Ortaya çıkan olanaklar ışığında...
Birleşik, kitlesel, devrimci bir 6 Kasım için!
Gençlik hareketinin 2000’lerden bu yana sürekli olarak gerileyen tablosunu değerlendirebilmek için elimizdeki temel cetvel 6 Kasım süreçleri olmuştur. ‘96 yükselişinin geri çekilmesinden bu yana 6 Kasımlar her yıl öncekilere göre daha da zayıf ve parçalı bir hale gelmiş, kitlelerle bağını yitiren gençlik grupları, birleşik bir 6 Kasım örgütleme yetenek ve niyetlerini yitirerek kısır çatışmalar ve dar grupçu kaygılar peşinde sürüklenerek bin bir parçalı 6 Kasımlar örgütlemiştir. Bu tablo hareketin geriye çekilmesiyle ters orantılı olarak büyümüş, ancak bununla birlikte hareketin gerilemesini de hızlandırıcı bir etken olmuştur. Zaten hayli daralan ileri gençlik kitlesi, bu nedenle siyasal örgütlere karşı güvenlerini yitirmiş ve kendilerini ifade edebildikleri temel bir alan olan 6 Kasımlar’da dahi süreçlerin dışına itilmekten kurtulamamıştır. Ancak 2012 6 Kasımı, bu karamsar tabloyu bir parça da olsa aşmanın ve gençliğin dinamizmini birleşik ve kitlesel bir biçimde alanlara taşıyabilmenin olanaklarına geçmiş yıllara göre çok daha fazla sahiptir. Bu nedenle yeni dönemi tartışırken, 6 Kasım’dan başlayarak gençlik hareketinin güçlü bir çıkış yapması için gerekli hazırlıkları yapmak, mevcut saldırılara karşı güçlü bir karşı koyuşu 6 Kasım ile başlatmak –ya da ileri bir aşamaya taşımak- bugün için temel önemde bir görevdir. Yapılması gereken bu olanakları değerlendirmek ve bunun üzerinden birleşik bir hat örmektir.
AKP’nin parasız eğitim oyunu ve gençliğin tepkisi Bugün ticari eğitim saldırısının yeni olmaktan
çıktığını ve artık çok boyutlu olarak üniversitelerde sermaye işgaline dönüştüğünü biliyoruz. Saldırıya başlangıçta gösterilen tepki de zamanla politize olmuş unsurlara daraldığından, uzun süredir anlamlı bir karşı koyuşa dönüşemiyordu. Ancak üniversitelerde ticarileşmenin büyük ölçüde hayata geçirilmesi ile birlikte, ticarileşme uygulamaları da çok yönlü olarak öğrenci gençliğin hayatında karşılık bulmaya başladı. Böylece de, geçmişte olduğu gibi bu saldırıya salt politik bilincinin sonucu değil, doğrudan yaşadığı ya da yaşayacağını düşündüğü mağduriyetten kaynaklı tepki gösteren geniş bir kesim ortaya çıktı. Açıktan bir geleceksizlik anlamına gelen paralı ve piyasaya dönük eğitim anlayışı, geçmişte ilerici ve devrimci güçlerin propagandalarının etkisiyle gündemde bir yer tutabilirken, bugün, kimi zaman öğrenci gençliğin kendiliğinden tepkisinin açığa çıkmasına sebep olacak kadar yakıcı biçimde kendini hissettirir hale geldi. En bilinen iki örneği yinelersek, geçtiğimiz yıl Bologna uygulamaları için pilot okul seçilen Ege Üniversitesi’nde 800 öğrencinin, hiçbir siyasal önderlik etkisinde olmaksızın gerçekleştirdiği yürüyüş; yine Kocaeli Üniversitesi’nde 1200 kişilik kitlesel eylem, tamamen yeni uygulamanın yarattığı mağduriyetten kaynaklanıyordu. Ancak ortaya çıkan eylemler, dar ve kişisel talepleri de aşarak topyekûn Bologna sistemini ve piyasacı eğitim uygulamalarını hedef alabildi. Kuşkusuz ki bu eylemler hızla dağıldı ve cılız kazanımlar dışında bir sonuç elde edemedi. Ancak her iki örnek de dikkatle incelendiğinde öğrenci gençliğin bu konuda ciddi bir tepki biriktirdiğini, hareketin tüm geri yönlerine rağmen önemli bir potansiyel taşıdığını gösterdi. Son olarak ise AKP’nin parasız eğitim oyunu ya
2012 6 Kasımı, bu karamsar tabloyu bir parça da olsa aşmanın ve gençliğin dinamizmini birleşik ve kitlesel bir biçimde alanlara taşıyabilmenin olanaklarına geçmiş yıllara göre çok daha fazla sahiptir. Bu nedenle yeni dönemi tartışırken, 6 Kasım’dan başlayarak gençlik hareketinin güçlü bir çıkış yapması için gerekli hazırlıkları yapmak, mevcut saldırılara karşı güçlü bir karşı koyuşu 6 Kasım ile başlatmak –ya da ileri bir aşamaya taşımak- bugün için temel önemde bir görevdir.
3
da harçların kısmi olarak kaldırılması, öğrenci gençliğin önemli bir tepkisi ile karşılaştı. Bir dizi yerelde bu gündemle gerçekleştirilen eylemler hareketin mevcut darlığını aşamamış olsa da, özellikle İstanbul’da gerçekleştirilen kitlesel protesto, öğrenci gençliğin nasıl bir duyarlılığa sahip olduğunu da gösterdi. Eylemlerin talepleri kimi yerde salt harçların ikinci öğretimlerde de kaldırılmasına daralmış olmasına rağmen genelde bir dizi başlık öne çıktı. Esas önemli olan ise alanları dolduran gençlerin oraya geliş sebeplerinin hiç de salt bununla sınırlı olmamasıydı. Gençlik, özellikle AKP’nin parasız eğitim yalanına kanmadığını söylemek ve yakıcı biçimde hissettiği ticari-piyasacı eğitim uygulamalarına karşı tepki göstermek için alanlardaydı. Bu eylemler, bu kez siyasal güçlerin girişimleriyle örgütlenmesine rağmen hızla etkilerini yitirdi. Ancak gençliğin öfkesi ortadan kalkmadı. Yine AKP tarafından uygulamaya konulan 4+4+4 sisteminin de toplumda yarattığı rahatsızlığı burada yeri gelmişken hatırlatmak gerekir. Eğitim ile doğrudan bağlantılı bu uygulama, öğrenci gençlikte eylemli bir tepkiye konu olmamasına rağmen yarattığı hoşnutsuzluk bilinmektedir. İşte 2012 6 Kasımı’nı gençliğin bu birikmiş öfkesi ve eğitimde ticarileşmeye karşı duyduğu tepki ile karşılıyoruz. Bu bile ortaya geçmiş yılları aşan bir tablo çıkarmanın olanaklarının genişliğini görmek için yeterli veri sunuyor.
kalması kuşkusuz ki düşünülemez. Bu bakımdan 6 Kasım alanının halkların kardeşliği şiarını ete kemiğe büründürmesi zorunludur. Bu gündem hiçbir biçimde gençliğe dışarıdan dayatılan bir başlıkmış gibi anlaşılmamalıdır zira savaş bugün en yakıcı biçimde gençliği kesmekte, gençlik geleceğin kirli savaşının askerleri olarak düşünülmektedir. Bu bakışla yürütülecek çalışma ticari eğitim saldırısı ile hayli içiçe geçmiştir. Üstelik bugün için her iki icraatın arkasında da temel yürütücü güç olarak AKP’nin bulunması, bu iki gündemin ilişkisini de açıkça ortaya koymaktadır. Gençliğin savaş karşısında göstereceği duyarlılık buradan bakıldığında ticari eğitim karşıtı tepkinin de bir yüzü olarak ortaya çıkacaktır. Bu iki başlık üzerinden yürütülecek çalışmalar, “savaşa değil eğitime bütçe” biçiminde kimi formülasyonlara da konu edilebilir. Tüm darlığına rağmen bu şiar, bir yandan savaş harcamalarına dikkat çekerken diğer yandan eğitimin sermayenin kucağına atılmasına ve kendi yağıyla kavrulmak zorunda bırakılmasına dikkat çekmektedir. Bu haliyle de ticari eğitim ve harçların kaldırılması ile savaş arasındaki bağı ifade etmektedir. Kuşkusuz ki bu kaba bağın ötesinde iki gündemin ilişkisi zengin bir literatüre yaslanarak kurulabilir. Bu, çalışmayı yürütecek güçlerin zenginleştirebileceği bir çalışmadır ve kapitalizmin krizinden yola çıkılarak tüm ticari eğitim uygulamalarının ve emperyalist savaş ihtiyacının bağı canlı biçimde sunulabilir.
Gençliğin birikmiş tepkisini örgütlemek 6 Kasımlar, Türkiye’de üniversiteli gençliğin 1 Mayısları’dır. Dolayısıyla da 6 Kasım’ın gündemleri bütün olarak gençliğin gündemidir. Ticari eğitim, kapitalist sömürü, emperyalist savaş ve bütün olarak kapitalist sistemin insan üzerinde kurduğu tahakküm gençliğin ve dolayısıyla 6 Kasım’ın gündemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyalizm alternatifi de tüm bu gündemlerin içerisinde doğallığında işlenmelidir. Ancak bugün için birleşik, kitlesel ve devrimci bir 6 Kasım’ı tartışıyorsak, öncelikle gençliğin son süreçte ortaya çıkan duyarlılığının ve bunun tüm gençlik güçlerini birleştirici etkisinin özel olarak ele alınması gerekir. 6 Kasım’ı en geniş biçimde örgütleyebilmek için öne çıkan iki başlık bugün için ticari eğitim ve Suriye’ye yönelik kirli politikalardır. Yukarıda da ifade edilen ve son yıllarda gelişen ticari eğitim karşıtı duyarlılık, birleşik bir hareketin de zeminini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu alanda oluşturulacak bir ortak mücadele hattı, daha şimdiden güçlü bir 6 Kasım’ın da anahtarı olacaktır. AKP’nin harç oyunu ile başlayan sürecin kimi yerellerde ortak çalışmalara konu edildiğini, ancak bunların istenen düzeye gelmediğini biliyoruz. Bu açıdan yalnızca siyasetlerin birlikteliğine daralan örgütlenmeler değil, tüm duyarlı kesimleri kapsayabilecek biçimler zorlanmalı, 6 Kasım daha şimdiden bu gençlik enerjisine dayanan bir biçimde örgütlenmeye çalışılmalıdır. Burada kastedilenin her yerde birlikler-platformlar kurmak olmadığını da hatırlatmak gerekir. Yerellerin özgünlüklerine göre kimi zaman tüm siyasal güçleri kapsayan bir platform tercih edilebilecekken kimi yerlerde ortaklık zeminleri kalmadığında daha dar olmak pahasına tek başına yol da yürünebilir. Esas önemli olan, birleşik bir 6 Kasım hedefine yönelmek için tüm duyarlı gençlik güçlerinin öznesi olabileceği mekanizmaları yaratabilmektir. Bunun platform mu, komite mi yoksa daha başka bir biçim mi olacağı talidir. Yine gençliğin tepkisini ortaya koymak için birleşik ve merkezi bir çıkış olanakları doğarsa, kuşkusuz ki bu da değerlendirilmeli, güçlü bir politik hat ortaya konarak süreç örülmelidir. Burada önemli olan yerel çalışma-merkezi eylem ilişkisini doğru tanımlamak ve merkezileşmeyi buradan tartışabilmektir. Aksi günü kurtaran ama sonrasına bir şey bırakmayan bir etkinlikten öteye gitmez.
“Savaşa değil eğitime bütçe!” Emperyalist savaş gündeminin, özel olarak da Suriye’ye yönelik saldırganlığın bugün hayli yakıcı içimde kendini hissettirdiği de ayrı bir gerçekliktir. Burjuva medyanın dahi “savaş kapıda” nidaları attığı bir dönemde gençliğin bu konuda tepkisiz
4
Genç komünistlerin görevleri ve gündemleri Ortaya koyduğumuz tablo, esas olarak günün olanaklarından yola çıkarak bugün için öncelikli ihtiyaç olan birleşik, kitlesel ve devrimci bir 6 Kasım’ın, buradan yola çıkarak da yine birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketinin yaratılması için tutulması gereken yola işaret etmektedir. Bahsettiğimiz temel gündemler üzerinden ortaya konacak çalışma, yalnızca siyasetlerin birliğini değil, aynı zamanda gençliğin tepkisini ve enerjisini açığa çıkarmayı hedefleyerek 6 Kasım’ı bu bakışla ele alacaktır. Ancak siyasal bir gençlik çalışması hiç de ortaklaştırılmış gündemlerle yetinmek durumunda değildir. Komünistler bahsedilen hedefle yürütülecek 6 Kasım çalışmaları ile birlikte sosyalist bir alternatife işaret etmek görevi ile de karşı karşıyadırlar. Kuşkusuz ki parasız eğitim talebi çalışmada temel bir yer tutacak, ancak genç komünistler tüm çalışmalarla paralel olarak “parasız eğitim sosyalizmde” şiarını her fırsatta kitlelere taşıyacaklardır. Genç komünistler cephesinden kapitalizmin teşhirini yapmayan ve sosyalizm alternatifini gündemleştiremeyen bir çalışma her dem eksiktir. Yine komünist hareketin 25. yılı vesilesiyle genç komünistler de ortaya bir politik çalışma hattı koyacaklardır. 6 Kasım ile kısmen kesişecek de olan bu hattın önemi, ortak çalışmanın yanısıra devrim ve sosyalizmin alternatifinin güçlü biçimde ortaya konması olarak kendini gösterecektir. Yine tüm siyasal gelişmelere müdahale edebilen, politik refleksler geliştiren, ülke gündemini devrimci bir bakışla gençliğe sunabilen ve süreçleri eylemli bir müdahaleye konu edebilen bir çalışma ortak platformlara hapsolmanın da önüne geçecektir. Burada kritik nokta ortak zeminde hareket ederken tüm politik hattımızı ilkesel bir biçimde tartışmaların önüne koymak değil, toplam harekete devrimci müdahale yapabilmenin olanaklarını en doğru biçimde değerlendirebilmektir. 6 Kasım’ın birleşik ve kitlesel olmasının yanında “devrimci” de olabilmesinin koşulu budur. 6 Kasım’ı devrimci yapan ne tek başına örgütleyen kurumların devrimciliğidir ne de gelen kitlenin niyeti. 6 Kasım’ı devrimci kılan bütünlüğü içerisinde ortaya koyacağı politik bakış açısı ve hedefiyle birlikte hareketin yönünü döndüğü yerdir. Buradan yola çıkarak 6 Kasım 2012’nin birleşik, kitlesel ve devrimci bir muhtevaya bürünmesi için önemli olanaklar barındırdığını yinelemek gerekir. Doğru bir politik önderlik ve doğru bir politik bakış açısı ile bu olanaklar değerlendirilebilirse, gençlik hareketinin üzerindeki ölü toprağı da bir parça atılabilir. Bunun öncelikli koşulu da bugün tanımladığımız tepkinin örgütlenebilmesi ve gençliğin enerjisini açığa çıkartarak alana yansıtabilmekten geçektedir.
Komünist hareketin çağrısına yanıt verelim! “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de.” (TKİP III. Kongre Bildirisi’nden...) Emperyalist-kapitalist sistem, derin bir kriz yaşamaktadır. Kapitalizmin onulmaz çelişkilerinden doğan krizi aşamayan, en azından nihai olarak çözemeyen sistem, varlığını sürdürebilmek için çok yönlü bir saldırganlık içine girmektedir. Milyonlarca işçi ve emekçinin açlığa ve sefalete mahkum edilmesiyle, emperyalist savaşlarla, ezilen halklara yönelik toplu kıyım ve katliamlarla, halklar arasında düşmanlığın körüklenmesiyle, gençliğin geleceksizleştirilmesiyle, doğa katliamlarıyla içinde bulunduğu krizi aşmaya çalışıyor. Özcesi, ne pahasına olursa olsun varlığını korumaya, bu sömürü, yağma ve talan düzenini sürdürmeye çalışıyor. Bugün yakıcılığını Ortadoğu üzerinden hissettirse de, dünyanın hemen her bölgesinde süren savaşlar, emekçi halkalara yıkım ve katliam taşıyor. İşçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki kölelik prangalarını kalınlaştırıyor. Gençliğe yozlaşmayı ve geleceksizliği dayatıyor. Doğayı ranta kurban ederek dünyayı insanlık için yaşanabilir bir yer olmaktan çıkarıyor. Özcesi dünyayı ve insanlığı yokoluşa sürüklüyor. Yine de çıkışsızlık içinde debelenip duruyor. Tüm bunlar, emperyalist-kapitalist sistemin bunalımlar ve savaşlar dönemine işaret ediyor. Zira bu sürece rengini veren temel eksen kapitalizmin buhranı ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırılan emperyalist savaşlar olmaktadır. Kapitalizmin sefalete, açlığa ve geleceksizliğe ittiği milyonların yanıtının devrimler olması kaçınılmazdır. İnsanlık tarihi kapitalizmin yarattığı yokoluşu engelleyebilmenin başka bir yoluna tanıklık etmemiştir, edemeyecektir. İşçiler, emekçiler, gençler ve ezilen halklar için yegane kurtuluş yolunun emperyalist-kapitalist sistemi alaşağı etmekten geçtiği, kendisini her geçen gün daha açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
25. yıl ve “devrime hazırlık” “Tarihin ve bilimin ışığında biliyoruz ki, ne kapitalizm kendiliğinden yıkılır, ne de devrimler her halükarda zafere ulaşır. Kapitalizmi yıkmak ve devrimlerin zaferini güvence altına almak bir devrimci hazırlık işidir. Kapitalizmi yıkmak kapasitesine sahip biricik sınıf olan işçi sınıfı devrimcileşmeden, devrimci bir partinin önderliği altında kenetlenmeden, tam da bu sayede tüm öteki emekçi katmanları kendi birleştirici ekseninde birleşik bir kuvvet haline getirmeden, ne kapitalizm yıkılır ne de proletarya
devriminin zaferine ulaşılabilir.” Böylesi tarihsel bir çağda 25. yılını kutlayacak olan komünist hareket devrime hazırlanma çağrısı yükseltiyor. Bu çağrıyı soyut temenniler üzerinden değil, tarif edilen tarihsel çağın, “bunalımlar, savaşlar ve devrimler döneminin” somut olguları üzerinden ortaya koyuyor. Bu çağrıyı doğru anlamak, tarihsel-nesnel koşulları üzerinden kavramak gerekiyor. “Devrime hazırlanma” çağrısı, bugün kendisini geniş emekçi kitlelerin yüzünü devrime çevirmek, işçi sınıfının ellerinde komünizmin bayrağını dalgalandırmak anlamına geliyor. İşçi sınıfını devrimcileştirmek demek oluyor. “Devrime hazırlanma” şiarının komünist hareketin 25. yılı vesilesiyle yükseltilmesinin de ayrı bir anlamı bulunuyor kuşkusuz. Türkiye devrimci hareketinden köklü bir kopuşun ifadesi olan komünist hareketin geride bıraktığı 25 yılın deneyimi ve birikimi ile işçi sınıfı ve emekçilerin devrime kazanılması, 25. yılda ortaya konan iddianın içeriğini oluşturuyor.
Gençlik içinde devrime hazırlanmak! “Devrime hazırlık”, genç komünistler için de bir çağrı niteliği taşıyor. Bu çağrı, beraberinde genç komünistlere görev ve sorumluluklar yüklüyor. 25. yılda yükseltilen “devrime hazırlık” bayrağının gençlik içinde de dalgalandırılması genç komünistler için temel bir yerde duruyor. Toplam anlama parelel olarak, bu çağrıyı gençlik içinde karşılayabilmek ve anlamlandırabilmek, geniş gençlik kesimlerini devrim ve sosyalizm mücadelesine katmak demektir. Bu, tarif ettiğimiz tarihsel çağın da yüklediği bir sorumluluktur aynı zamanda. Kapitalizm gençliğe gelecek vaad edemiyor. İlkokul sıralarından üniversiteye kadar gençliğin yaşamını çalan sermaye düzeni, gençliğe işsizlik ve geleceksizlik hazırlıyor. Tüm bunlar gençliğin devrimci öfkesini de mayalıyor doğal olarak. Gençlik kitleleri bugün devrim için sokaklara dökülmese bile, kapitalizmin yıkımı gençliğin dinamizmini bu yönde körüklüyor. Gençlik özgürlük ve gelecek kavgasına her geçen gün bir adım daha yaklaşıyor. “Devrime hazırlanmak”, gençlik cephesinden güncelliğini burada buluyor. Anlamını da burada ifade ediyor. Zira devrime hazırlanmak demek, gençlik kitlelerinin bu potansiyel gücünün harekete geçirilmesi, gençliğin devrime kazanılması demektir. Bunun nasıl olabileceği kendi içinde bir dizi başlık üzerinden tartışılabilir. Ancak en özlü biçimde ifade etmek gerekirse, gençlik içinde devrim ve sosyalizmin bayrağını dalgalandırmak bunun en temel yanıdır. Genç komünistler, 25. yıl vesilesiyle ortaya konan “devrime hazırlık” kararlılığını kendi cephelerinden bu temel üzerinden karşılayacaklardır. 25. yılın coşku ve kararlılığını kuşanan genç komünistler, “devrime hazırlık” şiarını kendi alanlarında da layığıyla yükselteceklerdir.
5
Üniversitelerde “yeni” bir dönem başlıyor...
Hedefte devrimci faaliyet var!
Pek çok farklı üniversitede ilerici ve devrimci faaliyete yönelik saldırılar, devletin özgür düşünceye tahammülsüzlüğünü bir kez daha ortaya koyarken, AKP’nin “parasız eğitim” yalanlarına karşı gençliğe gerçekleri anlatanlar baskı ve zorbalıkla engellenmeye çalışıldı. Yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği’yle üniversitelilere “siyaset yapma hakkının” bahşedildiğinin iddia edildiği bir dönemde gerçekleşen bu saldırılar, estirilen özgürlük ve demokrasi rüzgarlarının sahteliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
6
Yeni eğitim-öğretim dönemi başladı. Üniversitelerin kayıt dönemlerine ise cemaatlerin ilgisinin yanı sıra ÖGB-polis terörü damgasını vurdu. Pek çok farklı üniversitede ilerici ve devrimci faaliyete yönelik saldırılar, devletin özgür düşünceye tahammülsüzlüğünü bir kez daha ortaya koyarken, AKP’nin “parasız eğitim” yalanlarına karşı gençliğe gerçekleri anlatanlar baskı ve zorbalıkla engellenmeye çalışıldı. Yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği’yle üniversitelilere “siyaset yapma hakkının” bahşedildiğinin iddia edildiği bir dönemde gerçekleşen bu saldırılar, estirilen özgürlük ve demokrasi rüzgarlarının sahteliğini bir kez daha gözler önüne serdi. * Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde kayıt günlerinde stand açan öğrencilere önce ÖGB müdahale etti. Ardından üniversiteye polis girerek 44 öğrenciyi gözaltına aldı. * Ankara’da ise önce Ankara Üniversitesi’nde, birkaç gün sonra da Hacettepe Üniversitesi’nde benzer saldırılar gerçekleşti. Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüsü’nde kayıtların ilk iki gününde stand açan ilerici ve devrimci öğrenciler rektör yardımcısının kendilerine çadır kiralamak istemesini teşhir ettikleri ve gerici-faşist grupların çalışma yapmalarına izin vermeyeceklerini söyledikleri için ertesi gün ÖGB barikatıyla karşılaştılar. ÖGB terörüyle çalışma yapmaları engellenen ilerici ve devrimci öğrenciler gözaltına alınmakla tehdit edildiler. * Hacettepe Üniversitesi’nde ise kayıtların ilk üç gününde stand açan, afiş asan, hatta “demokrat rektör” Murat Tuncer’in standlara gelerek sohbet etmek istediği ilerici ve devrimci öğrenciler cemaatlerin kampüste çalışma yapmasına izin vermedikleri için son iki günde ÖGB terörüne maruz kaldılar. Daha pek çok üniversitede ÖGB’nin ve polisin taciziyle karşılaşan öğrenciler, üniversiteyi yeni
kazanan öğrencilerden yalıtılmaya ve marjinalleştirilmeye çalışıldılar. Bu saldırıların ortak yanını ise dinci-gerici ve faşist yapılanmalara alan açılmak istenmesi oluşturdu. Özellikle Ankara’da yaşanan örnekler üzerinden bakıldığında bu durum düzen cephesinden açık bir pazarlığa konu edildi. Devrimci öğrencilere açıkça tehditler savuran rektörler “onlar çalışma yapamıyorsa, size de izin vermeyiz” diyerek gerçek niyetlerini ortaya koydular. Yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği’ni yoğun bir propagandaya konu eden burjuva medya ise, üniversitelerdeki siyasal faaliyete yönelik bu saldırıları görmezden gelerek hangi sınıfın borazanlığını yaptığını bir kez daha gösterdi. Üniversitelerin kayıt dönemleri devletin sistematik saldırıları eşliğinde sona erdi. Birçok ilde gençliğe azgınca saldıran polis aynı günlerde imaj tazelemeye çalıştı. Ülke genelinde üniversitelerin kayıtlarına yoğun ilgi gösteren Terörle Mücadele Şube Müdürlükleri kayıt günlerinde açtıkları standlarla üniversiteyi yeni kazanan öğrencileri “uyardılar!” “İlk adımda dost eli” adı altında yürütülen bu çalışmalarda devrimci örgütlere yönelik tahammülsüzlük açığa çıktı. Devrimci-yurtsever öğrencilerin “terörist” olarak yaftalandığı polis broşürlerinde sözde “terör örgütlerinin” öğrencileri kandırmak(!) için başvurduğu yöntemler sıralandı. Aynı broşürlerle öğrencilere ajanlık teklif edildi. Yeni gelen öğrencilerden siyasal faaliyetleri ihbar etmesi istendi. Bunun yanında emniyetin büyük üniversitelerin rektörlerini “gençlik hareketinin yükseleceği” konusunda “uyardığı” öğrenildi. Basına açıklama yapan ve kimliği bilinmeyen(!) bir rektör, özellikle önümüzdeki sene böyle bir beklentilerinin olduğunu ve “kara kara düşündüklerini” söyledi.
Saldırılar sistematiktir! Yan yana getirdiğimizde bir bütünün parçaları olduğu açıkça görülen yukarıdaki olaylar tesadüf değil, gençliği kapsamlı saldırıların beklediği bir dönemde düzen cephesinden alınan önlemlerdir. Zira ticarileşmenin üst boyutlara vardırılmasıyla birlikte gençlik kitlelerindeki öfkenin sokağa taşacağı ve bir hareketliliğe dönüşeceği bilinmektedir. Bunun engellenmesi ya da düzeni tehdit eden boyutlara ulaşmasının önüne geçilmesi için, hareketliliğe yön verebilecek ve öncülük edebilecek devrimcilerin kara propagandayla kitlelerden yalıtılması gerekmektedir. Gençliği hareketli ve bir o kadar da zorlu bir dönem beklemektedir. Üniversitelerin sermayenin hizmetinde yeniden dönüşümünün gündeme alınması ve bu adımların bir bir atılması çelişkilerin de her açıdan keskinleşmesi anlamına gelecektir. Dolayısıyla, devletin de önceden öngördüğü gibi, gençlik hareketinin yükselmesi ve militanlaşması kaçınılmazdır. Burada önemsenmesi gereken bu harekete yön verecek ileri gençlik kesimlerinin/politik gençlik örgütlerinin kararlı ve militan tutumları olmak zorundadır. Daha önce birçok değerlendirmemizde de belirttiğimiz gibi, öğrenci gençliği ve üniversiteleri azgın saldırılar beklemektedir. Bunun bir ayağını Bologna sürecine uyum çerçevesinde hayata geçirilen ticari eğitim uygulamaları oluştururken, diğer ayağı da düşünmeyen-sorgulamayan bir gençlik yaratma hedefi ve politikaları olmaktadır. Üniversiteler dinci-gericiliğin arka bahçesi haline getirilmektedir. Üniversitelerdeki dinci-gerici örgütlenmelere çalışma alanları açılmakta ve cemaatler maddi-manevi her yönden desteklenmektedir. Dolayısıyla devrimci örgütlerin ve devrimci çalışmanın her yönden kuşatılması hedeflenmektedir. Faşist saldırılar bizzat devlet eliyle yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Üniversiteler üzerinden devreye sokulan “ehlileştirme” operasyonunun bir parçası olan bu saldırılar artarak devam edecektir. Özellikle son disiplin yönetmeliği ile amaçlanan, düzenin icazetinde bir siyasal faaliyeti yaratmaktır. Yani “istediğin kadar afiş as, bildiri dağıt, stand aç... Ama önce benden izin al!” denmektedir. Hatırlanacağı üzere, iki yıl önce YÖK’ün tüm illerin valiliklerine gönderdiği bir genelgeyle üniversitelerde siyasal amaçlı stand açmak yasaklanmıştı. Aynı dönem birçok üniversitede stand açan öğrencilere polis saldırmış ve ayları bulan mücadelelerde stand açma hakkı fiilimeşru bir biçimde tekrar kazanılmıştı. O dönem yapılmak istenen ile yeni yönetmelikle amaçlanan şey özünde aynıdır. Bu düzen tıpkı başka alanlarda olduğu gibi üniversitelerde de devrimci şiarların haykırılmasına tahammül edememektedir. Düzenin sınırlarını aşan “tehlikeli” her faaliyet engellenmeye çalışılmaktadır. Bunun için polisle işbirliği yapılarak devrimci öğrenciler “tehlikeliler listesine” sıralanmaktadır. Soruşturma-cezalar, gözaltılar-tutuklamalar, baskı ve yasaklar devreye sokulmaktadır. Bunların sökmediği ya da yetmediği yerde ise sahte özgürlük alanları açılmaktadır. Açıkça “herkes istediğini söylesin, ama bizim çizdiğimiz sınırlar içinde!” denilmektedir.
Devrimci-siyasal faaliyeti kararlılıkla savunmalıyız! Bazı gençlik örgütleri siyasal faaliyete yönelen saldırılar esnasında marjinalleşmemek ya da radikalleşmemek adına militan tutumlar almaktan kaçınmaktadırlar. Bu konuda devrimci bir kararlılık ve ısrar ortaya koyan genç komünistleri afiş ya da stand ‘fetişisti’ olmakla suçlamaktadırlar. Bu eleştiriler alınan geri tutumların meşrulaştırılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Üstelik afişlere ya da standlara yönelen saldırılarda faaliyetlerini savunan devrimcilere “sizin yüzünüzden biz de çalışma yapamıyoruz. Size saldırı olunca biz de gelmek zorunda kalıyoruz” denilmektedir. Ya da tam tersine, kendi afişlerinden de öte üniversitedeki siyasal faaliyeti savunmak için ÖGB ve polisle karşı karşıya gelen devrimciler çoğu durumda yalnız bırakılmaktadır. Üniversiteler açısından düşündüğümüzde siyasal faaliyete yönelen saldırıları parçalı bir biçimde göğüslemek mümkün değildir. Bu gerçeklik son yaşananlarla bir kez daha sınanmıştır. Kayıt dönemlerinde ÖGB saldırılarına uğrayan ilerici-devrimci öğrenciler
stand açamamış, afiş asamamıştır. Bu saldırıların yeni dönemde devam etmeyeceğini düşünen ve saldırıları yalnızca cemaatlerle çekişmeye indirgeyen gençlik örgütleri büyük bir yanılgı içindedir. Zira burjuva medyada dolaşan “üniversiteleri karıştırmak isteyen kötü niyetli kişiler var. Bunun için önümüzdeki dönem toplantı ve gösteri yürüyüşlerine izin verilemeyecek” haberleri dahi bunu kanıtlamaya yetmektedir. Önümüzdeki dönem gençliği ve daha özelde ilerici gençlik kesimlerini sancılı bir süreç beklemektedir. Üniversiteler sermayenin baskı ve karanlığına teslim edilemez. Bu saldırıları geri püskürtmek için devrimci bir samimiyet ve iradeyle bir araya gelmek ve faaliyete yönelen saldırılara yiğitçe göğüs germek gerekmektedir. Genç komünistler açısından önemli olan geniş gençlik kesimlerine ulaşmak, onları politikleştirmek ve örgütlemektir. Afiş, bildiri, stand yalnızca kitle faaliyetinin araçlarıdır. Vazgeçilmez değillerdir. Farklı biçimler alabilirler, alanlara-yerellere göre farklılık gösterebilirler. Ancak, siyasal faaliyetin geçmişte ağır bedeller ödenerek kazanılmış bu mevzilerine herhangi bir saldırı olduğunda onları kararlılıkla savunmak görevi de genç komünistleri beklemektedir. Özellikle son dönemde diğer gençlik örgütlerinin bu meselelerde aldıkları geri tutumları düşündüğümüzde, bu sorumlulukla hareket etmek yakıcı bir ağırlık taşımaktadır. Üniversiteler on yıllardır düzenle devrimin en sık karşı karşıya geldiği alanlar olmuştur. Geçmişten bugüne yaratılan birikim bu çatışmaların üzerinden yükselmiştir. Gençlik, her dönemde militan bir duruşun taşıyıcısı olmuştur. Kampüslerde afiş asmak, stand açmak, bildiri dağıtmak için onlarca devrimci bedel ödemiştir. Öyle ki bu uğurda yitirdiğimiz onlarca yiğit devrimci vardır. Onların anısına sahip çıkmak bugün devrimci-siyasal faaliyeti savunmakla mümkündür. Genç komünistler bulundukları tüm alanlarda bu bilinçle davranacak ve devrimci-militan bir kimliğin temsilcisi olacaklardır.
Ekim Gençliği
7
Devrimci-siyasal faaliyete yönelen saldırılar karşısında;
Devrimci direnişi yükseltmeliyiz! Devrimciler/komünistler için siyasal ajitasyon-propaganda faaliyeti kitlelere ulaşabilmek açısından oldukça önemlidir. Gündemlere ve koşullara uygun olarak ortaya konulan politik hattın kitlelere mal edilebilmesi ve onların harekete geçirilebilmesi için gerçekleştirilen pratik çabanın kendisidir söz konusu olan. Siyasal faaliyetin yalnızca bir bölümünü kapsayan ajitasyon-propaganda faaliyeti farklı biçimlerle ve araçlarla sürdürülebilir. Hedef kitleye ve yerelin özgün koşullarına göre kullanılan araçlar değişebilir. Afiş, bildiri, kuşlama, yazılama, pankart, stant bu araçların bazılarıdır. Devrimci bir örgütün siyasal çalışmasının odaklandığı nokta örgütlenme hedefidir. Devrimci örgütün amacı örgütlediği işçi, emekçi ve genç kitlelerle birlikte mevcut düzeni alaşağı ederek yerine kendi programına uygun bir iktidar/düzen biçimini inşa etmektir. Günlük pratik faaliyetini bu amacına uygun olarak örgütler. Ancak bu çaba kurulu düzen tarafından rahatsızlıkla karşılanır ve engellenmeye çalışılır. Çizilen çizgilerin dışına çıkan her faaliyet, burjuva düzen tarafından zorbalıkla bastırılır. Ülkemizde de durum farklı değildir. Siyasal ajitasyon-propaganda araçları devletten izin alınmadığı koşullarda yasaklıdır. Ancak bu yasaklar devrimciler cephesinden fiili-meşru bir mücadele ile hükümsüz kılınır. Diğer tüm meselelerde olduğu gibi, bu meselede de sürekli bir irade savaşı söz konusudur. Geçmişte yazılama yaparken kurşun yağmuruna tutulan devrimciler, bugün de -üstelik ileri demokratik(!) bir ülkede- afiş asarken yargısız infazlara kurban gidebilmektedir. 2009 yılında, komünist işçi Alaattin Karadağ’ın TKİP imzalı afişleri asarken polislerle girdiği çatışmada vurularak şehit düşmesi yukarda söylediklerimizin anlaşılması açısından en çarpıcı örnektir. Bugün legal ajitasyon-propaganda araçlarının kullanımındaki görece rahatlığın gerisinde ise geçmişten bugüne ödenen ağır bedellerin kazanımları yatmaktadır. Üstelik legal araçların kullanımında bile devletin saldırgan tutumlar alabilmesi ve kazanılmış mevzileri gasp etmeye yeltenmesi ihtimal dâhilindedir. Böylesi durumlarda alınan tutumlar ise hayati önemdedir. Üniversiteler de bu irade savaşının sürekli devam ettiği alanlardır. Devrimci öğrencilerin büyük fedakârlıklar ortaya koyarak kazandıkları hakların gaspı devletin her daim gündemindedir. Gençlik hareketinin verili durumu da gözetilerek, dönem dönem bu tür hamlelerin yapılması bu nedenledir. Düşünce özgürlüğünden ya da siyaset yapma hakkından bahsedildiği dönemlerde çalışma yapmanın izin alma koşuluna bağlanması bu bakımdan manidardır. Özellikle son yaşanan örnekler üzerinden bakıldığında devletin bu konudaki tahammülsüzlüğü ortadadır. Son dört beş yıldır devrimci siyasal faaliyete yönelen saldırılar, bu sene kayıt dönemlerinde yaşananlar ve bu saldırılar esnasında alınan tutumlarla yeniden tartışılmak zorundadır. Zira basınımıza da yansıyan olayların farklı zamanlarda ve yerellerde meydana gelmesi saldırının kapsamı konusunda fikir vermektedir. Bu saldırılar bir bilinç açıklığı ile devrimci bir kararlılık ve birliktelikle karşılanamadığı ölçüde sonuçları çok daha ağır olacaktır. En başta da açıklamaya çalıştığımız gibi devrimci bir
8
örgütün ve elbette devrimci bir gençlik örgütünün amacı kitlelerle birlikte devrimi örgütlemektir. Ajitasyon-propaganda bunun yalnızca bir aracıdır. Ancak bu araca yönelen her saldırı devrim fikrini ve bununla birlikte devrimci iradeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla afişlere, stantlara yönelen saldırılarda savunulan yalnızca araçların kendisi değil, bu araçlarla kitlelere anlatılmak istenen düşüncelerdir. Bugün geldiğimiz yerde üniversitelerde alınan tutumlar maalesef bu bakıştan yoksun ve geridir. ÖGB’lerin ya da kolluk güçlerinin afişlere, stantlara, bildiri dağıtımlarına müdahalesi geri adımlarla karşılanmaktadır. Bunun savunusu ise “marjinalleşmeme” ya da “kitlelerden kopmama” olarak yapılmaktadır. Ancak saldırının amacı devrimcilerin kitlelerle bağ kurmasını engellemeye yöneliktir. Yani bu saldırılar doğru bir tarzda göğüslenemediği ölçüde üniversitelerde açık çalışma yapmanın zemini de kalmayacaktır. Dolayısıyla devrimci öğrenciler marjinalleşmemek için siyasal faaliyetlerini savunmak zorundadırlar. Üniversitelerde siyasal çalışma yapabilmek, ödenen bedellerle mümkün olmuştur ve yıllardır bu şekilde sürdürülmüştür. Bugün devrimci öğrencilerin karşılaştığı engelleri aşabilmesinin yolu geçmişin devrimci mirasını içselleştirebilmesi ve devrimci kimliği kuşanabilmesiyle olanaklıdır. Üniversitelerde faaliyet yürüten gençlik örgütlerinin durumu, sol hareketin genel tablosundan bağımsız değildir. Devrimci ciddiyet ve samimiyetin büyük ölçüde yitirildiği, devrimci örgütten ve devrim fikrinden kaçışların-kopuşların yaşandığı, bunun yanında tasfiyeciliğin-liberalizmin ve reformizmin güçlendiği bir dönemi yaşıyoruz. Geçmişte siper yoldaşlığı temelinde ortak tutumlar alabildiğimiz kimi örgütlerin bugün örgütsel yapılarında ciddi erozyonların olduğunun ve ideolojik savrulmalar yaşadıklarının altını döne döne çiziyoruz. Böyle olduğu yerde, genç komünistlere düşen görevin ne denli büyük olduğunu tüm berraklığı ile kavramak gerekiyor. Peki üniversitelerde ileri gençlik kesimlerine dahi apolitizmin hakim olduğu devrimci-militan bir çizginin “marjinal” olarak mahkum edildiği koşullarda bunu nasıl başarabiliriz? Elbette geçmişin birikimlerinden ve deneyimlerinden öğrenip kendi gücümüze yaslanarak! Her şeyden önemlisi devrimci önderlik rolünü oynayarak... Tüm bunların yanında geniş gençlik kesimlerini taraflaştırarak, yani devrimci kitle faaliyetini tüm engellemelere rağmen ısrarla sürdürerek… Her açıdan zor bir dönem bizleri beklemektedir. Sermaye devletinin eğitimi ikiyüzlüce piyasalaştırdığı ve bununla bağlantılı saldırıları bir bir devreye soktuğu bir dönemde öğrenci gençliğe ve tüm topluma gerçekleri anlatmak görevi omuzlarımızdadır. Bu çabamızın devletin kolluk güçleri tarafından tahammülsüzlükle karşılanacağı ve bir karşı saldırıya dönüşeceği ise tartışmasızdır. Ancak bizler her koşulda devrimin, sosyalizmin ve partinin sesini duyurmaktan vazgeçmeyeceğiz. Devrimci faaliyetimize yönelen her saldırıyı berrak bir bilinç ve direnişle karşılayacağız. Çünkü bizler biliyoruz ki, “25. yılımızda devrime hazırlanıyoruz!” şiarının anlamı ve çağrısı budur.
Dün başaramadınız, bugün de başaramayacaksınız! Düzenin has adamlarından Cemil Çiçek, bu kez de yaptığı açıklamalarla ‘68 devrimci gençlik hareketini karalamaya çalıştı. Bildik “sağ-sol” çatışması sığlığıyla ‘68’i değerlendirmeye çalışan Çiçek, bunu yaparken o yıllarda devrimcilere karşı her tür karanlık icraatın içinde olan faşist gruplara dahil olduğunu da itiraf etmiş oldu. Fatih Üniversitesi’nin açılış töreninde konuşan Çiçek, kendince gençlere sağduyu çağrısı yapmak için bir kez daha masaya ‘68 hareketini yatırdı. Çatışma ve sağ-sol kavgası demagojilerinden medet umulan açıklamalarda şunlar söylendi: “68’den itibaren, kalem, çanta yerine, keser sapı, sopayla bir yerlere gitmeye çalıştık. Bu işlerin yanlış olduğunu fazla söyleyen olmadı. Tam tersi, ‘O taraftan, bu taraftan ol’ diye söyleyenler olurdu. O sopa kafi gelmedi, sonra silahlar konuşmaya başladı. Ülkenin daha iyi bir noktaya gitmesini isteyen gençler olarak, birbirimize karşı silah kullanır hale geldik. Artık İstanbul Üniversitesi’nde Beyazıt Meydanı’nda bir gün sol yumruğu sıkanlar, öbür gün sağ yumruğu sıkanlar... Türkiye böyle bir dönem yaşadı” Bu sözler açık ki ‘68’in ülke ve dünya genelinde yayılan devrimci dalgasının bugün bile nasıl bir korkuyla karşılandığını ve halen daha düzen sözcülerinin ‘68’i karalamak için seferber olma ihtiyacı hissettiklerini gösteriyor. Ama tüm bu karalamalara rağmen ‘68 uyanışı, bugün bile toplumun gözünde hakettiği saygıyı görüyor. Bugün Deniz Gezmişler’in ölüm yıldönümünde burjuva kanalları dahi onun hayatına dair belgeseller yayınlıyor. Mahir Çayanlar’ın Kızıldere’de ortaya koyduğu kararlılık ve siper yoldaşlığı, İbrahim Kaypakkaya’nın direngenliği halen daha o kuşağı toplumun en değerli kimlikleri haline getiriyor. Ancak düzen adamları da Cemil Çiçek’in yaptığı gibi türlü demagojilerle devrimcileri karalamaya ve yıpratmaya, gözden düşürmeye çalışıyor. Cemil Çiçek bunu yapmak için elinde keser sapıyla okula gittiğinden bahsederken aslında doğru söylüyor. Zira kendisi Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde yetişmiş bir isim. Kanlı Pazar’da 6. Filo’yu protesto etmek isteyen devrimci gençlere ellerinde keser saplarıyla saldıranlardan birinin de Cemil Çiçek olması, bizleri hiç de şaşırtmaz. Devrimci yükselişe karşı devletin ve emperyalizmin oluşturduğu faşist çetelerin önce sopalarla ardından da silahlarla giriştiği katliamlara rağmen devrimci hareketin kendi öz savunmasını da geliştirerek güçlenmesi ve toplumun önemli bir kesimine nüfuz etmesi ise Çiçek’in anlattığı “sağ-sol” kavgasının gerçek yüzü. Ortada bir kavga değil, devrimci mücadele ve buna karşı devlet destekli faşist saldırılar var. Çiçek’in ve onun da parçası olduğu sermaye devletinin bugününe baktığımızda ise, Çelik’in söylemlerinin aksine devrimci gençlik için değişen pek de bir şey yoktur. O günlerde faşistlerin keser saplarıyla yaptıklarına ek olarak bugün bizzat devlet her tür baskı ve zoru gençliğin üzerinden eksik etmemektedir. Her gün üniversitelerden gelen ÖGB terörü haberleri, hak arayan herkese yönelik azgın polis şiddeti, yüzlerce tutuklu öğrenci, keser sapının halen daha Çiçek ve onun gibilerin elinde olduğunu ortaya koyan verilerdir. Tek fark bugün artık iktidarda olanlar dünün azılı faşistleridir. Ancak o gün kontra faşist çeteler eliyle gençliğin devrimci hareketi ezilememiş, aksine daha da militanlaşmış ve güçlenmiştir. Bugün de hareketin geri tablosuna rağmen devrimci gençlik, saldırılara, baskı ve zora karşı aynı kararlılıkla mücadele etmekte ve yeniden devrimci bir gençlik hareketi yaratmak için mücadele vermektedir. Dün devrimci gençlik mücadelesi nasıl engellenemediyse, bugün de gençliğin devrimci enerjisinin önüne geçilemeyecektir. Ekim Gençliği
9
AÜ’de mücadele çağrısı
Sermaye devletinin “harçları kaldırdık, eğitim artık parasız” yalanına karşı Ankara Ekim Gençliği, üniversite öğrencilerini “Eşit parasız bilimsel anadilde eğitim” için Ekim Gençliği saflarında mücadeleye çağırıyor. Bunun yanı sıra, savaşa milyarlarca bütçe ayıran sermaye devletinin savaş çığırtkanlığı teşhir edilerek “Emperyalist savaş ve saldırganlığa geçit yok” şiarıyla Ortadoğu halklarıyla dayanışmayı yükseltme çağrısı yapılıyor. Ankara Üniversitesi DTCF’de 24 Eylül günü “Emperyalist savaş ve saldırganlığa geçit yok/Ekim Gençliği” şiarlı afişler okulda dikkat çeken yerlere yapıldı. “Harçlar kaldırıldı! Soygun sürüyor” başlıklı bildiriler orta bahçede ve yemekhanede yaygın bir şekilde dağıtıldı. Stand açılarak Ekim Gençliği ve Kızıl Bayrak öğrencilere ulaştırıldı. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde de “Emperyalist savaş ve saldırganlığa geçit yok!/Ekim Gençliği” afişlerinin yanı sıra “Harçlar kalktı ama soygun düzeni devam ediyor!/Ekim Gençliği” şiarlı afiş de kullanıldı. Sermaye devletinin harçların kaldırılması yalanını teşhir eden afişlerin yanına “AKP’nin parasız eğitim yalanına kanmayalım! Gelecek ve özgürlük için mücadeleye!” şiarlı ve Ekim Gençliği imzalı, harçlara karşı mücadeleye çağıran afişler de yapıldı. Ayrıca 26-28 Eylül günleri SBF’de stand açılarak ajitasyonlar eşliğinde bildiri dağıtımları yapıldı. Yemekhanede ve kantinlerde yapılan dağıtım sırasında öğrencilerle bire bir sohbet edildi. Eğitim Bilimleri Fakültesi kantininde yapılan dağıtım sırasında “harçlar kalktı, niye hala parasız eğitim diyorsunuz?” sorusu üzerine ayrıntılı bir sohbet gerçekleştirildi. Harçların eğitim masraflarının yalnızca 8’de 1’ini oluşturduğu, barınma, yemek, ulaşım gibi ihtiyaçların hala fahiş fiyatlarla öğrencilere sunulduğu ifade edildi. Harçların kaldırılmasıyla bu soygunun üzerinin örtülmeye çalışıldığına vurgu yapıldı. Birçok kez karşılaşılan bu sorunun yanı sıra doğalgaz zammından, ev kiralarından oldukça rahatsız olan öğrenci gruplarıyla da karşılaşıldı. Suriye’de ve Kürdistan’da yaşananlar üzerine de kısa bir sohbet gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen sohbetler harçlara ve emperyalist savaşa karşı mücadele çağrısıyla son buldu. Ekim Gençliği / Ankara Üniversitesi
10
Ekim Gençliği’nden Ulucanlar anması İstanbul Ekim Gençliği, sermaye devletinin 26 Eylül 1999’da Ulucanlar’da gerçekleştirdiği vahşi katliamın 13. yıl dönümünde anma etkinliği gerçekleştirdi. Saygı duruşu ile başlayan etkinlikteki ilk sunumda Ulucanlar sürecinin genel bir özeti yapılırken, katliamın arka planında devrimci iradenin teslim alınmasının hedeflendiği ifade edildi. Devletin bu planında başarılı olamadığı, devrimci direniş duvarına çarptığı dile getirildi. Sunumun ardından yapılan tartışmalarda ise devrimci dayanışmanın en güzel örneklerinden birini gerçekleştiren Ulucanlar şehitlerinin bugüne ışık tuttuğu, izlenmesi gereken yolu gösterdiği ifade edildi. İkinci sunum ise devrimci kimlik üzerine idi. Düzendevrim çatışmasının yaşamın her alanda kendisini gösterdiği ifade edilirken, Marksizm-Leninizm’i özümsemenin gerekliliği ve Marksist-Leninist yöntemin yaşamın pratiği içerisinde kullanılmasının önemine değinildi. Tartışmalarda Habip ve Ümit’in yaşamından örnekler verilirek dava adamı olmanın gerekliliği, devrimcinin yeşereceği alanın devrimci örgüt olacağı vurgulandı. Kapanış konuşmasında her genç komünistin birer Ümit ve Habip olma çabası içinde olması gerekliliği vurgulandı. Komünist hareketin 25. yılını kutladığı şu günlerde, her alana devrimci düşünceleri taşımanın önemi dile getirildi. Ekim Gençliği / İstanbul
“kentsel dönüşüme geçit yok” dedi!
İTÜ
26-29 Eylül günlerinde İTÜ’de ve Beykent Üniversitesi’nde ortak bir şekilde gerçekleştirilen ve eski TOKİ başkanı yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile birlikte birçok sözde bilim insanı, Belediye Başkanı ve yapı firmalarının katıldığı “Şehirlerin Yapılandırılması, Kentsel Dönüşüm 2012” başlıklı sempozyum İTÜ öğrencileri tarafından 26 Eylül Çarşamba günü protesto edildi. Fen Edebiyat Bölümü (FEB) önünde toplanan öğrenciler, etkinliği teşhir eden ajitasyon konuşmaları gerçekleştirdi ve ardından yürüyüşe geçti. “İTÜ’de AKP’ye, yağmaya, talana geçit vermeyeceğiz.” pankartıyla sempozyumun gerçekleştirileceği Süleyman Demirel Kültür Merkezi (SDKM) önüne yürüyen İTÜ’lüler etkinliğin yakın bir süreçte başlayacak yıkımlara üniversite şemsiyesi altında toplum gözünde meşru bir zemin yaratmanın olanağı olarak planlandığını belirttiler. Açıklamanın sonunda ise bu yağma ve talan projesinin bilimsellik kisvesi altında İTÜ’de tartışılmasına ve planlanmasına geçit verilmeyeceği, ne rantçı yapı firmalarını ne de bu projenin baş mimarı Erdoğan Bayraktar’ı İTÜ’lülerin üniversitede istemediği belirtildi. Eylem boyunca ”AKP defol üniversiteler bizimdir!”, “Sermaye defol üniversiteler bizimdir!”, “Katil Bayraktar İTÜ’den defol!”, “Üniversiteler bizimdir bizimle özgürleşecek”, “Rant için değil halk için dönüşüm” sloganları atıldı. Basın açıklamasının ardından pankart etkinliğin gerçekleştirildiği binaya asıldı. Ekim Gençliği / İTÜ
ODTÜ’de Ekim Gençliği çalışması ODTÜ’de okulların açılmasıyla birlikte Ekim Gençliği okurları da faaliyetlerine başladılar. Özellikle üniversiteyi yeni kazanan öğrencilerle çalışmalar sırasında sohbet etme imkanı yakalandı. Yapılan sohbetlerle dikkat çeken, öğrencilerin harçların kaldırılmasının parasız eğitim anlamına gelmediği, öğrenci yurtlarında/evlerinde ve ulaşımda karşılaşılan maddi zorlukların hala sürdüğü yönlü düşünceleri oldu. ODTÜ’de kayıt telaşı ile geçen ilk haftanın ardından ikinci hafta, siyasetlerin ve öğrenci topluluklarının tanışma toplantılarıyla geçiyor. Bu süreçte Ekim Gençliği okurları da gündeme düşen “Yeni Yök Yasa Tasarısı”nın ne anlama geldiğinin anlatıldığı bir duvar gazetesi hazırlayarak öğrencilere eğitimdeki dönüşümün teşhirini yaptı. Bununla birlikte, hazırlanan bildirilerle, “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim” sloganıyla somut olarak ne talep edildiğinin öğrencilere anlatıldığı bir çalışma yürütüldü.
Hayvanlar oyuncak değildir!
ODTÜ yemekhanede fiyatlar düştü Bu arada, Rektörlük tarafından yapılan açıklamayla, tek öğün tabldot fiyatı 2.65 TL’den 1.95 TL’ye düşürülmüş oldu. Bununla birlikte, yemekhaneyi sık kullananlar için de yeni bir ek indirim uygulamasının Ekim ayı içerisinde başlatılacağı ODTÜ öğrencilerine duyuruldu. Ekim Gençliği / ODTÜ
Kendi evinde üvey öğrenci YÖK son yaptığı duyuru ile, Türkiye’de bulunan sığınmacı Suriyeliler ile Suriye’de aldıkları eğitimlerine ara vermek zorunda kalan Türk vatandaşı öğrencilere özel öğrenci statüsü ile eğitimlerine devam etmesi için belirlenen üniversitelere başvuru yapma hakkı tanıdı. Bu hakları tanıyan AKP iktidarı diğer taraftan Suriyeli olup Türkiye’de eğitim gören birçok öğrenciyi Esad yanlısı olduğu için sınırdan bile almayıp eğitim haklarını gasp ederek verdiği kararın tamamen siyasi olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Bugün ülkemizdeki Suriyeli öğrencilerin eğitim almak için Özgür Suriye Ordusu denilen çapulcular sürüsünü desteklemesi gerekiyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu açıklamalarında “Suriye’den gelen herkese kapılarımız açık” dese de aslında Türkiye’nin sadece ABD destekli muhaliflere kapıları açık. Yani düzenin haydutu değilsen öğrenim almaya da karnını doyurmaya da insan gibi yaşamaya da hakkın yok! Bütün bunların yanında sermaye iktidarı kendi öğrencilerine parasız eğitim istediği için biber gazı sıkıyor, copluyor, tutukluyor. Ancak kendi politik çıkarları için Suriye’deki muhaliflere parasız eğitimi bir genelge ile sağlayabiliyor. Gaziantep’te 60 kişilik sınıflarda okuyan öğrenciler için hiçbir şey yapmayan Gaziantep Belediyesi, bir günde muhalifler için okul kurabiliyorlar. Biz ise ülkemizde bütün bunlar yaşanırken sermaye iktidarından lütuf bekleyemeyiz. Hakkımız olanı ancak kendi örgütlülüğümüzle alabiliriz. Ankara’dan bir Ekim Gençliği okuru
Gün içerisinde sokaklarda gördüğümüz kedi, köpek gibi sokak hayvanlarına ilişkin olarak son günlerde mecliste bir kanun değişikliği yoluna gidilmekte. 5199 sayılı Hayvan Koruma Kanunu’nda yapılması planlanan değişikliklerle sokakta karşılaştığımız hayvanların toplanarak şehir dışında hayvan bakımevlerine veya yapılması planlanan hayvan parklarına konulması öngörülüyor. Ancak şu bilinen bir gerçek ki hayvanların bu “bakımevlerinde” toplu olarak katledilmesi amaçlanmaktadır. Ki şu an bile mevcut olan bakımevlerinde hayvanların aç ve bakımsız bırakıldığı bilinmektedir. İnsanlar hayvanları pet shoplardan bir meta gibi aldıkları sürece sokağa hayvanlar bırakılmaya devam edilecektir. Çünkü kapitalist tüketim anlayışı her alana olduğu gibi canlı varlıklar olan hayvanların tüketilmesine de etki etmiştir. İnsanlar yavru hayvanları bir mal gibi aldıktan belirli bir süre sonra “sıkılmakta” veya bakmaktan yorulmakta, sonuç olarak bu hayvanları sokaklara bırakmaktalar. Bu kanunla insanların bu tüketim hırsına destek olmak amaçlanmaktadır. Bu kanun sayesinde bir mal veya oyuncak olarak alınan hayvanlar büyüdüklerinde veya oynama ihtiyacı geçtikten sonra bu gözden uzakta kurulması planlanan yerlere bırakılacak ve tüketim toplumunun vicdanı rahat edecektir. Elbette sokaktaki hayvanların bakıma ve korunmaya ihtiyacı vardır. Ancak mevcut sistemde bunun yapılması mümkün değildir. Mevcut sistem insanlarına bile bakamazken konu hayvanlar olduğu zaman hiçbir şey yapmayacağı bilinmektedir. En kolay çözüm katliam olduğu için kanun meclisten geçtikten sonra toplu hayvan mezarlarının ortaya çıkacağını tahmin etmek zor değildir. Doğal yaşam alanları birbir ele geçirilen, çok katlı binalar, ana caddeler, motorlu araçlarla yaşam alanlarına el uzatılan hayvanlar, bir de işgalci gibi şehir dışına atılmak istenmektedir. Bu düzenin hayvanları korumak ve bakmaktan anladığı işte budur! Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru
11
6 Kasım yaklaşıyor. YÖK’ün kuruluşunun 30. yılı olan bu yılki 6 Kasım, harçların kaldırılması ile yaratılmaya çalışılan parasız eğitim yanılgısı ve buna karşı verilen eylemli tepkilerin ardından gelecek. Ekim Gençliği olarak, harçların kaldırılmasının ardından paralı eğitime karşı gelişen eylemlerden yola çıkarak önümüzdeki 6 Kasım’a birleşik gençlik mücadelesi ile yürünmesini önemli buluyoruz. Buradan yola çıkarak, harçların kaldırılması ile başlayan ve 6 Kasım’a kadar uzanacak olan süreci gençlik örgütlerine sorduk, değerlendirmelerini istedik.
12
- Harçların kaldırılması üzerinden AKP “parasız eğitim” biçiminde bir yanılsama yarattı. Bu hamleyi kısaca nasıl değerlendiriyorsunuz? Öğrenci Kolektifleri: Örgün öğretimdeki harçların kaldırılması, AKP bir lütuf gibi sunsa da bu yıllardır mücadele eden gençlik hareketinin kazanımıdır. AKP harçlardaki kısmi düzenlemeyi ‘parasız üniversite’ olarak sunmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. İkinci öğretim, Açıköğretim ve üniversitesini uzatmak zorunda kalan öğrencilerden harçlar alınmaya devam ediliyor. Ayrıca parasız eğitim sadece harçlar değildir. Parasız beslenme, ulaşım, barınma gibi haklar parasız eğitim hakkının temel parçaları arasındadır. Bu haklardaki paralılaştırma uygulamaları devam etmektedir. AKP yükseköğretimde yeni bir oyun oynuyor.
Ancak üniversiteliler AKP’nin popülist hamlelerini boşa çıkartmıştır. Binlerce üniversiteli harçlara paralı eğitime karşı sokaklara çıktı. AKP’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı. AKP üniversitelilerden teşekkür beklerken üniversiteliler AKP’nin hesabını sokakta bozdu. Önümüzdeki dönemde bütün paralı eğitim uygulamalarına karşı mücadele büyütülebilir. Harçlardaki kazanım bu olanağı güçlendirmiştir. Yeni Demokrat Gençlik (YDG): Harçların ilk alınmaya başlanmasından bu yana yaklaşık 30 yıl geçti. İlk kez alınmaya başlandığında 1980 Askeri Faşist Cuntası’nın üzerinden sadece birkaç yıl geçmişti. Yani aslında harçlar, askeri cuntanın bir meyvesi niteliğindedir. Geçen yıllarda öğrenci gençliğin parasız eğitim talebi içerisinde harçlar da önemli gündemlerden biri konumundaydı. Mevcut tabloda başbakanın “sihirli bir değnek” edasıyla sürece “müdahale” edip “harçların kaldırılacağı” müjdesini vermesiyle oluşturulan atmosfer adeta “eğitimde devrim” olarak adlandırılmakta ve parasız eğitim bir lütufmuşçasına sunulmaya çalışılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, parasız bir eğitim mücadelesinde harçların kaldırılması sadece bir noktayı teşkil etmektedir. Paralı eğitim harçlarla başlamadığı gibi harçların kaldırılmasıyla da sonlanamaz. Kaldı ki harçların kimden ne kadar, nasıl alınacağı konusunda da bir belirsizlik vardır. Bir yanda “birinci öğretimde ve açık öğretimde harç kalktı” diyen
devlet sözcüleri varken diğer yanda da okul kayıtlarında arkadaşlarımız belli miktarlarda ücret ödemektedir. Bu ücretin ne için verildiği, harcın içine girip girmediğine dair bir muallâk durum yaratılmıştır. Ayrıca geçen sene torba yasada yer alan “kredi başına harç” uygulaması madalyonun diğer yüzüdür. Hatırlanacağı gibi torba yasanın kabulünden önce 2011–2012 eğitim-öğretim yılında bu uygulanmış ancak sonrasında Resmi Gazete’ de yayınlanan bir Kanun Hükmünde Kararname ile “buna 2014–2015 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlanır” denilmişti. Tam da buradan yola çıkarak biz sadece “ikinci öğretimde de harçlar kaldırılsın” diyemeyiz. Devletin son derece kirli olan siciline bakmalı, genel anlayışını baz almalıyız. Biz burada sistemin paralı eğitim anlayışının ne olduğunun, somutta ne anlama geldiğinin, dershanelerin, kursların, özel derslerin, genel anlamıyla sınıfsal bariyerlerin ne anlama geldiğinin teşhirinin yapılmasını kendimiz açısından başlıca görevlerden sayıyoruz. Temel problem devletin yaptığının genel anlayışına uygunsuz olmadığının kavranmasıdır. Buradan doğru baktığımızda “parasız eğitimi getirdik” propagandalarının safsatadan ibaret olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Biliyoruz ki hala onlarca öğrenci arkadaşımız “parasız eğitim” talebinden ötürü okullarından uzaklaştırılmış, atılmış, tutuklanmış bulunmaktadır. Eğer parasız eğitim getirdiklerine dair propaganda yapmaya devam edecekse devletin bu arkadaşlarımızın durumuna dair de bir şeyler söylemesi gerekir. Ayrıca yapacağımız teşhirle birlikte çözümün de nereden geçtiğini söylemeliyiz. Çözüm bizim tespitimizce Demokratik Halk Üniversiteleri’nden geçmektedir. Genç-Sen: Genç-Sen olarak yeni dönemi tariflemek gerekirse, dünyada krizin etkilerinin daha da ağırlaştığı, kriz üzerinden neoliberal dönüşüm politikalarının hızlandığı, bölgesel savaşların, diktatörlüklerin yıkıldığı, faturalarının emekçilere ödetildiği bir tablo var. Gençlik olarak bu tablodan payımıza düşeni alıyoruz. Bu dönüşümün eğitim alanı ise YÖK’ü neoliberal tarzda dönüştürüp esneterek yeni döneme uyarlamak. Bunu, harçların kaldırılması, disiplin yönetmeliğinin değiştirilmesi, YÖK reformu ile yapıyor. Amaç yeni tarzda bir statüko ile sermayeyi üniversiteye daha etkin sokmak. Harçların 1. öğretimde kaldırılması ancak 2. öğretimde kaldırılmaması, vakıf üniversitelerinin açılması, sadece 4 yıl boyunca harçların olmaması, parası olanın okumasına ve öğrencilerin tüm vaktini derslere vermesine neden olacak. Eğitim esasında daha da paralı hale getiriliyor. Sermaye odaklı eğitim getiriliyor. Mali özerklik ile üniversitelerin daha da özerk bir yapıya kavuşması, şirketlerin kendi üretimlerine uygun dersler açması, projeler yaptırması, eğitimin piyasaya açılması ile eğitim parasız olmanın aksine daha da paralı hale getiriliyor, herkes de bu paralı eğitim sürecine dahil ediliyor. Gençlik Muhalefeti: Bu süreç ilk başladığında gençlik örgütlerinde de “harçlar kalktı, artık parasız eğitimi kazandık” havası yarattı. Sonra “2. öğretim harçları da kalksın”a sıkışan bir süreç
örüldü. Kalksın ama harçlar toplam eğitim giderinin 8’de 1’ini oluşturuyor. Barınma, ulaşım, okul giderleri vb. ile eğitimin paralı hali sürüyor. AKP ise gençlikte “biz harçları kaldırdık” yanılsaması yarattı. Gençlik örgütlerinin bir kısmı ise süreci harçlara indirgeyip 2. öğretim üzerinden süreç ördü. Biz gözlemlemek için bu süreçte geride kaldık. Süreci izledik. Oysa açık öğretimde de kalktığı açıklanan harçlar kalkmadı. Harçlar tümden kalksa bile paralı eğitim sürüyor. Eğitimi paralı hale getiren tüm unsurların kalkması gerekiyor. Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB): Harçların kaldırılması oyunu, içinde bulunduğumuz sürecin sadece bir parçası. Uzun süredir devrimci durum koşullarının yaşandığı Türkiye ve K. Kürdistan’da burjuvazi yönetemiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geldiği aşama, Alevi emekçilerinin saldırılara karşı gösterdiği refleks, emekçilerin eylemleri; devrimin toplumsal güçlerinin sokakta bir araya geldiğini gösteriyor. Devrimin gelişimine karşı çare olarak gördüğü dış savaş politikası ise toplumda destek bulmuyor. Bu nedenle devrimin en dinamik güçlerinden biri olan gençliği sokaklardan uzak tutmak, sokakta gelişen mücadele ile kaynaşmasını önlemek için atılmış bir adımdır. Burjuvazi o kadar zor durumda ki, bu oyunu bile çok sürmedi, zamlarla kaldırılan “harçların” telafi edileceğinin söylenmesi bunu ortaya koyuyor zaten! - Harçların kaldırılması oyunu öğrenci gençliğin tepkisi ile de karşılandı. Bu sürecin birleşik gençlik hareketi yaratmadaki rolü ve 6 Kasım’ a yüklediği görevleri nasıl görüyorsunuz? Öğrenci Kolektifleri: Üniversiteler yaz aylarından beri gündemde. Siyasi iktidar üniversitelere yönelik yeni bir piyasacı ve gerici atağa hazırlanıyor. Üniversitelerin bu dönem AKP’nin üniversite projelerine karşı kitlesel bir duruş sergilemesi gerekiyor. Üniversitelerde ve ülke siyasetinde AKP’nin tüm oyunlarını bozabilecek bir siyasal hat gençlik mücadelesini ileri taşıyacaktır. Bu nedenle bu yıl ki 6 Kasım geçen yıllara göre çok daha önemli bir noktada duruyor. Özellikle yeni YÖK yasa taslağının da hazırlandığı ve yasalaştırılmak istendiğini de düşünürsek 6 Kasım’da gençliğin ortak tepkisini tek bir sesle meydanlara çıkarmak, önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. Ancak mücadele 6 Kasım ‘la da sınırlandırılmayıp öncesi ve
13
sonrasında da AKP’nin üniversitelerdeki piyasacı- gerici oyunlarına karşı kitlesel direnişlerin yaratılması gerekiyor. YDG: Bu durum öğrenci gençliğin belli bir kesiminin tepkisiyle karşılandı ancak bunun yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Mevcut sürecin birleşik bir gençlik hareketi yaratmada itekleyici potansiyelinden bahsedebiliriz. Bu potansiyelin somut bir güce dönüşmesi sürece dâhil olacak gençlik hareketlerinin izleyeceği tutumla doğrudan bağlantılıdır. Kendimizi sürecin birleşik, kitlesel ve militan bir çizginin yaratılmasında aktif bir özne olarak tanımlamamızda hiç bir engel yoktur. 6 Kasım’ın da bu çizgiye uygun bir biçimde sürdürülmesi, örgütlenmesi gerekmektedir. Geniş gençlik kesimlerinin sürece dâhil edilmesi temel çıkış noktalarımızdan olmalıdır. Genç-Sen: 1980’de kurulduktan sonra, üretime değil tüketime odaklı, düşünmeyen, sorgulamayan öğrenciler yetiştirme hedefli, üniversiteleri disipline eden, sermayeye ucuz iş gücü yetiştiren bir YÖK oluşturuluyor. Neo-liberal politikalarla eğitimi parçalı hale getiriyorlar. YÖK gibi merkezi bir aygıt ile disipline ediyorlar. Görevleri kısıtlanıyor, ancak maddi olarak sermayenin hizmetine sokuluyor. Mütevelli heyetleri ile YÖK’ün rektörleri atadığı, sermayenin güdümünde bir işleyiş oturtuluyor. Bize düşen görev, bu uygulamaların neoliberal politikaların birer parçası olduğunu ortaya koyarak mücadele etmek. Eğitimin sermayenin çıkarları için olduğu, buna uygun bir şekilde eğitimin esnetildiği, şekillendirildiği bir tablo var. Disiplin yönetmeliğinin değişmesi bizim için bir ilerleme sayılabilir ancak disiplin yönetmeliğini mücadele ile tamamen ortadan kaldırabiliriz. Öğrenci hareketinde bir gelişme olduğunu düşünüyoruz. Dünya çapında ve Türkiye’de gerçekleşen eylemler bunu gösteriyor. Özellikle 2008’den bu yana bir kıpırdanma, politikleşme bulunmaktadır. Bu hareketliliği ortaklaştırıp geliştirebilirsek YÖK’ü kaldırabliriz. Öğrenci Gençlik Sendikası kurulduğu günden beri öğrenci hareketinde birlikteliği savunmuştur. Bugün bu birliktelik daha da önemlidir. Bir öğrenci hareketi oluşmaya başlamıştır. Ortak bir karşı koyuşu başarabilirsek YÖK’ü kaldırabilriiz. YÖK’ün yıldönümünde Ankara’ya bir çağrı yapmak gündemimizde. Bu konuda çalışmalarımız var. Ortak bir süreç örerek Ankara’da herkesin katılabileceği bir eylem, bir miting ve süreç öngörüyoruz.
14
Gençlik Muhalefeti: AKP açısından bugün üniversite gençliği bir tehlike olarak duruyor. ‘90 sonrası eski gücüne ulaşamasa bile egemenler gençlikten korkuyor. Bu nedenle yeni bir ticarileşme aşamasında sadece birinci öğretimin harçlarını kaldırarak aslında gençliğin de mücadelesini bölmüş oldu. Bize de görev burada düşüyor. Bizim kamusal, bilimsel demokratik eğitim şiarı ile birleşmemiz gerekiyor. 6 Kasım gerçekten parasız eğitim şiarı ile örgütlenecek gibi gözüyor. 6 Kasım’ı bu söylediğimiz saldırı politikaları belirleyecek. Ticari eğitim politikalarını kitlelere teşhir edici bir yerde durmak ve güçlü bir 6 Kasım süreci örgütlemek gerekiyor. Bu yerellerde güçlü eylemlerle yapılsa daha anlamlı olur ama bu sene saldırılardan kaynaklı merkezi de yapılabilir. Gençlik muhalefeti gençliğin öz örgütlülüğünü önüne alan bir gençlik yapılanmasıdır. Diğer gençlik örgütleri ile birleşmek bizim içinde önemli bir yerde duruyor. Piyasalaşma süreci tamamlanmış durumda. Tüm bu yalanları teşhir edebilmek için birleşik bir cephe yaratmak gerekiyor. Belli kazanımlar elde etmek için ve söz-yetki hakkı için iyi bir döneme girebiliriz.
DÖB: Bu süreç birleşik bir gençlik hareketi yaratmak açısından önemli tabi, yalnız önemli olan harekete geçmiş, devlete tepki duyan gençlik kitlelerine nasıl gideceğimiz. Bizce bunun için gençliğin önüne faşizmi yıkmak ve devrim için mücadele konulmalıdır. Sadece öğrenci sorunlarını temel alan politikalarla değil, toplumun tüm ezilen kesimlerinin mücadeleleriyle birleşmeyi amaçlayan politikalarla bu mümkün olabilir. Toplumun hemen her tabakasını karşısına almış ve artık ülkeyi yönetemez hale gelmiş olan devlet, devrimci her türlü eylemden, hareketten korkuyor. Tam da burada 6 Kasım’a hazırlanırken, üstümüze düşen görevler şunlar olmalıdır: a) Hükümete ve devlete tepki duyan, her türlü baskıya, saldırıya karşı sokağa çıkan gençlik kitlelerini, gerçek kurtuluş olan faşizmi yıkmaya ve sosyalizm mücadelesini yükseltmeye çağırmalıyız. b) Akademik özgürlüklerin, parasız, bilimsel, anadilde eğitimin yalnızca sosyalizmde gerçekten mümkün ve garanti altında olduğunu vurgulamalı; bunun için ise öğrenci gençliğin emekçilerle, Kürt halkıyla, Alevi emekçileri ve gençliği ile birlikte bugün, iktidar için mücadeleyi büyütmeleri çağrısını yapmalıyız. Bugün sosyalist ve devrimci gençliğin üzerine düşen görevler bunlar olmalıdır. Bu hedefleri güden bir 6 Kasım süreci gençliği gerçek anlamıyla burjuvazinin köleliğinden kurtaracak ve özgürlüğün yolunu gösterecektir. Röportaj için teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Ortaklaştırılmış eylemliliklerin gerekliliği ve önemi üzerine Gençlik hareketinin bugünkü düzeyi oldukça zayıftır. Genel gençlik kitlesi temel yaşamsal ihtiyaçlarına, eğitim sürecine ya da geleceğine yönelik gerçekleştirilen hak gasplarına karşı beklenen tepkiyi vermekten uzaktır. Dağınık, parçalı bir halde gerçekleşen ve nicelik olarak da zayıf eylemlilikler, gençlik kitlesinde bir şeylerin değişmeyeceğine dair bir algı yaratmakta ve genel gençlik kitlesinin hak arama mücadelesine mesafeli davranmasının nesnel zeminini oluşturmaktadır. Gençliğe yönelik son saldırı ise harç paralarına dair gerçekleştirilen somut uygulamadır. Gençlik hareketinin içerisinde bulunduğu mevcut durum bu saldırıyı püskürterek, özerk-demokratik üniversiteleri yaratabilecek bir dinamizmden yoksundur fakat mevcut saldırı, birleşikkitlesel-militan gençlik hareketi yaratabilmenin olanaklarını, kendi içerisinde barındırmaktadır. Çünkü mevcut uygulama özellikle ikinci öğretim öğrencileri olmak üzere tüm gençlik kitlesini kapsamakla birlikte, gençlik kitlesinin öfkesinin birikmesine neden olmuştur. Gençliğin öfkesi kendisini açık bir şekilde gösterebilmektedir fakat bu öfkenin sokağa, eyleme, pratiğe dönüştürülmesi gerekmektedir. Gençlik hareketinin bugünkü tablosu ve genel gençlik kitlesinin mevcut gerçekliği üzerinden hareketle, birleşik-kitlesel-militan bir gençlik hareketi yaratabilmek adına, mevcut harç uygulamasına dair eylemlilikler ortaklaştırılmalıdır. Dağınık, parçalı bir şekilde gerçekleştirilen eylemliliklerin genel gençlik kitlesinin pratik sürece dâhil olmasını engelleyeceği, geçtiğimiz dönemlerde yaşanılan süreçlerden de bilinmektedir. Öyle ki geçtiğimiz yıllarda İzmir yerelinde gerçekleştirilen YÖK protestoları bu tartışmaya dair verilebilecek en anlamlı örnektir. Geçtiğimiz yıl İzmir yerelinde 4 farklı YÖK protestosu gerçekleşmiştir. Sonuç olarak, tarihi ve uygulamaları herkes tarafından bilinen YÖK’ü protesto etmek için gerçekleştirilen eylemlilikler ortaklaştırılamamış ve dağınık-parçalı-zayıf 4 farklı eylem gerçekleşmiştir. 4 farklı protesto eylemi bırakın genel gençlik kitlesini, ilerici gençlik kitlesinin dahi, eylemlerden uzak durmasına-katılmamasına sebebiyet vermiştir. Öyle ki, yaratılan mevcut parçalı-dağınık tablo nedeniyle örgütlü gençlik kitleleri dışındaki tüm gençlik unsurlarında oluşan bilinç; yapılan eylemliliklerin temel amacının YÖK’ü protesto etmek ya da onu tarihin kirli sayfalarına gömmekten daha çok örgütlerin kendilerini örgütlemek için eylem yaptıklarına dair olmuştur. Bugün yapılması gereken, gençlik hareketinin ihtiyaçlarını tanımlamak, geçmiş ile hesaplaşarak bu ihtiyaçlara göre konumlanmaktır. Bugün gençlik hareketinin ihtiyacı, birleşik-kitleselmilitan bir dinamiğe bürünmektir ve yeni harç uygulamasının kendisi gençlik kitlelerinin politikleşmelerine vesile olarak, bu dinamiğin var edilebilmesinin maddi zeminini yaratmıştır. Geriye kalan tartışma, gençliğin öznesi olduğunu iddia eden gençlik örgütlerinin, dar grupçu zihniyetlerinden sıyrılarak eylemleri birleştirmeleri yönünde adımlar atmalarıdır.
Harç oyununa birleşik yanıt Bu gerçeklikler ışığında İzmir yerelinde gerçekleştirilen eylemlilikler birleşik-kitlesel bir gençlik hareketi yaratabilmek açısından oldukça anlamlıdır ve irdelenmesi gerekmektedir. Harçların örgün eğitim alan ve açık öğretimde okuyan öğrenciler için kaldırılacağının fakat ikinci öğretim öğrencileri için bir değişiklik olmadığının bildirilmesi üzerine, Öğrenci Kolektifleri tarafından eylem çağrıları yapılmış, imzasız eylemler gerçekleştirilmiştir. İzmir yerelindeki eylemin sonunda bir komite oluşturmak adına bir isim listesi dolaştırılmış ve komiteye katılmak isteyen öğrenciler isimlerini
yazmıştır. Eyleme diğer gençlik örgütleri de destekçi olmuştur. Yurt genelinde gerçekleştirilen bu eylemlerin İzmir ayağı, genel gençlik kitlesini kapsama-kuşatma noktasında kimi zayıflıkları barındırmış olsa da niteliğinin -birleşik-kitlesel bir gençlik hareketi yaratmak adına- anlamı ortadadır. Daha sonra eylemde toplanılan isimlerin ve bazı gençlik örgütlerinin çağrılması ile bir komite toplantısı alınmıştır. Tüm toplantı boyunca yapılan tartışmaların temel ekseni, birleşik-kitlesel bir gençlik hareketinin yaratılması adına, dar grupçu mantalitelerin terk edilmesinin gerekliliği ve politik-pratik bir ortaklaşma zeminin yaratılarak, genel gençlik kitlesinin öznesi olabileceği bir politik hattın yaratılmasına dairdir. Alınan ikinci toplantıda da birlikte hareket etme önündeki iradenin tüm bileşenler tarafından korunması ile gerçekleştirilmesi planlanan eyleme dair tartışmalara başlanılmıştır. DGH ve Gençlik Muhalefeti eylemin örgütleyicisi olmayacağını bildirerek süreçten ayrılmış olsa da şuan için Ekim Gençliği, Emek Gençliği, Genç-Sen ve Öğrenci Kolektifleri beraber hareket etmektedirler.
Gelecek sürece dair Yarın sürecin nereye evrileceğinden bağımsız olarak, mevcut birlikteliğin politik mahiyeti göz ardı edilmemelidir. Gençlik hareketinin ihtiyaçlarına uygun olarak var edilmeye çalışılan bu mevzinin üstlendiği misyon ortadadır: Mevcut dağınık-parçalı tablonun aşılarak birleşikkitlesel bir gençlik hareketi yaratılması. Fakat oluşturulan komitenin niteliği, bu misyonu kaldırabilecek bir düzeyde değildir. Sadece gençlik örgütlerinden oluşan ve o gençlik örgütlerinin ortaklaşma zeminleri üzerinden var olan bir komite yerine, tüm gençlik güçlerinin bileşeni olduğu ama ağırlığını eylemlere katılan örgütsüz öğrencilerin oluşturduğu bir komite hedeflenmelidir. Aksi takdirde, bir komiteden değil, gençlik örgütlerinin kolektif hareketine dayalı bir birliktelikten bahsetmemiz gerekmektedir. Gerçek bir komite olma kaygısıyla hareket eden mevcut komite, eylemlerine genel gençlik kitlesini katabilmelidir. Tatil dönemi olması nedeniyle gençlik kitlesine ulaşamayan komite, okul başlar başlamaz faaliyetlerine başlamalı ve gençliği sokağa, eyleme çekebilmelidir. İleriki süreçte, genel gençlik kitlesine ulaşıldığı anda, fakülte komiteleri kurularak, tüm süreç bu taban komitelerinin koordinasyonu ile yürütülmelidir. Tüm öğrenci gençliği ilgilendiren bu yakıcı soruna karşı öğrenci toplulukları, TMMOB’ye bağlı gençlik bileşenleri ve kulüpler ile temasa geçilerek, bu tür gençlik yapılanmalarının da sürecin içerisinde var olmaları sağlanmalıdır. Genç komünistler, eylemlerin ortaklaştırılması ve kolektifleştirilmesi adına tavrını ortaya koymuş, dar grupçu tüm zihniyetlerin öğrenci gençliğe teşhirinin yapılacağını belirtmiştir, bu tavrında da ısrarcıdır. Çünkü ideolojik-politik gereklilikleri açısından ortaya konulduğu gibi, mevcut birlikteliğin konjonktürel önemi ortadadır. Genç-komünistler, mevcut komitenin ve ortaya koymuş olduğu pratiğin niteliğine dair geniş bir ufka sahip olmakla birlikte, omuzlarındaki yükün farkında olarak hareket etmektedirler. Dolayısıyla, iradelerini, genel gençlik kitlesine ulaşabilmeyi hedefleyen, bu bağlamda araçlar yaratabilen ve kitleyi sürecin öznesi kılabilecek bir örgütsel mekanizmanın oluşması adına koyacaklardırkoymalıdırlar. İzmir Ekim Gençliği
15
Sokağa, eyleme, mücadeleye... Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü 2. sınıf öğrencisi ile konuştuk...
DEU İİBF Kamu Yönetimi Bölümü 2. öğretim birinci sınıf öğrencisi ile konuştuk...
- AKP iktidarı harçları örgün eğitim alan öğrenciler için kaldırarak “parasız eğitim müjdesi” verdi. Bu konuyla ilgili düşüncelerin nelerdir? - Bir uygulama bu kadar eşitsiz olmamalıdır. Örgün eğitim alan öğrencilerden harç parası alınmazken, açık öğretim öğrencilerine 4050 liralık bir indirimin yapılması, daha da vahimi ikinci öğretim harçlarının aynen kalması, hatta kimi üniversitelerde zam yapılması kabul edilemezdir, ki parasız eğim harçtan ibaret bir şey değildir. Yani harç paraları alınmayarak eğitim parasız olmaz. Barınma-sağlıkulaşım gibi alanlara yaptığımız harcamalar da devlet tarafından karşılanmazsa eğitim parasız kılınamaz. Özellikle yurt kapasitelerinin yetersizliği ve barınmanın çok yüksek maliyetlerle karşılanması öğrencileri cemaat yurtlarına yönlendirmekte bu da AKP’nin samimiyetsizliğini bir kez daha ortaya koymaktadır.
- AKP iktidarı harçları örgün eğitim alan öğrenciler için kaldırarak “parasız eğitim müjdesi” verdi. Bu konuyla ilgili düşüncelerin nelerdir? - İkinci öğretim öğrencisi olarak hala harç parası vermekteyim! Fakat harçlar bizim için kaldırılsaydı da eğitim parasız olmayacaktı. Bu koca bir yalan olsa da harçlar kaldırılıyorsa eğer tüm öğrenciler için kaldırılmalıdır. Binlerce öğrenci bunu bekliyor…
- Harç paralarının kaldırılması ile eğitimin parasız kılınamayacağını söylediniz. Bir eğitim yılında harçlara yaptığınız harcamaların toplam harcamalarınız içerisindeki ağırlığı ne kadardır? - Aslına bakarsanız çok bir ağırlığı yoktur. Çünkü ben sadece okula gitmek için günde 2 lira ulaşıma para harcamaktayım. Bunu aylık olarak hesaplarsanız eğer, ayda ortalama 45 TL verdiğim ulaşım paralarının 8 aydaki toplamı yıllık harç param olan 360 liraya karşılık gelmektedir. Bir yılda 9 ay okula gittiğime göre ulaşım masrafım bile harçlardan daha fazladır, ki ben bir üniversite öğrencisiyim ve okuldan kampuse, kampusten-okula bir yaşantımın olması düşünülemez. Dolayısıyla ulaşım masraflarımın 2 lira olması beklenemez. Yani ulaşım masraflarım 2 liraya denk gelemez, ki o bile harç paralarını aşıyor. Barınma, beslenme, sağlık ve kırtasiye harcamalarını bu hesaba katmıyorum, ki kampüs çevresinde ev kiralarının 600 TL’den az olmadığı da bir gerçeklik olarak ortada duruyor… - Ege Üniversitesi’nde yemekhane ücretlerine ve kantindeki ürünlerin fiyatlarına zamlar yapıldı. Bununla ilgili ne düşünüyorsun? - Kamuoyuna iyi bir hizmet olarak lanse edilen parasız eğitim yalanının gün yüzüne çıktığı bir diğer alan ise yapılan bu zamlar oldu. Bu zamlar ne ilktir ne de son olacaktır, bundan zerre kadar kuşku duymuyorum çünkü örgün öğretim öğrencilerinden alınmayan harç paraları yapılan bu zamlarla finanse edilecektir. Öyle ki, bu zam haberlerini duyunca harçların kalktığına sevinemedik bile… - Öğrenci gençlik kitlesineiletmek istediğiniz mesaj nedir? - Daha dün parasız eğitim istemelerini bahane göstererek Berna ile Ferhat’ı tutuklayan AKP iktidarı, işçi ve emekçi kitlelerinin gözlerini boyararak oy avcılığı yapmaktadır. Bundan kuşku duymamak gerekiyor. Buradan da anlıyoruz ki eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitimin olduğu özerk-demokratik üniversiteler, ancak ve ancak gençliğin mücadeleleri ile kazanılabilinir. Dolayısıyla, bu türden yalanlara karşı eylemlerin daha kitlesel geçmesi için sokağa, eyleme, mücadeleye katılmak, zafer yolundaki ilk tuğlaları döşememiz gerekmektedir…
16
- AKP iktidarı, ikinci öğretim öğrencilerinde harç paralarının alınmaması için yasal engellerin olduğunu, dolayısıyla yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini söyledi. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? - Hakan Fidan gibilerini kurtarmak için bir günde yasal değişiklikleri yapabilen AKP’nin, bizlerin ödediği harç paralarının kaldırılması için yasal engelleri göstermesi kesinlikle kabul edilebilir bir bahane değildir, ki hiçbir öğrenci bu bahaneye inanmamaktadır. - İkinci öğretim öğrencisi olduğunuz halde “bizlerden de harç paraları alınmasa dahi eğitim parasız olamayacaktır” dediniz. Neden? - Öğrencilerin yaptıkları tek harcama harçlar değildir. Ev-yurt kiraları, ulaşım masrafları, kırtasiye harcamaları gibi uzayıp giden koca bir liste var. Tüm bu saydığım ihtiyaçlar öğrencilere ücretsiz verilmeden eğitim ücretsiz olamaz… - Bir yıllık harcamalarınız içerisinde harç paralarının önemi ne kadardır? - Öğrencilerin yaşadığı en büyük sorunlardan bir tanesi barınma sorunudur. Devlet yurtlarının kapasitesinin çok düşük olduğundan dolayı öğrenciler cemaat yurtlarına yönleniyor, birçoğu da fahiş fiyatlara kiraladıkları evlerde ya da özel yurtlarda kalıyor. Devlet yurtlarının kalabalıklığı da ayrı bir sorun… Tüm bunlara rağmen çok şanslıysanız ve devlet yurtlarında barınabiliyorsanız, bir yılda toplam 1220 lira yurt parası ödemelisiniz. Ödeyemediğinizde yurtla ilişkiniz kesiliyor. Bir yılda verdiğim harç parası ise 1155 lira… Sadece barınma masrafım harç paralarını karşılıyor, ki yurtlarda barınmak ailenizin ya da bir akrabanızın yanında kalmıyorsanız en ucuz barınma yöntemidir… Diğer harcamalarımı hesaba kattığınız zaman harç paraları bir yıllık harcamalarımda devede kulak kalır. - Birçok üniversitede yemekhane ücretlerine ve kantindeki ürünlerin fiyatlarına zamlar yapıldı. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? - Örgün eğitim alan öğrencilerden alınmayan harç paraları bu zamlarla alınmaya çalışılıyor. Bizler, harç paralarını hala ödeyerek mağdur olmuş iken zaten pahalı olan kantinlere yapılan zamlar bizleri daha da mağdur edecektir. - Öğrenci gençlik kitlesineiletmek istediğiniz mesaj nedir? Bizler öğrenciler olarak, bu saçmalıklara inanmayalım. Parasız eğitim hakkımızı her zaman savunalım. Elde edinceye kadar da mücadele edelim diyorum… Ekim Gençliği / İzmir
Sermayenin uyuşturma evleri:
Cemaat yurtları oluşturulan cemaat evleri, süreç içerisinde gittikçe arttı. Adına “Işıkevleri” denilen bu evlerde din dersleri verilmeye başlandı. Doğrudan Gülen’in direktifleriyle bu evlerden “devlet adamları” yetiştirildi. 12 Eylül’e giderken güçlenen cemaat, arkasına aldığı darbe desteğiyle yurt sayılarının umduğundan fazla arttığını görmüş, darbeye övgüler sıralamıştır. Laiklik maskesini elden bırakmayan ordu, dinci örgütlerle kol kola, Türk-İslam sentezi eğitim sistemini kurumsallaştırdı. 90’lara doğru, doğrudan ABD emperyalizminin direktiflerini uygulayan cemaat, sermayenin sağladığı olağanüstü maddi kaynaklar ile gelişimini hızlandırdı. Cemaat sermayesi olan Anafen ve Fem dershanelerinin yanı sıra farklı isimler altında açılan binlerce dershane aracılığıyla, neredeyse ulaşılmadık öğrenci bırakmadı, öğrenci ve ailelerini din kıskacına aldı.
Cemaat yurtlarında işleyiş Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda şekillenen dinci-gerici odaklar, bugün siyasal, toplumsal ve kültürel planda önemli bir yer tutmuş bulunuyorlar. Dinci-gerici ideolojinin bu yerini güçlendiren alanlardan biri de cemaat yurtlarıdır. Öğrencilerin temel ihtiyaçlarından biri olan barınma, öğrencilerin gündeminde kalmaya devam ederken, soruna dair çözümler henüz üretilebilmiş değil. “Harçları kaldırdık” açıklamalarıyla öğrenci yanlısı profil çizme gayretindeki iktidar, barınmaya dair herhangi bir yorum yap(a)mıyor. Birtakım röportajlarda, “yeterli bütçe olmadığı için” türünden mazeretlerle barınma ihtiyacı görmezden geliniyor, sorunun üzerinden atlanıyor. Sermaye iktidarının, barınma sorunu konusundaki boşluğu görmezden gelmesinin altında yatan neden, dolaysız olarak, eğitimin tüm boyutları ile paralılaştırılmasıdır. Şöyle ki, devlet yurtlarının yetersizliği, özel yurtların ve kiralık evlerin pahalı olması, işçi, emekçi çocuklarına cemaat yurtlarını, evlerini adres haline getiriyor. Eğitimöğretim kurumlarında hatırı sayılır bir güce kavuşan cemaat yurtları da burada devreye girerek, yarı-aydın kimliğe sahip olan gençliğin gerici fikirlerle zehirlenmesini sağlıyor. Üniversite ve liseye hazırlık sürecinde dershaneler ve kolejler üzerinden yaygın bir ağa sahip olan cemaatler, öğrenciyi adeta kuşatma altına almaktadır. Üniversite kayıtları sırasında ise otobüs terminallerinde, tren garlarında ve kampüs önlerinde cirit atan cemaat elemanları öğrencilere hazır yurt ya da ev bulmaktadır. Ayrıca YURTKUR başvurularının sonuçlanmasının ardından, YURT-KUR-Cemaat işbirliğiyle devlet yurtlarına yerleşememiş öğrenciler telefonla aranarak cemaat yurtlarını/evlerini tercih etmeleri konusunda ikna edilmeye çalışılmaktadır.
Gerici ideolojilerin ilk yuvaları: IŞIKEVLERİ Türkiye’deki cemaat yurtları, çeşitli vakıflar aracılığıyla kurulmuştur. Farklı dinci-gerici örgütlerin de yurtları olmakla birlikte, Türkiye’de yurt ve ev gibi konutlara hâkim dinci örgütlerin başında Fethullah Gülen Cemaati gelmektedir. Fethullah Gülen Cemaati’nin sahip olduğu dershaneler, kolejler öğrencilere barınacak yerler de tahsis ediyor. ‘60’lı yıllarda vaizlik yapan Gülen’in etrafındaki birkaç öğrencinin bir araya gelmesiyle
Cemaat yurtlarındaki işleyiş, Erdoğan’ın “dindar nesil yetiştirme” amacına uygun bir şekildedir. Yoksulluktan dolayı cemaat yurtlarında barınan öğrenciler dini kurallara uymaları için zorlanırken, din istismarcılığı ile de aileler kandırılıyor. Yurtlar, ahlâk ve maneviyat gibi kavramlarla meşrulaştırılmaya çalışılmakta, kirli ilişkiler örtbas edilmek istenmektedir. Kadın yurtları veya evlerinde giriş-çıkışlar katı bir şekilde uygulanıyor. İlköğretimde milliyetçi-gerici fikirlerle zehirlenen çocuklar, cemaat yurtlarında dini kitaplar okumak ve dini sohbetlere katılmak zorunda kalıyor. Ayrıca kalınan yurt ve evler cemaat sermayesinin eşyaları ile dayanıp döşeniyor, yurt veya evdeki tüm ihtiyaçlar cemaatin sermayesi ile karşılanıyor..
Neden cemaat yurtları? Burjuvazi, dinsel gericiliği kullanarak toplum üzerinde etki alanı yaratırken, ekonomik sorunlar yaşayan gençleri de din aracılığıyla düzene bağlıyor. Bu yurtlar aracılığıyla ekonomik ve sosyal sıkıntılar yaşayan gençliğin düzene başkaldırmasının önüne geçilmek/engellenmek isteniyor. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda yurtlar, solun güç kazanmasında etkili bir rol oynarken, burjuvazi devrimcilerin etkin olduğu yurtlarda yoz bir yaşamı dayatarak ya da dinci-milliyetçi yurtlar oluşturarak, itaatkar, sindirilmiş bir gençlik yaratmaya çalıştı, halen de çalışmaktadır. Kapitalizm sürekli sorunlar üretirken, dinamik ve cesur olan gençliğin devrimci bir kulvara girmesi düzen açısından büyük bir tehlikedir ne de olsa!
Gericiliğe geçit vermeyeceğiz! Sermaye düzeni yurtlarla, Işıkevleri’yle ve daha bir dizi gerici uygulamayla gençliği dinci-gericiliğe mahkum etmeye, kurulu düzene uygun nesiller yetiştirmeye çalışmaktadır. Ancak gençlik bu kalıba sığmayacaktır. Gençlik üzerindeki bu dinci-gerici abluka elbet parçalanacak, gençlik aydınlık bir gelecek yaratma mücadelesinin temel dinamiklerinden biri olma misyonunu yerine getirecektir. Böyle olduğunda ne dinci-gericiliğin ne de başka türden burjuva ideolojilerinin hükmü kalacaktır.
A. Armanç
17
“KYK’nın daralma politikası öğrencileri özel yurtlara yönlendiriyor!” Üniversitelerin açılmasının ardından öğrencilerin barınma sorunu bir kez daha yakıcılığını gösterdi. Biz de Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Örgütlenme Sekreteri ile genel olarak yurt sorunu ve KYK’lar üzerine konuştuk. - Öğrencilerin eğitim yaşamındaki sorun alanlarından biri olan üniversite harçları, yaz sonuna doğru birinci öğretimler için kaldırılmış oldu. Böylece eğitimin parasızlaştırıldığı havası yaratılmaya çalışıldı. Sizce parasız eğitim talebi sadece harçlardan ibaret mi? Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Örgütlenme Sekreteri: Son 4+4+4 değişikliği ile “parasız eğitim” yasadan çıkarılmıştır. Zaten fiili olarak alıştığımız paralı eğitim uygulamaları, dershanecilik sektöründe kendini göstermektedir. Üniversiteye girebilmek amacıyla dershaneye en az 3-5 bin TL para vermiş bir öğrenci kitlesi için, üniversiteye geldiğinde harç parası vermek anormal durmamaktadır. Yani öğrenciler daha önceden paralı eğitim tuzaklarından geçirilmiş ve bu sürece alıştırılmış oluyor. Sonrasında bu durum üniversite yaşamında da sürüyor. Üniversiteye geldiğinde de sadece harçlar değil, barınma da, beslenme de öğrencilerin karşısına sorun olarak çıkıyor. Ayrıca bir üniversite öğrencisinin entelektüel birikimini sağlayacak kitap, sinema, tiyatro vs. kısmını saymıyoruz bile. - Öğrenciler açısından barınma sorununu değerlendirebilir misiniz? - Bir öğrenci için en temel ihtiyaç. Kayıttan sonra ilk adım olarak barınma problemini çözmek geliyor. Hele ki İstanbul gibi emlak fiyatlarının ve buna paralel olarak kiraların en yüksek olduğu şehirdeki zorluklar düşünüldüğünde barınma problemi öncelik alıyor. Öğrencileri ve ailelerini meşgul eden konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. - Yurtlarda yaşanan sorunlardan genel olarak bahseder misiniz? - Yurtlarda yaşanan sorunları öğrenci arkadaşlardan daha iyi bilen olmaz. Ama genel olarak, temel insani ihtiyaçları karşılama konusunda yetersiz olduğunu biliyoruz. Giriş-çıkış saatlerinden tutun temizlik ihtiyacını karşılayacak altyapı eksikliğine kadar birçok sorun sayılabilir. İstanbul’da şu an yaklaşık 400 bin üniversite öğrencisinin olduğunu biliyoruz, Kredi Yurtlar Kurumu’nun yurt kapasitesi ise 13 bin. Kaba bir hesapla 200 bin öğrencinin şehir dışından geldiğini düşünürsek, yurtların kapasite yetersizliğinin boyutları görülecektir. Üniversitelerin kendine ait yurtlarını bu rakama eklesek bile bu kapasite 20 bini bulmuyor. Yurt kapasitesinin yetersiz olması, özel yurtlara kapı aralıyor. KYK’nın daralma politikası öğrencileri özel yurtlara yönlendiriyor. Cemaatlerin eğitim ve barınma hizmeti üzerinden örgütlendikleri tüm kamuoyu tarafından bilinen bir gerçek ve buradaki boşluğu cemaat yurtları ve özel yurtlar dolduruyor. İkisi de öğrenciler açısından hayırlı değil. Son dönemde birçok büyük sermaye grubunun ve yatırımcının bu alanı yeni bir sektör olarak görüp yurtlar açtığına da tanık oluyoruz. - Özel yurtları tercih edemeyen yoksul emekçi çocukları cemaat yurtlarına zorlanmaktadır. Dinci-gerici iktidarın eğitime yönelik gerici müdahalelerini düşünürsek, cemaat yurtlarının durduğu yeri değerlendirir misiniz? - Benzerlik kurmak gerekirse, 4+4+4 eğitim sistemindeki seçmeli görünümü altındaki zorunlu dersler gibi, cemaat yurtlarında barınmak da gayet seçmeli gibi duruyorken aslında çok da zorunlu. Bugün ilköğretimde seçmeli ders adı altında öğrencilere Kuran-ı Kerim dersleri, peygamberin hayatı dersleri zorunlu verilmekte çünkü başka seçmeli ders açılmamış durumda. Yurt politikası da buna
18
çok benziyor. Yurt olmadığı için, “seçmeli” gibi duran cemaat yurtları “zorunlu seçmeli” olmaktadır. Çok cüzi ücretlere, konforlu hizmet vermektedirler. Bu durumun da incelenmesi gerekiyor. - Yurtlar, geçmişte öğrenci hareketinin örgütlü alanlarından biriydi. Şimdi ise gerici-faşist güruhların kol gezdiği, sivil polislerin, ÖGB’lerin kontrolünde olan alanlardır. Yurtlardaki örgütsüzleştirme saldırılarını değerlendirir misiniz? - Geçmişe dönüp baktığımızda, yurtların öğrenci gençlik için önemli alanlardan biri olduğunu görüyoruz. Özellikle ‘68 kuşağı ve sonrasındaki öğrenci hareketi ve sol düşünceli kesim için önemli örgütlenme alanlarından biri oluğunu belirtmek gerekir. Bugün aynı durum bu alandaki devlet politikaları sayesinde sağdan gelen toplumsal hareketler için geçerlidir. Yurtlar tamamen onların denetimi altındadır. Dahası hükümet desteğiyle devlet yurtlarında kadrolaşma vardır. Bu alanlarda soldan, emekten yana herhangi bir kurumun veya kişinin varlığını sürdürmesi neredeyse mümkün değildir. Öğrencilerin üzerinde doğrudan baskı kurulmakta ve yurtlarla ilişiği kesilmektedir. Diğer yandan, yıllardan beri yurtlarda, yurt reisliği vb. gibi örgütlenmeleri de görebiliyoruz. - Yurtlarda çalışan emekçilerin çalışma koşulları hakkında bilgilendirir misiniz? - Genel olarak tüm kamu çalışanlarının çektiği sıkıntıları çekmekte olan KYK çalışanları, özel olarak görevde yükselmede sıkıntı yaşamaktadırlar. Eskiden sınav sistemiyle çalışanlar görevlerinde yükselirken, şimdi bu durum tepeden atamalara dönüşmüş durumda ve KYK emekçileri bu durumdan çok rahatsız. Bu atamalar da tabii ki siyasi iktidardan bağımsız değil. - Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Öğrenci gençliğe dair düşüncelerinizi aktarabilir misiniz? - Cemaat yurtlarının zorunlu seçmeli olması bir devlet politikasıdır. Bir veri paylaşmak gerekirse, Ankara’daki öğrenci sayısı İstanbul’daki öğrenci sayısından daha az olsa da yurt kapasitesi açısından İstanbul’dan daha fazladır. İstanbul’un en sembolik yurdu Cevizlibağ’daki Atatürk Öğrenci Yurdu’ydu. 10 binin üzerinde kapasitesi olan yurdun yıkılmasından sonra yapılacak olan yurdun “daha lüks yapıyoruz” bahanesiyle yeni kapasitesinin 3.500 civarında olacağını öğrendik. İstanbul’daki öğrencilerin önceliği lüks değil, başlarını sokabilecek bir yer bulmak iken, kapasitenin düşürülmesi manidardır. Ayrıca kentin merkezinde kalan bu arazilerin kıymetlenmesi de tartışılması gereken bir diğer konudur. KYK hakkında gözden kaçan bir diğer ayrıntı ise KYK’nın eskisi gibi yurt yapmasının yanında, bina kiralama yoluna gidebilmesidir. KYK uygun gördüğü yerlerde, bina kiralayarak kısa vadede barınma sıkıntısını çözüme kavuşturabilir. Fakat işin iki boyutu var. Birincisi ticarileşmenin önünün açılması, ikincisi ise kimin binalarının kiralanacağına nasıl karar verildiğidir. İstanbul’daki 24 yurttan kaç tanesinin KYK’nın kaç tanesinin kiralık olduğu ve kimlerden kiralandığı incelenmeye değer bir konudur. Son olarak, gönlümüzden geçen ve talebimiz olan bütün yurtların yeterli kapasitede, konforlu ve kamuya ait olarak tüm öğrencilere ücretsiz hizmet vermesidir. (Eğitim Sen şube yöneticisinin talebi üzerine röportajı yayınlarken isim ve fotoğraf kullanmadık.)
Ekim Gençliği / İstanbul
Ben öğrenci, bağırıyorum:
BarınamıyOrum! Üniversite kazanmanın ve okumanın bin bir zorluklarla Geçtiğimiz sene devlet yurtlarında kalan kadın öğrencilere yapılan gerçekleştiği, üniversite okumanın emekçi çocukları için her geçen ankette daha önce hamile kalıp kalmadığı, düşük yapıp yapmadığı gün daha da zorlaştığı bu düzende üniversite öğrencileri açısından tarzında fişlemeye yönelik anket yapılmış ve doldurmayanlara para en büyük sorunlardan biri de kuşkusuz barınma sorunu. cezası kesilmişti. Birçok zorluklarla kazandığımız üniversiteye yerleştik. Ancak Devlet yurtlarında odalar en aşağı 4 kişilik ve 10’a kadar bundan sonraki en büyük sorunlardan birisi üniversite yaşamımız çıkabiliyor. Herhangi bir insanın küçücük bir odada o kadar kişiyle boyunca nerede kalacağımız. Eğer yaşadığımız şehirde üniversite kalmasının kişinin ruhsal sağlığını olumsuz etkileyeceği ortada. okumuyorsak üniversite okumak için gittiğimiz şehirde ilk Devlet yurtlarında dağıtılan yemek fişleri bir öğrencinin günlük başvuracağımız adres akrabaların evi veya devlet yurdu olacaktır. yemek ihtiyacını karşılayacak miktarda değil. Öyle ki, geçtiğimiz Ancak devlet yurtlarının üniversitede okuyan öğrencilerin sene yurtlara yapılan zamla birlikte yemek fişi de artırılmış ancak barınmasını karşılayacak kadar kontenjanları olmadığı çok açık. aynı gün yemekhanelere de zam gelmişti. Fiş artmasından önce Böylesi bir durumda bizleri ne bekliyor? daha ucuza alınan bir yemeği fişten sonra üzerine daha fazla para Devlet yurduna yerleşemediğimiz zaman karşımıza özel yurt, vererek almak durumunda kalmıştık. Çoğu yurtta sıcak su ve hijyen cemaat evleri, öğrenci evi, pansiyon gibi seçenekler çıkıyor. sorunu var. Yaklaşık 5 milyon kişinin asgari ücretle çalıştırıldığı bir ülkede bizleri Durum böyleyken ev tutmamız veya özel yurtlara kıyasla ucuz(!) özel yurtlara göre daha ucuz olan cemaat evleri ya da yurtları barınıyor olmamız bizlerin “zaten ucuza kalıyoruz ses çıkarmaya bekliyor. Bu devlet politikası haline getirilmiş durumda. hakkımız yok!” diye düşünmemize neden olmamalı. Eğitimin bir Peki bu cemaat yurtları nereden finanse ediliyor? parçası olan barınma da en doğal hakkımız. Eğitimin her düzeyde Cemaat yurtlarında kalan birçok öğrencinin bu soruya cevabı paralı hale geldiği, piyasaya açıldığı ve bizlere birer müşteri gözüyle “esnaflardan geliyor” şeklinde. Cemaat eliyle akıtılan paralar, bakıldığı yerde barınma hakkımız için mücadele etmeliyiz. insanlardan sadaka adı altında toplanan paralar cemaat İstanbul Üniversitesi’nden yurtlarına/evlerine aktarılıyor. Devlet yurtlarının sayısını artırmak bir Ekim Gençliği okuru yerine böyle bir tercih yapılıyor. Gelgelelim devlet yurtlarının koşulları da çok iyi durumda değil. Birçok öğrenci okulunun yakınındaki yurtlarda kalamıyor. Okula birkaç saat uzaklıktan gelmek durumundalar. İstanbul gibi büyük şehirlerde trafik sorunu da bunun bir etkeni. Devlet yurtlarında kadın öğrencilere yönelik ayrıca bir baskı durumu söz konusu. Belli zamanlarda bu yurtlar aileden bile daha baskıcı bir hal alabiliyor. - Okula ilk geldiğinizde barınma, ulaşım gibi konularda ne tür sıkıntılar yaşadınız? 1. öğrenci: Ankara’ya ilk geldiğimde arkadaşlarla eve çıktım. Evde 8 kişi kalıyoruz, kira masrafını paylaşabilmek için. Yol parası vermemek için de okula yürüyerek gidip geliyorum. 2. öğrenci: Ben şehir dışından geldim ve Mamak’ta öğrenci evinde kalıyorum. Mamak’tan okula ulaşım zor oluyor ve her sabah saat 05.00 gibi uyanıp erkenden okulda olmak zorunda kalıyorum. Ulaşım koşulları kötü şartlar altında ve bu yükü biz sırtlanmak zorunda kalıyoruz. Ulaşım konusunda bize herhangi bir kolaylık ya da yardım sağlanmıyor. Bu durumun ıslah edilmesini isterdim. Barınma konusunda ise şimdilik bir sıkıntım yok. 3. öğrenci: Henüz hazırlık öğrencisiyim. Kendi açımdan harç sıkıntısı yaşamıyorum fakat bu sıkıntıyı yaşayan çok arkadaşım var. En basitinden ikinci öğretimde okuyan bir arkadaşım şu an harçlar yüzünden barınma ihtiyacını karşılayamıyor. İkinci öğretimin harçları zaten daha yüksekti ve şimdi de fazlasıyla ödemeye devam edecekler. Onun dışında okul kitapları bizler için çok sıkıntı yaratıyor. Elimizde ne varsa kitaplara gidiyor. Bu durumun değişmesini çok isterim. 4. öğrenci: Şehir dışından gelen bir öğrenci olduğum için barınma sıkıntısı yaşıyorum. Yurtlar ve öğrenci evlerinin maliyetleri çok yüksek ve hem ailelerimiz hem de bizler için maddi-manevi külfet oluyor. Bence birinci öğretim ve açık öğretim için harçlar kalktığı halde ikinci öğretimlerin harç ödemeye devam etmeleri sömürü ve göz boyamadan başka bir şey değildir. Öğrencilere ne türlü sıkıntılar yaşatacaklarını şaşırdılar. Ekim Gençliği / Ankara
Ankara üniversitelerinden öğrenciler...
19
“Partimizin kuruluşu, on yıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır… Türkiye Komünist İşçi Partisi dünyada ve Türkiye’de zafer ve yenilgilerden oluşan zengin bir devrimci mirasın üzerinde yükselmektedir. Partimiz bu mirası kararlılıkla savunmakta, kendisini onun bugünkü temsilcisi ve yarınlara taşıyıcısı saymaktadır. Fakat öte yandan partimiz bizzat bu aynı devrimci geçmişin çok yönlü eleştirel değerlendirmesinin ürünü olmuştur. Zayıf, “‘68 devrimci gençlik hareketi tüm ideolojik zayıflıklarına karşılık eksik ve kusurlu olan her noktada bu gençlik hareketi tarihinde yeri doldurulamaz bir kesiti ifade etmektedir. geçmişi devrimci eleştiriye tabi tutmuş, Devrimci bir önderlik boşluğuna rağmen gençlik, el yordamıyla zayıf omuzlarının kaldıramayacağı kadar ağır bir yükün altına girme iradesini ondan gelecekteki mücadeleler için göstermiş ve tüm toplumu derinden sarsmıştır” gerekli dersleri ve sonuçları (Ekim Gençliği sayı 72, Haziran 2004) çıkarmaya çalışmış, bu temel DEV-GENÇ’in kuruluşunun 43. yılında gençlik hareketinin yarattığı ve bugüne kadar aşılamayan bir örgütlenmenin oluşumunu, gelişimini ve bizlere üzerinde devrimci bir yenilenmenin bıraktığı mirası bilince çıkartmak, onu sahiplenmenin ve mirasını ileriye ifadesi olmuştur.” taşımanın olmazsa olmaz şartıdır. Övgü ve methiyeleri, geçmişe duyulan özlem ve nostaljik birtakım söylemleri bir kenara bırakarak DEV-GENÇ’i ele alabilmek; onu Ortaya konan bu iddianın gençlik tarihselliği içerisinde doğru bir yere oturtabilmek gerçekten anlamanın ve aşmanın cephesinden anlamı, tam da yoludur. Bunu yapamayanlar, geçmişi geleceğe taşımak bir yana, dönüp dolaşıp birleşik, kitlesel ve devrimci bir geçmişin dipsiz kuyusundan çıkamazlar. Devrim saflarının terk edildiği, devrimci iddia ve iradenin zayıfladığı bir sol gençlik hareketinin yaratılması, hareket tablosu ile karşı karşıyayken, reformizmin bir odak olarak tasfiyeci bir cereyan ya da yeni DEV-GENÇ’lerin estirdiği günümüze, bu topraklardaki devrimci mirası sahiplenebilmek onu geleceğe taşıyacak devrimci ideolojiye, bakışa, devrimci sınıf yönelimine ve devrimci örgütsel oluşturulması biçiminde zemine bağlıdır. Bu da DEV-GENÇ’in sahiplenilmesi sorumluluğunu tüm devrimci miras karşılık bulmaktadır. DEVile birlikte komünistlere yüklemektedir. GENÇ’in mirasını ileriye taşıyabilecek olanlar da Tarihsel gerekliliği ve ortaya çıkışıyla DEV-GENÇ tarihle hesaplaşma güç Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) 10 Ekim 1969’da yapılan 4. Kurultayı ile birlikte, ve iradesine sahip Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) kuruldu. DEV-GENÇ, bir isim değişikliğinden öteye, gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt üretebilmenin ve onu örgütsel olarak olanlardır. Bu saflarda kucaklayabilmenin bir gerekliliği, tabandan ortaya çıkan iradenin ve yönelimin bir sonucu olarak mücadeleye katılanlar kuruldu. ve onu büyütecek 1960’lar, fikir kulüpleri üzerinden gençliğin akademik demokratik sorunlara ilgisinin arttığı, toplumsal sorunlara karşı duyarlılığının geliştiği, sosyalizm düşüncelerinin kitlesel olarak yankı bulduğu olanlardır.
DEV-GEnÇ, 43. yol göst
20
yıllardı. Dünyada ve Türkiye’de gelişen süreçlerin birer sonucu olarak gençlik hareketi de gelişmekteydi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından prestij kazanan Sovyet iktidarı, onlarca yıllık yalnızlığını kırmış; Çin, Küba, Vietnam devrimlerinin etkisiyle de tüm dünyada başta sınıf hareketi olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin mücadeleye katıldığı bir dönem başlamıştır. Bunun yansımaları 60’larla beraber ilk önce işçi hareketini yükseltmiş, direnişler, grevler, işgallerle işçi sınıfı bir sınıf olarak ağırlığını ve gücünü hissettirmeye başlamıştır. Bu, elbette ki gençlik hareketini de etkileyen ve toplumsal sorunlara duyarlılığı arttıran, harekete geçiren bir süreci de doğurmuştur. Dünyada ve Türkiye’de gelişen süreçlerin etkisiyle, fikir kulüpleri sadece tartışma araçları olmaktan çıkmış, gelişen, kitleselleşen ve eyleme geçen hareketin örgüt ihtiyacının merkezi olarak da karşılanmasına hizmet etmiştir. 17 Aralık 1965’te Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kurulması günün ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Ancak halen TİP-MDD çizgisinin bir sonucu olarak gençlik hareketi, parlamentarist ve/veya orducu burjuva sosyalizminin etkisi altındadır. Gelişen sınıf hareketinin militan ve düzene karşı başkaldıran mücadele çizgisine yanıt üretmeyen bu çizgi, ihtiyaçlarını karşılayacak bir örgütsel zemin arayışındadır. DİSK’in kurulmasını sağlayan ancak onu da hızlı bir şekilde aşan sınıf hareketi 15-16 Haziran’ı yaratacak bir militanlığa ve kitleselliğe ulaşmıştır. Bu aynı süreçte gençlik hareketi hızla gelişmekte ve devrimcileşmektedir. FKF’nin 4. Kurultayı’yla beraber 1969’da DEV-GENÇ’e evrilmesi tam da bu gelişim içerisinde ve onun sonucu olarak kavranabilir. Bu isim değişikliği, gençliğin devrimci yönelimine yanıt üretecek bir taban örgütlülüğünün yaratılması gerekliliği ile anlam bulur. Bu isim değişikliği, ortaya konan yeni tüzük ile şöyle ifade edilmektedir: “- Dev-Genç emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı verilen (…) devrim mücadelesinde sosyalist gençliğin düşünce ve eyleminin geliştirilmesi amacıyla kurulmuştur. ...” “- Federasyona bağlı dernekler sosyalizm bilimini eylem kılavuzu edinen üyelerden oluşur.”
yılında gençliğin mücadelesine termeye devam ediyor! Açık ve net devrimci-sosyalist söylemler o günün gençlik hareketinin bilincinin ve ihtiyaçlarının bir yansıması olarak kullanılmaktadır.
Gençliğin militan eyleminin ürünü DEV-GENÇ ‘68 hareketinin militanlaşması ve özellikle TİP çizgisini aşması ile birlikte gençlik eylemleri ülke geneline yayılmıştır. Özellikle metropollerde öğrenci gençlik, esas olarak da anti-emperyalist söylemlerle onbinlerle sokaklara dökülmekte, bu haliyle düzen sınırlarını aşan bir çizgiyi hayata geçirmektedir. Bununla birlikte DEV-GENÇ, yerel komitelere, fakülte ve anfi komitelerine dayanan, aşağıdan yukarıya doğru kurulmuş bir özörgütlenme deneyimidir. İçerisinde farklı akımlar ve eğilimler barındırmasına rağmen tüm kararların demokratik mekanizmalarla alındığı, forumlarda canlı tartışmaların yapıldığı, her şeyden öte bu tartışmaların militan eylemlerle beslendiği bir süreci tanımlar. Bu haliyle Devrimci Gençlik örgütlenmesini, kitlelerin politik uyanışının militan eyleminin bir sonucu olarak tanımlamak isabetli olacaktır. ‘71 devrimci çıkışıyla TİP-MDD’nin burjuva sosyalist çizgisinin aşılması da DEV-GENÇ’in içerisinden olanaklı olmuştur. Gelişen sınıf ve kitle hareketine yanıt üretebilecek devrimci bir örgütlenmenin yokluğu, sınıfın örgütlerinin mevcut çizgisini aşan militanlığı, ancak devrimci-sosyalist örgütsel bir zeminle buluşamamış olması o günün gerçekliğiydi. İşçi sınıfının bu ihtiyacını karşılama çabası ve gençlik hareketinin gelişim seyrine yanıt üretebilecek devrimci çıkış, düzenin tüm kurumlarıyla reddinin ve zora dayalı devrim düşüncesinin bir yansıması olarak, DEV-GENÇ içerisinden THKP/C, THKO ve TKP/ML örgütlerinin ortaya çıkmasını sağlayan zemini yaratmıştır. Düzen sınırlarını aşamayan burjuva sosyalist çizginin aşılmasını sağlayan ‘71 devrimci çıkışının DEV-GENÇ’in içerisinden olması hiç de tesadüfî değildir. Gelişen gençlik hareketinin ve sosyalist hareketin ihtiyaçlarına yanıt üretebilme kaygısının bir sonucudur. Tarihsel bir gelişim aşamasının vardığı sonuçtur.
DEV-GENÇ’i anlamak ve yarınlara taşımak Bu anlatımların ışığında DEV-GENÇ deneyimi, gençlik hareketi için bugün hala aşılamamış bir eşiği ifade eder. Ancak bu örgüte sahip çıkmak, hiçbir biçimde onu dar bir siyasal gençlik örgütüne indirgemekle ya da gelenekçilik yaparak mirasta hak iddia etmekle olmaz. Bu yoldan yürüyenler ya nostaljik söylemlerin arkasına sığınarak onun devrimci özünü karartır, ya da DEV-GENÇ’i salt dar militanlığa indirgeyerek devrimci demokrasiye hapsolur. DEV-GENÇ’in mirasına sahip çıkmanın güncel anlamı, günün görevlerine sahip çıkmak ve gençliğin içerisinde bulunduğu
dağınıklığı, parçalılığı aşmak için gençlik cephesinden yanıt üretebilmeyi gerektirmektedir. DEV-GENÇ, bugün halen bize birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketinin nasıl olması gerektiğinin işaretini vermektedir. Yeni DEV-GENÇ’ler yaratmanın güncel anlamının bugün için birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketi yaratmaktan geçtiği hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Ancak bu hiç de onun ideolojik ve politik anlamdaki eksiklerini, kusurlarını görmezden gelmeyi gerektirmez. Aksine, DEV-GENÇ’i gerçekliği içerisinde anlayıp önemli bir deneyim olarak görürken, tüm ideolojik zayıflıkların ve halkçı önyargıların üzerine de kararlılıkla gidilmesi zorunludur. Bu hesaplaşmayı yapanların, devrimci gençlik hareketi yaratılmasına öncülük etme sorumluluğu da buradan gelmektedir. Komünist hareketin ortaya koyduğu iddia ‘98’de şu sözlerle tanımlanmaktadır: “Partimizin kuruluşu, on yıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır… Türkiye Komünist İşçi Partisi dünyada ve Türkiye’de zafer ve yenilgilerden oluşan zengin bir devrimci mirasın üzerinde yükselmektedir. Partimiz bu mirası kararlılıkla savunmakta, kendisini onun bugünkü temsilcisi ve yarınlara taşıyıcısı saymaktadır. Fakat öte yandan partimiz bizzat bu aynı devrimci geçmişin çok yönlü eleştirel değerlendirmesinin ürünü olmuştur. Zayıf, eksik ve kusurlu olan her noktada bu geçmişi devrimci eleştiriye tabi tutmuş, ondan gelecekteki mücadeleler için gerekli dersleri ve sonuçları çıkarmaya çalışmış, bu temel üzerinde devrimci bir yenilenmenin ifadesi olmuştur.” Ortaya konan bu iddianın gençlik cephesinden anlamı, tam da birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketinin yaratılması, ya da yeni DEV-GENÇ’lerin oluşturulması biçiminde karşılık bulmaktadır. DEV-GENÇ’in mirasını ileriye taşıyabilecek olanlar da tarihle hesaplaşma güç ve iradesine sahip olanlardır. Bu saflarda mücadeleye katılanlar ve onu büyütecek olanlardır. Ekim Gençliği
21
4+4+4, harçlar, dershaneler, sınav sistemi, yeni YÖK Yasası…
Ortak payda: Sermayenin çıkarları!
4+4+4 eğitim sistemi, harçların kaldırılması, sınav sisteminin değişmesi, dershanelerin özel okula dönüştürülmesi gibi adımlar hem birbirlerinden hem de günümüz gerçeklerinden kopuk olarak düşünüldüğünde olumlu adımlarmış, faydalı adımlarmış gibi gözükebilir. Fakat esas mesele, bu adımların gerçeklerle bir bütün olarak nasıl bir ilişki içinde olduklarını ve kimlerin çıkarlarına uyduklarını gözeterek birbirleriyle olan ortak yönlerini tespit etmektir.
AKP hükümetinin eğitimde dönüşüm planları adım adım hayata geçirilirken son olarak gündeme yeni YÖK yasa tasarısı düşmüş durumda. AKP kongresinde dağıtılan AKP’nin 63 maddelik önümüzdeki dönem hedeflerinde de “YÖK’ün koordinasyon kuruluna dönüşmesi” olarak gözüken bu adım, son dönemde atılan diğer adımların bir bütünlük içerisinde değerlendirilebileceği bir çerçevenin daha da netleşmesini sağlıyor. 4+4+4 eğitim sistemi, harçların kaldırılması, sınav sisteminin değişmesi, dershanelerin özel okula dönüştürülmesi gibi adımlar hem birbirlerinden hem de günümüz gerçeklerinden kopuk olarak düşünüldüğünde olumlu adımlarmış, faydalı adımlarmış gibi gözükebilir. Örneğin harçların kaldırılması bütünlükten kopuk, soyut olarak ele alındığında sadece işçi-emekçi çocuklarının üniversitelere yazılmalarını kolaylaştırıyor gibi gözükmektedir. Ya da sınav sisteminin değişmesi, benzer bir soyutlamayla düşünüldüğünde öğrencilerin sınav odaklı eğitim sisteminden uzaklaşması olarak görülebilir. Aynı şey dershanelerin kaldırılması (özel okul olması değil), ya da mesleki eğitime ağırlık verilmesi için atılan adımlar için de geçerlidir. Fakat esas mesele, bu adımların gerçeklerle bir bütün olarak nasıl bir ilişki içinde olduklarını ve kimlerin çıkarlarına uyduklarını gözeterek birbirleriyle olan ortak yönlerini tespit etmektir. Yeni YÖK yasa tasarısı da, bu bütünlüğü kurmak açısından önemli bir halka olmuştur.
“Üniversite Konseyi”: Sermaye-devlet işbirliğinin bir yüzü
22
Yeni YÖK yasa tasarısında üniversiteler, devlet,
vakıf, özel ve yabancı olmak üzere 4 farklı kategori altında düşünülmektedir. Esasen tasarıda belirtilen, üniversitelerin bulundukları yerel ihtiyaçlara ve kendi birikimlerine göre uzmanlaşması ve çeşitlenmesidir. Bu açıdan bu 4 kategorinin dışında, uzmanlaşılan alanlara, bölümlere göre üniversiteler arası işbölümünün arttırılması ve çok çeşitli modeller hedeflenmektedir. Bu 4 kategori bu çeşitlenmenin ötesinde şu yüzden anlamlıdır: “Kurumsallaşmış devlet üniversitelerinin”, ilgili üniversitede oluşturulacak “üniversite konseyi” tarafından yönetilmesi planlanmaktadır. “Üniversite Konseyi, mevcut öneride, 11 kişiden oluşur. 5 üye üniversitenin her biri farklı fakültelerden ve bölüm başkanı ve üstü herhangi bir idari görevi olmayan kendi öğretim üyeleri arasından; 2 üye Bakanlar Kurulu tarafından; 2 üye Yükseköğretim Kurulu tarafından (ilgili üniversitenin profesörleri) arasından seçilir. Bu 9 üyenin seçeceği 1 üye ilgili üniversitenin mezunları arasından; 1 üye üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi verenler arasından ve/veya üniversiteye en çok bağışta bulunanlar arasından seçilir. Üniversite Konseyi, rektör ve dekanları seçer ve atar; üniversite stratejik planını ve performans programını onaylar; üniversite yatırım programını karara bağlar; üniversite adına kamulaştırmaya, gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar verir; öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirler; sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirler; senatonun ve üniversite yönetim kurulunun bazı kararlarını onaylar.” Bütün bunlar göstermektedir ki, “kurumsallaşmış üniversiteler”in “üniversite konseyleri”nde çoğunluğu oluşturanlar, Bakanlar Kurulu ve YÖK tarafından atananlarla birlikte ilgili üniversite mezununun ve bağışçı/vergi rekortmeninin oluşturacağı gruptur. Üniversite mezunlarından el üstünde tutulanların, reklamlardan ve üniversite dergilerinden gördüğümüz kadarıyla zengin, sermaye sahibi, CEO vb. konumlardaki bireyler olduklarını unutmamak gerekir. Bununla birlikte, vergi rekortmenlerinin de zengin
mezunlarla benzer konumlarda oldukları düşünülürse, “kurumsallaşmış üniversite”lerin doğrudan bu sermaye sahipleri ve onlarla işbirliği içindeki “Bakanlar Kurulu ve YÖK’ün atadığı profesörler” tarafından yönetileceği açıktır. Devlet üniversiteleri dışında, özel ve vakıf üniversitelerinde zaten yönetim sermaye sahiplerinin ağırlıkta olduğu Mütevelli Heyetleri aracılığıyla sağlanmaktadır.
Harçların kalkmasının sınırları ve üniversitelerin şirketleşmesi Yeni YÖK yasa tasarısında diğer bir önemli noktayı da üniversitelere mali özerklik, mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı kazandırılması temel hedefleri oluşturmaktadır. Harçların birinci öğretimde kaldırılması her ne kadar işçi-emekçi çocukları açısından önemli bir adım olsa da, harçların sadece birinci öğretimde kalktığını ve harçların öğrenci masraflarının %15-%20 civarını oluşturduğunu, barınma, beslenme ve ulaşım gibi ihtiyaçların çok daha büyük problem olduğunu belirtmiştik. Yeni tasarıda belirtilen “üniversitelerin finansman sisteminin özerkleştirilmesi”, “üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması” gibi hedefler, üniversiteleri yönetecek sermaye-devlet işbirliğinin ve onların atadığı rektörlerin, yeni yasayla birlikte birkaç yıl içinde, harçları geri getirmenin de ötesine geçerek, ticareti, piyasa ortamını, üniversitelerin her köşesine yayacağı açıktır. Artık devlet finansman açısından elini üniversitelerden çekecek, sermaye uşağı “üniversite konseyleri” kafalarına göre 1000 TL, 2000 TL belki daha da çok harçlar koyacak, sermaye sahipleri buradan kârlar elde edecek, kendi kârlarını garanti edecek şekilde üniversiteleri yönetecektir. Kısacası üniversiteler şirketleşecektir! Bu ise işçi-emekçi çocuklarının üniversitelerde okumasına uygun “harçların birinci öğretimde kalkması” gibi hakların kökünden geri alınması ve işçi-emekçi çocuklarının üniversitelerden tümden uzaklaştırılması anlamına gelecektir. Bir başka seçenek de, ABD’deki eğitim sistemine benzer şekilde öğrencilere krediler sunarak öğrencileri borçlandırarak mezun olduktan sonra uzun yıllar bu borçlara mahkum bir yaşama itmektir.
Eğitimde özelleştirme: Özel üniversiteler ve özel okulların egemenliği Yeni yasa tasarısı göz önünde bulundurulduğunda görülmektedir ki, önümüzdeki dönemde üniversitelerde piyasa ilişkileri daha da egemen hale gelecektir. Günümüzde, devlet ve vakıf üniversiteleri, yasal olarak kâr etmesi engellenmiş kurumlardır. Fakat, devlet üniversitelerinin kurumsallaşmış olanlarının yukarıda belirtilen adımlarla özel üniversiteler haline getirilmesiyle, eğitim kâr amaçlı yatırım alanları olarak sermaye sahiplerinin daha çok hakimiyeti altına girecektir. “Kurumsallaşmakta olan devlet üniversiteleri”nin de yavaş yavaş “kurumsallaşmış devlet üniversiteleri” yani özel üniversite modeline uydurulması planlanmaktadır. Yasa tasarısında hedeflenen çeşitlendirilmiş üniversite modelleri, şirket gibi işleyen özel üniversite modelinin yükseköğretime egemen
olması anlamına gelecek ve emekçi çocuklarına üniversite kapıları büyük ölçüde kapanacaktır. Yükseköğretimdeki bu dönüşüme paralel olarak, dershanelerin özel okula dönüştürülmesi de eğitimde özelleştirmenin ve piyasa ilişkilerinin egemenliğinin arttırılması anlamına gelmektedir.
Eğitimdeki dönüşüm ve sermayenin çıkarları Bilimsel araştırmaya verilen önem de yeni yasa tasarısına yansıtılmıştır. Devlet, bilimsel araştırmaya özel olarak önem vermektedir, atılan birçok adım bunu göstermektedir. Fakat, “bilim” toplumsal gerçeklerden kopuk olarak ele alınmamalıdır. O halde bu adımlar, nasıl bir gerçekliğe oturmaktadır? Hangi sebepler Türkiye’nin eğitim sistemindeki dönüşümü gerektirmiştir? Bugün için, mühendislik ve fen bilimleri alanında uzmanlaşmış sayılabilecek birçok üniversite, üniversite içindeki teknokentlerde ya da profesörlerin aldıkları projelerle yazılım ve savunma sanayi gibi alanlarda yer alarak sermaye sahipleriyle işbirliği içindedir. Fakat, bugünkü eğitim sistemi devletle işbirliği içindeki sermaye sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamamaktadır. Bu yüzden devlet, eğitime verdiği bütçeyi iyice kısıp sermayenin buradaki egemenliğini daha da arttırmaya uygun düzenlemeler yapmaktadır. Üniversitelerin daha da çeşitlendirilip, kendi aralarındaki işbölümünün arttırılarak belli alanlarda uzmanlaşmalarının sağlanması, araştırmalara devlet teşvikleri, eğitimde rekabetin arttırılması, performansa dayalı ücret gibi yeni YÖK tasarısının temel ilkeleriyle birlikte, 4+4+4 sistemi altında nitelikli çocuk iş gücünün arttırılması gibi hedefler sermaye gruplarının uzun vadeli çıkarları doğrultusunda atılmış adımlardır. Bütün bu adımlar üretkenliğin arttırılması anlamına gelecek, Türkiye’nin dış pazarlardaki rekabet gücünü arttıracak, bu sayede, Türk sermaye grupları dış pazarlara daha kolay girebilecektir, buralardaki kârlardan daha çok pay alabilecektir. AKP hükümeti ise bu adımları 2023 hedefi doğrultusunda atmakta ve sermaye gruplarının gözünde alternatifsiz konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Bugün eğitimin düzenlenmesinde atılan bütün adımlar, görüldüğü üzere eğitimin her alanına piyasanın hakim olması ve eğitimin ticarileşmesinin önemli birer halkalarıdır. Eğitim, bugüne kadar devlet üzerinden sermaye gruplarının kontrolündeyken, yeni düzenlemelerden sonra sermaye gruplarının doğrudan kontrolüne geçecektir. Bu atılan adımlar, sermaye sahiplerinin düzene nasıl egemen olduğunun, devletin sermaye sahiplerinin çıkarlarına uygun somut politikaları nasıl yürüttüğünün göstergesidir. Birinci öğretimde harçların kalkması, dershanelerin özel okullara dönüştürülmesi, sınav sisteminin değişmesi, 4+4+4 eğitim sistemi ve yeni YÖK yasası bir bütün olarak Türkiye ve dünyadaki koşullarla ilişkileri içinde düşünülmelidir. Eğitimdeki dönüşümde AKP hükümetinin attığı her ayrı adımın ortak hedefi bellidir. Hedef, sermaye sahiplerinin kârlarını arttırmaktır. Öğrenciler olarak bizler devletin bu yasayı geçirmesine nasıl engel olacağımızın hesaplarını yapmalı, yasanın geri çekilmesi, herkese eşit, gerçekten parasız, anadilde eğitim gibi somut talepler üzerinden birleşik, kitlesel bir mücadele örgütlemeliyiz.
Bugün eğitimin düzenlenmesinde atılan bütün adımlar, görüldüğü üzere eğitimin her alanına piyasanın hakim olması ve eğitimin ticarileşmesinin önemli birer halkalarıdır.
23
Bologna süreci üzerine-1
Bologna sürecine neden ihtiyaç duyuldu?
Kâr oranlarının düşmesi nedeniyle var olduğu bilinen krizin yıkıcı etkisini ortadan kaldırabilmek için seferber olan burjuvazinin, eğitimsağlık-ulaşım-iletişim gibi ihtiyaçların tekrardan paralılaştırılması için azgınlaşacağından şüphe duymamak gerekiyordu, ki son yıllarda yaşananlar bu öngörüyü doğruladı.
24
Genelleşmiş meta üretimi olarak tanımlanan kapitalist üretim tarzı, insani tüm ihtiyaçların metalaştırılmasına dayanmaktadır. Barınma, beslenme gibi temel yaşamsal ihtiyaçlarımızdan tutun da eğitim, sağlık gibi diğer ihtiyaçlarımıza kadar her şeyin kârın konusu haline getirilmesi de kapitalist toplumun bu karakteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Fakat bu döngü içerisinde hangi temel yaşamsal ihtiyacın metalaşıp hangisinin metalaşamayacağını belirleyecek olan etken sınıflar mücadelesinin kendisidir. Bugün ülkemizde eğitim-sağlık-ulaşımiletişim gibi yaşamsal ihtiyaçların tamamı paralı haldedir çünkü ülkemizde olgunlaşmış bir sınıf hareketi yoktur ve işçi sınıfının vermiş olduğu mücadelenin bu kadar düşük dinamikler ile ilerlediği bir dönemde, bu yaşamsal ihtiyaçların metalaşmamasını beklemek anlamsızdır.
20. yüzyılda hizmet sektörünün tarihsel gelişimi Rusya’da gerçekleşen şanlı Ekim Devrimi ve onun yayılan etkisi dünyanın tüm ülkelerindeki burjuva sınıfını telaşlandırıyor, hatta ürkütüyordu. Avrupa’daki işçi ve emekçiler tıpkı Rusya’da olduğu gibi eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, iletişim gibi temel yaşamsal ihtiyaçların parasız bir şekilde sağlanmasını talep ederlerken, daha sonra bu talebin Avrupa burjuvazisi tarafından karşılamaması üzerine devrimci bir perspektif ile mücadeleye atılmışlardı. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi ihtiyaçlarının kendi ülkelerinde karşılanmadığı halde Sovyet Bloğu’nda karşılandığını gören Avrupalı işçi ve emekçilerin “devrim” talebini durdurabilecek tek yol, bu hizmetlerin devlet tarafından bir “hak” olarak insanlara ücretsiz ulaşmasını sağlamaktı ve sonuç olarak sosyaldevlet politikaları uygulanmaya başlandı. Ülkelerindeki iktidarlarının kaybedilmesi korkusu Avrupa burjuvazisinin sosyal devlet politikalarına geçmelerini zorunlu kılmış,
dolayısıyla, paralı bir hizmet olarak topluma sunulduğu takdirde, toplam toplumsal kar kitlesinin korunmasını, belki de artmasını sağlayacak olan bu yaşamsal ihtiyaçların üretim süreci, sınıf mücadelesinin dinamikleri nedeni ile ücretsiz karşılanan bir hak haline gelmiş, bu açıdan burjuvazinin sırtında bir kambur oluşturmuştur. Fakat bu süreç çok uzun sürmemiştir. 70’li yıllarda tekrardan kendisini gösteren krizi aşma zorunluluğu, ekonomik ve politik alanda bir takım değişim ve dönüşümleri dayatmış ve ‘89 çöküşü ile bu dönüşümler hızla hayata geçirilmiştir. Artık karşısında alternatif bir dünyayı/sosyalizmi tehdit olarak görmeyen emperyalist tekeller, sınırları belirsiz bir saldırı süreci başlamışlardır. Eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb. tüm yaşamsal ihtiyaçlar tekrardan sermayenin konusu haline gelmiş, yapılan uluslararası anlaşmalar ile -GATT, GATS- özellikle hizmet sektörüne ait alanlar bir bir metalaşmaya başlamıştır. Kapitalist toplumun genel eğilimin bir sonucu olan krizleri aşma zorunluluğu eğitim, sağlık gibi hizmet alanlarının metalaşma sürecini hızlandırmıştır. Kâr oranlarının düşmesi nedeniyle var olduğu bilinen krizin yıkıcı etkisini ortadan kaldırabilmek için seferber olan burjuvazinin, eğitim-sağlık-ulaşım-iletişim gibi ihtiyaçların tekrardan paralılaştırılması için azgınlaşacağından şüphe duymamak gerekiyordu, ki son yıllarda yaşananlar bu öngörüyü doğruladı. Dünyanın her yerinde, bir taraftan kıdem tazminatları gasp edilip emeklilik yaşları yükseltilirken, esnek-güvencesiz çalışma yaygınlaştırılıp asgari ücretler enflasyon oranlarına göre düşüşe uğratılırken, diğer taraftan da eğitim ve sağlık gibi hizmetler metalaştırılmaktadır. İçerideki bu saldırganlık aynı zamanda dışarıda, yani uluslararası pazarda da devam etmiş, kâr oranlarının düşme eğilimi, uluslararası alandaki rekabeti de azgınlaştırmıştır. Uluslararası pazarda var olan kâr kitlesine ulaşabilmek, tüm emperyalist blokların olmazsa olmazı haline gelmiştir. 3.
Dünya Savaşı’nın bu kadar yakın olduğunun tartışılmasının bir başka nedeni de uluslararası alanda var olan bu emperyalist rekabetin kendisidir.
Türkiye’de hizmet alanlarının metalaştırılması 1980’de yaptığı darbeyle, ülkedeki toplumsal muhalefeti sindiren sermaye sınıfı, işçi sınıfının tüm kazanımlarına göz dikmiş ve ‘60’lı-’70’li yıllardaki tüm kazanımları teker teker gasp etmeye başlamıştı. Bu süreç, Türkiye’nin, emperyalist ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri daha fazla sömürebilmek için geliştirdikleri emperyalist projelerden sadece bir tanesi olan GATS’ı -Hizmet Ticareti Genel Antlaşması- 1995 yılında kabul etmesi ile hızlandırılmış olup, Bologna süreci ile yüksek öğrenim ayağını inanılmaz bir boyuta ulaştırmıştır. GATS olarak bilinen anlaşmalar bütününün kendisi, öz olarak, sermaye birikim düzeyi günümüz emperyalist dünyasına göre geri düzeyde olan bizim gibi gelişme aşamasındaki ülkelerin hizmet alanında yaptıkları üretimleri taahhütler yoluyla uluslararası sermayeye peşkeş çekmesini, hizmet alanındaki tüm uygulamaları onların denetimi ve çıkarlarına uygun olarak planlamalarını içermektedir. Bu anlaşmalar ile mesleki hizmetler, eğitim hizmetleri, haberleşme hizmetleri, müteahhitlik ve ilgili mühendislikmimarlık hizmetleri, çevre hizmetleri, mali hizmetler, sağlık-sosyal güvenlik hizmetleri, turizm ve seyahat hizmetleri gibi geniş bir alanda Türkiye’nin vermiş olduğu taahhütler %46 oranındadır ve bu oran, gelişmekte olan ülkelerin %18 civarında olan ortalamasına göre çok yüksektir. Bu anlaşmalar ile yapılan uygulamaların bazılarını kabaca örnekleyecek olursak; rantı yüksek olan ya da yüksek olması beklenen arazilerin taahhütler yoluyla çok uluslu şirketlere bırakılması -sahil şeritlerimizdeki birçok arazi bu nedenden dolayı emperyalist şirketlere verilmiştir-, ülkedeki eğitimin tamamıyla paralılaştırılarak yüksek öğrenimden mezun olan ve vasıflı emeğe sahip olan emekçilerin emperyalist şirketlerde çalışabilmesi için olanakların yaratılması gibi uygulamalar sıralanabilir…
Bologna süreci GATS ile hızlandırılan neo-liberal saldırıların yüksek öğrenim ayağını ise Bologna süreci oluşturmaktadır. 1999 yılında İtalya’nın Bologna kentinde 29 ülkenin imzacılığıyla başlayan, Avrupa kıtasında olmayan ülkeleri de içerisine alarak 46 ülkenin imzacılığıyla devam eden ve “yaşam boyu öğrenme”, “bilgiye dayalı toplum”, “kalite güvencesi” gibi terimler üzerinden tartışılan Bologna süreci, Avrupa emperyalizminin bir projesi olarak, üyesi olan ülkelerdeki üniversitelerin tamamında yaşanılan dönüşümleri kapsamaktadır. Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA) oluşturma hedefine bürünmüş olan bu sürecin kendisi, GATS dahilinde yürütülen anlaşmaların eğitim hizmetleri alanındaki yükseköğrenim kısmını kapsamaktadır. Bologna Süreci de bir taraftan yükseköğrenim hizmetinin
kendisini tamamıyla ticarileştirirken, yükseköğrenimin kendisini ulusal ve küresel alanda Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dönüştürmektir. Bologna sürecinin kendisini dayattığı tarihseltoplumsal nesnel zemin, kriz nedeniyle uluslararası alanda kızışan rekabettir. Avrupa emperyalizminin uluslararası pazarda, diğer emperyalist bloklarla rekabet gücünün arttırılması dahilinde hayata geçirmesi gerektiği ekonomik-politik dönüşümlerin yükseköğrenim ayağını oluşturan Bologna sürecinin üç temel amacı vardır: 1. Günümüz dünyasında bilgi ve teknoloji üretimi alanında ABD ve Japonya’nın ciddi bir üstünlüğü vardır. Bu üstünlük bu ülkelere, emeğin sömürülmesi alanında mutlak ve nispi avantajlar yaratmaktadır. Uluslararası pazarda ABD ve Japonya ile rekabet edebilmek için Avrupa emperyalizminin de bilgi ve teknoloji üretim alanlarında söz sahibi olması gerekmektedir. Bologna sürecinden doğru oluşturulmaya çalışılan Avrupa Araştırma Alanı (AYA) ile Avrupa’nın “dünyanın en rekabetçi bilgi tabanlı ekonomik gücü” olması sağlanacak ve Avrupa küresel rekabette, bilim ve teknoloji açısından üniversitelerin muazzam desteğini alacaktır. Bu dönüşüm ile üniversiteler sermayenin çıkarları doğrultusunda konumlandırılacağı için, üniversitelerin toplumsal sorumluluklardan soyutlanması kaçınılmaz olacaktır. 2. Bir diğer amaç, Avrupa Yükseköğrenim Alanı oluşturmaktır. Burada amaçlanan yükseköğrenimin küresel bir pazara dönüştürülmesidir. GATS’ın AB’deki uygulamaları olarak bilinen bu süreç ile “hizmetlerin serbest dolaşımı önündeki engellerin, diplomaların tanınması ve akreditasyon mekanizmalarıyla kaldırılması”, “ öğrenci hareketliliğin arttırılması ve ortak bir ‘Avrupalı’ bilinç ve kültürünün oluşturulması”, “üniversiteler arasında işbirliği yoluyla bilim ve teknolojide rekabet gücünün geliştirilmesi” amaçlanmaktadır. Bu sayede, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yetişen mimar-mühendis-doktor vb. vasıflı emeklerin emperyalist ülkelere göç etmelerinin olanakları yaratılarak, vasıflı emek daha düşük maliyetle üretim süreçlerine sokulacaktır. 3. Eğitim hizmetinin tamamıyla ticarileştirilerek, sermayenin konusu haline getirilmesidir. Bu sayede zaten sermayenin üzerinde yük halinde olan eğitim hizmetinin kendisi hem işçi ve emekçilere mal edilecek hem de devletin ekonomik anlamda küçülmesinin olanakları yaratılacaktır. Türkiye, 2001 yılında sürece dâhil olmuştur ve sürecin tüm uygulamalarının en hızlı ilerlediği ülke olarak küresel alanda övgüler almaktadır! Yani ülkesindeki üniversitelerin sermaye ile işbirliğini organikleştirme sürecini en hızlı yaşatan ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla toplum için değil, ulusal ve küresel sermaye için üniversitelerin merkeze alınması ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi yarışında ülkemiz birincidir. Bunun en önemli etkenlerinden biri, ülkemizdeki gençlik hareketinin içerisinde bulunduğu geri düzeydir ve son saldırılar ile süreç daha da hızlandırılmaktadır. (Bir sonraki sayımızda Bologna sürecinin mevcut-somut uygulamalarını inceleyecek, bunun ülkemizdeki ve dünyadaki örneklerine yer vereceğiz.)
GATS olarak bilinen anlaşmalar bütününün kendisi, öz olarak, sermaye birikim düzeyi günümüz emperyalist dünyasına göre geri düzeyde olan bizim gibi gelişme aşamasındaki ülkelerin hizmet alanında yaptıkları üretimleri taahhütler yoluyla uluslararası sermayeye peşkeş çekmesini, hizmet alanındaki tüm uygulamaları onların denetimi ve çıkarlarına uygun olarak planlamalarını içermektedir.
25
Üniversitelerde dinci gericilik güçlendiriliyor...
Üniversiteleri, son dönemde toplumun genel yapılandırılmasından bağımsız değerlendiremeyiz. 4+4+4 ile ilkokuldan itibaren imam hatiplerin önünü açan bu sistem, bugün de üniversitelerde bunun zemini hazırlıyor.
26
“Dinci partinin 22 Temmuz’dan beri birbirini izleyen bir dizi hamle yapması onun artık hükümet olmaktan öteye bir iktidar gücü olmaya soyunduğunu, devleti adım adım ele geçirmeye, bunun bir parçası olarak idari, hukuksal ve siyasal yapıyı kendine uyarlamaya, toplum yaşamına buna uygun bir şekil vermeye çalıştığını gösteriyor. Büyük burjuvazinin etkin bir bölümünün yanı sıra ordu ile bürokrasinin önemli bir kesimi ile parlamentodaki ana muhalefetin hala da laik düzen bekçisi olarak orta yerde durduğu koşullarda dinci partinin buna cüret edebilmesi, onun gelinen yerde bu gücü artık kendisinde görmesinden geliyor ve bu çok temelsiz bir inanç da değil kuşkusuz.” EKİM’in Mart 2008 tarihli 251. sayısında yer alan “Rejim krizinde yeni safha” başlıklı yazıdan yapılan alıntı, iktidar gücü olmaya soyunan AKP’nin idari, hukuksal ve siyasal yaşamı kendine uyarlamaya çalıştığına vurgu yapıyor. Bu düzenlemenin bir ayağını da kuşkusuz ki üniversiteler oluşturuyor. Dinci gerici AKP’nin atamasıyla göreve gelen rektörlerden, anti-bilimsel, gerici eğitime, cemaat örgütlenmesinin teşvik edilmesinden, “dindar nesiller” yetiştirilmesi kapsamında yapılan uygulamaların hepsi, AKP’nin üniversitelere müdahalesinin parçalarını oluşturuyor. Yaz döneminin başında, her üniversiteye bir cami yapılması tartışmaları ile başlayan süreç, rektör atamaları ve kayıt döneminde dinci yapılanmaların önünün açılmaya çalışılması ile devam ediyor. “Her üniversiteye cami” projesi ile ortaya konulan din ve ibadet özgürlüğünün önünü açmak değil, dinci yapılanmalara örgütlenme zemini yaratmaktır. Keza bugün her üniversitede bir mescidin olduğunu göz önünde bulundurursak bunun acil ve yakıcı bir ihtiyaç olmadığı da göz önünde duruyor. Bugün binlerce öğrenci barınma sorunu yaşarken bunu görmezden gelmek ise tam bir iki yüzlülüktür.
Üniversitelere atanan rektörleri de bu gerici zihniyetin ürünü olarak değerlendirmek gerekiyor. 3. ya da 4. sıradaki adaylar rektör olarak atanırken, atanan rektörlerin bir kısmı AKP’ye yakınlığı ile biliniyor. Tüm bunların yanı sıra dönem başındaki gelişmeler de üniversitelerde Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği ‘dindar nesillerin’ yetiştirilmesinin iyiden iyiye önünün açıldığını yansıtıyor. Hacettepe ve Ankara Üniversiteleri’nde dönem başında devrimci ve ilerici öğrencilerin stand açmasına önce itiraz etmeyen rektörler, AGD’li gerici yapılanmanın standının açılmasına izin verilmemesi ile birlikte tüm standlara ve çalışmalara saldırı emrini vermiştir. Üniversitelerde “özgürlük” adı altında gerici yapılanmaların önü açılmakta ve çalışma yapmalarına zemin hazırlanmaktadır. Devrimci yapıların standlarına izin verilmezken emekçilerin yoksulluklarından faydalanan ve yurt bulma bahaneleri ile ilişkiye geçen cemaat yapılanmaları üniversitelerde kayıt süreleri boyunca rahat rahat çalışma yürütebilmişlerdir. Üniversiteleri, son dönemde toplumun genel yapılandırılmasından bağımsız değerlendiremeyiz. 4+4+4 ile ilkokuldan itibaren imam hatiplerin önünü açan bu sistem, bugün de üniversitelerde bunun zemini hazırlıyor. Gençliğe geleceksizlikten başka hiç bir şey vaat edemeyen, Bologna süreci ile ticari eğitimin tamamen önünü açmaya çalışan sermaye devleti, dinci gericiliği güçlendirerek, oluşabilecek açık bir muhalefetin önünü kesmek için de uğraş veriyor. Yıllardan beri devrimci mücadelenin güçlendiği dönemde ortaya çıkan ve vahşi katliamlara imza atan bu dinci gerici güruh, bugün bir kez daha palazlandırılmaya çalışılıyor. Devrimci geleneğin güçlü olduğu üniversitelerde ise rektörlerin tutumları üzerine rahat rahat örgütlenme çalışması yapmaya çalışıyorlar. Yeni YÖK genelgesi ile de elleri güçlenen rektörler üniversitelerde sözde demokratik ortamlar yaratmaya çalışırken, kendisi gibi düşünmeyen öğrencilere de soruşturma-ceza terörünü uygulamaktan geri durmuyor. Üniversitelere alınan yüzlerce ÖGB ile üniversiteler adeta karakola çevrilirken gençlik üzerindeki baskı ve terör de tırmandırılıyor. Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler, kapitalizmin krizinin ulaştığı boyut, sermaye devletini de yeni çözüm arayışlarına sokuyor. Gençliğin devrimci dinamizminden çekinen sermaye devleti, buna uygun adımlarla olası bir hareketliliğin önünü kesmeye çalışıyor. Atanan rektörler aslında kapsamlı bir saldırının da bir parçasıdır. Tüm bunlara karşı demokratikleşme yalanlarına kanmamalı, devrimci mücadeleyi güçlendirmeliyiz. A. Akın
Eğitimde gerici abluka! Dinci-gerici parti AKP’nin geçen Mayıs ayında meclisten geçirdiği 4+4+4 yasasının somut uygulamaları okulların açıldığı bu dönemde kendisini tüm açıklığı ile göstermeye başladı. Bir yanıyla çocuk işçiliğinin önünü açarak çocuk emeği sömürüsünü katmerlendirecek olan 4+4+4 saldırısı 55-66 aylık çocukların okula gönderilmesi tartışmaları üzerinden gündemde geniş bir yer tuttu. İlköğretim ve liseler için ders zilinin çalması ile tüm yalınlığı ile açığa çıkan vahim tablonun kendisi, tüm altyapı hazırlıksızlığına rağmen yasanın uygulamaya konulmasının dinci gericilik için taşıdığı önemi gösteriyor. “4+4+4” gibi bir saldırının bir an önce hayata geçirilmesi, eğitim alanının, başta AKP olmak üzere, dinci-gerici güçlerin toplam saldırıları içerisindeki yerine işaret ediyor.
Eğitim alanı gericiliğin kıskacında... Dinci-gericilik, okullarda tam bir denetim kurmaya çalışıyor. Varolan burjuva eğitimin içeriğini kendi gerici düşünce yapısıyla yeniden şekillendiriyor. Bu yeni bir saldırı değil elbette. Uzun bir süredir bunun zemini hazırlanıyordu. Gün geçtikçe alınan mesafe ise bugün birtakım adımların daha açıktan, daha pervasızca atılmasına olanak sağlıyor. Laik-kemalist kliğin kalelerini bir bir ele geçiren dinci-gerici cenah, bunun bir yanı olarak YÖK ve tek tek üniversite yönetimleri üzerinde büyük bir hegemonya kurmayı başardı. Bunun sunduğu olanaklarla üniversite öğrencilerine yönelik saldırılarını güçlendirdi. Öyle ki, üniversite içindeki tüm tepkilere rağmen anti-bilimsel yaratılış teorisi üzerine çeşitli etkinlikler düzenleyebildi. Geride kalan yaz dönemi boyunca bir dizi üniversitenin kampüsüne cami inşa edilmesi de bu sürecin önemli ayaklarından biri oldu. Üniversitelerde cami yapmak, dinci-gericilik adına bir hakimiyet göstergesi de oldu bir bakıma. Çeşitli yöntemlerle yıllardır üniversitelerde örgütlenen cemaatlerin gelinen yerde daha açıktan çalışma yapmaları, üniversitelerin kayıt döneminde görüldüğü gibi cemaat örgütlenmesini açık bir kitle çalışması ile yürütmeleri bu sürecin geldiği noktayı özlü bir biçimde ifade ediyor. Tabii buna rektörlerin sunduğu muazzam katkıyı ve sağladığı olanakları da eklemek gerekiyor.
İmam hatipe dönüştürülen okullar... 4+4+4 ile birlikte benzer bir süreç yükseköğretim öncesi için de işletilmeye başladı. Bugün ortaya çıkan en çarpıcı durum ise bir dizi ilköğretim okulunun bir gecede imam hatibe dönüştürülmesi oldu. 5566 aylık çocukların okula başlaması tartışmaları sürerken, derslere başlama için okula giden veli ve öğrenciler karşılarında imam hatipe dönüşmüş okullar buldular. Bu sıradan bir dönüşüm olarak görülemez/görülmemeli. Bu dönüşüm bir yanda eğitimdeki gericileşmeyi anlatırken, bir yandan da dinci-gericiliğin pervasızlığının boyutlarını ortaya koyuyor.
Denizli’de katıldığı imam hatip açılışında konuşan dinci parti şefi Tayyip Erdoğan, “imam hatiplere itibarını iade etmenin bahtiyarlığını yaşadığını” söylemişti. Bu “bahtiyarlık”, uzun döneme dayanan hazırlıkların artık somut biçimlere kavuşturuluyor olmasından geliyor kuşkusuz. Hatırlanacağı gibi, 12 Haziran 2011’deki genel seçimler çerçevesinde Bursa’da miting düzenleyen dönemin Bursa milletvekili adayı Bülent Arınç, kendi gerici kitlelerinden gelen “biz de kendi tekkelerimizi açalım” yakarışlarına “böyle olur olmadık yerde dillendirmeyin. Elbet onun da zamanı gelecek” yanıtını vermişti. Bugün tam da buna uygun bir süreç işletiliyor dinci-gerici cenah cephesinden.
“Yenilenen”/daha da gericileştirilen müfredat... Dinci-gericiliğin ilköğretim ve liselere yönelik saldırıları yalnızca belli okulların imam hatibe dönüştürülmesi ile sınırlı değil. Eğitim müfredatı da saldırıların hayata geçirildiği bir alan oluyor. Yıllardır korunan zorunlu din dersi uygulamasını, bugün “seçmeli” adıyla devreye sokulan yeni dersler tamamlıyor. 4+4+4 ile birlikte yasalaştırılan “Kur’an ve peygamberin hayatı” dersleri için “seçmeliliği” sözde bırakan dinci-gerici parti, şimdi de ‘yaradılış teorisini’ müfredata sokuyor. Ortaokul ve liseler için seçmeli, imam hatip ortaokulları için ise zorunlu olan “temel dini bilgiler” dersinde ‘yaradılış teorisi’ ile öğrencilere “evrende bulunan tüm varlıkların yaratıcısının Allah olduğu, ilk insan Hz. Adem’in yaradılışı, ilk insandan sonraki insanların yaradılış evreleri ve insanın yaradılış amacının Allah’a kulluk etmek olduğu” anlatılacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla din dersinde bazı ‘zorunlu’ rötuşlar yapan dinci-gerici parti, Milli Eğitim Bakanlığı eliyle çocuklara “kul olmanın insana sorumluluklar getirdiği ile hiçbir şeyin tesadüf eseri ve nedensiz olarak yaratılmadığı” aldatmacasını empoze etmeye çalışıyor. Bunun yanında, “günlük hayatta helal ve haramlar” başlığıyla verilecek derslerde “giyim-kuşam ve süslenme”, “oyun ve eğlence” ve “İslamın günlük hayata ilişkin kuralları” anlatılacak. Bununla, çocukların yalnızca dini bilgileri edinmesi değil, gündelik davranışları için de dini kuralların gerektirdiği biçimleri edinmeleri hedefleniyor.
Dinci-gerici karanlığa karşı sosyalizmin aydınlığı... Toplumun geneline yönelik yoğunlaştırılmış bir “saldırılar bütünü” ortaya koyan dinci-gericilik, açık ki bunun en temel ayaklarından biri olarak eğitim alanını görüyor. Kendi gerici dünya görüşünün kitlelere nüfuz etmesinin temel bir kanalı olacak eğitim için hedefli ve sistematik bir yöntem ortaya koyuyor. İşçiler, emekçiler ve gençlere ise dinci-gericiliğe, eğitimde yaşanan dönüşüm oyunlarına ve piyasacı politikalara karşı sosyalizmin bayrağını yükseltmek düşüyor. Çünkü dinci-gericiliğin karanlığını ortadan kaldırabilecek tek güç sosyalizmin aydınlığıdır.
27
” ş ü y ü r ü y i “Aziml
devam ediyor!
ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir, bazı basın yayın organları ve internet sitelerinde, 2012 KPSS sonuçlarına ilişkin yayınlanan haberlerle ilgili değerlendirmelerde bulunmuş ve 7-8 Temmuz 2012 tarihlerinde yapılan KPSS lisans sınavının tüm merkezlerde adil ve eşit yapıldığından hiçbir kuşku bulunmadığını belirterek, sınav iptalinin söz konusu olmadığını söylemişti. ÖSYM’ye 1800 sınav sonucuna itiraz dilekçesi ulaştığını unutmuş gibi görünen(!) Ali Demir, aymaz açıklamalarına devam ederek şunları dile getirmişti: “Değerlendirmeye ilişkin maddeler kılavuzda net bir biçimde ifade edilmişken, merkezimizin hepsi yeni olan tüm bu şeffaflık ve bilgiyi kamuoyuyla paylaşmak çabalarına rağmen kuşku dolu ifadeler kullanılarak sınava ilişkin haber yapmak, ÖSYM’yi şeffaf olmamakla suçlamak, bir art niyet göstergesidir. Ancak hak ve adalet ölçüsüne göre sınav yapma, bilimsel yöntemler ışığında ölçme değerlendirme ve yerleştirme çalışmalarını yürütme çabası içerisindeki ÖSYM ‘nin bu uğurdaki azimli yürüyüşü, bu türden maksatlı haberlere rağmen devam edecek.” Artık tüm gençlik kesimleri, bu açıklamaların ne kadar gülünç olduğunun bilincindedir. Son 2 yılda yaptığı 8 sınavda 10 hataya imza atan ÖSYM’nin başındaki isim Prof. Dr. Ali Demir’in bunca skandal karşısında söyleyebildiği tek şey “azimli yürüyüşe devam edileceği” olmuştur!
“Skandallarımız için bizi takip edin!” 2 yıldır ÖSYM Başkanlığı görevini yürüten Demir’in bu açıklamalarından sonra gelin ÖSYM’nin düzenlediği sınavlarla ilgili son yıllarda yaşanan “azimli yürüyüş” örneklerine bir bakalım: 1- 2010’da KPSS’de 500’ü aşkın aday Eğitim Bilimleri testinde 120’de 120 doğru yaptı. 2- Açık Öğretim Sınavı’nda bir astsubayın üzerinden sınavın soru ve cevapları çıktı. 3- 2010 Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda 4 sorunun yanlış olduğu ileri sürüldü. Dava Danıştay’a kadar uzarken ÖSYM 1,5 yıl sonra soruların yanlış olduğunu kabul etti. 4- 2011’de YGS’de şifre skandalı patlak verdi. ‘Kopya var şifre yok’ denildi. Savcılık takipsizlik verdi. 5- 2011’de YGS’de bazı adayların puanlarının yanlış hesaplandığı sonradan kabul edildi. 6- Aynı sınavda Diyarbakır’da YGS’ye giren 4 öğrencinin cevap anahtarı kayboldu. Öğrenciler doğrudan ikinci sınav olan LYS’ye girmeye hak kazanmış sayıldı. 7- 2011 Yurtdışı Yükseköğretim diplomaları denkliği için seviye tespit sınavında tıp doktorluğu ikinci aşama kitapçığındaki 100 sorudan 75’i önceki yılın sorularıyla aynı çıktı. Sınav iptal oldu. 8- 2012 KPSS’de 2. oturum devam ederken sabah sorulan sorular internete düştü. ÖSYM sızdırma iddialarını reddetti, savcılık soruşturuyor. 9- 2012 LYS puanların yanlış hesaplandığı ortaya çıktı. ÖSYM yine reddetti. 10- 6 Mayıs 2012’de yapılan hâkim ve savcılık sınavı iptal edildi. “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” sözünün en iyi örneklenebileceği kurumlardan biri hiç kuşkusuz ÖSYM.
28
Tekrar hatırlamak gerekirse, bunca skandal karşısında “azimli yürüyüşümüz devam ediyor” şeklinde gülünç açıklamalarda bulunan Ali Demir, 2010 yılında dönemin ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan’ın Kamu Personel Seçme Sınavı skandalının ardından istifa etmesiyle boşalan başkanlık koltuğuna “vekâleten” oturmuş, kısa süre sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın imzalarının yer aldığı üçlü kararnameyle ÖSYM Başkanı olarak atanmıştı.
Aile Seçme Yerleştirme Merkezi ÖSYM’nin “azimli yürüyüşü” sınavlardaki skandallardan ibaret de değil elbet. Örneğin YGS’de ‘şifre’, ALES’te ‘hatalı kitapçık’ skandallarıyla gündeme gelen ÖSYM, bir dönem, çalışanlarının ‘akrabalık ilişkileri’ ile de dikkat çekmişti. Kurum çalışanlarından 350 kişinin birbiriyle birinci ya da ikinci dereceden ‘akraba’ olduğu ortaya çıkmıştı. Bu konu 2011 yılının ortalarında hükümet tarafından Meclis Genel Kurulu’nda da dile getirilmek zorunda kalınmıştı. ÖSYM çalışanlarının 58’i arasında eş ya da kardeş ilişkisi olduğu, 100 kişinin ise ikinci ya da üçüncü derecede akraba olduğu açıklanmıştı. Yaşananların ardından Ölçme Seçme Yerleşme Merkezi’nin adı artık “Aile Seçme Yerleştirme Merkezi” olarak anılmaya başlamıştı. ÖSYM’nin bünyesinde çalışan 350 kişiden sadece 18’inin yabancı dil bildiği, çok az sayıda lisansüstü eğitimi olan personelin çalıştırıldığı gibi bir hayli şaşırtıcı(!) durumlar da bu vesileyle ortaya çıkmıştı. Burjuva medyanın bile göz kapayamayacağı denli “çürümüş” olan ÖSYM’nin bu hali içler acısıdır.
Skandallar ancak mücadele ile temizlenir! Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen üniversiteler her geçen gün biraz daha şirket görünümlü yarı açık cezaevlerine dönüştürülürken, bu üniversitelere giriş için mücadele veren 1.700.000 öğrencinin “gelecek” olarak gördüğü bu sınavlar da işte bu çürümüş kurum tarafından yapılıyor ve her yıl birçok skandala imza atılıyor. Sadece KPSS ya da YGS değil, bu ülkede yapılan tüm sınavlarda her türden yolsuzluğun olduğunu söylemek mümkün. Tüm bunlara karşı sistemin ürettiği çözüm, en fazla ÖSYM başkanını değiştirmek oluyor. ÖSYM başkanının değiştirilmesinin herhangi bir anlamı olmadığını ise açıkça görüyoruz. Nitekim Ali Demir’den önce de ÖSYM’nin varlık sebebi ve pratikleri ortadaydı. Bu değişim, yalnızca çarpık sistemin gençliğin gözünü boyamak için uygulamaya koyduğu göstermelik bir pratik olmaktan öteye gidemez. Bu yüzden, “ÖSYM’nin azimli yürüyüşü devam ediyor” şeklinde, biz gençlerle dalga geçer gibi açıklama yapanlara karşı taleplerimiz, ÖSYM Başkanı Ali Demir’in görevden alınması talebi ile kısıtlı kalmamalıdır. Mücadelemiz, eşitsizliklerle dolu bu çürümüş sistemi topyekûn mahkûm etmeye yönelmelidir. YÖK’ü tarihin çöplüğüne gömmek için, okullarımızın ticari bir kurum haline gelmesine izin vermemek için, eğitim hakkından herkesin yararlanabilmesi için, gerici disiplin yönetmeliklerini yok etmek için, anadilde eğitim hakkı için, sınava dayalı eğitim sistemine karşı çıkmak için, geleceksizliğe “dur” demek için örgütlenmeli ve gençlik mücadelesini tüm alanlarda yükseltmeliyiz. İ. Kızıl
Şovenizmin panzehiri
İşçilerin birliği, halkların kardeşliği mücadelesidir! Tarihi katliamlarla dolu olan faşist sermaye devleti, emperyalistlerin Ortadoğu ve Suriye’deki savaş ve saldırganlık politikalarına ortak olmaya çalışırken, bir yandan çıkardığı yasalarla emekçilerin kazanılmış haklarına göz dikiyor, öbür yandan da imha-inkar-asimilasyon politikalarıyla Kürt halkı üzerinde terör estiriyor. Dışarıda emperyalizmin bölgedeki planlarının uygulayıcısı olma hevesiyle hareket eden dincigerici sermaye iktidarı, içeride de faşist baskı terörün dozunu arttırıyor. Suriye’deki Kürtlerin Batı Kürdistan’da özerklik ilan etmesi, Kuzey Kürdistan’da da büyük bir direnişle selamlandı. Bu direnişin Suriye’deki sonuçları doğurmasından korkan devlet, var gücüyle saldırmaya devam ediyor. Batı Kürdistan’da yaşanan gelişmeler ve Kürt hareketinin “devrimci operasyon” olarak tanımladığı çıkış, devletin Kürt sorunu konusundaki açmazlarını daha da derinleştirmektedir. Gerillanın kimi bölgelerde hakimiyeti sağlaması ve silahlı direnişi yayma çabası, faşist devlet tarafından kirli savaş politikalarına hız verilerek karşılandı. Gerillanın Şemdinli’deki etkinliğini ve birçok bölgedeki girişimlerini içine sindiremeyen egemenler, yoğunlaştırdıkları askeri operasyonlarda da istedikleri sonucu alamamışlardır. Gerillanın silahlı direnişiyle karşılaşan devlet, askerlerin her gün ölüm haberlerini ya saklamış, ya da gerçek sayıyı bildirmekten kaçınmıştır. Bir yandan Kürt hareketine yönelik imha üzerine kurulu askeri operasyonlar devam ederken, bir yanda da siyasi saldırılar boyutlandırılmıştır. KCK operasyonları adı altında binlerce Kürt siyasetçi, gazeteci-yazar, öğrenci tutuklanmıştır. 18 Eylül’de İstanbul’da gerçekleşen son KCK operasyonunda ise, aralarında BDP yöneticilerinin de bulunduğu 15 kişi gözaltına alınmıştır. BDP milletvekillerine yönelik saldırılar da artarak devam etmektedir. Gerillalarla, BDP milletvekillerinin sıcak karşılaşmaları burjuva medyada büyük yankı bulmuş, ardından estirilen şovenist saldırganlık ile birlikte milletvekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme gelmişti. Son olarak Sebahat Tuncel’e “terör örgütü üyeliğinden” verilen 8 yıllık hapis cezası nedeniyle Galatasaray Üniversitesi’ne alınmaması kararı, Kürt siyasetçilere yönelik saldırıların artarak devam edeceğinin göstergesi durumundadır.
Şovenizme alet olmayalım! Kürt halkının haklı ve meşru talepleri ile ortaya koyduğu direniş karşısında zorlanan gerici-faşist rejim, şovenizm zehriyle, Kürt halkına yönelik saldırıları teşvik ederken, bir yandan da Kürt ve Türk emekçilerini birbirine düşman ederek, emekçileri bu kirli savaşın bir parçası haline getirmeye çalışmaktadır. Gençlik cephesinden bakıldığında da durum farklı değildir. Kürt olduğu için öğrenciler yurtlarda, kampüslerde saldırılara maruz kalmaktadır. Devletin bu konuda saldırı hazırlığı içinde olduğunu da geçen aylarda yapılan açıklamalardan öğrenmiş olduk. “Kandil’den gelen talimat doğrultusunda KCK’nin öğrenci olaylarını artıracağı” yönündeki “iddia”, bu dönem kampüslerde zor bir sürecin yaşanacağının habercisi niteliğindedir. Bugün ülkemizde, işçiler, emekçiler, gençler tarafından Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine tepki gösterilmesinin pek çok nedeni vardır: Milliyetçi-ırkçı-faşist ideoloji ile küçük yaşlardan itibaren toplumun şekillendirilmesi, düzen medyasının yalan haberleri, düzen sözcülerinin ağzından çıkan her sözden kin ve nefret akması, her saldırı haberinin ardından şovenizmin körüklenmesi vb.... Bu tabloda bize düşen görev, bütün alanlarda gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmak, Kürt halkına karşı sürdürülen bu kirli savaşa karşı ezilen Kürt halkının yanında olduğumuzu göstermek, halkların özgürlüğünü, eşitliğini, birliğini hapishanelerde, okullarda, fabrikalarda ve meydanlarda nakış nakış işlemek....
D. Kaya
29
Dersimli sanatçı Mikail Aslan ile sanatı ve Alevilik üzerine konuştuk...
“Osmanlı zihniyeti devam ediyor!”
Mikail Aslan kimdir? Mikail Aslan bir Dersimlidir. Her dönem zulmün ve zorbalığın kol kezdiği, buna karşın isyanın ve direnişin hiç eksik olmadığı, bu anlamda dağları gibi başı dik, acıların ve sevinçlerin bir arada harmanlandığı bir coğrafyanın insanıdır. Aslında onu en iyi, yaptığı müzik anlatır. O çok sevdiği dili, kendisine özgü tarz ve üslubuy la dile getirdiği kılamları anlatır. Başta Dersimliler olmak üzere, tümü de ilerici dünyan ın insanları olan dostları da, bu mütevazi insanı, yaptığı bu müzikle tanırlar . Elbette ki, Mikail Aslan’ın politik bir yanı da vardır. O bir taraftır. O ezilenle rden yanadır. Yani işçiden, emekçiden, resmi adı TC olan sermaye devletinin sömürg eci zulmüne karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren Kürtlerden, inançlarından dolayı baskı altında tutulan, aşağılanan Alevi emekçilerinden, ne Osmanlı ve ne de cumhuriyet, hiçbir işgalciye boyun eğmeyen direnişçi Dersimlilerden yanadır . Mikail Aslan’ı bizim için değerli hale getiren de bu yanıdır. Bize yakınlığıdır.
30
- Müziğinizin kökeninde onyıllardır baskı altında bulunan bir coğrafya var, Dersim var. Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin o kendine has duygu ve gelenekleri var. Siz bunu batı müziği ile harmanlayıp ortaya bir dünya müziği çıkardınız bir anlamda... Mikail Aslan: İlk zamanlarda batı müziği eksenli bir düşüncem vardı. Batıda okuduğum süre içinde batı müzik geleneğinden de çok şey öğrendim. Batı müziğinin ve bu çerçevedeki eğitiminin bana şüphesiz ki çok faydası oldu. Burada aldığım eğitim, kendimi geliştirmemde de inkar edilmez bir rol oynadı. Ama müziğin doğubatısından öte, müziğin kimliği ve duygusu daha çok önemli, yıllar içinde bu sonuca vardım. Doğu
müziği kendi içinde o kadar zengin ki, adeta başka bir şeye ihtiyaç duyulmuyor. Tabi ki bazı denemeler yapılabilir, bağlantılar kurulabilir. Ama, bu konudaki denemeler çoğunlukla çok yüzeysel kalıyor, örneğin doğal tınlamıyor, bir zorlama var gibi.. - Yüz yıllardır bu topraklarda baskı altında tutulmuş, katledilmiş, asimile edilmeye çalışılmış bir toplum Aleviler. Alevilerin yaşadıkları hakkında ne söyleyebilirsiniz? - Alevi toplumu tam bin yıldır Türk-İslam sentezcilerinin zulmü altındadır. Alevi toplumu hiçbir zaman özgür olmadı, hep dışlandı, aşağılandı. “Mum söndürme”, “rafizi”, “kızılbaşkomünist” gibi terimler bu ötekileştirmeyi, dışlanmayı ve aşağılanmayı anlatıyor. Biraz kılık değiştirse de, bu durum hala devam ediyor. Aleviler hala özgür değil, hala inançlarını serbestçe icra edemiyorlar. Bugün hala Alevilerin ibadet yerleri (cemevleri) kabul edilmiyor, gelenekleri ve dini merasimleri alaya alınıyor... - Alevilere yönelik saldırılar tehlikeli boyutlara varmış bulunuyor. Malatya Sürgü’de yaşananlar bunun bir göstergesiydi. Yalnız o da değil. Birçok yerde Alevilere yönelik tehditler savruluyor, duvarlara yazılar yazılıyor. Bunların bugün iyice yoğunlaşmasını neye bağlıyorsunuz? - Egemen sınıfa ve egemen düşünceye karşı
çıkmadığınız sürece, kimse size dokunmaz, kendinize bir yer bulursunuz. Tersi durumda ise, baskı hazırdır. Biliyorsunuz ki, bugünkü sistemin temel amaçlarından biri de, tektipleştirmedir. Tek ulus, tek dil, tek din yani... Bin yıllık kardeşlik, her dine ve mezhebe saygı, toleranslı olmak... Bunların tümü palavradır. Tam tersine, farklı bir anlayışa, dine veya mezhebe bugünkü sistemin tahammülü yoktur. Böyle olduğunu her gün yaşadıklarımızdan görüyoruz. Malatya’da ve başka yerlerde yaşananlar bunun sadece birer küçük örneğidir. Kısacası, Osmanlı zihniyeti devam ediyor! - Alevilerin bir mücadele geleneği de var elbette. Ezilen bir toplum olarak Aleviler her zaman devrimcilerle iç içe olmuş, devrimci mücadeleyi ciddi anlamda beslemiştir. Gelinen yerde Alevilerin bu geleneği törpülenmeye, tüm tepkileri düzen içine çekilmeye ve devrimcilerden yalıtılmaya çalışılıyor. Bazı Alevi vakıfları da buna yardımcı oluyor. Alevileri dinci gericiliğe, daha genel anlamıyla da egemenlere yedeklemeye çalışıyorlar. Bunlar hakkında ne söyleyebilirsiniz? Aleviler nasıl bir mücadele hattı izlemeli sizce? - Aleviler önceleri CHP’nin tabanı ve oy deposu idi. 1960-70’li yıllarda ise Alevi toplumu solun doğal bir tabanı haline geldi. Alevi gençliği yıllarca kendisini hep solun içinde ifade etti. Bugün durum belirttiğiniz gibi biraz farklı. Alevi toplumu ile sol arasında bir kopukluk var, bir mesafe var. Alevi toplumu neden böyle davranıyor sorusu cok karmaşık görünse de temelde şu durum var diye düşünüyorum: Türkiye solu geçmişte resmi ideolojiyle mücadele konusunda çok büyük handikaplara sahipti. Kemalizme yönelik tavır ve eleştirileri net değildi. Hatta Kemalizmi bir kurtuluş bayrağı gibi savunanlar bile vardı. Bugün bu yeni yeni aşıldı. Ne var ki, hala tam olarak sorun çözülmüş değil. Bugün Dersim gibi bir yerde -ki solun kalesidir burası- CHP gibi bir parti 2 milletvekili çıkarıyorsa, hala ciddi sorunlar var demektir. Sol hareket Kemalizmi ve devleti kendi doğal tabanına iyi anlatamamış demek ki. Alevilerin bugün AKP karşısında Kemalist ideolojiye sarılmalarının faturasının sadece Alevilere çıkarılmaması gerekir diye düşünüyorum. Devrimci akımların bir parça kendileriyle yüzleşmeleri gerekir herhalde. Bunu yapabilirlerse, mesele daha iyi anlaşılır ve oluşan mesafe zamanla daralır, aradaki duvarlar da aşılır. Alevilik salt bir inanç sorunu değil, aynı zamanda bir ezilmişlik sorunudur. Anadolu Aleviliği özellikle böyledir. Bu, doğal olarak Alevi toplumu ile devrimcileri ve toplumun diğer ezilen kesimlerini birbirine yaklaştırır. Böyle de olmalıdır. Ezilenlerin davasını savunan devrimcilerle, Alevi emekçilerinin yan yana gelmesi, geçmişteki gibi iç içe geçmesi kadar doğal bir şey olamaz. Bazı Alevi yapılanmalarını tartışmaya hiç gerek yok. Bunlar Aleviliği Türk-İslam sentezi içerisinde eritmeye çalışan yapılardır. - Ermenilerle ilgili de çalışmalarınız var. “Petag Dersim Ermeni Halk Şarkıları” adlı bir albüm çıkardınız hatta. Ermenilere olan bu yakınlık ve ilgi nereden geliyor? - Bizi birbirimize yaklaştıran ezilmişliğimizdir, ortak acılarımızdır. Ermeniler bizim komşularımz, kirve ve musahiplerimizdir. Diğer Anadolu halkları gibi onlarla da yüzyıllarca beraber yaşadık. Çok
güzel anılarımız var geçmişe dair. Ben bir albümle bu tarihsel dostluğa ve kardeşliğe işaret etmek istedim. Bir kere, onların acılarını hissetmeden, mağduriyetini anlamadan kendi durumumuzu anlayamayız. Onlar hem acılarımızın hem de medeniyetimizin bir parçasıydılar. Bugün yıkılmış, viraneye dönmüş kiliseleri, mezar taşları bizi kendimizle yüzleşmeye çağırıyor... Onlar kervanlar halinde ölüme götürülürken biz neredeydik? - Müziğe dönelim yine... Müziği icra etmenin dışında derlemecilik de yapıyorsunuz. Dersim’in, Dersim’de yaşayan halkların geleneksel müziklerini topluyorsunuz ve aynı özüyle yeniden düzenliyorsunuz. Sizin gibi uzun yıllar kendi coğrafyasına gidemeyen biri için zor olmadı mı? Sizi bu konuda ısrarcı yapan şey neydi? - Ben çocukluğumdan hafızama kazınan bir-iki melodi ile başladım müziğe. Kendim olmak istedim, ötekileştirilmeye karşı kendime tutundum. İlk başlangıcım böyleydi. Kürdistan ve Anadolu’yu kavramaya başladıkça, birden bire bir hiç olduğumu anladım. Bir boşluğa düştüm adeta. Daha sonra unutulmuş ve yok edilmiş hafızamı tekrar kurmaya başladım. Derlemelere ulaşmaya çalıştım. Belki ben bunu gereğince başaramadım ama, bu konuda çalışmalar yapan insanlar sürekli benimle derlemelerini paylaştılar. Beni ısrarcı yapan bir tek sey vardı, kendimi ve coğrafyamın ruhunu anlamak. Bunu ne kadar yaptım bilmiyorum, ama beni motive eden duygu bu idi. Hala da budur... Kendi acılı coğrafyamla artık iç içeyim ve bu, beni daha da besliyor, müziğime daha bir renk, zenginlik ve güç katıyor. - Biraz yeni dönem planlarınızdan bahseder misiniz? Önümüzdeki süreçte ne gibi çalışmalarınız olacak? - Yeni bir albüm çalışmam var. Ayrıca yakın zamanda, şimdiye kadar yazdığım besteleri bir kitap halinde müzikseverlere ulaştıracağım. Bu arada, iki yıl önce yazdığım Hayig kitabı bir Alman tiyatrocu tarafından yakın zamanda Mainz kentinde Almanca olarak müzikal tiyatro halinde sahneye konacak. Bunu da bu arada duyurmuş olayım... - Bildiğiniz gibi biz siyasal bir gençlik dergisiyiz. Dergimiz aracılığıyla gençliğe ne söylemek istersiniz? - Çok okuyalım. Topluma ve halklarımıza dair... Onların önemli tüm sorunlarına dair ne varsa bilir hale gelelim. ‘60 ve ‘70’li yılların gençliği bunu yaptı. Toplumun gerçek sorunlarına ilgi gösterdi, kendi sorunu olarak gördü. Çözümü için yaptıklarını ve bu uğurda öldüklerini ise hepimiz biliyoruz. Tabi ben bir sanatçıyım. Ben bir de hissederim, iç sesimi, duygularımı da dinlerim. Bu da gerekli diye düşünüyorum. Okumayla gelmeyecek ışık gönül gözünün açılmasıyla gelecektir... Gençliğe özgür ve gerçekten yaşanılabilir bir gelecek mücadelesinde başarı diliyorum.
Ekim Gençliği
31
Kapital (Ekonomi-politiğin eleştirisi, Cilt: 1)
lı bir birikim temposu Kapitalizm ne zaman hız tekrarlanır, ne zaman yakalasa Marx’ın yanıldığı syon yaşansa Marx’ı n bir durgunluk vey a depre dair kitaplar yazılır, ne kadar da haklı olduğuna umlar Kapital’e dair açıklamalar yapılı r. Bu yor a. hiçbir şey anlatmaz aslınd
32
Karl Marx’ın başyapıtı Kapital’in, birinci cildi “Sermayenin üretim süreci” alt başlığını taşıyor. Dolaşımın ve bütün olarak kapitalist üretim sürecinin ele alındığı ikinci ve üçüncü ciltlerin aksine, bu cildin konusu sermayenin üretimi ve birikimidir. Marx, sermayenin hiç de belirleyici olmadığı toplumlardan bugün anladığımız şekliyle sermayenin oluşumuna kadar geçen süreci göstermek için paranın ve metanın tarihini kullanıyor. Sermayenin oluşumunun önkoşullarının bu eşsiz sergilenmesi için Marx, kendi deyişiyle, Hegel’e özgü ifade biçimlerini çok sık kullanmıştır. Ancak Marx’ın ifade ettiği gibi “rasyonel biçimi ile diyalektik, burjuvazi ve onun doktriner sözcüleri için rezil ve iğrenç bir şeydir; çünkü, diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü, diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir.” (Kapital 1. Cilt, Karl Marx, Yordam Kitap, s. 29) Bu alıntıdan çıkarılması gereken şey, günümüz kapitalizmini anlamak için sermayenin bugüne kadarki gelişimini, kapitalist üretimin dünya ölçeğindeki çelişkilerinin ve krizinin tarihsel bağlamda nereye oturduğunu sıkı bir ampirik çalışmaya konu etmek veya yapılmış çalışmaların sonuçlarını gerçeklere uygun bir biçimde sentezlemek gerektiğidir. Kapital’in birinci cildi, makalelerde ve kitaplarda sayısız kere alıntı yapılmış, pek çok kesimden insanın merak ettiği, hemen herkesin hakkında doğru veya yanlış bir fikre sahip olduğu, üzerine onlarca açıklama kitabı yazılmış bir eser. Kimine göre muhteşem bir felsefe eseri, kimine göre sömürüyü anlatan bir kitap, kimine göre modern çağın İncil’i. Efsaneleri bir kenara bırakıp kitabın yazarının kitap hakkında ne düşündüğüne bakalım öyleyse. Marx’a göre, “bu eserin nihai amacı, modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmaktır.” (Kapital 1. Cilt, Karl Marx, Yordam Kitap, s. 19) Bu bağlamda kitap, birtakım toplumsal olguların ve ilişkilerin doğalarını tarihsel gelişme içinde incelemekten ve bu gelişimin ışığında onların hangi biçimde yok olmaları gerektiğine dair bilimsel çıkarımlardan fazlasını içermiyor aslında. Kapitalizm ne zaman hızlı bir birikim temposu yakalasa Marx’ın yanıldığı tekrarlanır, ne zaman bir durgunluk veya depresyon yaşansa Marx’ın ne kadar da haklı olduğuna dair kitaplar yazılır, açıklamalar yapılır. Bu yorumlar Kapital’e dair hiçbir şey anlatmaz aslında. Sadece yorum yapanların balık hafızalı olduklarını, toplumsal değişimleri kısa vadeli olarak ele almanın basit ve tembel bir beyin için daha kolay olduğunu ve en nihayetinde rüzgar hangi yönden esiyorsa oraya doğru gitmenin maddi ve manevi “en kazançlı” yol olduğunu gösterir. Kapital’in yazıldığı dönemde işçi sınıfının köylü denizinde ufacık bir azınlık olduğunu ve bugün işçilerin milyarlarca kişiden
oluştuğunu; yine Marx’ın döneminde kapitalizm Avrupa ve Kuzey Amerika’ya dair bir olguyken bugün dünyadaki istisnasız her ülkede belirleyici bir olgu olduğunu; Marx’ın döneminde ancak ülke bazında üretim yapan tekeller varken bugün BP’sinden Royal Dutch Shell’ine, Toyota’sından, Mercedes’ine dünyanın tamamında faaliyet gösteren tekellerin bulunduğunu; Marx döneminde dünyanın büyük bir çoğunluğunda ürünlerin angarya, rant gibi biçimler altında bulunduğunu, geçimlik üretimin çok yaygın olduğunu, günümüzde ise insanların kullandığı şeylerin neredeyse tamamının tekeller aracılığıyla üretilmiş olduğunu; emperyalist metropollerde kâr oranlarının düşme eğiliminde olduğunun ampirik olarak da gösterildiğini; uluslarararası karakter taşıyan (7-10 senelik bir periyodu olan) yirmiden fazla ekonomik krizin kaydedildiğini ve her geçen gün burjuva dünyasını daha da karamsar hale getiren büyük bir depresyon içinde bulunduğumuzu hatırlarsak Kapital’in neden bugün hala başyapıt olduğunu ve neden bu kadar tartışma konusu edildiğini anlayabiliriz. Kapital, güncelliğini yitirmek bir yana, yazıldığı dönemden daha çok bu dönemi anlatan bir kitaptır. Yukardaki örneklerden sadece bu sonuç çıkar. Kapital’de, kapitalist toplumun özü öylesine güzel gösterilmiştir ki, kapitalist toplumları prekapitalist olanlardan veya sosyalizme geçiş toplumlarından ayırmak son derece basit hale gelmiştir. Sermaye birikiminin toplumdaki belirleyiciliği iki koşula bağlanmıştır. Toplumun emek-gücünü satmak zorunda olanlar ve üretim araçları üzerinde tekel kuranlar üzere ayrılması ve ürünlerin yaygın olarak meta biçimini alması. Marx’ın ortaya koyduğu değer yasası işte bu zemin üzerinde işler. Değer yasasının/piyasa ilişkilerinin ortadan kalkması da bu şartların ortadan kalkışıyla olur. Bu da Marx’ın kuramının neden hakim sınıfları bu kadar rahatsız ettiğinin altındaki nedeni gösterir. Marx bu konuda şöyle der: “İçsel bağıntı bir kere yakalandığı zaman, var olan koşulların zorunlu sürekliliğine ilişkin tüm kuramsal inanç, onlar pratikte çökmeden önce çöker. İşte bu nedenledir ki, bu anlamsız karışıklığı sürdürmek egemen sınıfların yararınadır.” (Seçme Yazışmalar, K.Marx, F. Engels, Sol Yayınları, Birinci Baskı, s. 246)
Sosyalizme geçiş toplumlarının (yaygın olarak sosyalist olarak bilinen SSCB, Doğu Avrupa ülkeleri vs.), kapitalist toplumdan ne ölçüde uzaklaştığını kapitalist topluma özgü yasaların geçiş toplumlarında ne ölçüde geçerli olduğuyla tespit edebileceğimizden ötürü Kapital bu toplumları anlamak açısından da anahtar işleve sahiptir. Tüm bunlardan da önemlisi Kapital, işçi sınıfına devrime giden yolda kılavuz olsun diye yazıldı. Marx, bir yandan Birinci Enternasyonal’in çalışmalarıyla ilgilenirken bir yandan da eserini tamamlamak için canla başla çalıştı. Kapital’in ikinci basımına sonsözde Marx şöyle demiştir: “Kapital’in çok kısa bir süre içinde Alman işçi sınıfının çok farklı kesimleri tarafından takdir edilmesi, emeğimin en iyi ödülüdür.” (Kapital 1. Cilt, Karl Marx, Yordam Kitap, s. 23) Demek ki Kapital’in yazımının arkasındaki motivasyon, bir filozofun düşüncelerini insanlarla paylaşmak istemesi, kamuoyunun takdirini kazanmak gibi şeyler değil Marx’ın işçi sınıfının tarihsel rolüne dair olan berrak bilinci ve bütün sömürülen ve ezilenlere duyulan derin sevgi ve bağlılıktır. Marx 1867’de yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: “Peki size neden yanıt vermedim? Çünkü sürekli olarak mezarın kenarında dolaşıyordum. Bu yüzden de ailemi, mutluluğu ve sağlığımı kurban verdiğim kitabımı tamamlamak için çalışabildiğim sürece her anı kullanmak zorundaydım. Umarım, bu açıklamaya başka hiçbir şey eklemem gerekmiyor. Sözümona “becerikli” insanlara ve bilgeliklerine gülüp geçiyorum. Adam öküz olmayı seçmişse, doğal ki insanlığın çektiği acıya sırtını çevirebilir ve gemisini kurtarmaya bakabilir. Ama kitabımı tamamlamadan, en azından yazımını bitirmeden önce bu dünyadan elimi çekmek durumunda kalsaydım kendimi gerçekten beceriksiz sayardım.”(Seçme Yazışmalar, K.Marx, F. Engels, Sol Yayınları, Birinci Baskı, s. 217) Sıfatına layık olmak isteyen her komünist, kapitalist toplumun her dakika ürettiği pisliklerden kurtulmak isteyen her kişi bu büyük devrimcinin yıllarını ve ömrünün hatırı sayılır bir kısmını harcadığı başyapıtı, Kapital’i anlamak için zaman harcamalıdır.
K. Gökdoğan
Kapital’in yazımının arkasındaki motivasyon, bir filozofun düşüncelerini insanlarla paylaşmak istemesi, kamuoyunun takdirini kazanmak gibi şeyler değil Marx’ın işçi sınıfının tarihsel rolüne dair olan berrak bilinci ve bütün sömürülen ve ezilenlere duyulan derin sevgi ve bağlılıktır.
33
LEnin’i haLKLarın KaLBinDEn VE BELLEğinDEn siLEmEyEcEKsiniz! Geçtiğimiz günlerde burjuva medyada şöyle bir haber çıktı: “Lenin’e terörü teşvik davası.” İçeriği ise şöyleydi: “Rusya Bilimler Akademisi’ne bağlı Rus Tarihi Enstitüsü’nden Vladamir Lavrov, eski SSCB kurucusu Lenin’in eserlerinin terörü teşvik suçlarından incelenmesi için Soruşturma Komisyonu’na başvurdu. Lavrov başvurusunda ‘Leninizm ideolojisinin temel taşı şunlardır: Sosyal katliam ve sosyal sınıflara göre insanların olumsuz propagandaya teşvik edilmesi. Leninizm arzu edilen etkiyi elde edebilmek için en aşırı önlemlerden yaralanan bir ideoloji’ dedi. Lenin’in eserlerinde kanlı çatışmalara davet olduğunu da iddia eden akademisyen, söz konusu eserlerden 28 alıntıyı da örnek gösterdi. Lenin karşıtı bu girişime en büyük destek ise kiliseden geldi.” Burjuvazinin tam da şu evrede, yani dünyada kapitalizmin çöküşünün hızlandığı, bütün dünyadaki işçi ve emekçilerin hareketlendiği ve de gelişen hareketin içten içe kaynayıp bir sosyal patlamaya doğru gittiği bu evrede işçilerin ve emekçilerin yol göstericisi Lenin’i ve Leninizm’i kötülemesi, kara çalması elbette doğaldır. Bu yol burjuvazinin dönem dönem başvurduğu bir yoldur. Hatta Rusya’daki mafyatik burjuvazi işi o kadar yüzsüzlüğe vurmuş ki Amerika’daki “Disneyland”ın karşılığı olarak Rusya’da “Leninland” diye eğlence parkı kurdu. Hatta barlara ve yoz mekânlara Lenin’in ismini verip Lenin’i yozlaştırma ve içini boşaltma uğraşlarına girdi. Fakat anlaşılıyor ki bu çabası boşuna. Rusya’daki 1 Mayıslar’da, 7 Kasımlar’da ve Nazilerin yenilme günü olan Kurtuluş Günü’nde Lenin resimleri hep en önde! Dünya burjuvazisinin bu kara çalma, içini boşaltma, kirletme çabaları azımsanacak mesele değildir. Düzen, devrimcilerle işçi ve emekçilerin arasındaki bağa pratikte saldırırken, teoride ise gazetelerinde, televizyon kanallarında ideolojik bombardımana tutuyor. Ne yazık ki devrimcilerin güçsüzlüğünden yararlanıp büyük oranda da kara propagandasını tutturuyor. Konuyu daha özele çekersek, bu akademisyen bozuntusuna verecek cevap çok. Mesela Lavrov diyor ki: “Leninizm ideolojisinin temel taşı şunlardır: Sosyal katliam ve sosyal sınıflara göre insanları olumsuz propagandaya teşvik etmesi.” Buradaki sosyal katliam zırvasını daha sonraya bırakırsak, ikinci bahsettiği tamamen doğru. Leninizm tam da emekçileri “sosyal sınıflara göre insanları olumsuz propagandaya teşvik” ediyor. Fakat ince nokta şu ki, bu “olumsuz” propaganda kime göre olumsuz? İpleri burjuvazinin elinde olan bu akademisyen bu olumsuz mantığını işçi ve emekçiler açısından kurmuyordur herhalde. Bu “olumsuz propaganda” tam da burjuvaziye göre olumsuz. Olumsuz, çünkü “sosyal sınıflara (işçiburjuvazi) göre” iki karşıt sınıf olduğunu ve bu iki sınıfın çıkarlarının birbirleriyle çatıştığını, burjuvazinin işçileri sömürdüğünü, işçilerin ise sömürüye son vermesinin tek yolunun burjuvaziyi tarihin çöplüğüne atmak olduğunu propaganda etmek en nihayetinde burjuvazi için olumsuzdur. Bu akademisyen ise kendi sınıf çıkarına uygun olarak böyle şeyler ifade ediyor. “Sosyal katliam” zırvasına gelirsek, tarihte en çok katliamı kim yapmıştır peki? 1.ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’nı çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne sebep olan hangi sınıftı? Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp tam bir “sosyal katliama” sebep olan kimdi? Ya da işçi ve emekçilerin grevlerini, eylemliliklerini kanla bastıran hangi sınıftı? Kâr, pazar ve para uğruna açtığı savaşlarda “sosyal katliamlardan” başka
34
hatırlanan ne kaldı? Fakat bu akademisyenin “sosyal katliam” diye bahsettiği şey tam da sınıf savaşı! Yani korkulu rüyası! Yani maddi varlığının ve rahatlılığının tehlikeye düşmesi! Evet, biz komünistler sınıf savaşı veriyoruz! Mülksüzleştirenlerin, fabrikalarda köle yapanların, insanları yerlerinden-yurtlarından, dillerinden kültürlerinden edenlerin sınıf savaşıyla yok edilmesini savunuyoruz! Baskı ve zor mekanizmasını, zor ile yıkacağımızı ilan ediyoruz! 200 yıldan beri hep bunu söylüyoruz, söylediklerimizi yapmak için mücadele veriyoruz. Biz komünistler bu konuda netiz! “Leninizm, arzu edilen etkiyi elde edebilmek için en aşırı yöntemlerden yararlanan bir ideolojidir.” Burjuvazinin akademisyeni bir kez daha CIAvari bir ağızla tipik terörizm söylemleri kullanarak işçilerin bilincini bulandırmaya çalışıyor. Haberin devamında “Lenin’in eserlerinde kanlı çatışmalara davet olduğunu” iddia ediyor. Bu, iddiadan öte bizim de kabul ettiğimiz bir gerçektir. Sömürücü asalak burjuvazi, iktidarı gümüş tepside işçilere sunmayacaktır. En ufak grevlerde bile işçilerin üzerine ateş açıp onlarca işçiyi katleden bir sınıf, bunun karşılığı olarak kanlı çatışmaları göze almış olmalı. Fakat tarihin her döneminde olduğu gibi ilk kurşunu sömürücü sınıf atar. Kimi zaman da bu ilk kurşunun bedelini en ağır biçimde öder. Büyük Ekim Devrimi’nde görüldüğü gibi, kanlı çatışmalara sebebiyet veren kendi yozlaşmış ve çürümüş düzenidir. Kapitalist sistem her geçen gün işçi ve emekçileri bir cenderenin içinde ezerken, her geçen gün insanları açlığa ve sefalete iterken bunun sonucunun en nihayetinde sınıf savaşına döneceğini hesaba katmalı. Şöyle bir gerçeklik var ki, kapitalizm varlığıyla bir sınıf savaşının sebebidir. Son olarak ise haber şöyle noktalanıyor: “Lenin karşıtı bu girişime en büyük destek ise kiliseden geldi.” Bu bize bir şeyleri tekrardan anımsatıyor. Bundan yaklaşık 100 yıl önce yine Rusya’da, papaz sınıfı burjuvaziyle kol kolaydı. Çünkü işçi sınıfının iktidarı ele alması demek değirmenlerine giden suyun kesilmesi anlamına geliyordu. Devrim sonrasında ortaya çıkarılan kilise malları ise papazların bu refleksini anlaşılır kılıyordu. Bu nedenle kimi zaman papaz sınıfı, burjuvaziden daha kudurganca saldırıyordu. En bayağısından, komünistlerin dini yok edeceklerini söylüyorlardı. Asıl yok edilecek olan ise ellerinde topladıkları zenginlikti. Bu kara propaganda, yayından fırlamış sınıf savaşına pek etki edemedi. Burjuvazinin sesi olan boyalı basın, akademisyenler, yazarlar içten içe gizleyemedikleri bir korkuyu dile getiriyorlar aslında. İşçi sınıfının Leninizm ışığında yeniden ayaklanacağı gerçeği onlara bu zırvaları söyletiyor. Onlar SSCB’nin çöküşüyle tarihin sonuna gelindiğini, artık kapitalizmin aşılmayacağını söylüyorlardı. Fakat Lenin’e bu denli saldırmaları söyledikleriyle düşündüklerinin aynı olmadığını gösteriyor. Komünistler var oldukça onların rüyaları hep kâbusa dönüşecek. Ve bizler, onların kâbusu olan komünist bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz ve bu dünyayı kuracağız. Varsın onlar aşağılık manevra ve yalanlarıyla, bir o kadar aşağılık düzenlerini korumaya çalışsınlar. Lenin’i, sosyalizmi, komünist bir dünya özlemini halkların kalbinden ve belleğinden silemeyecekler! Proleter devrimin şafağı sökmek üzere! Yaşasın Leninizm! Yaşasın devrim ve sosyalizm!
Ölümünün 45. yılında Ernesto Che Guevara’yı saygıyla anıyoruz…
Yolundan ilerliyoruz Comandante; gerçekçi olarak imkansız görünenlerin savaşını vermeye devam ediyoruz… 14 Mayıs 1928 günü dünyaya gelen, Arjantinli orta sınıf mensubu Guevara ailesinin yeni bebeğinin, anti-emperyalist ve enternasyonalist mücadelenin simgelerinden biri haline gelebileceğini kim tahmin edebilirdi ki… Sol eğilimli bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Comandante, tam bir özgürlük düşkünüydü… Sınır tanımıyordu başlarda ve kendi istediği doğrultuda yaşamayı özgürlük sanıyordu. Satranca merak sararak bu oyunda en yüksek aşamaya gelmek, astım hastalığına boyun eğmeyerek, merak ettiği spor dalları ile uğraşmak, eğitimini askıya alarak dünyayı dolaşmak gibi sıralayamadığımız onlarca faaliyet… “Neydi ki genç Che için özgürlük?”… “Peki, Latin Amerika’ya yaptığı bir yıllık gezinin ardından, Latin Amerika halkının içerisinde bulunduğu yoksulluğu ve onun kanını emen ABD emperyalizmini bilince çıkaran Che için özgürlük neydi?” Başlarda kendi sınırlarını kendisinin çizebildiği bir hayatı yaşamayı özgürlük sanan Che, Latin Amerika seyahatinde kendisini tutsak hissetmiş ve özgürlük algısıyla hesaplaşmıştır... Latin Amerika halkının yaşadığı yoksulluk ve sefalet karşısında kendisini tutsak hisseden Komutan, tüm dünya halklarının özgürlüğü için mücadele etmeden özgürleşemeyeceğini bilince çıkarmıştır Che’nin, Küba Devrimi’nin ardından, devrim komutanlarından biri olarak, Küba’da kurulan yeni iktidarın üst düzey makamlarını elinin tersiyle iterek önce Kongo’ya sonra da Bolivya’ya giderek mücadeleye devam etmesini başka nasıl açıklayabiliriz ki? Komutan, Latin Amerika seyahatinden gözlemleri ile özgürlüğü devrimci kılmış ve devrimcileşmiştir. Ona göre bir insan, dünyanın tüm zenginliklerine sahip olsa da, istediği gibi yaşayabilse de, dünyanın başka yerlerindeki açlıklara, yoksulluklara, tacizler ile tecavüzlere, katliamlara ve savaşlara sesini çıkarmıyor ve tüm bu insanlık dışı uygulamaların son bulmaları için mücadele etmiyorsa o da tutsaktır. Dolayısıyla, o bir serüvenci değil, devrimcidir. Yani gerçek olanın-devrimci olanın peşindedir. O, özgürleşebilme savaşını yarıda bırakmayan, tutsak bir şekilde ölmeyi kabullenmeyen, tüm dünya halklarının emperyalizme karşı vermiş olduğu
enternasyonalist mücadelenin komutanıdır, komutanımızdır. Che’yi tarihsel bir kişilik yapan onun devrimci karakteri ve yaşamıdır. Emperyalizmi yenmeden, devrimleri diğer ülkelerdeki devrimler ile güçlendirmeden yani enternasyonalist bir mücadele vermeden özgürleşmek imkansızdır. Bu nedenle önce Kongo’ya sonra da Bolivya’ya gitmiş olan Che, devrimci kimlik oluşumunun ve kendisinin en anlamlı örneklerinden biridir. Devrime inanmanın muazzam bir örneği olan Komutan, mücadelesi, yaşamı ve tercihleri ile adeta bir devrimci kimlik okuludur. Öyle ki, yaşamı ile bizlere seslenmektedir. Bizlere özgürlüğün, cebimizde limiti belli olmayan paralarla sınırlandırılmayacağını anlatmaktadır. Onun yaşamı, emperyalist savaşlar ile mazlum insanların kanı akıtılırken, insanlar açlıktanyoksulluktan ölebiliyorken, kadınlar sokak ortasında tacize ve tecavüze uğratılıyorken kendilerini özgür hissedebilenlerin, özgürlüğün ne olduğunu bilmediklerini anlatır. Bizler, günümüzün genç komünistleri olarak, Komutan’ın bıraktığı yoldan yürüyoruz. Onun antiemperyalist ve enternasyonalist kimliğini, fedakarlığını, cesaretini, devrime adanmışlığını ve bu uğurda verdiği mücadeleyi, “gecelerinde sömürülmediğimiz, gündüzlerinde aç yatmadığımız bir dünya”yı var edene dek sürdürerek yaşatacağız. Genç komünistler olarak Komutan’ın dünya devrim mücadelesine bıraktığı mirasın önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz…
35
Yılmaz Güney’i anlamaya çalışmak - 1 Türkiye’de politik sinema deyince şüphesiz ilk akla gelen isim Yılmaz Güney olur. Hatta dünya genelinde, Yılmaz Güney’in politik sinema alanında tartışılmaz bir yeri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Hâlâ birçok sinema kuramcısı, benzeri sinema tarzlarıyla Yılmaz Güney sinemasını haklı yerine koymakta, Güney’in filmleri birçok festivalde gösterilmektedir. Bu yazının amacı da, başka yazılarda derinleştirilmek üzere, Yılmaz Güney sinemasının, gerek kendi döneminde gerekse bugün yarattığı etkinin ve ortaya koyduğu fikirlerin temellerini anlamaya çalışmaktır. Bu bir çalışmadır. Bu yanıyla, eksik ve derinleştirilmesi gereken birçok yer olacağı aşikârdır.
“Gerçeklik” ve “politiklik” Yılmaz Güney filmlerinin ve sinema anlayışının bazı temel ögelerine giriş niteliğinde bir başlangıç yapmak gerekirse, sinemasının elzem bir ögesi olarak “gerçek” teması incelenebilir. Üzerine birçok teori üretilebilecek bir kavram olarak “gerçek”, Yılmaz Güney sinemasında, “olanı olduğu gibi göstermek” cümlesiyle doldurulabilir. Bu yanıyla, Yılmaz Güney filmlerinin fazlaca “gerçek” olduğu da söylenebilir. Kendimizce bir tartışmaya girmek gerekirse, bir sanat alanı olarak sinemaya bakış, burada belirleyici bir konumda. Sinema kuramcısı Bazin, sinemayı “gerçeğin sanatı” olarak ifade ediyor. Daha önce fotoğrafın yaklaştığı bu alana, hareketin eklenmesiyle, daha “gerçek” bir üretim ortaya koymak mümkün oluyor Bazin’e göre. Andre Bazin, “Sinema nedir?” isimli kitabında bu gerçekliğin daha da belirginleşmesi için yine gerçeklikten beslenilmesi gerektiğini, örneğin yapay ışıkların, profesyonel oyunculukların, montajın ağırlığının azaltılması gerektiğini öne sürer. Tam da buradan baktığımızda, Yılmaz Güney sinemasının yarattığı etkiyi daha doğru görebiliriz. Yılmaz Güney’in kendine ait bir gerçekliği vardı. Bu gerçeklik de, Çukurova toprakları özelinde, ülkenin birçok kesimine sirayet etmiş yoksulluk, açlık, acı ve bunlara karşı öyle ya da böyle verilen bir mücadeledir. Yani dönemin toplumsal, siyasal gerçekliğidir. Yılmaz Güney, sinema üslubunu da bu gerçeklik üzerine inşa etmiş ve kadrajını bu gerçekliğe çevirmiştir. Örneğin bu toplumsal ve siyasal gerçekliğin vazgeçilmez bir ögesi olan kadın karakterler ve “kadın” imgesi, bazı çarpık bakış açılarınca ataerkilliğin eleştirisi anlamında hiçbir öge barındırmaması ve hatta ataerkilliği beslediği iddiası ile olumsuz birçok eleştiriye maruz kalmıştır. Fakat Yılmaz Güney’in sineması “olanı olduğu gibi” aktardığı için filmlerdeki kadın ve kadınlık imgesi de içinde bulunduğu feodal ve ataerkil yapı içinde ele alınır. Çünkü kapitalizm koşullarında kadının gerçekliği budur. Burada Yılmaz Güney’in yaşama dair bakışından bahsetmek gerekiyor. Çünkü filmlerinin yarattığı etki tam olarak bu bakıştan ileri geliyor. Bu bakış, sinemayı yaşamın bir aktarılışı, bir belgesi olarak, yaşamı da her ayrıntısına kadar politik olarak gören bir bakış açısı. Bu yanıyla filmlerinde de kuru bir propaganda öne çıkmazken, tam tersine çok daha etkili, ajitatif bir politik gerçeklikle baş başa kalıyoruz. Ulus Baker, “Şok ve Beyin: Yılmaz Güney Sineması Üzerine” isimli makalesinde, bu bakışı şöyle ifade ediyor: “…günlük yaşamın her görünümünün, ailevi hayattan dışlanmışlığa, otobüs garında bilet alırken, jandarma tarafından üstünüz aranırken olduğu kadar sürünüzü şehre doğru güderken, -Kurban bayramına kadar...her şeyin, ama her şeyin tam tamına ‘politik’ olduğuna dair bir bilinçtir bu.” Yılmaz Güney de yaşamı böyle kurguladığı içindir ki, filmlerinde gördüğümüz herhangi bir sahne ya da herhangi bir karakter izleyicide bu bilince dair kıvılcımlar ortaya çıkartır. Bu bağlamda, Güney’in filmlerinde, görüntüler ve karakterlerin yaşamları patetik olarak nitelenebilecekken tam da bu nedenle, karakterlere “acınacak insanlar” imgesi bilinçli olarak yüklenmez. Çünkü Yılmaz Güney bilir ki; umut devam etmektedir. Türkiye’nin mevcut siyasal koşullarında, düşüncelerinden ve eylemlerinden zerre kadar ödün vermeyen bir devrimci olarak Yılmaz Güney’i sinema anlayışında da başka bir ufka taşıyan
36
durum, bu politik bakıştan besleniyor. Aynı zamanda bu, filmlerinin toplumsal yaşamda yarattığı etkiyi de gösteriyor. Kendisinin anlatımıyla: “Sinemam, ‘isyancı’ bir sinema olmaktan çok, ‘isyan öncesi’ sinemasıdır. Eli, kolu bağlanmış, dört bir yandan gerici baskılarla kuşatılmış tutsak bir sinemadır.” Yılmaz Güney, “isyan öncesi” kavramının altını, sinemasıyla o kadar güçlü bir biçimde doldurmuştur ki, gösterdiği “gerçeklik” birçok kişiyi etkilemiş, rahatsız etmiş ve harekete geçirmiştir.
Gerçeklik ve devinim Gerçeklik kavramıyla bağlantılı olarak, Yılmaz Güney sineması sürekli bir devinim halindedir. Yaşam da böyledir. Karakterlerden karakterlere, olaylardan olaylara sürekli bir akış hali egemendir filmlerine. Sinemayı, “yaşamın belli bir anının dondurulup gösterilmesi” olarak kurgulamaz, tam tersi, yaşam sürmektedir, film başlar. İzlediğimiz, bugün alışık olduğumuz tarzda bir “beyaz perde” illüzyonu değil tam tersine yaşamın kendisidir. Bu durum, yukarıda bahsettiğimiz gerçekliğe daha da yakınlaştırır onu. Bir parantez açmak gerekirse, 17. yüzyıl felsefecilerinden Spinoza, hayatı, kaçınılmaz bir mücadele, bir kavga, zorunlu bir akış olarak kurgular. Spinoza’ya göre insan da bu akışın içerisinde sonsuz bir kedersevinç-keder döngüsüne mahkum görünüyor. Yılmaz Güney’den doğru çağrıştığımız nokta ise tam da mücadelenin, bu akışın, sinema diline aktarılması noktası. Yılmaz Güney’in karakterleri de bu devinimin içerisindedir. Örneğin, “Umut” filminde Arabacı Cabbar, içinde bulunduğu koşullardan kurtulmak için umudunu çeşitli şeylere bağlar. Piyango bileti alır, ama çıkmaz. Yeni bir at almayı düşler, ancak gerçekleşmez. Aynı minvalde, çocuk karakterinin bisiklet umudu ya da Arabacı Hasan’ın define umudu, filmdeki devinimi besleyen ögelerdir. Filmde, hayata karşı sürekli bir mücadele hali egemendir, ancak çoğu başarısızlıkla sonuçlanır. Ancak umut da bitmez, yaşamın devinimi de. Film biter, yaşam sürer. Daha doğrusu film bitmez, sadece kamera kapanır. Filmdeki bütün karakterlerin ve olayların devinimi devam eder. Çünkü Yılmaz Güney sineması kişisel olanın politik oluşu, politik olanın da kişisel oluşu diyalektiğinden beslenir. Filmlerde karakterlerin özel meseleleri ile toplumsal meseleler ayırdedilemeyecek kadar içiçe geçmiş verilmektedir; ki bu, Yılmaz Güney’in yaşamın diyalektik oluşuna dair vurgusunun altını çizer. Bu durum, Yılmaz Güney’in neredeyse bütün filmlerini kapsar. Örneğin, “Arkadaş” filminin son sahnesinde, “Âzem” karakteri yolda yürürken silah sesi duyulur. İlk olarak, duyulan silah sesinin, kendi “gerçeğiyle” yüz yüze gelen “Cemil” karakterinin intiharı olduğu anlamı çıkabilir. Ancak, filmde bu durum gösterilmez. Çünkü, önemli olan klasik film tarzlarında olduğu gibi baş oyunculardan birinin ölüp, ölmediği değil, silahın patlamış olduğu gerçekliğidir. Öyle ya da böyle, “Âzem”, o burjuva yaşam içerisinde “silahı” patlatmıştır. “Âzem” karakteri güler ve yoluna devam eder. Yaşam da devam eder.
Sonuç Sonuç olarak, Yılmaz Güney’i anlamaya çalışmak uzun bir çaba gibi görünüyor. “Anlamaya çalışmak” kavramı, filmlerinin analizini, karakterlerin irdelenmesini ve elbetteki “sanatsal kurtuluşla, siyasal kurtuluşun birbirinden ayrılamayacağının” politik bilincini taşıyan bir devrimciyi anlamayı kapsıyor. Bütün bu çaba, Yılmaz Güney’in yarattığı etkiyi de daha anlaşılır kılacaktır. Son olarak Ulus Baker’in yukarıda da alıntıladığımız makalesinde de sorduğu soruyla bitirelim. “Güney filmlerini, en azından sözkonusu üçlüyü (Umut, Yol, Sürü) ‘politik’ kılan, Türkiye’deki politik rejim tarafından yıllardır yasaklanmasını sağlayan unsur nedir acaba?” A. Ardil
Gençliğin devrimci eyleminin sesi olabilmek için... Yaz süreci ile birlikte yayın hayatına başlayan ekimgencligi.net, böylece üç ayı geride bırakmış oldu. Günlük gençlik sitesi biçiminde yola çıkarken yaz sürecini seçmemizin sebebi, bu alanda belli bir tecrübe edinmek ve 6 Kasım süreci yani üniversitelerin açılışı ile beraber daha hedefli bir yayın çizgisi oturtabilmekti. Bugün gelinen yerde artık belli bir mesafe aldığımızı ve teknik yönden ilerleme katettiğimizi söyleyebiliriz. Bir tür deneme yayını olarak başlattığımız süreç bugün artık üniversitelerin açılması ve 6 Kasım’a doğru mücadelenin de kızışması ile birlikte daha düzenli ve politik hedefler doğrultusunda yürütülen bir çalışmaya dönüşmek zorundadır. Kuşkusuz ki günlük site, 16 yıllık gençlik çalışması ve süreli yayın deneyimimize yaslanarak oluşturulmuş, herşeyden öte komünist hareketin ideolojik gücünü kendine referans almıştır. Yayın çizgimizin özünü de zaten gençliği ilgilendiren tüm gündemleri devrimci bir bakış açısıyla ele alabilmek oluşturmaktadır. Ama bunun ötesinde yayının amacı, salt politik perspektifler ya da değerlendirmeler sunmak değil, gençlik hareketinin bir parçası olmak, politik yönlendiriciliğin yanısıra gençliğin eyleminden beslenmek ve karşılıklı bir etkileşim içerisinde bulunmaktır. Bu da bizi süreli yayın için de geçerli olduğu gibi günlük sitenin, kendinden menkul bir araç değil, gençlik çalışmasının organik bir uzantısı olması gerekliliği ile karşı karşıya bırakmaktadır. Açacak olursak; ekimgencligi.net, ne salt kendi eylem haberlerimizi ve makalelerimizi yayınlayacağımız bir platform, ne de ilgili-ilgisiz bir çok haberi üstüste yığacağımız bir haber portalıdır. Site, bugün ne kadar sınırlı olursa olsan mevcut gençlik hareketinin bir yansıması, aynı zamanda harekete politik önderliğin kürsüsü olmayı hedeflemelidir. Gençlik çalışmamız ile yayının arasındaki ilişki de bu şekildedir. Eğer ki yayın bugün için sadece masa başında oturan bir kaç yoldaşın sorumluluğundaki bir alan olarak görülürse, daha baştan istenen hedefin hayli uzağına düşülmüş olur. Öncelikle devrimci faaliyetimizin yükünü taşıyan kadrolarımız sitenin işlevini daha iyi kavramalı ve bu sorumlulukla hareket ederek katkılarını planlamalıdır. Önümüzdeki dönem için ise hedefimiz, gençlik yayını ile birlikte günlük siteyi ileri gençlik kitlesinin de katkısını alabileceğimiz bir biçime dönüştürmektir. Ancak bunun yolu da ilk elden daha hedefli ve düzenli bir yayın akışı oluşturabilmektir. Bu genellemeleri biraz daha somutlarsak, ilk elden günlük site üzerinden sürekli bir haber akışı sağlamak görevi ile yüzyüzeyiz. Ne yazık ki halen daha faaliyet haberlerimizi dahi istenen canlılıkta ve görselliğiyle yansıtmaktan uzağız. Eğer kampüslerde atalet içerisinde olsaydık ve faaliyet yürütmeseydik belki bu anlaşılır bir durum olurdu ancak bir dizi yerelde canlı bir çalışma yapıyoruz. Bu sorunu hızla aşmalıyız. Ancak günlük siteye haber akışı hiç de kendi eylemlerimizi ve faaliyetlerimizi aktarmakla sınırlı ele alınamaz. Kampüslerimizde, üniversitelerimizde ne oluyorsa günlük siteden yansıtmak durumundayız. Bu açıdan sadece yemekhane zammı ya da yurt sorunu gibi temel gündemleri de beklememek gerekiyor. Örneğin
üniversitemizden iki profesörün AKP MKYK’ya seçilmeleri, hayli isabetli bir teşhir konusudur, isabetli bir biçimde haberleştirilmiş ve siteden yayınlanmıştır. İstendiğinde bunun gibi pek çok haber yakalanabilir. Kuşkusuz ki kastettiğimiz haber kovalamak değil, politik faaliyetin parçası olarak bu gibi haberleri yakalayabilmektir. Yine farklı gençlik gruplarının anlamlı ve gençlik içerisinde yer tutan-sahiplenilen eylemlerini de hiç bir çekince duymadan yansıtabilmek durumundayız. Dar grupçuluktan uzak durmak, gençliğe devrimci haber ulaştırmanın temel koşullarındandır. Ancak bu, hiçbir biçimde marjinal bir dizi gençlik çevresinin yaptığı her eylem-etkinliği yansıtmak olarak anlaşılmamalıdır. Kastettiğimiz gençlik hareketi içerisinde bir anlam ifade eden eylemleri, kuşkusuz ki yayın çizgimiz gözetilerek ve seçici biçimde, ama önyargısız değerlendirmektir. Yine teşhir yazıları ve politik gündemlerin de günlük siteden işlenmesi hayli önemlidir. Zira bu hem sitemizin gençlik içerisinde sürekli kontrol edilen bir yayın olmasını sağlar, hem de her konuda sözümüzü güçlü ve yaygın söylemenin imkanına dönüşür. Paralı eğitim uygulamaları, YÖK yasası, eğitim sisteminin sorunları, gericifaşist uygulamalar siteden hızla teşhire konu edilebilmelidir. Günlük sitenin önemli bir amacı da genç komünistlerin zengin külliyatının tozlu raflardan indirilerek devrimci okura sunulmasıdır. Bu açıdan henüz teknik eksikliklerimizi giderememiş olmamıza rağmen mesafeyi hızla kapatarak temel makalelerimizi siteden yayınlama yoluna gidiyoruz. Böylece bir dizi politik gündem üzerine yapılmış geçmiş değerlendirmeler, kaynak olarak okura sunulmuş oluyor. Bunun da sitemizi önemli bir başvuru kaynağı haline getireceği açık. Bu temel başlıkların dışında siteye kültür-sanat, bilim, çevre gibi pek çok alanda katkı sunmanın önemini hatırlatmak gerekir. Bugün bir dizi topluluk üniversitelerde faaliyet yürütmekte ve örgütlü alanın dışında olmasına rağmen anlamlı bir emek ortaya koyabilmektedir. Bu gibi alanlar ile ilişki kurmak ve siteyi bu alanlarda da hem tanıtmak, hem de buralardan beslemek önemlidir. Burada temel nokta, sitenin salt dar bir gençlik grubuna değil tüm gençlik kitlesine mal edilmesi hedefi ile hareket edebilmektir. Katkılar da bu biçimde örgütlenebilmelidir. Burada genel hatlarıyla özetlediğimiz noktalar aslında kaba bir çerçeve çizmekten öteye geçemez. Tüm bu yazılanların özünde günlük sitemizin gençliğin devrimci hareketinin sesi olabilmesi hedefi yatmaktadır. Gerisi tüm yoldaşlarımızın bu doğrultuda ortaya koyacağı düşünsel çabaya, pratik enerjiye ve yaratıcılığa kalmıştır. Ekim Gençliği
37
“işçilerin birliği, halkların kardeşliği” etkinliklerinde buluşalım! Emperyalist işgal ve savaşların dizginlerinden boşaldığı, yeryüzünün tüm zenginlikleri bir avuç asalağın elinde toplanırken milyarlarca insanın açlık ve sefalete mahkum edildiği, doğal zenginliklerin ve kaynakların burjuvazinin kar hırsı ile barbarca yağmalandığı, doğanın acımasızca tahrip edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalist sömürü düzeninin yarattığı bu tablonun tüm ağır bedelleri ise yıllardır döne döne işçilere, emekçilere ve ezilen halklara ödetiliyor. Zira emperyalist savaşlarda kanı akıtılan, sömürü çarkları içerisinde emeği yağmalanan, kriz ve bunalımların faturalarını omuzlayan, bir dilim ekmeğe, bir bardak temiz suya ve başını sokacak bir konuta dahi muhtaç kalan işçiler, emekçiler ve ezilen halklar oluyor. Bugün milyonlarca işçi ve emekçiyi açlığa, yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkum eden kapitalist sömürü düzeni, yaşadığı ekonomik krizle birlikte sosyal ve iktisadi yıkımı daha da boyutlandırıyor. 70’li yıllarda başlayan ve bugüne kadar çeşitli yol ve yöntemlerle emekçilere fatura edilerek “idare” edilebilen ekonomik kriz, gelinen aşamada yılların birikimi ile çok daha derinleşmiş bulunuyor. Bugün için ekonomik yönü öne çıkmış olsa da, kapitalist dünyanın krizi gerçekte çok boyutlu bütünsel bir niteliğe sahiptir. Emperyalist dünyadaki egemenlik kavgaları, bunun da etkisiyle emperyalist nüfuz mücadelelerinin kızışması, militarizmin, saldırganlığın ve savaşın dizginlerinden boşalması, tüm dünyada her biçimiyle burjuva gericiliğinin depreşmesi, emperyalist metropollerde bile polis devletine geçişin genel bir eğilim halini alması... Tüm bunlar kapitalist dünyanın içinde debelendiği çok yönlü krizin yansımalarıdır. Bütün bu tablo içerisinde sosyal devrimler de yerini almakta gecikmeyecektir. Zira kapitalizmin yapısal çelişkileri ve insanlığı bir bütün olarak içerisine sürüklediği yıkım, yeni devrimlerin ateşini fitilleyecek enerjiyi de açığa çıkarmakta, düzen kendi kaçınılmaz sonuna adım adım yaklaşmaktadır. Bugün yüzünüzü dünyanın neresine çevirseniz emperyalist-kapitalist sistemin neden olduğu yıkım kadar, bunun yarattığı hoşnutsuzluğu ve sosyal kaynaşmaları görürsünüz. Avrupa kıtasında Yunanistan’dan İspanya’ya uzanan sınıf ve kitle eylemleri, Ortadoğu’da patlak veren halk isyanları, emperyalist dünyanın efendisi ABD’de gündeme gelen Wall Street eylemleri bu tabloya örnek verilebilir. Türkiye ve içerisinde yer aldığı coğrafya, dünyanın bu genel gidişatından bağımsız değildir. Aksine bütün bu kriz dinamiklerinin tam da orta yerinde bulunmaktadır. Dolayısıyla dünya kapitalizminin içerisinde debelendiği ekonomik krizden emperyalist savaş ve saldırganlığa kadar bütün bu gelişmeler Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halklarını dolaysız olarak etkilemektedir. İşbirlikçi Türk sermaye devletinin emperyalizme olan kölece bağımlılığı bu durumu ayrıca ağırlaştırmakta, baskı ve
38
sömürüyü katmerleştirmektedir. Son zamanlarda Türkiye’de bilinçli ve sistemli bir biçimde körüklenen ırkçı-şoven bir atmosfer hakim. Suriye süreci ve Kürt sorununun ağırlığı altında bunalan burjuva gericiliği, böyle bir atmosferden çok yönlü yararlar umuyor. Bu onların elinde, işçileri ve emekçileri bölmenin, sersemletmenin, sosyal hoşnutsuzluklarını saptırmanın, böylece mücadeleden alıkoymanın ve düzene bağlamanın da bir yolu ve yöntemi haline gelmiş durumda. Tüm bunlara rağmen kapitalist düzene karşı mücadele edenler ise azgın devlet terörünün hedefi haline geliyor. İşkenceler, tutuklamalar ve polis cinayetleri gün be gün tırmanıyor. Devrimciler sokak ortasında kurşunlanıyor, işkencelerden geçirilerek F tipi zindanlara kapatılıyor. Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesi tankla, topla ve dahası Kürt siyasetçilerine yönelen tutuklama furyasıyla boğulmak isteniyor. Emperyalist-kapitalist sistemin tüm bu saldırı furyasından gençlik de payına düşeni alıyor. İlkokul sıralarından üniversiteye kadar gerici/ırkçı/anti-bilimsel eğitim ile gençliği kuşatan sermaye düzeni gençliğe işsizlik ve geleceksizlik hazırlıyor. Dayattığı yozlaşma ile gençliğin dinamizmini teslim almak istiyor. Liselerde ve üniversitelerde öğrenci gençliği müşterileştiren sermaye düzeni, saldırılarına teslim olmayanları, geleceğine sahip çıkanları ise soruşturma/ceza/tutuklama terörü ile sindirmeye ve ezmeye çalışıyor.
Sosyalizm mücadelesini büyütmek için buluşalım! Açlığın, yoksulluğun, sömürünün, baskının ve savaşların kaynağı kapitalist sömürü düzenidir. Kapitalist sömürü düzeni tarihin çöplüğüne atılmadığı müddetçe bu sorunlar dünyamızda kol gezmeye devam edecektir. Dolayısıyla işçiler, emekçiler, gençler ve ezilen halklar özgürlük ve gelecekleri için devrim davasına omuz vermeli, sosyalizm mücadelesini büyütmelidir. Gerçek bir kurtuluşun yolu buradan geçmektedir. Bizler, insanlığın ve bütün bir dünyanın kapitalist sömürü düzeninden kurtulması için kavga bayrağını yükseltiyor, devrim ve sosyalizm çağrısını daha güçlü haykırmak için Kasım ayında yapılacak etkinliklerde buluşuyoruz. Geleceği ellerinden alınmak istenen, bir taraftan gericiliğin kör karanlığına öte taraftan çocuk yaşta işçiliğe, paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe itilen gençler; Safları sıklaştırmak ve mücadeleyi büyütmek için “İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği” etkinliklerinde bir araya gelelim. Eşit, özgür, sömürünün ve savaşların olmadığı bir dünya için mücadeleyi yükseltelim. Gerçek ve kalıcı bir kurtuluş için devrim ve sosyalizm davasına omuz verelim. Ekim Gençliği