gereken mücadeleyi ve hukuk mücadelesinin durduğu yeri değerlendirebilir misiniz? - Elbette sınıflar mücadelesinde hukukun işlevi bellidir. Bir üst yapı kurumu olarak hukuk, mevcut sistemin ve egemenlerin politikası doğrultusunda işlev görür. Yukarıda da belirttiğim gibi bugün belki de bugün bunu en yakıcı olarak yaşadığımız günlerdeyiz. Tüm bunların ötesinde herşeye rağmen hukukun mevcut işlevini bilmek kaydıyla muhakkak hukuk alanında da mücadele etmek gerekir. Politik dava avukatlığı yapan ve ÇHD İstanbul Şube Sekreteri olarak ben de mesleğime bu yanıyla bakıp, buna göre çalışmalar yürütüyorum. Derneğimizin mevcut pratiği de zaten buna en güzel örnektir. Hukuk alanında olan insanlar olarak bugün birçok şeyin hukuk üzerinden şekillendiği bir dönemde sanırım ÇHD gibi derneklere de çok iş düşüyor ve işlevleri de çok önplana çıkıyor. Mevcut hukuki süreçlere müdahale etmek, alternatif işler ortaya koyabilmek, teşhir faaliyeti yapabilmek önemlidir diye düşünüyorum. Derneğimizin tutuklu öğrenciler raporu, cezaevleri raporu, olağan şüpheliler eğitimi yapması ve tüm sokağa çıktığımız eylemler bu kapsamdadır. Doğru noktadan yakalandığında hukuk alanında da önemli işler yapabiliyoruz. Kısacası hukuk alanında da mücadele etmek ve yılmamak gerekiyor. - Üniversite öğrencilerine yapmak istediğiniz bir çağrı var mı? - Öğrenci arkadaşlarıma kolay gelsin diyorum. Çağdaş Hukukçular Derneği olarak her zaman sizin yanınızdayız. Çalışmalarınızda başarılar ve kolaylıklar dilerim. Ekim Gençliği / İstanbul
Sadece son 1 yıllık sürece bakıldığında dahi inanılmaz kitlesel tutuklama tedbirlerinin uygulandığı raratlıkla görülebilir. Bu anlamıyla bugün gelinen noktada artık; “tutuklu öğrenciler”, “tutuklu gazeteciler”, “tutuklu avukatlar” gibi tutuklu grupları oluşmuştur. Bu durum gerçekten daha öncesi itibariyle eşine rastlanmamış bir durumdur. Devletin kendi istatistiklerine göre son 1 yılda “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”nde tutuklanan kişilerin sayısı 6 katına çıkmıştır.
25
Devlet güvercinleri vurur, vuranları korur! Ermeni aydın Hrant Dink’in katledilmesinin 5. yılında Hrant’a ve bu ülkedeki ilerici güçlere bir kurşun da Türk yargısı sıktı. Mahkeme Dink cinayetinde devlete en yakın isim olan ‘Büyük Abi’ Erhan Tuncel’e beraat verirken emniyetten İçişleri Bakanı’na, MİT’ine kadar devletin tüm kurumları tarafından bilinen ve tertiplenen bu organize olmuş cinayetten “örgüt yoktur” kararı çıktı.
Devrimci öğrencilerin evini basıp bir kitaptan terör örgütü bağlantısı kuranların, cinayetin örgüt bağı içinde işlendiği bu kadar açık olduğu halde “örgüt bağı” kuramaması alçakçadır, çifte standartın dik alasıdır. Suç olan şeyin “devletin yanında mısın karşısında mısın” ikilemine sıkıştığının göstergesidir.
26
Böylece devlet bir kez daha kendini aklamış oldu. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, cinayetten hemen sonra “Dink cinayetinin herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayettir” demişti. İstanbul Valisi Muammer Güler de buna yakın şeyler söylemişti. Aradan geçen 5 yılda devletin hukukunun görmezden geldiği şey de bu oldu: suçun ÖRGÜT(bu olayda DEVLET) tarafından işlenmesi. Düzen her zamanki yaptığını yaptı; kral çıplak denebilecek bir gerçeği görmezden geldi. Katillerin arkasındaki gücün devletin ta kendisi ve onların piyonları olan o dönemin yetkilileri olduğu gerçeğini atladı.
Örgüt yoktur kararı üzerine Devrimci öğrencilerin evini basıp bir kitaptan terör örgütü bağlantısı kuranların, cinayetin örgüt bağı içinde işlendiği bu kadar açık olduğu halde “örgüt bağı” kuramaması alçakçadır, çifte standartın dik alasıdır. Suç olan şeyin “devletin yanında mısın karşısında mısın” ikilemine sıkıştığının göstergesidir. Dink Ailesi’nin “bekliyorduk, ama bu kadar ağırını da beklemiyorduk” diye söylediği olay adım adım geldi. Yıllar boyu yavaş ilerleyen duruşmalar ne olduysa birden bire hızlandı, Yasin Hayal’in abisi mahkemede dinlenmedi, ilgili kurumlar gerekli delilleri mahkemeye sunmamakta direndi. Fakat mahkeme ne hikmetse tüm eksikliklere rağmen kararı dava uzamasın diye alelacele çıkardı. Böylece davanın derinleşmesinin önüne geçildi. Tetiği çektirenlerin kim olduğu gerçeği unutturulmak istendi. Bir bebekten katil yaratan düzenin hukuku, bir katilden bir suçsuz, her şeyin organize olduğu belliyken bir örgütten üç-beş kişinin yaptığı bir cinayet ortaya çıkarmıştır. Cemaat yargısı bu kararıyla artık bu ülkede hukukun uygulandığına inanan hiç kimse bırakmamıştır. Söylediğimiz şey sadece ilerici, devrimci güçler için geçerli değildir. Artık düzen solu, sokaktaki sıradan bir vatandaş hatta düzen sağının bir kısmı bile bu kategorinin içine girmektedir. Devlet açık bir biçimde bu davanın takipçilerine ve ilerici-devrimci güçlere mesaj yollamıştır. “Biz Erhan Tuncel’i cezalandırmayarak ve 'örgüt var' demeyerek devletin suçlu olduğunu kabul etmiyoruz. Ayrıca görüldüğü gibi katliamlardan bir sonuç da çıkmıyor ve bu bizi bir dahaki katliamlarda cesaretlendiriyor” diyerek adeta
gözdağı veriyor. Verilen akıldışı karara kararı veren hakim bile inanmıyor. Hakim ilgili kurumların gerekli çabaları göstermediğinden ve davayı daha fazla uzatmak istemediğinden dolayı kararı verdiğini söylüyor. Oysa hakim bu delillerin bulunması için yetkilerini kullanabilirdi. Fakat vermiş olduğu karar devleti korumaktan başka anlama gelmiyor. Delillere ulaşmak için ve ifade vermemiş iki sanığı dinlemek için hiçbir şey yapmayan hakim, devletin piyonu olarak üzerine düşen görevi yapmış, davayı kapatmaya çalışmıştır.
Hesabını soracağız! Gizlenmeye çalışılan sorumluları ise yakından tanıyoruz; dönemin İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü (Muammer Güler ve yardımcıları, Celalettin Cerrah ve yardımcıları), bu kişilerin soruşturulmasına izin vermeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay (16 Mart katliamının da sorumlusu), dönemin Adalet Bakanı Cemil Çicek, Ogün Samast’ı kahraman gösteren medya, Erhan Tuncel’i serbest bıraktırıp, “örgüt yoktur” diyen tüm düzen kurumlarıyla birlikte devlet mekanizmasının kendisi.
5. yıldaki sahiplenişin gösterdikleri Hrant Dink, ölümüyle bu ülkede halkların kardeşliği mücadelesinin sembolü oldu. Düzenin mahkemeleri onu yıllarca mahkemelerde dolaştırdı. Düzen medyası onu yıllarca hedef gösterdi. Aleyhinde bir çok şey yayınlarken kendisine dönük saldırıları ve tehditleri hiçbir zaman göstermedi. Devlet Dink cinayetini hazırlarken, cinayetin sadece halkların arasındaki kini arttıracağını zannediyordu. Ama cinayetten sonra, özellikle de cenaze sırasında toplanan yüzbinler, devletin suratına öyle bir tokat vurdu ki devlet uzun süre şaşkın kaldı ve şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra ise ancak öfke kusabildi. Aradan geçen 5 yıla rağmen Hrant Dink davası unutulmadı. Hrant’ın ölümünün 5. yıldönümü öncesinde açıklanan bu karar yine büyük bir öfkeyle karşılandı. İstanbul’da Agos önünde yapılan eyleme onbinlerce kişi katıldı. Şovenizme karşı bir kez daha “Hepimiz Ermeni'yiz, hepimiz Hrant'ız” şiarıyla çıkıldı. Kürt halkına yönelik saldırılar kınandı. Bu kadar şoven bir ortama rağmen ve ölümünün üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen alanlara çıkan onbinler anlamlı bir duruş sergiledi. Uzun süredir süren tutuklama dalgalarının ve Uludere katliamının öfkesi eyleme yansıdı. Devlet, son hükümet AKP eliyle birlikte kendisine karşı öyle bir öfke topladı ki halklar fırsatını bulur bulmaz bu devleti yıkacaklardır ve yıkmalıdırlar da. Çünkü devlet kendisinden hesap sorulmadıkça yeni katliamlar düzenlemekte, bunları bir bir uygulamaktadır.
Hukuk katilleri korumak için midir?
Bu ülke iki yüzlülüklerin çokça yaşandığı bir ülke. Örneğin, Tayyip Erdoğan ve müritleri gibiler her gün kameraların karşısına geçiyor, saatler boyunca adalet ve özgürlük kelimelerini dillerinden düşürmüyorlar. Bu açıklamalardan birkaç gün sonra ise onlarca gazetecinin evlerine, kurumlarına operasyon yapılıyor. Çoğunluğu tutuklanıyor. Bu ülkede adalet ve hukukun üstünlüğü işte bu anlama geliyor: senden olmayanı susturmak, sindirmek ve her türlü yolu denemek. Hukuk, adalet, özgürlük gibi kavramlar elbette hakim olan sınıfa göre şekillenir. Burjuvazinin ağzında hukuk kendisini tehdit eden, canına yakan bir şey varsa dillendirilir. Örneğin ülkemizde AKP iktidarı özgürlüğü burjuvaziye sağlanan iş imkanları üzerinden, ihracat özgürlüğünden anlıyor. Ya da başörtüsü özgürlüğünden anlıyor. Hiç de Kürt halkının yüzlerce yıldır bastırılmış ulusal hakları üzerinden algılamıyor. İşçilerin fabrikalardaki çalışma ortamını düzeltmek, insanca çalışabilecek ortamlar yaratmak olarak algılamıyor. Örneğin Tuzla’da kum torbası olarak filikaya konulan ve filikanın düşmesi sonucu ölen 7 kişinin yaşama özgürlüğü olarak algılamıyor.
Kanunların yol açtıkları... Düşünün bu ülkede PVSK denilen bir kanun ortaya çıkmış, 2007 tarihinden bu yana 100’ü aşkın insan polis kurşunuyla sokakta öldürülmüş. “İnsanları korumak” için çıkartılan kanunlar insanların öldürülmesine yol açmış. Şimdi Özel Yetkili Mahkemeler ve Ağır Ceza Mahkemeleri, (hani şu hakkimin kararı almadan önce polisi arayıp bilgi verdiği mahkemeler) başbakanın, genelkurmaybaşkanının bir sözüyle dava açan mahkemeler olarak bulunuyor. Düzmece iddianameler hazırlanıyor bu mahkemelerde. Evinde bulundurduğun bir bayrak sopası, Mahir Çayan kitabı, Che Guevara posteri, Lenin’in kitapları tutuklanmana sebep oluyor. Ya da devrimci önderlerden birini anmak, anadilde ve parasız eğitim istemek artık suç sayılıyor. TMK diye bir kanun var ki, nerdeyse düşünen, sorgulayan herkesi terörist ilan ediyor. Düzen tarafından henüz yayınlanmayan bir kitap üzerinden aylardır hapiste kalmak da artık meşru sayılıyor.
Düzenin hukukundan yansıyanlar... Sermaye düzeninin kendi yaptığı pislikleri hukuksal kılıfına uydurup cezalandırmaması gerçeği var bir de. Ki bu tam da düzenin adaletidir. Şerzan Kurt’un davasında görürüz biz bu uygulamaları. Gültekin Şahin adlı katilin Şerzan’ı vurduğu güvenlik kamerasınca kaydedildi. Fakat düzenin mahkemeleri 10 duruşmadır görüntü kayıtlarını bir türlü bulamıyor. İnternette isteyen herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bu görüntüye mahkeme açıkça katili korumak için ulaşmak istemiyor. Bir de devrimci işçi Alaattin Karadağ’ın öldürülmesi var.
Vurulmuş, yaralı bir halde yerde yatarken bir polisin gelip haince arkadan ateş ettiği kişi. 6 duruşmadır sanık Oğuzhan Vural tutuksuz yargılanıyor. Tutuklu yargılanması için yapılan tüm başvurular sonuçsuz kalmış durumda. Bir suçun tespiti için gerekli en önemli şartlardan olay yeri incelemesi aylardır keyfi biçimde yapılmıyor. Mahkemeye sivil polisler silahla giriyor. Mahkeme başkanı Alaattin Karadağ’ın avukatlarının yaptıkları itirazları ciddiyetsizlikle/gülerek karşılıyor. Düzen bu olayda da kendi gerçekleştirdiği infazı koruyor. Hrant’ı katledenler arasında yer alan Erhan Tuncel’in cezalandırılmaması devletin kendi içindeki pislikleri koruyup kolladığına iyi bir örnektir. Söz konusu ilerici, devrimci, yurtsever güçler olunca evde bulunan ve yasaklı olmayan bir kitabı bile “terör örgütü”ne bağlayan devlet, sırf kendi pisliği ortaya çıkmasın diye Dink cinayeti gibi örgütlü ve organize bir cinayeti örgütten bağımsız olarak kabul etmiştir. 35 Kürt köylüsünü bile bile öldürülen eli kanlı katiller, düzen cephesinden bu ölümle ilgili bir kişiyi bile daha tutuklamadı. Devlet tarafından katledilmiş insanların ailelerine utanmazca taziyeye giden Uludere Kaymakamı’na tepki gösteren (ki sonuna kadar meşru bir tepkidir) 5 kişi ise tutuklandı. Katliamdan kurtulan 3 kişiye ise devlet “kaçakçılıktan” ve “izinsiz sınır geçmeden” soruşturma açtı. 2009 yılında Hakkari’de dipçikle bir çocuğu döverek komaya sokan polis, topu topu 6 ay 7 gün ceza aldı. Üstelik ceza 5 yıllığına ertelendi. Sebebi de polisin bu davranışı “taksirli suç” olarak göstermesiydi. Yani olayı kasten gerçekleştirmemesiymiş. Yani düzen istediğine ceza veriyor. İstediğine ise ceza vermiyor. Tıpkı 13 yaşındaki NÇ'ye tecavüz eden 26 kişinin cezalandırılmaması gibi. Yargının bu durumu artık mide bulandırıcı olmanın ötesine geçmiştir. Biz devrimci öğrencileri en meşru demokratik eylemlere katılması sebebiyle tutuklayanlar, katilleri, tecavüzcüleri koruyor. Bilindiği gibi, şu an hapishanelerde 6oo’ü aşkın öğrenci bulunuyor.
Adalet ve hukuk istemekle değil, devrimle kazanılır! Bu düzende Kürt halkından, işçilerden, emekçilerden ve diğer ezilenlerden olmak suç. Ezenden, soyandan, vergi kaçırandan, Amerikan uşağından yana olmak ise övünülecek bir şey. Eğer muhalifsen, sistem “kendi hukukuna” dahi uymaz ve fikirlerini gerekirse kişiyle beraber ortadan kaldırmak ister. Ya da seni “terörist” ilan eder.* Yani tüm kavramlar gibi hukuk da sınıfsal olarak incelenmeli ve burjuvazinin hukukunun acımasız olduğu unutulmamalıdır. Durum buyken, bizim bu düzenden adalet beklememiz kadar hayalci bir şey yoktur. Bu kitleleri yanlış bir beklenti içine sokmaktadır. İstenecek bir şey varsa o da ölülerimizin hesabının verilmesidir. Kendi adaletimizi kendimiz yaratacağız. Bu uğurda atılacak ilk adımsa bu köhnemiş düzeni yıkmaktır. Bunu ise ancak işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşebilecek bir proleter devrim hayata geçirebilir. Köhneyen, insanlığı çürüten, hayal kırıklığına uğratan, bir avuç insana hizmet eden burjuvazinin hukukudur. İşçi sınıfının ve sosyalizmin hukuku ise çoğunluğun yararına, adil ve eşitlikçi olacaktır. * Dünyada bulunan 26.000 “terörist” (BM raporuna göre) sayısının yarısı (13.000) ülkemizde bulunmaktadır.
27
CHP'li Maltepe Belediyesi önündeki direnişlerini sürdüren taşeron işçilerle konuştuk...
“Bu sisteme karşı tek bir çözüm var, ortak mücadele” Belediye önünde direnişe başlayan işçiler sendikal ihanete, belediyenin karalama kampanyasına ve zabıta-polis saldırısına rağmen iki ayı aşkın bir süredir kararlılıklarını koruyorlar. Direnişin sesini üniversite kampüslerine taşımak için direnişçi işçilerli yaptığımız röportajı okurlarımıza sunuyoruz. -Ekim Gençliği olarak başlattığımız “Geleceğine sahip çık!” kampanyası kapsamında tüm arkadaşlarımızı mücadeleye çağırıyoruz. Bu kapsamda bizlerin karşılaştığı sorunlarla işçi sınıfının karşılaştığı sorunların kaynağında aynı sistemin olduğunun farkındayız. Bizleri geleceksizliğe, diplomalı işsizliğe mahkum eden sistemle, sizleri taşeron köleliğine mahkum eden, işten atan sistem aynı. Siz bu saldırılar karşısında yılmadınız ve direnişi seçtiniz. Bize direniş sürecinizi aktarmadan önce taşeron sistemi ve çalışma koşullarınızla ilgil bilgi verir misiniz? Mahmut Gülbinat: Taşeronlaşmanın temeli sömürüdür. Elimizdeki haklarımızın hepsi alınıyor. Kölece çalışıyoruz. Hiçbir sosyal faliyetimiz, etkinliğimiz yok. Sadece iş-ev. Pazar günleri dahi amirlerimiz bizi çağırıp, kimse duymasın diyip CHP'nin işlerini, özel işlerini yaptırıyordu. Mesela ben üç pazar üst üste çalıştığımı bilirim. Ama öbür taraftan bizi bu işlere gönderen amirler hiç sormuyordu taşeron işçileri işlerinden memnun mu, bir ihtiyaçları var mı diye.
28
Sigortanın dışında kuru bir maaş, o da asgari ücrettir. Asgari ücretin üzerine yol parasıyla yemek parasını koyuyorlar, o da 1034 tl. Sabah 9.30 akşam 17.00 arası çalışıyorduk. Ancak iş yetişmediği takdirde 20.0021.00'a kadar çalıştığımız oluyordu. Mesela ben sulamada çalıştım iki buçuk ay. Her pazar çalışmam için iki gün izin vereceklerdi. On pazar çalıştım, yirmi gün izin yapmam
gerekirken yedi gün izin yaptım. Çalışma koşullarımız böyle. Bu sebeple işçi sınıfının geleceğine sahip çıkması lazım. Çünkü patronların, zenginlerin işine geldiği gibi ta 80'lerde geldi taşeronlaşma, AKP'de bunu yasalaştırdı. Bizim de bunun karşısında kendi geleceğimize, ekmeğimize sahip çıkmamız lazım. Bu da ancak işçi sınıfı olarak mücadele ederek olur. Biz de direnişçi dokuz işçi olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. -Örgütlenme süreciniz nasıl başladı? Ahmet Ekici: Geçen sene yaklaşık seksen arkadaş 1 Mayıs'a gitme kararı aldık, örgütlendik ve 1 Mayıs'a gittik. 1 Mayıs süreciyle örgütlenme başladı. 10-15 arkadaş bir araya gelerek sendikalaşma çalışmalarına başladık. Bu 15 kişi zaman geldi 50, 60, 70 oldu. Genişleyince de sorunlar daha net ortaya çıkmaya başladı. Biz bu mücadeleye başlayınca bazı kazanımlar elde etmeye başladık. Genel-İş 2 No'lu Şube'de örgütlendik. Evraklarımızı verdikten sonra sendika bizi üç ay oyaladı. Şube başkanı Nevzat Karataş bize şöyle bir söylemde bulundu: Belediye başkanı ile bir yemekte otururuz, hallederiz. Bu mücadelede bizim işimiz yemeklere kaldıysa vay bizim halimize. Böylece bizi dört-beş ay oyalamış oldular ve sene sonu geldi. İhaleler başladı. Bu süreçte sendika işçinin yanında olacağına söyledikleri şu oldu: “İhaleler bitsin, atılan atılsın, kalanlar bizimdir. Onlarla örgütlenme yaparız, sendikal faliyete devam ederiz.” Yani bir sendika bunu düşünebiliyorsa vay işçi sınıfının haline diyebilirim. Biz de bu oyalamaları farkedince kendi çalışmalarımızı başlattık. Taleplerimiz çerçevesinde bir imza kampanyası düzenledik. Topladığımız imzaları avukatlarımızla birlikte Belediye Başkanı Mustafa Zengin'e sunduk ve görüşme talep ettik. Bunun ardından da bizi yirmi gün kadar oyaladılar. Açıkçası CHP'li belediye başkanı işçi sınıfını tanımadı. Biz de bunun üzerine arkadaşlarımızla bir toplantı yaptık. Bu toplantıdan belediyenin önünde bir basın açıklaması yapma kararı çıktı. 20 gündür belediye başkanı ne işçiyi ne emeği tanıyor diyerek yaklaşık 100 kişinin katılımı ile bir basın açıklaması yaptık. Eylemimiz sırasında belediyeden yetkili kişiler bizimle görüşme talep ettiler. O görüşmede başkan yardımcılarının korkudan dişlerinin birbirine vurduğunu hissettik. Bizden
eylemimizi bitirmemizi istediler. Biz de bir sonuç almadan eylemi bitirmeyeceğimizi belirttik. Bunun üzerine bize taleplerimizin karşılanacağını ve hiçbir işçinin işten atılmayacağını söylediler. Biz de bize verilen sözlere dayanarak eylemimizi bitirdik. Hatta ertesi gün Mustafa Zengin katıldığı bir radyo programında bizim komitemizi tanıyacağına dair beyanatta bulundu, bizimle görüşeceğini söyledi. Evet iki gün sonra bizimle görüştü ve basın açıklamasını okuyan arkadaşımız Alper Ekici'yi işten attılar. Bunun siyasi bir karar olduğu açık. Çünkü burada işçi sınıfının bir hareketi var, sendikalaşma çalışması var, taşeronlaşmaya karşı gelmek var. Öncü arkadaşımızın işten atılmasının ardından direnişe başladık. Ardından gelişen süreçte 8 kişi daha işten atıldı. 50 gündür direnişteyiz. Yağmur, kar, çamur demeden kış şartlarında direniyoruz. Bunlar yetmez gibi zabıta saldırısına uğradık. Ama yılmadık. Yılgınlık yok, direniş var diyoruz. Emperyalist köleliğe, faşist baskılara karşı birleşik direniş diyorum. Şunu da eklemek istiyorum çok kuşlar vardır, ama bir kartal vardır kilometrelerce ötedeki zulmü görür. Yani kartal gözlü olanlar var bu direnişte, bir de devekuşu olanlar var, kafasını toprağa gömenler. -Maltpe Belediyesi CHP'li bir belediye. CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun taşeronluğu bitirmek gibi bir iddiaı var. Ancak CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun söylemlerinde ne kadar samimi olduklarını siz en yakından gördünüz. Bununla ilgil birşeyler söylemek istermisiniz? Ahmet Ekici: Söylemlerinin hepsi yalan. İnsanları kandırmak, kandırıp oylarını almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Bir nevi hırsızlık. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun kendi sözleri var. Taşeronluk kölelik rejimi demektir, meydanlara çıkın diye. Burada bi meydan var, bir direniş var. Ama burada ne Kılıçdaroğlu ne CHP var. İlhan Yılırım: Toplam üzerinden ben bir şeyle söylemek istiyorum. Taşeronluk günümüzde işçilere dayatılan kuralsız, esnek çalışma koşulları demektir. Maltepe taşeron belediye işçileri olarak biz taşeronluğa karşı çıkarken bu cepheden karşı çıkıyoruz. “Örgütlüysek herşeyiz, örgütsüzsek hiçbirşeyiz” diyerek başlayan mücadelemiz bir direnişle taçlandı. Sendikalaşma gibi bir hedefimiz var ama sendika bürokrasisi CHP ile girmiş olduğu o kol kola ilişkiyi açıktan göstermiş oldu. Yani sendikanın başında bulunan bürokratların hiç de işçi sınıfından yana tavır almadığını gördük. Bunu en iyi belediyenin hazırlamış olduğu savcılığa verilen suç duyurusunun altına imza attıklarında gördük. Belediye-İş 6 No'lu Şube Ali Beyaz, Genel-İş 2 No'lu Şube Nevzat Karataş, Genel Hizmet-İş Gülay Özmen imza attı. Ama bunun karşısında KESK'e bağlı Tüm Bel-Sen 3 No'lu Şube imza atmayarak tavrını bizden yana koymuştur. Ya işverenin ya da işçilerin, emekçilerin sendikası olacaklarını
söyleyerek imza atmamış ve bizden yana tavır koymuştur. Sınıf dayanışmalarından kaynaklı onlara teşekkür ediyoruz. Biz sendikaların gerçek yüzlerini bu imzalardan daha iyi görmüş olduk. Genel-İş 2 No'lu Şube'nin tutumuyla bizim sendikalaşma sürecimiz de kesilmiş oldu. CHP ile aralarının bozulmamasını istediklerini söylediler. -Üniversite öğrencilerine söylemek istediğiniz bir şey var mı? İlhan Yılırım: Başta da söyledik. Bizim mücadelemiz kölece çalışma koşullarını dayatan, güvencesiz çalışmayı dayatan taşeron sistemine karşıdır. Bu mücadele tek başına bizim verdiğimiz mücadele değil. Farklı alanlarda aynı sorunları yaşayan Billur Tuz'un, Liman işçilerinin, DESA işçilerinin, Çapa'da çalışan taşeron işçilerinin de mücadelesidir. Bugün üniversite kapılarını işçi, emekçi çocuklarına kapatan ve orada anadilde demokratik eğitim isteyen ve mücadele eden öğrenci arkadaşların da sorunudur bizim yaşadıklarımız. Sorunlarımız ortaktır. Bu sorunlara karşı ortak, birleşik mücadele öremediğimiz koşulda, eylemlerimizi ortaklaştıramadığımız koşulda bize bu süreci dayatanların saldırıları artarak yoğunlaşacaktır. Bugün sorunlar aynıdır. Üniversitelerde, tersanelerde, fabrikalarda sorunları dayatan bu sistemin kendisidir. Bu sisteme karşı da tek bir çözüm var, ortak mücadele. Buradan herkese çağrımızdır. Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin mücadelesi Türkiye'de yaşanan bütün kuralsız dayatmalara karşı mücadeledir. Mücadelemize herkesin omuz vermesini bekliyoruz. Mahmut Gülbinat: Ben de üniversite öğrencilerine şunu söylemek istiyorum. Bugün sömürülen bütün insanların geleceği elinden alınıyor. Üniversite öğrencilerinin de geleceği çalınıyor. Bence herkesin kendi geleceğine sahip çıkması lazım. Herkesin sorunun bir ucundan tutması lazım. Üniversite öğrencilerine şunu söylemek istiyorum. Taşın altına sen de elini koy. Ekim Gençliği / İstanbul
29
Teslimiyete hayır...
Direnişe davet var! Kapitalizmin krizinin iyice derinleştiği ve kapitalist ekonomistlere göre dahi bu süreçten ancak savaşlarla çıkılabileceği gerçeğinin önümüzde durduğu bir süreçten geçmekteyiz. Böyle bir süreçte Malatya’ya yerleştirilen “Füze Savunma Kalkanı” çok da tesadüfi bir durum değil. Dünya ölçeğinde yaşanan emperyalist kutuplaşmalar, ABD’nin İran’ı tehdit etmesi, buna karşı Rusya’nın İran’a sahip çıkması, adeta içerisinden geçtiğimiz süreci niteler durumdadır. Tam da böylesi bir sürecin içerisinden geçerken Kürt halkı bir kez daha kapsamlı bir devlet terörü ile karşı karşıya kalmaktadır. Ortadoğu’daki yeni şekillenişte aktif taşeron haline gelen Türkiye, içerideki en diri muhalefet olan Kürt halkını sindirmek için başlattığı tutuklama saldırılarına şimdi de katliamlarla devam ediyor. Önceleri havuç-sopa taktiğini kullanan sermaye devleti, artık gemi iyice azıya alarak Kürt halkı üzerindeki baskı politikasını arttırmaktadır. Binlerce Kürt siyasetçi, avukat, sendikacı, öğrenci gözaltına alınıp tutuklanırken, bunlar da yetmezmiş gibi 34 Kürt köylüsü Uludere’de bombalanarak katledildi. Katliama sahip çıkan sermaye devleti gerçekleşen protestolara ise azgınca saldırdı. Aralarında BDSP'li Esin Yıldız’ın da bulunduğu onlarca kişi tutuklandı. Yine Ankara’da yapılan bir operasyonla Uludere katliamını lanetledikleri için 6 Kürt genci tutuklandı. Sermaye devletinin yıllardır gerçekleştirdiği katliamlara yeni bir halka olarak eklenen Uludere katliamı, Kürt halkı için ne ilk olmuştur ne de son olacaktır. Sermaye devleti Kürt halkına sadece fiziki olarak değil topyekûn bir saldırı başlatmıştır. Sermayenin sözcülerinden Tayyip Erdoğan’ın söylediği “onları oksijensiz bırakacağız” sözünün sonuçlarından biri olarak devlet kendi “Kürt aydınını” yaratıyor. Kısa bir süre önce Türkiye’ye giriş yapan Kemal Burkay, kendisine düşen görevi layıkıyla yerine getirmek için çok da zaman kaybetmedi. Gelişi televizyonlarda günlerce gündemde kalan Kemal Burkay, kamuoyuna mal edildikten sonra şimdi de açıklamalara başladı. PKK ile Ergenekon’un bağını kuran Burkay, sanki kısa bir süre önce Uludere’de sermaye devleti tarafından katledilenler 34 Kürt genci değilmiş gibi PKK’nin neden hala silah taşıdığını soruyor. Şunu unutmamak gerekiyor ki zulmün olduğu yerde başkaldırı daima meşrudur. Abdullah Gül’ün “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklaması ile başlayan tasfiye süreci bugün Burkay’ın açıklamaları ile devam ediyor. AKP hükümeti kendi yargısını, alevisini yaratırken şimdi de kendi Kürt aydınını yaratmaya başladı.
Kürt halkı faşist baskılarla teslim alınmak isteniyor AKP hükümeti “ustalık” döneminin de getirdiği pişkinlikle saldırılarına dizginsizce devam ediyor. Ortadoğu’daki yeni şekillenişte pastadan pay kapma yarışında kendi içerisinde diri bir muhalefet bırakmamak için her türlü yola başvuruyor. Bir tarafta Hrant’ın katillerini serbest bırakırken diğer tarafta mağdur rollerine giriyor. Her haliyle devletin organize bir katliamı olan Hrant Dink katliamında örgüt bulamayanlar, binlerce Kürt gencini, siyasetçisini, avukatını tutuklarken örgüt bulmakta çok da zorlanmıyorlar. Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, artık puşi takmak, kırmızı fular giymek örgüt üyeliğinin delili arasına konuluyor ve bunlardan yıllarca tutuklu kalınıyor. İnsanlar katıldıkları eylemlerde kurşunlanarak katlediliyor. Tüm bunlar ise devlet tarafından “onlarda orada olmasalarmış” denilerek sahipleniliyor. Tüm bu baskı politikaları ile ciddi bir dinamizme sahip olan Kürt halkı dizginlenmeye ve teslim alınmaya çalışılıyor. Bir diğer taraftan faşist gericilik tırmandırılarak toplumda bir kutuplaşma yaratılmaya çalışılıyor. Birçok ilde Kürt halkına yönelik linç girişimleri başlatılmaya çalışılıyor.
30
A. Akın Kürt gençleri anadilde eğitim hakkından yaralanamazken asimilasyon politikalarının ilk adımları daha ilkokulda atılmaya başlanıyor. Evet, sermaye devleti için her şey daha fazla kar demektir. Son dönemde yaşanan Wan depreminden sonra, yardımlar buraya asgari düzeyin üzerinde ulaşmamıştır. Oradaki halkın acıları üzerinden prim yapanlar, hala oralara hiçbir yardım götürmemişlerdir. Televizyonlarda toplanan trilyonlarca liranın ise nereye gittiği hala açıklanmamıştır. Yardım isteyen Wanlılar'a ise “hele bir kışı atlatın” denilerek karşılık verilmiştir. Depremi bile kendisi açısından ranta çeviren bu devletin çadırlarda yanarak can veren her bir insanın ölümünde parmağı vardır. Uludere’de 34 kişiyi katletmekle Wan'da o kadar insanı görmezden gelerek kış günü yazlık çadırlarla ortada bırakmak aynı şeydir.
Kürt gençliği geleceğine sahip çıkmalıdır İşsizliğin günden güne arttığı, binlerce üniversite mezununun iş bulamadığı, binlerce öğrencinin ise parası olmadığı için okuyamadığı bir süreçten geçerken Kürt gençlerinin omuzlarına iki kat daha fazla yük biniyor. Bir taraftan anadilde eğitim sorunları, bir taraftan ciddi bir geleceksizlik bir diğer taraftan ise sürekli bir devlet terörü gerçeği önlerinde duruyor. Devlet birçok eylemde direnişte en ön saflarda yer alan Kürt gençlerinden korkusunu taş atan çocukları ailelerinin yanlarından almakla tehdit ederek bir kez daha göstermiş oluyor. Eylemlerde özel hedef gözeterek ateş ediyor. Birçok Kürt gencini katlediyor. Katliamlara sessiz kalmayan Kürt gençlerini cezaevlerine dolduruyor. Tüm bu saldırıları ise Kürt gençleri 15 yaşındaki bedenleri ateşe vererek “karanlıkları bedenlerimizin ateşi aydınlatacak” şiarı ile karşılıyor. Burada öne çıkartılması gereken durum eylem şekli değil, Kürt gençliğinin feda ruhu ve direniş geleneğidir. Kürt gençliği Mazlumlar'dan devraldığı bayrağı direnişi büyüterek dalgalandırmalı, geleceği ve özgürlüğü için mücadeleyi Türk işçi ve emekçi çocukları ile ortaklaştırmalıdır. Haziran ayında gerçekleşen seçimler sonrası meclisin işlevsizliği bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Kürt halkının seçimlerde çıkardığı milletvekilleri tutuklulukları nedeniyle meclise giremiyor. Kimi milletvekillerinin vekillikleri düşürülüyor. Tüm bunlar çözümün mecliste değil sokakta olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyor. Reformist hayallere kapılarak meclisten bir şeylerin düzeleceğini düşünmek yerine kurtuluşun mücadeleden geçtiğini unutmamak gerekiyor. Bu süreçte insanlardan oy yerine mücadeleye omuz vermesini istemek gerekiyor.
Gerçek ve kalıcı bir barış ancak sosyalizmle mümkündür Son bir yıla girmeden önce özellikle Kürt hareketinin ve reformist solun vurguladığı ‘barış’ sloganının bu sistemde sürekliliğinin ve gerçekliğinin olmadığı bir kez daha ortaya çıkmış bulunuyor. Kürt halkının gerçek ve kalıcı bir barışa kavuşmasının yegâne yolu Kürt işçi ve emekçileri ile Türk işçi ve emekçilerinin mücadelelerini birleştirip kapitalist sistemi yıkmasıyla mümkündür. Aksi halde bu kısır döngü devam edecektir. Tüm baskı ve saldırılara karşı verilmesi gereken cevap topyekûn saldırıya karşı topyekûn direniştir. Kurulacak ilkeli birliktelikler bu süreçte işlevli görevler görecektir. Aksi takdirde bu saldırıları göğüsleyebilmenin pek bir imkânı yoktur.
Bağımsızlık mücadelesi ve devrim B. Bahar Bir önceki sayımızda “Demokrasi mücadelesi ve devrim” başlığı ile yayınlanan yazıda program sorunları üzerine gerçekleşen konferansların ilki ele alınmıştı. Yazının başında faşist baskı ve terörün tırmandırıldığı şu günlerde demokrasi mücadelesinin kapsamını ve devrim mücadelesinde tuttuğu yeri incelemenin yerinde olacağı belirtilmişti. Aynı şekilde, emperyalist savaş ve saldırganlığın tırmandırıldığı şu günlerde, bağımsızlık mücadelesi ve devrim kapsamında gerçekleşen ikinci konferansı değerlendirmek de bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Öncelikle, bağımsızlık sorununun kapsamına bakıldığında, konunun anti-emperyalist mücadele ve siyasal bağımsızlık sorunu olduğu görülecektir. Ki bu sorun, demokrasi sorunu ile birlikte geleneksel halkçı akımların programının iki temel argümanını oluşturmaktadır. “İçte demokrasi, dışta bağımsızlık” formülasyonu ile ortaya konulmakta ve burjuva demokratik devrim-halk devrimi stratejisinin temel argümanlarını oluşturmaktadır. Kısacası geleneksel halkçı akımlar tarafından bağımsızlık sorunu da demokrasi sorunu gibi burjuva demokratik sınırlar içine hapsedilmektedir. Kuşkusuz bağımsızlık mücadelesi ve bu kapsamdaki antiemperyalist mücadele ulusal nitelikte bir sorundur. Ancak bu durumdan, geleneksel halkçı akımların yaptığı gibi, ulusal mücadelenin her zaman burjuva demokratik bir içerik taşıyacağı sonucu çıkartılamaz. Bu tam da bağımsızlık sorununun her dönem ve koşulda geçerli tek bir çözüm formülünün olmaması ile alakalıdır. Ulusal sorunun ilk ortaya çıkışı Batı'da feodal parçalanmışlığı ortadan kaldırmak, ulusal pazar etrafında birliği sağlamaktı. Bu çerçevede de karakteri doğal olarak burjuva demokratik bir nitelik taşıyordu. Ancak 19. yy sonu, 20. yy başına gelindiğinde sorun çok uluslu imparatorlukların bünyesindeki ezilen ulusların varlığı ile belirlenmektedir. Sorun ezilen ulusların ezen ulusun egemenliğinden kurtulması sorunudur ki burjuva demokratik devrim kapsamında çözümünü bulmaktadır. 1905 Rus Devrimi sonrasında ise sorun ezilen halkların emperalist-sömürgeci kölelikten kurtulma mücadelesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çin gibi ülkelerde sorun içte feodalizm, dışta ise emperyalizm ile hesaplaşma şeklinde, yani burjuva demokratik nitelikte çözülmüştür. Yukarıda belirtilen tarihsel dönemlerde çözüm olarak ortaya konan burjuva demokratik devrim aşamasını içerisinde bulundukları koşullar ve ihtiyaçlarla değerlendirebilmek, bu kapsamda da Türkiye'nin mevcut koşullarının ihtiyaçlarını görebilmek açısından faydalı olacaktır. Bu noktada kapitalizmin iktisadi egemenliğini tam olarak sağladığı, bu kapsamda da emperyalizme kölece ilişkilerle bağlı olan Türkiye'de gerçek anlamıyla bir bağımsızlığın sermayenin sınıf egemenliğini devirmek ve emperyalizmin zincirini Türkiye halkasından kırmaktan geçtiği görülecektir. Kısacası “bağımsızlık” ve anti-emperyalist mücadele sorununun geleneksel halkçı akımların indirgediği gibi “siyasal bağımsızlık” sorununa indirgenemeyeceği açıktır. Bu noktada gözden kaçmaması gereken nokta, en tam gibi görünen bir siyasal bağımsızlığın bile gerçekte emperyalizmin iktisadi ve mali egemenliği ile pekala bağdaşabileceğidir. Portekiz Devrimi deneyimi bunun en açık örneğidir. Portekiz deneyiminde burjuvazinin sınıf iktidarına karşı bir yönelim yoktur. Burjuvazinin
ve toprak sahiplerinin sınıf egemenliği korunmuştur, fakat iktidarın siyasal biçiminde bir değişiklik yaşanmış ve siyasal bağımsızlık elde edilmiştir. Bu kapsamda önemli demokratik adımlar atılmıştır. Ancak kısa bir süre sonra görülmüştür ki emperyalizmin Portekiz üzerindeki egemenliği pekişerek sürmeye devam etmiştir. Günümüz koşullarında, Türkiye'nin bağımsızlık sorununun gerçek çözümünün burjuva demokratik sınırları aştığı açık bir şekilde ortadadır. Bu noktada devrim stratejisinde “bağımsızlık mücadelesi”nin önemi ve burjuva demokratik sınırları nasıl aştığını madde madde belirtmek faydalı olacaktır: Bir devrim, ancak emperyalizmin dünya egemenliği olgusuyla hesaplaşmakla olanaklı olabilir. Aksi takdirde mahalli bir sömürgeci gücün egemenliği altından çıkıp şu veya bu emperyalist kuvvetin egemenliği altına yeniden girer. Türkiye konumu itibari ile kritik bir bölgede bulunmaktadır. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar gibi bunalım bölgeleriyle çevrilidir. Bu kapsamda emperyalizmin bölgedeki egemenliği ile hesaplaşma perspektifi olmayan bir devrimin Türkiye'de başarı şansı yoktur. Türkiye'de egemen olan kapitalist sistem emperyalist sistemin bir parçasıdır. Yani egemen sınıf iktisadi ve toplumsal bakımdan dolaysız olarak uluslararası sermayenin bir parçasıdır. Dolayısıyla Türk burjuvazisiyle hesaplaşmak demek onun gerisindeki emperyalizmin Türkiye üzerindeki köleci egemenliği ile hesaplaşmak demektir. Bağımsızlık mücadelesi ve bunun devrim stratejesinde tuttuğu yeri yukarıda çizilen çerçevede ele almak bize anti-emperyalist mücadelenin azami ve asgari programını işaret etmektedir. Emperyalizmin iç toplumsal dayanaklarıyla tasfiye edilmesi, ki bu ancak sosyalist devrim stratejisi ile gerçekleşebilecektir, azami programı oluşturmaktadır. NATO'dan çıkılması, emperyalist üslersin kapatılması, IMF ile tüm anlaşmaların iptal edilmesi gibi ileri sürülebilecek bir dizi siyasal ve iktisadi önlem kapsamındaki “acil istemler platformu” ise asgari programı oluşturmaktadır. Bu kapsamda emperyalist savaş ve saldırganlığın tırmandırıldığı şu günlerde “acil istemler platformu” kapsamında mücadeleyi büyütmek, böylece mücadelenin toplumsal dayanaklarını arttırmak, bununla birlikte sorunun gerçek çözümünün ancak devrim mücadelesi ile olanaklı olacağını göstermek ömümüzde görev olarak durmaktadır. Bağımsızlık mücadelesi ile ilgili daha kapsamlı bilgi ise Eksen Yayıncılık'tan çıkan “Program sorunları üzerine konferanslarBağımsızlık ve Devrim / H. Fırat” kitabının incelenmesi ile elde edilebilir.
31
Son gelişmeler ışığında...
Bilimin toplumdaki rolü
Günümüzdeki bilimsel bilgi düzeyi ve teknolojik altyapı yeni gelişen bilim dallarıyla birlikte ele alınırsa, insanların birkaç on yıl içerisinde dünyadaki tüm sosyal sorunları aşabilecek potansiyele sahip olduğu basit bir hayalden ya da ütopyadan çok daha fazlasını ifade ediyor.
32
Medyada, Atlas Deneyi ilginç bir biçimde oldukça geniş bir yer buldu. Basında öyle bir imaj yaratıldı ki, sanki deney maddenin özelliklerini ve kütlenin nasıl oluştuğunu değil de tanrının dünyayı nasıl yaratmış olduğunu anlamak için yapılıyor. “Higgs bozonu” adı verilen, kuramsal olarak öngörülen, henüz Atlas Deneyi'nde dahi tespit edilememiş olan bir atomaltı parçacığın bu deney sonucunda akıbeti belli olacak. Eğer ki parçacık tespit edilirse, aynı yöndeki çalışmalar derinleşecek; parçacığın bir kurgu olduğu anlaşılırsa yepyeni kuramlar ortaya atılacak. Her durumda bu deneyler evrenin yapısına dair insanlığın şu ana kadar edindiği bilgilerin derinleşmesiyle sonuçlanacak. Protonların ve nötronların temel, yani indirgenemez parçacıklar olmadığı yıllardır biliniyor. Türlü biçimlerde sınıflandırılan 61 farklı temel parçacık var. Bunlardan birisi de henüz görülemeyen, milyarlarca doların varlığını ya da yokluğunu göstermek adına harcandığı Higgs bozonu. Varsayıma göre bütün evreni kapsayan bir Higgs alanı var. Bir parçacığın kütlesi olup olmadığını ve varsa niye fazla olduğunu bu alanla girdiği etkileşim belirliyor. Bu alanla etkileşimi daha fazla olan temel parçacıklar, diğer parçacıklardan daha çok kütleye sahip oluyor. Bu alandaki taşıyıcı parçacık ise Higgs bozonu. Kütleçekimi gibi fiziğin en temel konularından birinde bu kadar önemli bir yer tutan parçacığın deney aracılığıyla yanlışlanması da doğrulanması da tüm doğa bilimleri açısından önemli bir yerde duruyor. Atomaltı parçacıklarının keşfi, en küçüğü keşfetmekten aslında çok daha fazlası. Evrenin şu ana kadar nasıl bir değişim geçirdiği ve bundan sonra nasıl bir değişikliğe uğrayacağı bu parçacıklar hakkında daha çok bilgi sahibi olmaktan geçiyor. Şu basit nedenle ki evrenin zaten bu parçacıklardan oluştuğu varsayılıyor. 13.7 milyar yıldır bugünkü fizik kurallarının geçerli olduğu ve ondan öncesinde enerjinin yüksek yoğunluğu nedeniyle fizik kurallarının daha farklı olduğu biliniyor. Şimdiki teknolojiyle bilinebilecek bu 13.7 milyar yıl, parçacıkların nasıl oluştuğu ve nasıl kütle kazandığıyla ilgili teoriler yardımıyla anlaşılabiliyor. Evrenin değişimiyle ilgili bilgi, atomaltı parçacıklarla ilgili
bilgilerin artışıyla artacaktır. Deneyin kendi olası sonuçları dışında bize gösterdiği önemli şeyler var. Evrenin doğası anlaşıldıkça çözülmesi gereken problemlerin sayısının da aynı şekilde artması bunlardan biri. Bilim çeşitli yönlerden gelişmesini sürdürüyor. Parçacık fiziği, görünürde pratik için çok şey vaad etmiyor. Ancak bilimi her bir dalın pratikteki yansımalarına göre değerlendirmek doğru değil. Daha önceki birçok bilimsel ilerleme umulmadık yararlar ve tabii ki zararlar da getirdi. Bu alandaki ilerlemelere de bu gözle bakmak gerekiyor. Peki bu parçacıklar diyalektiği mi kanıtlıyor? Ya da deneyler idealizme kapı mı aralıyor? Sorunu bu şekilde koymak hatalı olacaktır. Fiziğin bu gelişme düzeyinde metafizik bir temelde yapılması zaten imkansız. Doğa bilimlerinde zaman, metafizik ögeleri bir bir çöplüğe gönderdi. Kuramlar elbette var olan şeyden daha fazlasını iddia eder ancak bu doğaya iyi bir açıklama getirmek adına mecburidir de. Deneyler birtakım olguları kesinleştirmek veya tahminleri doğrulamak adına yapılır; kuramlar arasından olguları en iyi açıklayan ve en iyi tahminlerde bulunanlar seçilir. Genel kabul görmüş kuramlar, böylece maddi gerçekliği en iyi açıklayanlar ya da pratikte en çok iş görenler olur. Bu bakımdan doğa bilimlerine ve yapılan deneylere güvensizlik beslemek hatalıdır. Dahası bilimsel bulguları, felsefi düzeyde test edip yanlışlığına kanaat getirmek maddi gerçeklikten kopup ideolojiler alanına kaymak anlamına gelecektir. Elbette bu da marksizmin en temel kazanımlarından vazgeçip hegelciliğe dönmekle eşdeğerdir. Marksistlerin bir deneyi idealist diye nitelendirebilmesi için ortada güçlü bilimsel gerekçelerin olması gerekir. En azından temel bilimlerin çok fazla teknik bilgi gerektirdiği ve olgularla uyumlu olmayan kuramların yaşama şansı bulamadığı bir dönemde eleştiri çok dikkatli yapılmalı. Günümüzdeki bilimsel bilgi düzeyi ve teknolojik altyapı yeni gelişen bilim dallarıyla birlikte ele alınırsa, insanların birkaç on yıl içerisinde dünyadaki tüm sosyal sorunları aşabilecek potansiyele sahip olduğu basit bir hayalden ya da ütopyadan çok daha fazlasını ifade ediyor. Evrenin geçmişiyle ilgili, maddeyi ne kadar verimli kullanabileceğimize, enerji üretimine ve en verimli besin üretim yollarına ilişkin bilgi ve altyapı artık kaynakların yetersizliğine ilişkin
burjuva yargıların tamamıyla sınıfsal nitelikte olduğunun açık kanıtı. Genetiğin yaygın ve denetimli bir şekilde kullanılması dünyadaki açlığın çözümünde önemli bir rol oynayacaktır. Ya da hidrojen enerjisinin yaygın kullanımı diğer enerji kaynaklarının gelişimiyle birlikte düşünüldüğünde, dünyanın enerjiyle ilgili tüm problemlerini çözecek niteliktedir. Benzer şekilde atomlarla ya da moleküllerle oynayıp, yüksek kalitede ürün elde etme yöntemi olan nanoteknoloji meta üretiminin olduğu tüm alanlarda yaygın olarak kullanılabilecek. Tüm bunlar, sosyalist bir örgütlenmenin teknolojik ve bilimsel temelini oluşturduğunda kıt kaynaklar tarihe karışacaktır. Yani ilk olarak insanların önündeki en temel sorunları (açlık, çalışma saatlerinin düşürülmesi, işsizlik, uyumlu bir toplum) çözecek bir örgütlenme, zaman içerisinde sınırsız kaynaklara sahip olacaktır. Emekçiler kapitalizmin onlara sunduklarıyla yetinmek zorunda değildir. Uluslararası düzeyde planlı bir örgütlenme, kaynakların doğru dağılımının, çalışmanın daha az saate yayılıp daha verimli olmasının yolunu açacaktır. Kaynakların verimsiz kullanılması kapitalizmin bir yönüdür; üretici güçleri yıkıcı güçlere dönüştürmek ise bir başka yönü. Bilimsel gelişmenin insanların asgari düzeyde çalışıp, başka türlü etkinliklere de zaman ayırabilmesinin temeli olduğu bir gerçek. Gerçi bugün, bilimsel ve teknolojik gelişimin zirve noktasında, insanlar köle gibi çalışıyor, hatta çoğu zaman çalışacak iş de bulamıyor ve dahası ironik bir şekilde aç kalıyor. Tüm bunların gelişmişlik düzeyiyle uyuşmadığı açık. Özel mülkiyet artık bu gelişmişlik düzeyini taşıyamıyor. Geçen yılki tüm o sosyal hareketlilikler bunun açık bir ifadesi. Bununla birlikte kapitalizm, insanı bir tür olarak 10 kere ortadan kaldırabilecek silahlara bilimin gelişmişlik düzeyiyle sahip oldu. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, dünyadaki nüfusun %3.5'ini mezara yollamıştır. Bugün emperyalist ülkelerdeki, nükleer silah, roket, uçak, tank, gemi ve denizaltı kapasitesi eskisine oranla katlanmış durumda. Ve bunlar bilim ve teknolojinin getirdikleriyle birlikte sınırsız bir yok ediciliğe sahip artık. Özellikle insanların gelişimini bilimin bir fonksiyonu olarak görenler, kapitalistlerin emri altındaki bilimin insanları tamamen ortadan kaldırabilecek silahları yarattığını da dikkate almalıdır. Bilim, toplumların bir fonksiyonu olarak değerlendirilmelidir. Bugün bilim, doğa bilimleriyle olsun sosyal bilimleriyle olsun, tam olarak burjuvazinin çıkarlarınca yönlendirilir. Ancak doğa bilimleri ve sosyal bilimler yapıları gereği farklı bilimsellik derecelerine sahiptir. Doğa bilimleri (fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji vs.) hem inceleme alanlarının daha nesnel oluşuyla hem de kapitalizmin temeli olan meta üretimi alanının ve silah üretiminin bu alanlarla sıkı sıkıya bağlı oluşu nedeniyle bilimsel esaslara dayalı olarak yapılmak durumundadır. Kapitalistler arası rekabet teknolojik gelişimi bu da dolaylı ya da dolaysız olarak bilimdeki ilerlemeleri gerektirir. Uluslararası rekabet en öldürücü silahları üretmeyi, en iyi radarlara ve en iyi uydulara sahip olmayı gerektirir. Tüm bunlar (elbette olumsuz yönleri ayıklanarak) sosyalist bir toplumun geçmiş toplumdan alacağı en kritik kültürel unsurlardır. Sosyal bilimler de burjuvazinin kontrolünde ve yine onun çıkarları adına yapılır. Ancak sosyal bilimlerin alanı insan ve toplumlar olduğundan bilimsellik birçok kez ikinci planda kalır. Sosyal bilimler, ekonomiden psikolojiye, tarihten felsefeye,
Toplumu değiştirmek isteyenlerin içinde yaşadıkları toplumu belli bir doğrulukla çağının bütün önyargılarını içinde barındırır. Her türden idealist öge bu bilimlerin bilimselliğini tartışma kavramaları gerekir. konusu eder. İnsanları ve toplumları burjuva bir gözle Bu materyalist bir okumaya kalkışmak, olayların tarihselliğini göz önüne dünya anlayışını almamak, üretim ilişkilerinin geçici niteliğini gözden kaçırmak, günümüzdeki ahlaki normlardan evrensel gerektirir. Birçok bilim ahlaka ulaşmaya çabalamak, tarihi burjuvazinin bakış adamı da bu anlamda açısından yorumlamak, dahası dünyada neler olup biteceğine dair öngörülerde inanılmaz bir materyalisttir. Ancak iş yeteneksizlik bu bilimlere karşı daha fazla eleştirel bununla bitmez. olmayı zorunlu kılar. Toplumu değiştirmek Ya siyasete nasıl bakış açıları sunuyor sosyal bilimler? O kadar demokratik olan Avrupa'nın bir sene isteyenler siyasete, içerisinde demokratikliğinden eser kalmamasını, faşist ekonomiye ve ideolojik yapıların her yerde peydah olmasını, polislerin evrensel barbarlığını, hükümetlerin tekelleri koruma yapıya ve bunların sevdalarını nasıl açıklıyor? Bunlar elbette burjuva birbirleriyle ilişkilerine bakış açısıyla açıklanamaz. AB'nin en baştan beri dair belli bir açıklığa emperyalist bir proje olarak görülebilmesi, emperyalist savaşların ve devrimlerin ne zaman sahip olmalıdır. olacağının kestirilmesi, burjuva demokrasisinin ne Materyalist tarih zaman askıya alınacağının bilinmesi; ekonominin anlayışını temel siyasi yapıyı belirlediği, siyasetin maddi çıkarlar zemininde yapıldığı, ulus devletlerin o ülkelerin almadan toplumların burjuvazisinin bir aracı olduğu ve devrimlerin krizleri nasıl değiştiklerini takip ettiği gerçeklerinin anlaşılmasına bağlıdır. Tüm bunlar günümüzdeki sosyal bilimlerle Marksizm anlamaya çalışmak yön arasındaki uçurumu gösterir. Sosyal bilimler bilgisi olmayan birinin literatüründe, küreselleşmenin erdemlerini, sanayi okyanusun ortasında sonrası bilgi toplumlarına geçtiğimizi, emperyalistler arası savaşın tarihe karıştığını, insan doğasının pusulasız bir şekilde değişmez olduğunu, evrensel ahlak kuralları olduğunu, doğru yöne gitmeye devrimlerin geride kaldığını; yani kısacası kapitalist çalışmasına benzer toplumu görüyoruz. İnsan böyle bir bilimi nasıl olur da ciddiye alır? Toplumu değiştirmek isteyenlerin içinde yaşadıkları toplumu belli bir doğrulukla kavramaları gerekir. Bu materyalist bir dünya anlayışını gerektirir. Birçok bilim adamı da bu anlamda materyalisttir. Ancak iş bununla bitmez. Toplumu değiştirmek isteyenler siyasete, ekonomiye ve ideolojik yapıya ve bunların birbirleriyle ilişkilerine dair belli bir açıklığa sahip olmalıdır. Materyalist tarih anlayışını temel almadan toplumların nasıl değiştiklerini anlamaya çalışmak yön bilgisi olmayan birinin okyanusun ortasında pusulasız bir şekilde doğru yöne gitmeye çalışmasına benzer. İçinde bulunduğumuz dönemin, tarih açısından ne kadar önemli olduğunu materyalist bir tarih anlayışının yokluğunda değerlendirmek neredeyse imkansızdır. Öyleyse toplumu değiştirmek iradesinde olan herkesin marksizmi titiz bir şekilde incelemesi ve toplumları materyalist bir bakış açısıyla değerlendirmesi zorunludur.
33
“Kanlı Pazar” ya da kıblesi Amerikan emperyalizmi olanlar Devrimci-komünist hareketin geçmişi olduğu kadar; emperyalizmin Türkiye’deki boyunduruğu ve bu hâkimiyetin kökleri de oldukça derinlere uzanıyor. Kemalist hareket önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı'nın ardından, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile sınırlı bir siyasal bağımsızlık kazanılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bunun hemen ardından ise işgale karşı emperyalistlerin uşakları ile savaşıldığı, büyük bedeller ödendiği “unutularak” emperyalizmin boyunduruğu altına girilmiştir. Daha 4 Mart 1923’te İzmir İktisat Kongresi ile “ekonomik bağımsızlık” palavraları eşliğinde emperyalizme tabi olunmuş, kapitalist yol tutulmuştur. Her ne kadar başlarda bir nebze mesafeli durulsa da çok geçmeden siyasal, diplomatik vb. tüm alanlarda AB emperyalizmiyle, sosyalist işçi cumhuriyetleri (özelde SSCB) aleyhine büyük bir uyum yakalanmıştır. “Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” ideali tam da bunun, emperyalist dünya ile bütünleşme hedefinin bir ifadesidir. Demokrat Parti döneminde emperyalizm ile olan bağımlılık ilişkileri yeni bir düzeye sıçradı. 1950’de, Nazım Hikmet’in “23 Sentlik Asker” şiirine de konu olan Marshall Yardımları karşılığında, emperyalist çıkarlar uğruna 5 bin asker Kore Savaşı’na yollandı. Türkiye Cumhuriyeti 1952 senesinde NATO’ya katıldı. Ve ilk askeri üsler 1954’de tamamlandı.
Anti-emperyalist uyanış ve ilk hareketlenmeler “Emperyalizme bağımlı kapitalist gelişme, artan kapitalist baskı ve sömürü, geniş küçük-burjuva yığınlarda öfke ve protestolara yol açtı. …” (1) , “… Türkiye tarihinde sosyalizm istemi ve özleminin kitleselleştiği dönemin başlangıcı oldu bu yıllar. Emperyalizmin artan hâkimiyeti, emperyalist sömürü ve yağmanın belirginleşmesi, yığınların anti-emperyalist bilincini uyandırdı.” (2) Öğrenci gençliğin o dönem ilk eylemli süreci 67’deki 6. Filo protestosu ile açıldı. Amerikan 6. Filosu, Temmuz ’68’deki bir sonraki gelişinde de protesto gösterileri ile karşılandı. Eyleme katılanları yakalamak için 17 Temmuz günü İTÜ Öğrenci Yurdu basılır. Hukuk fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu polisler tarafından pencereden atılarak öldürülür. Vedat’ı anmak ve öldürülmesini protesto etmek için düzenlenen yürüyüşlere polis saldırır ve çatışma çıkar. Bu gelişmelerin beraberinde anti-emperyalist mücadele ve kitle hareketi hızla yükselir. 1969 senesinde, 6. Filo’nun yeniden boğaza geleceğinin duyulması üzerine, 76 gençlik örgütü (3) 16 Şubat Pazar günü bir miting yapmak üzere ortak bir çağrıda bulundu. “Emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü” adıyla düzenlenen eylemde yaklaşık 40 bin kişi Beyazıt’tan Taksim’e doğru “Emperyalizme hayır, sosyalizme evet!”, “Köylüye toprak yok, Amerikan üslerine toprak çok!”, “Vietnam’da barınamayan Türkiye’de tutunamaz!” sloganları ile yürüdü. (4)
34
Miting öncesi provokasyon çağrıları Emperyalizm, yürüyüşün siyasi etkisini ve sosyalist-devrimci bir damarın güç kazanmakta olduğunu görmekteydi. Bundan çekinen işbirlikçi sermaye iktidarı toplumu solculara ve devrimcilere karşı kışkırtmaya koyuldu. Bu noktada dinsel gericilikten ve basından oldukça faydalandı. Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) 14 Şubat tarihli "Bayrağa saygı" mitinginde, F. Gülen’in de üyesi olduğu Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı İlhan Darendelioğlu tarafından kitleye yönelik “Memlekete ihanet eden bu hainleri toprağa gömme zamanı gelmiştir” , “… Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…” çağrıları yapıldı. Bugün Nur Cemaati'nin önde gelen isimlerinden biri olan Mehmet Şevki Eygi, Bugün gazetesindeki 30 Mart 1969 tarihli yazısında, Müslümanlar'ı işte böyle açıkça Amerikan emperyalizmini savunmaya çağırıyordu: “Rusya ve Çin, Allah’ı inkâr ediyor; Amerika ise Allah’a inanıyor. Dini var. Amerika’da İslamiyet’i yayabilmek hürriyeti var. Amerika inançlarımıza hürmet ediyor. Amerika ehvendir (zararsızdır –akt.), ehaftır (hafiftir –akt.). Rusya kızıl kâfirdir. Amerika ise ehli kitaptır.″ (5) Dönemin gazetelerinde Endonezya’da yarım milyon komünistin katledilmesine (6) atıfta bulunularak cihat çağrıları yapılıyor ve Amerikan 6. Filosu'nun protesto edileceği Pazar günkü miting saldırılar için hedef gösteriliyordu. Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen, iki emekçi gencin yaşamını yitirmesi ve 200 kadar kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan 6. Filo protestosundan yalnızca bir gün önce, Bugün gazetesinde yine devrimci kanı dökme çağrısı vardı: "Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına başlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. İmtihan günleri gelip çatmıştır. Kaderden kaçmak kurtulmak ne mümkün... (...) Ey kızıl kâfirler! … Ayağınızı denk alın. Cihad eden zelil olmaz, sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır." (7) Saldırıda katledilen Ali Turgut Aytaç'ın eşi Eflan Aytaç verdiği bir demeçte ise dönemi şöyle anlatıyor: “Kadınlar iyi hatırlarlar, o dönem İstiklal'de yürüyemiyorduk, Amerikan askerlerinin tacizlerinden dolayı. Kadınlar korkuyorlardı, tacize uğruyorlardı. Onların ülkesindeymişiz gibiydik. O yüzden önce onlara, 6. Filo'da ders verdik, ardından da eşimin de katıldığı yürüyüş düzenlenmişti.” (8)
Anti-emperyalist yürüyüşe saldırı ve devletin “görünmez eli” Beyazıt’tan yola çıkan yürüyüş kortejinin “öncü kolu ile gövdesi arasına giderek set çeken toplum polisi kuvvetleri birkaç
bin kişilik bir grubu alana yalnız başına soktular ve asıl yürüyüş koluna saldırarak geriye kovalamaya başladılar. Birkaç gün öncesinden Taksim gezisinde toplanmaya başlamış ve 6. Filoyu kıble kabul edip toplu namazlar kılarak alanda karşı gösteri hazırlığına girişmiş gerici kalabalıklar, polisin almadığı önlemleri kolayca aşarak bir tuzak haline gelen alanda yapayalnız kalan birkaç bin kişilik topluluğa saldırdılar. Ellerindeki sopalar ve bıçaklarla, polisin gözetim ve yardımı altında kanlı bir kıyıma giriştiler. Sokak aralarına yayılan çatışmalar sırasında TİP’li iki işçi, Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürüldü.” (9) MHP’li Eski Bakan Yaşar Okuyan'ın Oda Tv'ye verdiği röportajda bu gün için söyledikleri oldukça çarpıcı: "...Yanılmıyorsam -cumartesi günü beşte temsili olarak Türk Talebe Birliği’ne gelin- denildi. Bizim arkadaşlardan yedi sekiz kişi gitti oraya. Şeref Efendi sokak var hemen Milli Türk Talebe’nin yanındaki sokaktı. Oraya iki kamyon yanaştı. Orada sonradan çıktı tabii- sopalar çıktı balyalar halinde, kurdeleler… Bizim çocuklara dedim ki, -Sopaları alın. Gitmeyeceğiz, ama gitmeyeceğimizi söylemeyin.- Sonra aynı yerde ayrıca bir mavi kurdele dağıtıldı. Kurdeleler ne olacak, diye sorduk. Dediler ki; bu mavi kurdeleleri Taksim’de komünistler meydana girerken yakanıza takın bu iki şeyi gösterir: Birincisi orada bir kargaşa çıkarsa siz birbirinizi tanımış olursunuz. İkincisi de -polislerin de bilgisi var- mavi kurdeleyi takanlar anti-komünistler olacak. ‘Komünistler, Moskova uşakları geliyor, dinimize küfrediyorlar’ gibi yazılarla belki 10-15 gün boyunca tahrik etmişti. Toplu olarak sabah namazları organize ediyordu. Böyle bir alt yapı oluşturulmuştu. ‘Kanlı Pazar’da, Hürriyet gazetesinde 6–7 sütunu kaplayan bir resim gözümüzün ödündedir hâlâ... Bir şahıs oradaki sol görüşlü bir genci elinde bıçakla, polisin gözünün önünde öldürüyor ve polis seyrediyor. Katiyen müdahale etmediler.” (10) Ertesi gün Günaydın gazetesinde Ali Turgut Aytaç'ın bıçaklandığı anın fotoğrafı yayınlanır. Adapazarı’ndan, Bolu’dan otobüslerle adam taşınıyor. Bir başka tanık ise hadiseden şöyle bahsediyor: “Sonradan öğrenildi ki, bu organize kalabalık Dolmabahçe Camii'nde öğle namazı kılmış (cami ibadete kapalı olduğu halde onlar için açılmış), sonra da tekbir getirerek Taksim'e çıkıp, emniyet emanetinde geziye yerleşerek yürüyüş kolunun gelmesini beklemiş. Park tarafından üç kamyonet yanaşmış, saldırı için onlara taş, sopa, kesici alet dağıtılmış.” (11) Bugün Gazetesi'nde çıkan Amerikan emperyalizminden yana ve kışkırtıcı yazılarından tam 20 gün sonra Hollanda'da bir bankaya M. Şevki Eygi adına 350 bin dolar yatırılmış, böylece emperyalizme uşaklığı ödüllendirilmişti: “Cidde > Hollanda Bankası, Konte No: 86473 / 4936 - 8.3.1969- München Commerzbank a.g. > Jurnalist Mehmet Şevket Eygi: 350.000 USD.” (12) Dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz ise yirmi sene sonrasında utanmadan saldırıya uğrayan, öldürülen solcuları-devrimcileri suçluyor: “Kanlı Pazar olayı irticai bir hareket değil, sol bir hareketti. 171 sayılı kanuna göre sol yürüyor, bu yürüyüşe mani olmak isteniyor, İdare de bunları önlemek istiyor. Ama Taksim’de ani bir halk hareketi, ani bir karşılaşma oluyor, iki kişi maalesef hayatını kaybediyor. Olay öncesi de Bugün Gazetesi’nde çıkan Mehmet Şevket Eygi Bey’in yazıları, toplu namazlar, filan... Namaz kılıyorlar, ama bunlar kendi içlerinde maksatlı olabilir, camiye gidip insanları yargılayamazsınız.” (13)
O sırada Süleyman Demirel başbakandır. Ve kuruluşundan beri anti-komünizm, toplumsal mücadeleleri bastırmak amacıyla bir devlet politikası, iç politikanın köşe taşlarından biri oldu. Şaşmamak gerekir ki dönemin İçişleri Bakanı da, “solcuların nefes alışlarını bile izliyoruz” diyen Faruk Sükan isimli bir işçi düşmanı, azılı bir anti-komünisttir. Sükan, Nokta dergisinin yaptığı röportajda: “Tamamen komünistlerin tertibiydi. Tam bir ihtilal provasıydı o. Eğer tedbir almamış olsaydık, büyük hadiseler olacaktı.” (13) derken, düzenin korkularının ne boyutta olduğu hakkında ipucu veriyor.
Devrim yürüyüşümüz sürüyor… Emperyalistler, her ne kadar sistemleri çatırdıyor da olsa, karşılarında Sovyetler Birliği gibi dizginleyici bir güç görmedikleri oranda çok daha büyük bir rahatlıkla işçi sınıfının ve toplumsal mücadelelerin tarihsel kazanımlarını gasp ediyor. Türkiye topraklarını, onca NATO üssünden sonra, şimdi bir de “füze kalkanı” ile kardeş halklara saldırının ve sefil burjuva çıkarlarını savunmanın dayanağı haline getiriyor. Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele bugün tüm güncelliğini korumaktadır. Öte yandan, emperyalist zinciri kırıp dışına çıkmanın ve burjuvaziden gerçekleştirdiği katliamların hesabını sormanın biricik sahici yolu devrimdir. Bu topraklarda, devrimci gençlik hareketinin tarihi, aynı zamanda emperyalizme karşı mücadelenin tarihidir. Bizler de bu mirasımızdan öğrenerek, anti-emperyalist istemlerimizi, bir sosyalist devrim ve iktidar mücadelesi ile birleştirmeliyiz. Dipnotlar: 1) Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı, Eksen Yay., sf.17 2) a.g.e., sf.14 3) 40. yılında tüm ayrıntıları ile 12 Mart muhtırası-1, Ali Necati Doğan, blog.milliyet.com.tr 4) Dinci gericiliğin emperyalizme bağlılık yemini: “Kanlı Pazar”, Ekim Gençliği, Şubat 2011, sayı:130 5) Mehmet Şevki Eygi, Bugün Gazetesi, 30 Mart 1969 6) The Case of Indonesia, Robert Cribb, p.1, http://migs.concordia.ca, Concordia University of Canada Montreal Institute For Genocide and Human Rights Studies 7) Mehmet Şevki Eygi, Bugün Gazetesi, 15 Şubat 1969 8) Atılım gazetesi, 24 Nisan 2008 9) Türkiye’de 1968, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, sf. 2106 10) Yaşar Okuyan, Kanlı Pazar’da Hükümetten Kimler Vardı?, Oda TV, http://www.odatv.com/n.php?n=kanli-pazardahukumetten-kimler-vardi-1003101200 11) 'Kanlı Pazar' / 16 Şubat 1969, Yalçın Yusufoğlu, 15.02.2006 12) Bugün'ün Dervişi “Mehmet Şevket Eygi” Kimdir, M. Şahap TAN, sf.33, Garanti Matbaası Yay., 1970 13) Nokta dergisi, yıl: 1987, sayı: 4
Ayhan Z. Tozkoparan
35
Beyazıt
Zamanı aştı diyenlere cevabımız “zamanınız aşılacak” olacaktır... '71 devrimci önderleri Denizler'in, Mahirler'in ve İbolar’ın katledilmesinin ardından sermaye düzeni rahat bir nefes alacağını düşünmüştü. Fakat devrimci hareket, çok geçmeden, devrimci önderlerin direnişini sokağa taşımıştı. Fabrikalarda, sınıf hareketi grevlerle, işgallerle soluk almaya başlarken, üniversite gençliği de kampüslerde, amfilerde boykot ve işgallerle sınıf hareketine desteğini sunuyordu. Kitleselleşen sınıf ve gençlik hareketi, emperyalist-kapitalist sistemin efendileri tarafından “hizaya sokulmak” isteniyordu. Taksim '77 1 Mayıs'ı kitlesel bir şekilde geçerken, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin kurduğu, yönettiği kontr-gerilla güçler tarafından kana bulandı. Katliamcı geleneğine “leke sürdürmeyen” devlet, geleneğinde ısrarcıydı. Öyle ki devrimci gençliğin dinamizmini yok etmek istemekteydi. Katliamcı geleneğini gençlik üzerinde de uygulayan sermaye düzeni Mart’ın 16'sında kurşunlarını, bombalarını yağdırıyordu. Tetikçi olarak ise yine ırkçı-faşist güçlerini kullanıyordu. Düzen tarafından gerekli görüldükçe sokağa sürülen ırkçı-faşist güçler, o günler de de tetikçi rolünü üstlenmişlerdi. Üniversitelerde kendini Ülkü Ocakları üzerinden gösteren faşist güçler, “Merasim Birliği” adı verilen polis güçlerince desteklenip, devrimci öğrencilere yönelik silahlı saldırılar düzenlemekte, devlet ise saldırılara göz yummaktaydı. Faşist ablukayı ortadan kaldırmak için harekete geçen devrimci öğrenciler, 1 Mart’tan itibaren üniversiteye toplu giriş-çıkışlar yapmaya başlamıştı. 16. günü yine Merkez Bina'dan Süleymaniye kapısına doğru yürüyüşe geçen öğrenciler, kapının polis tarafından kapatılması ve çıkışların yasaklanmasından dolayı ana kapıya doğru yöneldiler. Öğrenciler meydana geldiklerinde ise karşılarında faşistleri bulmuştu. Faşistler slogan atarken, devrimci öğrencilerin üzerine kurşunlar yağdırılmaya başlanmış, Eczacılık Fakültesi tarafından bomba atılmıştı. Saldırıda, Hukuk ve İşletme Fakülteleri'nden 7 devrimci öğrenci katledilirken, onlarcası da yaralanmıştı. Kan gölüne dönen Beyazıt Meydanı’ndan, Merkez Bina'ya doğru yürüyen öğrenciler binayı işgal ettiler. Gece boyunca süren işgalin ertesi günü yapılan cenaze töreninin bitiminde işgal de bitirilmiş oldu. 20 Mart‘ta DİSK’in yaptığı “faşizme ihtar eylemleri” ile işçi sınıfı, gençlikle omuz omuza verip katliamı lanetlendi ve 16 Mart'ın unutulmayacağını, hesabının sorulacağını haykırdı. Gençlik eylemlerinden korkan, meydanları kana bulayarak gençliği teslim almaya çalışan düzen, bir kez daha devrimci gençliğin direnişiyle karşılaşmıştı. Çünkü katliam gençliğin kinini daha da bilemişti. Katliamın ardından, sıkıyönetim mahkemesi tarafından açılan davada sanık olan 4 kişi hakkında beraat kararı verilmişti. Böylece kapatılmaya çalışılan dava, 16 Mart 1988 anmasında, katliam sırasında da yaralanan bir grup avukatın, arkadaşlarının hesabını sormak için tüm kamuoyuna çağrıda bulunmasıyla tekrar açıldı. Delillerin toplanması için girişimlerde bulunan avukatların karşısına ise sürekli katliamcı devlet çıkıyordu. POL-DER tarafından yapılan açıklamada, saldırıdan 8-10 gün önce, emniyete, ülkücülerin solcu öğrencilere yönelik bombalı saldırıda bulunacağına dair ihbarın yapıldığını açıkladı. Hiç bir girişimde bulunmayan, aksine saldırının örgütleyicisi konumundaki emniyet, saldırı sırasında tetikçilerin arkasından koşan polis memurlarını DUR!
36
16 Mart'ı u unutturma
ihtarıyla durduran polis amiri Reşat Altay'ı da yıllar içerisinde “ödüllendirdi.” İstanbul TMŞ müdürlüğüne getirilen, daha sonra sırayla Niğde ve Trabzon Emniyet müdürlüklerine atanan Altay, 2007 yılında yine bir cinayette, Hrant Dink cinayetinde karşımıza çıkmıştı. Geçtiğimiz günlerde sonlandırılan Dink davasında aklanan Altay'ın devlet tarafından nasıl korunduğunu iki davada da kanıtlanmıştır. 1994 yılında, katliamın tetikçilerinden biri olan Zülküf İsot’un ablası Remziye Aykol, katliamın ardından, kardeşinin konu hakkında kendisine bilgi verdiğini açıkladı. İsot ise konuşabileceği gerekçesiyle, “ülküdaşı” Latif Aktı tarafından öldürülmüştü. Aykol, katliamı kardeşi, Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis Mustafa Doğan’ın yaptığını, emrin de Alparslan Türkeş tarafından verildiğini açıkladı. 1992 yılında, “iadeyi mahkeme” talebinde bulunan avukatlara yanıt 1995 yılında geldi. Görülen davada, sanıklardan biri olan polis Mustafa Doğan’ın bulunması talebi amacıyla emniyete gönderilen yazıya gelen cevapta, Doğan’ın 1978’te istifa ettiği belirtiliyordu. Cevabın altındaki imza Reşat Altay’a aitti. 1997 Mayısı’nda ise Doğan’ın arama emrinin dahi bulunmadığı ortaya çıkacaktı. 1997’de Emekli Astsubay Oğuz Serçinlioğlu verdiği ifadede, bombayı temin edenin, adını Susurluk davasından sıkça duyduğumuz Abdullah Çatlı olduğunu açıklamıştı. Aynı davada, dönemin Ülkü Ocakları Başkanı ile İçişleri Bakanı'nın katliama ilişkin görüştükleri, katliamdan hemen sonra ise Reşat Altay ile Çatlı’nın telefonda görüştüğü ortaya çıkmıştı. Ortaya çıkan belgelerin tamamını MİT’ten isteyen avukata ise “gizli belgeleri açıkladığı” gerekçesiyle dava açılmıştı. Katliamcılar dışarıda korunurken, göstermelik bir şekilde ilerleyen dava 2010 yılında “zamanaşımına” uğradığı gerekçesiyle kapandı. Böylece davanın “faili meçhul” bir katliam olarak tarihe geçmesi istendi. Failinin bu düzenin kendisinin olduğu gerçeği gizlenmeye çalışıldı. Sermaye düzeni, toplumsal muhalefeti düzlemek isterken, katliamı da gelecek kuşaklara kardeş kavgası, sağ-sol çatışması gibi kavramlarla hatırlatmaya çalıştı. Lakin katliama nerden bakarsak bakalım, karşımıza emperyalist-kapitalist sistemin kendisi çıkmaktadır. Günümüzde de katliamcı geleneğini Kürt halkı üzerinden uygulamaya devam eden devlet, toplumun çeşitli kesimlerini zindanlara atarak, baskıcı uygulamalarıyla onursuz, bilinçsiz bir gençlik yaratmaya çalışmaktadır. Baskı ve zorbalığıyla teslim alamadığı devrimci mücadele ise gerekli cevabı direnişle vermektedir. İşçileri, emekçileri ve gençliği kolay kolay teslim alamayacağını anlayınca zora başvurmakta tereddüt etmeyen kapitalist düzeninin üstesinden gelmek de yine zorla olacaktır. İşçilerin, emekçilerin ve gençliğin mücadelesi sürdükçe devletin faşist uygulamaları sürecektir. Sömürü düzenine karşı verilecek mücadele de 16 Mart’ın hesabının sorulacağının kanıtı olacaktır. 16 Mart katliamının faili kapitalizmden hesap sormak, sosyalizmi kurmaktan geçecektir. Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin ebediyen var olacağını iddia edenler, zamanının geçtiğini düşündükleri katliamlarından da hesap sormanın zamanının geldiğinin farkında değiller. Zamanı geçmedi, asıl şimdi zamanı geldi. Gün, kapitalist düzenden hesap sorma günüdür.
unutmadık, ayacağız! Zarok got; daye! Bihna seva te. (Ve çocuk söyledi: anne elma kokusu geliyor.) Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşundan bugüne dek değişmeyen temel pratiklerinden bazıları sistematik işkenceler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, kirli komplo ve provokasyonlardır. Zindan katliamları, kanlı 1 Mayıs’lar, ezilen uluslar üzerindeki inkar, imha politikaları ve sayısız katliam bunun açık örneğidir. Ne var ki ezilen halklar üzerinde uygulanan katliamlar gibi bir pratik, sadece TC devletinin bir karakteristiği değildir. Dünyanın her yanında aynı politikalarla, benzer katliamlar düzenlendi ve halen de düzenlenmektedir. Sayısız bahanenin arkasına sığınılarak yapılsa da, temel sebep açıkça gözlerimizin önündedir. İşte bu katliamlardan biri de yanıbaşımızda gerçekleşmiş, kardeş Kürt halkını hedef alan Halepçe katliamıdır.
Politik arka plan Saddam Hüseyin rejimi ile Kürtler arasındaki gerilimin uzun bir geçmişi vardır. Çok ayrıntıya boğmamak adına kısa bir özet geçilecek olursa, Saddam Hüseyin rejiminin Kürtler'e karşı politikasının “Araplaştırma” olduğunu ve Kürtler'e tanınan hakların birçoğunun gerçek yaşamda karşılığını bulamaması sebebiyle, Kürtler'in cevap olarak peşmerge hareketini büyüttüğü söylenebilir. Halepçe’nin politik arka planını anlayabilmek için İran-Irak savaşına da kısaca değinmek gerekir. Saddam Hüseyin’in İran’a savaş açmasında büyük etkisi olmuş aktör, kuşkusuz ki ABD’dir. Saddam, İran’a karşı savaşta, lojistik ve siyasi desteği ABD’den alırken, Kürt örgütleri de İran’la ittifaka girmiştir. Kısacası Saddam Hüseyin’in “Araplaştırma” politikası, Saddam reijmi ile Kürtler'in İran-Irak savaşı dönemindeki politik karşı konumlanması Halepçe Katliamı’nın sebeplerinden birkaçını bize verir.
Bir soykırım harekatı Saddam rejimi, 1987′den itibaren Kürtler'e karşı oldukça sistematik bir soykırım harekatını hayata geçirmiştir. Bu harekata “Enfal” denildi. Enfal Harekatı, 8 harekat olarak planlanmış bir soykırım harekatıydı. Ali Hasan El Mecid, bir diğer deyişle “Kimyasal Ali” özel yetkiler ile kuşatılarak, Kürtlere karşı zulmün baş aktörü oldu. Enfal Harekatı’nın ilk aşaması, 23 Şubat gecesi Sergeli ve Bergeli’de gerçekleşti. Halepçe Katliamı da, Birinci Enfal Harekatı kapsamında bir diğer adımdı. Tarih 16 Mart 1988’i gösterirken, uçaklar Halepçe’nin üzerine kimyasal gazlar bıraktı. Enfal harekatının 8 aşamasında katledilen insan sayısı toplamda 182 bin olarak belirlendi. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre bu kimyasal saldırılar, günümüze kadar 61.200 kişinin de sakat kalmasına sebep olmuştur. Uzmanlar, harekatta yoğun olarak kullanılan hardal gazı kimyasalı için ise şunları söylüyor: "Nagazaki ve Hiroşima'da iyonlaşan atomların tersine Hardal gazı gelecekteki nesil için de inanılmaz zararlar taşıyor. 10 yıl sonra bile insanlar çeşitli acılar çekiyor özellikle uzun vadede DNA üzerinde yaptığı zarar var. "
Halepçe’den kaçanlar O dönemde Halepçe'den kaçan bazı Kürtler'in Türkiye'ye sığındığı da doğrudur. Ne var ki TC devleti bunu, insan haklarını gözetmesinden dolayı değil, bizzat 12 Eylül’de uyguladığı faşizm sonrası Avrupa
Halepçe
Elma kokularıyla gelen ölüm* nezdinde bir imaj çalışması olacağını düşündüğü için yapmıştır. Nitekim Türkiye, Halepçe'den kaçan Kürtler sınıra yığıldığında ilk başta içeri almayacağını açıklamıştır. Lakin BM üyelik başvurusunun getirdiği durum sonucu yoğun baskılar olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Tanıklardan Halepçe Katliamı Halepçe Katliamı denildiğinde akla gelen en vurucu fotoğraflardan birinin yaratıcısı olan Ramazan Öztürk'ün tanıklığından dinleyelim bu katliamı: "Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine... Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı. Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü." Ve son söz yerine... Sessiz bir çığlıktır Halepçe Halen sol tarafımda yankılanan! Hayat denilen nehrin dalgalarına kapılan zalim gün Unutsa da Hiroşimalı Halepçe’nin sessiz çığlıklarını Hep haykıracak o çığlıkları yarınlara semalar, Gözler yaşlarında, toprak bakışlarında Çocuklar tanrısal yakarışlarında, Ağaçlar tomurcuklarında Analar yüreklerinde haykıracak o sessiz çığlıkarı Bir daha çığırmasın ve çıldırmasın diye insanlık!.. Ve siz; Ey, halen sol tarafımda bir şeyler çarpıyor diyenler Masmavi düşlerin umut dolu kadehinde Aşkın ve sevdanın özgürlük şarabını içenler, Her gün yeniden toprağa kefensiz düşen İnsan çığlıklarını duyun artık, duyuuun artık!..**
Dipnotlar * Katliamda kullanılan kimyasal gazlar elma kokusu yayan gazlardı. ** Hemîd Dilbahar’ın Halepçe Katliamı üzerine yazdığı şiiri.
37
Kitap tanıtımı...
Komünist Parti Manifestosu görüldüğü gibi, bu yalnızca 1800’lere ait bir anlatım değildir. Bugün de tüm çıplaklığıyla karşımızda duran, (yaşantımızı yönlendiren) sistemin en belirgin özelliğidir.
Hazırlanması yaklaşık olarak üç ayı bulan Komünist Parti Manifestosu, dili ve anlatımıyla oldukça yalın bir metindir. Bilimselliğin getirdiği diyalektik yöntemi, tarihsel olanın bütünlüğü ile birleştirerek, yapılması gerekeni en yalın haliyle anlatır. Toplumlara ve sistemlere bu yöntemle bakabilmenin getirdiği gerçekçilik, onu değiştirmek için gereken yöntemi de aynı derecede sadeleştirmekte ve somut bir hedef olarak koymaktadır.
38
Komünist Manifesto,yazıldığı tarihten (Şubat 1848) itibaren tüm dünyada yankılanmış, işçi sınıfının mücadele pratiğini ve gidişatını, dolayısıyla da insanlığın büyük bir kesimini derinden etkilemiştir. Marx ve Engels’in felsefi görüşlerini temellendirdikleri sırada, işçi sınıfının yükselttiği ayaklanmalar (1830 Lyon, 1848 Avrupa devrimleri arifesindeki hareketlilik) ve birçok ülkeden işçilerin oluşturduğu Komünist Birlik, Manifesto’nun oluşmasını sağlayan tarihsel sürecin parçalarıydı. İşçi sınıfının evrensel mücadele pratiğinden güç alarak onun içinden doğan Komünist Manifesto, toplumu oluşturan sınıfların bilimsel çözümlemesini olabilecek en sade ve net bir biçimde anlatıp burjuva düzeni değiştirmenin yoluna işaret ederek, işçi sınıfının devrimci rolünü güçlendirmiştir. Aradaki bu diyalektik ilişkinin tarih ilerledikçe farklı ülkelerde daha da somutlanması, Komünist Manifesto’nun esas başarısını ortaya koymuş ve ona evrensellik kazandırmıştır. Tüm lafazanlıkları bir kenara bırakarak, gerçek ve nesnel olana yönelen eser, okuyucuya hem yalın gerçekliği görmenin coşkusunu hem de somut hedeflerle ve yöntemlerle onu değiştirebilme cesaretini vermektedir. Üretim ilişkileri değişen dünyanın yeni düzeninin bilimsel bir incelemesini yapan Manifesto’nun en çarpıcı yanı onun çağdaşlığıdır. Bu nedenle, yazıldığı dönemdeki etkisi bir yana, kapitalizmin giderek geliştiği dönemlerde yaşayan insanlara Manifesto daha tanıdık gelir. Kitabın önsözlerden sonraki ilk bölümünde belli yönleriyle burjuvazi incelenmektedir. Bu bölümde yazılanlara tek tek bakıldığında bugünkü sistemin nitelikleri görülecektir. Örneğin;“Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal efendiler'ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında çıplak çıkardan, katı 'nakit ödemeden' başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın kutsal titreyişlerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişimdeğerine dönüştürdü, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o biricik insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla maskelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.” Burada da açıkça
İkinci bölümde ise komünistlerin, burjuvazinin yarattığı ve onun mezar kazıcısı olacak olan proletarya ile ilişkisi irdelenir. Burada, sınıf hareketinden korkan ve onu geliştirecek olan komünistleri karalamaya girişen burjuvaziye esaslı yanıtlar verilmektedir. Anti-komünist propagandanın neredeyse klişeleşmiş birkaç argümanına yaşadığımız ülkeden de aşinayız. Örneğin, komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanımını getireceğini savunurlar. Manifesto buna çok net bir yanıt verir: “özel mülkiyete dayalı toplum olan kapitalizm kadını da bir meta (özel mülkiyet) olarak gördüğü ve o şekilde muamele yaptığı için, özel mülkiyetin eşitçe paylaşımından işte bunu anlamaktadır.” Tüm burjuva safsatalarını bir kenara bıraktıktan sonra Manifesto her ülkede, özgün tarihsel koşullara göre farklılık gösterecek olan proleter devrimin ilk adımlarını tarifler. Manifesto’nun üçüncü bölümünde sosyalist akımlar incelenir ve eleştirilir. Proleter devrimciliğin sağlam duruşu karşısında, envai çeşit savrulmayla birlikte kafa karışıklığını kitlelere mal etmeye çalışan akımlar yıkıcı bir eleştiriye tabi tutulur. Bunların içinde yalnızca ütopik sosyalistler (ve savunucuları; S. Simon, Fourier ve Owen) farklı bir yere konulur. Onları da içine düştükleri pasifizmin doğurduğu sonuçlara işaret edilmiştir.* Her bölümü kendi içinde özlü bir biçimde ifade edilen Manifesto’nun son kısmı ise özel mülkiyet düzenini ortadan kaldırmak üzere hangi ülkede nasıl koşullar altında ve kimlerle birlikte mücadele edilebileceğini büyük bir özgüvenle ortaya koyuyor. Komünist partinin enternasyonal olması gerektiği vurgusu, mevcut düzenin zorla yıkılmasını sağlayacak devrimci irade ile birleştiriliyor. Hazırlanması yaklaşık olarak üç ayı bulan Komünist Parti Manifestosu, dili ve anlatımıyla oldukça yalın bir metindir. Bilimselliğin getirdiği diyalektik yöntemi, tarihsel olanın bütünlüğü ile birleştirerek, yapılması gerekeni en yalın haliyle anlatır. Toplumlara ve sistemlere bu yöntemle bakabilmenin getirdiği gerçekçilik, onu değiştirmek için gereken yöntemi de aynı derecede sadeleştirmekte ve somut bir hedef olarak koymaktadır. Sonuç olarak; Manifesto insanlara salt okumaktan fazlasını yaptıracak niteliktedir. Ayrıca, Marx ve Engels’in diğer eserleriyle birlikte okunduğunda hem tarihi yorumlayışı hem de gelecekle kurulan bağ çarpıcı bir şekilde görülür. Marksizmin okunması, tartışılması, yorumlanması ve yöntemlerinin kullanılması tarihi ve insanlığı anlama ve geliştirme noktasında çok büyük bir derinlik ve ufuk kazandırır. * Riazanov, David. K. Marx/F. Engels Hayat ve Eserlerine Giriş. İstanbul: Belge Yayınları, syf. 77 Y. Toprak