1 Mayıs'ta alanlara, geleceğine sahip çıkmaya! 1 Mayıs'a yaklaştığımız şu günlerde sermaye devleti saldırılarını tırmandırarak sürdürüyor. Kapitalist sömürü azgınlaşıyor. Kürt halkına yönelik baskı ve terör yoğunlaşıyor. Bölge halklarına yönelik emperyalist savaş ve saldırganlık çığlıkları yükseliyor. Bu politikaların yansımaları üniversitelerde de görülüyor. Üniversiteler her geçen gün biraz daha şirket görünümlü yarı açık cezaevlerine dönüştürülüyor.
Birkaç örnek... Newroz yasaklandı... Bu yasak Türkiye'nin dört bir yanında Newroz'u kutlamak isteyen Kürt halkına, ilerici ve sol güçlere yönelik dizginsiz polis terörüne dönüştü. Yaşanan polis terörü sonucu sadece İstanbul'da yüzlerce kişi gözaltına alındı. Binlerce kişi dizginsiz polis terörüne maruz kaldı. Yüzlercesi yaralandı, gözaltına alındı ve tutuklandı. BDP Arnavutköy İlçe Yöneticisi Hacı Zengin azgın polis terörü sonucu hayatını kaybetti. Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesini kirli savaşı tırmandırarak bitiremeyen sermaye devleti, “KCK operasyonları”, Roboski katliamı ve ardından Newroz yasaklaması ile Kürt halkına yönelik imha, inkar ve asimilasyon politikalarına devam edeceğinin sinyallerini verdi. 16 Mart Beyazıt katliamı davasında olduğu gibi Sivas katliamı davası da zamanaşımına uğratıldı. Dink davasında “örgüt yok” kararı verilerek katiller aklandı... 16 Mart Beyazıt katliamında polis şefi olan Reşat Altay Hrant Dink'in katliamında Trabzon Emniyet Müdürü olarak karşımıza çıktı. Hrant Dink'in katili Ogün Samast'ın eline Türk bayrağı vererek onunla hatıra fotoğrafı çektiren Yakup Kurtaran ise Malatya Emniyet Müdür Yardımcılığı'na atandı. Böylece devletin katliamcı yüzü bir kez daha deşifre oldu. Dink ve Sivas katliamları davalarında “katillerin ödüllendirilmesi” ve zamanaşımı yoluyla aklanması ise sermaye devletinin katliamcı kimliğinin yeni bir tescili oldu sadece. Esenyurt'ta 11 inşaat işçisi patronların kâr hırsı sonucu bez çadırlarda diri diri yanarak can verdi. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden güç alan asalak patronlar sınıfı köleleştirerek geleceğini karartmak istiyor. Her gün yaşanan yeni iş cinayetleri adeta sıradanlaşıyor. Patronlar ve onların hizmetindeki sermaye hükümetinin bakanları yaptıkları açıklamalarla bu katliamları “kader” diyerek meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Taşeronluk sisteminin işçi ve emekçileri için kölelik, iş güvencesinden yoksunluk, kuralsız çalışma ve iş cinayeti yoluyla ölüm demek olduğu daha açık görülmekte.
İçerde neoliberal sömürü politikalarını hayata geçirmeyi sağlayan baskı ve terör politikaları dışarda bölge halklarına yönelik savaş ve saldırganlık ile emperyalizme taşeronluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye'nin çağrısıyla 1 Nisan günü İstanbul’da bir araya gelen emperyalistler, gerici bölge devletleri ile Türk sermaye devleti, “Suriye’nin Dostları” adına “Suriye'ye halkını özgürlükleştirmek” yalanlarıyla Suriye’ye emperyalist bir müdahalenin yolunu düzlemeye çalışmaktadırlar. Bölge halklarını hedef alan ve emperyalistlerin yağma politikalarında aktif taşeronluk rolü üstlenen AKP hükümeti, Kürecik'e kurulan “Füze Savunma Kalkanı”nın ardından “Suriye'nin Dostları” toplantısının ikincisini örgütleyerek Suriye halkını hedef alan savaş politikalarında aktif rol oynayacağını tescilleş bulunuyor. Böylece muhtemel bir emperyalist müdahalede Türk sermaye devleti emperyalistlerin koçbaşı olarak devreye girmeye hazırlanıyor.
Üniversitelere yansıyanlar... Sermaye devletinin faşist baskı, terör, emperyalist savaş, saldırganlık ve azgın sömürü olarak tanımlanabilecek politikalarının üniversitelere yansımaları da büyüyerek katlanıyor. Üniversiteleri birer ticarethane, öğrencileri ise müşteri yapan YÖK düzeni üniversite kapılarını işçi ve emekçi çocuklarına kapatırken, devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenciler üzerindeki cendereyi de sıkmaya devam ediyor. YÖK düzeninin üniversiteleri birer ticarethaneye çevirmesi ve bilimsellikten uzaklaşmasının en güncel örneklerinden biri de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde yaşandı.
Sermaye devletinin faşist baskı, terör, emperyalist savaş, saldırganlık ve azgın sömürü olarak tanımlanabilecek politikalarının üniversitelere yansımaları da büyüyerek katlanıyor. Üniversiteleri birer ticarethane, öğrencileri ise müşteri yapan YÖK düzeni üniversite kapılarını işçi ve emekçi çocuklarına kapatırken, devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenciler üzerindeki cendereyi de sıkmaya devam ediyor.
3
2012 1 Mayısı'na yürürken direnen Maltepe Belediyesi taşeron işçileri, Hey Tekstil işçileri, Billur Tuz işçileri, tersanelerde direnen ELTA ve Mersin Limanı Uğursan taşeron işçileri, Ankara'da İMO yönetimine karşı tek başına direnen Cansel Malatyalı, Türk Metal çetesinin 30 yıllık saltanıtını sarsan binlerce BOSCH işçisi bu yolu göstermektedir. Yolumuz işçi sınıfının yoludur.
Van'da yaşanan depremin ardından bir dönemlik eğitimlerini 20 günlük sıkıştırılmış programla alan depremzede öğrencilerden harç parası olarak tam dönem parası istendi. Harç parasını ödeyemeyen öğrencilerin mağduriyetini gidermek için devreye giren rektörün çözümü ise hayli “ilginç” oldu. Harçların yatırılmaması tartışma konusu dahi olmazken, harç paralarının toplanması için rektörlük tarafından bağış kampanyası başlatıldı. Böylece öğrencilerin eğitimlerini sürdürebilmeleri hayırseverlerin yapacakları bağışlara bağlandı! Üniversitelerde soruşturma, ceza terörü ve faşist saldırılar sürüyor... Sermaye devletinin düzenini bekaası için faşist baskı ve terörü devreye sokmasıyla paralel olarak üniversitelerde de ilerici, devrimci ve yurtsever öğrencilere yönelik saldırılar yoğunlaşmış durumda. Öğrencilerin sosyal medyada paylaştıkları düşünceleri dahi soruşturmalara, cezalara konu edilirken, geçmişte yaşanan abes soruşturma-ceza gerekçeleri tekrardan karşımıza çıkıyor. YTÜ'de Özgür Gündem ve Azadiya Welat gazetelerinin dağıtımının yapıldığı masalar soruşturma konusu olurken, soruşturmada öğrencilere toplu halay çekip çekmediği soruluyor. İstanbul Üniversitesi'nde bir öğrenciye X-ray cihazına çantasını koymadan geçmeye çalıştığı gerekçesiyle 1 dönem uzaklaştırma cezası veriliyor. İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet döneminde verilen cezaların 70 yılı ulaşacağı belirtiliyor.
Karanlık tabloyu dağıtmak ve geleceğini kendi ellerine almak için 1 Mayıs'ta alanlara! Yukardaki birkaç örnek bile bize dayatılan tablonun vahametini göstermektedir. İşçilerin, emekçilerin, Kürt halkının ve gençlerin hayatları karartılarak geleceksizliğe mahkum ediliyorlar. Öte yandan emperyalist savaş çığırtkanlığıyla kardeş halklara yönelik saldırı planları hazırlanıyor. Ancak bu karanlık tablo karşısında umutsuzluğa kapılmak en büyük hata olacaktır. Bu karanlık tabloyu dağıtmak ve geleceğimizi kendi ellerimize almak için mücadeleyi
4
büyütmek görevi önümüzde durmaktadır. Kapitalist barbarlık karşısında tek kurtuluş devrim ve sosyalizmdir. 1 Mayıs'ta işçi sınıfının yolunda ve omuz omuza alanlara çıkmak gençlik için izlenmesi gereken tek yoldur. 2012 1 Mayısı'na yürürken direnen Maltepe Belediyesi taşeron işçileri, Hey Tekstil işçileri, Billur Tuz işçileri, tersanelerde direnen ELTA ve Mersin Limanı Uğursan taşeron işçileri, Ankara'da İMO yönetimine karşı tek başına direnen Cansel Malatyalı, Türk Metal çetesinin 30 yıllık saltanıtını sarsan binlerce BOSCH işçisi bu yolu göstermektedir. Yolumuz işçi sınıfının yoludur. O halde hep birlikte haykıralım: NATO'ya, füze kalkanına, emperyalist savaş ve saldırganlık politikalarına karşı kardeş halklara sahip çık! Polis terörüne, baskılara, tutuklamalara, soruşturmalara, cezalara karşı özgürlüğüne sahip çık! Paralı eğitim uygulamalarına, müşterileşmeye karşı eğitim hakkına sahip çık! Bu şiarlar etrafında etkin bir ajitasyonpropaganda ve kitle çalışmasıyla 1 Mayıs hazırlanalım, 1 Mayıs'ta alanları zaptedelim!
Geleceğine sahip çıkmak için 1 Mayıs'ta alanlara!
Özgürlük, devrim, sosyalizm!
Arkadaşlar! İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs yaklaşıyor. Her yıl dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi, emekçi ve genç “sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya” özlemiyle 1 Mayıs'ta alanlara çıkıyor. 1 Mayıslar sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki mücadeleyi keşkinleştirerek egemenlere korku salıyor. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesinden korkan sermaye düzeni, tam da bu nedenle 1 Mayıs alanlarını faşist baskı ve terörle yasaklamaya çalışıyor. Bunu başaramadığı durumda ise 1 Mayıs'ın içini boşaltmaya kalkışıyor. Ancak bu manevraların hiçbiri sökmüyor. İşçi ve emekçiler 1 Mayıs'ın kızıllığını mücadele alanlarına taşımaya devam ediyor.
Arkadaşlar! Her yıl olduğu gibi bu yıl da işçi ve emekçiler 1 Mayıs alanlarını dolduracak. Özgürlüğü çalınan ve derin bir geleceksizlik girdabına itilen biz gençler, 1 Mayıs'ta işçi ve emekçilerle omuz omuza 1 Mayıs alanlara çıkmalıyız. Kapitalist sömürü düzeni üniversiteleri şirketlerin arka bahçesi haline getirilirken, biz gençleri de birer müşteriye dönüştürüyor. Üniversiteler bilimi toplumun hizmetine sunmak yerine sermayenin hizmetine sunuyor! Bu düzen, üniversitelerimizde bizlere “söz, yetki ve karar hakkı” tanımıyor. Geleceğine sahip çıkan, hakları için mücadele eden biz öğrencileri soruşturma-ceza terörü ile yıldırmaya çalışıyor, gözaltına alıyor, tutukluyor, zindanlara hapsediyor! Bu düzen bizleri diplomalı işsizliğe mahkum ediyor. İş bulabilen “şanslı azınlığımıza” ise güvencesiz ve kölece çalışma koşulları dayatıyor! Bu düzen ırkçı-gerici eğitim müfredatını öğrenim hayatımızın her kademesinde karşımıza çıkarıyor. Anadilde eğitim hakkımızı inkar ediyor! Kısacası bu düzen bizlere geleceksizlikten başka bir şey sunmuyor!
Arkadaşlar! Sermaye düzenin biz gençlere dayattığı geleceksizlik, milyonlarca işçi ve emekçiye dayatılan geleceksizliğin de bir
parçasıdır. Sermaye devleti asalak patronların çıkarları doğrultusunda sosyal yıkım politikalarını derinleştiriyor. “Genel Sağlık Sigortası” örneğinde olduğu gibi sağlık tepeden tırnağa paralı hale getiriliyor. Sosyal haklar bir bir tırpanlanıyor. Keyfi işten çıkarmalar yaygınlaşıyor. İşçiler karın tokluğuna çalıştırılıyor. Asalak patronlar kendi sefil çıkarları için tersanelerde, Kozan'da, Esenyurt'ta, Eskişehir'de olduğu gibi işçi kanı dökmeye devam ediyor.
Arkadaşlar! İşçilere, emekçilere ve biz gençlere dayatılan bu karanlık tabloyu “içerde ve dışarda savaş ve saldırganlık” politikaları tamamlıyor. İçerde Kürt halkına, ilerici ve devrimci sol güçlere yönelik faşist baskı ve devlet terörü tırmandırılıyor. Newroz'u kutlamak dahi yasaklanıyor. Yüzlerce Kürt siyasetçisi, devrimci, ilerici ve öğrenci düzmece iddialarla gözaltına alınarak tutuklanıyor. Emperyalizme taşeronluk yapan AKP hükümeti, Suriye başta olmak üzere bölge halklarını emperyalist müdahalenin hedefi yapıyor. Türkiye topraklarını gerici savaşların ve boğazlaşmaların merkezi haline getiriyor. NATO’nun saldırganlık projesi “füze kalkanı”nı Malatya Kürecik'te inşa ediyor.
Arkadaşlar! Açık ki, bu karanlık tablo karşısında gerçek kurtuluşumuz kapitalist sömürü düzeninin yıkılmasıyla gerçekleşebilir. Geleceğimizi kendi ellerimize almalı, örgütlenmeli ve mücadeleyi büyütmeliyiz. Bizlere dayatılan geleceksizlik karşısında 1 Mayıs'ta kendi taleplerimizle alanlarda çıkmalıyız. İşçi ve emekçilerle birlikte kavga saflarını sıklaştırmalıyız! Emperyalist savaş ve saldırganlığa, faşist baskı ve teröre, eğitimin ticarileşmesine karşı 1 Mayıs'ta alanlara! “Özgürlük, devrim, sosyalizm!” için kavganın kızıl günü 1 Mayıs'a, geleceğine sahip çıkmaya! Yaşasın 1 Mayıs! Bijî yek gulan! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm! Yaşasın devrim ve sosyalizm!
Ekim Gençliği
5
Ekim Gençliği’nin kampanya çalışmalarından “Ulusal sorun ve devrim” semineri 27 Mart günü program sorunları üzerine konferansların sonuncusu olan “Ulusal Sorun ve Devrim” üzerine bir seminer gerçekleştirildi. Kızıldere anmasıyla başlayan seminer iki bölüm halinde yapıldı. İlk bölümde “Ulusal Sorun ve Devrim” başlığı, ikinci bölümde ise ‘99 İmralı süreci sonrasındaki güncel gelişmeler ışığında yapılan değerlendirmeleri ele aldı. “Demokratik özerklik” talebi ve Halkların Demokratik Kongresi üzerine yapılan tartışmaların ardından önümüzdeki dönemde “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarının öne çıkartılmasının anlamı ve önemi üzerinde duruldu.
Kampanya Kadıköy’de... Ekim Gençliği, üniversitelerde “Geleceğine sahip çık!” şiarı ile yürüttüğü kampanya çalışmalarını sürdürüyor. Üniversite gençliğini mücadeleye çağıran Ekim Gençliği okurları, Sivas katliamı davasının zamanaşımıyla aklanmasını teşhir ederken 30 Mart 1972’de Kızıldere’de direniş destanı ve siper yoldaşlığının manifestosunu yazan yiğit devrimcileri de andılar.
Kampanya çalışmaları Kadıköy’e de taşındı. Kadıköy çarşıda açılan Ekim Gençliği masasında Ekim Gençliği, Liselilerin Sesi ve Kızıl Bayrak gazetesi dağıtımı yapıldı. Ekim Gençliği’nin “GSS seni nasıl etkiliyor?” başlıklı bildirisinin dağıtımı yapıldı. Ayrıca GSS’nin iptal edilmesi için imza toplandı. İmza kampanyası üniversite, lise öğrencileri ve emekçiler tarafından ilgiyle karşılandı ve pek çok insan tepkisini dile getirdi.
İstanbul İstanbul Üniversitesi’nde “Geleceğine sahip çık!” şiarlı afişleri yapan Ekim Gençliği okurları, Sivas katliamı davasının zamanaşımına uğratılması, Suriye’nin Dostları Grubu toplantısı ve Kızıldere ile ilgili afişleri de yaygın olarak kullandılar. Yemekhane, Merkez Kampüs ve Edebiyat Fakültesi’nde yine Sivas katliamı davası ile ilgili olarak hazırlanan bildirileri dağıttılar. 27 Mart günü YTÜ Davutpaşa Kampüsü’nde “Emperalist savaş ve saldırganlığa, faşist baskı ve teröre, eğitimin ticarileştirilmesine karşı geleceğine sahip çık!” şiarlı kampanya afişlerini yapan Ekim Gençliği okurları, yemekhane önüne açılan masa ile bir yandan GSS’nin iptal edilmesi için imza topladılar. Yıldız Kampüsü’nde de Sivas katliamı davasının zamanaşımı ile aklanmasını teşhir eden duvar gazeteleri ve GSS’ye karşı parasız sağlık hakkına sahip çıkmaya çağıran afişleri kullanan Ekim Gençliği okurları, “Kızıldere, devrime adanmışlığın ve siper yoldaşlığının manifestosudur!” şiarlı afişleri de Tonoz Kantin, yemekhane ve fakültelerde kullandılar.
6
Kampanya değerlendirildi 31 Mart günü yapılan toplantıda öncelikle geride bırakılan süreçte yapılan çalışmalar değerlendirildi. Konuşmalarda kitle çalışması örme noktasındaki eksikliklere işaret edildi. Önümüzdeki süreçte bu eksikliklerin kapatılması üzerinde duruldu. Bundan sonraki süreçte kampanya çalışmalarının 1 Mayıs’a ve kampanyanın bitiş etkinliğinin gerçekleşeceği 6 Mayıs’a yoğunlaşması gerektiği vurgulandı. Tartışmalarda bahar mevsimine girilmesiyle okullardaki çalışmaların yanında kampanyanın dışarı ayağının güçlü bir şekilde örülmesi öne çıktı. Bu kapsamda merkezi yerlerde masa açılması ve afiş çalışmalarının yaygın hale getirilmesi kararlaştırıldı. Bu çalışmaların daha sistematik bir şekilde ilerlemesi için 1 Mayıs ve 6 Mayıs hazırlık komitesi oluşturuldu. Toplantıda 1 Mayıs öncesinde bir piknik gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı.
Kocaeli’de kampanya söyleşisi
Ankara DTCF’de açtıkları stantla GSS’nin iptal edilmesi için imza toplayan Ekim Gençliği okurları, GSS’nin öğrencilere yansımalarını anlatan bildiri dağıttılar. Ayrıca “Geleceğine sahip çık!” ve “Sağlık hakkına sahip çık!” şiarlı afişleri de fakültede kullanınken, Ekim Gençliği dergisi ve Kızıl Bayrak gazetesini öğrencilere ulaştırdılar. Ayrıca “Ücretli emek ve sermaye” ve “Ücret, fiyat, kâr” kitapları okunup tartışıldı. Oldukça verimli geçen bu çalışmanın ardından tüm katılanların isteğiyle eğitim çalışmalarını süreklileştirme kararı alındı. Her hafta olduğu gibi 24 Mart Cumartesi günü de Yüksel Caddesi’nde stant açıldı. ODTÜ’de de GSS kapsamında stant açılarak saldırıyı teşhir eden bildiriler dağıtıldı.
Eskişehir 26 Mart gününden itibaren Anadolu Üniversitesi’nin tüm fakültelerine yaygın olarak “Genel Sağlık Soygunu” başlıklı duvar gazetesi ile Kızıldere katliamının 40. yılı vesilesiyle gerçekleştirilecek olan Ekim Gençliği toplantısının duyuru afişlerini yaptılar. Afişler yapılırken aynı zamanda tüm fakültelerin kantinlerinde GSS panelinin davetiyeleri dağıtıldı. Bu çalışmanın ardından yemekhane önünde panel davetiyesi dağıtılarak GSS karşıtı imza kampanyasına devam edildi. Ardından İİBF kantinine gidildi ve imza standı açılarak burada da panel davetiyeleri dağıtıldı.
GSS paneli... 28 Mart’ta gerçekleştirilen GSS paneli Ekim Gençliği temsilcisinin konuşması ile başladı. Ekim Gençliği temsilcisi siyasal gelişmeler üzerine konuştuktan sonra “Geleceğine sahip çık!” kampanyasının anlamına değindi. Ardından Eskişehir Tabip Odası Genel Sekreteri Birtürk Özkavak, sağlıkta neoliberal politikaları anlatarak AKP tarafından toplumun nasıl aldatıldığını ayrıntılandırarak açıkladı. Hastanelere halkın cebinden ödediği katkı paylarını, gelir tespitinde insanların yaşayacağı mağduriyeti anlatan Birtürk, öğrencilerin başta mediko haklarının ortadan kaldırılması olmak üzere yüzyüze kalacakları birçok sorundan söz etti. Söyleşi bölümünde ise Sağlık Hakkı Meclisleri’ne üniversitelerden de destek verilmesi üzerine konuşuldu.
Ekim Gençliği / İstanbul – Ankara – Eskişehir
Kocaeli Üniversitesi Kandıra MYO’da Ekim Gencliği okurları “Geleceğine sahip çık!” kampanyası üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiye Ekim Gençliği’nin kampanya deklarasyonu okunarak başlandı. Saldırıların arttığı bu dönemde etkin bir sınıf hareketinin ve bunu tamamlayan güçlü bir toplumsal muhalefetin örgütlenemediği belirtilerek, bu durumun üniversite gençliğine yaptığı olumsuz etki değerlendirildi. Sermayenin kapsamlı saldırılarına gençlik cephesinden güçlü bir yanıt verilmesi gerektiği vurgulandı. Söyleşide GSS saldırısına da değinildi ve üniversite öğrencilerini de yakından ilgilendiren bu saldırı canlı bir tartışmaya konu edildi. GSS’nin iptal edilmesi ve herkesin sağlık hakkından parasız olarak yararlanabilmesi gerektiği belirtildi. “4+4+4” adıyla meclisten geçirilen yeni eğitim sistemi ve meslek yüksek okullarının sorunları üzerine de sohbet edildikten sonra söyleşi her hafta düzenli olarak tekrarlanması kararı alınarak sonlandırıldı. Ekim Gençliği / Kocaeli
Adana’da ON’lar selamlandı Adana Ekim Gençliği, Mart ayında gerçekleşen Gazi, Beyazıt, Halepçe ve Kızıldere’de katliamlarını lanetledi ve direnişler selamlandı. 31 Mart günü yapılan etkinlikte ilk olarak ölümsüzleşen devrim şehitleri için saygı duruşu yapıldı. Ardından devletin gerçek yüzünü, her zaman olduğu gibi Mart ayında da gösterdiği, katliamların yaşadığımız toprakların unutulmaz gerçeği olduğu dile getirildi. Ancak her şeye rağmen direnişlerin de bu tarihin bir başka gerçeği olduğu belirtilerek etkinlik devam etti. Etkinlikte “Gayrimuayyen” ve Mahir Çayan’la ilgili bir sinevizyon gösterimi yapıldı. Ardından Halepçe katliamıyla ve direniş geleneği ile ilgili şiirler okundu. Mahirler’den, Denizler’den, İbrahimler’den, Erdallar’dan Alaattinler’den alınan direnişin kızıl bayrağının her zaman taşındığı vurgusu yapılan etkinlikte, kanla sulanan bu topraklarda siper yoldaşlığının manifestosunun yazıldığı vebu geleneğin taşınacağı anlatıldı. Mücadele vurgusu yapılarak bitirilen sunumun ardından etkinik müzik dinletisi ve halaylarla sona erdi. Ekim Gençliği / Adana
İzmir’de Kızıldere anması Devrimci Liseliler Birliği ve Ekim Gençliği 30 Mart günü ortak Kızıldere anması gerçekleştirdi. Çalışmalarını birlikte yürüttükleri anma programı sinevizyon gösterimi ile başladı. Sinevizyon gösteriminin genel içeriği Mahir Çayan ve 68 kuşağının devrimci önderlerinin mücadelelerinin kısa bir özetiydi. Sinevizyon gösterimin ardından Kızıldere şehitlerinin şahsında yitirdiğimiz tüm devrim şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi. Saygı duruşunun ardından söz alan Ekim Gençliği adına bir kişi Mahir Çayan ve yoldaşlarının TİP reformizminden devrimci kopuş anlamına geldiği , devrimci dayanışma için ölüme meydan okuyudukları ve bu tutumlarının günümüzde devrimci mücadelede ısrar edenlerin yolunu aydınlatığı ifade edildi. Programın devamında iki kadın yoldaşımız tarafından şiir dinletisi gerçekleştirildi. Pablo Neruda ve Nazım Hikmet’ten okunan şiirler Kızıldere’de kızıllaşan devrimcilere adandı. Programın sonunda kısa bir müzik dinletisi yapıldı. Ekim Gençliği / İzmir
7
Eskişehir'de “Bağımsızlık ve Devrim” semineri Eskişehir Ekim Gençliği “Bağımsızlık ve Devrim” başlıklı seminer gerçekleştirdi. 40. yılında Kızıldere’de şehit düşen 10 yiğit devrimci anılmasının ardından başlayan sunuma antiemperyalist mücadelenin önemine değinilerek giriş yapıldı. Türk sermaye devletinin ABD’den habersiz hiçbir şey yapamamasının temel kaynağının Türk burjuvazisi olduğu ve antiemperyalist mücadelenin zafere ulaşmasının proleter devrimle mümkün olacağı belirtildi. Anti-emperyalist mücadelenin her zaman burjuva demokratik bir içerikte yürütülmeyeceği, kapitalist ülkelerde bunun sosyalist bir içerikte olması gerektiği belirtildi. İran ve Portekiz örnekleri verilerek burjuvazinin iktidarının yıkılmadan ülkedeki emperyalist egemenliğin sonlandırılmayacağı vurgulandı. Mustafa Kemal dönemindeki iktisadi politikanın incelendiği son bölümde Kemalizm’in gerçekten anti-emperyalist karakterde olmadığı vurgulandı. Sunum yapılan tartışmaların ardından sonlandırıldı. Ekim Gençliği / Eskişehir
Ankara'da 'Devrimci kimlik' semineri Ankara’da Ekim Gençliği okurları Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilişlerinin 40. yılı vesilesiyle 31 Mart günü ‘Devrimci kimlik’ başlıklı bir seminer gerçekleştirdi. Devrimci siper yoldaşlığı, Mahirlerin TİP reformizminden kopuşu ve günlük yaşamı devrimci tarzda örgütlemek üzerine tartışmalar yürüten Ekim Gençliği okurları, geçmişteki devrimci yapıların birbirleri için gözlerini kırpmadan devrimci siper yoldaşlığı adına canlarını feda etmeleri ve bunun bir benzerinin Ulucanlar ve 19 Aralık’ta görüldüğünü söylediler. Toplantıda, günümüzde ise devrimci hareketin ciddi bir samimiyet bunalımı yaşadığı belirtildi. Devrimciliğin bir memuriyet zihniyeti gibi algılanmasının, insanların boş zamanlarında devrimcilik yapmayı bir yaşam biçimi haline getirmesinin de örneklendiği konuşmada komünistlerin bakışı da ortaya konuldu. Komünistlerin omuzlarındaki büyük sorumluluğa işaret edilen toplantıda buna uygun bir yaşam tarzı geliştirmek gerektiği vurgulandı. Son olarak 1 Mayıs sürecine değinildi. Ekim Gençliği okurları, devrim şehitlerine ve onların devrimci miraslarına sahip çıkacaklarını sadece takvimsel günlerle değil pratik içerisinde de göstereceklerini bir kez daha belirttiler. Ekim Gençliği / Ankara
8
Özgürlük ve gelecek için İzmir Öğrenci Kurultayı'na...
Ekim Gençliği'nin çağrıcısı olduğu “Özgürlük ve Gelecek için İzmir Öğrenci Kurultayı” 21 Nisan 2012 tarihinde gerçekleşecek. Kurultay emperyalist savaş ve saldırganlık, faşist baskı ve terör, eğitimin ticarileşmesi, işsizlik ve geleceksizlik ile Bologna süreci gibi temel gündemleri ele alacak. Kurultay bileşenleri ilk iş olarak kurultay hazırlık komitelerini kurdu ve komiteler toplantılarını aldı. Yürütme komitesi toplantısında alınan kararla kurultay için bir fanzin çıkarıldı. Ayrıca kurultayın kampüslerde işleyeceği temel gündemlerden birisi olan Bologna sürecine ilişkin olarak bir iç eğitim ve Ege Üniversitesi’nde Bologna süreci ile ilgili bir panel örgütleme kararları alındı. “www.izmirogrencikurultayi.blogspot” isimli blog sayfası oluşturuldu ve facebook üzerinden de bir grubun kurulması için işbölümü gerçekleştirildi. İki sunumun olduğu eğitim çalışmasında, birinci sunum kapitalist toplumun temel eğilimleri çerçevesinde tüm insanı ihtiyaçların sermayenin konusu haline getirilme süreci tarihselliğiyle beraber ele alınarak Bologna sürecine değinildi. İkinci sunum, 1995 yılında Türkiye’nin imzacısı olduğu GATS süreci ele alarak başladı. Temel uygulama alanları üzerinden sunum gerçekleştirildi. Ege Üniversitesi Kurultay Hazırlık Komiteleri, E-Cafe’de “Aklın unutuşa karşı savaşı, insanlığın iktidara karşı savaşıdır” şiarlı resim sergisi açtı. Resim sergisinde eşi tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülen Ayşe Paşalı, Van depremi, Hiroşima, Ege Üniversitesi'nde öldürülen devrimci öğrenci Ali Serkan Eroğlu, Hrant Dink, Irak işgali ve 17 Ağustos Marmara depremi ile ilgili resimler yer aldı. Öğrencilerin ilgisini çeken serginin yanında fanzin dağıtımı ve sohbetler gerçekleştirildi. Standın bulunduğu alana Fen ve Mühendislik Fakülteleri'nin sorunlarını irdeleyen afişler yapıldı. Sohbet edilen insanlar 21 Nisan’da gerçekleştirilecek İzmir Öğrenci Kurultayı'na çağırıldı. Ardından uluslararası devrimci şarkı ve marşların yayını yapılarak faaliyet sonlandırıldı. Dokuz Eylül Üniversitesi'nde de Mühendislik Fakültesi Ege Kampüsü, Kimya, Tekstil, Gıda, Elektrik-Elektronik, Makine, ve İnşaat Mühendisliği bölümlerinde ve Mühendislik Kafe, Kampüs Kafe ve Gıda Kafe gibi, mühendislik öğrencilerinin bulunduğu alanlarda yoğun bir şekilde “Yetkin' değil, toplumcu mühendis olacağız!” şiarlı afişlemeler yaptı. İzmir Öğrenci Kurultayı Hazırlık Komitesi
16 Mart eylemleri üzerine Beyazıt Katliamı’nın 34., Halepçe Katliamı’nın 24. yıldönümüne denk gelen 2012 16 Martı’nda birçok kentte devrimci ve ilerici gençlik güçleri çeşitli eylemlerle katliamları lanetledi. 16 Mart’ta katliamcı devletten hesap sorma kararlılığının alanlara çıkılarak haykırılması gençlik hareketi açısından her yıl önemli bir gündem olurken, bugün için bu ihtiyaç daha yakıcı bir hale gelmiş bulunuyordu. Sivas katliamı davasının zamanaşımına uğratılması ve Roboski’de 34 Kürt köylüsünün katledilmesi gibi çarpıcı gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, gençlik güçlerinin devletin katliamcı geleneğine yönelik öfkesinin yoğunlaşması ve eylemlerin daha güçlü bir temelde gerçekleştirilmesinin zeminini hazırlıyordu. 16 Mart’ın öğrenci gençliğin güncel gündemleriyle bağlantılı bir şekilde ele alınması ise, bu dönem dikkat edilmesi gereken yönlerden birini oluşturuyordu. Bu açıdan, geçmişte devrimci ve ilerici öğrencileri üniversitelerde katleden sermaye düzeni, bugün de soruşturma, ceza, tutuklama gibi baskı mekanizmalarıyla gençliği kontrol altında tutmaya çalışması öne çıkmaktaydı. Yukarıda çizilen çerçevede politik içeriği saptanacak olan 16 Mart eylemlerinin birleşik bir temelde örgütlenmesi ve güçlü bir ön çalışmaya dayanması ilerici, devrimci ve yurtsever öğrencilerin önünde başlıca görev olarak duruyordu. Ancak 2012 16 Martı’nda böyle bir ön sürecin örgütlenemediği açıktır. 16 Mart eylemleri birçok alanda ön çalışmadan yoksun ve büyük ölçüde eylem gününe sıkıştırılarak örgütlendi. Ankara ve Eskişehir’deki 16 Mart eylemleri son yıllarda gerçekleşen en birleşik 16 Mart eylemleri oldu. Ancak bunlar da son birkaç güne sıkışan birliktelikler oldu ve ön çalışmadan yoksun bir şekilde gerçekleşti. Bu sınırda dahi olsa eylemlerin birleşik bir şekilde örgütlenmesi, herşeye rağmen yerellerde eylemlere coşkulu bir havanın hakim olmasını sağladı. İstanbul’da ise 16 Mart tartışmaları daha uzun bir sürece yayıldı. Bunun sonucunda “son anda yan yana gelme” durumu en aza indi ancak 16 Mart eylemlerinin parçalı olarak örgütlenmesinin önüne geçilemedi. Ekim Gençliği’nin tüm gençlik örgütlerine yaptığı çağrı ile başlayan tartışma sürecinin sonunda, “politik ayrışma” adı altında kendisini dayatan güçlerin süreçten çekilmesi ile birlikte Ekim Gençliği, DAF, Dev-Genç (Devrimci Hareket), DGH, DÖB, Gençler Meydana İnisiyatifi, Gençlik Cephesi, Kaldıraç, Sosyalist Dayanışma Gençliği ve Tüm-İGD tarafından bir birliktelik oluşturuldu. Bu birlikteliğin içerik ve eylem kurgusu açısından olumlu bir duruş sergilediği söylenebilir. Ancak üniversitelerde ön sürecin hedeflenen kuvvette örgütlenememesi bu
birlikteliğin temel zaafiyet noktasını oluşturdu. Genç-Sen-HDK Gençliği ve Öğrenci Kolektifleri-Gençlik Muhalefeti-TKP’li Öğrenciler de ayrı birer birliktelik oluşturdu. Gençlik Federasyonu ise tek başına eylem yapma kararı aldı. Eylem öncesi toplantılarda Gençlik Federasyonu’nun 16 Mart’ı sadece Beyazıt katliamı üzerinden örgütleme yönündeki dayatması ve ardından süreçten çekilmesi, gündemi kavrayış bakımından açık bir dar görüşlülük içinde olduğunu gösterdi. Bununla birlikte, Genç-Sen ve HDK Gençliği’nin örgütlediği eylemle Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve TKP’li Öğrenciler’in örgütlediği eylem ayrı ayrı basın açıklamaları okunacak şekilde ve son anda eylem alanında birleştirildi. Bu birleşmede, sözkonusu reformist gençlik gruplarının AKP karşıtlığına indirgenmiş politik platformlarının “birleştirici” bir eksen oluduğu görülmektedir. Yukarıda özetlenen tablo tüm anlamlı eylemlere rağmen, 16 Mart sürecinin gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir düzeyde örgütlenemediğini göstermektedir. Bunda hareketin mevcut parçalı tablosunun ve siyasal gençlik güçlerinin birleşik mücadele hattı oluşturmadaki eksikliklerinin payı büyüktür. Bu tabloda gençlik hareketine hakim reformist etkinin kırılamaması ve harekete devrimci bir eksende yeterli müdahalenin yapılamaması önemli bir zayıflık olarak karşımızda durmaktadır. Zira 2012 16 Martı bu genel tablonun ön süreçlere ve eylemlere bir yansıması olarak gerçekleşti. 16 Mart sürecinin eksikliklerinden dersler çıkararak birleşik, kitlesel ve militan bir gençlik hareketi yaratmak için önümüzdeki döneme çok yönlü olarak yüklenmek sorumluluğu devrimci gençlik güçlerinin omuzlarında yakıcı bir görev olarak durmaktadır.
16 Mart sürecinin eksikliklerinden dersler çıkararak birleşik, kitlesel ve militan bir gençlik hareketi yaratmak için önümüzdeki döneme çok yönlü olarak yüklenmek sorumluluğu devrimci gençlik güçlerinin omuzlarında yakıcı bir görev olarak durmaktadır.
9
Soruşturma-ceza terörüne karşı mücadeleden başka yol yok! Üniversiteler yeni döneme soruşturma-ceza terörü ile girdi. Geçtiğimiz dönem açılan soruşturmalar yeni dönem de uzaklaştırma cezalarına çevrildi. Ara tatilde açılan soruşturmalara dönemin ilk günlerinde eklenen yeni soruşturmalarla, üniversite yönetimleri öğrenciler üzerinde Demokles’in kılıcını sallamaya devam edeceklerini gösterdiler. Öğrenciler ve akademisyenler tarafından üniversite içinde veya dışında yapılan her eylem, etkinlik; dağıtılan bildiri, asılan afişler, yazılan bilimsel makaleler ve TV'lerde yapılan konuşmalar soruşturma konusu olurken, sermayedarlar tarafından yapılan etkinlikler, seminerler, üniversitenin her yanını işgal eden reklam panoları, bilboardlar ve standlar ise üniversite yönetimlerince övünç ve onur kaynağı olabilmektedir. Kuşkusuz bu tablo şaşırtıcı değildir. Üniversiteler ile ilgili tüm konularda sermayenin doğrudan söz sahibi olduğu aşikardır. Birer işletmeye çevrilen ünivesitelerde öğrenci kartlarının bankalar tarafından verilmesi, derslere akademisyenler yerine şirket temsilcilerinin gelmesi, aslında üniversitelerin bilimle ne kadar ilgisinin olduğunu göstermektedir.
Soruşturmaların sebebi: Kapitalizm! Fabrikalarda, işyerlerinde işçilere kölelik yasaları dayatılırken, öğrenim gören çocuklarına da üniversite kapıları kapanmakta, bir şans açılırsa da, öğrenim süresi boyunca yüksek miktarlardaki harç paraları, yurt, barınma masrafları derken ağır bir ekonomik fatura kesilmektedir. Zorlu öğrenim hayatını atlatabilenler ise gelecekleri ellerinden alınmış birer diplomalı işsiz olmaktadırlar. Tablo böyle iken, emek-sermaye çelişkisi yeterince billurlaşmışken korku içindeki sermayedarlar durumu sezip, oluşabilecek bir devrimci kalkışma için önlemlerini almaktadır. Düzen, başta Kürt halkı olmak üzere binlerce devrimci, ilerici ve yurtseveri “terör örgütü üyesi” diye gözaltına alıp tutuklarken, düzenin üniversiteler cephesindeki önlemleri ise soruşturma-ceza terörü ve son dönemdeki tutuklama saldırısı olmaktadır. Soruşturmalar devrimci, ilerici ve yurtsever gençliğe yönelik bir yıldırma, kitlelerden soyutlama politikası olarak ele alınırken, diğer yandan geniş gençlik kesimlerini mücadeleden uzak tutma amacı gütmektedir.
Soruşturmaların sonucu: Düşün(e)meyen (ifade edemeyen) bir gençlik! Yaşama hakkı kadar doğal, korunması gereken bir hak olan “düşünce ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü” sözle olabildiği kadar, yazılı araçlarla da ifade edilebilmelidir. Bu durum bazen bildiri olabilirken, bazen de afiş olabilmektedir. En az bunlar kadar önemli, propaganda işlevi taşıyan etkinlikler de diğer ifade etme araçlarıdır. Saydıklarımızın tamamı, üniversite yönetimlerince “izinsiz” olunca suç sayılmaktadır. Son dönemde açılan soruşturmalara göz atacak olursak düşünceyi ifade etme özgürlüğüne doğrudan bir saldırı olduğu görülecektir. - Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü 4. sınıf öğrencisi Mikail Boz, fakültenin dekanı Prof. Dr. Yusuf Devran'ın ataması hakkında “www.eksisözlük.com” adlı sitede yazdıklarından dolayı bir dönem okuldan uzaklaştırıldı. - Evrensel Genç Hayat adlı gazetedeki “Yakarım KTÜ'yü de yakarım” başlıklı köşe yazısında KTÜ tarafından bağış adı altında toplanan paralarla ilgili
100
düşüncelerini ifade eden Orman Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Gizem Görnaz, 11 ay hapis cezasının yanı sıra üniversite yönetimi tarafından bir dönem uzaklaştırma cezası verildi. -Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Özgür Gündem, Azadiya Welat gazetelerinin satışını yapmak 30 öğrenci için soruşturma konusu oldu. Halbuki düşünce ve ifade özgürlüğünün “izin”lere tabi olduğunu söylemek kadar abes bir söz olamaz. Hangi insan hangi insandan fikirlerini açıklamak için izin isteyebilir ki?
Soruşturmalarla mücadele: Devrimci bir gençlik yaratır! Gençliğe yönelik baskı aygıtlarından soruşturma saldırısına karşı gençliğin vereceği cevapların önümüzdeki süreç açısından gençlik mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğine dair veri sunacağı bellidir. Eğer “soruşturma almamak” ya da “öğrencilerin korkmaması” gibi kaygılarla cevap diye “izinli mücadele” gibi iğreti duran bir yol gösterilecekse, bu yolun gençliği düzenin çizdiği sınırlara hapsetmekten öteye bir anlamı olmayacaktır. Yer yer muhalif bir takım güçler tarafından da dile getirilen bu tür geri tutumlar ise düzenle anlaşmaya varan bir gençlik yaratmaktan öteye geçmemektedir. Soruşturma saldırısını sıradan bir gündem olarak ele almak, mücadelenin her alanında karşımıza çıkabilecek bir politikayı küçümsemek anlamına gelecektir. Soruşturma saldırısını, yalnızca maruz kalmış öğrencinin sorunu olarak görmek de bir sorumsuzluk örneği olacağı kadar, saldırıyla devrimci gençlik üzerinden gençliğin tümünün karşı karşıya kalabileceği gerçeğini gözden kaçırmasına sebep olacaktır. Mücadeleyi hukuksal bir çerçeveye sıkıştırmak ise başta üniversite yönetimleri olmak üzere düzenin tam da istediği bir hareket olacak ki bu tuzağa düşmemek gerekir. Yalnızca hukuksal çerçevede “ilerleyen” bir soruşturma süreci üniversite içerisinde yapılan politik faaliyetin kesintiye uğraması olur ki, bu da mücadelenin gerilemesinin ifadesi, öğrencilerle olan ilişkilerin zayıflaması anlamına gelecektir. Soruşturma-ceza terörüne karşı verilecek mücadelede üniversitelerdeki taleplerimizle sıkı sıkıya bir bağ kurabilmek gerekmektedir. Çünkü parasız, anadilde eğitim istediğimizde, sözyetki-karar hakkı, örgütlenme hakkı talep ettiğimizde, ücretsiz ulaşım, ücretsiz barınma haklarımızı talep ettiğimizde soruşturmalara maruz bırakılmaktayız. O zaman demokratik taleplerimizi, soruşturma-ceza aldıktan sonra da net bir biçimde savunabilmeliyiz ki tutarlı bir mücadele sergilediğimiz görülebilsin. Soruşturmalara karşı verilecek mücadele, gençliğin üniversitelerde var olma mücadelesi olacaktır. Soruşturmalarla, üniversitelerde söz söyleyemez hale getirilmek istenen gençlik, bir an önce tüm güç ve olanakları kullanarak bu saldırıyı püskürtebilmelidir. Hükümetin açıkladığı “dindar gençlik” projesiyle sorgulayamayan, gerici-ırkçı bir gençlik yaratılmasının önüne geçilmelidir. Soruşturma-ceza saldırısına karşı birleşik ve devrimci tarzda bir mücadele yürütme ihtiyacı yakıcılığını döne döne hissettirmektedir. Üniversitelerde devrimci faaliyete dönük her türlü saldırıya karşı birleşik, devrimci bir gençlik hareketi yaratma çabamız devam etmekle beraber, soruşturma-ceza saldırısına maruz bırakılan arkadaşlarımız tek başına da olsa üniversite kapılarını devrimci politikamızın ihtiyaçları doğrultusunda direniş alanına çevirmesini bilecektir. Eğitim hakkımıza sahip çıkarken, diğer yandan üniversite kapılarında devrimci faaliyeti sürdüreceğimize dair ısrar ve kararlılığımız ortaya konacaktır.
Murat Tuncer’in “demokratlığının” sınırı
Bu Oyuna Gelmeyeceğiz!
Bir önceki sayımızda Hacettepe Üniversitesi’ne yeni atanan rektör Murat Tuncer ile ilgili tespitler yapmış ve yaratılan özgürlükdemokrasi rüzgârına kapılmamak gerektiğini belirtmiştik. O dönem yazdıklarımız her ne kadar “komplo teorisi” görüntüsü yaratsa da sözlerimizin bilimselliğini ortaya koymuş ve kapitalist sistemin sınırları içinde Murat Tuncer’in yapabileceklerinin sınırlarını çizmiştik. Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Hacettepe Üniversitesi’nin başına atanan bu ismin iktidar gücü olan dinci-gerici AKP’ye yakınlığı, temsil ettiği anlayışın aymazlığı, pervasızlığı, saldırganlığı vs. üzerine de birkaç kelam etmiştik. Aradan geçen bir buçuk aylık zamana baktığımızda üniversitemizde yaşanan olayların ve Murat Tuncer’in bu olaylara ilişkin aldığı tutumun daha önce söylediklerimizi kanıtlamaya yettiği daha iyi görülebilir. Öncelikle bir hatırlatma yapalım. Murat Tuncer göreve gelir gelmez devrimci-demokrat öğrencilerle yaptığı toplantıda “üniversitenin adının kötü olaylarla anılmasını istemediğini”, “her düşüncenin özgürce ifade edilebileceğini”, “isteyen herkesin okulda çalışma yapabilmesi gerektiğini” belirtmişti. O toplantıda bulunan devrimci öğrenciler ise bu özgürlüğün sınırlarının olması gerektiğini, gerici-faşist hiçbir örgütlenmenin okulda çalışma yapmasına izin verilmeyeceğini söylemişlerdi. Bunun üzerine “Ne yani çalışma yapsalar döver misiniz?” sorusunu soran Tuncer’e gericiliğe ve faşizme karşı özgür düşüncenin savunulacağı ifade edilmişti. Bu diyalogların üzerinden fazla zaman geçmeden okulda devrimci-ilerici öğrencilerin astığı afişler yırtılmaya başlandı. Afişleri yırtanlara elbette müdahale edildi. Rektör ve rektör yardımcısıyla yapılan toplantılarda “münferit olaylar” yatıştırılmaya çalışıldı. Devrimci öğrencilerden sakin olmaları ve provokasyona gelmemeleri istendi. Afiş yırtma olayları devam etti. Olaylar bununla sınırlı kalmadı, ilerici öğrencilerin evleri taşlandı. Daha sonra olaya karışan araç emniyetin garajında bulundu! Bu da yetmedi okulda stant açan öğrencilerin önünde bıçak fırlatılarak organize-örgütlü saldırılar tırmandırıldı. Saldırıların ardından bir araya gelen devrimci, ilerici, demokrat ve yurtsever öğrenciler ise birlikte hareket etme ve Hacettepe
Üniversitesi’ni savunma kararı aldılar. Yaşanan olaylar teşhir edildi. Bu durumun üzerinden de çok zaman geçmeden yıllardır gündemde olmayan “Hocalı Katliamı” (Taksim’de yapılan ırkçı eylemin ardından) üniversitelerin gündemine sokuldu. Yaratılmak istenen provokasyon açıkça ortadaydı. Yıllardır Hacettepe Üniversitesi’nde bu olayla ilgili bir anma yapılmazken bu yıl Türkçe ve Maliye Toplulukları tarafından Edebiyat Fakültesi’nde bir “anma etkinliği” düzenlendi. Devrimci ve ilerici öğrenciler ise etkinliğin yapılacağı salona giderek ırkçı-faşist propagandaya izin vermeyeceklerini belirttiler. Hocalı Katliamı’nın Ermenistan devleti tarafından uygulandığını, bunun sorumlusunun Ermeni halkı olmadığını söyleyen devrimci öğrenciler ajitasyon konuşmalarıyla “halkların kardeşliğini” vurguladılar. Etkinliği düzenleyen toplulukların “ırkçı söylemlerde bulunulmayacağını” söylemesi üzerine salona girildi ve etkinliğe doğrudan bir müdahale yapılmadı. Ancak etkinliğin başında gösterilen belgeselde SSCB ve Lenin’in karalanmasına ve anti-komünist propagandaya tahammül edemeyen devrimci öğrenciler tekrar ajitasyon konuşmalarına başladılar. Ve “Türk, Kürt, Ermeni, Azeri… Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganı ile ikiyüzlü tutumu teşhir ettiler. Bunun üzerine ise saldırı gerçekleşti. Başka üniversitelerden Beytepe’ye taşınan faşistler bir faşist provokasyonu devreye soktular. Onlara da gereken karşılık verildi. Sonrasında ise “rektörün Azeri misafirleri” ellerinde sopalarla kampüsü bastılar. Burada da okullarını savunan öğrenciler Edebiyat Fakültesi’ne kurdukları barikatla saldırıyı geri püskürttüler. “Her düşüncenin” faaliyet yürütmesinin önünü açmaya çalışan rektör Murat Tuncer ise 150-200 kişilik faşist grubun okulu basması olayını görmezden gelerek şu açıklamayı yaptı: “Değerli öğrencilerimiz, Hocalı katliamını anmak üzere üniversitemiz Beytepe Yerleşkesi'nde bir araya gelen öğrencilerimiz ve Azeri misafirlerimiz bir başka grup öğrenci tarafından engellenmiş ve tartaklanmıştır. Üniversitemizde demokratik ortamın yaygınlaşmasının amacı sadece sizlere daha yararlı ve mutlu bir üniversite yaşamı sağlamaktır. Bu değişimi istismar ederek üniversitemizin huzurunu kaçırmak isteyen, farklı düşünceleri zor kullanarak engellemeye çalışan, basılan ve dağıtılan bildirileri engelleyen, arkadaşlarını darp etmeyi içine sindirebilen ve bu davranışları ile Hacettepeli olmaya yakıştıramadığımız bu öğrenciler hakkında disiplin soruşturmaları yürütülerek gereği yapılacaktır. Bunu sadece sizlerin güvenliği ve daha demokratik bir üniversitede eğitim görmesi için maalesef yapmak durumundayız. Sizlere sağlamaya çalıştığımız demokratik ortamın sağlanması çalışmalarına, kötü niyetli kişilerin çabalarına rağmen devam edeceğiz.” “Demokratik ortamı bozmak isteyen kötü niyetli kişiler” hakkında soruşturma açacağını söylüyor Murat Tuncer. Üstelik bundan sonra hiçbir siyasi gerekçeyle soruşturma açılmayacağına söz vermesine rağmen. Üstelik “demokratik olmayan kötü niyetli kişilerle” aynı masaya oturduğunda faşist saldırıların hesabına soracağına söz vermişken… Murat Tuncer’in “Azeri misafirleri” kendi internet sitelerinden Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları’yla ilişkilerini çekinmeden duyurmuşken… Ancak bizler bu oyuna gelmeyeceğiz, komploları boşa düşüreceğiz!
Beytepe Ekim Gençliği
11
“Bilim üssü” mü, sermayenin arka bahçesi mi? kapitalizmin mantığında anlaşılır olmakla birlikte, eğitim adına utanç vericidir. Bu okullar içerisinde son derece güçlü teknik olanaklara sahip bir devlet üniversitesi olan ODTÜ‘nün rektörü Ahmet Acar da bu yıl bu konuda “anlamlı” bir çaba sarfetti! LYS şampiyonlarına çağrı yaparak “gelin bir misafirimiz olun” kibarlığından, burjuva basına verilen reklamlara kadar birçok olanağı değerlendirdi. Ebette eğitimin metalaştığı bu sistemde bu reklamcılık tercih dönemlerini aşan bir yaygınlığa da sahip. Ahmet Acar gibiler için ODTÜ zaten bir kurum olmaktan çıkıp çoktan bir marka haline gelmiştir. 5 Ağustos tarihli Radikal gazetesinde manşetten verilen, 4 Ağustos’ta Zaman gazetesinde işlenen ODTÜ Teknokent “mucizesi” de Ahmet Acar’ın vitrinini göstermekteydi.
Eğitim ve özelde üniversite eğitimi de artık tıpkı bir otobüs bileti gibi, alınıp satılan bir maldır. Müşterinin alım gücü belirleyicidir. Kimi gençlerin gecelerini gündüzlerine katıp kazanamadıkları bölümlere kimileri parayı bastırıp girebilmektedir. Böyle olunca alım gücü yüksek olan müşteriyi kazanabilmek ve piyasadaki diğer rakipleri içerisinde öne çıkabilmek için reklam ve hanutçuluk kullanılması kaçınılmaz yöntemlerdir.
12
Teknokentler, sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde, riskli ve oldukça pahalı olan AR-GE (Araştırma-Geliştirme) faaliyetlerini üniversitelerin üzerine yıkarak, maliyetleri tüm topluma yaymak amacıyla oluşturulmuş kurumlardır. Son süreçte daha yoğun bir şekilde karşımıza getirilen teknokent uygulamalarının zeminini ARGE/KOSGEB oluşturmaktadır. Teknokent, diğer yandan üniversite-sermaye işbirliği ile üniversitelerin tüm altyapı, insan gücü vb. olanaklarının sermayeye açılmasıdır. Bu doğrultuda birçok üniversitede araştırma merkezleri adı altında faaliyet göstermektedirler. Gerçi öğrenciler için bu şaşırtıcı bir durum değil. Tıpkı öncesinde dershanelerin “mutlu bir gelecek” vaatleri ile onların karşısına çıktığı gibi, şimdi sıra üniversitelere gelmişti. Üniversite öğrencilerinin yüzlerini görmedikleri üniversite rektörleri, tezgah açmış pazarcı misali sınavı geçen öğrencilerin karşısına çıktı. Öğrencilere birinci ağızdan mektup yazan mı ararsınız, telefon eden mi, bursları, indirimleri ile cazip koşullar yaratanlar mı... Bilim adamı sıfatı ile ortaya çıkan bu rektörlerin yaptığına ticaret alanı içerisinde hanutçuluk denir ki, bu da suçtur (en azından turistik işletmelerde). Fakat üniversite gibi bir yüksek eğitim kurumunda aynı şey “eğitimcilik” adına yapılıyor. Bu durumun ardında yatan gerçek eğitimin metalaştırılmasıdır. Eğitim ve özelde üniversite eğitimi de artık tıpkı bir otobüs bileti gibi, alınıp satılan bir maldır. Müşterinin alım gücü belirleyicidir. Kimi gençlerin gecelerini gündüzlerine katıp kazanamadıkları bölümlere kimileri parayı bastırıp girebilmektedir. Böyle olunca alım gücü yüksek olan müşteriyi kazanabilmek ve piyasadaki diğer rakipleri içerisinde öne çıkabilmek için reklam ve hanutçuluk kullanılması kaçınılmaz yöntemlerdir. Bu gerçek vakıf üniversitesi adı verilen özel üniversiteler için apaçık bir olgudur. Bununla birlikte halihazırda devlet üniversitesi olarak ifade edilen üniversitelerin de birer şirket gibi davranmaları
ODTÜ AŞ‘nin vitrini ODTÜ Teknokent Basına da sıklıkla yansıdığı gibi Teknokent, şirketleşen ODTÜ‘nün vitrinini oluşturuyor. Kendi alanında pilot bir uygulama olan ve ODTÜ‘nün akademik ve teknik olanakları ile hızla gelişen Teknokent, şirketleşmenin en önemli adımlarından birisi. 5 Ağustos tarihli Radikal’de Teknokent “dünyayla yarışan bilim üssü” olarak manşetten verilmiş. Bir reklam aldatmacasının kıvraklığına sahip bu başlık ve haberin içinde barındırdığı iki yanlış ve bir doğruya değinmek gerekiyor. Birinci yanlış şudur; ODTÜ Teknokenti’nin ve bugünün şirketleşen üniversitelerindeki teknoparkların, KOSGEB’lerin vb. bilim ile bir ilişkileri sözkonusu değildir. “Bilim üssü” olarak ifade edilmeleri de koca bir kandırmacadır. ODTÜ Teknokent, bugün 195 firmanın üniversitenin imkanlarından faydalandıkları ve teknopark kapsamında birtakım imtiyazlara sahip oldukları bir işyeridir. Bu anlamı ile televizyon üreten Vestel’in fabrikaları ve üretim bantları ne kadar “bilim üssü” ise Vestel‘in yeni ürünleri için patent üreten ODTÜ Teknokent de o kadar “bilim üssü”dür. Elektrik, kira, vergi, eleman giderleri ve krediler gibi bir dizi alanda imtiyaz tanınan bu 149 şirket (2015’te 400 olması hedefleniyormuş) büyük tekellere ve silah sanayiine patentler ve benzeri hizmetler sunmaktadır. Bu alanda esas olan, şirketlerin ihtiyaçları ve çıkarları olduğu oranda, buraya bir “bilim üssü” değil ancak “sermayenin arka bahçesi” demek mümkün olur. İkinci yanlış ise üniversite içerisindeki bu şirketleşmeyi meşrulaştırmak için sık sık kullanılan “dünya ile yarışarak refah üretmek” ve “insanlığa hizmet etmek” iddiasıdır. Bu iddia Türkiye’nin geri kalmışlığı ve bu coğrafyadaki işçi ve emekçilerin yaşadıkları sıkıntılar karşısında dünya ile yarışmak ve gelişmek gibi bir hayal yaymayı amaçlamaktadır. Gerçek şu ki, ortada bir yarış var, fakat bu yarış yerli
ya da uluslararası tekellerin yarışıdır. Bu Teknokent’te üretilen ürünlerle kimi şirketler kâr yarışında öne geçecektir. Burada üretilen silahlarla emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin orduları dünya halklarına daha “bilimsel yöntemlerle” kan kusturacaktır. Fakat tekellerin arka bahçesi olan bu teknoparkların bu coğrafyada ya da dünyanın herhangi bir yerindeki işçi ve emekçilere bir kazanç sağladığını söylemek açık bir yalandır. Dünya ile yarışıyoruz söylemi ile bunu içi boş ulusalcı bir böbürlenme olarak bize sunmaktadırlar. Bu alanlarda bizleri soyan tekeller palazlanmakta, daha büyük kâr fırsatları yakalamaktadırlar. Emekçilerin vergileri ile finanse edilen bu işletmelerde para babalarının ihtiyaçları giderilmektedir. Ulaşım sorunundan enerji ihtiyacına, küresel ısınmadan depreme kadar birçok alanda toplumun bilimsel-teknik gelişmelere ihtiyacı derinleşirken, bu teknoparklarda silah üretilmekte, tekellere para karşılığı satılan ve yalnız onların kullanabileceği patentler geliştirilmektedir. Tek doğru ise bu teknoparklarda bir yarışın varlığıdır. Bu teknoparklarda patronlar ve ordular kendi içlerinde yarışmaktadırlar. En son teknik buluşlar ve uygulamalarla ileri geçebilmek içindir bu yarış. Bu ticari yarış içerisinde tüm bilimsel ve insani değerler ayaklar altına alınmaktadır. Aynı ODTÜ ve onun akademik kadrosu değil midir ki, Bergama’da siyanürle altın aramanın zararsız olduğunu raporlayan? Tekellerin ihtiyacı için bu sözde bilim adamlarının bu “bilimsel” raporlarını günlerce ölüm akan Tuna yalanlamıştı. Yine benzer “bilim” adamları bilimsel çalışmaları ile karar vermiş ve ısrar etmişlerdi Akkuya’da nükleer santral kurulabileceğine. Fakat Marmara depreminden sonra farkedilmişti ki, Akkuyu da deprem bölgesi idi. İşte, milyonların ölümüne sebep olabilecek raporlara, en ufak vicdan azabı duymadan imza atan bilim şarlatanlarının işletmesidir Teknoparklar. Marx’ın dediği gibi onlar; “kustukları çamurla bütün bilimlerin üstünü berbat eden macun beyinli, burjuva lafazanları”dırlar.
İnsanlık için bilim Bilim bir meta değildir, alınıp satılamaz. Gazetelerin manşetlerinden araba reklamı gibi üniversite reklamı verenler bu gerçekleri bizlere unutturmak istiyorlar. Bilim insanı ve çalışması
hiçbir ticari, siyasi çıkarı gözetmeksizin gerçeğe bağlı kalma zorunluluğuna sahiptir. Güneş merkezli dünya gerçeğini savunmak uğruna ateşte yanmayı kabul eden Bruno bize bunu anlatıyor. Bütün bu sorunların kökeni bugün sürmekte olan burjuva sınıf iktidarıdır. Burjuvazi üniversiteleri şirketleştirip, öğrencileri müşterileştirirken, bilim metalaştırmakta ve bilim insanlarını kendi kadroları haline getirmektedir. Burjuva basına bilim yuvaları, geleceğimizin teminatı, ilericiliğin temsilcisi olarak çıkan üniversiteler bugün gençliğe geleceksizlik, topluma yıkım getiren gericiliğin kaleleri haline getirilmektedir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi ve onun siyasal öncülüğünde yürüyecek bir devrimci gençlik hareketi bu vitrinleri elbette bir gün yerle bir edecektir. Yıkılan yalanların ardından insanlığın aydınlık geleceği gülümseyecektir.
ODTÜ Teknokent “bilim üssü” için birkaç not... * Teknokent’teki şirketlerin %51’i yazılım, %22’si savunma sanayinde çalışıyor. Yazılım ve diğer alanlardaki şirketlerin önemli bir kısmı da kendi alanlarında askeri projeler üretiyor. Örneğin helikopterlerinin yazılımlarının burada üretilmesi... * Teknokentteki şirketlerden birisi olan ASELSAN’ın %85’i TSK’yı Güçlendirme Vakfı ve Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı'na ait. Ürettikleri silahların %59’unu TSK’ya, %17’sini ABD, İsviçre vb. 26 ülkeye satan şirketin Ar-Ge kaynaklı ürün oranı %50. * Hisselerinin %60 yerli sermayeye, %40’ı American L3 Communications şirketine ait olan firmanın General Dynamics, Lockheed Martin gibi ünlü silah tekelleriyle de işbirliği var. * SAVROTİK benzeri şirketler NATO’nun Gizlilik Kalite Standardı’na sahip. Bu da şirketin NATO’ya gizlilik düzeyinde silah ürettiğinin bir ifadesi oluyor. *Teknokent’teki şirketlerin birlikte çalıştığı kimi diğer şirketler şunlar: ADC-Teledata, LMAC, LMMFC, Skorsky, MDHI, Nortrop Grumman, Rockwell Colling, Sierra Nevada Corp.
Bütün bu sorunların kökeni bugün sürmekte olan burjuva sınıf iktidarıdır. Burjuvazi üniversiteleri şirketleştirip, öğrencileri müşterileştirirken, bilim metalaştırmakta ve bilim insanlarını kendi kadroları haline getirmektedir. Burjuva basına bilim yuvaları, geleceğimizin teminatı, ilericiliğin temsilcisi olarak çıkan üniversiteler bugün gençliğe geleceksizlik, topluma yıkım getiren gericiliğin kaleleri haline getirilmektedir.
M. Deniz
13
DTC“F” tipinde öğrenci olmak... Türkiye’nin küçük bir örneği: DTCF
Faşistlerin fakülte koridorlarında ilericidevrimci öğrencilere saldırdığı, saldıran faşistler hakkında hiçbir işlem yapılmazken, bu saldırıyı teşhir eden öğrencilere iki döneme kadar uzaklaştırma cezasının yağdığı bir fakülte Dil Tarih.
14
DTCF; amfilere ses sistemi talebiyle giden öğrencilere olumlu yanıt vermeyen dekanlığın, milyarlarca lira harcayarak okulun her tarafına kamera taktırdığı, öğrencilerin fakülte bahçesinde oturacak yer bulamadığı ama özel güvenliğin öğrencilerin yaşam alanlarını gasp ettiği, öğrenci topluluklarına oda verilmediği ama sivil polislere oda tahsis edildiği bir fakülte. Okulun etrafının tel örgülerle, demir parmaklıklarla çevrili olduğu, kapıda Gazi Üniversitesi’nden gelen faşistlerin alındığı ama diğer fakültelerden gelen Ankara Üniversitesi öğrencilerinin alınmadığı, el sallamanın, asansöre binmenin soruşturma gerekçesi olduğu ancak hakkında soruşturma açılan öğrencilerin, öğrenci topluluklarında yer alamadığı bir yer Dil Tarih. Ayrıca bildiri dağıtmanın, afiş/pankart asmanın yasadışı faaliyet sayıldığı, eğitim hakkına sahip çıkmanın soruşturma gerekçesi olduğu, eli kanlı sivil faşistlerin yaralama girişimlerine dekanlık, polis ve ÖGB’ler tarafından destek verildiği, okul dışında gerçekleşen olaylara bile soruşturma açıldığı yerdir Dil Tarih. Faşistlerin fakülte koridorlarında ilericidevrimci öğrencilere saldırdığı, saldıran faşistler hakkında hiçbir işlem yapılmazken, bu saldırıyı teşhir eden öğrencilere iki döneme kadar uzaklaştırma cezasının yağdığı bir fakülte Dil Tarih. Açılan soruşturmaların ve verilen cezaların yetmediği yerde bu kez de yargı devreye girmektedir. Parkta gezen öğrenciler göz altına alınıp, uydurma gerekçelerle tutuklanabilmekte, kitap listeleri “örgüt dokümanı” olabilmektedir bu fakültede.
Bizim fakültemizde yaşanan, bu olayların hepsi, ülke gündeminin, ülkede estirilen faşist baskı ve terörün üniversitelerdeki karşılığıdır. Geçtiğimiz dönem boyunca pek çok üniversitede soruşturmalar açılmış, uyarıdan iki döneme kadar öğrencilere ceza yağmış, devrimci-ilerici öğrenciler üniversitelerden uzaklaştırılarak devrimci faaliyetin önü kesilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin küçük bir prototipi olan DTCF’de de görüldüğü gibi sermaye devleti, yargısından emniyetine, YÖK’ünden üniversitesine kadar tüm kurumlarıyla devrimci faaliyeti engellemek için her türlü yöntemi kullanmaktadır. Toplumsal muhalefete, Kürt halkına ve devrimcilere yönelik faşist baskı ve devlet terörünün tırmandırıldığı, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına göz dikildiği, baskı ve sindirme projesinin hayatın her alanında kendini hissettirdiği bir dönemden geçmekteyiz. Böylesi bir dönemde üniversitelerdeki faşist saldırıların ve devlet terörünün sermaye devleti açısından ne kadar önemli ve anlamlı bir yerde durduğu bir kez daha görülmektedir.
“Soruşturmalar, faşist baskı ve terör sökmeyecek” Faşist saldırıların, üniversite yönetiminin açtığı soruşturmaların, afiş/pankart asan devrimcileri illegal faaliyet yürüttüğü gerekçesiyle gözaltına alan polisin, tutuklayan mahkemenin yoğunlaştığı tek şey devrimci faaliyettir. Kuşkusuz devletin bütün kurumlarıyla yürüttüğü bu kapsamlı saldırıların arkasında ülkeyi yarı açık cezaevine çeviren sermayenin, girdiği ekonomik/siyasal bunalımdan kurtulma çabası vardır. Bu saldırıların hedefi parasız eğitim isteyen, emperyalizme boyun eğmeyen, halkların kardeşliğini savunan, işçi ve emekçilerin mücadelesini sahiplenen, kapitalist sömürüye, eşitsizliğe, gericiliğe karşı devrim ve sosyalizm mücadelesini yürüten, geleceğine sahip çıkan üniversite gençliğidir. Bu saldırıları püskürtebilmenin yolu sürekliliği sağlanmış politik faaliyet ve eylemliliklerin örgütlenebilmesinden geçmektedir. Genç komünistler, bulundukları kampüslerde/fakültelerde işçilerin ve emekçilerin seslerini üniversite gençliğiyle buluşturmanın ve öğrenci gençlik ile eğitim emekçilerinin birleşik mücadelesini örmenin sorumluluğunu her daim taşıyacaklardır. DTCF'den bir Ekim Gençliği okuru
YTÜ’den kentsel sürgüne tam destek
“Yıldız Teknik Üniversitesi, 100 yıllık akademik bilgi birikimi ve tecrübesiyle ülkemizin geleceği için hayati önem taşıyan kentsel dönüşüm çalışmalarının odağında yer alma ve katkıda bulunma konusunda tavrını kamuoyuna açıkça ifade etmektedir. Topluma hizmetin ülkeye hizmet olduğu bilinciyle Üniversitemiz, üretilecek kentsel dönüşüm projelerinin mutfağında yer alma, projelerde yer alacak tüm paydaşların koordinasyonunu sağlama ve uygulamaların organizasyonunda görev alma ve öncü bir rol üstlenme konularında toplumumuzun, Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın ve Ülkemizin hizmetindedir.” Yıldız Teknik Üniversitesi senatosu tarafından 01.02.2012 tarihin de kamuoyuna bildirilen bu açıklamanın tamamına YTÜ web sitesi duyurular bölümünden ulaşabilirsiniz. Açıklamanın geneline bakıldığında yürürlükte olan kentsel dönüşüm uygulamalarının afete hazırlık, sürdürülebilir kentler yaratmak, kentlerde yeterli donatı alanı oluşturma ve kentsel refahı arttırma gibi gerekçelerle süslendiğini göreceksiniz. Bugünlerde adını sıkça duyduğumuz ‘kentsel dönüşüm’ projeleri gerçekten topluma mı hizmet etmektedir? Değiştirilen kentlerde düzenin yarattığı açlık ordusunun gözden ıraklara taşıtıldığı, sermaye için yeni rant alanlarının yaratıldığı projelerdir kentsel dönüşüm projeleri. Fakat kullanılan argümanlar bu gerçeğin üstünü örtmek için seferber edilmiştir.‘Dünya kenti yaratıyoruz, insanların ölmesini istemiyoruz hasarlı yapıları iyileştiriyoruz, çarpık kentleşme sona erecek, herkesin insanca koşullarda, sağlıklı konutlarda yaşamaya hakkı var, diyorlar. Peki, dönüştürülen kent parçalarında kimler yaşıyor, daha önce orada yaşayan insanların dönüştürülen kentlerde kalmaya yetecek maddi olanakları var mı? Bu insanlar sürecin bir parçası haline getiriliyor ve bilgilendiriliyorlar mı? Bugün kentsel dönüşüm projeleri afet riskine karşı uygulanıyor. Peki, kentsel dönüşüm projelerinin uygulandığı yerler birinci derece afet riski altında olan bölgeler mi yoksa kent merkezi olup rant zenginleri yaratacakken, işçi ve emekçilerin yoğunlukta yaşadığı gecekondu mahalleleri mi? Depremde insanlar ölmesin diye iyileştirilen konutlarda daha önce hasarlı konutlar da kalanlar kalabiliyorlar mı? Yoksa kendilerine yine ölebilecekleri konutlar bulmaya mı mecbur bırakılıyorlar? Sulukule de yaşananlar bunun için iyi bir örnek teşkil etmektedir. Sulukule de kentsel dönüşüm soylulaştırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Sulukule’de yaşanan durum, yıllarca aynı kenti paylaşan ve dönüştüren Roman toplumuna özgü niteliklere ve gereksinimlere uygun bir planlama anlayışı üretilmeyerek, rant kaygısıyla yapılan ve kentin eğlence kültürünün simgesi olan bir mekanın yok edilerek, sosyal dışlamaya maruz bırakılmasıdır. Neden insan odaklı projelerin üretilmediğine bir bakalım. Kapitalizm 1973 kriziyle birlikte kendine yeni açık pazarlar bulma ihtiyacı duymuş ve küreselleşme argümanını kullanmıştır. Yani
sermayenin ulusal sınırları aşarak rahatça gezinebilmesi sağlamak, bununla birlikte buna uygun kentler yaratma ihtiyacı gündeme gelmiştir. Sermaye akımının hızlandırılması ve uluslararası sermayeye cazip yatırım ortamları yaratılmasının yanı sıra, kent formlarının bu oluşumları destekleyici tüketim mekânları haline gelmesi hedeflenmiştir. Dolayısıyla kapitalizm kentleri toplumun yaşama mekanı olmaktan çıkarıp, alınıp satılan bir meta haline getirmeyi hedeflemektedir. Orada yaşayan halkın kendine özgü kültürel kimliği, o bölgenin tarihi bir değerinin olması onun için bir anlam taşımaz. Planlamalar şekillenirken bugün insanlığın önemsediği tüm bu değerler yok sayılır. Yapılan uygulamalar sermaye cephesinden bakıldığında oldukça yerindedir. “Kentsel dönüşümde belli hatalar yapıldı bunlar yapılmayacak artık” demek sadece halkı oyalamak ve ses çıkarmasını önlemek için uydurulan bir hikayeden ibarettir. Yani kentsel dönüşüm projeleri neoliberal politikaların kentlerdeki yüzüdür. YTÜ Yönetimi hiçbir öğrencisinin, öğretim üyesinin, görevlisinin görüşlerini almadan tüm kadro bu projelerin savunucu ve destekleyicisi olacağını belirtmiştir. Üniversitelerin yönetim kadroları bugün topluma hizmet etmek hedefiyle değil, sermayeye hizmet etmek hedefi ile hareket etmektedir. Bunun en açık göstergesidir yapılan bu açıklama. Sermayenin arka bahçesi demektir üniversite bugün. Bilimsel eğitim yerine piyasaya uygun eğitim verilmesi hedeflenir. Üniversitenin tüm bileşenleri adına senato açıklama yapabilir. Topluma yön verecek, ‘aydın’ insanların yetiştirildiği eğitim kurumu tek bir eleştiri dahi sunmadan bu projelerin savunucusu olabilmektedir bu düzende. Buna karşın hala toplum için projeler üretmeyi kendine ilke edinmiş öğretim görevlileri bu açıklama karşısında sözlerini şöyle söylemişlerdir: “Sürdürülebilir kentleşme ve hakça yaşanabilir kentler yaratmak üzere Yıldız Teknik Üniversitesi’nde şehir ve bölge planlama alanında emek veren ve aşağıda adları bulunan bizler, “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ve kentsel dönüşüm” adı altında yapılmış ve yapılabilecek olan uygulamaların kayıtsız şartsız savunucuları ve uygulayıcıları olmayacağımızı beyan ediyoruz. Yakın dönemde açıklanan büyük projeler ve kentsel dönüşüm konusunda gündeme gelen yasal düzenlemeler toplumumuz açısından çok vahim sonuçlar doğurabilecek ve acilen ele alınması gereken bir durumla karşı karşıya olunduğunu ortaya koymaktadır. Bilgi birikimimiz ve deneyimimiz kuşkusuz, ülkemizin ve toplumumuzun hizmetindedir. Ancak hizmet anlayışımız aşağıdaki ilkelere dayanır: * Topluma ve kente karşı sorumluluklarımızın bilincinde olmak; * Sosyal eşitlik ve adalet ilkelerinden ayrılmamak; * Kültürel çeşitliliğe, çağlar içinden bugüne ulaşmış her türlü kentsel simgemize, sanata, doğal ve yapılı çevre mirasımıza sahip çıkmak ve saygılı olmak; * Bilim alanımızın temel ilkelerine, meslek etiğine uygun davranmak; * Toplumsal ve bilimsel sorumluluklarımız doğrultusunda her türlü politika, kurumsal yapılanma, yasal düzenleme, proje ve uygulamayı bu bilincin gerektirdiği eleştirel yaklaşımla sorgulamak ve gerekli uyarıları yapmak” Biz üniversitenin öznesi olan öğrenciler tıpkı hocalarımız gibi bu projelerin savunucu olmayacağımızı ve kentsel sürgün karşısında emekçi insanların yanında saf tutacağımızı ve her zaman olduğu gibi bunları dillendirmekten geri durmayacağımızı belirtiyoruz. YTÜ Ekim Gençliği
15
Direnen işçilerin yolundan geleceğine sahip çıkmaya!
1 Mayıs’a yürürken direnişçi işçilerin kararlılığıyla örgütlenmeli ve mücadeleyi büyütmeliyiz. 1 Mayıs alanlarını dört bir koldan doldurarak taleplerimizi gür bir şekilde haykırmalıyız. İkinci dönem başından beri yürüttüğümüz “Geleceğine sahip çık!” kampanyamızın hedeflerini kazanmak ancak böyle mümkün olacaktır.
16
Maltepe Belediyesi, Elta Elektrik, MEPA, HEY Tekstil, Toroslar Elektrik Dağıtım, Savraoğlu, Billur Tuz, Cansel Malatyalı... Direnen işçiler geleceklerine sahip çıkıyor, bizlere izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Direnişçi işçiler sömürüye, işten atmalara karşı direniyor. Kimisi Maltepe Belediyesi'nde olduğu gibi sendikalaşma çalışması yürüttükleri için, kimisi HEY Tekstil'de olduğu gibi patronun “iş daralması” bahanesiyle ücretlerin gaspedilmesine, kimisi de Cansel Malatyalı gibi hiçbir gerekçe gösterilmeden işten atılmasına karşı direniyor. Direnişçi işçiler tüm bu saldırılar karşısında kafalarını önlerine eğip çekip gitmek yerine direnmenin yolu tuttular. Bu yol en onurlu yoldur. Direnişçi işçiler kapitalist sömürünün azgınlaştığı, faşist baskı ve terörünün tırmandırıldığı, emperyalist savaş çığırtkanlığının yükseldiği günümüzde bizlere umut ve heyecan veriyor, içinden geçtiğimiz karanlık günlerin “kader” olmadığını hatırlatıyor. Onlar baskıya, sendikal
bürokrasiye ve ihanete, Maltepe Belediyesi ve Elta Elektrik'te olduğu gibi polis terörüne direniyorlar. “Direne, direne kazanacağız!”, “Ölmek var, dönmek yok!” diyorlar. Direnişçi işçilerin mücadele kararlılığı ve azmi biz gençlere örnek oluyor, izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Açık ki, YGS gibi sınavlarla işçi ve emekçi çocuklarının yüzüne üniversite kapılarını kapatan, öğrencileri üniversitede ‘müşteri’, mezun olunca ‘köle’ olarak gören kapitalist sömürü düzeni bizlere hiçbir şey vaadetmiyor. Üniversiteler her geçen gün biraz daha “şirket görünümlü yarı-açık cezaevlerine” dönüşüyor. YÖK düzeninde bizlere “söz, yetki ve karar hakkı” tanınmıyor. Tüm özgürlükler üniversiteleri arka bahçelerine çeviren şirketlere sağlanıyor. İlerici ve devrimci öğrenciler soruşturma ve cezalarla yıldırılmaya çalışılıyor. Bugün cezaevlerinde 600'ü aşkın öğrenci tutuklu bulunuyor. Bunların yetmediği her durumda resmi-sivil faşistler üzerimize salınıyor. Özetle, karşımızda karanlık bir tablo duruyor. Ancak karanlığı aydınlatmak ve bizlere dayatılan “kader”i aşmak direnişçi işçilerin kararlılığını ve direnme azmini kuşanarak mücadelenin yolu tutmaktan geçiyor. Önümüzde işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs var. 1 Mayıs’a yürürken direnişçi işçilerin kararlılığıyla örgütlenmeli ve mücadeleyi büyütmeliyiz. 1 Mayıs alanlarını dört bir koldan doldurarak taleplerimizi gür bir şekilde haykırmalıyız. İkinci dönem başından beri yürüttüğümüz “Geleceğine sahip çık!” kampanyamızın hedeflerini kazanmak ancak böyle mümkün olacaktır. “Geleceğine sahip çıkmanın” en güzel örneklerini gösteren direnişçi işçilerin yolundan gitmeli, kavga kararlılığını kuşanarak bulunduğumuz tüm alanda “Özgürlük, devrim ve sosyalizm!” şiarını sermaye düzenin yüzüne haykırmalıyız.
Faşist baskı ve terör sökmedi, sökmeyecek!
Maltepe Belediyesi’nde direniş kazanacak! Maltepe Belediyesi taşeron işçileri 100 günü aşkın süredir Maltepe Belediyesi önünde sömürüye, işten atmalara, taşeron köleliğine karşı direniyorlar. Sırf kendi çıkarları için değil taşeron köleliğine karşı tüm işçi sınıfı adına geleceklerine sahip çıkıyorlar ve taşeron işçilere izlenmesi gereken yolu göstererek öncülük ediyorlar. Kuşkusuz onların bu onurlu direnişi sermaye devletine büyük bir korku salıyor. Sözde demokrat CHP’li belediye işçilerin kararlılığı karşısında iyice acizleşmiş durumda. Maltepe işçilerini sahte vaatlerle direnişten vazgeçiremeyeceğini anlayan CHP’li Belediye Başkanı Mustafa Zengin devreye polis terörünü sokmuş durumda. Geçtiğimiz hafta 3 gün boyunca polis terörüne maruz kalan, gözaltına alınan direnişçi işçiler bugün (3 Nisan) bir kez daha polis terörüne maruz kaldı. Direnişçi işçilere saldıran çevik kuvvet polisleri, direnişçi işçilerin pankartlarını da gasp etti. Ancak açık ki sermaye devletinin saldırıları direnişçi Maltepe Belediyesi taşeron işçilerini haklı davalarından vazgeçiremeyecek. Maltepe Belediyesi taşeron işçilerine uygulanan faşist baskı ve terör sökmedi ve sökmeyecek. CHP’li Maltepe Belediyesi’nin, sermaye devletinin korkuları büyürken Maltepe Belediyesi’nde zafer direnen işçilerin olacak. Bizler Ekim Gençliği olarak direnişçi Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin yanında olduğumuzu, onların sesini ve direnişini üniversitelerimize taşımaya devam edeceğimizi belirtiyoruz. Tüm arkadaşlarımızı da gelecekleri için direniş yolunu seçen Maltepe Belediyesi taşeron işçileriyle dayanışmaya çağırıyoruz. Maltepe işçisi yalnız değildir! Taşeron işçisi köle değildir! Zafer direnen Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin olacak!
Ekim Gençliği 03.04.12
Ekim Gençliği’nden HEY Tekstil ziyareti İstanbul Ekim Gençliği direnişte olan HEY Tekstil işçilerine ziyaret gerçekleştirdi. Fabrikaya yakın bir noktada “Sömürüye, hak gasplarına, işten atmalara karşı geleceğine sahip çık! HEY Tekstil’de direniş kazanacak! - Ekim Gençliği” pankartı açılarak sloganlarla HEY Tekstil fabrikası önüne gelindi. Burada Ekim Gençliği adına HEY Tekstil direnişini selamlayan bir konuşma gerçekleştirildi. Konuşmada, özünde üniversite öğrencilerinin karşı karşıya kaldığı baskılar ve yaşadığı sorunlarla işçi sınıfının yaşadığı sorunların aynı olduğu söylendi. HEY Tekstil işçilerinin uğradıkları haksızlıklar ve işten atma saldırısı karşısında direniş yolunu seçerek geleceklerine sahip çıktıkları ve izlenmesi gereken yolu gösterdikleri belirtildi. Ekim Gençliği’nin işçi sınıfının sesini ve mücadelesini üniversitelere taşıdığı söylendi ve HEY Tekstil işçilerinin sesini de üniversitelere taşınacağı vurgulandı. Ekim Gençliği adına yapılan konuşmanın ardından direnişçi işçilerle direniş süreçleri üzerine sohbetler gerçekleştirildi. Ardından da direnişçi işçilerin HEY Tekstil patronu Aynur Bektaş’ın ortak iş yaptığı fabrikalar olan Tek Boy ve Li Fung önünde gerçekleştirdiği eylemlere destek verildi. Ekim Gençliği / İstanbul
Direnişçi işçilere ziyaret
İstanbul Ekim Gençliği, 23 Mart günü direnişçi Maltepe Belediyesi taşeron işçilerine destek ziyareti gerçekleştirdi. Direniş alanına açtıkları pankartın arkasında sloganlar eşliğinde gelen öğrenciler işçiler tarafından sloganlarla karşılandı. Ziyaret sırasında yapılan sohbette Ekim Gençliği’nin sürdürdüğü “Geleceğine sahip çık!” kampanyası kapsamında işçi direnişlerine ziyaretlerin gerçekleştiği ifade edildi. Bir işçinin, direniş sürecini aktarmasının ardından Taşeron İşçileri Kurultayı hakkında bilgi verildi. Ziyaret, direnişçi işçiler alandan ayrılana kadar sürdü. Ekim Gençliği / İstanbul
17
Daha güçlü bir gençlik yayını için!.. İlk dönemin geride kalmasının ardından öğrenci gençlik hareketinde yaşanan daralma ve gerileme kendini daha belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Kuşkusuz ki sol hareketin tablosu bu sonucun ortaya çıkmasında temel bir rol oynamaktadır. Ciddiyetsiz ve samimiyetsiz gençlik örgütlenmeleri, bırakalım gençlik hareketini ileriye çekmeyi, varolanı tüketmek için neredeyse sıraya girmiş bulunuyorlar. Öğrenci Gençlik Sendikası’nın son genel kurulunda ve sonrasında yaşananlar, gençlik örgütlerinin bir kısmının tablosunu ortaya koymaktadır. Bu tablo karşısında genç komünistlerin misyonu daha fazla öne çıkmaktadır. Zira, gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunun doldurulmasında temel rolü oynayabilecek yegane güç genç komünistlerdir. Genç komünistlerin yükseköğrenim gençliği içindeki çalışması, gerek gençlik hareketine yönelik kapsamlı saldırılar, gerekse de öznel nedenlerden kaynaklı olarak zayıflama ile karşı karşıya kalmıştır. Ancak, öğrenci hareketinin toplumsal mücadelenin temel bir bileşeni olması, gençliğin kendine özgü dinamizmiyle kadro potansiyeli barındırması nedeniyle bu zayıflığın üzerine gitmek gerekmektedir. Son süreçte yapılan parti değerlendirmelerinde liseli gençlik çalışmasına çubuk bükülmüş olması, yükseköğrenim gençliğine yönelik çalışmanın önemsiz görüldüğü anlamına gelmemektedir. Gerek öğrenci gençlik hareketinde devrimci önderlik ihtiyacının karşılanması, gerekse partinin genç güçlere duyduğu ihtiyaç çerçevesinde gençlik çalışmasının ileriye taşınması görevi önümüzde durmaktadır. Kuşkusuz çalışmanın ilerletilebilmesi için farklı yüklenme alanları bulunmaktadır. Gençlik güçlerinin niteliğinin yükseltilmesinden devrimcimilitan kimliği güçlendirmeye, yürütülen faaliyette yol, yöntem ve araçlar konusunda yetkinleşmekten politika üretme alanında ustalaşmaya kadar birbirini tamamlayan farklı alanlardır bunlar. Bu kapsamda gençlik yayını özel bir yerde durmaktadır. 16 yıldır yayın yaşamını sürdüren gençlik yayınımız, bizzat gençlik güçlerimiz tarafından çıkartılmakta, gençlik hareketine müdahaleyi esas almaktadır. Belli bir istikrar ve sürekliliğe, devrimci ilke ve değerleri bayrak edinen bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Abartmaksızın söyleyebiliriz ki, bugün gençlik yayınımız devrimci gençlik yayınları arasında çok özel bir yerde durmaktadır. Ancak gençlik hareketinin ihtiyaçları, gençlik örgütlenmemiz ve dolaysız olarak partinin güçlenmesi temelinde gençlik yayının eksiklik ve yetersizliklerine yüklenmek bir ihtiyaçtır. Ekim'in “Partinin yayın cephesindeki sorunları ve görevler” başlıklı değerlendirmesinde, gençlik yayınının başarılı bir teşhir ve propaganda yaptığı, ulusal ve enternasyonal devrimci mirası önemsediği belirtilmiş, zengin bir içerik kaygısının da yayının bir diğer üstünlüğü olduğu söylenmiştir. Yayının yetersizliği konusunda ise şu vurgular yer almaktadır: “Gençlik yayınının bir başka temel önemde eksiği, geçmiş yıllara göre bu alanda bugün belirgin bir mesafe katedilmiş olsa da, gençlik hareketinin özgün sorunlarını işlemede hala da yetersiz kalabilmesidir. Bu belli sorunlar ve gündemler üzerinden halihazırda başarıyla yapılmaktadır. Fakat bir dizi başka sorun hala da gerekli düzeyde bir yoğunlaşmaya konu edilememektedir. Gençlik hareketinde sürmekte olan tıkanıklığı kırmanın çok yönlü sorunları, bu çerçevede kitleselleşme sorunu, örgütlenme sorunları, gençlik hareketi içinde özel bir ağırlığı olan ve önünü tıkayan reformizme karşı etkili mücadele, burada bu konuda ilk akla gelenler. Gençlik yayını iyi bir hazırlıkla bu sorunların üzerine gitmeyi başarabilirse eğer, inanıyoruz ki bu onu özel bir ilgi konusu haline getirecek, gençlik hareketi içinde ona kendine özgü bir yer kazandıracaktır.” (Ekim, Partinin yayın cephesindeki sorunları ve görevler, Sayı: 237, Haziran 2004, Başyazı)
18
Yukarıda dile getirilen sorun alanları bugün de şu ya da bu düzeyde devam etmektedir. Hatta, geçmiş değerlendirmede dile getirilen başarılı teşhir ve propaganda açısından yetersizlikler taşımakta, bu açıdan bir tekdüzelik kendini hissettirmektedir. Bu yetersizliklerin en temel sebebi nitelikli kadro sorundur. İdeolojik donanım ve yetersizlik siyasal çalışmanın bir dizi alanında kendini gösterdiği gibi yayın alanındaki etkileri çok daha belirgin olmakta, gençlik yayının niteliğini doğrudan etkilemektedir. Partimiz uzun bir süredir partinin genelindeki ideolojik yetersizliklere yaptığı vurguyu yakın dönemde daha güçlendirmiş ve özel bir yüklenmenin konusu yapmıştır. Gençlik güçlerimizin bu kapsamda yürüttükleri/yürütecekleri sistematik ideolojik-teorik eğitim dolaysız olarak gençlik yayınının da güçlenmesini sağlayacaktır. Bu temel ihtiyacın yanısıra, gençlik yayınını güçlendirmek için ilgili gençlik platformları/organlarının yayına yönelik hazırlığı da önemli bir yerde durmaktadır. Geçmiş değerlendirmelerde ifade edildiği gibi, gençlik yayınının zengin bir içerikle çıkması kaygısı taşınmaktadır. Ancak daha güçlü bir gençlik yayını için ilgili zeminlerde gençlik hareketinin sorunlarının, genç komünistlerin dönemsel politikalarının, yerel sorun ve ihtiyaçların, gençliğin özgün sorunlarının kapsamlı bir tartışmaya konu edilmesi ve yayın gündemlerinin buna paralel olarak belirlenmesi, yanını daha işlevsel kılacaktır. Elbette belirlenen gündemlere ilişkin yapılan hazırlık da özel bir önem taşımaktadır. Ne yazık ki belirlenen yazılar kimi zaman sorumluluğu alan yoldaşlarımız tarafından gerekli araştırma ve yoğunlaşmaya konu edilememekte, yazıların hazırlığı kısa zaman dilimine sıkıştırılmakta, yerel gündemler en genel hatlarıyla, genel gündemler ise politik yayın organında ifade edildiği biçimde işlenebilmektedir. Böylece işlevsel olmayan, birbirini tekrar eden, kendi içinde yaratıcılığı ve özgünlüğü içermeyen yazıları ortaya çıkabilmektedir. Yazı hazırlığının aynı zamanda bir eğitim süreci olduğu unutulmamalıdır. Konuya ilişkin temel metinler ile parti metinlerinin elden geçirilmesi, güncel bir değerlendirme ise güncel gelişmelerin farklı kaynaklardan takip edilmesi, sola ilişkin ortak süreçler ve değerlendirmelerde ise sol güçlerin kaynaklarının incelenmesi, vb. gerekmektedir. Aynı zamanda gençlik örgütlülüklerimizin eldeki güçleri etkili ve verimli kullanması, yazarları çoğaltmayı temel bir uğraş haline getirmesi gerekmektedir. Bir diğer önemli nokta gençlik yayınının kullanımıdır. Yayınlarımız düşüncelerimizi kitlelere ulaştırmanın ve onları örgütlemenin en dolaysız araçlarıdır. Genç komünistler bir dönemdir gençlik içinde kitle çalışmasının önemine, eksikliklerine ve yetersizliklerine vurgu yapmakta, yaşanan sorunların geride kalması için çaba sarf etmektedir. Gençlik yayını da bu kapsamda ele alınmalıdır. Kitlelerle birebir temas alanları çoğaltılmalı, açılan standlarda, sınıflarda, kantinlerde ve yemekhanelerde bire bir diyaloglar geliştirilmeli, yayının daha geniş kesimlere ulaştırılması için etkin bir çaba içinde olunmalıdır. Sol güçlerin atalet içinde boğulduğu, birçok yapının en ufak bir pratik çalışmayı dahi yapmadığı bir dönemde yaygın propaganda çalışmaları kendini daha fazla hissettirmektedir. Bu kapsamda gençlik yayınının yaygın tanıtımı ve duyurusu yapılabilmelidir. Son olarak belirtmek istediğimiz nokta, gençlik yayınının çıkışında yer yer yaşanan aksaklıklardır. Kısmen yazıların ulaştırılmasındaki gecikme, yer yer yaşanan mali zorluklar yayının gecikmesine yol açmaktadır. Bu gecikmeleri engellemek de esas olarak gençlik güçlerimizin sorumluluğundadır. Bu sorunları geride bırakmak, gençlik yayınının her açıdan daha fazla sahiplenilmesine bağlıdır. (TKİP Merkez Yayın Organı EKİM’in Mart 2012 tarihli 280. sayısından alınmıştır...)
Denizler'in yolunda düzene başkaldırıyoruz!
Özgürlük, devrim ve sosyalizm için geleceğimize sahip çıkıyoruz! Kampanya çalışmamız sona doğru yaklaşmış bulunuyor.“Gençliğe devrimci baharı kazanma çağrısı” olarak tanımladığımız kampanyamızın bu son aşamasında, 1 Mayıs'ın hemen ardından 6 Mayıs'ı karşılayacağız. 6 Mayıs 1972'de devrim ve sosyalizme olan bağlılıkları ile darağacına yürüyen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ı, Denizler şahsında devrim mücadelesinde ölümsüzleşen tüm kızıl karanfilleri anacağız. Bu 6 Mayıs, “Geleceğine sahip çık!” şiarı ile yürüttüğümüz kampayamızın da final etkinliği olacak. Ayları bulan yoğun çaba ve emek, 1 Mayıs'la birlikte en önemli somut karşılığını bu etkinlikle bulacak. Kampanyamızın final etkinliğinin 6 Mayıs gibi bir günde yapılacak olması bilinçli bir tercihin ürünüdür. Böyle bir final etkinliğinin devrimci önderlerin ölüm yıldönümünde ve onları anarak yapılacak olması çalışmamızın anlamını ve genç komünistlerin kendi misyonları ve konumlarına dair taşıdıkları açık bilincin yansıması olacaktır. 6 Mayıs, emperyalizme karşı mücadelede simgeleşmiş yiğit devrimcilerin katledilişlerinin yıldönümüdür. ABD askerlerini Dolmabahçe kıyılarından denize döken bir kuşağın öncülerinin adlarını tarihe kazıdıkları gündür! 6 Mayıs, faşist baskı ve terörü karşısında başeğmemenin, darağacına başı dik yürümenin tanıklık ettiği bir gündür! 6 Mayıs, son nefesle haykırılan “Yaşasın Marksizm-Leninizm!” şiarının devrim mücadelesine bir daha silinmemecesine yazıldığı bir gündür. Devrime olan sarsılmaz bağlılığın, devrim ve sosyalizm davasına adanmışlığın, inancın ve kararlılığın adıdır! İşte bu yüzden 6 Mayıs, devrim ve sosyalizm mücadelesi tarihimizin en acı olduğu kadar en onurlu sayfalarının da başında gelmektedir. Denizler'in bugün gençlik alanındaki temsilcileri, tasfiyeci bataklık içinde debelenerek Denizler'in yolunu parlamentoya çıkaran liberal-reformist güçler değil, düzen karşısında devrim bayrağını inat ve ısrarla taşımayı sürdüren genç komünistlerdir. Denizler'in düzene karşı yükselttikleri devrim bayrağı bugün genç komünistlerin ellerindedir. Üniversite kampüsleri, sokaklar ve eylem alanları bunun en dolaysız tanığıdır. Gençlik hareketinin politik öznelerinin dahi apolitikleştiği bir dönemde devrim ve sosyalizm şiarını yükseltenler; gençliğe parti ve devrim davasının çağrısını taşıyanlar; özgürlük, devrim ve sosyalizm için kavga şiarını haykıranlar bugün genç komünistlerdir. Bulundukları tüm alanlarda devrim ve sosyal-
izm bayrağını yükselten genç komünistler, 6 Mayıs'ta İstanbul'da toplanacaklar. Denizler'i ve kavgada ölümsüzleşen devrimci önderleri kitlesel ve militan bir etkinlikle anarak kampanyalarını sonlandıracaklar. Emperyalist savaş ve saldırganlığa, faşist baskı ve devlet terörüne, eğitimin ticarileştirilmesine karşı geleceğine sahip çıkan, Denizler'in yolunda düzene başkaldıran gençlik güçleri bu etkinlikte buluşacaklar. “Özgürlük, devrim ve sosyalizm!” şiarlarını birkez daha hep birlikte haykıracaklar. 1 Mayıs'tan 6 Mayıs'a, devrimci baharı kazanmaya! Kampanyamızın bu son dönemi genç komünistler için bir seferberlik dönemi olmalıdır. Şimdi genç komünistler, tüm imkanları ve araçları harekete geçirerek 1 Mayıs’a yüklenmeli, 1 Mayıs'tan alacakları politik-moral güçle 6 Mayıs’a yürümelidir. Kuşkusuz burada yüklenilecek ilk halka 1 Mayıs olacaktır. Genç komünistler geçmiş yıllardan daha geniş bir gençlik kesimini 1 Mayıs alanlarına taşımalı, gençliğin sermaye düzeni karşısındaki devrimci öfkesini kızıl kortejlerinden yükseltmelidir. 1 Mayıs alanlarında devrimin ve sosyalizmin şiarlarını devrim için çarpan genç yüreklerle haykırabilmelidir. 1 Mayıs tablosu, 6 Mayıs’ta yapılacak etkinliğin tablosunu belirleyecektir. Denizler’i militan ve kitlesel bir etkinlikle anmaya hazırlanan genç komünistler, taşıdıkları misyon ve sorumluluğun bilinciyle 1 Mayıs'a yüklenmelidirler. Hiç şüphe yok ki, genç komünistler bunu başarabilecek deneyim, irade ve politik bilince sahiptir. Gerisi buna uygun bir çaba, enerji ve inisiyatifin ortaya konulmasına bağlı olacaktır. Ekim Gençliği
Denizler'in bugün gençlik alanındaki temsilcileri, tasfiyeci bataklık içinde debelenerek Denizler'in yolunu parlamentoya çıkaran liberalreformist güçler değil, düzen karşısında devrim bayrağını inat ve ısrarla taşımayı sürdüren genç komünistlerdir.
19
Ne var ki bu hiç de reformist akımların yalnızca gençlik alanındaki başarılı faaliyet, eylem ve örgütlenmelerinin bir sonucu değildir. Tersini iddia etmek, ancak Türkiye’nin son 15 yılda yaşadığı siyasal süreçten, düzen-devrim çatışmasının seyrinden bihaber olmakla mümkündür. Bu akımlar, göreceli güçlerinin nesnel temelini her şeyden önce düzen cephesinin ileri kesimleri sıkıştırdığı tasfiyeci-reformist atmosfere borçludurlar. İkinci olarak, devrimcisinden reformistine irili ufaklı çok sayıda parti, grup ve çevrenin faaliyet kapasitelerini, iradelerini ve ciddiyetlerini yitirmeleri, keza büyük bölümünün Kürt hareketinin ağırlığı altında liberal kuyrukçu bir savrulma yaşamaları, bütün Günümüz gençlik hareketinde reformizmin belirgin bir ağırlığı olduğu bunlarla paralel yaşanan örgütsel tartışmasız bir olgudur. Bu her şeyden önce politik mücadeleye açık tasfiyeler, bağımsız varlıklarını gençlik kitlesini kuşatan bir siyasi atmosfer olarak yansımaktadır. Genel toplumsal süreçlerin bir ürünü ve onunla doğrudan alakalı şekillenen koruyabilen belli başlı reformist tasfiyeci-reformist atmosfer, çocukluktan gençliğe adım atan duyarlı her genci akımlara politize kitleler içinde hatırı ister istemez etkiliyor. Genelde samimi devrimci duygular taşıyan gençler sayılır bir etki alanı açmıştır. anlayış, kimlik, değer yargıları vs. planında bu atmosferin normlarına göre şekilleniyorlar. Üçüncü olarak da, dinci gerici Yaşam kültüründen dünyayı algılayışa kadar hemen her alanda kendini dayatan iktidardan hoşnutsuz olan çürütücü reformizm, gençlikteki potansiyel devrimci dinamizmi girdabına alıp öğüterek düzene büyük bir hizmet sunuyor. Daha lise çağlarındaki politize gençler burjuvazinin önemli bir kesimi, içinde bile “devrim”i eskitmiş azımsanmayacak kalabalık bir kitleyle düzen sınırlarını hiçbir şekilde karşılaşılabiliyor. Normalde radikal özlem ve arayışların taşıyıcısı olan politik gençlik zorlamayan sözkonusu kesimi, çoktandır düzen sınırlarını zorlamayan bir muhalefet ve mücadele çizgisiyle gündeme gelebiliyor. Özellikle üniversiteli gençlik alanı sözkonusu olduğunda, şu ya reformist akımları eylem ve da bu şekilde politik nitelikler taşıyan kitlenin büyük bölümünde devrimci militan etkinlikleri üzerinden kollayan faaliyete, devrimci örgütlenme ve mücadeleye bir uzaklık ve yabancılık göze çarpıyor. bir tutum içindedir. Düzeni cepheden karşıya almak gibi bir anlayış ve tutum, yalnızca sınırlı bir kesimde
Gençli
sürekliliğini koruyabiliyor.
Toplumsal-siyasal süreçlerin ışığında reformist atmosferin oluşumu
20
Bunu tümüyle düzenin ’90’ların ikinci yarısından itibaren başarıyla uygulayabildiği politikaların bir meyvesi sayabiliriz. 12 Eylül sonrası dönemin sınıf ve kitle hareketindeki ilk büyük kırılma ’90’ların başında yaşanmıştı ve ardından küçük-burjuva hakçı akımların esas gövdesini tasfiyeci legalizmin batağına çekmişti. İkinci büyük kırılma ise ’96 1 Mayıs’ının ardından yaşandı ve devletin, devrimcilikte ısrar edenleri ezme saldırısının yolunu sonuna kadar açtı. Devletin toplumsal düzeyde yakaladığı moral üstünlük, İmralı’daki başarısıyla iyice perçinlendi. Nitekim bunun da gücüyle, ’90’lı yıllar boyunca püskürtülmüş olan hücre saldırısını bu kez daha kararlı bir şekilde gündeme getirdi. Devrimci hareketin gitgide yalnızlaşarak yürüttüğü direnişe rağmen, 2000’in ilk yıllarında F-Tipi hapishaneler tamamen uygulamaya geçirildi. Bu saldırının püskürtülememesinin bedeli ağır oldu. Bir yandan ’90’ların zorlu mücadele döneminin yükünü omuzlayarak yetişen, geçmişten aldığı devrimci mirasın birikimi üzerinden şekillenen, böylece onun sürekliliğini sağlayan, devrimci ideoloji, örgüt, kültür, ilke ve değerleri ölümüne sahiplenen bir devrimci kadro kuşağı tasfiyeye uğradı. Diğer yandan ise toplumsal mücadele dinamiklerinde büyük bir politik ve moral kırılma yaşandı. Doğal olarak bunun bir yanını da devrimci halkçı akımların saflarındaki ideolojik ve örgütsel çöküntüler oluşturuyordu. Tüm bu süreç boyunca işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yer yer gündemde öne çıkabilen parçalı-mevzii direnişleri ve mücadeleleri de kronikleşen gerilemeyi durduramadı. Düzenin, aynı dönemlere denk gelen AB manevralarıyla birlikte genel olarak soldaki, özelde ise devrimci saflardaki ideolojik-politik savruluşların önüne geçilemez oldu. Öte yandan bunu sermaye devletinin örgütsel planda tasfiyeci legalizmi ve kuyrukçu savrulmaları olağanlaştıran darbeleri tamamladı. Reformist hareket iyice sağa kayıp düzenin teveccühünü kazanırken, halkçı devrimci hareket saflarındaki irili ufaklı bir dizi parti ve örgüt ya tümüyle ciddiyetini yitirdiler, ya da siyasal faaliyet kapasitesini koruyan bazılarında olduğu üzere reformist akımların boşalttığı alanı doldurmaya yöneldiler. Bütün bu gelişmeler toplumsal-siyasal atmosferi ister istemez tasfiyeci-reformist bir renge büründürdü. Gençlik hareketi, ’90’ların ikinci yarısından itibaren başlayan bu kırılma ve gerileme sürecinin etki ve sonuçlarını dolaysızca yaşayan bir dinamikti. Yaşanan geriletici süreçlere ve kendi içinde yaşadığı tüm daralmaya ve dağınıklığa rağmen politik gençlik hareketi F-Tipi saldırısı döneminde hala da militan karakterini korumaktaydı. Gençliğin devrimcilik algısı, o güne kadar sürekliliği sağlanabilmiş devrimci örgütsel birikimler üzerinden şekillenmekteydi. Fakat zindan direnişlerinin saldırıyı püskürtmeye yetmeyişi, militan gençlik kitlelerindeki moral ve özgüvene büyük bir darbe vurdu. Tam da bunun üzerine devlet, gençlik hareketine yönelik saldırıların dozunu arttırdı. Soruşturma-uzaklaştırma saldırısının sistematik ve yaygın bir hale gelmesiyle, zaten nicel planda hayli
ik içinde reformizm…
zayıflamış politik gençlik kitlesi sürekli bir şekilde eğitim alanının dışına atıldı. Bugüne kadar şiddetinden bir şey yitirmeyen soruşturma ve uzaklaştırma saldırısının en ağır sonucu, politik gençlik kitlelerinde yarattığı yıldırıcı etkiydi. Her şeye rağmen militan mücadeleye açık kesimler ise uzaklaştırma saldırısı sonucu okulların dışına atılmaya devam ediyor. Üniversiteler devrimci siyasal faaliyete yönelik devlet ve okul yönetimleri kaynaklı saldırıların kesintisiz yaşandığı alanlar haline gelmiş bulunuyor.
Devrimci hareketteki kırılmanın yarattığı boşluk Yaşanan süreç ciddiyetlerini büyük oranda yitirseler de hala da devrimci olmak iddiasını sürdüren bir dizi siyasi yapıyı üniversitelerde neredeyse sıfırladı. Sınırlı da olsa güç ve olanak planında süreklilik sağlayabilen birkaç sol yapı ise üniversitelerde bağımsız siyasal faaliyet yürütme kapasitesini ve iradesini yitirdiler. Reformistlerin ağırlıkta olduğu bir dizi sol çevre zaten öğrenci gençlik sendikasının gündeme getirilmesiyle tüm varlıklarını ona endekslediler. Fakat bu onlar için hiç de geniş gençlik yığınlarını örgütlemenin, işlevsel olabilecek bir aracı etkince değerlendirmenin, böylece birleşik-kitlesel bir gençlik hareketi geliştirmenin bir gereği değil, adeta siyasal veya akademik-demokratik faaliyet yürütmemenin dayanağı oldu. Dahası sendika adımını hiç değilse gençlik içindeki ileri kitlenin birlikte iş yapmasının imkanı olarak değerlendiren, giderek gerçek bir demokratik kitle örgütüne ve mücadele aracına dönüştürme kaygısıyla hareket eden, bulundukları yerellerin bir çoğunda sendika faaliyetini neredeyse tek başlarına omuzlayan genç komünistlerin karşısına da bürokratik bir kast olarak dikilebildiler.
Solun gençlik içindeki bu tablosu ve hem genel planda, hem de gençlik alanındaki tasfiyeci liberal sürüklenişi, düzenin başarılı manevralarıyla oluşturulan reformist atmosfere kan taşıyan temel bir kaynak olmayı sürdürüyor. Devletin genelde son 10 küsür yıllık ekonomik ve sosyal politikaları, özelde ise eğitim alanındaki uygulamaları öğrenci gençliği ayrıca dejenere etmekte ve apolitizasyona itmektedir. Sürekli gericilikle sersemletilen bir toplumda yetişen yeni nesiller, tepki birikiminin patlama eşikleri dışında, haliyle verili toplumsal siyasal atmosferin belirlediği bir kimlik taşıyacaklardır. Üniversitelere girebilen politikaya duyarlı gençlik kitlesinin ezici çoğunluğu da bundan muaf değildir. Bununla birlikte Türkiye’de her dönem gençlik hareketinin ağırlık merkezi durumundaki metropol üniversitelere işçi ve emekçi çocuklarının akması geçmişle kıyaslanamaz düzeyde engellenmiş durumdadır. Düzenin amacına ulaşmasında eğitimdeki özelleştirmeler, dershane sisteminin ilkokullara kadar indirilmesi, üniversite düzeyi kaygısı taşınmaksızın açılan taşra üniversiteleri gibi adımlar belirleyici oldu. Hem gençliğin şekillenme koşulları, hem de alt sınıf gençliğinin metropollerin dışındaki kışlalara itilmesi, reformist atmosferin gençlik hareketi üzerindeki etkisini iyice korunaklı hale getiriyor.
Gençlik içinde reformist akımların gücü ve etkisi Gençlik hareketinde reformizmin belirgin bir ağırlığı olduğu gerçeğini, reformist akımların göreceli (zira her şey bir yana gençlik hareketi derken, fazlasıyla zayıflamış, dağınık, parçalı bir dinamikten söz ediyoruz) gücü ve etkisi
21
Gerek toplumsal mücadele dinamiklerini kuşatan reformist atmosfer, gerek reformist akımların göreceli gücü ve etkinliği, gerekse okullarda devrimci siyasal faaliyetin alabildiğine daralmış olduğu günümüz koşullarında üniversitelere akan politik kitle öncelikle reformist yapılarla karşılaşıyor. Politikaya yönelen bu kitlenin bilinç ve birikim planında henüz yetersiz ama duygusal planda devrim ve sosyalizm fikrine yakın büyük bölümü için, belli başlı reformist çevreler doğal bir çekim merkezi oluyor. Verili toplumsal koşullarda yetişen, hayatında düzen-devrim hesaplaşması yapmamış, düzenle bağlarını koparmayı göze alamayan bu kitle, hiç sorun yaşamadan reformist anlayışlara eklemleniyor.
22
üzerinden de görüyoruz. Genelde burjuva medyanın hayırhah tutumuna mazhar olan eylemleriyle öne çıkan bu akımların başında Kollektifler, TKP, ÖDP ve EMEP Gençliği geliyor. Bu dörtlünün halihazırda sınırları ölçüsünde gençlik hareketi içindeki en kitlesel ve örgütlü yapılar olduğu söylenebilir. Ne var ki bu hiç de reformist akımların yalnızca gençlik alanındaki başarılı faaliyet, eylem ve örgütlenmelerinin bir sonucu değildir. Tersini iddia etmek, ancak Türkiye’nin son 15 yılda yaşadığı siyasal süreçten, düzen-devrim çatışmasının seyrinden bihaber olmakla mümkündür. Bu akımlar, göreceli güçlerinin nesnel temelini her şeyden önce düzen cephesinin ileri kesimleri sıkıştırdığı tasfiyeci-reformist atmosfere borçludurlar. İkinci olarak, devrimcisinden reformistine irili ufaklı çok sayıda parti, grup ve çevrenin faaliyet kapasitelerini, iradelerini ve ciddiyetlerini yitirmeleri, keza büyük bölümünün Kürt hareketinin ağırlığı altında liberal kuyrukçu bir savrulma yaşamaları, bütün bunlarla paralel yaşanan örgütsel tasfiyeler, bağımsız varlıklarını koruyabilen belli başlı reformist akımlara politize kitleler içinde hatırı sayılır bir etki alanı açmıştır. Üçüncü olarak da, dinci gerici iktidardan hoşnutsuz olan burjuvazinin önemli bir kesimi, düzen sınırlarını hiçbir şekilde zorlamayan sözkonusu reformist akımları eylem ve etkinlikleri üzerinden kollayan bir tutum içindedir. Örneğin burjuva medyanın yansıtmayı tercih ettiği ortak eylemler dahi özellikle bu çevrelere mal edilerek haberleştirilebiliyor. Nitekim sözkonusu reformist yapılar da bunun bilinciyle hareket ediyorlar. Bir yandan düzen cephesinin bir kesiminin zımni desteğini kaybetmeyecekleri medyatik bir eylem çizgisi izliyorlarken, diğer yandan gençlik alanında reformist atmosferi ve etki alanını süreklileştirecek bir taktik politika uyguluyorlar. Örneğin tüm ileri gençlik güçlerinin birleşik hareket etmesini bir ihtiyaç olarak dayatan bir takım eylemli süreçlerde bile, blok halinde ayrışarak gençlik hareketini parçalamak, artık ayırdedici bir özellikleridir. Zira birleşik bir gençlik hareketi için atılacak adımların kendileri payına ayrıcalıklı konumlarını giderek yitirmek anlamına geldiğini yakın dönem gençlik hareketinin somut deneyiminden biliyorlar. En
kötü koşullarda dahi politik niteliği öne çıkmış gençlik hareketimizin, birleşik-kitlesel bir mecraya aktığında hızla militanlaşma, giderek devrimcileşme ve reformist kuşatmayı aşma potansiyelini her zaman bağrında taşıdığının farkındalar. Reformist bir blok olarak hareket etmenin, devrimciler başta olmak üzere gençliğin her şeye rağmen militan özellikler taşıyan özneleriyle araya mesafe koymanın, böylece birleşik eylem ve hareket olanaklarını tahrip etmenin gerisinde tümüyle buradan gelen kaygılar yatıyor.
Politik gençlik kitlesinin reformizme yönelimi ve sonuçları Gerek toplumsal mücadele dinamiklerini kuşatan reformist atmosfer, gerek reformist akımların göreceli gücü ve etkinliği, gerekse okullarda devrimci siyasal faaliyetin alabildiğine daralmış olduğu günümüz koşullarında üniversitelere akan politik kitle öncelikle reformist yapılarla karşılaşıyor. Politikaya yönelen bu kitlenin bilinç ve birikim planında henüz yetersiz ama duygusal planda devrim ve sosyalizm fikrine yakın büyük bölümü için, belli başlı reformist çevreler doğal bir çekim merkezi oluyor. Verili toplumsal koşullarda yetişen, hayatında düzendevrim hesaplaşması yapmamış, düzenle bağlarını koparmayı göze alamayan bu kitle, hiç sorun yaşamadan reformist anlayışlara eklemleniyor. Düzen sınırlarını aşmadan, onun nimetlerinden vazgeçmeden Marksist geçinmek, devrim ve sosyalizm adına politik aktivite içinde olduğunu iddia etmek, giderek olağan bir kimliğe dönüşüyor. Dikkat edilirse ideolojik, siyasal, kültürel vb. alanlardaki donanım ve birikim düzeyine rağmen reformizme eklemlenen unsurlarda devrimci Marksizm’in en temel sorunlarına bir mesafe olduğu gözden kaçmayacaktır. Her şeyden önce Marksist geçinip onun proleter sınıf özüne ve devrimci yöntemine bilinçsiz bir yabancılık sözkonusudur. Keza düzenin ancak zor yoluyla yıkabileceği gerçeği, bunun zorunlu bir uzantısı olarak Leninist parti-örgüt düşüncesi ve pratiği, bu kapsamda illegalite-legalite ilişkisi, bu arada devrimci ilke ve moral değerler vb., bu temel
önemde ideolojik ve ilkesel temalar, sorgulanmaksızın yadsınabilmektedir. Reformizm çok yönlü kuşatmasıyla gençliği öyle bir girdaba çekmektedir ki, devrimci gelişimin koşulu olan ideolojik-politik mücadele ve eleştiri daha baştan apolitik bir ilgisizlik duvarıyla karşılaşmaktadır. Bu alanda yaşanan gerilemeyi anlayabilmek için ileri gençlik kitlesindeki siyasi retoriğe, dil, üslup ve literatürdeki değişime bir kez bile bakmak yeterlidir. Düzenin gençliğe yönelik saldırılarının ve toplumsal siyasal süreçlerin gençlik alanında yarattığı bu yıkım tablosunda reformist akımların bir başarısından söz edilecekse, bu en başta ileri gençlik kitlesinde yaratılan bu çok yönlü tahribattır. Bu olgu gözden kaçırılarak, çoğunlukla reformist çevrelerin faaliyet, eylem ve görece kitlesellikleri bir başarı gibi algılanabiliyor. Oysa bu, reformizm payına yıllardır süregelen elverişli koşullara rağmen fazlasıyla daralmış, gerilemiş bir gençlik hareketi içindeki göreceli aktivite ve güçten başka bir şey değildir. Reformist akımların kof gücü ve etkinliğinin, devrimci saflarda, hatta komünist gençlik içinde dahi yer yer başarı şeklinde anılabilmesi kendi başına bir sorun olmayabilir. Fakat bu yapılırken, öncelikle gençlik içinde reformizm gerçeğini en temel boyutlarıyla sergileme gereği de unutulmamalıdır. Aksi vurgular, gençlik hareketini kuşatan tasfiyeci reformist atmosferi dağıtma mücadelesine değil, reformist akımlara kan taşıyacaktır.
Gençlik hareketinin devrimcileşme potansiyeli Gençliğin mevcut tablosuna rağmen reformist akımların saflarına akan kitlenin önemli bir kısmı devrimci özlem ve duygularla hareket etmektedir. Dahası dönemin yarattığı tüm zayıflıklara karşın devrimcileşme potansiyeli taşımaktadır. Devrim ve sosyalizmle alakalarını çoktan kesmiş reformist akımların verili koşullarda devrimci söylem ve şiarlara sarılması bile gençliğin her şeye rağmen devrimci müdahaleye açık bir kesim olduğunun dolaysız bir göstergesidir. Deyim uygunsa ülkemiz gençlik hareketi sözkonusu olduğunda reformizm cephesinden devrim istismarı her zaman kendini dayatan bir zorunluluktur. Toplumsal bozulmanın
etkisinin görece daha zayıf olduğu liseli gençlik alanında bu zorunluluk çok daha belirgindir. Devrimle, devrimci savaşımla alakaları kalmamış bir takım reformist çevrelerin döne döne geçmiş devrimci kuşakların mirasına sarılmalarının, alandaki boşluktan yararlanarak bundan da umdukları sonuçları alabilmelerinin nedeni budur. Gençlik hareketinin toplam tablosu ışığında baktığımızda hareketin sıkıştırıldığı reformist cendereyi kırmadan gençliği devrim mecrasına çekmek mümkün değildir. Bunun sorumluluğu halihazırda öncelikle genç komünistlerin omuzlarına düşüyor. Komünist gençlik çalışmasının sorunları ve sorumlulukları saflarımızda döne döne irdelendiği ölçüde, çalışmamızla ilgili tartışmaları burada yinelemeye gerek yoktur. Etkin-yaygın bağımsız siyasal faaliyeti zayıflatmadan kitleleri örgütlemenin esnek araçlarını kullanabilmek, keza gündelik çalışmayı ideolojik-politik donanım alanındaki yetersizlikleri gidermekle birleştirmek (bu çerçevede MarksizmLeninizm’i kesintisiz bir devrimci özümsemeye konu etmek), genel veya özgün propaganda ve ajitasyon faaliyetini örgütsel yapıyı güçlendirecek ve kitle tabanını genişletecek araç, yol ve yöntemlerle birleştirmek gibi alanlarda mesafe almamız gerektiği yeterince açıktır. Nitekim reformist odaklaşma karşısında devrimin bayrağını layığınca taşıyabilmek, bu mesafeyi almak ölçüsünde mümkün olabilecektir. Devrimci bir gençlik hareketinin gelişimi önünde barikata dönüşmüş reformist anlayışlarla kesintisiz bir ideolojik-politik mücadele yürütmek tam da bunun bir gereği olarak karşımızda duruyor. Zira bu bir yandan reformizmin devrim istismarına set çekme, bir yandan da tabandan birleşik hareket ve eylem basıncı yaratma müdahalesidir. Bir yandan politik gençlik kitlesine yönelik devrimci ideolojik bir müdahale, diğer yandan komünist gençliğin devrimci eğitim ve arınma çabasıdır vb. Bu mücadelenin yayından faaliyetin düzeyine, kadrolaşmaktan kitle tabanını büyütmeye dek bir dizi alanda sonuçlarını üreteceğinden de kuşku duymuyoruz.
(TKİP Merkez Yayın Organı EKİM’in Mart 2012 tarihli 280. sayısından alınmıştır...)
Devrimci bir gençlik hareketinin gelişimi önünde barikata dönüşmüş reformist anlayışlarla kesintisiz bir ideolojik-politik mücadele yürütmek tam da bunun bir gereği olarak karşımızda duruyor. Zira bu bir yandan reformizmin devrim istismarına set çekme, bir yandan da tabandan birleşik hareket ve eylem basıncı yaratma müdahalesidir. Bir yandan politik gençlik kitlesine yönelik devrimci ideolojik bir müdahale, diğer yandan komünist gençliğin devrimci eğitim ve arınma çabasıdır vb. Bu mücadelenin yayından faaliyetin düzeyine, kadrolaşmaktan kitle tabanını büyütmeye dek bir dizi alanda sonuçlarını üreteceğinden de kuşku duymuyoruz.
23
Dava bitmedi, hesabını mutlaka soracağız! Tarihi katliamlardan ibaret olan sermaye sınıfı ve devleti, katliamlarını örtbas etme çabaları ve ikiyüzlülüğüyle önümüzdeki süreçte de işçi ve emekçilere yönelik vahşi uygulamalarını sürdüreceği mesajını vermektedir. Roboski (Uludere) katliamındaki rolünü gizlemeye çalışan, rolünü gizlerken diğer taraftan ordu içerisinde yer alan komutan, asker, pilotların katliamdaki payından dahi söz etmemeye çalışan sermaye devleti, Hrant Dink cinayetinde “örgüt yok” kararına varıp sorumluları terfi ettirirken, sanıkları bir bir tahliye etmektedir. Son olarak 13 Mart'ta Ankara Adliyesi'nde görülen Sivas katliamı davası da, devletin katliamcı geleneğinde hiçbir değişikliğin olmadığını ispatlamaya yetmiştir.
Mahkeme süreci 13 Mart'ta Ankara Adliyesi 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen son duruşmada haklarında süren davanın “zamanaşımı süresini” doldurduğu gerekçesiyle 7 kişi beraat etti. Mahkeme heyeti, dönemin Belediye Meclis Üyesi, davanın bir numaralı sanığı Cafer Erçakmak ve Yılmaz Bağ’ı ölmelerinden dolayı; Şevket Erdoğan, Köksal Koçak, İhsan Çakmak, Hakan Karaca ve Necmi Karaömeroğlu hakkında ise “zamanaşımı” nedeniyle davanın düşürülmesine karar verdi. Firari sanıklardan biri olan ve “kırmızı bültenle” aranan Cafer Erçakmak'ın, geçtiğimiz yıl Temmuz ayında Sivas'ta, kızının evinde öldüğü, cesedinden alınan DNA örnekleri ile kanıtlanmış, aynı şekilde Yılmaz Bağ'ın da öldüğü haber verilmişti. Diğer kaçak sanıklardan İhsan Çakmak'ın Sivas'ta yaşadığı, askerliğini yaptığı, evlendiği ve karakoldan ehliyet aldığı ortaya çıktı. Ne tesadüftür ki, Sivas'ın katilleri Sivas'ta emniyetin 500 metre yakınında oturuyor, olağan bir şekilde hayatına devam edebiliyor. “Bir türlü bulunamayan” sanıklar uluslararası ticarette hızla yükselip büyük birer patron olabiliyor. Devrimcileri asılsız gerekçelerle tutuklayan devlet, burnunun dibindekileri görmüyor.(!) Önce katledip, sonra katillerini korumaktan çekinmeyen devletin riyakârlığı ortadadır. Davanın sanıklarından bir diğeri olan Vahit Kaynar, Polonya’da yakalanır, yakalandığı bilgisi ise ancak 40 gün sonra verilir. Aradan geçen zamana rağmen, aileler bir takım hukuki girişimlerde bulunurlar. Adalet Bakanlığı’nın kılını kıpırdatmaması üzerine “evrak yetişmedi” bahaneleriyle Kaynar Polonya’daki duruşmaya dahi katılmadan Almanya’ya geçer ve orada yaşamaya başlar. Katliamdan bir yıl sonra, 1994’te düzenlenen iddianame üzerine başlayan yargılama, sanıkların firari olması ve bir türlü yakalanamaması nedeniyle 19 yıldır sonuçlandırılmadı. Savcı, Cafer Erçakmak dışındaki 6 sanığın “anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüse iştirak” suçlarından yargılandığını, suçun işlendiği tarihten itibaren 15 yılı doldurmasından kaynaklı zamanaşımından beraat etmeleri gerektiğini, Cafer Erçakmak’ın ise “anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs”ten yargılansa da, ölmesi sebebiyle davanın dolaysız olarak düştüğünü söylemektedir. İnsanlık suçu kapsamındaki davalarda zamanaşımı süresinin geçerli olmaması gerekirken Sivas davası bu kapsamda görülmediği için sanıklar hakkında zamanaşımına gidildi. Sanıkların avukatları da hiç de “sıradan” avukatlar değil, her gün medyada gördüğümüz tanıdık kimselerdir. Katliam vakti “avukat” olan kişiler, bugün iktidarda bulunan AKP'nin öncülü olan Refah, Fazilet ve Saadet partilerinin içinde olan, şimdilerde bakan, milletvekili, belediye başkanı, Anayasa Mahkemesi üyesi vs. olmuşlardır. Bir kaçını sayacak olursak; Av. Şevket Kazan - Eski RP Milletvekili ve eski Adalet Bakanı, Av. Celal Mümtaz Akıncı - Afyon Barosu Başkanı ve Anayasa Mahkemesi üyesi, Av. Hayati Yazıcı Devlet Bakanı, Av. Haydar Kemal Kurt - AKP Isparta Milletvekili... Liste daha da uzatılabilir. Devlet tarafından işlenen bir katliam olan Sivas’ın faillerinin
24
yargılanmasını beklemek kendini kandırmak olacaktır, zira aynı katliamcı gelenek bugün iktidarda dümeni elinde tutmaktadır. 7 sanık arasında “yaşayan kamu görevlisi” olmadığı için zamanaşımı süresinin dolduğu iddia edilmektedir. Peki gerici-faşist güruh, Madımak Oteli’nin önünde 8 saat bekleyip, oteli ateşe verirken, olaya müdahale etmeyen Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Emniyet Müdürü, MİT, DGM savcıları kamu görevlisi değil miydi? Otelin önünde gözlerini kan bürümüş binlerce kişi dururken, devletin üst kadrolarının olaydan haberdar olmadığını düşünmek -ki sonradan yapılan açıklamalarla olaydan net bir şekilde haberleri olduğu ortadayken-, katliam öncesi herhangi bir önlem almamaları onların yargılanması için yeterli değil midir?
Sermaye düzeninin yasaları aldatır! Sivas katliamında sermaye düzeninin ve devletinin rolünü görmek, katliamdan hesap sormak için gerekli ipuçlarını da verecektir. Bir kez daha gördük ki hukuki yollar, her zaman adalet sağlamamaktadır. Sivas katliamında da görüldüğü gibi hukuk, bazen katliamların örtbas edilmesi, hasıraltı edilmesi için işlev görmektedir. Tarihin tozlu raflarında yer bulması istenen Sivas katliamında düzenin hukuku “Adalet mülkün temelidir!” safsatasını tekrarlamaya devam etti. Birçok göstermelik katliam davasını daha zamanaşımı bahanesiyle kapatmak isteyen düzen, kendini aklama peşinde olduğu kadar tetikçilerini, katil sürülerini de aklama derdinde. Katillere cesaret veren uygulamalara imza atan emniyeti, ordusu, yargısı ile düzen yeni katliamlara da davetiye çıkarmaktadır. Eski hükümetler döneminde gerçekleştirilen katliamlar AKP hükümeti döneminde zamanaşımına uğramaktadır. “Yeni anayasa çalışmaları” adı altında işçileri, gençleri, kadınları, toplumun tüm kesimlerini gerici hayaller peşinde koşturan AKP hükümeti, anayasa aldatmacası yanında, 12 Eylül’le hesaplaşma salvoları eşliğinde katliam geleneğinin sürdürücüsü olduğunu, zamanaşımına sesini çıkarmayarak, aksine “milletimize hayırlı olsun” türü pervasızca açıklamalarla ispatlamaktadır. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas... Tarih boyunca nice katliamlardan geçen Aleviler, mezhepsel ayrımcılıklara son verilmesi için mücadele ettiler. Okullarda zorunlu din dersinin kaldırılması, farklı din ve mezheplerden vatandaşların eşit haklara sahip olması, ibadet özgürlüğünün sağlanması ve cemevlerin yasaklanmaması için mücadele ettiler. Demokratik hak ve özgürlükleri için mücadele eden Alevi işçi ve emekçileri, düzen içi çatışmalara alet edilmek istendi. Kuruluşundan bugüne Aleviler'i imhaya, inkara, asimilasyona dayalı Türk devleti yakın tarihimizde de Aleviler'i laiklik maskesi altında CHP'ye yedeklemeye çalıştı. Özellikle toplumsal kesimlerin belli bir politizasyon yaşadığı süreçlerde Aleviler, CHP üzerinden düzen içi kanallara hapsedilmek istenirken, diğer yandan Alevi ve Sünni mezhebinden işçi ve emekçileri birleşik mücadeleden alıkoyan gerici ideolojik propagandanın esiri haline getirilmek istendi.
Hesabını sokakta soracağız! Çağdışı, barbarca işlenen bu katliamlara karşı sessiz kalınmamalı. Sessiz kalınması ve hukuksuz yargılamaların kabullenilmesi demek, tarih ve insanlık karşısında suçlu duruma düşmek demektir. Zulme, zorbalığa boyun eğmemek, hesap sormak gerekir. Zulümden, zorbalardan hesap, ancak devrimci, sosyalist işçi-emekçi iktidarı için verilecek mücadele ile sorulabilir.
“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya da dünyamıza inecek ölüm”* Dünya’da ve Türkiye’de savaş naralarının atıldığı, kardeş halkların kanlarının akıtılmaya hazırlanıldığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye topraklarına kurulan füze kalkanıyla, Ortadoğu halklarına yönelen savaş namluları insanlığı bir kez daha yıkıma sürükleyecek bir savaşın sinyallerini veriyor. Bir kez daha hammadde ve pazar arayışına giren emperyalistler, gözlerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki yer altı ve yerüstü kaynaklarına dikmiş durumdalar. Türk sermaye devleti ise olası bir üçüncü paylaşım savaşında safını şimdiden seçmiş görünüyor. İşte böylesi bir süreçte ülkemizdeki faşist baskı ve terörün dozu da arttırılıyor. Son birkaç ayda yapılan operasyon, gözaltı ve tutuklamaları takip etmek bile güçleşiyor. PVSK ve TMY gibi yargısız infaz, katliam yasalarıyla; Özel Yetkili Mahkemeleri ile Kürt hareketini ve devrimci hareketi bitirmek isteyen sermaye devleti dışarıda dünya savaşı devam ederken içerde çatlak seslere tahammül edemeyeceğini gösteriyor. Öyle ki, örgütlü mücadelenin içinde olmasa dahi devrimi, sosyalizmi savunan; ezilen Kürt halkının yanında olan herkesi (aydınlar-yazarlar-gazetecileravukatlar vs.) potansiyel suçlu ilan ediyor, cezaevlerine dolduruyor. Elbette biz öğrencilerin payına da fazlasıyla düşen baskı, yasak, gözaltı, tutuklama saldırıları kapsamlı devlet terörü tablosunu gözler önüne seriyor. Bununla yetinmeyen sermaye devleti dinci-gerici parti iktidarı eliyle psikolojik savaşı da tırmandırıyor. Yeni eğitim projeleriyle ya da dindar nesil tartışmalarıyla “geleceğe” yatırım yapan AKP iktidarı dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, komşusunun evine bomba düştüğünde kendi evine düşmediği için Tanrı’ya şükreden bir toplum yaratmak istiyor. Yarattığı sahte ayrışmalarla işçi ve emekçilerin bir araya gelmesini önlemeye çalışıyor. Böylesi bir dönemde herhangi bir basın açıklamasına katılmak, kitap ya da afiş bulundurmak, ya da Grup Yorum’un konser biletini satmak dahi yılları bulan hapis cezalarına çarptırılıyor. Dizginlerinden boşalan devlet terörüne karşı ses çıkarmaya devam edenler ise dinci partinin gazabından kurtulamıyor. Özgürlük isteyenlere yanıt veren İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, AKP’nin “özgürlük, demokrasi” anlayışını ortaya koyuyor. Özgürlük isteyenlere yanıtında şu tespitleri yapıyor İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin: “Özgürlük… Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca da şikâyet etme. Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin demek ki. Niye şikâyet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlük. Hem de o kadar bir özgürlük var ki ‘Ben bu memleketi bölmek istiyorum, özgürlük, özerklik yetmez bilmem ne 'ıstan' yapmak istiyorum’ diyecek kadar özgürlük var. İnkâr edemezsin. Tek inkâr ettiğin şey, var olan özgürlükleri söylemeyi, varlığı inkâr ediyorsun. Kabul etmeyi inkâr ediyorsun. Yaşadığın özgürlüğün varlığını, kalbin, söylemeye özgürlüğün yok çünkü kafan düşüncen
ipotekli. Onu söylemeye özgür değilsin. Var olan sonuna kadar yaşadığın özgürlükleri, 'var' diyecek özgürlüğün yok. Orada tutsaksın. Seni tutsak yapan, sana sanal özgürlük yok dedirten o güçle de mücadele ediyoruz. Seni de seni konuşturanı da yok ederek, seni de senin yapını da bölücüler ve uzantılarını da özgürleştirmeye çalışıyoruz aynı zamanda. Yaptığımız iş bu. Çok derin, çok kapsamlı bir iş.” Evet, yok ederek bizi özgürleştirmeye çalışıyorlar. Çok kapsamlı, çok derin işler yapıyorlar. Örneğin işkencede katlediyorlar ya da eline silahı verip bir çocuktan bir katil yaratıyorlar. Bunlar da yetmiyor kaçırıyorlar, tehdit ediyorlar, ajanlaştırmaya, onursuzlaştırmaya çalışıyorlar. Bu yöntemlerin sökmediği yerde kaybediyorlar, katlediyorlar. Ama sessizce, yani derin yapıyorlar tüm bunları… Tüm devlet yapılarının (burjuva demokrasilerinin dahi) sıkça kullandığı bir silahtır faşist baskı ve terör. İhtiyaç hâsıl olursa, toplumsal mücadele yükselirse; bu aracı devreye sokarlar. Tabi derinden yaparlar bunu. Sonrasında ise savunurlar kendilerini, “bizim değil 'derin devletin' işi” diye. Ancak bizim ülkemizde egemenler o kadar pervasızlaşmışlardır ki “derin ve kapsamlı işler” yaptıklarını kabul ediyorlar. 90’larda, Susurluk’ta ortaya çıkan kirli ilişkiler bugün ayan beyan sürdürülüyor. Yine içişleri bakanı Hocalı Katliamı’nın yıl dönümünde Taksim’de yapılan ırkçı eylemde tüm kinini ve nefretini kusuyor. Ardından üniversitelerde faşist beslemeler tarafından devrimci öğrencilere yönelik pusular, saldırılar devreye sokuluyor. Bunun yanında Adıyaman’da, İzmir'de ve Erzincan'da alevi ailelerin kapılarına çizilen işaretler, yaratılmaya çalışılan korkuyu tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Tüm bunlar resmi-sivil faşist ve iktidar ilişkilerini kanıtlıyor. Tüm bunlardan anlaşılıyor ki devrimci mücadele ve toplumsal muhalefet bir cendereye sokulmak isteniyor. Hukuk sistemi ve F tipleriyle de parçalar tamamlanıyor. Tabi bir de madalyonu diğer yüzünden okumak gerekiyor. Tüm bu baskılara, komplolara boyun eğmeden yol yürümeye devam edenler var. Her operasyonu kitlesel gösterilerle karşılayan “biz de aynı suçu işliyoruz o halde bizi de tutuklayın” diyen, gerilla cenazelerinde özgürlük şiarlarını haykıran Kürt halkı, on yıllardır nice yiğitlerini yitiren ama her defasında küllerinden yeniden doğmayı bilen devrimci-komünist hareket, ne yaparlarsa yapsın rahat uyuyamayanların korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Nazım’ın da dediği gibi, dünyamıza inecek ölümü elleri kolları bağlı beklemeyenler ölü yıldızlara hayatı götürmeye çalışıyorlar. Zincirlerinden, kelepçelerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar seni de çağırıyorlar bu kavgaya. Haydi, “gerçek özgürlük” için önce kendi içimizdeki zincirleri kırmaya, duvarları yıkmaya… *Nazım Hikmet “Stronsium 90” Z. Eylül
25
Ortadoğu ve Suriye üzerine
İsrail devletinin kurulmasının ardından gelişen Arap – İsrail çatışması, sadece ABD ve Sovyetler arasındaki çatışmanın ihtiyaçlarına göre şekillenmemiş, aynı zamanda buradaki farklı Arap devletlerinin kendi bölgesel çıkarlarını korumak adına birbirleriyle de çatışma içine girmelerine sebep olmuştur.
26
Suriye üzerinden emperyalistler ve onların işbirlikçileri arasındaki taraflaşmalar sürerken bu taraflaşmaları anlamak ve yakın gelecekteki olasılıkları öngörebilmek için tarih boyunca Ortadoğu ülkelerinin dünya ekonomosiyle bütünleşme biçimlerine ve bu ilişkilerin yansımaları olan politik ilişkilerin seyrine hâkim olmak gerekiyor. Bu ilişkilerin karmaşıklığından bir ölçüde kurtulmak için bölgedeki stratejik ve taktiksel ittifakları birbirinden ayırmak gerekiyor. Daha açık olursak, yakın tarihte köklü ve uzun vadeli ekonomik ilişkiler içindeki devletleri tespit etmeli, bu tür ilişkiler dışındaki kimi kısa vadeli ortaklıkları da bu temel ve köklü ilişkiler çerçevesinde anlamaya çalışmalıyız. Bununla birlikte, bu kısa vadeli ortaklıklarda bazı ülke içi muhalefetlerle olan ittifaklar da ön plana çıkarak yeni taraflaşmalara işaret edebilir. Örneğin, bugün Suriye’de gerçekleşen olayları anlamaya çalışırken “Böyle bir değişim var mı, varsa ne oluyor?” diye sorulabilir. Buradaki esas mesele, Suriye lideri Beşar Esad’ın ve onun temsil ettiği kesimlerin emperyalistlerin çıkarlarıyla nasıl çelişkiler yaşadıklarını, bu çelişkilerin ne şekilde çözüleceğini ve yeni çelişkilere dönüşeceğini anlamaya çalışmak. İlk olarak, şunu unutmamak gerekir ki, Sovyetler Birliği’nin de varlığını sürdürdüğü dönemde, Ortadoğu’daki devletlerin birbirleriyle ilişkilerini tahlil ederken, sadece ABD, Avrupa Birliği gibi büyük emperyalist aktörlerin ve bunların karşısında Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını göz önünde bulundurmak yeterli değildir. Aynı zamanda bu bölgedeki farklı devletlerin egemen sınıflarının çıkarları da bu ilişkilerde önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin; Mısır ve Suriye’nin ortak bir Birleşik Arap Cumhuriyeti girişiminin uzun süreli olmamasının sebebi Suriye’deki egemenlerin çıkarlarının Mısır’dakilerle uyuşamamış olmasıdır. Ya da benzer şekilde, “sosyalist” ve “antiemperyalist” olduğunu iddia eden Baas Partisi, Suriye ve Irak’ta birbirleriyle karşıtlık içinde olan
farklı kollara bölünmüştür. Daha sonrasında, hem İran-Irak Savaşı’nda hem de Irak’ın Kuveyti işgalinde Irak ve Suriye devletleri karşıt taraflarda yer almıştır. İsrail devletinin kurulmasının ardından gelişen Arap – İsrail çatışması, sadece ABD ve Sovyetler arasındaki çatışmanın ihtiyaçlarına göre şekillenmemiş, aynı zamanda buradaki farklı Arap devletlerinin kendi bölgesel çıkarlarını korumak adına birbirleriyle de çatışma içine girmelerine sebep olmuştur. Örneğin, Mısır, başta İsrail karşısında yer aldıysa da, daha sonra İsrail ile barış görüşmelerini başlatmış, hatta iki tarafın liderleri Enver Sedat ve Menahem Begin Nobel Barış ödülünü almışlardır. Ya da Arap – İsrail çatışmasının devam ettiği süreçte, İran ve Irak devletlerinin çıkarlarının uyuşmaması bu iki ülke arasında savaşa neden olmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dahi bu çatışmanın devam ediyor olması, bu çatışmanın kaynağında İsrail devletinin çıkarlarıyla diğer bölge devletlerinin çıkarlarının uyuşamamasının yattığını göstermektedir. Ayrıca dünya üzerinde, farklı devletlerin birbirleriyle çatışmalarının kaynağında nasıl farklı ulus-devlet sınırları içerisindeki sermayedarların çıkarlarının çatışması yatıyorsa, Ortadoğu’daki devletlerin birbirleriyle çatışmalarının kaynağında da aynı neden yatmatkadır. ABD ve AB’nin İsrail’le olan işbirliği de, hem emperyalist aktörlerin, hem de İsrail’in çıkarlarına uyduğu için varlığını korumaktadır. Bu örneklerle anlatılmak istenen, devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde belirleyici olan bu ülkelerdeki semaye sınıfının baskın kesimlerinin çıkarlarıdır, tüm politik, ideolojik, dini kılıflar sermayenin çıkarlarına uyacak bir şekle bürünmek zorundadır. Bu nedenle, bu ilişkileri anlamaya çalışırken öncelik sermaye sınıflarının taraflaşmalarını anlamaya verilmelidir. Bu, hem Arap – İsrail çatışmasını doğru zeminde algılayabilmek, hem de Ortadoğu’daki taraflaşmaları doğru değerlendirebilmek için özellikle vurgulanmalıdır. Bu sayede Ortadoğu’daki olayların anlaşılmasına engel olabilecek kimi önyargıların kırılması da kolaylaşacaktır. 2011 yılının Mart ayından bu yana devam eden rejim karşıtı gösterilerle daha gözle görünür hale gelen Suriye’deki karışıklık, emperyalistlerin, Suriye içindeki egemen sınıfların muhalif kesimleriyle işbirliğini güçlendirmesiyle birlikte sömürülen halkların çıkarlarına karşıt bir niteliğe bürünmüştür. ABD, AB, Türkiye, İsrail, Körfez İşbirliği, Arap Birliği ülkeleri, İran, Rusya ve Çin gibi dış odakların yanında, Suriye Ulusal Konseyi, Müslüman Kardeşler, Özgür Suriye Ordusu, Esad yanlısı güvenlik ve istihbarat güçleri gibi Suriye içi odaklar sömürülen Suriye halklarının rejim karşıtlığının önüne geçerek kendi çıkarları üzerine
bir mücadeleye girmiş bulunmaktadır. Suriye’de devam eden süreç boyunca, Özgür Suriye Ordusu ile işbirliği içinde olan Suriye Ulusal Konseyi, ülke dışında emperyalist odaklarla – özellikle ABD ve AB ile – ilişkilerini güçlendirmiş ve Esad rejimine karşı Müslüman Kardeşler ile de büyük ölçüde yan yana gelmektedir. Bunu, yakın zamanda “Suriye’nin Dostları” adı altında biraraya gelerek de göstermişlerdir. Bu ittifakın diğer güçlü aktörleri de İsrail, Türkiye ve Körfez İşbirliği ülkeleridir. Türkiye kısa vadede kendi topraklarındaki Kürt hareketinin muhalefetini bastırmakta elini güçlendirmek için Esad rejimiyle karşıtlık içindedir. Ayrıca uzun vadede de ABD ile ortaklık içinde bölgede önemli bir güç olmak için sınırlarını zorlamakta, bir yandan İran’a karşı füze kalkanı projesini hayata geçirirken bir yandan da İsrail ile ikili ilişkilerinde daha baskın olmaya çalışmaktadır. Yakın zamanda emperyalistler ve onların işbirlikçileri, Libya’da nasıl bir rol oynadılarsa Suriye’de de, bir yandan bu rolü oynamaya hazır bulunmakta; ama bir yandan da İran’la olan çatışmanın yol açabileceği zararlara karşı dikkatli olmaktadırlar. Bu çerçevede, emperyalistler, hem Rusya ve Çin’in Suriye’ye askeri müdahaleye karşı aldıkları tutumu hem de İran’ın Suriye’deki Esad rejimiyle ilişkilerini kesmeye doğru taktiksel bir adım atmasıyla İran’a müdahalenin kendilerini büyük bir çıkmaza sürükleyebileceğini göz önünde bulundurmaktadırlar. Bütün bu çıkmaz durumun içinde, Suriye’nin önemli ticari ortağı AB’nin de ABD’yle birlikte Esad rejimine karşı ortaklaşmış olması, Esad rejiminin devam etme olasılığını oldukça düşürüyor. Esad rejimine karşı dışardan destek sunan bu odaklar, Esad’ı devirmek içinse mümkün olduğunca Suriye içi odakları birleştirmeye ve onlarla ittifak kurmaya çalışıyor. Bunun içinse en olası güç Müslüman Kardeşler olarak gözüküyor; fakat doğrudan Müslüman Kardeşler ile ortaklaşamayan emperyalistler, Suriye Ulusal Konseyi aracılığıyla bir yandan bunun önünü açmaya, bir yandan da Özgür Suriye Ordusu’na hem istihbarat, hem de silah desteği sunarak Esad’ın askeri gücünü yıpratmaya çalışıyor. Diğer tarafta, ABD ve onun işbirlikçilerinin çıkarlarına karşı, İran, Çin ve Rusya da Suriye’ye askeri müdahalenin önünde büyük bir engel oluşturmaya devam ediyor. Bunu en açık şekilde Çin ve Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararları veto ederek gösterdiler. Çin ve Rusya’nın Esad rejiminin arkasında durmasında yatan sebepler ise bu iki ülkenin Suriye’yle olan ekonomik ilişkilerinde yatıyor. Çin ile Suriye arasındaki 2 milyar dolar
civarındaki ticaret hacmi – Çin’in, Suriye’nin en çok ithalat yaptığı ülke olması – ve bunun yanında Arap olmayan ülkeler arasından Suriye’ye en çok sermaye ihraç eden ülkenin Çin olması, Çin’deki sermaye sahipleri açısından Suriye’nin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca, Çin ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkilerin artması da Suriye’nin diğer önemli ticaret ortağı AB ile olan ilişkilerinin son yıllarda azalmasına yol açmış durumda. Suriye – Rusya ilişkileri de benzer temellerde şekillenmiş durumda. Suriye’ye askeri müdahaleye karşı Rusya’nın iki savaş gemisinin Tartus Limanı'nda demirlemiş olması, ilk aşamada bu iki ülkenin arasındaki ilişkilerin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, Rusya ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkilerin en önemli parçası Rusya’nın Suriye’ye ihraç ettiği savunma sanayi ürünleri. Silah Transfer Veribankası’nın verilerine göre Suriye’deki savunma sanayi ürünlerinin yüzde 65’i Rusya’dan ithal ediliyor. Ayrıca, Libya ile Kaddafi döneminden kalan enerji anlaşmalarının, Libya’da başa gelen yönetim tarafından yenilenmemesi üzerine Rusya, Suriye’yle de benzer bir durumla karşılaşıp daha fazla zarar etmek istemediği için Suriye’ye müdahaleye karşı tavır almış durumda. İran ve Suriye arasındaki ilişkilerde de Hamas ve Hizbullah üzerine ortaklaşmalar önemli bir rol oynuyor. Bununla birlikte iki ülke 2011 yılı ortasında 10 milyar dolarlık doğal gaz anlaşması imzaladılar. Daha sonra, 2011 yılı sonunda, İran ve Suriye arasında Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı. 2012 Şubat ayında da, elektrik alanında iki ülke arasındaki işbirliğini pekiştirmek için görüşmeler yapıldı. Bütün bu artan ekonomik ilişkilerle birlikte, emperyalistlerin İran’a karşı uyguladıkları baskıcı politika, bu iki ülke arasındaki bağları olası bir askeri müdahalede daha da güçlendirecek potansiyele sahip. Ancak İran’ın iç dinamiklerine bağlı olarak İran’daki muhalefet, Ahmedinejad’ın Suriye üzerindeki tutumunu taktiksel olarak değiştirmesi yönünde bir baskı da yaratabilir. Sonuç olarak, Hamas ve Hizbullah’a karşı El Kaide’nin Suriye’de iç savaşı kışkırtmalarına, Suudi Arabistan ve Katar’ın emperyalist müdahale için destek vermelerine, Türkiye’nin bölgesel rolüne ve bütün bunları destekleyen ABD ve Fransa’nın Suriye Ulusal Konseyi ve Müslüman Kardeşler ile kurduğu ortaklığa, Esad rejiminin sömürülen halklara uyguladığı baskıcı politikaya karşı, ezilen halkların kardeşliği şiarını yükseltmek komünistlerin, ilerici ve devrimci öğrencilerin görevidir. D. Baran
Yakın zamanda emperyalistler ve onların işbirlikçileri, Libya’da nasıl bir rol oynadılarsa Suriye’de de, bir yandan bu rolü oynamaya hazır bulunmakta; ama bir yandan da İran’la olan çatışmanın yol açabileceği zararlara karşı dikkatli olmaktadırlar. Bu çerçevede, emperyalistler, hem Rusya ve Çin’in Suriye’ye askeri müdahaleye karşı aldıkları tutumu hem de İran’ın Suriye’deki Esad rejimiyle ilişkilerini kesmeye doğru taktiksel bir adım atmasıyla İran’a müdahalenin kendilerini büyük bir çıkmaza sürükleyebileceğini göz önünde bulundurmaktadırlar.
27
Ulusal sorun ve devrim
Bu kapsamda, Kürt halkına yönelik imha ve inkar politikalarının tırmandırıldığı şu günlerde “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını yükselterek Kürt halkına “özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik” için mücadeleyi büyütmek yakıcı bir ihtiyaç olarak durmaktadır.
28
Son iki sayımızda demokrasi ve bağımsızlık konuları ile ilgili program sorunları üzerine konferanslar ele alınmıştı. Bu sayımızda da program sorunları üzerine konferansların sonuncusu olan “Ulusal sorun ve devrim” ele alınacaktır. Düzenin Kürt sorunu karşısında dayattığı çözümsüzlük ve bu noktada Kürt hareketinin içerisine düştüğü açmazları anlayabilmek adına da “Ulusal sorun ve devrim” başlığı ile gerçekleşen konferansı değerlendirmek yararlı olacaktır. Lenin'in tanımlamasıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkı siyasal bağımsızlık demektir. Yani ulusal sorun kendi yapısı ve sınırları içerisinde değerlendirildiğinde demokratik bir sorun olduğu görülmektedir. Bu kapsamda ulusal sorun karşısında ulusal kurtuluş talebi ile yükselen her “ulusal hareket”, toplumsal-iktisadi özü ve içeriği yönünden burjuva-demokratik bir hareket olacaktır. Türkiye'de ulusal sorunun varlığı ise karşımıza güncel olarak “Kürt sorunu” olarak çıkmaktadır. Kürt sorunun salt ulusal kurtuluş talebine sıkışan burjuva-demokratik bir sınıra hapsolduğunda kalıcı bir çözüme ulaşamayacağı açıktır. Bu kapsamda ulusal sorunun, Türkiye özelinde ise Kürt sorunun ele alınış ve mücadeleye konu ediliş biçimi ile ilgili olarak “demokrasi sorunu ve devrim” ve “bağımsızlık sorunu ve devrim” konferanslarında tartışılanlar genel bir çerçeve çizmektedir. Ancak daha net bir tanımlama yapmak açısından Mart '89 tarihli Ekim'in “Kürt Ulusal Sorunu” başlıklı yazısından alıntı yapmak faydalı olacaktır: “Biz Marksistler olarak, ulusal dargörüşlülüğe, ulusal sınırlılığa, ulusal istemlerin kendi başına amaç görülmesine elbette karşıyız. Ulusal ilke ve esasları değil, sınıfsal ilke ve esasları temel alırız. Haklı ve meşru da olsa ulusal istemleri kendi içinde bir amaç olarak değil, proleteryanın sınıf çıkarlarına ve amaçlarına bağlı olarak ele alırız. Bir devletin sınırları içinde olunduğu sürece, hangi milliyetten olursa olsun tüm proleteryanın ortak sınıf örgütlenmesini ve birleşik devrimci mücadeleyi savunuruz. Fakat şunu biliriz ki, bunun yolu birlik ilkesi ve birliğin yararları üzerine soyut nutuklar çekmekle yetinmekten değil, ezilen ulustan işçilere ve emekçilere güven vermekten geçer. Bu güven, başta kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet olarak varolma hakkı olmak üzere, ezilen ulusun tüm meşru ulusal haklarını içtenlikle ve kararlılıkla savunmakla, bunun gereklerini pratik faaliyetimizin ayrılmaz bir parçası görüp hergün her an yerine getirmekle gerçekleştirilebilir.” Açıktır ki çağımızda ulusal sorunun kalıcı çözüme ulaşması ancak emperyalizm ve onun uzantısı olan alt sömürgeci devletlerin egemenliğinden kurtulması ile olanaklı olacaktır.
B. Bahar Bunu özünde ulusal sorunun köylü sorunu olması sebebiyle köylülüğün kurtuluşu tamamlamaktadır. Kısacası Kürt sorunun kalıcı çözümü ancak Türk sömürgeciliği ve bunun gerisindeki emperyalizm ve sömürünün içteki dayanakları olan Kürt feodalburjuva sınıfıyla hesaplaşmaktan geçmektedir. Bu çerçeve de bize sorunun bir devrim sorunu olduğuna ve proleter devrim sorununun bir parçasını oluşturduğuna işaret etmektedir. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik taleplerinin ancak bir devrim mücadelesi ile gerçekleşebileceği açıkken çözüm yolu olarak geçmişte “siyasal çözüm” günümüzde ise “demokratik özerklik” gibi taleplere sıkışmanın ancak bir çözümsüzlük getirdiği ortadadır. Komünistler, 1992'de Kürt hareketi adına “yol ayrımı” olarak tanımladıkları “siyasal çözüm” önerisini şöyle tanımlamışlardır: “Emperyalist dünya sisteminin genel çerçevesi içerisinde ve Türkiye'nin bugünkü mevcut toplumsal-iktisadi ilişkileri içerisinde, bunlarda herhangi bir temel değişikliğe gitmeksizin, yalnızca siyasal ve hukuksal çerçevede Kürtler lehine bazı yeni düzenlemelerin yapılmasıdır. Bunun bir takım anayasal güvencelere bağlanabilmesidir.” (Program sorunları üzerine konferanslar-Ulusal Sorun ve Devrim / H. Fırat, S. 45) “Siyasal çözümün” sorunun kalıcı çözümü ile alakası olmadığı gibi ortaya konduğu tarihten bugüne kendi dar çerçevesinde dahi bir sonuç elde edilemediği ortadadır. “Siyasal çözüm” mantığı güncel olarak da karşımıza “demokratik özerklik” olarak çıkmaktadır ki bu da Kürt hareketinin içerisine düştüğü çıkmazı göstermektedir. Her ne kadar bu politikada ısrar “bundan başka çözüm yolu yok” mantığı ile dayatılmaya çalışılsa da bu politikanın Kürt hareketinin “siyasal çözüm” bakış açısından günümüze sahip olduğu sınıf mantığı ile izlediği politika olduğu açıktır. Ne yazık ki bu politika karşısında Türkiye sol hareketi ise Kürt sorunu karşısında geçmişten miras aldığı “kendiliğindencilik” bakış açısını aşamamakta, konjonktürel koşulların belirlediği tutum ve davranışlar içerisinde, tutarlı ve ilkesel bir tavır ve politika belirleyememektedir. Geçmişte HEP çatışı altında birleşme çabaları, bugün de karşımıza “Halkların Demokratik Kongresi” olarak çıkmaktadır. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik taleplerinin gerçek anlamıyla ancak sosyalizmde karşılanabileceği açıkken Kürt sorununa bu bilinç açıklığı ile yaklaşmak komünistlerin önünde bir görev olarak durmaktadır. Bu kapsamda, Kürt halkına yönelik imha ve inkar politikalarının tırmandırıldığı şu günlerde “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını yükselterek Kürt halkına “özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik” için mücadeleyi büyütmek yakıcı bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Ulusal sorun ve çözümü ile ilgili daha kapsamlı bilgi ise Eksen Yayıncılık'tan çıkan “Program sorunları üzerine konferanslar-Ulusal Sorun ve Devrim / H. Fırat” kitabının incelenmesi ile elde edilebilir.
Şerzan'a gecikmiş bir mektup... Şerzan yoldaş, ben seni hiç görmemiş fakat seni yakın arkadaşlarından duymuş bir yoldaşınım. Faşistler seni polis işbirliğiyle öldüreli nerdeyse iki yıl olacak. Bu bir yandan sana yazdığım yazının gecikmiş olduğu gerçeğini açığa çıkartıyor. Bir yandan da iki yıl da geçse sana karşı yazmanın anlamlı olduğunu, unutulmadığını ve üzerine söylenecek şeylerin olduğunu gösteriyor. Gözlerindeki ışığınla, davranışlarındaki efendiliğinle, okuma azminle, kavgada öne çıkan kişiliğinle örnek bir arkadaştın. İşte arkadaşların seni böyle anlatıyor. Dostların seni güleryüzünle, en kazanılmaz denen adamı dostluğunla ve politik etkinle eyleme kazandırmanla hatırlıyor. Katledildiğin akşam gene cesaretli, kavgaya önden katılan kişiliğini göstermiştin. Kişiliğine elbette daha bir çok şey söylenebilir, söylenmelidir de. Fakat ben ne yazık ki ancak bu kadarını arkadaşlarından duyabildim. Katledildiğin akşam cinayet şebekesi polis seni gözüne kestirmiş halde bekliyordu. Muğla’da ilerici ve devrimci öğrencilerin en çok nefret ettiği polis Gültekin Şahin, faşistlerle yaşanan çatışmanın ardından seni hedef alarak kurşunla katletti. Ölümünden sonra Muğla’da olaylar günlerce sürdü. Türkiye’de ve Kürdistan’da senin için eylemler yapıldı. Fakat asıl tezgah ölümünün ardından gerçekleşti. Faşist saldırdı, polis vurdu. Yapbozun bir parçası eksikti ama. Tabi o da gecikmedi; mahkemenin katledenleri koruması... Bu yazıyı elbette ki kemikleri sızlatmak için yazmıyorum. Bizim gibi düşünenlerden beklenemez zaten bu. Benim amacım insanların senin nasıl katledildiğini ve katilin nasıl koruduğunu bilmelerini sağlamak. Bir insan sadece Kürt diye, faşistlerin baskısına boyun eğmedi diye öldürülüyor bu ülkede. İnsanlar bunu bilsin, gözlerini kapatmasın, kulaklarını sağır etmesin yaşananlara. İlk duruşman Muğla’daydı. Fakat duruşma günü adliyeye gelenler duruşmanın bir gün önce yapıldığını ve davanın bundan sonra Eskişehir’de görüleceğini öğrendiler. Herkes anladı mahkemenin davayı unutturmak, hafızalardan silmek istediğini. Çünkü Eskişehir bu konuda ideal bir yerdi. Bundan önce de Uğur Kaymaz davası vardı bu şehirde. Fakat gene yanıldılar. Bugün her fırsatta Uğur Kaymaz’ı nasıl anıyorsak seni de unutamazdık, unutturmayacaktık. Öyle de oldu gerçekten. Zaman zaman zayıflıklarımıza rağmen eylemlere katılım gösterip, sesini duyurmaya çalıştık. Seni öldürenler sen öldükten sonra da işbaşındaydılar. 4. duruşmada faşistler 3 arkadaşımıza pusu attılar onlarca polisin yanında. Keskin nişancıları binaların etrafına koyup güvenlik alanlar, güvenliği kimin için aldığını da göstermiş oldular. Eyleme katılan insanlara defalara soruşturma açtılar. “Terör örgütü propagandası yapmakla” suçlandı insanlar. Aptalcaydı yaptıkları fakat suçlarını bastırmaktan başka çareleri yoktu. Mahkeme senin duruşmalarını sürekli devlet tarafından katledilen insanların ölüm yıldönümüne
denk getirdi. Örneğin 19 Ocak, 16 Mart, 6 Mayıs, 1 Temmuz (2 Temmuz Cumartesi diye duruşma bir gün önceye alındı)... Elbette ki bu bir rastlantı değildi. Bir düşüncenin dışa vurumuydu. Devlet o güne duruşma koyarak “bu davalardan da bir sonuç çıkmadı nasılsa. Bundan da devleti tehdit edecek bir sonuç çıkmayacak” mesajını vermeye çalıştı. Öfkemiz bir kat daha arttı o günlerde. Biz Hrant’ı, Denizler'i ,Beyazıt’ta, Halepçe’de ve Sivas’ta ölenleri senle birlikte andık. Biliyorduk ki geçmişte bu katliamları yapanlar bugün de seni öldürmüşlerdi. Nasıl bu katliamları unutmadıysak, seni de unutmadık. Nasıl bu insanlar devlete boyun eğmedilerse, sen de boyun eğmedin, biz de eğmeyecektik. Mahkeme ilerledikçe ve katil cezalandırılmadıkça Gültekin Şahin de cesaretlendi. Avukatı “çoluğu çocuğu sevinecek”, “çocukları hasta eli kolu bağlı” gibi sözlerle mahkemeyi etkilemeye başladı. Acaba bu avukat bilmiyor mu 12 duruşmadır binlerce kilometre uzaktan, Batman’dan gelen Şerzan’ın anne babası ne acı çekiyor? Her gece uykularında Şerzan’ı gördüklerini ve sabahında soluğu mezarlıkta aldıklarını söylüyor Ömer Amca ve Necla Teyze. Bu acının yanında bu katilin “acısının” lafı edilebilir mi? Bir de avukat şundan dem vuruyor; “müvekkilim uzun tutuklu sürelerinden mağdur durumda.” Peki bugün hapishanelerde mahkemeye çıkarılmadan aylarca tutuklu kalan binlerce insan yok mu? 12. duruşma geçti. Mahkemenin tek derdi toplumsal muhalefetin bu dava üzerinde yaptığı baskı azalır azalmaz en az cezayla katili mükafatlandırmak. Bu ülkede adaletin mümkün olamayacağını bir kez daha gözlerimizle gördük. Hrant’ı katledenleri örgüt kapsamına almayanlar seni KCK üyesi gibi göstermeye çalışarak “bak bu terör örgütü üyesiydi, o yüzden ölümü hak etmişti” demeye getiriyorlar. Bir an düşünelim; Şerzan KCK üyesi olsaydı ölümü hak etmiş mi olacaktı? “Katledenler, insanlığınızdan utanın!” diyeceğim ama anlamayacağınızı ve sizde insanlığın olmadığını bildiğimden dilim varmıyor. Artık bizim davayı takip etmemizin amacı devletin kirli yüzünü göstermekten ve hesabını sorma kararlılığımızdan başka bir şey değildir. Şerzan, polise geniş yetkiler tanıyan PVSK’nın ardından ölen yüzlerce gençten biriydi. Başka birileri Şerzan gibi ölmesin diye hepimiz bu davayı takip etmeliyiz. Katletmenin o kadar kolay olmadığını göstermeliyiz.
Anadolu Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru
Şerzan, polise geniş yetkiler tanıyan PVSK’nın ardından ölen yüzlerce gençten biriydi. Başka birileri Şerzan gibi ölmesin diye hepimiz bu davayı takip etmeliyiz. Katletmenin o kadar kolay olmadığını göstermeliyiz.
29
Özel hastanelerde alınan katkı payı %90’a çıkarıldı…
Sağlık sektörü ve ‘özel’leştirme
Türkiye’de devlet, yıllardır neoliberal politikalarla, sağlığı bir sektöre dönüştürüp bunu genişletmenin çabası içinde. Sağlık pazarını büyütürken de bunu insanlara kabul ettirmenin türlü yollarını uygulamaya girişiyor. Kapitalist devletlerin genel karakteristiğidir. Önce insanları bir konuda bıktıracak koşulları yaratır, sonra da kendi yapacaklarını insanların istemesini sağlar. Tüm bu oyunların, hilelerin içinde büyük topluluklar ya kafa karışıklığından kaynaklı bir şey yapamaz ya da aslında mecbur bırakıldıkları şeyi istediklerini zannederler. Bu açıdan baktığımızda sağlıkta yaşanan değişimlerin nasıl adım adım hayata geçirildiğini daha net görebiliriz. Bakanlar Kurulu kararı ile geçtiğimiz günlerde özel hastanelerin vatandaşlardan alacağı katkı payı yüzde 90′a çıkarıldı. Böylesi bir adıma çok şaşıracak değiliz. Zaten uzun zamandır düşünülen kurgunun bir parçası bu. 1980 sonrasında özel hastaneler hızla artırılmış, merkezi yerlere bu şekilde birçok hastane açılmıştı. 1987 yılında yürürlüğe giren 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ilgili maddesi “Milli Savunma Bakanlığı” hariç kamu kurum ve kuruluşlarına ait tüm sağlık kuruluşlarının kamu tüzel kişiliğine haiz sağlık işletmelerine dönüştürülmesine imkan tanımıştır. Bununla hastanelerin işletmecilik anlayışı ile hizmet veren kendi gelirleri ile giderlerini karşılayabilen ve kendi personelini ihtiyaçları doğrultusunda planlayan ve niteliklerine göre istihdam edebilen, idarî ve malî yönden özerk, piyasa koşullarında rekabet edebilen kurumlar haline getirilmesi amaçlanmıştır. * Aynı yıllar içinde devlet hastanelerinin gelişimine bakarsak giderek kötüleşen koşulları görürüz. Sıra bekleyen hastaların kapılardan taşacak derecede yığılması, her türlü bürokratik işlemle insanların oradan oraya gönderilmesi, yanlış teşhis ve tedavi sonucu birçok kişinin canından olması… Özel hastane sayısının
30
artışına paralel olarak devlet hastanelerindeki memnuniyetsizlik de artırıldı. Birden bire bunların reklamını yapan haberler de üzerine eklenince toplum sanki devlet hastanelerinin yerine özeli istiyormuş duygusu yaratıldı ve bu duygu her yerde ortaklaştırıldı. SGK’nın da özel hastaneleri özendirmesi ve desteklemesiyle beraber sağlık kurumlarının ticarethaneye dönüşmesi insanların gözünde daha da normalleşti. İktidara yerleşen AKP hükümetinin, Dünya Bankası eliyle, uygulamaya soktuğu ‘Sağlıkta Dönüşüm’ projesi bunun son aşaması oldu. Projenin önemli bir ayağını özel hastanelerin kurulması, sağlık yatırımlarının özel sektör eliyle gerçekleştirilmesi, hatta bu hizmet arzının “dışa açılması” oluşturmuştur. 1990’larda başlamakla birlikte, daha çok 2003 sonrasında, AKP iktidarıyla özel sağlık yatırımlarının hızlandığı görülmektedir.** Dinci-gerici AKP toplumda tüm bu olup bitenleri meşru göstermek adına birkaç düzenleme yapmayı da ihmal etmemiştir. İktidarda olduğu süre içinde mantar gibi çoğalan özel hastaneleri bir yandan daha fazla teşvik ederken diğer yandan da insanların bu hastanelere gitmelerini bir süre için kolaylaştırmıştır. Çıkarılan kanunlarla, yönetmeliklerle sigortalı kişilere daha düşük fiyatlarla özel hastanelerden yararlanma imkanı tanımıştır. Ama bu, halk arasındaki deyimiyle kaşıkla verip kepçeyle geri alma tarzında bir aldatmacadır. Eskisine nazaran daha fazla insanın özel hastaneye gitmesi sağlandıktan sonra da (bir nevi buna alıştırıldıktan sonra) fiyatlar yeniden düzenlenmiştir. Bu kapitalist düzenin rekabet sisteminin tipik bir reklam promosyonuna benzemektedir. Piyasada böyle oluyor: Sektöre yeni atılacak bir kurum önce düşük fiyatlar verip insanları alıştırır, pazardaki yerini aldıktan sonra da fiyatları yükseltir. AKP iktidarı işte bu şekilde çalışmalarını sürdürmektedir. Özel hastanelerin katkı paylarındaki artışın böyle bir yönü olduğu gibi, bir de SGK’nın emekçilere kestiği fatura şeklinde görülmesi gerekir. SGK, özel hastanelere ödemesi gereken parayı hastalardan alınan fark ücretine zam yaparak karşılamaktadır. Özet olarak devlet ve özel hastane arasında kalan insanlar her ikisi tarafından da soyulmaktadır. Sağlık için yapılan harcamalara hem vergi ödeyen hem de aylık sigorta primi yatıran emekçiler bir de gittikleri hastaneye göre ceplerinden para ödemeye zorlanmaktadırlar. Özel ve devlet hastaneleri arasındaki bu ayrımın giderek ortadan kalkacağı görülüyor. Bugün için zaten devlet hastanesine de 8 lira muayene ücreti ödeniyor. Bu fiyatların daha da artacağı düşünülürse ilerleyen süreçte devlet hastanelerinin yerini de tamamen özel hastanelerin alacağını öngörmek zor değil. Bunlar da bugün olduğu gibi kendi aralarında A sınıf, B sınıf, C sınıf… hastane olarak ayrılacaklar. Böyle bir durum ise insan sağlığının giderek daha değersizleşmesi ve sağlığın yalnızca parası olanların yararlanabileceği bir metaya dönüşmesi anlamına gelir. Sonuç olarak kapitalizmin giderek vahşileştiği bu toplumda artan sömürüyü her geçen gün daha yakıcı hissediyoruz. Yapılması gereken ise buna adapte olup ‘bir şekilde’ yaşamaya çalışmak değil, tam tersi haklarımızı ve geleceğimizi kendi ellerimizle şekillendirmeye çalışmaktır. Görüldüğü gibi mesele kamu hizmeti olarak sağlık hakkından faydalanmaktan çoktan çıkarılmıştır. Dolayısıyla bugünden başlayarak parasız sağlık hakkını almaya dönük, bilinçli bir alternatif yaratmak gerekmektedir. * www.ito.org.tr/Dokuman/Sektor/1-71.pdf ** www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=36647 Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru
Döktüğünüz kanda boğulacaksınız! İşçi kanı dökenlerin eli bir türlü kurumuyor. Afşin’de göçük altında kalan işçilerden, Kemalpaşa, Ostim, Davutpaşa ve geçtiğimiz ay Adana’da 10 işçinin kanı kurumamışken yeni bir işçi katliamı haberi daha geldi. Esenyurt’ta inşaat işçilerinin kaldığı çadırda çıkan yangın sonucu 11 işçi hayatını kaybetti. Kötü çalışma koşullarının yanı sıra kötü barınma koşullarının da hüküm sürdüğü bu işyerinde işçiler adeta ölüme terkedildi. İşçilerin kaldığı çadırlarda ısınmak için tavana ufo konulması, elektrik kablolarının soyulmuş ve yerlerde bulunuyor olması, iki yerine tek tahliye kapısının olması ve işçilerin üşümemek için her taraflarını kıyafetlerle ve battaniyelerle kapatması hem işçilerin ölümüne yol açtı hem de onların hangi yaşam koşulları altında olduğunu gösterdi. Vicdanların sızladığı bu yangından sonra açıklanan belgeler ve katil firmanın kim olduğunun açığa çıkması hem devlete hem de patronlara öfkeyi arttırdı. Zenginliklerin oluşumunda işçi kanı dökülmesinin etkeni ortaya çıktı.
“Hayat veren Marmara Park” ve Kayı İnşaat 220 milyon Euro’luk projesiyle hayata geçen Marmara Park’ta işçiler günde 40 liraya çalışıyor. Reklam panolarına “Marmara Park hayat veriyor” diye yazanlar işçilerin ölümüne sebep olurken, işçilere üç kuruş bile fazla ücret vermeyi tercih etmemişler. Üyesi olduğu TÜSİAD’a her yıl 24 bin lira “prestij aidatı” ödeyen Müteahhit Kayı İnşaat, bünyesinde çalışan işçilere aylık kirası 35 lira olan şantiye konteynerlerini çok gördü. Kayı İnşaat’ın suç dosyasının bunlarla sınırlı olmadığı da görülüyor. Aynı firmanın, Erzurum’un Tortum ilçesinde 3 Hidroelektrik Santral (HES) İnşaatı’nın yapımını da üstlendiği ortaya çıktı. Alman firmasının Türkiye ayağını işleten ECE Türkiye’nin suçları ise bitmiyor. Kayı İnşaat'ın yıllık 1 milyar 100 milyon dolarlık cirosuna rağmen 10 bin liralık vergi ödediği ortaya çıkınca 30 bin lira ceza kesiliyor. 2000 yılından beri Türkiye’de faaliyet yürüten ECE (Türkiye) şirketi on yılda İstanbul’da Metrocity, Beylikdüzü Migros, CarrefourSa, MaltepePark, Ankara’da Ankamall, Antalya Migros, Eskişehir’de Espark Alışveriş Merkezi’ne “yatırım yaparak” büyük karlar elde etti. 2009 yılında EGSİAD aracılığıyla Tayyip Erdoğan’ın elinden “yılın yabancı yatırımcısı” ödülünü aldı. AKP ile yakın temas içinde olan bu işyerinde daha önce de işçi kazaları meydana gelmiş, oluşan yaralamalar hasıraltı edilmişti. Bu utanmaz inşaat yetkilileri bu sefer de aynı şeyi farklı bir yoldan denemeye çalıştılar. Kazadan sonra, yangında can veren işçilerden bir kısmının sigortasını yaptırmaya çalışan alçakların düzenbazlığı ortaya çıktı. Devlet de sigortasız işçi çalıştıranlara yardım etmede bir sakınca görmedi. Ölen işçileri gecenin bir yarısı patronla el ele vererek sigortalı yaptılar. Devlet ise bu işteki parmağıyla işçi katliamının patron lehine olan yükünü azaltmaya çabalarken suç üstü yakalandı. Buna rağmen durumu kendi cephesinden düzeltmeye çabalayan AKP yetkilileri önce taşeron firmadan 6 kişiyi tutuklatarak sorumluların yargılanacağı mesajını vermeye çalıştı. Oysa gerçek sorumlu olan firma Kayı İnşaat’tan bir kişi bile tutuklanmadığı gibi adları dahi geçmedi. Ülkemizde büyük kambura dönüşen taşeron çalışma sistemi, gerçek suçlular yerine birtakım göstermelik suçlular yaratıyor. Onlar da bir süre sonra “biz taşeron firmaydık” deyip işin içinden çıkmaya çalışıyor. Kayı İnşaat olayın ardından yaptığı açıklamada kendilerinin bir sorunu olmadığını, yaşanan olayın taşeronu ilgilendirdiğini yazdı. Sorumluluğu üstünden attı. Oysa taşeron firmadan önce ana firma olan Kayı İnşaat ve taşeronluğa izin veren, onu denetlemeyen bütün sistem sorumludur bu olaydan.
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre inşaat sektöründe her iş günü yaklaşık 25, her iş saati 3, her 20 dakikada 1 iş kazası gerçekleşiyor. Her iş günü 1.2 kişi iş göremez duruma düşerken, 1 kişi ölüyor. En çok iş cinayeti işlenen sektör durumunda bu sektör. Ve sistemin önde gelen isimleri utanmadan Türkiye’nin kalkınmasını bu sektöre bağlayarak ona minnetlerini sunuyorlar. Esenyurt Belediyesi Başkanı'nın “vakitleri yetmiş” açıklaması ise bu duruma tuz biber oluyor. Bu utanmaz insan hangi hakla, denetimi yapılsaydı önüne geçilebilecek bu olayda ölen işçilere “vakitleri yetmiş” diyebiliyor. Paranın rengi sizlerin gözünüzü kör etmiş olabilir ama bizlerin değil! Sizin gibilerden bir gün mutlaka hesap soracağız!
Kader değil işçi cinayeti Düzenbaz takımı, işçi cinayetlerini, oluk oluk işçi kanı dökülmesini “kader” diye meşrulaştırmaya çalışıyor. İşyeri güvenliği denetimi yapmayanlar, denetimi ve güvenliği maliyet olarak görenler kader diyerek kendi sorumluluğunu üzerinden atma peşindeler. Bu ülkede sadece taşeronluk yasaklansa iş cinayetlerinin birçoğu olmayacaktır. Yani sorun tek başına yasaların çıkıp çıkmaması değildir. Zaten çıkan yasalar uygulanmıyor. Patronların kar hırsı güvenliği almanın önüne geçerken devlet de gerekli denetimi göstermekten kaçarak patronlara yol açıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in “50 kişinin üstünde işçi çalıştıran işyeri 28 bin. 50’nin altında kalan 1 milyon 426 bin işyerinde ise istediğimiz ölçüde denetim yapılamıyor” açıklaması ise yeni ölümlerin olabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla “nerde ihmal varsa değerlendireceğiz” sözü ise laf değeri taşımaktan öteye gitmiyor. “Sömürü ve baskıda sınır tanımayan sermaye ve sermaye hükümetinin tutumu daha çok işçi katliamı yaşanmasına neden oluyor. İşçi kanı sudan ucuz hale geldi! Bir patronun tırnağına taş değse, sermayenin önüne çakıl taşı düşse, ayağa kalkan, ‘Türkiye’ nin gelişmesini istemeyenler’ diyerek hak ve hukuktan bahsedenleri hedefe koyan Başbakan bu olayda timsah gözyaşı dökmekten öteye gidemedi. İki yüzlülüğü kendisine iş edinmiş sermaye temsilcisi 'milyonlarca lira kar edenlerin, alınteriyle geçinen işçilerin hayatlarını ucuz göremeyeceğini, ve buna izin vermeyeceğini' söylüyor utanmadan. Kendisi 2009 yılında katil firma Kayı İnşaat’a “yılın en iyi yabancı yatırımcısı” ödülünü elden vermiştir. Yine aynı toplantıda “iş dünyasının prangalarını çözmeye hazırız” ifadesini kullanmıştır. Katliamdaki payı bu kadar açığa çıkmış bir insan hangi utanmazlıkla bunları konuşabiliyor? AKP’nin iktidarda olduğu 10 sene boyunca 10.297 işçi katledilmişti. Her sene ortalama bin kişinin öldüğü bir ülkede iş güvenliğinde basit birkaç tedbir alınsa ya da bir iki işverene “akıllı olun” dense ne olur? Tuzla'da birkaç tedbir alındı, işçi ölümleri durdu mu sanki? Tam 128 işçi öldü ve halen de ölmeye devam ediyor. Tüm katliamlara rağmen kaç işyeri kapatıldı ya da kaç patron tutuklandı? AKP ise katliamlardaki sorumluluğun önemli bir parçasını elinde tutuyor patronları koruyarak. Bunun bedelini ise ödeyeceklerdir. Utanmazca kan parası ödemeye çalışanlar, işçi kanı dökmenin o kadar kolay olmayacağını ve o kanda boğulabileceklerini gözardı etmesinler. Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ikinci konumda ve her 8 saatte bir işçi ölümü yaşanıyor. Şubat ayında tam 42 işçi öldü. Ve en çok ölüm de inşaat sektöründe yaşanıyor. “Türkiye'yi kaldıran güçlü sektör” diye nitelendirilen bu sektörün harcı işçi kanıyla karılıyor. İşçi kanı dökmenin sudan ucuz olduğu bir ülkede ne yazık ki yeni ölümler yaşanmaya devam edecektir. Ne zaman biz ayağa kalkıp “Artık yeter! Bu kadar rahat olamazsınız defolun başımızdan!” dersek o zaman bir daha işçi kanı dökemeyeceklerdir.
31
Yüreğimizdeki ateş...
Hatice Yürekli yoldaş!
“Ben gönüllü bir Ölüm Orucu direnişçisiyim. Bizim Ölüm Orucu'na 'örgüt baskısıyla' girdiğimiz söyleniyor. Bu çok çirkin/ çaresiz bir yalandır. Bizler siyasi kimlikleri, gelecek idealleri olan ve bu idealler doğrultusunda yaşayan insanlarız. Devletin bizleri teslim alma/imha etmeye dönük planlarına karşı en önde durmak, ölümüne direnişin ilk gönüllüleri olmak bir onurdur bizim için. Hiç kuşku duymuyorum ki tüm arkadaşlarımız ilk gönüllüler içinde olmayı istemektedir.”
32
Hatice Yürekli yoldaş (partideki adıyla Ezgi, parti kuruluş kongresindeki adıyla Hazal) şanlı Ölüm Orucu direnişinin 182. gününde ölümsüzleşmiş örnek bir kadın devrimcidir. Sermaye devletinin F tipi saldırısı karşısında “Ölürüz de hücrelere girmeyiz” diyerek tereddütsüzce bedenini ölüme yatıran, “Sadece kendimiz için değil, yaşamı köleleştirilmiş milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davasını savunmak için direniyoruz” diyerek ne yaptığının bilincinde olan bir komünisttir. Devletin devrimci tutsaklara yönelik gerçekleştirdiği teslim alma, kimliksizleştirme operasyonu karşısında 20 Ekim 2000 tarihinde başlatılan Ölüm Orucu direnişinin 1. ekibinde yer alan ve direniş boyunca yüreği dışarıyla-kavgayla birlikte atan Hatice Yürekli, 22 Nisan 2001 tarihinde ölümsüzler kervanına katılmıştır. 1968 yılında Tokat’ın Almus ilçesinde doğan Hatice Yürekli, ilk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı ve devrimci mücadelenin saflarına da bu şehirde katıldı. 90’ların başında katıldığı EKİM’in saflarında örgütlü mücadeleyi kesintisiz olarak sürdürdü. Sonraki yıllarda örgüt üyesi onuruyla İstanbul’da çalışma yürüttü. Bu kentte illegal sürdürdüğü örgütlü yaşamı boyunca birçok kez gözaltına alındı, işkence gördü. Hepsinden de alnının akıyla çıkan Hatice yoldaş 95’te Habip Gül ile birlikte kaldığı evden bir operasyonla gözaltına alındı. Burada da tam bir direniş sergileyen Hatice Yürekli dışarı çıktığında bir kez daha kavganın tam ortasındaydı. İstanbul Avrupa Yakası'nda yürütülen tekstil çalışmasının sorumluluğunu üstlendi. Bizzat fabrikalarda çalışarak ördüğü işçi çalışmasını İstanbul İl Komitesi üyesi olarak sürdürdü. Ancak bu sırada Güney çalışmasının ihtiyaçları neticesinde bu bölgeye giderek Adana, Antakya ve
İskenderun çalışmasının toparlanmasında sorumluluk üstlendi. Bu yıllarda yürüttüğü sınıf çalışmasıyla partinin bugünkü birikimine katkı sağlayan yoldaş, o yıllarda genç bir işçi olan Alaattin yoldaşın örgütlenmesine ve eğitimine emek verdi. Parti kuruluş kongresine de bu bölgeden delege olarak katılan ve partinin kurucu üyesi olan Hatice yoldaş, kongreden sonra Ankara İl Komitesi'nde görevlendirildi. Ancak kuruluş kongresinin ardından gerçekleştirilen kapsamlı operasyonda gözaltına alındı ve tutuklandı. Tam bir direniş sergileyen Hatice Yürekli, daha ilk duruşmasında siyasi savunma yaparak düzeni ve onun mahkemelerini yargıladı ve mahkeme kürsüsünde komünist/partili kimliğini savundu. 26 Eylül 1999’da sermaye devletinin tutsakları teslim almak için gerçekleştirdiği kanlı-faşist katliamda, Ulucanlar katliamında, en ön saflarda dövüştü. Bu katliamda 2 yoldaşını ve 8 siper yoldaşını şehit veren Hatice yoldaş yaralı halde atıldığı Ulucanlar hücrelerinde açlık grevine başladı. Katliamın ardından devrimci tutsaklara açılan davalarda “26 Eylül tarihe bir faşist katliam günü olarak geçecek!” başlığıyla yaptığı siyasi savunmada katliamın iç yüzünü gözler önüne serdi. 20 Ekim’de başladığı ölüm orucu direnişi boyunca da her defasında devletin katliamcı yüzünü teşhir eden ve ölüm orucu direnişçisi olmanın onurunu taşıyan Hatice yoldaş, Ulucanlar davasında yaptığı savunmayı şu sözlerle bitiriyordu: “Ben gönüllü bir Ölüm Orucu direnişçisiyim. Bizim Ölüm Orucu'na 'örgüt baskısıyla' girdiğimiz söyleniyor. Bu çok çirkin/ çaresiz bir yalandır. Bizler siyasi kimlikleri, gelecek idealleri olan ve bu idealler doğrultusunda yaşayan insanlarız. Devletin bizleri teslim alma/imha etmeye dönük planlarına karşı en önde durmak, ölümüne direnişin ilk gönüllüleri olmak bir onurdur bizim için. Hiç kuşku duymuyorum ki tüm arkadaşlarımız ilk gönüllüler içinde olmayı istemektedir.” Bunlar tüm bir yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adamış ve bu uğurda ölümü tereddütsüzce göğüsleyen bir devrimcinin yüreğinden dökülen çok doğal cümlelerdir. Çünkü Habip ve Ümit’le aynı barikatta dövüşmüştür Hatice. Şehit yoldaşlarından devraldığı bayrağı taşımaktadır. İnanç vardır bu cümlelerde. Kızıl Bayrak’ı bıraktığı yerden taşıyacakların olduğunu bilmenin güveni vardır. Nitekim öyle de olmuştur. Antakya’da tanıştığı genç işçi taşımıştır o bayrağı. Nice yiğitler taşımaktadır. Bizler taşıyoruz bugün o bayrağı. Okulda, fabrikada bizim ellerimizde dalgalanıyor. Habip’in, Ümit’in, Hatice’nin, Hüseyin’in, Alaattin’in anısına layık olmak için, sermayenin burçlarına dikmek için; Kızıl Bayrak yukarı daha yukarı!
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...
Başeğmeyen bir neslin temsilcileri “Gece ışıklar arasında koşmaktır devrim ateş böceklerini yakalamak isteyen çocukların peşine takılır gün gelir yanıp sönen mavi ışıkları polis arabalarının”* Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan sermaye devleti tarafından katledileli tam 40 yıl oldu. 6 Mayıs 1972 şafağını sarsan bir haykırıştı onlarınki. Onlar idam sehpalarında devrime olan bağlılığın ve kararlılığın simgeleri ve başeğmeyen bir neslin ilk temsilcileri oldular. İdamlarından 40 yıl sonra bile yapılan karalama kampanyalarına rağmen, Türkiye halkları içerisinde saygınlıklarını korumayı başaran bu devrimci önderlerin mücadelesi, bugün komünist gençliğin ellerinde, daha yukarıya taşınıyor.
‘68 gençliğinin reformizmden kopuşu ‘68 devrimci gençliği ve Denizler’in mirasının bu denli önemli olmasının bir sebebi de, onların Türkiye sol hareketi tarihinde ileri bir atılımda bulunmuş olmalarıdır. Çünkü ‘68 gençlik hareketi, 60’lı yılların TİP parlamentarizmiyle de bir hesaplaşmadır özünde. Gençliğin militan eylemlerinin önüne geçen ve gençliği reformizmin bataklığına sürüklemeye çalışan TİP yönetiminin sınırlarının dışına taşan ve kendi meşru alanını yaratan bir süreçtir '68. “68 devrimci gençlik hareketi, tüm ideolojik zayıflıklarına karşılık gençlik hareketi tarihinde yeri doldurulamaz bir kesiti ifade etmektedir. Devrimci bir önderlik boşluğuna rağmen gençlik, el yordamıyla zayıf omuzlarının kaldırılamayacağı kadar ağır bir yükün altına girme iradesini göstermiş ve tüm toplumu derinden sarsmıştır. ‘68’de söz konusu olan köylü hareketlerine katılan, işçi grevlerine destek olan bir gençliktir. Filistin kamplarında eğitim görmüş ve savaşmaya göndermiş bir gençlik hareketidir 68 gençlik hareketi. Ülkede doğru dürüst çeviri bulunmazken, bilime, ideolojiye aç olan kuşaktır 68 kuşağı. Ardı arkası kesilmez bir araştırma ve sorgulama sürecidir ‘68.” ** Gençlik hareketi, bu yıllarda kendi yolunu açmaya çalışmış ve kendisine bir yol çizmiştir. Bu yol Denizler şahsında, THKO olarak cisimleşmiş ve Türkiye siyasi tarihinde ilk silahlı örgüt böylece kurulmuştur. İlerleyen süreçte faşist sermaye devletinin baskıları da gittikçe artmaya başlamıştır. Denizler’i faşist sermaye devleti gözünde tehlikeli hale getiren süreç ise gençlik hareketinin sınıf hareketiyle birleşmeye başladığı dönemdir. 15–16 Haziran direnişi, haşhaş mitingleri gibi süreçlerde gençlik hareketi sınıfla bütünleşerek daha militan bir hatta geçmiş ve artık faşist sermaye devleti gözünde tehlikeli bir yere gelmiştir. Bu yüzden THKO kadrolarından Sinan, Kadir ve Alparslan Nurhak dağlarında eylem hazırlığındayken katledilmiş; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ise yakalanarak cezaevine
gönderilmiş ve kısa zamanda da sermaye devletinin önceden planladığı gibi idam edilmişlerdir.
Bir ölür bin doğarız! 6 Mayıs 1972’de üç gençlik önderini idam ederek, birçoklarını da farklı tarih ve yerlerde katlederek devrimci hareketi yok edebileceğini düşünen faşist sermaye devleti bunu başaramamış, tam tersine “Bir ölür, bin doğarız!” şiarı somutta doğrulanmıştır. Üç fidanın zalimin elinde toprağa karıştırılıp binlercesine dönüştüğü tarihtir 6 Mayıs. Ataol Behramoğlu’nun bu dizeleri onlar için yazılmıştır sanki: "Ve cellât uyandı yatağında bir gece. Tanrım dedi bu ne zor bilmece. Öldükçe çoğalıyor adamlar. Ben tükenmekteyim öldürdükçe." Bugün Denizler Türkiye halklarının mücadelesinde hala daha bayraklaşmaktadırlar. Türkiye sol hareketi tarihine devrime bağlılık, inanç ve kararlılıkla dolu bir miras bırakarak, “Denizler!” olmuşlardır.
Anıları mücadelemizde yaşayacak Parlamentarist, reformist hattan kopmayı başaran Denizler üzerine yapılabilecek birtakım teorik eleştiriler de vardır elbette. Ama şurası kesindir ki Denizler’in mücadelesinin bugünkü temsilcileri, bizzat Denizler’in ayrışarak koptuğu reformizmi mahkûm edenlerdir, Denizler’in uğruna ölüme gittikleri mücadeleyi, onların eleştirileri üzerinden de daha da büyüterek ilerletenlerdir; onları bir “yakınlık kurma” nesnesi olarak gösteren ve Denizler’in mahkûm ettiği reformist pratikleri sürdürenler değil. Denizler’in bıraktığı devrimci miras genç komünistlerin elinde devrim ve sosyalizm mücadelesi ile bütünleşmiştir. "O sahneyi çok iyi somutladım. Bir mitinge gider gibi gideceğim idama. Asılma günü gelip çattığında o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı... Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler. Giymeyeceğim. Traş falan da olmayacağım. Önce gidip orada, oturup bir sigara yakacağım. Sonra demli bir çay içeceğim. Rodrigo’nun o ünlü konçertosunu dinlemek isterim orada. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Sonra urganı kendim geçireceğim boynuma. Ve dönüp, orada asılmamı seyredenlere, burada ölen yalnızca bedenim diyeceğim. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, düşüncem yaşayacak" diyerek yürümeye başlamıştı Deniz... Anıları mücadelemizde yaşayacak. *Sunay Akın. **Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketinin Doğuşu. İ. Kızıl
"O sahneyi çok iyi somutladım. Bir mitinge gider gibi gideceğim idama. Asılma günü gelip çattığında o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı... Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler. Giymeyeceğim. Traş falan da olmayacağım. Önce gidip orada, oturup bir sigara yakacağım. Sonra demli bir çay içeceğim. Rodrigo’nun o ünlü konçertosunu dinlemek isterim orada. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Sonra urganı kendim geçireceğim boynuma. Ve dönüp, orada asılmamı seyredenlere, burada ölen yalnızca bedenim diyeceğim. Ama düşüncemi öldüremeyeceksiniz, düşüncem yaşayacak"
33
İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi: Paris Komünü
Vive La Commune!
“Bütün iyi yurttaşlar ayağa! Barikatlara koşun! Düşman şehrin duvarlarındadır! Cumhuriyet için, Komün için, Hürriyet için ileri! Silah başına!” Milli Selamet Komitesi / 22 Mayıs 1871 İşçi, memur ve küçük esnaftan oluşan Paris halkı özgürlük için, komün için mücadele ederek tarih sayfalarına silinmeyecek bir destan yazdılar. İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi, komün, Paris sokaklarında yeni bir dünya düzeni kuruyordu. 72 günlük süreçte komünün gerçekleştirdiği yenilikler bu hayatın habercisiydi. Devlet mekanizması parçalanıyor, kendini lağvediyordu. Emeğin hürriyetiyle kızıl bayrak dalgalanıyordu Paris’in göklerinde, gökyüzü fethediliyordu. Tarih 2 Aralık 1851... Hükümet darbesiyle iktidarı alan Louis Napolyon Bonaparte, Fransa’nın sınırlarını imparatorluk iddasıyla genişletmek, halkın karşısında kaybettiği otoritesini geri kazanmak istiyordu. 1870 yıllarında Prusya ve Fransa arasında başlayan savaş tüm bu sorunlara çözüm getirecek bir zaferle sonuçlanabilirdi. Fakat Alman ordusu karşısında Fransa yeniliyordu. 2 Eylül’de gerçekleşen Sedan Muharebesi'nde Prusya’nın ezici zaferi, Fransız halkının öfkesini tetikledi. Paris’e doğru ilerlemeye başlayan Alman ordusunu durdurabilmek için halk silahlanarak 200 Ulusal Muhafız taburu kurdu ve kenti savunmaya başladı. Bu arada hükümet ulusal meclisi kurarak yeni bir hükümet seçme kararı aldı. Çoğu zengin köylülerden ve kralcılardan oluşan meclis üyeleri hükümeti seçmek üzere Versailles’te bir araya geldi, Paris’te toplanmaya korkuyorlardı. Mecliste kralcı bir kişi olan ve işçi sınfından nefret eden Thiers hükümeti seçildi. Thiers, silahlanarak sokak sokak işgale direnen halk kitlelerinden korkuyordu. Çünkü Şubat 1871’de, Paris’te, Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi kurularak kendi kararlarını alan bir halk iktidarının ilk nüveleri oluşturulmuştu. Bunun üzerine burjuvazi ihanetini birkez daha gösterdi. Prusya karşısında diz çökerken, halka saldırmak ve silahsızlandırmak, toplarını ele geçirmek için ordu birliklerini Paris’in üzerine yolladı. Montmartre Tepesi'nde saklanan toplar hükümet birlikleri tarafından yapılan baskınla ele geçirilmek istendi. Bunu duyan Paris halkı, işçiler ve Ulusal Muhafız Birlikleri Montmartre tepesine yürüyüşe geçti. Topları ele geçiren, taşımak için atların gelmesini bekleyen general, hükümet birliklerine silahsız kalabalığın üzerine ateş açmasını emretti. Askerler emre uymadı. General, Ulusal Muhafızlar tarafından tutuklandı ve topların kontrolü yeniden ele geçirildi. Aynı günün öğle
34
saatlerinde Ulusal Muhafız Merkez Komitesi, birliklere Paris’in merkezine ilerleme ve devlet kurumlarını ele geçirme talimatı verdi. Muhafızlar ve halk kitleleri birlikte mücadele ediyordu ve artık Paris, Parisliler'indi. Halkın üzerine yollanan askeri birlikler, direnen ve savaşan halk kitleleri tarafından bozguna uğratıldı. Thiers ve diğer hükümet üyeleri korkuları ile karşı karşıya kalmışlardı, azgınca saldırmalarına rağmen zaferi engelleyememişlerdi bu yüzden Paris’i terk edip Versailles’a sığındılar. Thiers kendine bağlı bütün birliklerin Versailles’ta toplanması için emirler verdi. Thiers gücünü toparlayıp, halk kitlelerine topyukûn saldırmayı amaçlıyordu. 18 Mart akşamı Paris artık tüm kurumlarıyla hürriyeti için barikatlarda savaşan devrimci Parisliler'indi ve devrimin simgesi olan kızıl bayrak gökleri süslüyordu. 26 Mart’ta Paris Komünü seçimleri yapıldı ve işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi başladı. Komün 72 günlük sürede pek çok uygulamayı hayata geçirdi. Marks’ın “Fransa’da İç Savaş” başlıklı kitabının Önsöz’ünde Engels yapılanları şöyle anlatıyor: “30 Mart günü, Komün, askerlik yoklamasını ve düzenli orduyu kaldırdı, ve tüm sağlam yurttaşların katılacakları Ulusal Muhafızı tek silahlı güç olarak ilân etti; Ekim 1870'ten Nisan’a kadar olan konut kiralarına ilişkin ödemeleri iptal etti, halen ödenmiş bulunan miktarları da gelecek kira ödemelerine saydı, ve belediye emniyet sandığında hacizli her türlü eşyanın satışını durdurdu. Aynı gün, Komün'e seçilmiş bulunan yabancıların görevleri de onaylandı, çünkü ‘Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır’. 1 Nisan günü, bir Komün görevlisinin, öyleyse Komün üyelerinin de, en yüksek maaşının, [yılda -ç.] 6.000 frangı (4.800 mark) geçemeyeceği kararlaştırıldı. Ertesi gün, kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı; sonuç olarak, bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısacası ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleştirildi.” Bunların yanı sıra fırıncıların gece mesaileri yasaklanmış, işçi kooperatifleri kurulmuştu, vb… 20 Mayıs günü karşı devrimci güçler Paris’e saldırdı ve 21 Mayıs’ta askeri birlikler Paris’e girmeye başladı. İşçi sınıfı sokak sokak, ev ev direniyor asla teslim olmuyordu. 10 bine yakın işçinin yanında barikatlarda kadınlar ve çocuklar da Paris’i korumak için direniyorlardı. Burjuvazinin azgın saldırına karşı Paris bir hafta direndi. Paris’in son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Komünarların bir haftalık direniş günleri, tarihe “Kanlı Hafta” olarak geçti. Paris tam bir kan gölüne dönüştü. 30 bin komünar yargılanmaksızın kurşuna dizildi. 40 bin savaşçı ya hapse atıldı, ya da sömürgelere sürgüne yollandı. 72 günlük işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi tarih sayfalarında yerini aldı. Paris Komünü yenilgiylede sonuçlansa da dünya prolateryasına iktidarın yolunu göstermiştir. Bu deneyimden kazanılanlar Ekim Devrimin'e giden yolu aydınlatmıştır. Marks’ın dediği gibi “İşçi, Paris Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir, ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.” İşçi sınıfının gücü, sonuna kadar devrimci sınıf olarak kalması Paris komünüyle birkez daha burjuvazinin mezar kazıcıları olduklarını göstermiştir. Paris komünü işçi sınıfının destansı direnişiyle doludur ve işçi sınıfı yarını bu deneyimden elde ettikleriyle kazanacaktır. O halde komün her daim yaşatılacaktır.
Yalnızlara karşı çokluğun umudu... Bugün yeni bir gün. Ankara'nın tüm ayazı sabahı beklemiş, değdiği yeri donduruyor. Saat 6.30. Yaklaşık birbuçuk milyon kişi aynı saatlerde uyanıyor. Bunların hepsi işçi. Hepsi de dışardaki ayazı önce musluktan akan sudan, sonra da dışarda sırtlarından ciğerlerine kadar ulaşan geçici bir titremeden dolayı iliklerinde hissederler. Yine hemen hemen aynı saatlerde yaklaşık bin kişi daha uyanıyor. Bunlar ise bizim patronlarımız. Onlar havanın nasıl olduğuyla bizzat ilgilenmezler, sadece işlerini nasıl etkileyeceğini düşünmek için hava durumunu düzenli takip ediyorlar. Sıhhiye Köprüsü altında bir işçi servisi var, fabrikaya gidecek. Onun içi de buz gibi, yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Herkes birbirine selam veriyor, hal hatır soruyor, sohbet ediyor. Başka türlü olsa üşümek daha ağır basar, konuşup sohbet etmeyince de insan ısınamıyor. Çankaya civarındaki görkemli evden ise patronumuz çıkıyor. Evi ve arabası sıcacık. Sadece evden arabaya kadar olan kısa yolda yüzüne bir soğuk çarpıyor. Birazdan onu hatırlamayacak bile. O, güne telefonla konuşarak başlıyor. İlk denetimlerini yapması gerek. Ve bunu yaparken de her seferinde mutlaka onu sinirlendirecek birşey oluyor. İşte şimdi yine arabasında ve günlük raporları alıp direktiflerini verirken birileriyle tartışıyor. Nihayet fabrikamıza geldik. işçiler kıyafetlerini değiştiriyorlar. Hemen hepsinin aklından aynı şey geçiyor "On saat boyunca nasıl dayanırım. Her gün aynı şeyleri yapmak, ne sıkıcı iş!" Bu düşünceleri anlıktır, arasıra gelir gider. Gitmezse işi yapmak daha da güçleşir, biliyorlar. Sabretme sınırını o kadar zorlar ki, artık çoğu zaman görmezden gelinir. İşi yaparken başka başka şeyler düşünmeye çalışırlar. Daha fazla oyalanmadan işçiler makinelerin başına geçiyor. İçlerinden bir işçi -daha kıdemli- olan ustabaşı, işi başlatmak için zili çalıyor. Saatin tik-takları makine sesleri arasında kayboluyor. Şimdi tüm işçilerimiz, birbirlerine bakmaktan bile çekinerek sadece işe odaklanıyorlar. Rutin başladı. Patronumuz ise her zamanki telaşıyla fabrikaya giriyor. Kafasında binbir çeşit gündemi var. Hepsini de sıraya koyması, tek tek halletmesi lazım. Gözünü bürüyen öyle hırsları var ki sıkılmayı aklından bile geçirmiyor. İşleri hiç bir zaman rutinleşmiyor. Ya yeni bir iş kolu kurmaya çalışıyor, ya da durumlar kötüye gidecek olursa diye önlemler alıyor. Zaten her geçen gün hedeflerini büyütme arzusu onu içten içe sürekli tetikliyor. Bu durumda kim boş durabilir ya da sıkılabilir ki. Koca bir gün işte böyle geçip gitmez mi. Sonra daha fazla anlatılacak birşey kalmıyor. Çünkü bu kısım artık güneşin doğması ve batması kadar sıradan, doğal bir seyir alıyor. Maaş günleri ise biraz daha farklı, daha hareketlidir. İşçiler o gün iş çıkışı paralarını alacaklar. Hemen hemen hepsi benzer şeyleri yapacak: önce mutfak için alışveriş, sonra kira ödemesi, fatura ödemesi, çocukların acil ihtiyaçları, kış uzadığı için odunkömür takviyesi ve maaş gününe özel ufak abur-cubur yiyecekler... Eve geldiklerinde de başlarlar hesap yapmaya. Paranın ay sonuna kadar yetmesi gerekiyor çünkü. Tüm ay boyunca gün yüzü görmeden çalışarak kazandığı paranın gideceği yerler önceden bellidir zaten. İşçilerimiz bir an için aynı şeyi düşünürler: "Nereye gidiyor bu para anlamıyorum. Hiçbir şey de almıyorum ama çabucak bitiyor!" Patronumuzun hesabı biraz daha zor. İşçilere maaşlarını yatırdıktan sonra ne kadar kazancı olduğunu düşünür. Tüm masrafları karşıladıktan sonra elinde yüklüce bir miktar para kalır. Bu parayla kuracağı yeni işlerin hayalini kuran patronumuz çok uzun hesaplar yapmaya koyulur. Yeniden ve daha fazla üretmeyi ve kar sağlamayı düşünür.
İşçilerin kendileri dışında düşündükleri birçok kişi var. En başta ailesi olmak üzere etrafındaki insanların sorunlarını sahiplenir ve ona göre davranır. Açıkçası kendinden başka her şeyi herkesi en önce düşünüyor. Patronumuz için durum biraz daha farklı. O, kendisinden başka kimseyi önemsemez. Yalnızca ne kadar kar edip, ne kadar büyüyeceğidir umurunda olan. Bu durum işçilerde büyük bir korku yaratıyor: işsiz kalma korkusu. Ara sıra işsiz kalırsa neler olabileceğini düşünürler ve bu öyle kötü bir his ki, işyerinde sürekli en iyisini yapmak için onları tetikliyor. Bazen işçiler birbiriyle rekabete giriyor. Patronumuz bunun çok iyi farkındadır. Onun kendinden ve kar güdüsünden başka düşündüğü çok bir şey yok. İşçiler arasındaki rekabeti kullanır ve sürekli daha ucuza birilerini çalıştırmak için uğraşır durur. Ama kendisi de bir rekabetin içindedir aynı zamanda. Sektördeki diğer firmalarla amansızca çekişirler. Bazen onlarla bir araya geliyor. Aslında kendi aralarındaki rekabetten dolayı biri diğerinin zararından mutlu oluyor, hatta bizim patron çoğu zaman ikiyüzlü davranmak zorunda kalıyor. Ama onlar işçilere karşı her zaman ortak davranırlar. Bu konuda hiçbir tereddüdü de yok. Şimdi yine öyle bir dönemden geçiyorlar. Patronumuz kârını artırabilmek için işçi çıkarmak zorundadır. Bunu işçilere anlatmak onun için çok basit bir iş. Durumun kötüye gittiğini anlatıp, demagojik birkaç konuşma ile kolayca halledebilir. İçten içe zorluk çıkarırlarsa da başka güçler kullanacağını düşünüyor ve daha da rahatlıyor. İşten çıkarma sırasında işçilerin yakınmalarını dinlemek canını sıkacak biraz, çünkü bu duruma çok sinir oluyor. Ama olsun sonuçta her şey istediği gibi olacağı için biraz katlanabilir. Nasılsa kimsenin kendisiyle yüzgöz olmasına izin vermeyecek. İşçiler haberi birkaç gün önceden tahmin ediyorlar. Çünkü fabrikada işlerin kötüye gittiği söylentileri dolaşmaya başladı. Üstüne bir de patronun her zamankinden daha farklı bir tarzdaki öfkeli tavırları… Artık her biri kurbanlık koyun gibi beklemeye başladılar. Çıkış verileceği gün ise daha karmaşıklaştı duygular. Şimdi hepsi gözlerini fal taşı gibi açmış sıranın kendisine gelmemesi için adeta yalvarıyorlar. İşten çıkacaklar belli oldu. Ama herkesin içi acıyor. İşte kalanlar daha önce rakip olarak görebildiği arkadaşlarının yerine kendilerini koyuyorlar şimdi. Kimse içine sindiremiyor bu haksızlığı. Patronumuzda ise işini halletmenin rahatlığı var. Biraz yorucu oldu onun için de ama nasıl olsa birazdan unutacak. Çünkü başka işler düşünmesi lazım. Şimdi çıkardığı işçilere kafa yoracak vakti yok. Zaman daha çekilmez bir şekilde ilerliyor artık. Herkesin düşüncesi birbirine karıştı. Üzüntüler, umutsuzluklar ve en kötüsü de çaresizlik kapladı her yeri. O sırada birileri daha farklı şeyler söylüyor. Sendikadan, direnişten, hakkını aramaktan, birlik olmaktan söz ediyor. Önceden az kişilerdi bunlar ama bu son darbe öyle derinden etkilemişti ki işçileri, artık herkesin aklından geçiyor yavaş yavaş. Patronumuz bunları iyi biliyor. Bu duruma da hazırlıklıdır. İşçiler sendikayla örgütlülükle karşı koysa bile, patronumuz da milletvekilleriyle, savcılarla, polislerle, medya ile cevap verecek. Ama çok dikkatli olması gerktiğini biliyor. Önce işçileri kendi aralarında bölmeyi deniyor. Birkaç kişiyi koparabildi onların arasından. Arkasından işçilerin durmadığını görünce polisi devreye soktu. Grev yapma ihtimaline karşı yasaları kullanmak için avukat ve savcıları ayarladı. Çok çabaya gerek yoktu aslında. Çünkü yasalar nasıl olsa onu daha çok koruyor. Olsun, o yine de tüm tedbirleri aldı. Ama hala içinde bir huzursuzluk var, bir türlü atamıyor. Çok düşünmesine gerek kalmadı, sebebini biliyor: işçiler çoktu, kendisi ise yalnız… Y. Toprak
35
Apolitizmin her kesimden arkadaşı var Geçtiğimiz dönem ülke gündeminde birçok önemli gelişme yaşandı. Bu gündemler bir taraftan çok hızlı değişirken, diğer taraftan da ülkenin geleceğinde kalıcı izler bıraktı. Seçimlerin ardından devam eden yoğun devlet baskısı ve terörü, kıdem tazminatı hakkının gasp edilmeye çalışılması, üniversitelerde gizli harç zammı uygulaması, vahşice yapılan ve tüm topluma izletilen sınır ötesi operasyonlar, yüzlerce öğrencinin tutuklu olması, KCK operasyonu adı altında gazetecilerin, avukatların, belediye başkanının tutuklanması, komşu ülkelerde ayaklanmalar, isyanlar... Bununla beraber Van depreminin yaşanması ve buna karşı şovenist açıklamalar yapılması. Hala devam eden bu karanlık sürecin en etkili olayı da kuşkusuz Roboski katliamıydı. Tüm bu süreçler farklı açılardan sayısız tartışmaya konu olurken, bunların hiçbirine kulak asmayan, sıradan meselelermiş gibi görüp, kendi rutin yaşantısına devam eden bir kesim vardı: Apolitikler. Resmi ideoloji tarafından durmadan pompalanan “Siyasete bulaşmayın, olaylara karışmayın!” söylemi ile beslenen –ki bu söylemin kendisi oldukça politiktir- apolitizmin sayısız karakteristiği var. Apolitizm, egemen ideolojinin yarattığı söylemlerden etkilenir. Dünyanın en saçma fikrini türlü lafazanlıklarla savunsanız bile onu etkileyebilirsiniz. Bu nedenle günümüz apolitik gençleri (çoğu kemalizmin etkisinde olmakla beraber) düzenin ideolojisinden beslenir. Bugün ülkedeki ana haber bültenlerinin ya da günlük gazetelerin yarısından çoğunun magazinsel konulara ayrılması bu yüzdendir. Böylece sistem istediği dönemde istediği bir karakter yaratarak bu apolitikleri kendi peşinden sürüklenir bir hale getirmiştir. Bu kimi zaman bir mafya babası karakteri olur, kimi zamansa bir sokak serserisi ya da aile içinde gayri meşru ilişkiler yaşayan karakterler olur. Hatta bir tecavüzcü bile toplumun apolitik kesimlerine özendirilir ve benzetilmeye çalışılır. Apolitizm, herhangi bir durum kendisini direkt etkilemediği sürece onu görmezden gelebilir. Örneğin GSS saldırısında mağdur olan milyonlarca kişiye gözlerini kapatır. Yalnızca kendisini etkileyip etkilemediğine bakar. Etkiliyorsa her şekilde söylenir durur. Hatta insanların bu konuda bu kadar duyarsız olmasına sinirlenir. Ama kendisi etkilenmiyorsa da korkunç bir umursamazlığa bürünür: “Ha, evet. Ben onu hallettim. Sağlık sıkıntım yok zaten benim.” Apolitizm, kendi korkaklığını ve ilgisizliğini tüm topluma mal etmeye çalışır. Bir konudaki çekincelerini ve kararsızlığını “kimsenin bununla ilgilendiği yok” ya da “insanlar bunu yapmaktan çekinir” şeklinde açıklar. Ama kendisinin durduğu yeri sorgulamayı aklından bile geçirmez. Ona göre bir şeyler yapılamamasının sebebi hiçbir zaman kendisi değildir. Sebep hep başkalarının, yani toplumun hareketsizliğidir. Ah şu insanlar bir ayaklansa harekete geçse kendisi de durmayacaktır. Ama ne yazık ki öyle bir koşul şu anda yoktur. Apolitizm, yaptığı en ufak bir işi abartmayı sever. Aylarca hiçbir şey yapmadan sadece konuşarak yaşayan bu kişi, günün birinde tesadüf eseri yaptığı bir işi de öve öve bitiremez. Yanlışlıkla onun bu yaptığını görmezden gelirseniz ya da gerçeği ona söylerseniz gericileşir ve kendisinin önemsenmesi için her türlü suçlamayı yapar. Apolitizm, kendisi dışında herkeste ve her şeyde kusur arar ve kendince de bulur. Hem hiçbir şey yapmaz hem de durmadan eleştirir. Yapılan hiçbir şeyi beğenmez. En
36
tehlikeli yanı da budur. Çünkü gerçek anlamıyla bir değer uğruna emek vermenin ve onu ellerinle yaratmanın nasıl bir şey olduğunu bilmez apolitizm. Hal böyle olunca da karşısındakini bir bütün olarak göremez ve tuhaf bir küçümseme ile bakarak meseleyi hep olumsuz bir yöne çekme eğilimindedir. Bu durumda apolitizmin sloganı şudur: “Çok laf, az iş!” Apolitizm, sahip olduğu görüşü hiçbir yönüyle, tutarlı bir biçimde savunamaz. Bunu da 'bir görüşe bağlanmanın kişiyi körelteceğini' söyleyerek yapar. Ancak aklı hep karışıktır. Bulanıktır. Her an her şeye saldırma ve her şeyi savunma potansiyeli taşır. Dolayısıyla apolitizm, her türden kitap okuduğunu ama hiçbir görüşte sabitlenmediğini iddia eder. Kısacası her şeyi okumaya çalışırken, hiçbir şey yapamaz hale gelir. Apolitizm, her türden insanla arkadaş olabileceğini savunur. Açıkçası belkemiksizdir. Bu tür bir savrulmayı çeşitlilik sayar. Oysa bu şekilde bir yaşamın onu her konuda silikleştirip düşüncelerini belirsizleştireceğini ve nereye çekersen oraya giden bir karakter yaratacağını fark edemez. Dolayısıyla bu durum apolitizmin kültürel-sanatsal yaklaşımına da yansır. Popülerlikten etkilendiği kadar marjinal fikirlere ve eğilimlere de yatkındır. Ama hiçbiri de kendi özgün isteği, çabası ya da merakı üzerinden gelişmez. Hep birilerinin ya da bir şeylerin yönlendirmesi sonucu ortaya çıkar. Bu da her farklı arkadaş grubunda farklı bir yönelim olarak görünür. Apolitizm, kaypaklığı da beraberinde taşır. Onun zararına olacağını düşündüğü bir durum için karşısındakinin düşüncesine bürünmekte sınır tanımaz. Bu, aile, öğretmen ya da patron olabilir. Örneğin öğretmeni notunu kırmasın diye ona yaltaklanabilir. Bu yer yer karşısına kim çıkarsa ona göre değişir. Öyle zamanlar olur ki, hatta bir yerden diğerine geçtiğinde taban tabana zıt iki görüşü savunmak durumunda kalabilir. Kendi düşüncesini savunma, yüzleşme, aşma ve tartışma cesaretini çoğu kez gösteremez. Apolitizmin her söyleminin arkası boştur. Belli bir süredir facebook, twitter gibi sanal ortamlarda görünüyor. Apolitizm buralarda her türden açıklamayı yapar. Örneğin gündelik yaşamında tembelliği çok sevdiği halde, sanal alemde devrimler yapar. Toplumun kurtuluşu için yapılması gerekenleri sıralar, yaptığını bile iddia eder. Ama gerçek hayatta bunu yapmak zorunda değildir! Açıkçası birçok konuda “–mış gibi” görünür. Ama işin tehlikeli tarafı, buna kendisi de inanır. Sorgulamaktan uzaktır çünkü. Apolitizmi devletin ve devlet kurumlarının kandırması çok olaydır. Medyada görünen her şeye olduğu gibi inanan apolitik, kolaylıkla yönetilir. Hayatının başkaları tarafından belirlendiğini bir türlü göremez. Apolitizmi, ne yazık ki, her geçen gün daha yakından tanıyoruz ve tüm yönleriyle daha fazla muhatap oluyoruz. Bizler net ve kararlı duruşumuzla, hak arama mücadelemizi daha fazla yükselterek, sistemin edilgenleştirdiği ve öylece yönettiği bireyler değil, örgütlü mücadelenin özneleştirdirdiği bireyler olarak alanlardayız. Buradan aldığımız güçle de apolitizmi kırmak ve gelişmeye açık genç bireyleri bu sürüncemeden çekip çıkarmak durumundayız. Y. Toprak
Umutsuzluğu örgütlemek... Sermaye devletinin temel politikası hiç değişmedi: işkenceler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, kirli provokasyonlar, sayısız katliamlar, tarihsel çıkışlara vurulan darbeler ve daha fazlası... Proletaryanın tarihsel misyonunu gerçekleştirmesi yolunda olanlar, tüm bunlara karşı “tüm zulüm ve baskı mekanizmalarının işletilmesi, bizim güçlenmemizdendir. Her nerede devrimci bir yükselme yaşanıyorsa, sermaye devleti tüm savaş aygıtlarını oraya yönlendirir, bu eşyanın tabiatıdır. Ama bilmezler ki üretenlerin yeri göğü sarsıcı gücü bizim ellerimizdedir. Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur” diyerek ve verdikleri mücadelenin çıtasını yükselterek, o mücadeleyi başka alanlara taşıyarak yollarına devam ettiler. Her doğan güne yeni umutlar ile başlıyorlar bu “farkındalık sahipleri.” Umut, onların besledikleri, onların beslediğine emin olduğumuz... “Şart” olana ulaşabilmek için bir ön şart umut. Ne var ki, tüm bu tarihsel olaylarda ve özellikle de darbeler döneminden sonra, bilinci sınıfın teorisi ile kuşanmamışlara bir takım özel hissiyatlar aşılandı bilinçli olarak. Hareket edenlerin zincirlerin ne kadar ağır olduğunu keşfetmesi üzerine, kitleler hareketsiz bıraktırılmaya çalışıldı kimi politikalarla. İnsanlar da içselleştirdiler bu söylemleri, sahiplendiler ve yaşamlarının temeline oturttular. Artık hareket etmeyi bir “işgüzarlık” sayıyor ve onlardan olmayanları ötekileştiriyorlardı. Verilen bilincin adı buydu: “umutsuzluk.” Tüm haberleri burjuva medyadan alan, okuma alışkanlığı olmayan, sorgulamaya korkan, düşünme eylemini yorucu bulan umutsuz nesiller yaratıldı bu ülkede sistematik olarak. Bir de temel bir aşama daha kaydettiler ve “en”leri kazandırdılar bu insanlara. Yani en iyisini ve en doğrusunu “o” kişinin bildiği tavrını aşıladılar yüzbinlerce “o”lara. Özellikle günümüz gençliğinde yoğun bir biçimde gözlemlenebilen bu umutsuzluk illeti, her yerde karşımıza çıkıyor. Bilinçlendirmenin ilk aşamalarında yaptığımız, teorik bilinci aşılamak bir yana, ilk olarak “umutsuzluğu örgütlemek” oluyor. Tüm olaylara, olgu ve kavramlara bakışı burjuva medya üzerinden şekillenen bir birey için, hele de kendi düşüncelerinin mükemmel derecede doğru ve eksiksiz olduğunu düşünen bir birey için, uğruna mücadele edilecek hangi gerçeklik vardır ki? Birilerinin kendisi yerine düşünmesine alışmış, kendi sözde gerçekleri dışında herşeyden bihaber olan bir birey nasıl kazanılır mücadeleye? Sanıyorum ki sınıfın devrimci teorisi, bunu bizim yerimize yapıyor. Bu kadar “doğru” bir
bilinçle kuşanmış, “sarsılmaz” yiğit evlatlar havada savrulur, anlamsız pikeler yaparken, asıl gerçeklikler yüzlerine vurulduğunda beton bir zemine çakılıyor, gerçekliklerle tepe taklak oluyorlar. Bu da teorinin bilimsel gerçekliğiyle, üretenlerin yeri göğü inletebilme kapasitesinin varlığıyla mümkün oluyor. Aşılanan sözde gerçekliklerin altı boş, dayanakları mesnetsiz olunca, olmayan teoriyi temellerinden söküp atmak da zor olmuyor. Düşünmeye başlayan birey, artık burjuva medyada yayınlanan haberlerin altyazılarını okuyabilmeye başlıyor. Deyim yerindeyse, bu kişi, artık gerçekliklere sırtını dönemez oluyor. Gördükçe görüyor, gördükçe görüyor ve sonunda yıllarca uyutulmuş olduğu gerçekliğiyle sarsılması sona eriyor. Burjuva medyanın, sermaye düzeninin yıllarca üzerinde kurduğu tahakkümü ortadan kaldırabilmek için harekete geçiyor. Yıllar yılı kandırılmış olmanın verdiği öfke ile hareket ediyor. Zincirlerin ne kadar ağır olduğunu görüyor. Ama kilidin anahtarının kendinde olduğunu da fark ediyor. “İyi uykular umutsuzluk, yepyeni baharları kazanmak için geliyorum...” diyor. Burada bizlere düşen de o insanları tüm yönleri ile anlamaya ve kavramaya çalışıp bu umutsuzlukları örgütlemek sanıyorum. Onları düşünmeye sevk etmek için gerekli olan pratikleri örmek. Umut etmek insanın duygusal bir refleksi ve biz insan olma mücadelesi verenler, gerçeklik aşılamalıyız onlara. Sarsılmaz yiğitliklerle donatılmış gerçeklikleri... Metin Demirtaş diyordu ki bir şiirinde: “kar dalları örttü kavruldu en yamanı çiçeklerin kalbim, katlan bunlara çünkü kıştır yaşanılan amansız, limansız bir kış ve sarılmışız dört bir yandan
Tüm olaylara, olgu ve kavramlara bakışı burjuva medya üzerinden şekillenen bir birey için, hele de kendi düşüncelerinin mükemmel derecede doğru ve eksiksiz olduğunu düşünen bir birey için, uğruna mücadele edilecek hangi gerçeklik vardır ki? Birilerinin kendisi yerine düşünmesine alışmış, kendi sözde gerçekleri dışında herşeyden bihaber olan bir birey nasıl kazanılır mücadeleye?
ama düşün kalbim düşün, kavgayla kazanılacak dostları direnen, adressiz yaşayan dostları fışkıracak ekinleri ilk yazla karlar altından ve doludizgin geçerek her acıyı bir sevinçle yolu yok kalbim sağ çıkacağız bu acılardan çünkü umutsuzluk yasak yılgın türküler söylemek de çünkü yürüyor umudun ordusu umutsuzluğu kurşuna dizerek...” Çanakkale’den bir Ekim Gençliği okuru
37
Eskişehir'de çalışmalarını yürüten Perde'siz' Tiyatro Topluluğu ile konuştuk…
Kolektif emeğe dayalı, politik bir tiyatro...
Kolektif bir üretimle sistemin çarpıklığını, yozluğunu ve yarattığı sorunları anlatmak, buna karşı da alternatifler üretmek, sorgulatmak ve harekete geçirmek gibi hedefler koyduk. Ayrıca giderek gelişecek olan grubumuz tiyatronun elit bir kesiminin yaptığı bir iş değil, eşitsizlikten her türlü etkilenen yaşamın ve kavganın bizzat içindeki gerçek bireylerin emeği ile yapılan, topluma ait bir sanat olduğunu da vurgulamış oldu.
38
- Eskişehir’de bağımsız bir tiyatro grubu oluşturdunuz. Grubun oluşma ve gelişim sürecinden bahsedebilir misiniz? Perde'siz': Öncelikle biraz Eskişehir’in kültürsanat açısından durduğu yeri özetleyelim. Burada özellikle tiyatrolar oldukça ucuz ve her dönem gerek üniversitede gerek devlet ve belediye tiyatrolarında birçok oyun gösteriliyor. Bununla beraber şehir sinema, konser vb. etkinlikler açısından da zengin. Böyle bir yerde etkili ve güzel etkinlikleri takip etmek önemli bir yerde duruyor. Üniversite öğrencilerinin yoğunlukla bulunduğu şehirde bu kadar fazla etkinlik olmasına rağmen, gençliğin bar, kafe gibi yoz ortamlarda daha çok bulunduğunu görüyoruz. Biz de uzun süredir bu etkinliklere olabildiğince çok gidiyoruz ve çevremizdeki arkadaşlarımı da yönlendiriyoruz. Bağımsız bir tiyatro topluluğu oluşturma fikri ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yaklaştığı bir dönemde bu konuyla ilgili bir tiyatro oyunu hazırlamak üzerinden ortaya çıktı. Üniversitede yürüttüğümüz politik çalışmaları zenginleştirmek ve özellikle kadın sorunu üzerinden etkili bir çalışma üretmek istedik. Gelişen süreçte ise bu yalnızca tek bir gündeme bağlı kalarak tek bir oyun hazırlamak yerine, düzenli çalışmalar alan ve her gündeme yanıt üretebilen bir topluluk oluşturmaya evrildi. Topluluğu oluşturduğumuz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde Uludere katliamı için yapılan sokak tiyatrosu bu noktada ufkumuzu daha da genişleten bir olay oldu. Bunu da gözeterek gelişen süreçlere bu şekilde yanıtlar üretebileceğimizi tartıştık. Topluluğun oluşumunda yer alan ve daha önce tiyatro alanında deneyimli olan arkadaşlarımızın da önerileriyle topluluğun genel hattını ve düzenini tartıştık. Bu çerçevede bir manifesto hazırlamaya başladık. Gelişen süreç ve çalışmalarımızın seyri ile birlikte bu manifestoyu zenginleştirme ve ayakları yere basar hale getirmek gibi hedefler koyduk. Böylece topluluğumuz çalışmalarına başlamış oldu. - Oluşturduğunuz manifestoda neler yer alıyor? Perde'siz': Öncelikle tartıştığımız konu kolektivizm oldu. Dışarıda süren tiyatro gruplarını takip ediyoruz. Kimilerinde şef mantığı ile grup üyelerinin fikirlerinden çok bir veya birkaç kişinin yönlendirmesi ile işler yürüyor. Bu kısıtlayıcı bir durumdur bize göre. Topluluk üyelerinin tamamı ya amatör ya da şimdiye kadar hiç tiyatroyla ilgilenmemiş insanlar. Ancak kolektif bir üretimi buralardan sağlamak bizim için çok önemliydi. Oturup beraber tartıştık ve tiyatronun kolektif üretim yapıldığı bir sanat olduğunu ortaya koyduk. Dolayısıyla manifestomuzda bireyin değil toplamın çıkarlarının düşünüldüğü kolektif emeğin üretildiği,
birleştirildiği bir tiyatro olması gerektiğine yer verdik. Gelişen çalışmalarımızda da bunu işletmeye gayret ettik. Eleştiri-özeleştirinin açıklıkla yapıldığı, topluluk üyelerinin birbirinin her türlü fikrini tartışarak geliştirdiği bir pratik gerçekleştirdik. Bunun yanı sıra, kuruluş amacıyla bağlantılı olarak manifestomuzda sistem karşıtı duruşumuzu ifade ettik. Bugün sanatı, medyayı da kullanarak popüler kültür yaratmaya çalışan sisteme karşı bir alternatif oluşturma çabasıydı biraz. Kolektif bir üretimle sistemin çarpıklığını, yozluğunu ve yarattığı sorunları anlatmak, buna karşı da alternatifler üretmek, sorgulatmak ve harekete geçirmek gibi hedefler koyduk. Ayrıca giderek gelişecek olan grubumuz tiyatronun elit bir kesiminin yaptığı bir iş değil, eşitsizlikten her türlü etkilenen yaşamın ve kavganın bizzat içindeki gerçek bireylerin emeği ile yapılan, topluma ait bir sanat olduğunu da vurgulamış oldu. Bu çerçevede yüzü dışarıya dönük, kendi bağımsız kararlarını demokratik bir işleyişle sağlayabilen, yaşadığı çevrenin sorunlarına duyarlı ve bunu sürekli bir üretimle topluma taşımayı hedefleyen bağımsız politik bir tiyatro topluluğu oluşturduk. - Şimdiye kadar oynadığınız bir oyun var mı? Perde'siz': Evet. Dario Fo’nun “Uyanış” ve “Akıl hastanesindeki bir fahişenin monoloğu” isimli oyunlarına hazırlandık. Anadolu Üniversitesi’nde 8 Mart için yapılan etkinlikte oynadık bu oyunları. Önümüzdeki süreçte de çeşitli gündemler üzerine tartışarak neler yapabileceğimizi sık sık konuşuyoruz. - Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Perde'siz': Öncelikle derginiz aracılığıyla tiyatroya ilgi duyan ve toplum için tiyatro yapmak isteyen arkadaşlara bir çağrı yapalım. Eskişehir’de çalışmalarını sürdürdüğümüz Perde'siz' tiyatro topluluğu ilerleyen günlerde de üniversitede yaptığı etkinliklerle, yapacağı çalışmalarla alanlarda olmaya ve sözünü söylemeye devam edecek.