EG 142. sayı

Page 1

www.ekimgencligi.net

günlük yayında! Aylık Sosyalist Gençlik Dergisi Ocak 2013 * Sayı: 142 * Fiyatı: 2 TL

Üniversiteler şirket, öğrenciler müşteri, emekçiler köle, eğitim meta olmayacak...

ODTÜ’nün coşkusuyla gençliğin devrimci kavgasını büyütelim! ODTÜ direnişinin ruhuyla 2013’ü kavga yılı yapalım!

YÖK’e ve yasasına geçit yok!

Kapsamlı saldırı “türbanla örtülmek” isteniyor! Türkiye’nin NATO’ya uşaklık macerası sürüyor…

142. sayı


O D T Üd i r e n i ş i n i ng ö s t e r d i k l e r i ü z e r i n e . . .

S a y f a6

Y e n i Y Ö KY a s a s ı ’ n ı s o k a k t ap a r ç a l a m a ki ç i n . . .

S a y f a1 2 1 3

Ü n i v e r s i t e l e r d e k i y o l s u z l u k l a r g ü ny ü z ü n eç ı k t ı !

S a y f a1 7

O R T A S A Y F A : E m p e r y a l i s t s a l d ı r ı , s a v a ş v e i ç s a v a ş a y g ı t ı n ak a r ş ı m ü c a d e l e y e ! S a y f a2 0 2 2

Ü n i v e r s i t e l e r d ec i n s i y e t ç i b a s k ı l a r s ı r a d a n l a ş ı y o r . . . S a y f a2 4

B i r b e b e k t e nk a t i l y a r a t a n k a r a n l ı ğ ı d a ğ ı t a c a ğ ı z ! S a y f a3 4

C a n l ı b i r d e v r i ma l e v i , i ş ç i l e r i nd u d a k l a r ı n d a y a n k ı l a n ı y o r . . .

Y e n i y ı l ı ni l ks a y ı s ı y l am e r h a b a . . . B ua y k i s a y ı m ı z , ü n i v e r s i t e l e r d e y a ş a n a nö n e m l i g e l i ş m e l e r i n a r d ı n d a nh a z ı r l a n d ı . B u n l a r d a ni l k i , g e ç t i ğ i m i z y ı l ı ns o ng ü n l e r i n d e y a ş a n a nO D T Ü d i r e n i ş i . S a v a ş ç ı ğ ı r t k a n ı E r d o ğ a n ’ ı nO D T Ü ’ y e g e l i ş i n i p r o t e s t o e d e nv e a z g ı np o l i s s a l d ı r ı s ı k a r ş ı s ı n d aa n l a m l ı b i r d i r e n i ş o r t a y a k o y a nO D T Üö ğ r e n c i l e r i g ü n d e m d e ö n e m l i b i r y e r t u t t u . B u s a y ı m ı z d ah e mO D T Üo l a y l a r ı n ı h a t ı r l a t a nh e md e s ü r e c i d e ğ e r l e n d i r e ny a z ı l a r ay e r v e r d i k . * * * Y e n i Y Ö KY a s aT a s a r ı s ı ’ n ı ns o nb i ç i m i d e “ ş a r t l ı o n a y l a n a r a k ” M E B ’ e s u n u l d u . B ud e m e k t i r k i , b uk a p s a m l ı s a l d ı r ı h e r a n m e c l i s i ng ü n d e m i n e g e l e b i l i r . B a ş k ab i r i h t i m a l l e , t a s a r ı n ı n m e c l i s t e g ö r ü ş ü l m e s i y a z a y l a r ı n ab ı r a k ı l a r a kö ğ r e n c i l e r i n t e p k i s i n i nö n ük e s i l m e y e ç a l ı ş ı l a b i l i r . B us a l d ı r ı k a r ş ı s ı n d aş i m d i d e nh a z ı r l ı k l ı o l m a kg e r e k m e k t e d i r . M e c l i s e n e z a m a ns u n u l a c a ğ ı n d a nb a ğ ı m s ı z o l a r a k , y a s a t a s a r ı s ı n ı s o k a k t ay ı r t m a ki ç i nh a z ı r o l u n m a l ı d ı r . * * * D e r g i m i z i nb us a y ı s ı n d a , B D S P ’ n i n1 0Ş u b a t g ü n üy a p a c a ğ ı D e v r i m c i K a d ı nK u r u l t a y ı ’ n ı nç a ğ r ı s ı n ad ay e r v e r d i k . K a d ı n s o r u n u n um a r k s i z m i nı ş ı ğ ı n d ae l e a l a c a kk u r u l t a y ı ng e n ç l i ki ç i n d e ö n e m l i b i r e t k i n l i ko l d u ğ ud ü ş ü n c e s i y l e , t ü mo k u r l a r ı m ı z ı k u r u l t a y ag ü ç k a t m a y a , k a t ı l m a y av e k a t ı l ı m ı ö r g ü t l e m e y e ç a ğ ı r ı y o r u z . * * * B i r s o n r a k i s a y ı m ı z b a h a r ı nh e m e nö n c e s i n d e h a z ı r l a n a r a k o k u r l a r ı m ı z au l a ş t ı r ı l a c a k . D e v r i m c i b a h a r ı k a r ş ı l a y a c a ko l m a n ı nc o ş k u s u y l ah a z ı r l a n a c a k y e n i s a y ı m ı z d ag ö r ü ş m e ku m u d u y l a . . .

S a y f a3 6

A y l ı k S o s y a l i s t G e n ç l i k D e r g i s i E k i mG e n ç l i ğ i * O c a k 2 0 1 3 * S a y ı : 1 4 2 F i y a t ı : 2 T L . ( K D V d a h i l ) * S a h i b i v e S o r u m l u Y . İ ş l . M d . : T a y f u n A l t ı n t a ş E K S E N B a s ı mY a y ı n L t d . Ş t i . * T e l : 0 2 1 2 6 2 1 7 4 5 2 Y a y ı n t ü r ü : S ü r e l i Y a y g ı n B a s k ı : Ö z d e m i r M a t b a a c ı l ı k D a v u t p a ş a C a d . G ü v e n S a n a y i S i t e s i C B l o k N o : 2 4 2 T o p k a p ı / İ s t a n b u l T e l : 0 2 1 2 5 7 7 5 4 9 2

Y ö n e t i mA d r e s i :

E k s e n Y a y ı n c ı l ı k M i l l e t C d . S e l ç u k S u l t a n C a m i S k . N o : 2 / 9 F a t i h / İ s t a n b u l T e l : 0 ( 2 1 2 ) 6 2 1 7 4 5 2 0 5 3 6 2 8 5 7 3 2 5

e m a i l : e k i m g e n c l i g i @g m a i l . c o m w w w . e k i m g e n c l i g i . n e t


ODTÜ’nün coşkusuyla gençliğin devrimci kavgasını büyütelim!

Üniversiteler bir yarıyılı daha geride bırakıyor. Dinci gerici parti AKP’nin harçların kaldırılması üzerinden yaratmaya çalıştığı parasız eğitim yanılgılarıyla açılan üniversiteler, ilk dönemini YÖK yasasında yapılması öngörülen değişikliklerin tartışmaları eşliğinde kapsamlı bir saldırı paketi ile kapatıyor. Aynı dönem, dünyada ve Türkiye’de önemli siyasal gelişmelere de sahne oluyor. Avrupa’da giderek derinleşen kapitalist kriz ve sosyal yıkım saldırılarına, Ortadoğu’ya yönelik emperyalist savaş ve saldırganlığa, Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyonun sürdürülmesine işçi sınıfı ve emekçi halkların meydanlarda yankılanan sesleri eşlik ediyor. Avrupa’da işçi ve emekçiler grevlerle hayatı durduruyor. Ortadoğu’da emekçi halklar diktatörlüklere karşı savaşımını sürdürüyor. Kürt halkı da tüm saldırılara karşı dilini ve kimliğini korumaya devam ediyor. Emperyalist-kapitalist sistemin bu çok yönlü saldırıları, devrimci gençlik hareketinin de doğal gündemleri oluyor.

Yeni YÖK Yasa Tasarısı’na geçit vermeyelim! Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın yakın zamanda meclise sunulması bekleniyor. Üniversiteleri

işletme, eğitimi meta, öğrencileri müşteri, emekçileri köle yapmayı amaçlayan tasarı, güçlü bir karşı koyuş örgütlenemediği taktirde meclisin onayından geçecek ve bu saldırı da yasal bir kılıf kazanacak. Bilindiği gibi, yeni yasayla birlikte üniversiteler sermayenin talanına açılacak. Yönetimde doğrudan yer alacak olan kapitalistler eliyle üniversiteler tümüyle ticarethaneye çevrilecek. Bunun doğal bir parçası olarak da öğrenciler müşteri, üniversitelerdeki eğitim emekçileri de ücretli birer köle olacaklar. “Avrupa standartlarına uyum” makyajı ile hayata geçirilecek yeni düzenleme, gerçekte sermayenin bugünkü ihtiyaçlarını karşılamak, bilimi kapitalist üretimin bir parçası haline çevirmek için gündeme getiriliyor. Bu sayede, bugün AR-GE’ler ve teknokentler üzerinden hayata geçirilen “bilimin metalaştırılması” süreci, yükseköğrenimin her alanında egemen kılınmış olacak. Üniversite bileşenleri ve özel olarak da gençlik kitleleri, bu saldırıyı püskürtebilme sorumluluğu ve zorunluluğu ile yüze yüze bulunuyor. Zira sözkonusu olan bilimin ve kapitalist üretimin yollarının sıradan bir kesişmesi değil, üniversitelerin tüm bileşenlerinin bu kesişmeye tabi olarak yeniden tanımlanmasıdır. Eğitim emekçileri için kölece çalışma ve güvencesizlik,

Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın yakın zamanda meclise sunulması bekleniyor. Üniversiteleri işletme, eğitimi meta, öğrencileri müşteri, emekçileri köle yapmayı amaçlayan tasarı, güçlü bir karşı koyuş örgütlenemediği taktirde meclisin onayından geçecek ve bu saldırı da yasal bir kılıf kazanacak.

3


öğrenciler için müşterileşme ve geleceksizlik... Saldırıyı püskürtebilmenin yolu ise açık ki birleşik, kitlesel ve militan bir süreç yaratmaktan, geniş kitlelerin saldırı karşısında alanlara çıkmasını sağlayabilmekten geçiyor. Yeni YÖK Yasa Tasarısı, ancak böyle bir mücadelenin sonucu olarak sokakta yırtılabilir.

NATO’ya ve emperyalistlere geçit vermeyelim!

Böylesi yoğun ve kapsamlı gündemlerle karşı karşıya bulunan gençlik hareketi, yeni dönemi buna uygun bir hazırlık ile karşılamak zorundadır. Bahar günlerinin kavgayı iyice ısıtacağı yeni dönemde sermayenin karşısına militan ve kitlesel eylemlerle çıkabilmek, dönemin kazanılması için temel bir yerde durmaktadır.

Bugün bir başka önemli gündem ise emperyalist savaş ve saldırganlıktır. Bugün için Suriye üzerinden tartışılsa da, emperyalist savaş ve saldırganlık Ortadoğu’yu kapsayan bir tehdittir. Dün Irak’ta, Lübnan’da, Libya’da emekçi halkları kırımdan geçiren emperyalistler, bugün Suriye halklarını namlunun ucuna koymuş bulunuyorlar. Yarın ise bu İran ve diğer Ortadoğu ülkeleri ile devam edecek. Bu savaş ve saldırganlıkta Türk sermaye devletinin de çok özel bir rolü var. Gelinen yerde Türk sermaye devleti emperyalizme aktif taşeronlukta tüm sınırlarını aşmış, emperyalizm adına doğrudan vurucu güç rolüne soyunmuştur. Dahası, Anadolu toprakları NATO karargahına çevrilmiş, NATO için bir komuta merkezi ve saldırı üssü haline getirilmiştir. Türk devletinin bu uşakça tutumu Ortadoğu ülkelerinin emekçi halkları için olduğu kadar Türkiye’de yaşayan emekçiler için de yıkım demektir. Dışarda “sefere giden” Türk sermaye devleti, içerde de işçi ve emekçileri faşist baskı ve terörle ezmeye çalışmaktadır. Daha da önemlisi, emperyalist savaş hazırlıklarına milyonlarca lira harcarken emekçilere açlık ve sefaleti reva görmekte, insanca yaşam koşullarından her geçen gün biraz daha uzaklaştırmaktadır. Gençlik de bu açıdan emekçilerle aynı kaderi paylaşmaktadır. Eğitime gerekli bütçe ayırmayan devlet, bu bahane ile eğitimin tüm kademelerini paralı hale getirmekte, fakat sözkonusu emperyalist savaş olunca milyonlarca liraya mal olan Patriotları kurmayı “ihmal etmemektedir.” Gençlik, Ortadoğu’da kardeş halklara dönük emperyalist savaş ve saldırganlığa, Türk devletinin bu saldırganlıktaki uğursuz rolüne, emekçiler ve gençler için getirdiği yıkıma sessiz kalmayacaktır. Kavga bayrağını ‘68 yılında Dolmabahçe’de yükseltilen anti-emperyalist mücadeleden devralan devrimci gençlik hareketi, emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadeleyi yükseltecek, emperyalizme ve onun savaş, saldırı ve iç savaş örgütü NATO’ya geçit vermeyecektir.

Kürt halkına yönelik baskı ve asimilasyona geçit vermeyelim!

4

Türk sermaye devletinin Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon saldırıları sürüyor. Kürt halkının ulusal varlığını tanımayan sermaye devleti, askeri ve siyasal alanda yükselttiği saldırganlıkla Kürt halkının taleplerini bastırmaya, bir bütün olarak ulusal varlığını yok saymaya çalışıyor. Hemen her gün savaş uçaklarıyla gerilla alanlarını bombardımana tutarken, Kürdistan ve Türkiye’nin birçok yerinde en meşru talepleri için sokaklara dökülen Kürt emekçilerini de azgın polis

terörü ile karşılıyor. Öte yandan, son dönemde Kürt halkının dayattığı anadilde savunma ve anadilde eğitim taleplerinin yeni yasal düzenlemelerle karşılanacağı yönünde yanılsama yaratmaya çalışarak mücadeleyi bastırmaya çalışıyor. Biliniyor ki, Kürt sorunu birkaç demokratik talebin karşılanması ile çözülebilecek bir sorun değildir. Tarihsel ve toplumsal açıdan köklü bir yanı bulunan bu sorunun gerçek ve kalıcı çözümünün burjuva sınıf iktidarı altında sağlanamayacağı her yeni örnekle kendisini bir kez daha göstermektedir. Zira düzen Kürt halkının taleplerini masaya her yatırdığında bunu bir kez daha saldırı aracına çevirmektedir. Yine de Kürt halkının haklı ve meşru demokratik taleplerini sahiplenmek, bunların masa başında değil, ancak dişe diş bir mücadele ile kazanılabileceğini tekrar tekrar dile getirmek gerekmektedir. Bunun üniversiteler cephesindeki en somut başlığı ise anadilde eğitim olmaktadır. Devrimci gençlik hareketi, Kürt halkının bu en meşru talebini sahiplenmeli, mücadeleye üniversite kampüslerinden doğru destek sunmalıdır.

ODTÜ direnişinin ruhunu kuşanalım! Yakın zaman önce ODTÜ’de yaşananlar, sayılan tüm bu saldırılara karşı izlenmesi gereken yolu göstermektedir. ODTÜ öğrencileri, savaş kışkırtıcısı AKP şefini üniversitelerinde istemediklerini haykırmıştır. Emperyalist savaş ve saldırganlığa, faşist baskı ve teröre karşı tepkisini militan bir eylemle ortaya koymuştur. Azgın polis saldırısı karşısında saatlerce direnmiştir. ODTÜ’deki çatışmayı takip eden günlerde ODTÜ’lülere yönelik olarak hayata geçirilen saldırılar, bir dizi üniversitenin öğrencileri ve emekçileri tarafından tepkiye konu olmuş, direnişin sahiplenildiği, her geçen gün yeniden vurgulanmıştır. Bu durum, yeni dönem için de ışık tutmaktadır. Birleşik ve militan bir çıkışın gençlik hareketinde yaratacağı etki, bu etkinin ülke gündeminde tutacağı yer bir kez daha somut bir örnekle anlaşılmıştır.

Yeni dönemde devrim bayrağını yükseltelim! Böylesi yoğun ve kapsamlı gündemlerle karşı karşıya bulunan gençlik hareketi, yeni dönemi buna uygun bir hazırlık ile karşılamak zorundadır. Bahar günlerinin kavgayı iyice ısıtacağı yeni dönemde sermayenin karşısına militan ve kitlesel eylemlerle çıkabilmek, dönemin kazanılması için temel bir yerde durmaktadır. Son olarak, tüm bunlar döne döne devrim sorununu gündeme getirmektedir. Gençlik kitleleri devrim mücadelesini yükselttikleri ölçüde saldırıları püskürtme gücü ve yeteneğine kavuşabilir. Yine, ancak bu sayede kavgayla elde edeceği kazanımlarını koruyabilir ve güvence altına alabilir. Üniversitelerin ilk döneminin kapanacağı şu dönemde gençlik yeni dönem hazırlıklarına şimdiden başlamalı, “bunalımlar ve savaşlar döneminin” yeni devrimlere gebe olduğu bilinciyle devrime hazırlanmalıdır.


Düzen saldırılarına ODTÜ’de geçit yok!

“Bilimi satan, emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol!” Tayyip Erdoğan 18 Aralık günü Göktürk 2 isimli uydunun uzaya gönderilecek olması nedeniyle ODTÜ’ye geldi. ODTÜ öğrencilerinin yanıtı ise direniş oldu. Polis terörüne rağmen ODTÜ öğrencileri uzun süre direnerek AKP şefine ve bilimin piyasanın hizmetine sunulmasına karşı üniversitelerini sahiplendiklerini gösterdiler. 4 saate yakın süren çatışmada polisin kullandığı binlerce biber gazı, 8 TOMA, ses bombaları öğrencileri yıldırmaya yetmedi. Çatışma sonunda polis geri çekilirken önceden hazırlandığı belli bir pusuyla birkaç öğrenciyi vahşice dövüp hastanelik ederek ancak kaçabildi. Ardından rektörlük önünde toplanan öğrenciler, rektörün gelmesiyle gece yarısına kadar süren bir forum yaparak rektöre taleplerini ilettiler. Öğrenciler polisin bir kez daha üniversiteye girmemesini, kamera görüntülerinin polise verilmemesini, ÖGB’nin üniversitede yerinin olmadığını belirttiler.

Polis varsa boykot var! 18 Aralık’ı izleyen iki günde ise dersler boykot edildi. İlk gün bazı hocalar tarafından fiilen başlatılan boykotu ikinci gün okulun çoğunluğunun katıldığı örgütlü bir ders boykotu izledi. Sabah saatlerinden itibaren tüm okula çağrı yapan Eğitim-Sen ve ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği’nden öğretim elemanları ve öğrenciler, ODTÜ Mezunlar Derneği’nin de desteğiyle derslere girmediler. Buna karşı da alternatif “açık ders” yapmak üzere Fizik Bölümü U3 Amfisi’nde toplandılar. 1000 kişiyi aşan bir katılımla gerçekleştirilen eylem, ODTÜ’de suların durulmayacağının göstergesiydi.

Gözaltılar serbest bırakılsın! Ardından 21 Aralık günü gelen gözaltı haberleri ODTÜ’yü yeniden harekete geçirdi. Devrimci, ilerici, demokrat ve yurtsever öğrenciler, Eğitim-Sen, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği ve ODTÜ Mezunlar Derneği’nin de desteğiyle akşam saatlerinde A1 kapısına bir yürüyüş gerçekleştirdi. Burada yapılan basın açıklamasının ardından kitlenin çoğunluğu Kızılay’da YKM önünde Ankara Emek ve Demokrasi güçlerinin gerçekleştirdiği eyleme katıldı. Polisin Adalet Bakanlığı’na yapılması planlanan yürüyüşü engellemesinin ardından öğrenciler, 100. Yıl Mahallesi’ne dönerek burada bir yürüyüş gerçekleştirdiler. ODTÜ’lü öğrencilerin yaşadığı bir mahalle olan bu bölgede “Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” sloganları haykırıldı. Yurtlar bölgesinde de devam eden yürüyüşün ardından 100 kişilik bir forum yapıldı. Forumda, 22 Aralık Cumartesi günü adliyeye gelecek gözaltındaki öğrencilere destek olmak için adliye önünde buluşmaya karar verildi. Cumartesi günü öğlen 13.00’ten gece yarısı 00.00’a kadar süren bekleyişin ardından tüm öğrenciler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

ODTÜ Ayakta! Hafta sonunda örgütlenme çalışmalarına devam eden öğrenciler Gençlik Muhalefeti, TKP’li öğrenciler, SDH ve Öğrenci Kolektifleri öncülüğünde AKP karşıtlığına indirgenen bir süreç örmeye başladılar. 25 Aralık Salı günü Hazırlık E-Blok önünden Fizik Bölümü’ne yapılan yürüyüşle eylemlere devam ettiler. Daha sonra da U3 amfisini terk etmeme eylemi yapan öğrenciler, iki günlük süre zarfında bir dizi

film gösterimi, söyleşi, forum ve müzik dinletisi gerçekleştirdi. Son olarak 27 Aralık Perşembe günü öğle saatlerinde hazırlık önünde toplanan yüzlerce öğrenci, “ODTÜ ayakta, AKP’ye karşı direniyor!” pankartı açarak devrim tarihinde önemli bir yeri olan “Devrim Stadyumu”na doğru yürüyüşe geçti. Devrim stadına giriş yapıldıktan sonra öğrenciler geleneği sürdürerek “ODTÜ AYAKTA” yazacak şekilde birbirlerine kenetlendiler. Bu süre zarfında stada gelenlerle birlikte sayı binleri buldu. Etkinlik konuşmalar ve müzik dinletileri ile sürdü. Program süresince Marsis, Pınar Aydınlar, Sevinç Eratalay, Grup Gündoğarken, Nejat Yavaşoğulları, Redd’den Güneş Duru ve Bandista ezgileriyle ODTÜ’lüleri selamladı. Beyoğlu Kumpanya ise bir kaç kez sahne alarak oyunlarını sergiledi. ODTÜ Araştırma Görevlisi Ercan Bölükbaşı, Kommer’in arabasının yakıldığı eylemin tanıklarından Tuncay Çelen, ODTÜ öğrencileri adına İlknur Özcan, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği Başkanı Ali Gökmen, tiyatro ve sinema sanatçısı Gülsen Tuncer, KESK Genel Başkanı Lami Özgen, Oyuncu Emre Canpolat da söz alarak öğrencilere seslendiler. Yapılan konuşmalarda ODTÜ’nün geleneğine dikkat çekilerek AKP’ye karşı mücadele çağrıları öne çıktı. Coşkulu “ODTÜ Ayakta” etkinliği saat 17.00 sıralarında sona erdi. Ekim Gençliği / ODTÜ

5


ODTÜ direnişinin gösterdikleri üzerine...

Ancak son yıllarda ortaya çıkan olumsuz atmosfere rağmen gençlik hareketi güçlü bir çıkışın olanaklarını içerisinde barındırıyor. Artan saldırılar karşısında gençliğin mücadele potansiyeli birikiyor, güçleniyor.

Gündemde önemli bir yer tutan ODTÜ direnişi AKP şefi, bakanlar ve dinci gericiliğin sesi medyanın kara propagandası ile karşılandı. Ankara emniyeti hemen gözaltı saldırısını devreye soktu. Süreç kimi rektörlerin yaptığı kınama açıklamalarıyla, gazete ve televizyon kanallarının demagojik haberleriyle birlikte düzen güçlerinin topyekün bir saldırısına dönüştürüldü. Topyekün saldırı karşısında ise günlerce süren ve birçok üniversiteye yayılan destek eylemleri örgütlendi, ders boykotları gerçekleştirildi, açıklamalarla, yürüyüşlerle ODTÜ eylemi sahiplenildi ve selamlandı. ODTÜ eylemi ve takip eden günlerde yaşanılan süreç kamuoyunu taraflaştıran bir misyon oynadı. Bundan daha önemlisi ise yaşanılan süreç gelinen aşamada, gençlik hareketinin sınırlarını, olanaklarını göstermek ve başta genç komünistler olmak üzere ilerici, devrimci öznelerin görevlerine işaret eden anlamlı bir deneyim ortaya çıkarttı.

Dar sınırlara hapsolmuş gençlik hareketi tablosu ve biriken olanaklar

6

Gençlik devrim mücadelesinde her dönem temel bir yer tutmuştur. Bu Türkiye’nin özgün koşulları gözönüne alındığında ayrıca böyledir. Bu ülkede güçlü bir devrimci gençlik mücadelesi tarihi vardır. 60’lı yılların sonuna doğru güçlenen, 70’li yıllarda doruk noktasına ulaşan devrimci gençlik mücadelesi 80 darbesiyle birlikte parça parça geriye çekilmiş, süreç içerisinde yaşadığı evrimler ile bugünlere gelmiştir. 80 sonrası gençlik mücadelesi anlamlı ve etkili kimi çıkışlar yaşasa da sürekli olarak geriye çekilişini engelleyememiş, dünya ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin doğal

bir yansıması olarak, harekete önderlik etme iddiasında olan siyasal öznelerin açmazlarının da etkisiyle parçalı, dağınık ve cılız bir çerçevede seyretmiştir. Son on yılın tablosuna bakıldığında bu sürecin daha da ağırlaştığı, hareketin çapının siyasal gençlik gruplarına daraldığı, dağınık ve parçalı tablonun daha vahim bir hal aldığı ortadadır. Gençlik hareketinin bu sürekli geriye çekiliş tablosu karşısında sermaye devletinin gençliğe dönük kapsamlı saldırıları artarak devam etmiştir. Gençliğin özellikle son yıllarda gerçekleştirilen saldırılar karşısında biriken öfkesi ve mücadelesi, kimi anlamlı çıkışlar, eylemsel süreçler ve karşı koyuşlar olarak hayat bulsa da bu mücadele kısa dönemli ve sınırlarını aşamayan süreçler olarak yaşandı. Nesnel koşulların etkisi ile siyasal gençlik gruplarının içerisinde bulundukları durum, birleşik, militan, devrimci bir gençlik hareketi yaratma iddiası, iradesi ve perspektifinden yoksunluk, dar grup bakışı ve atalet tablosu, reformist gençlik gruplarının görece güçlü oluşu ve kendi sınırlarında ortaya koydukları reformist politikaları üzerinden etki düzeylerinin genişliği bu tabloyu ayrıca pekiştiren etmenler arasındadır. Ancak son yıllarda ortaya çıkan olumsuz atmosfere rağmen gençlik hareketi güçlü bir çıkışın olanaklarını içerisinde barındırıyor. Artan saldırılar karşısında gençliğin mücadele potansiyeli birikiyor, güçleniyor. Kapitalizmin gençliğe hiçbir şey veremeyecek olması gerçeği ve sistemin içerisinde bulunduğu bunalımla birlikte, hayata geçirdiği dizginsiz saldırılar yeni mücadelenin mayalandığı zeminleri güçlendiriyor.

ODTÜ çıkışı ve reformizmin sınırları


ODTÜ eylemiyle başlayan ve birçok üniversiteye yayılan süreç bugünün sınırları düşünüldüğünde anlamlı bir çıkışı ifade ediyor. Saatlerce polis saldırısı karşısında militan bir şekilde gösterilen direnç, ardından başarılı bir boykot ile birleştiriliyor. Gerçekleştirilen polis operasyonuna rağmen günlerce hareketlilik devam ediyor ve en son binlerce kişinin katıldığı bir yürüyüş ve etkinlik gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda birçok üniversitede destek eylemleri örgütleniyor, yürüyüşler gerçekleştiriliyor, rektörlerin kınama açıklamaları karşısında ODTÜ süreci sahipleniliyor. Birkaç hafta boyunca yaygın ve günün koşulları gözetildiğinde kitlesel bir mücadele süreci örülüyor. Aydınlar, akademisyenler, kimi sendikalar sürece katılıyor, tutum açıklayarak ODTÜ sürecini sahipleniyor. Neredeyse toplumun büyük bir bölümünü taraflaştıran bir süreç yaşanıyor. Bu açıdan gençlik hareketi, günün koşulları düşünüldüğünde kitlesel sayılabilecek, yaygın bir hareketlilik süreci yaşıyor. Ancak bu tablo hiçbir biçimde abartmayı ve kimi hayallere kapılmayı gerektirmiyor. Sermaye düzeninin yarattığı ve ağırlaştırdığı sorunlar karşısında gençliğin biriken tepkisi ve öfkesinin doğal bir yansıması olarak ortaya çıkan, esasta buradan beslenen, gelişen bir hareketliliktir söz konusu olan. Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma mücadelesinde mesafe alabilmek ve sürece devrimci bir perspektifte müdahale ederek, ortaya çıkan olanağı güçlendirmek için, ayakları yere basan bir değerlendirme yapılması ve bugün ortaya çıkan tablonun sınırlarının bilince çıkartılması temel bir yerde duruyor. “Bilimi satan, emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” sloganı ile dönemin politik gündemini tutan eylem süreci, reformist gençlik gruplarının belirgin etkisi ve yönlendirmesi altında, ilk günden “polis şiddetine ve AKP karşıtlığı sınırlarına” hapsedilmiş oldu. ODTÜ’de gerçekleştirilen boykot, polisin varlığına ve şiddetine bağlanarak işletildi. Eylemin meşruluğunu sağlamak adına “demokratik tepki engellendi, daha polis barikatına gelmeden polisin saldırısı başladı” vb. argümanlar temel hareket noktası olarak alındı. Gerçekleştirilen saldırı ve bu saldırı karşısında oluşan duyarlılık politik planda kapitalizmin, eğitimin ticarileşmesi sürecinin ve bununla birlikte emperyalist savaş hazırlıklarının teşhiri ile birleştirilmesi, gençliği bu gündemler ekseninde fiili meşru bir mücadele hattı etrafında kenetlenerek mücadeleye çağırma bakışı yerine, “AKP’ye direniş” eksenine oturtuldu. Toplumun

bir bölümünde varolan AKP karşıtlığı ekseni bu eylemsel sürecin de temel belirleyeni haline geldi ve geniş kesimlerin bu zeminde birlikteliğini sağlamak adına gündemde bulunan YÖK Yasa Tasarısı gibi kapsamlı bir saldırı hazırlığının varlığı bile ya hiç gündem olmadı, olan yerlerde ise tali planda kaldı. Reformist güçlerin AKP karşıtlığı sınırında kalan dar bakışları gerçekleşen eylemlere hakim hale getirildi. Bu haliyle AKP karşıtlığı eksenine sıkışmış, gençliğin somut sorunları üzerinden sermaye devletinin tarihsel olarak hayata geçirmeye çalıştığı saldırı dalgasının bütününü görmeyen, devrimci bir iddia ve bakıştan yoksun, sermaye düzeni karşısında konumlanmış politik bir taraflaşma üzerinden şekillenmeyen bir hareketliliğin, kendi sınırlarını aşarak güçlenmesinin olanağı bulunmuyor.

Birleşik, kitlesel devrimci bir gençlik hareketi yaratmak için... ODTÜ direnişiyle başlayan ve yayılan sürecin ortaya koyduğu gerçekler, başta genç komünistler olmak üzere ilerici-devrimci gençlik öznelerine izlenmesi gereken yolu tüm açıklığı ile göstermiştir. Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma mücadelesinde, gençlik içerisinde günün koşulları üzerinden belirgin bir etkiye sahip olan reformist etkiyi kırmak, gençliğin devrimci enerjisini açığa çıkartacak bir mücadele perspektifi ile güne yüklenmek temel önemde bir yerde duruyor. ODTÜ gibi süreçler reformizmin sınırlılığı, icazetçi ve dar bakışını tüm açıklığı ile görebilme imkanı sunarken, gündelik yaşamın pratiği üzerinden teşhir edebilecek birçok veri sunuyor. Genç komünistlerin yaygın, etkili, inisiyatifli bir müdahale gücü sergilemeleri, devrimci politik eksenlerini gençlik kitlelerine ulaştırma çabasını güçlendirmeleri, gençliğin devrimci önderlik boşluğunu doldurma bakışı, iddiası, misyonu ve pratiği ile güne yüklenmeleri, aynı zamanda gençlik içindeki reformist etkiye karşı verilmiş güçlü bir mücadele pratiği anlamına gelecektir. Zira gençliğin ortaya koyduğu mücadele dinamizminin, anlamlı çıkışların reformist etki altında düzenin icazet sınırlarının içine hapsedilmesinin önüne ancak bu şekilde çıkılabilir. Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma iddiası yaşam içerisinde ancak bu temelde somutlanabilir. Ekim Gençliği

ODTÜ direnişiyle başlayan ve yayılan sürecin ortaya koyduğu gerçekler, başta genç komünistler olmak üzere ilerici-devrimci gençlik öznelerine izlenmesi gereken yolu tüm açıklığı ile göstermiştir. Birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma mücadelesinde, gençlik içerisinde günün koşulları üzerinden belirgin bir etkiye sahip olan reformist etkiyi kırmak, gençliğin devrimci enerjisini açığa çıkartacak bir mücadele perspektifi ile güne yüklenmek temel önemde bir yerde duruyor.

7


Dinci gerici basının yalanları direnişi karartmaya yetmedi...

ODTÜ’de gerçekleştirilen protestoya yönelik polis terörü ve buna karşı gösterilen kararlı direniş AKP hükümeti için ciddi bir soruna dönüştü. ODTÜ’de duvara çarpan devlet, kamuoyu desteğinin de öğrencilerin yanında yer almasıyla birlikte bildik ideolojik aygıtlarını devreye sokarak adeta ODTÜ’ye karşı –ODTÜ’lü öğrencilere değil toplam olarak ODTÜ’ye- topyekûn savaş ilan etti. Kuşkusuz ki burada en büyük rol de bir kez daha devletin en sadık köpeği olan burjuva medyaya düştü.

Öğrenciler uyduyu protesto etmiş!

8

Kapitalizmde medyanın uğursuz rolü üzerine söylenebilecek herşey bir biçimde söylenmiş olmalı. Bir dizi son derece isabetli tahlille boyalı basının nasıl bir ideolojik aygıt olduğu, kitle iletişim araçlarının gelişimiyle birlikte büyük bir güç haline geldiği ve toplumu şekillendirmek için düzenin temel bir dayanağı olduğunu net biçimde biliyoruz. Ancak burjuva medya ülkemizde tüm kirli düzen propagandasının yanında her zaman demokratlık ve ilericilik maskesini takmış, en taraflı haberleri dahi objektif gibi sunarak bu haliyle daha ince bir manipülasyon ve dezenformasyon süreci örmüştür. AKP’nin iktidar gücü haline gelmesinin ardından palazlanan yeni ve popüler olarak “yandaş” sıfatıyla anılan kesim ise bu açıdan çok daha pervasız ve rezil bir düzey sunmaktadır. Geçmişte özel dönemler dışında inceltilerek yapılan, filtre edilen bir dizi bilgi, artık bu yeni medyada tüm açıklığıyla sunulmakta, en küçük bir düzeltmeye ihtiyaç duyulmaksızın aşağılık yalanlar savrulmakta, komik duruma düşmek pahasına senaryolar uydurulmaktadır. Eskiye göre sonuç itibariyle farkı olmamasına rağmen yöntemsel

olarak çok daha tiksindirici bir kimlik bu yeni yandaş medya ile birlikte ortaya çıkmış, pervasızlık ve düzen yalakalığı mide bulandıracak düzeye gelmiştir. İşte ODTÜ süreci bunun en bariz kanıtı olarak ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın protestosu ile başlayan süreç tüm ana akım medyada yer alırken, dinci gericiliğin güdümündeki gazeteler haberi “ODTÜ’yü karıştırdılar” biçiminde vererek hızlı bir refleks gösterdiler. ATV ise tarihi bir habere imza atarak adeta dünya literatürüne geçti. Zira bu kanal öğrencilerin uzaya gönderilen uyduyu protesto ettiğini ana haber bülteninde utanmadan duyurdu. Erdoğan’ın protesto edilmesine kesinlikle değinilmezken böylesi bir manipülasyona imza atması gerçekten de eşine az rastlanır bir durum olarak tarihe not düşüldü. ATV başta olmak üzere tüm yandaş medyadan eksik olmayacak ve ardından devletlilerin de dilinden düşmeyecek olan “polise saldırdılar” yalanı da hızla gazete ve TV’lerde yer buldu. Oysaki bu yalana başvuran kanalların kendi görüntüleri dahi polisin durup dururken eyleme saldırdığını göstermekteydi. İşi daha da ileriye götüren ATV muhabiri öğrencilerin özel olarak basını taşladığını da söyleyecek kadar alçaldı. Çocukların bile güleceği öyle bir haberin ciddi biçimde yayınlanması dahi gerici basının çürümüşlüğünü göstermek için yeterli. Ancak ne yazık ki ODTÜ’ye yönelik kampanya bununla da sınırlı kalmadı. Hatta denilebilir ki ATV’nin bu haberi, ilerleyen günlerde yayınlananlarla karşılaştırdığımızda hayli naif kaldı.

“ODTÜ’yü karıştıran öğrenciler”den “ODTÜ’yü karıştıran örgütler”e... Sürecin kızışması ve ODTÜ öğrencilerinin


kamuoyu önünde meşruluğunun güçlenmesiyle birlikte basının da rolü arttı. Artık dinci gerici basın organları, kitleleri adeta öğrencilerin terörist olduğuna, hatta rektörlerin de terörist olduğu ve polisin gereğini yaptığına ikna etmeye çabalayan mekanizmalara dönüştü. Cihan Haber Ajansı’nın Barış’ı arkadaşları yaraladı haberi bu açıdan ibretlik. Zira polisin vahşi saldırısı sonucu ağır yaralanan ve yoğun bakıma kaldırılan Barış’ın kafasına isabet eden gaz bombasıyla yaralandığı bilinmekte. Ancak ajans, polise dayandırdığı haberini hastaneden teyit etme gereği dahi duymaksızın yayınlayarak amacını da bir kez daha gösterdi. Üstelik eylemde polisin öğrencileri hedef alarak gaz bombalarını atması nedeniyle Barış dışında da bir çok yaralı öğrenci bulunuyor... Başlangıçta öğrenciler ODTÜ’yü karıştırdı biçimindeki haberler Erdoğan’ın konuşmalarıyla birlikte hızla “teröristler ODTÜ’yü karıştırdı” ya dönerken işin içine bildik örgüt isimleri girmeye başladı. Polisin ODTÜ öğrencilerine yönelik operasyonu da, başta Zaman olmak üzere bir dizi gazetede PKK ve DHKP-C operasyonu olarak duyuruldu. Ancak Zaman bir gazetecilik başarısına daha imza atarak operasyon başladığı sırada kaç öğrencinin gözaltına alınacağının dahi bilgisini verdi. Kuşkusuz ki gözaltındaki öğrenciler henüz savcılık sorgusundayken TRT Haber’in 10 öğrencinin mahkemeye sevk edildiği yönlü haber vermesi de benzer bir örnek olarak karşımıza çıktı. Her ikisinde de hukuk denilen mekanizmanın sahteliği görülüyor. Geçmişte Balyoz davasının kararı açıklanmadan yarım saat önce mahkeme kararının benzer gazetelerde yer alması da halen hafızalarımızda... Operasyonun ardından yandaş basın yalan ve çarpıtmayı tırmandırırken öğrencilerin üzerinden tabanca çıktığı, eylem sırasında Molotof atıldığı ve yakalanan öğrencilerin örgüt üyesi olduğu gibi bir dizi haberi sayfalarına taşıdı.

AKP şefi ne derse gazeteler de onu der! AKP şefinin ibreyi ODTÜ rektörüne kırmasının ardından medya da hedefe öğrencilerle birlikte ODTÜ’nün akademik camiasını çaktı. Erdoğan’ın rektörü hedef alarak hakaretler savurması, yandaş medyada çok daha pervasız yazılar yayınlanmasına sebep oldu. En dikkat çekici olan ise bir Zaman yazarının öğrencileri “ipsiz-sapsız militan” ilan edip ardından “ÖDTÜ yönetimi apaçık bir başkaldırı ve suç içerisinde. Bunun bedelini ödemeleri gerekir” biçiminde linç çağrısı yapması oldu. Hızını alamayan yazar ilerici ve demokrat akademisyenleri kastederek amaçlarının başbakanı astırmak olduğunu ve ODTÜ’nün faşist kültüre sahip olduğunu dahi söyledi. Ağzı salyalı yazara bir dizi başkası da eşlik etti. Star gazetesi ise ODTÜ rektörüne yönelik karalamaları bir başka yalanla sürdürdü ve öğrencilerin rektörü okula çağırarak tehdit ettiğini ve istediklerini yaptırdıklarını söyledi. Rektörle yapılan bir görüşmeyi çarpıtan Star böylece AKP şefine de ODTÜ’ye karşı destek vermiş oldu. Eylemde yer alan gençlik örgütlerini “terör örgütleri” olarak sunmaktan da geri durmayan Star, haberlerinde “4 terör örgütü ODTÜ’de buluştu”, “Marjinal sol ODTÜ’yü bastı” gibi ilginç başlıkların yanı sıra akıllara ziyan tespitler

yapmaktan da geri durmadı: “Erdoğan’ın kastettiği eylemci öğrencilerin üye oldukları terör örgütleri ortaya çıktı. Geçmişte birbirlerine karşı eylemleriyle gündeme gelen marjinal sol terör örgütlerinin uzantılarının ODTÜ’de ortak hareket etmesi dikkat çekti.” Habertürk ise adındaki “bağımsız” ibaresinden olsa gerek, kendince daha farklı bir haber yaparak ODTÜ’nün tarihini bize anlatmaya soyundu. Baştan aşağı çarpıtma dolu bu haberin “ODTÜ”nün şiddet dolu tarihi” şeklinde sunulması bile kanalın niyetini anlatmaktaydı. ODTÜ tarihindeki devrimcilerin var ettiği olumlu değerleri çarpıtan kanal Kommer’in arabasının havaya uçurulduğu, araya sızan provokatörler nedeniyle ODTÜ’de yapılan eylemlerin darbeye zemin hazırladığı, “sağsol” çatışmalarında çok sayıda kişinin öldüğü gibi uyduruk bilgilerle ODTÜ’nün “şiddet dolu tarihini” gerekçelendirmeye çabaladı. Gerici basının “parlayan yıldızı” olan Ak-it gazetesi ise işi bir adım daha ileri götürerek tüm üniversiteyi hedefe çaktı. Akit, 25 Aralık tarihinde “Fitne yuvası ODTÜ” manşeti ile yayınlandı. Yandaş basının şirazesini şaşırdığının açık bir göstergesi olan manşetin dayanağı ise ODTÜ’nün “İslam karşıtı” diye yaftaladıkları Sevan Nişanyan’ı davet etmesiydi. Gazetenin “Ateistlerin Kuran ve İslam tartışacağı sempozyum yeni bir provokasyonun habercisi” diyerek sunduğu haber akıllara Sivas Katliamı öncesi Aziz Nesin hakkında yapılan yayınları getirdi. Bununla da sınırlı kalmayan Akit ve onun internet ayağı olan Habervaktim, ODTÜ direnişini Sivas katliamı ile kıyasladı ve benzerlikler kurdu, polis müdahale etmeseydi ODTÜ öğrencilerinin de katliam yapacağını yazdı. Öğrencilerin tek tek resimlerini basarak örgüt üyesi ilan etmesi ise gazeteciliğin geldiği son nokta oldu.

Aşağılık yalanlara karnımız tok! Özellikle “yandaş” tabir edilen ve dinsel gericilik ile doğrudan bağı olan basın kuruluşları gülümsetecek kadar ciddiyetsiz manipülasyonlarla başladıkları haber bombardımanını ODTÜ’yü “fitne yuvası”, öğrencileri ve rektörü “terörist” ilan etmeye kadar vardırdılar. AKP şefi üslubunu sertleştirdikçe destek için daha da pervasızlaşan basın, devletin temel bir destekçisi olarak uğursuz rolünü oynamaya soyunurken AKP’ye çoktan biat etmiş ancak halen daha farklı bir sermaye grubunun elinde bulunan kesim ise direnişin yarattığı olumlu havanın etkisinden de güç alarak direnişi öne çıkaran bir rol oynadı. Kuşkusuz ki bu rol de düzen içi ürkek bir muhalefetten öte anlam taşımamaktaydı. Zira bugün direniş haberlerini sayfalarına taşıyan bu “bir kısım medya”nın Başbakan’ın vereceği ilk “ayar”dan sonra yandaşlarla farkı kalmayacağını görmek zor değil. Sonuç itibariyle ODTÜ direnişi burjuva basına bir kez daha büyük görevler biçti ve basın Erdoğan’ın yalanlarına destek için seferber oldu. Ancak basının gittikçe pervasızlaşmasının ve yalanların dozunu arttırmasının sebebi tam da direnişin meşruluğunun ve kamuoyu nezdinde benimsenmesinin yarattığı olumlu havaydı. Dinci basın ne kadar bastırsa da olumlu havayı dağıtmayı başaramadı. Bu da basının tüm etkisine rağmen eylemin tüm bu karanlığı dağıtacak yegane güç olduğunu bir kez daha gösterdi.

9


Göktürk-2 uydusu ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları... Geçtiğimiz günlerde ülke gündeminde bomba etkisi yaratan ODTÜ Direnişi’nin fitilini ateşleyen, dinci-gerici AKP’nin şefi Recep Tayip Erdoğan’ın Göktürk–2 uydusunun fırlatılmasını izlemek amacıyla ODTÜ’ye gelmesiydi.

Göktürk-2 uydusu Göktürk-2, Türkiye tarafından uzaya gönderilen ilk uydu değildir. Öyle ki Göktürk-2 uydusundan önce, 17 Ağustos 2011 yılında RASAT isimli yer gözlem uydusu gönderilmiş ve süreç başarılı bir şekilde ilerletilmiştir. Göktürk-2 uydusuna göre 3 kat daha az çözünürlüğe ve 4 kat daha küçük kütleye sahip olan bu uydu uzaydaki işlevlerine hala devam etmektedir. Bir yer gözlem uydusu olan RASAT uydusunun kullanım alanları; haritacılık, afet izleme, çevre, şehircilik ve planlamadır. TUBİTAK ve TUŞAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş.) tarafından, TSK’nın uydu ihtiyacını karşılama amacıyla üretilen Göktürk-2 ise, bir askeri keşif uydusudur. Göktürk-2 uydusu, dünyanın tamamını ortalama 93 dakikada bir tur dönüyor. Dünyayı günde 15 kez turlayabilen Göktürk-2, 15 gigabayt resim toplama, her seferinde 600 kilometrekarelik şeridi izleyebilme ve 25 kilometrekarelik bir alanı 2.5 metre çözünürlük ile fotoğraflayabilme özelliklerine sahip, 409 kg ağırlığında bir uydudur. TÜBİTAK’tan verilen bilgilere göre uydu yazılımlarının %100’ü, donanımlarının ise %80’i “Türk Mühendisler” tarafından yapılan ilk yerli Türk uydusudur. Askeri alanlarda istihbarat, sivil alanlarda ise tarımsal ürün analizi, rekolte tahminleri, zirai mücadele, çevre kirliliği, doğal afetlerin neden olduğu hasarların değerlendirilmesi gibi kullanım alanları olduğu söylenen Göktürk-2 uydusu, 2007 yılından bu yana 140 milyon lira bütçeye mal edilerek geliştirilmiştir.

Uydu üretimi üzerine

10

Kapitalizm artık 100 yıl önceki aşamasında değil, bu herkes tarafından bilinen temel bir gerçeklik. Toplumsal tüm hareketlilikler –üretim, dolaşım, bölüşüm, uluslararası ilişkiler, askeri,

siyasal ya da politik ilişkiler… vb.– teknoloji ile sağlanmakta, kontrol edilmekte ya da denetlenmektedir. Bir ülkenin sermaye birikim düzeyinin ölçütü ise üretim sürecindeki sermayenin organik bileşimi üzerinden tanımlanmakta, dolayısıyla da bilimsel ve teknolojik gelişimin kendisi uluslararası rekabetin temel koşullarından birisi olmaktadır. Gençliği çok yakından ilgilendiren Bologna Süreci de bu tür bir ihtiyacın ürünü olarak gündeme getirilmiştir. Günümüzde kapitalist sistemin temel dayatmalarından biri, ülkelerin teknik ve teknolojik alandaki ilerleyişlerinin kaçınılmazlığı olmaktadır. Kapitalist-emperyalist sistemin hegemonya krizi ile onu pekiştiren küresel mali kriz ortamında, keskinleşen savaşımda var olmak için çabalayan ülkelerin hegemonyalarını güçlendirebilmeleri ihtiyacı, sermaye birikimi düzeylerinin geliştiğini kanıtlama zorunluluğu dayatmaktadır. Çünkü bu savaşım içerisinde güçlü kapitalist bloklar ayakta kalacak, güçsüz olanlar ise ellerindekini yitireceklerdir. Göktürk-2 uydusu, bu hali ile ülkedeki sermaye birikiminin gelmiş olduğu düzeyi anlamak için çok anlamlı bir örnek olabilir. Öyle ki, ülkedeki sermaye birikim düzeyi, uzay teknolojileri alanında rekabete girebilecek bir aşamaya ulaşmıştır. 200’ü aşkın ülkenin bulunduğu dünyada, uzayda uydusu bulunan ülke sayısı 56’dır ve bunların sadece 25’i kendi uydusunu üretebilmektedir. Türkiye de bu 25 ülkeden birisi olmuştur. Ayrıca dünyada kendi ürettiği uyduları kendi roketleriyle fırlatabilen 11 ülke bulunmaktadır ve Türkiye 12. ülke olmaya aday olduğunu çeşitli kanallar aracılığıyla ulusal ve uluslararası kamuoyuna duyurmuştur. Göktürk-2 uydusunun fırlatılması, sermaye birikim sürecinin ulaştığı aşamayı ortaya koyduğu gibi, hegemonya savaşında, uluslararası alanda bir gövde gösterisi de olmuştur. Çünkü Göktürk-2 uydusu, nihai olarak askeri keşif uydusudur ve Ortadoğu’daki misyonunu değiştirmek ve ciddi bir güç olmak isteyen her ülkenin ihtiyaç duyacağı muazzam bir araçtır. Bir askeri keşif uydusu olarak Göktürk 2’nin, Kürdistan’ın dört bir parçasında süren Kürt özgürlük mücadelelerine, ama özellikle Türkiye Kürdistanı’ndaki özgürlük hareketine, Suriye’ye, İran’a ve kendisine tehlike olarak gördüğü tüm unsurlara karşı psikolojik üstünlük aracı olarak işlev göreceğini de söyleyebiliriz. İzmir’den Ekim Gençliği okurları


2012’de gençlik hareketinden yansıyanlar...

ODTÜ direnişinin ruhuyla

2013’ü kavga yılı yapalım! Gençlik hareketi 2012’yi sermayenin çok yönlü saldırıları altında geçirdi. Eğitimdeki neo-liberal dönüşümün yansıması olan saldırılara yine soruşturma-ceza terörü, ÖGB ve polis saldırıları eşlik etti. Gençlik hareketi cephesindense 2011’den devralınan dağınıklık ve parçalılık sürdü. 2012 bahar aylarından 6 Kasım sürecine kadar sirayet eden bu tabloya rağmen, yılın son günlerinde ODTÜ’de ortaya konan direniş ve buna bağlı gelişmeler, gençlik hareketi açısından 2013’te yaşanabilecek gelişmeler için umut verici oldu.

Sermaye saldırılarını pervasızca sürdürdü Sermaye düzeni, 2012 yılında da gençliğe yönelik kapsamlı saldırılara imza attı. Eğitimin ticarileştirilmesi sürecini adım adım işlemiş olmasının yanında bir dizi açıdan da gençliğe hazırladığı geleceksizliği koyulaştırdı. 2012 yılının bahar aylarında gençlik sağlık hakkının gaspedilmesi ile karşı karşıya bırakıldı. “Sigortasız kimse kalmayacak” aldatmacası ile hayata geçirilen Genel Sağlık Sigortası (GSS) saldırısı ile birlikte gençliğin de sağlık hakkı gasp edildi. Üniversitelerdeki medikolar tasfiye edildi ya da işlevsizleştirildi. Sağlık hakkının gaspı ve geleceksizlik tanımlamaları ile anılan saldırı, özellikle tıp fakültelerinde eğitim hakkını da doğrudan etkiler bir içeriğe sahipti. 2012’nin güz dönemi başında ise dinci-gerici AKP iktidarı gençliğin karşısına yeni bir yalan ve aldatmaca ile çıktı. Üniversitelerde harçların kaldırıldığı aldatmacasını yayan dinci parti böylece gençliği düzene bağlamaya, daha çok da kendi dinci-gerici emellerine yedeklemeye çalıştı. Ancak tüm bu gayesi ters tepti ve gençlik kitleleri dinci partinin maskesini sokakta düşürdü. Aynı dönemde YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde yapılacak değişiklikler gündeme getirildi. Sözkonusu değişikliklerle devrimci siyasal faaliyet düzenin denetimine tabi kılınacak, buna aykırı durumlara ise hiçbir koşulda tahammül edilmeyerek soruşturma-ceza terörü ile kaşılanacaktı. Ayrıca üniversitelerde yürüyüş ve basın açıklamaları da disiplin yönetmeliği aracılığıyla yasaklanacaktı. Bologna süreci eksenli olarak işletilen süreç tüm hızıyla sürdürüldü. Üniversitelerde Bologna süecine uyum çerçevesinde dönüşüm/yeniden yapılandırdma adımları atılmaya devam edildi. Bu sürecin somut öreği olan diğer bir saldırı da hazırlıkları yapılan Yeni YÖK Yasası oldu. Yeni yasayla birlikte, üniversitelerde kapsamlı bir dönüşümün somut adımlarını atmak isteyen sermaye düzeni, bu sayede üniversiteleri işletme, öğrencileri müşteri, eğitimi meta, emekçileri de köle haline getirmeyi amaçladı. Tasarısı açıklanan yeni yasaya tepkilerse gecikmedi. Başta ilerici gençlik kesimleri olmak üzere, yasanın muhatabı olan tüm kesimler tarafından tepki ile karşılandı. Bu temel gündemlere tek tek üniversitelerde hayata geçirilen saldırılar eşlik etti. Kimi üniversitelerde yemekhane ya da kantin fiyatlarına zam yapılırken, kimi üniversitelerde banka-üniversite işbirliği ile öğrenci kimlikleri banka kartlarına çevrilerek müşterileştirmenin en açık örnekleri sergilenmiş oldu. Dikkate değer nokta ise neredeyse tüm üniversitelerde benzer saldırıların yaşanması oldu.

Faşist baskı ve terör gençlikten 2012’de de “esirgenmedi” Sermayenin bu saldırılarına üniversite yönetimlerinin ve sermaye devletinin hayata geçirdiği faşist baskı ve terör eşlik etti. Üniversitelerdeki devrimci siyasal faaliyet üniversite yönetimleri tarafından soruşturmalarla karşılandı. Soruşturmaların arkasında öğrencilere cezalar yağdırıldı.

Öte yandan, gençliğe yönelik gözaltı ve tutuklama furyası da hızını arttırdı. Gençliğin en demokratik eylemleri bile polis-ÖGB terörü ile karşılandı. Üniversitelerdeki polis terörü 2012 6 Kasımı’na da damgasını vurdu. Bunun yanında, gençliğe yönelik tutuklamalar da devam etti. Gelinen yerde 800’e yakın öğrenci “sudan” gerekçelerle tutuklandı. Bir dizi öğrenciye de yılları bulan cezalar verildi.

2012’ye ODTÜ damgası Yılın son günlerinde ODTÜ’de yaşanan gelişmeler ise koca bir yılın en öne çıkan gündemi oldu. Emperyalist savaş ve saldırganlığın hizmetinde uzaya uydu fırlatılması ile üniversitelerdeki “bilimin” kime hizmet ettiği bir kez daha anlaşıldı. Bundan da önemlisi, emperyalist savaş çığırtkanı Erdoğan’ın üniversitelerine gelmesine karşı eylem yapan ODTÜ’lülere yönelik polis terörü ve üniversitelilerin ortaya koyduğu direniş bir anda tüm ülkenin gündemi haline geldi. Zira dinci partinin şefi üniversiteye binlerce polisten oluşan bir ordu ile gelmiş, üniversitelilere azgınca saldırmış, karşısında ise saatlerce süren militan bir direniş bulmuştu. Ardında da bildik senaryolar hayata geçirilerek polis terörünün üzeri örtülmeye çalışılmakla beraber direniş karalanmak istendi. Takip eden günlerde de ev baskınları ve gözaltılar devreye sokuldu. Yalnız ODTÜ’deki direniş diğer üniversitelerde de yankısını buldu. Bir dizi üniversitede ODTÜ’deki polis terörünü protesto eden eylemler yapıldı. Süreç bazı rektörlerin ODTÜ öğrencilerini kınayan ve polis terörünü meşrulaştıran açıklamalara gösterilen eylemli tepki ile devam etti. Denilebilir ki, yılın son günlerine sıkışmış da olsa gençlik hareketi cephesinden 2012’ye damgasını vuran olay, ODTÜ’de ortaya çıkan polis terörü ve direniş ile buna bağlı olarak yayılan gelişmeler oldu.

Yine, yeni, yeniden: reformizmin bölücülüğü... Reformizmin gençlik hareketi üzerindeki etkisi 2012’de de kendisini gösterdi. Harç eylemlerinden ODTÜ eylemlerine kadar bir dizi süreçte reformizmin hareketi kendi tekelinde ele alması, reformizmin dar ufkuyla da birleşince gelişen hareketliliklerin devrimcileşmesinin önünde engele dönüştü. Gençlik kitlelerinin eylemli tepkileri reformizmin kıskacında düzen içi sınırlara hapsedildi. Diğer yandan, reformizmin bu tutumu gençlik hareketinde bölücü bir etken oldu. Özellikle 6 Kasım’da yaşananlar, reformizmin birleşik bir gençlik hareketi yaratılmasının adeta karşısında duran konumunu bir kez daha göz önüne serdi.

2013’te gençliğin birleşik, kitlesel ve militan eylemini büyütelim! Gençlik hareketi 2013’ü, ODTÜ’de açığa çıkan direniş ruhuyla karşıladı. Şimdi sıra bu ruhu kuşanarak mücadeleyi yükseltmektedir. Birleşik, kitlesel ve militan bir gençlik hareketi yaratarak sermayenin saldırılarını püskürtebilmektedir. Somut olarak ise günün görevi yeni dönemin en temel saldırısı Yeni YÖK Yasası’nı ODTÜ direnişinin coşku ve kararlılığıyla sokakta parçalamaktır. 2012, bu açıdan umut verici gelişmeler devretmiştir 2013’e. Devrimci ve ilerici gençlik kitleleri bu umudu büyütmeli, 2013’ü gençlik için kavga yılına çevirmelidirler. Ekim Gençliği

11


Yeni YÖK Yasası’nı

sokakta parçalamak için... Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), bir süre önce YÖK Yasası’nda yapılması öngörülen değişiklikleri taslak haliyle açıkladı. “Demokrasi” ve “özgürlük” soslarına bulanarak piyasaya sürülen taslak üzerinden bir dizi toplantı vb. gerçekleştirildi. Sermaye temsilcilerinden akademisyenlere kadar geniş kesimlerle yapılan toplantılarda yeni yasanın katılımcı bir yöntemle hazırlandığı yanılsaması yaratılmaya çalışıldı. Gelinen yerde, hemen tüm kesimler yasa üzerine görüşlerini açıklamış bulunuyor. Ancak dincigerici cenah dışında, neredeyse tüm kesimler taslağa yönelik eleştirilerde bulunuyor. Elbette herkes kendi durduğu yerden yapıyor bunu. Şu aşamada süreci bütünlüklü bir değerlendirmeye konu edebilmek, bu kapsamlı saldırının püskürtülebilmesi için yapılması gerekenlerin bir kez daha altını çizmek ve genç komünistlerin bu süreçte oynayacağı rol ile çalışma yöntemine dair hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.

Düzen cephesinden yansıyanlar

12

Başını AKP’nin çektiği dinci-gerici cenah, YÖK yasasında yapılması öngörülen değişiklikler ile üniversitelerdeki sermaye egemenliğini güçlendirmeye, ticarileşme sürecine yeni bir boyut kazandırmaya çalışıyor. Bu nedenle tüm güç ve imkanları ile sürece yüklenerek elini çabuk tutmak istiyor. Ancak sermaye baronlarının bu sadık uşaklarının çabalarından tam anlamıyla tatmin olmadığı görülüyor. Zira sermaye temsilcileri ile yapılan toplantılarda sürekli olarak yasanın eksik kaldığı ifade ediliyor. Eksiklik olarak ifade edilen şey ise şirketlerin doğrudan özel üniversite açmalarının yolunun hala tam olarak düzlenmemiş olması, özel üniversitelerin denetiminin doğrudan sermayedarlara bırakılması, rekabetin arttırılması, her düzeyde üniversite çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesi, yabancı üniversite açmanın önündeki engellerin tümüyle

kaldırılması gibi konular. Yani üniversitelerin her şeyiyle sermayenin doğrudan yönetimi ve denetimi altına alınması, sermaye baronları için kâr kapısı haline getirilmesi biçimindeki eksiklikler... Öte yandan, yeni yasanın YÖK’te cisimleşen merkeziyetçiliği kırmadığı, bunun da üniversitelerin gelişiminin önünde engel olduğu ifade ediliyor. “Kategorize edilmemiş fakat çeşitlendirilmiş” üniversiteler ile gelişimin önünün açılacağı, bunun ise ancak idari ve mali özerkliğin tam anlamıyla hayata geçirilmesi ile mümkün olacağı belirtiliyor. Ancak yasa bu konuda fazlasıyla “cesur” adımlar atıyor zaten. Üniversiteler, sermaye baronlarının doğrudan yer alacağı mütevelli heyetlerine bırakılıyor. Üniversite eğitimi, sermayenin ihtiyaçlarının giderilmesi için planlanan bir üretim sürecine döndürülüyor. Açık ki sermayenin rahatsızlığının gerisinde başka nedenler de var. İddia edildiği gibi yeni yasayla birlikte YÖK’ün merkeziyetçi yapısı kırılmıyor, tersine daha da güçlendiriliyor. Şöyle ki, mütevelli heyetlerinde mülkiidari amirlere yer verilerek üniversitelerin merkezi yapı ile bağları güçlendiriliyor. Sermaye baronlarını rahatsız eden şey ise tam da bu durum oluyor. Zira böylelikle dincigerici cenahın üniversitelerdeki eli güçlendiriliyor. Herşeye rağmen, taslağın sermayeyi tatmin edecek biçimde elden geçirileceği anlaşılıyor. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın tartışmaların ardından yaptığı açıklamalar buna işaret ediyor.

Yasaya karşı mücadelenin önemi ve sorunları Sıkça ifade edildiği gibi, YÖK Yasası’nda yapılması planlanan değişiklikler, üniversitelere dönük kapsamlı bir saldırı anlamına geliyor. Üniversitelerin ticarethaneleştirilmesi, üniversitelilerin müşterileştirilmesi, bilimin tümüyle kapitalist üretime hizmet eden bir metaya dönüştürülmesi ve bunlar gibi temelli saldırıları kapsıyor. Bu böyle olunca, yasaya karşı verilecek mücadelenin içeriği ve kapsamı da ayrı bir anlam taşıyor. Açık ki saldırıyı püskürtebilmenin yolu birleşik ve kitlesel bir eylemsel sürecin ürünü olabilir. Üniversitenin tüm bileşenleri ile birlikte yasaya karşı alanlara çıkmak, yasa tasarısının geri çekilmesinin sağlamanın tek yoludur. Bugün bu açıdan atılan anlamlı adımlar bulunuyor. Bir dizi üniversitede eğitim emekçileri ve devrimci-ilerici gençlik özneleri tarafından yasa karşıtı platform türü birliktelikler kuruldu/kuruluyor. Ancak bu birlikteliklerin


sorunlarından biri çeşitli öznelerin eylem birlikteliğini bugün için aşamamış olmasıdır. Birliktelikler, saldırıyı göğüsleme gücünü ancak etkin bir kitle faaliyeti ile kitleleri sokağa taşıyabilme becerisi ile kazanabilir. Bu anlamda yapılması gereken, yakalanan bu ortaklaşmanın çalışma alanında kendisini gösterebilmesini, birleşik biçimde planlı ve sistematik bir çalışma ortaya koyabilmesini sağlayabilmek olmalıdır. Birleşik mücadeleyi yalnızca böylesi birlikteliklere sıkıştırmamak da önemli noktalardan biridir. Öyle ki, kitlesel eylemlerin hayati önem taşıdığı bu süreçte, bunu sağlayabilmenin koşulu geniş gençlik kesimlerini saldırıya karşı seferber etmek olmaktadır. Yine sıkça ifade edildiği gibi, gençlik kitlelerine, yani tabana dayalı bir çalışma ve eylem süreç örülemediği koşullarda yasanın geri çekilmesini sağlamak mümkün olamayacaktır. Öte yandan, bugün kendisini ciddi olarak hissettirmese de, taslağın yasalaşmasının Anayasa Mahkemesi engeline takılacağı yanılgıları olduğu da biliniyor. Değişikliklerin anayasaya aykırı olduğu ve bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nden döneceği beklentileri, mücadelenin önünde engele dönüşebilir. Bilinmelidir ki, sermayenin böylesine kapsamlı bir değişikliğe gittiği yerde yasal engellerin hiçbir hükmü yoktur. Sermaye rahatlıkla bir kılıf hazırlayabilir. Yeni anayasa hazırlıklarının da sürdüğü düşünülürse, bunun soyut bir genelleme olmadığı da anlaşılabilir.

Yalova Üniversitesi’nde forum

e ODTÜ’de yaşanan olaylar Yalova Üniversitesi öğrencileri, son dönemd hakkında öğrencilerde farkındalık ve gündemde olan Yeni YÖK Yasa Tasarısı yaratmak amacıyla bir forum düzenledi. rki süreçte yaşananlar, Yeni Forumda YÖK’ün kuruluşundan bugüne kada ticarethanelere dönüştürülmek YÖK Yasa Tasarısı’yla üniversitelerin nasıl nan olaylar tartışıldı. Tartışmada istendiği ve son dönemde ODTÜ’ de yaşa ası amacıyla neler yapılabileceği öneriler sunuldu, ortak ve net bir tavır alınm yapılacak faaliyetler belirlendi. hakkında konuşuldu. Önümüzdeki süreçte Yalova’dan Ekim Gençliği okurları

Genç komünistlerin müdahalesi ve çalışma yöntemleri üzerine Genç komünistler, yeni yasa değişikliğini bu dönemki temel gündemleri olarak ele alıyorlar ve çalışmalarını tüm yoğunluğuyla sürdürüyorlar. Birleşik mücadelenin önemine fazlasıyla çubuk büken genç komünistler, bu süreçte temel halka olarak kendi bağımsız kitle faaliyetini öne çıkaracaklardır. Birleşik mücadeleyi zayıflatmayarak, tersinden onu da güçlendirerek... Genç komünistlerin yürüteceği faaliyetin yüklenme noktası ise bir süredir kitle çalışması üzerinden yürütülen tartışmaların artık pratik karşılığının yaratılması olacaktır. Halihazırda kitle çalışması için çeşitli araçları devreye sokmuş bulunan genç komünistler, “yüzü kitlelere dönük” devrimci bir siyasal faaliyet örecek, kitlelerle doğrudan bağ kuran, örgütleyen ve harekete geçiren bir çalışma tarzı ortaya koyacaklardır. Bu, kitle çalışması için tarif edilen üç başlığın (ajitasyon-örgütlenme-eylem) bütünlük içinde ve azami başarı ile hayata geçirilmesi demek oluyor. Öyle ki, bu süreçte yine yaygın propaganda yapılacak, saldırının kapsamı geniş gençlik kitleleri nezdinde teşhir edilecek, mücadele çağırısı yükseltilecek. Ancak bu kitlelerle doğrudan bağ kurularak yapılacak. Örneğin, çalışma değerlendirilirken temel ölçü, kaç tane afiş asıldığı ya da kaç tane bildiri dağıtıldığı değil, kaç insanla süreç üzerine sohbet edilebildiği, kaç insanın harekete geçirilebildiği, kaç okulda/kampüste/derslikte ajitasyon konuşmaları yapılabildiği, konuyla ilgili nasıl bir eylemsel süreç örüldüğü ve kitlelerin yasayı parçalamak hedefiyle sokağa taşınıp taşınamadığı olacaktır. Yani kitlelerle buluşabilmenin ne ölçüde başarılabildiği ve bu buluşmanın ne ölçüde alanlara taşınabildiği olacaktır. Süreç bunun başarılabilmesi için fazlasıyla olanak sunmaktadır. Böylesi bir çalışmada alınacak mesafe, genç komünistlerin yürüttüğü devrimci gençlik faaliyetinde önemli bir gelişme sağlamanın yanı sıra, düzenin yaratmaya çalıştığı bulanık havanın dağıtılmasında ve yasa üzerinden hayata geçirilmek istenen saldırının püskürtülebilmesinde de belirleyici bir yer tutacaktır.

İzmir’de YÖK yasası protestosu

İzmir Ekim Gençliği, YÖK Yasa Tasarısı’nın kısmi bir takım değişiklikler ile Milli Eğitim Bakanlığı’na iletilmesi üzerine 16 Ocak günü Alsancak’ta basın açıklaması gerçekleştirdi. ÖSYM önünde toplanılmasıyla başlayan yürüyüşte Ekim Gençliği imzalı “Yeni YÖK Yasa Tasarısı değişti! Zihniyet değişmedi! Üniversiteler şirket, öğrenciler müşteri… Bologna Süreci’ne ve Yeni YÖK Yasa Tasarısı’na GEÇİT YOK” ozaliti açıldı. Sloganlarla başlayan yürüyüş boyunca kitleye yönelik ajitasyonlar ile YÖK’ün dünden bugüne yaptıkları teşhir edildi, YÖK’ün kaldırılarak özerkdemokratik üniversitelerin kurulmasının zorunluluğu vurgulandı. Yürüyüşün ardından Kıbrıs Şehitleri Caddesi girişinde basın açıklaması yapıldı. Açıklamada kapitalizm için bir zorunluluk olan yükseköğrenimdeki dönüşümün üniversiteleri şirketleştirdiği, eğitimi metalaştırarak öğrencileri müşterileştirdiği belirtilerek, YÖK’e karşı mücadelenin büyüyerek devam edeceğini vurgulandı. Açıklama gençliğin eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim ve özerk-demokratik üniversite için ODTÜ direnişi ruhuyla devrim ve sosyalizm mücadelesini büyüteceğinin haykırılmasıyla son buldu. Ekim Gençliği / İzmir

13


Yeni YÖK Yasa Taslağı’nın son hali hazırlandı...

Kapsamlı saldırı “türbanla örtülmek” isteniyor! Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) Kasım ayında ilk halini açıkladığı Yeni YÖK Yasa Taslağı’nın elden geçirilerek düzenlenmiş biçimi Milli Eğitim Bakanlığı’na sunuldu. Hazırlayan komisyonun “şartlı onayı” alınarak belli maddelerde alternatifli halde bakanlığa sunulan taslak, özü itibarıyla bir değişikliğe uğramış değil.

Türban tartışmalarıyla saldırının özü karartılacak!

14

Taslağın son haline eklenen yeni maddeler ise konuyu farklı bir cepheden tartışmaya açmış bulunuyor. Öğrencilerin eğitim hakkının engellenmemesi gerekçesi ile hazırlanan maddede yer verilen kılık-kıyafet düzenlemesi ve aynı içeriğin öğretim elemanları ile ilgili olarak maddeleştirilmesi, taslağı üniversitelere türbanla girilip girilememesi üzerinden tartışmaya açıyor. İlgili maddeler açıklandıktan sonra tartışmaların odak noktasının bu maddeler olması, önümüzdeki süreçte taslağın bu maddeler üzerinden gündeme taşınacağının, tartışmaların bu eksende sürdürüleceğinin işaretini veriyor. Bu konunun bir kez daha ısıtılarak tartışmaya açılmasının gerisinde, bir yanıyla dinci cenahın toplumun gericileştirilmesi yönlü hedefleri var elbette. Gericiliği yaymayı ve güçlendimeyi sürekli bir uğraş alanı olarak ele alan dinci-gerici cenah, bu konuda çeşitli adımlar atıyor ve adımlarını yasal alanda yaptığı düzenlemelerle güçlendiriyor. Kamusal alanın türbana açılması sorunu da her vesileyle gündeme getirilerek “çözülmeye” çalışılıyor. Ancak, türban tartışmalarının gericiliğin diğer saldırı başlıklarından farklı bir yeri olduğu ortada. Zira bu konu her seferinde bir kutuplaşma yaratıyor. Gericiliğin genel saldırılarını daha sessiz karşılayan kesimler bile konu türban serbestliğine gelince kendi cephesinden ‘radikalleşebiliyor.’ Yeni YÖK Yasası hazırlanırken türban tartışmasının yeniden açılmasının diğer bir nedeni de burada yatıyor. Öyle ki, bugün konuyu bir kez daha gündeme taşıyan dinci-gerici cenah da bu durumun bilincinde. Bundan dolayı da Yeni YÖK Yasası gibi temel bir saldırı paketini hayata geçirirken sorunun bu kısmını öne çıkarıyor. Zira bu sayede yeni yasa ağırlıklı olarak türbanla ilgili maddeler üzerinden tartışılacak, yasanın ardındaki sermaye tehdidi gözardı edilecek, düşük bir ihtimal ama, belki de türbandan feragat edilerek yasa karşıtı tepkiler dindirilecek. Tartışmaların bu eksende yürüyeceğinin ilk işaretleri verilmiş oldu bile. Öncelikle ulusalcı cepheden gelen tepkiler bu soruna odaklandı ve “Anayasa çiğneniyor!” sesleri yükseltildi. Hemen peşinden de reformist sol yasa taslağının bu kısmına dikkat çekmeye başladı. Açık ki bu tartışma önümüzdeki günlerde daha da hareretlenecek, yasa tümüyle türban meselesi üzerinden tartışılmaya çalışılacak.

Sermaye üniversiteleri tehdit ediyor! Tartışmalar türban üzerinden yürütülmeye çalışılsa da yasanın son halinde yapılan yenilikler gözden kaçmıyor. Taslağın son halinde yer verilen maddelerle Milli Eğitim Bakanlığı’nın yükseköğretim üzerindeki etkisi arttırılıyor. Dinci gericiliğin YÖK (yenilenmesi öngörülen adıyla Türkiye Yükseköğretim KurumuTYK) içerisinde kadrolaşmasına güç kazandırılıyor. Üniversitelerin sermayenin talanına açılmasında temel bir mekanizma olacak Üniversite Konseyi yerini korurken, sermaye baronlarının konseydeki koltuk sayısı arttırılıyor. Bunlar gibi bir dizi madde daha yer alıyor taslakta. Bunlar dışındaki iki madde ise özellikle dikkat çekiyor. Bunlardan bir tanesi, rektör seçiminde üniversite öğrencilerine söz hakkı verilmemesi. Yakın zamana kadar demokrasi havariliği yapanlar, sıra rektör seçimlerine gelince demokrasiyi rahatlıkla bir kenara atıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın atama yetkisini daha da güçlendiriyor. Konuyla ilgili açıklama yapan YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya tam bir riyakârlık örneği sergiledi. Rektörlük seçimlerinde öğrenciye söz hakkı verilmemesinin öğrencinin iyiliği için yapıldığını iddia eden Çetinsaya, bu durumu öğrencinin hukusal açıdan yaşayabileceğini iddia ettiği sorunlar ile gerekçelendirmeye çalıştı. Diğer bir temel saldırı alanı ise harçların geri getirilmesi. Dönem başında dinci-gerici AKP’nin harçları kaldırarak yaratmaya çalıştığı ‘eğitimin parasızlaştırıldığı’ yanılsaması, Yeni YÖK Yasası ile tümden boşa düşürülüyor. Yeni taslakta harçlar yeniden gündemleştiriliyor. Harçların arttırılmasının önündeki tüm engeller de kaldırılarak bu alan “serbest rekabetin insafına” bırakılıyor. Ayrıca, yükseköğretim kurumlarının cari giderlerine devlet ve öğrenci tarafından katkı yapılacağı, öğrencinin yaptığı katkının katkı payı olarak adlandırılacağı ifade edilerek soygun düzeni perçinleniyor.

Yeni YÖK Yasası’na geçit yok! Genç komünistler, düzenin yaratmaya çalıştığı yapay tartışmalara sıkışmadan, hazırlığı yapılan Yeni YÖK Yasası’na karşı mücadeleyi yükseltecekler. Elbette gündeme gelen tartışmalar karşısında konuya dair ilkesel duruşlarını deklare edecek, türbanın siyasal anlamınını ve bu eksende tartışmaya açılmasının nedenlerini her fırsatta teşhir edecek, gençliği sahte kutuplaşmalara değil, yasaya karşı gelecek ve özgürlük mücadelesi saflarına çağıracaklardır. Ancak, tüm bunları yaparken saldırının gerisindeki sermaye egemenliğini ısrarla öne çıkaracak, saldırının püskürtülebilmesi için kavga çağrısını yükselteceklerdir. Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı alanlarda yırtma azim ve inancıyla çalışmayı güçlendireceklerdir.

Ekim Gençliği


Sermayenin saldırılarına karşı tutarlı mücadele! 2012’ye gençlik cephesinden bakıldığında, en kapsamlı saldırıların yeni YÖK Yasa Tasarısı ve YÖK Disiplin Yönetmeliği olduğunu görüyoruz. YÖK Disiplin Yönetmeliği üniversitede siyaset özgürlüğü ve üniversitenin özerkliği başlıklarıyla süslenirken, aslında tam tersi bir amaca hizlet etmektedir. Artık düşünmek, sorgulamak ve pratiğe geçmek çizilen sınırların dışında olduğu sürece, soruşturma-ceza terörü ile karşılanıyor. Dönem başından itibaren birçok üniversitede afiş asmak, stant açmak, basın açıklaması yapmak yasak hale getirilmeye çalışıldı. Birçok devrimci, ilerici öğrenci soruşturma-ceza terörü ile karşı karşıya kaldı. Üniversite özerkliği meselesinin ise sadece boş laftan ibaret olduğu açıkça görülmektedir. Öğrenciler üniversite yönetiminde ve yönetici seçiminde halen herhangi bir söz sahibi değildir. Öğrencilerin söz, yetki, karar hakkı gasp edilmektedir. Sermayenin özerklikten kastı, üniversitelerin sermaye bulmaktaki özerkliğidir. Artık devletin direkt yardımları değil, üniversitenin bulunduğu şehirdeki sermayedarlardan para kapma özerkliğidir bahsedilen. Sermaye devleti bir taraftan milletvekili seçilme yaşını 18’e düşürmeye çalışırken, diğer taraftan gelecekleri ve özgürlükleri için mücadele eden binlerce gence baskı politikalarını uygulamaya devam ediyor. Çizilen sınırların dışında taleplerde bulunanlar, okudukları üniversitelerde söz, yetki ve karar hakkı isteyenler görmezden gelinerek, yok edilmeye, sindirilmeye çalışılıyor. Bir diğer saldırı ise YÖK Yasa Tasarısı’dır. Yıllardır üniversitelerin sermayeye peşkeş çekildiğinden, işçi ve emekçi çocuklarına üniversite kapılarının kapatılmaya çalışıldığından bahsediyoruz. Bologna süreci olarak başlatılan ve kökeni 12 Eylül öncesine kadar uzanan bu politika, bugün AKP eliyle pervasızca uygulanmaya başlanmaktadır. Birçok üniversite Bologna sürecini tamamlamak için son hamlelerini yaparken, gençliğe sus payı olarak dönem başında birinci öğretimlerin harçlarının kaldırılması verilmiştir. Fakat çok açık ki bu tasarı ile birlikte üniversiteler, sermaye ile bütünlüklü bir işleyişe sahip olacaktır. Yıllardır eğitimde bilimin sermayenin çıkarına yapıldığı söylemimiz, bugün bu yasa ile tam anlamıyla teyit edilmektedir. Üniversitelerde üniversite bileşenlerinin değil, parası olanların sözü geçecek. Akademisyenlerin iş güvencesi ellerinden alınırken, diplomalı işsizler kervanına şimdi de doktoralı işsizler dahil olacak. Bu yasalara karşı gelişen bir muhalefet de var. Devrimci ve ilerici güçler kendi cephelerinden bu süreçte mücadeleyi güçlendirecek adımlar atmaya çalışırken, akademisyenler de kendileri

cephesinden bu sürece muhalif bir tavır geliştirmeye çabalıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Cebeci’de Siyasal Bilimler Fakültesi’nde yapılan YÖK Yasa Tasarısı Konferansı’na ODTÜ, Hacettepe, Ankara, Galatasaray ve Mimar Sinan Üniversiteleri rektör yardımcıları katıldı. Hepsinin ortak yanı ise mevcut yasaya karşı oluşlarıdır. Genel olarak yapılan konuşmalarda da yasaya karşı olunduğunu ve buna karşı bir süreç geliştirilmesi gerektiğini vurgulayan rektör yardımcıları, ne yazık ki süreci sadece yasa tasarısından ibaret görmekteler. Kendilerini etkileyen tasarıya karşı çıkarken, YÖK Disiplin Yönetmeliği’nin bizzat uygulayıcısı durumundalar. Bir tarafta tasarıya karşı olduklarını söylerken, diğer tarafta da yasaya karşı çalışma yürüten öğrencilere soruşturma açmaktan geri durmuyorlar. ODTÜ’de sermayenin saldırılarına karşı AKP şefi Erdoğan’a geçit vermeyen öğrencilerin terör örgütü mensubu olduğunu söylemeyi dillerinden düşürmüyorlar. Oysa ODTÜ’de başkaldıranlar mevcut yeni YÖK Yasa Tasarısı’na karşı oldukları için de oradaydılar. Binlerce polis, gaz ve ses bombası, onlarca panzer ile ODTÜ’yü kuşatanların terörü görmezden gelinip, öğrencilerin attığı taşlar şiddet aracı olarak ifade ediliyor. Burada çok açık bir sorun var; saldırılar kimsenin tek başına karşılayabileceği boyutta değil. Bu nedenle mücadeleyi mümkün olduğunca birlikte örgütlemek önemli, ama ikiyüzlülükten uzak durarak... Bir tarafta YÖK Yasa Tasarısı’na karşı olduğunu söyleyenler, diğer taraftan YÖK Disiplin Yönetmeliği’nin bir numaralı uygulayıcısı durumundalar. Bu da onların samimiyetlerini tartışmalı kılıp, ikiyüzlü bir tutumun açık göstergesi olarak karşımızda duruyor. Eğer bir sürece karşı gerçekten muhalif bir tutum gerçekleşecekse, bu ikiyüzlüce işine gelene karşı oluşturulacak bir tepki değil, toplam saldırılara karşı geliştirilecek bir tepki olmalıdır. Saldırılara baktığımızda YÖK Yasa Tasarısı ve YÖK Disiplin Yönetmeliği birbirinden bağımsız düşünülecek saldırılar değildir. Eğer gerçekten muhalif bir tavır sergilenecekse, akademisyenlerin bu iki süreci de bütünlüklü ele almaları gerekmektedir. Bizler ikiyüzlü tutumları her yerde mahkûm etmeye devam edeceğiz. Bunun en net örneğini Cebeci’de yapılan konferansta göstermiş olduk. Sürecin nasıl ele alınması gerektiğini ve buna karşı alınan tutumların net ve tutarlı olması gerektiğini belirttik ve rektör yardımcılarının bu süreçteki ikiyüzlü tutumlarını özellikle Hacettepe ve Ankara üniversiteleri şahsında teşhir ettik. Bundan sonra da yürünmesi gereken yolu ve izlenmesi gereken hattı her yerde anlatmaya devam edeceğiz. A. Akın

15


RedHack üniversitelerdeki yolsuzluk belgelerini açıkladı...

Hesabını gençlik soracak! Kızıl Hacker grubu RedHack, YÖK’ün internet sitesine yönelik eyleminde ele geçirdiği 60 bin belgenin içinde bulunan yolsuzluk belgelerini açıkladı. Belgelerde bir dizi üniversite yönetiminin çeşitli yöntemlerle yolsuzluklara imza attığı, bankalardan aldıkları promosyonları kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirdikleri ve bunları yaparken de öğrencileri adeta yem olarak kullandıkları görüldü.

çarpıcı bir biçimde gün yüzüne çıkarılmış oldu. Bu durumun yarattığı basınçla açıklama yapan üniversite rektörleri ya iddiaları tümden reddetti, ya da ilgili belgelerin kendisinden önceki sürece ait olduğunu idda etti. Ancak tüm açıklamaların ortak paydası, eylemin kamuoyundaki etkisinin yarattığı basıncın ifadesi oldu.

Üniversitelerde yolsuzluk diz boyu

Yükseköğretim Kurumu (YÖK) ise bu süreçte tam bir “yavuz hırsız” rolü oynadı. Yolsuzluk belgelerinden bir çoğunun kendisine şikayet olarak da iletildiği anlaşılan YÖK, konuyla ilgili hiçbir işlem yapmazken RedHack hakkında şikayette bulundu. YÖK’ün bu “skandalların” üzerine gitmesini engelleyen etmenler var elbette. Herşeyden önce YÖK, bu yağma düzeninin doğrudan bir parçasıdır. Üstelik sözkonusu olan üniversiteler olunca YÖK, bu düzenin işletilmesinde yönetici konuma gelmektedir. Öyle ki, tüm bu uygulamalar, rektörlerin fırsatçılığını ve yolsuzluklarını maskeleyen yasal düzenlemeler doğrudan YÖK eliyle hazırlanmaktadır. Öte yandan, anlaşıldığı üzere, YÖK’e yolsuzluklarla ilgili bir dizi şikayet gelmiş, YÖK ise bunların üzerini örtmüş ya da yasal platformda aklamıştır. Az önce söylediklerimizden bağımsız bir tutum değildir bu. Yağma çarkının yöneticisinden başka türlü bir tutum da beklenemezdi zaten!

Sözkonusu belgelerde bir dizi üniversitede yaşanan yolsuzluk örnekleri yer alıyor. İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Uludağ Üniversitesi, Fırat Üniversitesi, Kastamonu Üniversitesi, Giresun Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi yönetimlerinin yaptıkları belgelerle kanıtlanmış oluyor. Elbette bunlar bilinmedik şeyler değildi. Sermaye üniversiteleri ticarethaneye dönüştürürüken bu dönüşümün ilgili alandaki yürütücülüğünü yapanların ortaya çıkan ranttan “beslenmedikleri” düşünülemezdi. Ancak RedHack bu başarılı eylemiyle bu durumu tüm gerçekliği ile gündeme getirmiş, tam anlamıyla “belgeleri konuşturmuş” oldu. Burada dikkat çekilmesi gereken yönlerden biri de sürecin öğrenciler üzerindeki etkileridir. Bu durum yalnızca öğrencilerin daha nitelikli eğitim almasının engellenmesi genelliği ile sınırlı kalınmadığını göstermiştir. Öğrenciler üniversite yönetimlerinin rant sağlamaları için bankalara ve sermaye gruplarına yem olarak teslim edilmiştir. İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan örnek bu açıdan oldukça açıklayıcıdır. Belgelerde, İÜ öğrencisinin kimlik bilgilerinin kendi bilgisi olmadan bankaya verildiği, bunun karşılığında da üniversite yönetiminin bankadan promosyon aldığı görülmektedir. Öğrenci bu süreçte mağdur edilmekte, açıldığından haberi bile olmadığı bir banka hesabı nedeniyle borçlandırılmaktadır.

Üniversite yönetimleri “dara düştü”

16

RedHack’in büyük etki yaratan açıklamalarının ardından ilgili üniversitelerin yönetimlerinden arka arkaya yalanlamalar geldi. Ancak üniversite yönetimlerinin “keşke yapmasaydık...” ile başlayan ifadeleri, suçları delillerle sabit olan yönetimlerin içine düştüğü durumu gösteriyor. Zor bir duruma düştüler, çünkü rant kapısına çevrilen üniversitelerdeki bu uygulamalar ilk defa böylesine

Yavuz hırsız YÖK

Gençlik üniversitelerdeki yağma ve yolsuzlukların hesabını soracak! Tüm bunların arkasında sermaye düzeni vardır. Üniversiteleri sermaye baronlarına peşkeş çeken, öğrencileri müşterileştiren düzen, bu çarkın işletilmesi için kendi hukukunu dahi hiçe saymış, yolsuzluk iddiaları ile başlayan hukuksal süreçleri boşa düşürmüştür. Yani yolsuzlukları desteklemiş, bunu yapanları da korumuştur. Açık ki tüm bu yolsuzlukların hesabını sormanın sorumluluğu gençliğe düşmektedir. Bu kirli oyunları ancak gençlik bozabilir. Sorumlulardan hesabı ancak gençlik sorabilir. Bunun yolu ise birleşik ve kitlesel eylemlerle sokaklara çıkmak, eğitim hakkına, geleceğine ve özgürlüğüne sahip çıkmaktan geçmektedir. Son sözümüzü ise eylemin mimarı RedHack’e bırakalım: “Ne ODTÜ’nün ne de başka bir okulun öğrencisi yalnız değildir. Şimdi sıra sizlerde, sokağın tepkisinde!”


Üniversitelerdeki yolsuzluklar gün yüzüne çıktı! RedHack’in geçtiğimiz günlerde Yüksek Öğrenim Kurumu’nun sitesini hacklemesinin ardından üniversitelerde yaşanan usulsüzlükler ve yolsuzluklar bir kez daha gözler önüne serildi. RedHack, eylemini ölüm yıldönümü vesilesi ile Metin Göktepe’ye ve iş cinayetinde ölen maden işçilerine atfettiğini açıklarken, YÖK Elektronik Paylaşım Sistemi sitesine konan mesajda eylemin amacının yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı protesto etmek olduğu belirtildi. RedHack açıklamasında tüm üniversite ve lise öğrencilerine hesap sorma ve mücadele çağrısında bulunarak şunları söyledi: “Yeni YÖK yasa tasarısı üniversite öğrencilerine ve üniversite bileşenlerine karşı indirilmiş bir yasadır. Önümüzdeki süreçte iktidar, üniversiteleri giderek öğrencilerden soyutlaştırıp, belirli kişilerin şirketleri olarak algılanmasını istemektedir. ODTÜ’deki isyan aynı zamanda bizlerin bu yasayı istemediğini göstermektedir. YÖK’ü ne eski haliyle ne de yeni haliyle istiyoruz.” Eylemin ardından RedHack ele geçirdiği belgeleri parça parça yayınlamaya başladı. Yayınlanan belgelerde ihalelerde yapılan usulsüzlükler, “eğitim” adı altında şirketlerden özel yurtdışı tatilleri ve torpil istekleri gibi bilgiler yansıyor. Yayınlanan belgeler birer ticarethane gibi işleyen, öğrencileri müşteri gibi gören, toplumun değil sermayenin çıkarları için bilim üreten üniversitelerin geldiği aşamayı ve üniversitelerin nasıl yönetildiğini anlamak açısından “ibret” verici örnekler sunuyor.

RedHackLeaks açıkladı… Ege Üniversitesi: 1999 yılında 2500 kişilik yurt yapılacağı gerekçesi ile kamulaştırma yapıldığı, ancak yurt yerine imar planında mevzuata aykırı tadilat yapılarak alışveriş merkezi yapılması için bir inşaat şirketi ile sözleşme yapıldığı ortaya çıktı. Sakarya Üniversitesi: Sakarya Üniversitesi rektörü 16 trilyonluk usulsüzlük gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Marmara Üniversitesi: Hukuka ve mevzuata aykırı akademik personel alımı, lisansüstü giriş sınavları için her öğrenciden usulsüz biçimde 100 TL alınması, öğrenci ve personelin kişisel bilgileri bankaya iletilerek kendilerinin haberi almaksızın hesap açılması, Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serap Helvacı’nın atanmasını engellemeye çalışması, Helvacı’ya mobbing uygulayarak istifaya zorlaması gibi usulsüzlükler ortaya çıktı. Karadeniz Teknik Üniversitesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Güçlendirme Vakfı’na usulsüz para aktarıldığı, öğrencilerden ilk kayıtta 100 TL, kayıt yenilemede 25 TL bağış toplandığı ortaya çıktı. Tunceli Üniversitesi: Tunceli Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Batu’nun Uludağ Üniversitesi’nde görevli Prof. Dr. Ömer Utku Çopur’a attığı bir mail ile “bir arkadaşı” için torpil talebinde bulunduğu ortaya çıktı. Hacettepe Üniversitesi: Üniversitenin şaibeli bağışlar topladığı ortaya çıktı. Giresun Üniversitesi: “Giresun Üniversitesi Mer-

kezi Araştırmalar Laboratuarı”na teçhizat alımlarında, kurulumu yapılmadan ve hiçbir yasal sürece uyulmadan çok büyük ödemeler yapıldığı ortaya çıktı. Fırat Üniversitesi: Üniversitenin protokol yapılmadan öğrenci harçlarını almaya devam ettiği ve bu şekilde elde ettiği gelirin bir kısmıyla da Audi A8 marka araç aldığı ortaya çıktı. Uludağ Üniversitesi: Üniversitenin eski rektörü Mustafa Yurtkuran’ın, öğrenci harçları ve personel maaşları karşılığında Garanti Bankası’ndan aldığı promosyon ücretini, üniversite gelirlerine değil, üniversite vakfına aktardığı, üniversite ihalelerinde yolsuzluk gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Kastamonu Üniversitesi: Sahte diplomalı Cuma Aydın’ın önce akademisyen olarak atandığı, daha sonra meslek yüksek okuluna Bilgisayar Teknolojileri Bölüm Başkanı yapıldığı ortaya çıktı. İstanbul Üniversitesi: Sayıştay’ın yaptığı incelemeler sonucunda İstanbul Üniversitesi’nin 1 milyon 537 bin TL’yi muhasebe kayıtlarına girmediği, Ziraat Bankası’nın İstanbul Üniversitesi’ne 325 bin TL’lik bir adet BMW ve 431 bin TL’lik 6 adet otomobili bağışladığı ortaya çıktı. Gazi Üniversitesi: Atatürk Orman Çiftliği’ne ait Çukurambar’da bulunan ve Gazi Üniversitesi tarafından alınan arazide iş merkezi ve konut yapılması için bir ihale açıldığı, ihaleyi AKP’ye yakın Kuzu İnşaat’ın aldığı ortaya çıktı. Bir komisyoncuya düşen miktarın 5 milyon TL olduğu bildirilirken, rektörün burada çok daha büyük bir vurgun yaptığı belirtiliyor. Çukurova Üniversitesi: İslam Kalkınma Bankası’ndan alınan 8,9 milyon dolar kredi ile usulsüz olarak gerçekleştirilen ihale sonucunda, eksik ve bozuk tıbbi cihazlar alınarak üniversitenin milyonlarca dolar zarara uğratıldığı ortaya çıktı.

YÖK, örtbas için harekete geçti… Üniversite yönetimlerinin kirli çamaşırlarının RedHack tarafından ortaya çıkartılmasının ardından YÖK de olayı örtbas etmek için vakit kaybetmeden harekete geçmiş durumda. Eylemin ardından YÖK Başkanı Çetinsaya ortaya çıkan rezaleti meşrulaştırmaya çalışarak şunları söyledi:“Bu belgeler bir kere yasa dışı yollarla ele geçirildi. Onun üzerine bir spekülasyon başladı sanki gizlenmiş belgeler, üstü örtülmüş şeyler veya bilinmeyen şeyler ortaya çıkmış gibi… Vazifemiz gereği bize gelen her türlü ihbarı, soruşturma isteğini, bunları titizlikle, hiçbir ayrım yapmadan inceleme ve soruşturma süreçlerine sokuyoruz. Buradan kalkarak da ‘üniversiteler yolsuzluk’ içinde demenin bence bir anlamı yok.” Çetinsaya öte taraftan “koruma” içgüdüsü ile saldırgan açıklamalar yapmaktan geri durmadı. Çetinsaya’nın YÖK’ün inceleme ve soruşturma aşamasında olan “gizli” ibareli belgeleri haberleştiren gazetecilerle ilgili yargıya başvuracağını açıklaması, RedHack eylemlerinin kamuoyunda yankı uyandırmasından duyduğu rahatsızlığı açık bir şekilde göstermiş oldu. RedHack’in gerçekleştirdiği eylemle YÖK kıskacındaki üniversitelerin içerisinde olduğu derin çürüme bir kez daha ortaya serildi.

17


25. yılda gençlik güçlerimize çağrı...

Partiyle bütünleşelim!

S. Meral

Türkiye’de de gençlik hareketi düzen-devrim çatışmasının hep bir tarafı olmuştur. Bugün en pespaye reformistlerin dahi devrimci sloganları sahiplenmesi, hatta çürümüş bazı siyasal yapıların gençlerin devrimci özlem ve duyarlılıkları istismar ederek varlığını devam ettirebilmesinin gerisinde bu vardır.

18

“Gençlik sahip olduğu kararlılık, fedakarlık ve atılganlıkla, özellikle de devrimci atılım dönemlerinde, cephenin ön saflarında yürüyerek devrim mücadelesinde önemli bir rol oynar. Lenin’in partisi gençlerin partisiydi ve Lenin partinin ‘gençliğe ve özellikle de işçi sınıfının genç unsurlarına’ dayanması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. Adeta bir ‘yaşlılar partisi’ olan Menşevikler karşında Bolşeviklerin devrimci atılım dönemlerindeki cesaret ve üstünlüğü (elbetteki temel ve belirleyici unsurların yanında), partinin genç olmasıyla da doğrudan ilgiliydi. “Bolşevikler, gençliğin ‘genç’ olmasından kaynaklanan özelliklerini her zaman gözönünde bulundurmakla beraber, hiç kuşkusuz ki soruna yaklaşımda sınıfsal özellikleri temel alıyorlardı. Komünistler, toplumsal gelişmenin motoru olarak kuşaklar arası özgüllük ve çelişkileri değil sınıflararası çelişkileri alırlar. Bu nedenledir ki, Lenin, partimiz her şeyden önce ‘en ileri sınıfın gençliğinin partisi olmalıdır’ diyordu.” (Ekim, Gençlik Özel Sayısı, Başyazı, 15 Aralık 1991) Burada Büyük Ekim Devrimi’ne önderlik etmiş bir partinin sınıf kimliğine ve genç-dinamik yapısına dikkat çekiliyor. Proletaryanın genç unsurlarına yaslanmanın öneminin yanısıra gençliğin devrimci enerjisinin altı çiziliyor. Gençliğin toplumun en duyarlı, dinamik ve atılgan kesimi olması, devrime öncülük etme iddiası taşıyan bir partinin bu alana özel bir ilgi göstermesini gerektirir. Nitekim komünist hareket 25 yıllık tarihi boyunca gençlik çalışmasına gereken önemi vermiştir. Çünkü gençlik kapitalizmin kendisine dayattığı baskı ve geleceksizlik karşısında özgürlük ve gelecek istemleriyle harekete geçer ve mevcut düzenle karşı karşıya gelir. Gençliğe özlemini çektiği geleceği sağlayacak olan ise proletaryadır. Bu nedenle devrimci mücadelede aktif rol oynayacak gençliği devrimin yedek gücü olarak kazanma ihtiyacı proletarya için özel önemdedir. Dolayısıyla proletaryaya öncülük edecek parti için de... Türkiye’de de gençlik hareketi düzen-devrim çatışmasının hep bir tarafı olmuştur. Bugün en pespaye reformistlerin dahi devrimci sloganları sahiplenmesi, hatta çürümüş bazı siyasal yapıların gençlerin devrimci özlem ve duyarlılıkları istismar ederek varlığını devam ettirebilmesinin gerisinde

bu vardır. Gençlik hareketini kitleselleştirmek ve devrimcileştirmek temel ekseni etrafında şekillenen gençlik çalışmamız 25 yıllık süreçte azımsanmayacak bir deneyim biriktirmiştir. Gençlik içindeki siyasal öznelere dair değerlendirmelerimizdeki ana vurgu, bunların derin bir apolitizm ve kendiliğindencilik içinde olduğudur. Tüm yetersizliklerimize karşın bizi bu sürecin dışında tutan temel neden ise ideolojikpolitik bakışaçımızdır. Gençlik sorunu çerçevesinde güçlü bir politik konumlanış içinde olmamız, bunu sürekli ve sistemli bir faaliyet ile birleştirmemizdir. Çalışmamızın her aşamasında gençlik hareketinin sorunlarını tartıştık ve dar grupçu hesapların peşinde koşmadan hareketi büyütme çabasında olduk. Diğer gençlik yayınlarında gençlik hareketinin sorunlarına ilişkin dişe dokunur bir tartışma yürümezken genç komünistler bu konuya ısrarla eğildiler. Kendi güçlerine yaslanarak çıkan yayınımız sürekliliğini korudu ve ciddi deneyimler biriktirdi. Gençlik çalışmamız zaman zaman darlaşsa da sürekliliğini hep korudu. Bulunduğu alanlarda siyasal faaliyetini kesintisiz sürdürme iradesini gösterdi. Çalışmamızın ayırdedici yönlerinden bir diğeri ise, çalışmamız içerisinde yetişen kadrolarımızın sınıf çalışmasına karşı belirgin bir ilgisinin olmasıdır. Gençlik güçlerinin sınıf çalışması pratiğine olanaklı sınırlar içinde katılabilmesi bunun bir nedenidir. Parti, gençlik çalışmamızın sınıf ve emekçi kitlelerle kurduğu bağa özel bir önem verdi. Sol hareketin sınıfın sorunlarına karşı derin bir ilgisizlik gösterdiği bir dönemde, gençlik


güçlerimiz sınıfı yakından ilgilendiren gelişmeler karşısında hep bir duyarlılık ve açıklık içerisinde oldu. Sınıf çalışmasıyla kurulan bağ, sınıf devrimciliği kimliğini gençlik içerisinde yerleştirmenin ilk adımları sayıldı. Gençlik çalışmamızın 25 yıllık pratiğinin temel özellikleri, ayırdedici yanları ve birikimleri özetle bunlardır. Son yıllarda gençlik çalışmamızda yaşanan nispi daralma her ne kadar politik etkinin zayıflamasına yol açsa da, bu alandaki birikimlerimiz yine de yaşanan daralmayı aşmanın temel dayanağıdır. Sorunumuz, komünist hareketin 25 yıllık birikimleri üzerinden edindiği kimliği gençlik güçlerimize maledebilmek, bunu daha ileriye taşımak, ideolojik-politik birikimimizi güçlü bir örgütsel düzeyle kalıcılaştırmaktır. Bunlarla beraber kitleselleşmektir. *** Parti basınında tarihsel döneme ilişkin değerlendirmeler ve buna yönelik hazırlıkların anlamı ve kapsamına ilişkin metinler sıklıkla yer aldığı için bunları burada yinelemek gerekli değildir. Özetle parti, “devrime hazırlanmak” temel görevi ile hareket edecek, diğer bütün sorunları da bu kapsamda ele alacaktır. Gençlik örgütümüzdeki her bir yoldaşımızın da devrimin ihtiyaçlarına eğilerek çalışmalarını gözden geçirmesi gerekiyor. Bugün gençlik çalışmamızın düğümlendiği alan, yeterli nitelik ve nicelikteki kadroların zayıflığı ve örgütümüzün darlığıdır. Aslında bunlar içiçe geçmiş sorunlardır. Kadro sorunu, örgütümüzün zayıflığını ve darlığını aşmak, gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurmak, böylece kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketini yaratmak için mesafe alınması gereken temel bir sorundur. Gençlik çalışmamızın güçlendirilmesi, hareketin devrimcileşmesi için de temel önemdedir. Ancak kitle tabanı geniş bir örgütlenme ile birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi politikasını geniş gençlik kesimi için bir çekim gücü haline getirebiliriz. Ancak bağımsız bir güç olduğumuzda ideolojik-politik platformumuzun hayatta karşılığını bulabiliriz. Bu ise nitelikli kadrolarla mümkündür. 25. yılında komünist hareket siyasal sahnede etkin bir güç olmayı ve her bakımdan sıçramalı bir gelişme gerçekleştirmeyi önüne hedef olarak koymuştur. Kadrolaşma ise bütünlüklü bir sıçrama gerçekleştirmenin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Bu ihtiyaç gençlik çalışmamız için esas olarak nitelik ve devrimci-militan kimlik sorunlarıyla kesişiyor. Kadrolarda devrimci-militan kimliğin gelişmesi sorunu yakıcı bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede TKİP III. Kongresi’nin şu değerlendirmesi gençlik güçlerimizi yakınen ilgilendirmektedir: “Parti, devrimciliği bir yaşam biçimi olarak benimsemiş, her açıdan iyi eğitilmiş, devrim uğruna her türlü fedakârlığa her an ve her yönüyle hazır, sağlam savaşçı profesyonel devrimci kadrolara dayanmalı, özel bir yoğunlaşma ile bunların sayısını sürekli biçimde çoğaltmalıdır.” (Partinin Öncelikli Sorunlarının Genel

Çerçevesi, TKİP III. Kongresi Gündemi, Kasım 2009) Yoldaşlarımız devrimci dönüşüm ihtiyacını bilince çıkararak, aile, okul, meslek vb., kendilerini düzene bağlayan faktörlerle hesaplaşabilmek durumundadırlar. Nesnel koşulların etkisini bir yana bırakırsak, devrimcileşmek iradi bir çabayı gerektirir. Kişinin kendisinin öznel çabası olmaksızın devrimcileşme kesintisiz olarak süremez. Kadrolaşmanın diğer bir ayağını ise nitelik sorunu oluşturuyor. Elbette ki nitelik sorunu tek başına ideolojik donanım sorunu değildir, bu içerisinde devrimci-militan kimlik sorununu da barındırır. Fakat burada dikkat çekilen nokta donanımlı, bakışı net ve inisiyatifli güçlerin önemidir. Komünist gençlik örgütünün yüklenmesi gereken alan ideolojik-teorik birikimini yükseltmek, parti ile arasındaki açıyı kapatmaktır. Siyasal çalışmamızın içeriğinden faaliyet kapasitemize kadar birçok sorunun düğüm noktasını bu oluşturuyor. 25. yılda politik ve örgütsel olarak çok yönlü bir sıçramayı gerçekleştirmeyi hedefliyorsak, hızla donanımımızı da yükseltmeliyiz. Parti eğitim sorununun çözümü için bir dizi çalışma gerçekleştiriyor. Fakat merkezi müdahalelerin yanında kadrolarımızın kendi çabası olmaksızın yeterli sonuç elde edilemez. Bu bakımdan gençlik güçlerimiz kendilerini ideolojik-teorik olarak geliştirme sorununu gündelik siyasal faaliyetin bir parçası olarak görmelidirler. Her bir genç yoldaşımızın devrimci-militan kimliğini geliştirme ve ideolojik-teorik birikimini yükseltme çabası partiye ve devrime karşı bir sorumluluktur. Ekim’in gençlik konulu bir değerlendirmesinde, partinin gençlik çalışmasının önemi vurgulanırken şunlar söylenmektedir: “Çünkü tasfiyeci reformizm karşısında devrimci örgüt iddia ve iradesini komünist gençlik temsil ediyor. Gençliğin devrimci enerjisinin işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketiyle devrimci temellerde birleşmesini de yalnızca komünistlerin gençlik çalışması sağlayabilir...” (Yeni Dönem ve Genç Komünistlerin Görevleri, Sayı: 268, Ekim 2010) Bu noktada son sözümüzü genç yoldaşlarımıza bir çağrı yaparak bitirelim. Misyonumuzu yerine getirmek, gençlik alanında işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini yerleştirmek için çok yönlü bir çaba içinde olmalıyız. 25. yılında parti ile bütünleşmeli, partili kimliğimizi geliştirmeli ve gençliğin devrimci dinamizmini devrimci mücadeleye akıtmak için seferber olmalıyız. (TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Ocak 2013 tarihli 286. sayısından alınmıştır...)

19


İzmir’in NATO komuta merkezi olması, Malatya-Kürecik’e füze kalkanı ve radar sisteminin kurulması ve Patriotlar’ın Suriye sınırına konuşlandırılmasıyla işçi ve emekçiler ile gençlik için savaş çok daha hissedilir bir hal almış, sermaye devleti savaşa bir adım daha atmıştır. Emperyalistlerle kurduğu ilişkiler ve bölgesel çıkarları doğrultusunda Türk burjuvazisi savaşa hazırlanmakta, savaşın tüm faturasını da işçi ve emekçiler ile gençliğe kesmektedir. ... Dolmabahçe 6. Filo eylemleri, ODTÜ’de Kommer’in arabasının yakılması gençliğin anti-emperyalist duyarlılığının, militanlığının göstergeleridir. Gelişecek süreçlerle beraber NATO üsleri gençliğin NATO temelde uluslararası bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütüdür. Dünyanın dört bir yanında katliamlar örgütleyip darbeler tezgahlamakta, kitlesel, militan öfkesinin hedefi haline silahlı paramiliter güçler yetiştirmekte, kontr-gerilla faaliyetleri gelebilmelidir. yürütmektedir. Sınıf hareketlerini dağıtmak ve baskı altına almak için çalışmaktadır. Sovyetlerin çöküşüyle Bugünden bu süreçlere hazırlanmak beraber dünya jandarmalığı görevine soyunan NATO, bizlerin görevidir. Öncelikle bilinç halen de bu görevini yerine getirmektedir. açıklığı, geleceği kucaklama güç ve Ayrıca sürekli olarak krizler ve bunalımlar yaşayan sistemin devamlılığını sağlama, emperyalistiradesi, “enginleri fethetme kapitalist ülkeler arasındaki çelişkilerin ruhu”nu kuşanabilmeliyiz. derinleşmesini önleme/düzenleme ve bu Bugünün hem toplumsal hem çelişkileri giderme ve uzlaştırma aracı olarak da faaliyet yürütmektedir. örgütsel kalıplarıyla değil, NATO bugün ülke gündemine, geleceği temsil eden bir özellikle Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale üzerinden girmektedir. hareketin ruh haliyle hareket Ortadoğu’daki emperyalist saldırıların etmeli, geleceği kendi elleriyle taşeronu, pazarlıkların kırıntı peşinde yaratacak olan kitlelerin koşanı olan Türk sermaye devleti, NATO içerisindeki rolünü de layıkıyla coşkusunu bugünden yapmaktadır. İzmir’in NATO komuta karakterimiz haline merkezi olması, Malatya-Kürecik’e füze kalkanı ve radar sisteminin getirmeliyiz.

Türkiye’nin NATO’ya uşa

Empery iç savaş ay

kurulması ve Patriotlar’ın Suriye sınırına konuşlandırılmasıyla işçi ve emekçiler ile gençlik için savaş çok daha hissedilir bir hal almış, sermaye devleti savaşa bir adım daha atmıştır. Emperyalistlerle kurduğu ilişkiler ve bölgesel çıkarları doğrultusunda Türk burjuvazisi savaşa hazırlanmakta, savaşın tüm faturasını da işçi ve emekçiler ile gençliğe kesmektedir.

Türkiye’nin NATO’ya girişi…

20

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı esnasında kendi çıkarları doğrultusunda ‘tarafsız’ kalmaya çalışan Türkiye açık bir tutum sergilemekten kaçındı. Hemen hemen bütün ülkelerle arayı iyi tutmaya çalışan, Hitler faşizmiyle gizli yazışmalarla ilişkiyi sürdüren Türk sermaye devleti savaşın sonlarına doğru çıkan sonucu değerlendirerek tutum aldı. Hitler faşizminin yenileceğinin açığa çıkmasıyla beraber ve dönemin kapitalist ülkelerince oluşturulan Birleşmiş Milletler’e girebilmek için Almanya’ya savaş ilan etti. Bunun savaşın bitmesine sayılı günler kalmasından kaynaklı pratik bir karşılığı yoktu. ABD ve İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmeyen ülkeleri birliğe almayacaklarını açıklamalarından kaynaklı yapılmış bir manevraydı. NATO’nun kurulmasıyla beraber Türkiye, kapitalist kamptaki yerini sağlamlaştırmak ve kampın emperyalist devletlerince korunmak için NATO’ya katılım başvurusunda bulundu, ancak reddedildi. Türk sermaye devleti bunun ardından uşaklıkta sınırların aşıldığı bir tutum alır. Kore’ye gerçekleştirilen emperyalist müdahaleye 500 asker istenmesine rağmen 5.000 asker gönderir. Bu savaşta Türkiye’den 721 asker ölür. Kore savaşının faturasında bunun dışında, 175 kayıp, 2147 yaralı, 234 esir, 346 hasta asker vardır. Türk burjuvazisinin işçi sınıfı ve emekçilere ödettiği bu ağır


aklık macerası sürüyor…

yalist saldırı, savaş ve ygıtına karşı mücadeleye! faturanın hemen ardından, sermaye devleti 1952’de NATO’ya alınır. NATO üyesi ülkelerin Türkiye’yi üyeliğe alırken, bu kanlı bedelden çok, Türk sermaye iktidarının aynı ‘bonkörlüğü’ sonrasında da yapacağını göz önünde bulundurduklarından kuşku yoktur. Zaten üyelikten yedi ay sonra İzmir’de Müttefik Kara Kuvvetleri Karargahı (LANDSOUTHEAST) kurulmuş, karargahın başına ABD’li bir korgeneral getirilmiştir. Bu şekilde dünya jandarması NATO, üssünü kuracağı ve sürekli olarak savaş tehlikesi ve tehdidiyle seve seve yüz yüze olacak ülkeyi bulmuştur. 1954’te yapılan antlaşmayla beraber ABD’nin üs kurması, asker bulundurması kabul edildi. 1966’da üslerin sayısı 112’ye, kapladığı alan 35 km²’ye çıkmıştı. En baştan itibaren tüm NATO üsleri özerk bölge olarak kabul edilmekte, NATO ve ABD toprağı olarak kullanılmaktadır. 1976’da ve 12 Eylül 1980 darbesinin ardından yapılan antlaşmalarla 12 üs direkt olarak ABD’nin kontrolüne verilmiştir. İncirlikKargaburun’da kurulan üs de “ABD-Türkiye Savunma ve İşbirliği Anlaşması” ile ABD’nin denetimine verilen üslerden biridir. Afyonkarahisar Havaalanı NATO’nun ikinci büyük havaalanıdır ve “Ana Jet Bakım Üssü” olarak kullanılmaktadır. Sivil uçuşlara açılmasına NATO izin vermemektedir. İzmir Hava Üssü’nde ise 42 uçak ve 300 asker-personelin yanısıra I-HAWK ve Roland füze sistemleri konuşlandırılmıştır. 2004’te LANDSOUTHEAST ana karargâhı Napoli’den İzmir’e taşınmış, 2006’da da ABD 16. Hava Filosu, Almanya’nın Rammstein hava üssünden alınarak buraya yerleştirilmiştir. Bunlar gibi daha birçok askeri mühimmat Avrupa’daki ülkelerden Türkiye’ye getirilerek konuşlandırılmıştır ve bu devam etmektedir. Şile Üssü (Stinger füzelerinin fırlatılması

için uluslararası standartlarda bir atış alanıdır), Konya 3. Ana Jet Üssü Komutanlığı (Irak işgali sürecinde NATO tarafından getirilen AWACS’lar buradadır), Balıkesir 9. Hava Jet Üssü (6 adet “vault” denilen füze rampası bulunmaktadır), Muğla Aksaz Deniz Üssü, Ankara-Ahlatlıbel, Amasya-Merzifon, Bartın, Çanakkale, Diyarbakır-Pirinçlik, Eskişehir, İzmir-Bornova, İzmit, Kütahya, Lüleburgaz, Sivas-Şarkışla, İskenderun, OrduPerşembe, Rize-Pazar, Erzurum, Van-Pirreşit ve Mardin’de NATO’ya bağlı Birleştirilmiş Hava Harekat Merkezleri bulunmaktadır. Bu politikanın iki temel nedeni vardır. Birincisi emperyalist devletler için açık bir tehlike ve tehdit olan üsleri kendi topraklarının dışında konuşlandırma çabası, ikincisi ise Ortadoğu üzerinden geliştirilen emperyalist planların icraatında Türkiye’ye biçtikleri roldür. Türk sermaye devleti ise NATO üslerinin Türkiye’de bulunmasından gurur duymaktadır. Bunu da NATO için önemli bir devlet olmalarına bağlamaktadırlar. Elbette ki bu işçi ve emekçilerin gözlerini boyamaktan başka bir şey değildir.

Güncel gelişmeler ışığında Türkiye’nin Ortadoğu’daki tetikçilik rolü Yakın zamanda ise Malatya-Kürecik’e kurulan füze kalkanı ve radar sistemleri ile Ortadoğu üzerinde tam bir hakimiyet kurma çabasındaki ABD ve NATO, aynı zamanda İsrail’in açıktan koruyuculuğunu yapacaktır. Çevreye vereceği zararsa cabasıdır. Suriye’ye emperyalist müdahale üzerinden gündeme gelen Patriotlar’ın ismi ise ‘91 Körfez Savaşı’ndan hafızalarımızdadır. Saddam’ın Scout füzelerine karşı sürekli olarak “ABD’nin Patriotlar’ı Türkiye’yi koruyacak” yalanları ile ABD’nin üsleri meşrulaştırılmıştı. Bugün de Patriotlar ve NATO askerleri Türkiye’ye gelmeye başlamıştır. Patriotların komuta merkezi İzmir’de olacak olsa da düğme Türkiye’nin değil, NATO’nun elinde olacaktır. Tüm bunlar da göstermektedir ki Türkiye açıktan taşerondur, topraklarını emperyalist planlar doğrultusunda kullandırmaktadır. Ancak, bu demek değildir ki Türk burjuvazisinin çıkarları da bunu gerektirmemektedir. Elbette Türk burjuvazisi de kendi çıkarları doğrultusunda bu adımları atmaktadır. Suriye’de gelişen süreçler sermaye devletini rahatsız etmektedir. Suriye’de halkın hoşnutsuzluğunu emperyalist müdahaleye vesile etmek isteyen emperyalizm, Türkiye ve Katar’ı öne sürerek gelişecek süreçlere müdahale etme gücü yaratmaya çalışmaktadır. Tüm bunlar Türk sermayesinin çıkarları ile de örtüşmektedir. Türk sermaye devleti, Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin yeniden şekillendirilmesinde de pay kapma peşindedir. Bunun içinse önden sürece dahil olmak derdindedir. Bu arada Batı Kürdistan’ın bir gerçeklik halini alması

21


ve Kürt hareketine moral kaynağına dönüşmesi, Türk sermaye devletini ayrıca rahatsız etmektedir. Emperyalist efendilerinin tüm dayatmalarını peşinen kabul edip gereklerini hızla yerine getirmesinin arkasında, bir de buradan doğan kaygılar yatmaktadır. Türk devleti, tüm bunların karşısında Suriye tarafından sınır ihlalleri gerçekleştirildiğini iddia ederek fütursuzca savaş çığırtkanlığı yapmaktadır. Sınır köylerine düşen mermiler, sınırda yaşanan çatışmalar -ki birçoğu Türkiye’nin destek olduğu ve kışkırttığı ÖSO’nun damgasını taşıyor- vesile edilerek, NATO sözleşmesinin ünlü 5. maddesi öne sürülmektedir. İlk adımda NATO’dan saldırı kararı çıkartılamamış olması özellikle emperyalistler arası güç dengelerinin elvermemesinden, Rusya ve Çin’in vetosundan dolayıdır. Fakat bu kadarı batılı emperyalist ittifakın savaş hazırlıklarını pervasızca sürdürmeye yetmediğindendir ki Patriotlar Türkiye’ye

22

konuşlandırılmakta, ülke toprakları NATO’nun savaş üssü haline getirilmektedir. 2005’te güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de “NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı” şeklinde ifade edildiği üzere Türkiye gelişen süreçlere dahil olmak ve pay kapmak için çaba sarfetmektedir. Bu bir devlet politikasıdır. Tüm bunları AKP’nin şefi Erdoğan da açıkça dile getirmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki gelişmelerin ışığında öneminin arttığını, “özgür dünyanın savunmasında” temel bir rol oynayacağını iddia ederek, uşaklıkta elinden geleni yapacağının sözünü vermektedir.

NATO’ya karşı mücadele anti-emperyalist mücadelenin temel bir boyutudur! Yüzü aşkın NATO üssü ile Türkiye on yıllardır NATO’nun ileri karakolu ve savaş üssüdür. Bu, Ortadoğu’da gelişen süreçlerde Türkiye’nin rolüne de işaret etmektedir. Bunun yanı sıra, düzen için tehdit oluşturabilecek bütün süreçlere NATO’nun bir şekilde müdahil olacağı, buradan doğru gelişecek toplumsal mücadelenin karşısında emperyalist-kapitalist sistemi bulacağımız çok açık. On yıllardır Türkiye’de de, dünyada da olan budur. Bugün de birçok ülke üzerinden yaşanmaya devam etmektedir. Açıktan veya gizli fark etmeksizin emperyalist-kapitalizm, NATO eliyle işini şansa bırakmamaktadır. Dünya çapında gelişen süreçlere kirli iç savaş örgütlenmeleri, kontrgerilla faaliyetleri, provokasyonlar, katliamlar ve darbelerle müdahil olan NATO her bir ülkede gelişen sosyal mücadeleleri de kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. 5. Maddenin anlamı budur. Bu yüzden bunu gözetmek, bu bilinçle hareket etmek, daha bugünden NATO’ya karşı bir bilinç açıklığına kavuşmak önemlidir. NATO’nun rolünü sadece teoride kabul etmek değil, mücadele pratiğinde de ortaya koymak gerekmektedir. Füze kalkanı, Patriot füze rampaları ile gündeme yeniden giren NATO karşıtı mücadele gençlik içerisinde de çok yönlü bir şekilde işlenebilmelidir. Bu politikanın pratik ayaklarını üniversitelerin bu konuda girdiği işbirliklerine, gençlik üzerinden yapılan hesapların açığa çıkartılmasına kadar genişletebilmeliyiz. Dolmabahçe 6. Filo eylemleri, ODTÜ’de Kommer’in arabasının yakılması gençliğin antiemperyalist duyarlılığının, militanlığının göstergeleridir. Gelişecek süreçlerle beraber NATO üsleri gençliğin kitlesel, militan öfkesinin hedefi haline gelebilmelidir. Bugünden bu süreçlere hazırlanmak bizlerin görevidir. Öncelikle bilinç açıklığı, geleceği kucaklama güç ve iradesi, “enginleri fethetme ruhu”nu kuşanabilmeliyiz. Bugünün hem toplumsal hem örgütsel kalıplarıyla değil, geleceği temsil eden bir hareketin ruh haliyle hareket etmeli, geleceği kendi elleriyle yaratacak olan kitlelerin coşkusunu bugünden karakterimiz haline getirmeliyiz. Ekim Gençliği


NATO, emperyalist-kapitalist sistemin bekçisi

ve karşı-devrim aygıtıdır…

politikalarının birbirinden ayrışmaz bir bütün olduğunu söylemeye gerek yoktur. Kurulduğundan beri ABD’nin emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki hegemonyasının bir sonucu olarak bu böyle şekillenmiştir. Bu yüzdendir ki NATO, ABD’nin Avrupa’daki konvansiyonel ve nükleer askeri varlığını gerekli görmektedir. Temelde bu, NATO üyesi ülkelerin ABD hegemonyasını kabullenişlerinin bir başka ifadesidir. Nükleer silahlanmayı gerekli gören NATO, nükleer silahlanmanın önünü alabilmek için nükleer silah kullanılmasını ve bulundurulmasını zorunlu saydığını, ittifakın güvenliğinin en önemli garantisi olduğunu yaptığı zirvelerde ortaya koymaktadır.

Bir iç savaş örgütü olarak NATO!

Kuzey Atlantik Anltaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization-NATO), üye ülkelerin kendilerini “savunma” iddiasıyla 4 Nisan 1949’da kuruldu. 12 Kuzey Atlantik devleti tarafından Washington Antlaşması ile kurulan NATO, başından beri emperyalistkapitalist sistemi korumak ve onun adına kirli icraatlar yürütmekle görevli bir örgüttür. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından dünya ölçeğinde çok daha fazla prestij kazanan sosyalist kampa karşı gündeme getirilmiştir. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere, gelişme kaydeden Çin ve Vietnam devrimlerinin dünya proletaryası ve ezilen halklar üzerinde yarattığı moral-motivasyonu kırmak için inşa edilmiştir.

NATO’nun kuruluşu Üye ülkelerin sosyalist kampa karşı ortak çıkarlarının savunulması için kurulan NATO, kirli icraatlara başlamakta ve birçok ülkeyi emperyalist kampın çıkarlarının peşinden sürüklemekte hızlı adımlar atmıştır. Resmi belgelerinde savunma amaçlı olduğu ve üye ülkeleri Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist kamptaki diğer devletlerin saldırılarından korumayı hedeflediği yazmaktadır. Elbette gerçeği yansıtmayan bir iddiadır bu. Sovyetlerin ve sosyalizmin kazandığı prestijin etkisiyle tüm dünyada burjuvazi için bir tehdide dönüşen proletarya ve ezilen halkları baskı altına alabilmek amacıyla dünya burjuvazisinin tek vücut olabilmesi ve ortak çıkarlarını savunabilmesi için kurulmuş bir örgüt olan NATO, burjuvaziden bekleneceği gibi ezenlerin çıkarlarını korumakta alabildiğine saldırgan, pervasız ve işgüzardır. Caydırma amaçlı olduğu iddia edilerek dünyanın dört bir yanında üsler kurulmakta, hazır askeri güç muhafaza edilmektedir. Yani her an savaşa ve saldırıya hazır bir örgüttür. Buna rağmen barıştan bahsedebilmekte, dünya barışını üyelerinin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti ederek sağlayacağını ileri sürmektedir. Bunun içinse ünlü 5. Madde konulmuştur: “Üye ülkelerden birine yapılan tecavüz, tamamına yapılmış kabul edilir.” Bu madde ile NATO, dünyanın dört bir tarafında söz söyleme hakkını kendinde bulabilmektedir. Böylesi esnek ve keyfi bir madde ile saldırganlığa meşru ve yasal zemin aranmaktadır. NATO denince akla haliyle ABD geliyor. Nitekim bu ikisinin

NATO, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından “Soğuk Savaş” olarak nitelendirilen uzunca bir dönem boyunca kirli icraatlarıyla ve tezgâhladığı katliamlarla var oldu. CIA eliyle dünyanın dört bir yanında kurulan iç savaş aygıtları üzerinden sınıf hareketini baskı altında tutmaya, sindirmeye çalıştı. Sovyetlerin çöküşüyle iyice açığa çıkan bu aygıtların varlığı artık şüphe götürmezdir. İtalya’da (Gladio), Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, İngiltere’de, Norveç’te, Danimarka’da, Yunanistan’da, Fransa’da, İsviçre’de kirli iç savaş aygıtları olduğu Sovyetler’in çöküşünün ardından resmen kabul edildi. Devrimcilere yönelik işkencehaneler kuran, “fail-i meçhul” (fail-i devlet) cinayetler tertipleyen, toplu mezarlar oluşturan, proletaryanın öncülerinin sindirilmesi görevini yerine getiren, işçi direnişlerine saldıran, öncülerini katleden, binlerce kaçırılma, kayıp yaratan, katliamlar tezgahlayan, mezhep-din-ırk çekişmeleri tertipleyip, provokasyonlar yaratan bu kirli iç savaş aygıtları birebir NATO ve CIA eliyle örgütlenip, her türlü düşünsel ve lojistik desteği almıştır. Türkiye’de de var olan bu kontrgerilla faaliyetleri Özel Harp Dairesi adıyla sayısız icraatta bulunmuştur. Maraş, Çorum, Sivas, Beyazıt, Bahçelievler, 1 Mayıs 1977 katliamlarındaki CIA ve kontrgerilla parmağı çok açıktır. Binlerce devrimci ve yurtseverin katledilmesi, kaçırılması, kaybedilmesi bu kirli savaş aygıtlarının rutin icraatlarıdır. Yükselen sınıf ve gençlik hareketinin önünü alabilmek için tertiplenen sayısız provokasyon ve katliam şunu açıkça göstermektedir ki, emperyalist devletler sosyalizm tehlikesini NATO eliyle kirli yollara başvurarak bertaraf etmek derdindedir. Bu saldırgan ittifak, herhangi bir ülkede gelişebilecek mücadeleleri hiç de o ülkenin kendi sorunu olarak görmemektedir. Daha bütünlüklü bir kafa yorma ve müdahalenin peşindedir. Her ülkedeki siyasal olayları yakinen takip eden, siyasal gidişatı belirleyen, yeri geldiğinde darbeler tezgahlayan CIA ve NATO’nun icraatları arasında 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri de vardır. 12 Eylül 1980 gecesi NATO’nun Brüksel karargahında kutlamalar yapılırken, ABD Genelkurmayı “bizim çocuklar başardı” demiştir. Tüm bunlar NATO’nun bir iç savaş örgütü olarak nasıl çalıştığının dolaysız örnekleridir. Bugün de NATO farklı bir konumda değildir. Özellikle Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da gelişen süreçlere bir iç savaş aygıtı olarak müdahil olması, evrensel barışı ve istikrarı savunurmuşçasına davranıp emperyalist politikalarını sürdürmektedir.

23


Yugoslavya, Afganistan, Libya, Suriye... Bir saldırı ve savaş aygıtı olarak NATO!

24

Sovyetlerin çöküşüyle beraber NATO yönünü kriz ve bunalımlarla sorunlar yaşayan sistemin zayıf halkalarına müdahaleye ve oralarda sistemi güçlendirmeye, kendi çıkarlarına uygun dönüşümleri yapmaya çevirmiştir. Özellikle Doğu Bloku ülkelerinden başlayarak, ilk olarak Yugoslavya örneğinde olduğu gibi her türlü aracı kullanmıştır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında gerçekleşen halk devriminden itibaren bir arada yaşamaya başlayan Yugoslav halkları, Sovyetlerin çöküşüyle emperyalist planların kıskacına alınmıştır. Halklar arsında kışkırtıcılıktan katliamlara, böl-parçala-yönet politikasının uygulanmasından halklara yönelik açıktan askeri müdahaleye, emperyalist işgale kadar uzanan bir dizi yöntemle Yugoslavya parçalanarak sisteme ‘kazanılmıştır’. Yıllar boyunca Yugoslav halkları arasında boğazlaşmalar yaratılmış, tüm NATO üyesi ülkeler ‘barış’ı tesis etmek iddiasıyla işgale ortak olmuşlardır. Bosna-Hersek’teki İstikrar Gücü (SFOR) ile Kosova Gücü (KFOR) gibi sözde barışı koruma güçleri eliyle ‘istikrar’ sağlanmıştır. BosnaHersek ve Kosova’ya 60.000 NATO askeri konuşlandırılırken seneleri bulan sıcak çatışmalar yaşanmıştır. 1995 yılında NATO, Akdeniz bölgesindeki altı ülke (Mısır, İsrail, Ürdün, Moritanya, Fas ve Tunus) ile Akdeniz Diyalogu adı altında bir işbirliği mekanizması tesis ederek tüm dünyada etki alanını güçlendirmek gayesinde olmuştur. Emperyalistler NATO-Rusya ve NATO-Ukrayna ilişkilerini güçlendirmek için ikili antlaşmalara girişmişlerdir. 1999’da kurulan Avrupa-Atlantik Afet Yardımı Koordinasyon Merkezi ile doğal afetleri fırsata çevirmeye çalışan NATO, dünyanın neresinde bir afet yaşansa kurtarıcı rolüne soyunup askeri müdahalenin ve konuşlanmanın önünü açmaya çalışmaktadır. Bu yönelim dünya jandarmalığı misyonunun tam bir gereğidir esasında. Afganistan da NATO’nun 2001 sonrası özel olarak yöneldiği bir ülke oldu. 11 Eylül saldırısını bahane eden ABD tüm dünyaya “ya bizdensinizdir ya da karşı taraftansınız” mesajını vererek, Ortadoğu’ya ve özellikle de Afganistan’a saldırmanın zeminini yaratmıştır. 11 Eylül’ü NATO üyesi bir ülkeye yapılan bir saldırı olarak nitelendirip tüm NATO güçlerini saldırganlığa dahil etmiş, on binlerce NATO askeri Afganistan’daki ‘barış gücü’ne katılmıştır. Ancak öyle bir batağa saplanılmıştır ki, NATO üyesi birçok ülke asker göndermeme eğilimindedir artık. Keza Irak’ta, Lübnan’da benzer senaryolarla dünya jandarmalığı rolünün gerekleri yapılmaktadır. Yakın zamana gelecek olursak, Libya’da gelişen sürece bombalarla, askeri yığınakla, içeride paramiliter güçleri örgütleyip destekleyerek dahil olan NATO kendi işlevini bir kez daha ortaya koymuştur. Libya’da gelişen süreçlerin Türkiye’yi ilgilendirmeyeceğini söyleyen Tayyip, bu sözünün üstünden daha 48 saat geçmeden NATO’nun ve ABD’nin direktifleri ve müdahalesi ile “gelişecek süreçlere seyirci kalamayız” demiştir. Bu ‘U dönüşüyle’ ortaya konan bilinç, esasında NATO’nun işlevinin ta kendisidir. İzmir’deki NATO üssünden kalkan savaş uçakları Libya’yı bombardımana tutmuştur.

Dünyada herhangi bir ülkede gelişecek herhangi bir olaya müdahale etmek NATO’nun görevleri arasındadır. Müdahale edip gerekirse bastırmak, sindirmek, ezmek, gerekirse dönüştürmek, şekillendirmek, ancak her defasında emperyalist güç ilişkilerinin bir sonucu olarak bunu yapmaktır görevi. Kaddafi’yle işi biten emperyalist güçler gelişen halk ayaklanmasının önünü almak için NATO müdahalesinin kararını almakta gecikmemişlerdir. Son olarak Suriye üzerinden temkinli yaklaşılıyor olsa da NATO önlemlerini almakta, özellikle Türkiye üzerinden savaş hazırlıklarını sürdürmektedir. Tüm bu olaylar göstermektedir ki, kurulduğunda sosyalist kampın karşısında emperyalist-kapitalist sistemin savunuculuğunu yapan ve özel olarak iç savaş örgütü işlevini yerine getiren NATO, Sovyetler’in çöküşüyle beraber daha saldırgan bir hal almış ve dünyanın dört bir yanında kriz ve bunalımların neticesinde gelişen tüm siyasal olaylara ve ülkelere müdahale misyonuna soyunmuştur.

Emperyalistler arası güç dengeleyicisi olarak NATO! NATO’nun kurulduğu dönemde tartışmasız tek egemen güç olarak NATO üyesi ülkeler arasından sıyrılan ABD, kendi kampındaki tüm ülkeleri kendi politikaları etrafında toplamak için NATO’yu kullanmıştır. Diğer ülkeler içinse sosyalist kampın karşısında ABD’nin koruyuculuğu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktaydı. O günden bugüne NATO’nun misyonunda belli değişiklikler olsa da, ABD güç kaybetse de ABD’nin temel belirleyiciliği devam etmektedir. Ancak bu belirleyicilik ABD’nin diğer emperyalist devletlerin çıkarlarını daha çok gözeten bir bakışa sahip olmasıyla, bir takım adımlar atarken iç çelişkileri ve uzlaşmazlıkları giderme yönlü adımlar atmasıyla devam etmektedir. Çıkarların uzlaştırılması, masa başında çözüme kavuşturulması, buradan doğru sistemin iç çelişkilerinin giderilmesi için temel önemde bir kurumdur NATO. NATO’nun misyonlarından birisi de sistemin doğası gereği çıkarları çatışan burjuva devletlerin asgari müştereklerde, temel olarak da hangisinin borusu ne kadar ötüyorsa o ölçüde uzlaştırılması ve ortak bir paydada -bugünün koşullarında ABD’nin temel belirleyiciliğinde- buluşturulmasıdır. Dünya proletaryasına ve halklarına saldırganlıkta olduğu kadar kendi güç dengelerine hizmet etmesi de manidardır. Bu vesileyle Rusya, Çin ve İran gibi devletlerle girilen çıkar çatışmalarında NATO eliyle ortak tavır alınması, ABD emperyalizminin elini güçlendirmektedir. NATO’nun kurulduğu günden bugüne genişlemesi, üye ülke sayısının 12’den 28’e çıkması jandarmalık rolünü daha iyi yerine getirmenin yanı sıra emperyalistler arası çelişkilerin ve çatışmaların çözümünde mümkün mertebe ellerini güçlendirmek içindir. Tüm bu olgular NATO’nun dünya işçi sınıfı ve emekçi hakları karşısındaki en tehlikeli ve acımasız karşı-devrim aygıtı olduğunu gösteriyor. Onu parçalayıp dağıtmak tüm sınıf ve emekçi kitleler ile öğrenci gençliğin güncel ve yakıcı sorunlarından biridir. Devrim ve sosyalizm mücadelesi bu gerçeğin ışığında yürütülmek durumundadır.


Gençliğin anti-emperyalist duyarlılığı ve

ODTÜ deneyimleri...

Türkiye’de anti-emperyalist mücadele ve gençlik denildiğinde iki olay akıllara gelir. Birisi Dolmabahçe’deki 6. Filo eylemidir. Bir diğeri ise ODTÜ’de CIA şefi Vietnam kasabı Robert Kommer’in arabasının yakılması eylemidir. Bu olaylardan ikincisinin ODTÜ’de olması hiç de tesadüfî değildir. ODTÜ’nün kendi isminden menkul bir durum olmadığı açıktır. Tarih içerisinde birçok olayın tetiklemesinin ve öğrencilerin özne durumuna geldiği örgütlenme modellerinin çıkartılabilmesinin sonucu olarak ODTÜ öne çıkmaktadır. Bu yüzdendir ki, gençliğin gündemleri arasından hiç çıkmayan anti-emperyalist mücadelenin yakıcı bir hal aldığı bu dönemde geçmişin deneyimlerini tartışmak ve sonuçlar çıkartmak önemli hale gelmiştir. Özellikle yakın dönem gençlik hareketinin önemli deneyimlerinden biri olan ODTÜ Öğrencileri deneyimini incelemek, günümüzle benzer tarihsel koşullara sahip olduğu düşünülürse, çok daha anlamlı olacaktır.

ODTÜ’nün kuruluşu ve tarihinden kısa notlar... İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından ABD ile kurulan ilişkilerin “gelişmesi”, Marshall yardımlarıyla beraber ABD emperyalizminin Türkiye’de çok daha fazla söz sahibi olduğu bir dönemin kapıları açılır. ABD emperyalizmi sadece sanayide değil, politikadan orduya, eğitimden kültüre hemen her alanda hegemonyasını hissettirmeye başlar. Bütün bu adımların eğitim alanındaki karşılığı, ABD finansmanıyla Amerikan eğitim sisteminin, Amerikan kültürünün hâkim olacağı bir üniversitenin kurulmasıydı.

Bu hedeflerle 1956’da kurulan ODTÜ, 1963’te şu anki kampüsüne taşınmıştır. Türkiye’de sınıf hareketinin ve gençlik hareketinin yükseldiği, FKF/Dev-Genç üzerinden örgütlü bir hal aldığı, tüm dünyada Vietnam, Küba, Filistin üzerinden anti-emperyalist, devrimci mücadelenin moralmotivasyon kaynağı olduğu dönemde daha yeni kurulmuş olan bir üniversitenin öğrencilerinin bu olaylardan etkilenmemesi imkansızdır. ’68’de hemen hemen tüm üniversitelerde yükselen gençlik hareketinin kendi taleplerini boykotlarla mücadeleye konu etmesi ODTÜ’de de karşılığını buldu. ODTÜ’de, “ABD eğitim sistemine son, öğrenciler yönetime katılsın!” talepleri öne çıkıyordu. Mimarlık Fakültesi’nde karşılık bulan bu talepler kabul edilmiş ve öğrenciler yönetimde söz sahibi olmuşlardı. Bu taleplerin öne çıkmasında iki temel neden vardı. Birincisi anti-emperyalist duyarlılık, ikincisi ise gençlerin kendi eğitimlerinde, yaşam alanlarında ve geleceklerinde söz sahibi olma isteğiydi. Aynı yıl, ODTÜ’deki stadın adını fiili olarak değiştiren “DEVRİM” yazısı yazılır. Silinememesinden öte sürekli olarak ODTÜ öğrencilerince sahiplenilen “DEVRİM” yazısının bugüne kadar kalması bu sahiplenmeden kaynaklıdır. Aynı yılın sonunda Türkiye’ye gelen CIA şeflerinden Kommer, hem İstanbul’da hem de Ankara’da havalimanında protesto gösterileriyle karşılanır. Hatta Deniz Gezmiş’in de aralarında olduğu 5 devrimci İstanbul’daki eylemin ardından tutuklanır. Tüm bunların üzerinden birkaç hafta geçmişken ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’ın davetlisi olarak 6 Ocak 1969 tarihinde ODTÜ’ye gelen Kommer’in arabası binlerce öğrencinin katılımıyla Rektörlük binasının önünde yakılır. Kommer’in özellikle

NATO’nun on yılları bulan emperyalist savaş, işgal, müdahale ve iç savaş örgütü olma misyonunu tekrardan oynadığı bu süreçte gençliğin antiemperyalist duyarlılığını arttıracak, bu duyarlılığı eylem alanlarına taşıyacak, gençliği özneleştirecek, taban örgütlülüklerine, açık toplantılara, forumlara dayanan süreçler örülebilmelidir.

25


ODTÜ’ye gelmesi, ABD’nin bu üniversitenin kuruluşunda büyük pay sahibi olmasındandır. ODTÜ’deki anti-emperyalist duyarlılığın kaynaklarından birisi de ABD’nin bu sahiplenmesidir aynı zamanda. Arabanın yakılmasından öte, ardından gelişen süreç ve yapılan eylemi binlerce öğrencinin sahiplenmesi çok daha anlamlıdır. 7 öğrencinin tutuklanması için karar çıkar. Öğrenciler eylemle teslim olur ve binlerce öğrenci dilekçe vererek biz de yaktık derler. Bu sahiplenme davanın cezasız sonuçlanmasını sağlar. Tüm bu süreçler boyunca üç şey öne çıkmaktadır. Birincisi; geniş öğrenci kitlelerini harekete geçirecek politikaların işlenebilmesi. İkincisi; bu politikaların militandevrimci bir tarzda hayata geçirilmesi. Üçüncüsü ise geniş gençlik kesimlerinin sözünü söyleyebildiği, özneleştiği örgütlenme modellerinin açığa çıkmasıdır.

Gençliğin özneleşmesi ekseninde örgütlenme tartışmaları Tüm bu süreçler boyunca ODTÜ FKF, ODTÜ Dev-Genç, ODTÜ Öğrenci Birliği, ODTÜ-Der, ODTÜ-ÖTK ve benzeri birçok örgütlenme ile ODTÜ’de öğrenciler sürekli olarak örgütlü bir duruş sergilemişlerdir. Burada tartışılması gereken bu örgütlenmelerin nasıl işlediği, nasıl işlevsel hale getirildiği ve birer örgütlenme modeli olarak gençlik hareketi tarihinde oynadıkları roldür. Dev-Genç, gençliğin militan, devrimci gençlik örgütlenmesidir. Gençliğin tabandan gelen, her düzeyinde söz sahibi olduğu, birçok siyasal bakışın içerisinde yer aldığı ancak siyasetlerin ortaklaşması değil, siyasetlerin kitlelere yönelik politika ürettiği ve onları harekete geçirmeye çalıştığı bir örgütlenmedir. Gücünü tabandan, fakültelerde kurulan öğrenci birliklerinden almaktaydı. Öğrenci birlikleri ile herkesin söz sahibi olduğu bir işleyiş oluşturulmuştu. Dev-Genç üzerine birçok tartışma yapılırken, isminde bir alamet-i farika aranırken örgütlenme modeli hiç göz önüne alınmamaktadır. Yine aynı şekilde ODTÜ’de her fakülte ve bölümde seçimlerle temsilcilerin belirlendiği, her bölüm ve fakültede düzenli toplantıların alındığı ve herkesin süreçlerine katıldığı bir ODTÜ-Der ve ODTÜ-ÖTK deneyimi vardır. ODTÜ-ÖTK’yı bugünkü ÖTK’larla karıştırmamak gerekir. ODTÜ-Der tarafından 1974’te örgütlenen boykotun temel taleplerinden birisi de öğrencilerin yönetimde temsiliyet kazanmasıdır. ODTÜ-ÖTK ile bu karşılanırken, seçilmiş temsilcilerden öte, birimlere dayalı bir örgüt işletilmektedir. O dönemki ÖTK için “yasallık”, gençliğin bir öz örgütlülüğü olmasından gelen gücünün ve meşruluğunun ODTÜ Rektörlüğü’ne zorla kabul ettirilmiş olmasının sonucudur.

ODTÜ Öğrencileri’ne ODTÜ tarihinden miras: Kitle örgütlenmesi deneyimi

26

2000’lerle beraber ODTÜ’de birçok taban örgütlenmesi girişimi ve esnek örgütlenmeler deneyimi yaşandı. Elbette bunlar gençliğin öz örgütlülüğü haline gelemedi. Toplam gençlik hareketinin politikleşme düzeyiyle ve buradan ortaya çıkan örgütlenme ihtiyacıyla doğrudan

bağlantılı olan bu durum hiç de şaşırtıcı değildi. Ancak buna rağmen ODTÜ’de kitleleri işin parçası yapacak, kitleleri harekete geçirecek bir çalışma tarzının uzunca bir süre sürdürülebildiği çalışmalar oldular. Açık toplantılarda alınan kararlarla örülen süreçlerde, siyasetlerin ortaklaşmasından öte, toplam kitlenin ortaklaşmasının öne çıkması siyasetler arası tartışmalar yerine özgül sorunların tartışılması, herkesin karar mekanizmalarına dâhil olması önemliydi. Elbette bunu yapabilmek sadece “böyle olsun” demekle değil, toplamında böylesi bir kültürün yaratılması, kitleyle böylesi bir bağın ve güven ilişkisinin kurulması, doğrudan ilintilidir. Açık toplantılar, forumlar, yurt sohbetleri, yurtbölüm-hazırlık birimleri ile tabana yayılan, çalışmanın nasıl yapılacağı konusunda yerel inisiyatifin açığa çıktığı süreçlerin örülmesi, her bireyin kendisini örgütlenmenin bir parçası hissetmesini sağlamaktaydı. Ancak ve ancak, böylesi bir işleyiş ve kültür yaratıldığında dayatmacı tutumlar dışlanabilmekte, kitleyi ikna edemeyen, kitleyle bağ kuramayan siyasal akımlar sürecin dışında kalmaktadır. Bu noktada öğrenci toplulukları da çok önemli bir yerde durmaktadır. Özellikle ODTÜ’de sosyal ve politik yaşamda önemli bir yerde duran topluluklar, içerisindeki güçlerle de bağlantılı olarak, birçok politik süreç içinde inisiyatif alabilmektedir. Topluluklar toplantısı gibi işleyişlerle ortak süreçlerin örülmesinin önü her zaman açıktır. Burada elbette ki samimi ve güvene dayanan ilişkiler kurulabilmesi ile ortak süreçler örülebilmektedir. 2003’te Irak işgaliyle birlikte sermaye devletinin çıkarmaya çalıştığı tezkereye karşı 1 Mart’ta gerçekleştirilen eyleme bini aşkın ODTÜ öğrencisinin katılması ve ardından gerçekleştirilen 1 Mayıs, 6 Kasım, yemekhane boykotu gibi birçok süreç kitlelerin özneleştiği süreçler olarak örülmüştür. Özellikle gençliğin anti-emperyalist duyarlılığının açığa çıkartılmasında hareket-örgüt diyalektiğinin göz önüne bulundurulması gerekir. Kitleleri harekete geçirecek politikalar, ancak o politikalara uygun çalışma ve örgütlenmelerle hayata geçirilebilir. Son aylarda, Türkiye üzerinden Suriye’ye dönük saldırının gündeme gelmesi, füze kalkanının kurulması, patriot füzelerinin Maraş’a kurulmaya başlanması ile anti-emperyalist mücadele daha da yakıcı bir önem kazanmıştır. NATO’nun on yılları bulan emperyalist savaş, işgal, müdahale ve iç savaş örgütü olma misyonunu tekrardan oynadığı bu süreçte gençliğin anti-emperyalist duyarlılığını arttıracak, bu duyarlılığı eylem alanlarına taşıyacak, gençliği özneleştirecek, taban örgütlülüklerine, açık toplantılara, forumlara dayanan süreçler örülebilmelidir. Ortaya çıkan duyarlılığı örgütlülüğe kavuşturmak, sonrasında gelişecek süreçlere müdahaleyi de kolaylaştıracaktır. Aksi durumda anlık yükselişler ve ardından hızlı düşüşlerle gençliğin enerjisi heba olacaktır. Buna izin vermemek gençlik hareketinin tarihinden öğrenmeyi ve dersler çıkartmayı gerektirir. Örgütlü mücadeleyi büyütmek kendi dar-grup çıkarlarının peşinden koşmak değil, kitleleri harekete geçirecek örgütsel mekanizmaları işletebilmek ve ona yön vermekten geçmektedir.


Devrimci Kadın Kurultayı deklarasyonu:

Özgürlük, eşilik ve sosyalizm mücadelesinde

Devrimci Kadın Kurultayı’nda buluşalım! İnsanın insan tarafından köleleştirilmesi, kadının erkek tarafından köleleştirilmesini de beraberinde getirmiştir. Tarihsel gelişim sürecinde özel mülkiyetin ortaya çıkışı her tür sömürü ve eşitsizliğin kaynağı olmuş, bundan, kadının payına çifte sömürü, cinsel baskı ve ezilmişlik düşmüştür. Bu olgu hem sınıfsal hem cinsel sömürünün, baskının ve eşitsizliğin aynı kaynaktan beslendiğini gösterir. Binlerce yıldan beri var olan sömürü ve eşitsizlik biçim değiştirse de, özü aynı kalmıştır. Zira bir sorunu yaratan koşullar ortadan kaldırılmadan, o sorunu köklü bir çözüme kavuşturmak mümkün değil; kapitalist toplumun hem sınıfsal hem cinsel sömürü ve eşitsizliği her gün yeniden üretmesi, bu tarihsel gerçeği döne döne kanıtlar. En ‘demokratik’ burjuva cumhuriyetlerde bile, emekçiler ücretli kölelik ve yoksulluğa, emekçi kadınlar ise iki kat köleliğe mahkûm olmaktan kurtulamazlar. Zira özel mülkiyete dayalı sistem, doğası gereği bu kötülükleri her gün yeniden üretir. Ülkemizde burjuvazi ve emperyalistlerin desteği ile 10 yıldır işbaşında olan dinci-gericilik odağı AKP’nin genelde kadınları, özelde emekçi kadınları hedef alan fütursuz politikaları, kapitalist toplumun çözüm değil, sorun kaynağı olduğu gerçeğinin çarpıcı göstergelerinden biridir. Her dinci-gerici iktidar gibi, AKP iktidarı da kadınları toplumsal yaşamın dışına sürüp eve hapsetmek için çaba sarf ediyor. Kadını ‘çocuk doğurma makinesi’ olarak gören, taciz, tecavüz ve cinayetlere ‘mubah’ sayan, kadınları çarşaf veya türban içine girmeye zorlayan bir zihniyetin 21. Yüzyılda iktidar olması, dahası bunun Ortadoğu halklarına ‘model’ diye takdim edilmesi, kapitalist/emperyalist sistemin, sömürü ve kölelik dışında kadına sunacak bir şeyinin olmadığının çarpıcı göstergelerinden biridir. Kapitalist sistem işsizlikle, savaşlarla, ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel ayrımları kışkırtarak emekçi kadınları çok yönlü baskı ve eşitsizliğe maruz bırakır. Bu musibetler, kadın/erkek tüm emekçileri hedef alsa da, emekçi kadınları daha özel bir şekilde vurmaktadır. Burada sınıfsal baskı ile cinsel baskı, aynı madalyonun iki yüzünden başka bir şey değildir. Bu da işçi sınıfı ile kadınların kurtuluşunu birbirine perçinlemektedir. Biri kurtulmadan diğeri kurtulamaz, biri kölelik zincirlerini parçalamadan diğer de parçalayamaz. Nasıl ki, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaksa, emekçi kadının kurtuluşu da kendi eseri olacaktır. Ancak işçi sınıfı emekçi kadınları mücadeleye seferber etmeden, emekçi kadınlar ise, işçi sınıfıyla omuz omuza sömürü ve kölelik düzenine isyan etmeden kurtulamazlar. ‘Sınıfa karşı sınıf’ eksenli mücadele emekçi kadının özgürleşip kimliğini bulabileceği, erkek işçilerin ise kadına bakış açısının gericilikle cenderesinden kurtulabileceği tek alandır. Bu durum proletaryanın kurtuluşu ile kadınların kurtuluşunu organik olarak birbirine bağlar. Zira ikisini eşitsizlik, baskı ve köleliğe maruz bırakan özel mülkiyete ve sömürüye dayalı kapitalist düzendir. Kadın sorunu binlerce yıllık bir geçmişe dayansa da bu bir kader değildir. İnsan soyu sınıfsal ve cinsel sömürüyü tanımadan binlerce

yıl yaşamıştır. Yani bu sorunlar tarihsel gelişmenin belli bir aşamasında ortaya çıkmış, dolayısıyla toplumsal ilişkilerde gerçekleştirilecek köklü değişikliklerle ortadan kaldırılacaktır. Her sorun gibi kadın sorunu da, onu yaratan toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılmasıyla çözüme kavuşacaktır. Bu çözüme ise, ancak kapitalist sistemi yerle bir edecek toplumsal bir devrimle ulaşılabilir. Çözümün toplumsal bir devrime bağlı olması, devrime kadar oturup beklemek gerektiği anlamına gelmez. Tersine, sınıfsal, ulusal, cinsel sömürü ve eşitsizliğe karşı mücadeleyi şimdiden yükseltmeyi zorunlu kılar. Bu mücadelenin sorunun köklü çözümüne hizmet edebilmesi için, hak ve özgürlükleri söke söke kazanmaya odaklanmasının yanı sıra, proleter devrim hedefine sıkı sıkıya bağlı olması da zorunludur. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu olarak, kadının kurtuluşu mücadelesini ve kadının yaşadığı sorunların çözümünü Marksizm’in ışığında ortaya koymak, kadın sorununu cinsiyetçi temele indirgeyen reformist/feminist anlayışa karşı devrimci sınıf alternatifini yükseltmek için Devrimci Kadın Kurultayı’nı örgütlüyoruz.

Kadın olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz! Kadının kurtuluşu ve özgürleşmesi bir devrim sorunu olduğu gibi, devrimin başarıya ulaşması da emekçi kadınların ön saflarda mücadeleye atılmasına bağlıdır. Zira kadınlar olmaksızın, gerçek bir devrimci kitle hareketinden söz etmek mümkün değil. Biz komünistler, kadının kurtuluşu yönünde önemli adımların atıldığı ve kadınların kazanımlarının en ileri düzeyde güvenceye alındığı Ekim Devrimi deneyimini tarihsel önemde bir olay olarak görüyoruz. Burjuvazinin 130 yılda yaptıklarının onlarca katını bir çırpıda gerçekleştiren Ekim Devrimi deneyimi, kadın sorununun kalıcı çözümüne ancak ‘sınıfa karşı sınıf’ eksenli ve kadın-erkek el ele yürünecek bir mücadeleyle varılacağını göstermiştir. Kadının yaşadığı sorunları tarihsel ve güncel boyutuyla ele alırken, kadının kurtuluşu mücadelesinin örgütlenme ve araçlarını ortaya koymak da kurultayımızın hedefleri arasındadır. Kadının kurtuluşu mücadelesini bir kurultayda tartışmayı zorunlu kılan, ufku düzen sınırlarını aşmayan ‘çözüm’ yollarına karşı komünistlerin bakışını berrak bir şekilde ortaya koyma ihtiyacıdır. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu olarak, tarihsel ve güncel boyutuyla kadının yaşadığı sorunları incelemek, sorunun kaynağına ışık tutmak ve çözüm programını ortaya koymanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Özgürlük, eşitlik ve sosyalizm mücadelesinde Devrimci Kadın Kurultayı’mızı 10 Şubat 2013 Pazar günü, 13.0017.00 saatleri arasında Petrol İş Sendikası Konferans Salonu’nda gerçekleştireceğiz. Kadının kurtuluşu ve özgürleşmesi mücadelesini güçlendirme konusunda devrimci sorumluluk duyan herkesi bu kurultayı desteklemeye çağırıyoruz. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu 28 Aralık 2012

27


Devrimci Kadın Kurultayı’na...

Kapitalizm doğası gereği, her sorunu katmetleştirerek derinleştirir. Kadın sorunu da bunlardan en yakıcı olanıdır. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte kadın köleleştirilmiş ve baskı altına alınmıştır. Günümüzde de kadın toplumsal yaşamda silikleştirilmek istenmekte, şiddetin her türlüsüne maruz kalmaktadır. Bugün kadın cinsel, sınıfsal, ulusal her türlü baskıya maruz kalıyor. Kadına yönelik baskı evde, fabrikada, okulda, yurtta, gözaltında, yani hayatın her alanındadır. Gün geçmiyor ki yeni bir kadın cinayeti, tecavüz vb. haberleri gazete manşetlerini doldurmasın. Emperyalist savaşlarda en çok zararı kadın görmektedir. Yeri geldiğinde ganimet olarak alınıp-satılmakta, savaş sırasında tecavüze maruz kalmaktadır. Kadına yönelik baskı ve şiddet üniversitelerde de bir artış içindedir. En son Erzurum Üniversitesi’nde yaşanan kadın öğrenci cinayeti, geçen sene Dokuz Eylül Üniversitesi Kampüsü’nde yaşanan tecavüz olayı, bunun yanında yurtlarda kadın öğrencilere yönelik baskı, kadın sorunun yaşamın her alanında karşımıza çıktığını gösteriyor. Kadın özel mülkiyetin doğumuyla birlikte ezilmeye başladığı için kadın sorunu sınıfsal kökenli bir sorundur. Ayrıca kapitalizm koşullarında sorunu en ağır biçimiyle emekçi kadınlar yaşamaktadır. Emekçi kadınlar fabrikada patronun, evde kocasının baskısına maruz kalmaktadır. Kadın sorunu, hem sorunu en ağır biçimi ve tüm kapsamıyla yaşamasından, hem de sorunun kaynağı olan düzeni yıkacak sınıfın temel bir parçası olmasından ötürü, temelde emekçi kadının sorunudur. Kadın sorununun kaynağını salt erkeğe indirmek ve düzenin rolünü burada yok saymak bizi marksist bakış açısından uzaklaştırır. Bugün baktığımızda birçok sol grup ve feministler, sorunu sınıfsal özünden öteye kadın-erkek eşitliği çerçevesinde

28

ele almaktadır. Bu da çözümü yanlış yerde aramaya itmekte, yani düzen içi bir arayışa yöneltmektedir. Meselelere Marksizm’in devrimci yöntemiyle yaklaşan biz genç komünistler biliriz ki kadın sorunu ancak tüm toplumsal ilişkilerin köklü bir değişimi ve dönüşümüyle birlikte ortadan kalkacaktır. Çünkü kadın sorunu kendini bu ilişkiler içinde var etmiştir. Dolayısıyla kadının kurtuluşu da özel mülkiyet düzenini yıkacak ve onun yarattığı toplumsal ilişkileri köklü bir dönüşüme tabi tutacak sosyalist devrimdedir. Aynı zamanda bu, kapitalizm koşullarında elde edilebilecek haklar-reformlar mücadelesini devrimci mücadelenin bir öğesi olarak ele almayı da zorunlu kılar. Sonuç olarak: Kadın sorununda en temel devrimci ilkelerin bir yana bırakılması ve sorunun sınıfsal özünün karartılmaya çalışılması nedensiz değildir. Burjuvazinin ideolojik-politik hegemonyası bir dizi alanda olduğu gibi, kadın sorununda da solun ana gövdesini çeşitli düzeylerde etkisi altına almıştır. Bugünkü devrim ve reformizm saflaşmasının gerisinde bu zayıflık vardır. Bu saflaşmada doğru yerde durabilmek için de ideolojik ve politik anlamda bir birikim gerekir. Bunun için çok yönlü bir eğitim çalışması yapmalı, kendimizi geliştirmeli ve çevremizi de dönüştürmeliyiz. Devrime hazırlığımızın 25. yılında, devrimin kızıl bayrağını taşımanın ruhu ve özgüveni ile hareket etmeliyiz. Bu bir aylık süreçte kampüslerde bu konuyu işlemeli, ulaşabildiğimiz kadar insana ulaşıp bu konuda politik bir taraflaşma yaratmalıyız. Bizler de Ekim Gençliği olarak 10 Şubat’ta kadın kurultayına doğru yürürken kampüslerimizdeki insanları bu taraflaşmanın bir parçası haline getirmeliyiz. Bunu ancak düzenli, yaratıcı ve çok yönlü bir çalışmayla başarabiliriz. Genç komünistler olarak bütün okurlarımızı ve tüm gençliği Devrimci Kadın Kurultayı’na, yani devrim saflarına çağırıyoruz.


Üniversitelerde cinsiyetçi baskılar sıradanlaşıyor...

Ülkemizde kadınlar her gün tacize-tecavüze uğruyor, yol ortasında katlediliyor, fabrikada ucuz işgücü olarak görülüyor, evde köle yerine konuluyor. Yani sistem kadınları her gün çarkında öğütüyor. Sisteme karşı durmasın diye geriye bir tek posasını bırakmaya çalışıyor. Üniversiteli kadınlar da bundan payını alıyor. Belki bir emekçi kadın kadar çarkta kanı akıtılmıyor. Ancak onlar da kadına tarihsel olarak dayatılan toplumsal rolden payını alıyor. En başta üniversitenin en yüksek kurumu olan, bugünlerde ‘özgürleştirilmeye’ çalışılan YÖK ezip geçiyor kadını. Zira YÖK disiplin yönetmeliğine göre, “Mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmak kaydıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, böyle bir örgütü yönetmek veya bu amaçla kurulan örgüte üye olmak, üye olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak veya yardım etmek” ile “Kişilerin vücudu üzerinde cinsel davranışlarda bulunmak suretiyle cinsel dokunulmazlıklarını ihlal etmek” aynı ceza kapsamında. Malum YÖK’ün “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, üye olmak, faaliyet yürütmek”ten kastı üniversitelerde devrimci faaliyet yürütmek ve gençliği devrim ve sosyalizm mücadelesinde örgütlenmeye çağırmak. Yani devrimci faaliyet ile cinsel istismar gibi yüz kızartıcı bir eylem YÖK’ün zihniyetinde aynı kefede değerlendiriliyor. Çocukluktan itibaren cinsiyetçi eğitime tabii tutulan bireyler toplumsal cinsiyet kurallarına göre şekillenmekte ve bu, onların üniversitede seçtikleri bölümü dahi etkilemektedir. Çocukluktan itibaren bir gün mutlaka anne olacağı öğretilen kız çocukları, büyüdüklerinde de çocuklarla ilgili daha anaç bir fakülte olan eğitim fakültelerini, bu fakültelerde de ilkokul, anaokulu öğretmenliğini daha çok tercih etmektedirler.

Mühendislik fakülteleri ise erkek işi olarak görülmekte ve erkeklere bırakılmaktadır. Üniversiteye gelen öğrencilerin başlıca sorunudur barınma. Bu, kadın öğrenciler içinse adeta çileye dönüşüyor. KYK’nın uygulamaları buna örnek. KYK yurtlarında erkek öğrenci iseniz kimse size giriş çıkış saatlerinizi sormaz. Eğer kadın öğrenci iseniz yurda üç defa geç kaldığınızda ailenize bir uyarı mektubu gider. Ancak bu yeterli olmamış olacak ki artık yurtlarda öğrencileri izleme sistemi getiriyorlar. Bu sistemle aileler öğrencileri yurtlarda internet üzerinden izleyebilecek. Geçtiğimiz günlerde KYK müdürü Hasan Albayrak da sermaye temsilcilerinin kadına bakışını özetlemişti. Kadın öğrencilerin yurda giriş saatini 9’a çekmeyi planlayan Albayrak şunları söylemişti: “O yaşta kız çocuğunun başıboş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Çarşı pazar da açık değil, bara da gitmesin. Hem kız çocuğunun barda ne işi var. Tiyatroya sinemaya gitmelerine veya bir kursa katılmalarına engel yok. Gittiklerinde bunu gösteren belgeleri ibraz ettikleri taktirde hiçbir sorun yaşanmıyor.” Bu sözler Albayrak’ın kadını sadece bedeninden ibaret ve hapsedilmesi gereken bir varlık gibi gören anlayışa sahip olduğunu alenen ortaya sermişti. Kadına yönelik taciz ve tecavüzün bir devlet politikası olduğu ülkemizde, üniversiteler ve yurtlarda baskıcı düzenlemeler ve böylesi açıklamalar yapılmasından daha sıradan ne olabilir ki? Ankara’dan bir Ekim Gençliği okuru

29


Anti-faşist mücadele ve devrimci sorumluluk...

30

Anti-faşist mücadele on yıllardır gençlik hareketinin temel gündemlerinden biri olagelmiştir. Faşist saldırılar, özellikle gençlik hareketinin yükseldiği dönemlerde, bir devlet politikası olarak aygınlaştırılmaktadır. Bugün ise, üniversitelerde sistematik bir hal alan faşist saldırganlık, gençlik hareketini zapturapt altına almanın, devrimci faaliyeti üniversitelerden silmenin bir aracına dönüştürülmüştür. Birçok üniversitede sistematik ve periyodik olarak yaşanması, faşist saldırıların arka planını iyi tahlil edebilmenin ve buna uygun yanıtlar verebilmenin önemini bir kat daha arttırmaktadır. Faşizmi, kapitalizmin en gerici, en zorba yönetim biçimi olarak tanımlamak, zaten anti-faşist mücadelenin esas olarak sermayeyi hedef alması gerektiğini, meseleyi bu kapsamda ele almanın önemini ortaya koyuyor. Kitle ve sınıf hareketinin yükseliş dönemlerinde sistematik olarak artan gerici şiddetin yönetim biçimini alması olan faşizm, ideolojisini ırkçı ve dinsel öğeler üzerine kurmaktadır. Faşist yönetimin egemen olduğu yerde, devlet baştan aşağıya bir şiddet aygıtına

dönüşüyor, göstermelik de olsa en sıradan söz ve eylem hakkını bile ortadan kaldırıyor. Nazi Almanyası, 12 Eylül Türkiyesi bunun en açık örnekleridir. Bugünse kitle eylemlerinden işçi direnişlerine saldırılarda, öncülere pusu atmalardan satırlı saldırılara, kontr-gerilla faaliyetlerinden faili devlet cinayetlere kadar birçok farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Burada temel önemde olan ve akıldan çıkarılmaması gereken şey, faşistlerin iplerinin sermayenin elinde olduğudur. Dolayısıyla faşist saldırıları, sermaye devletinin işçi ve emekçileri hedef alan topyekûn saldırılarının bir parçası olarak ele almak gerekiyor. Zaten bu olgu rektörlük-sivil faşist-polis-ÖGB işbirliği şeklinde karşımıza çıkmakta ve bütünlüklü mücadeleyi dayatmaktadır.

Faşizme karşı mücadele faşistlere karşı mücadeleye indirgenemez! Bu bütünlük kavranamadığı yerde mücadele hattının da doğru örülemeyeceği açıktır. Faşist saldırılara karşı ‘düellocu’ bir mantıkla hareket etmek, ajitasyon-propaganda ayağını boş bırakmak, ilerici öğrenci kitlesinin tepkisini eylemlere taşıyamamak, faşist saldırıların hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Nasıl ki, burjuvaziye karşı mücadele bir grup devrimcinin sınıf kitlelerinden kopuk öncü mücadelesi ile sınırlanamazsa, sınırlandığında da başarıya ulaşamazsa, faşizme karşı mücadele de bir grup devrimcinin gençlik kitlesinden kopuk direnişiyle başarıya ulaşmaz. Mücadeleyi kitle faaliyetine konu edebilmeliyiz. Zira sivil faşistler, genel olarak gençlik hareketinin geri, devrimci faaliyetin kitlerden kopuk olduğu yerlerde güç kazanabiliyorlar. Bizlerin boş bıraktığı alanları,


onlar doldurabiliyorlar. Üniversiteyi politik olarak sarıp sarmalayan, sistematik, kitle nezdinde meşruiyet sağlayan, onunla nefes alan, ona yön verebilen bir çalışmanın olduğu yerde faşistler alan bulamayacaktır. Bu yüzden öncelikle yapılması gereken, kitle bağlarının güçlendirilip gençlik hareketinin ileriye taşınabilmesidir. Sorumluluklarımızdan ikincisi ise faşist saldırıların hız kazandığı dönemlerde faşizmin düşünsel arka planını teşhir etmek, tarihini ortaya koyabilmek, pratiğini gözler önüne serebilmektir. Saldırıların sıcaklığı ve yanıt üretme kaygısı bu ayağın genelde boş bırakılmasına neden olabilmektedir. Faşistlere karşı şiddet kullanılmasının meşru olması, kitlelerin gözünde de meşru olduğumuz veya bu meşruluğu daha ileriden kazanmaya çalışmayacağımız anlamına gelmemektedir. Kitlelerin gözünde de bu meşruluğu kazanmak, dahası kitleleri antifaşist mücadelenin bir parçası haline getirebilmenin yolu, ajitasyon-propaganda ve örgütlenme faaliyetinden geçmektedir. Kitlelerdeki anti-faşist duyarlılık, ancak bu şekilde açığa çıkartılabilir. Aksi durumda kitleden kopuk, marjinal bir duruma düşeriz ki, bu da faşist saldırıların amacına ulaşmasını kolaylaştırır. Faşist saldırıların esas amacı, birkaç devrimcinin dayak yemesi veya satırla yaralanması değil elbet. Birincisi, öncüyü hedef alan şiddetle kitle baskı altına alınmak istenmektedir. İkincisi, anti-faşist gündem ile kitle faaliyeti sekteye uğratılmak istenmektedir. Üçüncüsü, devrimciler gençlik kitlesinden yalıtılmak istenmektedir. Sonuç olarak öncü hedef alınmış, baskı uygulanmış, kitle faaliyeti sekteye uğramıştır; bu durumda saldırıya doğru ve bütünlüklü bir yanıt verilmezse eğer, faşist saldırı püskürtülse bile kitleden kopulmuş olacaktır. Bu duruma düşmemek için anti-faşist mücadele politik kitle çalışmasına konu edilebilmeli. Saldırıların ve eylemlerin öncesinde, anında ve sonrasında, kitleyi tutum almaya çağıran yazılı ve sözlü ajitasyon-propaganda faaliyeti büyük bir önem taşımaktadır. Kitlelerin karşısına meşru bir taraf olarak çıkabilmeli, çatışanın iki düşünce olmadığı, burada karşı karşıya gelenin özgürlük ile zorbalık, devrim ile düzen, geleceği temsil eden aydınlık ile geçmişi dayatan ilkellik olduğu sayısız örneklerle anlatılabilmelidir. Bu faaliyet anti-faşist mücadelenin olmazsa olmazıdır.

Faşistlere karşı devrimci şiddet meşrudur! Burada kitle çalışmasına çubuk bükmemiz, faşistlere karşı devrimci şiddetin kullanılması noktasında meşruluğumuzu sorgulamaya veya tutuk davranmamıza neden olmamalıdır. Faşistlere yanıt üretebilmek için kitleleri anti-faşist mücadeleye kazanmayı beklemek biçimindeki edilgen ve pasif tavra düşmemeliyiz. Elbette ki, devrimci şiddeti kitlelerle beraber, onun eyleminin bir parçası olarak ve ileriye taşıyıcısı olarak kullanmak gerekir. Temel olanın kitlelerin devrimci şiddeti olduğu gerçeği, hiçbir koşulda şiddete başvurulmayacağı anlamına gelmez. Duruma göre kitle eylemini ileriye çekebilecek, kitleye özgüven kazandıracak ve devrimci faaliyete saldıranların cezasız kalmayacağını gösteren eylemlerden kaçınmamak gerekir. Bu konudaki tutukluk, örülen süreçlerin kaybedilmesine yol açabilir. Bu da saldırı püskürtmeye değil, faşistlerin daha da azgınlaşmasına zemin hazırlar. Anti-faşist mücadelede genelde durum karşımıza şu şekillerde çıkmaktadır: 1- Kitlelerden kopuk mücadeleyi faşistlere karşı mücadeleye indirgeyen tutum. Bu, genel olarak geçmiş devrimci-demokrat hareketin ‘öncü savaşı’ mantığının pratik karşılığıydı. Cezalandırma eylemlerine sıkışan, şiddeti kendi içinde amaçlaştıran bir tutumdur. Bugün için gençlik içerisindeki etkilerinin zayıflaması ile birlikte bu pratik daha sınırlı olarak ve tekil örneklerle karşımıza çıkmaktadır. Reformizmin etki alanının genişlediği bugünün koşullarında karşımıza çıkan ikincisidir. 2- Geri-uzlaşmacı, pasif, edilgen bir tutum olarak karşımıza çıkan ikinci tutum ise, mücadeleyi kolluk güçlerine, rektörlüğe havale eden, anti-faşist mücadelenin sözde kaldığı, kitlelerin gözünde güven yitimine neden olan tutumdur. Bu çizginin temsilcileri, faşist saldırganlık karşısında şiddeti reddeden (ki zaten toplam pratiklerinde de düzeni zora dayanan bir devrimle yıkmak değil, düzeni reforme etmek olduğu düşünüldüğünde bu konudaki pratikleri de şaşırtıcı

değil), meşru görmeyen bir duruş sergiliyorlar. Faşist saldırganlığa karşı mücadelede kitle eylemi, genellikle reformistlerin sınırını aşmaktadır. Ancak burada da sorun, kitle eylemine öncülük edebilme şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Kitle eylemine militan önderlik sorunu Kitle çalışmasında boşluk bırakılmadığı zaman veya faşist saldırganlığa karşı duyarlılığın olduğu yerlerde ortaya çıkan anti-faşist mücadele deneyimlerinin bir kısmında, eylemlerden çatışma alanlarına kadar bir inisiyatif boşluğu, kitle eylemine militan önderlik sorunu yaşanmaktadır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kitleye öncülük edebilmek, onun eylemini yönlendirebilmek büyük bir önem taşır. Genç komünistler olarak, bu tür durumlarda düzenle uzlaşmaz devrimci karakteri açığa çıkarabilmeli, reformistlerin edilgen tutumlarına takılmadan faşistlere karşı devrimci şiddetin meşruluğunu savunacak tarzda davranabilmeliyiz. Bunu yapmadığımızda, faşistlere yanıt üretemediğimizde kitlelerin güvenini yitireceğimizi ve kitlelerin de kendilerine olan özgüvenlerini yitireceğini bilmeliyiz. Meseleyi faşistleri teşhire indirgeyen, slogan atıp şikayetçi pozisyonda kalma tutumu pasifliktir. Devrimci önderlik kitlenin önüne geçmeyi, faşistlerin üzerine yürümeyi gerektirir. Bu demek değildir ki, ‘kahramanlık’ yapalım, hesapsız-kitapsız gözümüzü karartalım. En ince ayrıntısına kadar düşünelim. Ancak devrimci şiddeti uygulayıp uygulamamayı değil, nasıl uygulayacağımızı, kitlelere nasıl mal edeceğimizi ve kitle eylemini nasıl geliştireceğimizi düşünelim. Faşistlerle karşı karşıya gelindiğinde her bir yoldaşımızın üzerine düşeni yapacağını, geri adım atmayacağını biliriz. Burada tartışma konumuz kitleyle beraber bunu yapabilmek, kitle içinde bunun temsilcisi olabilmek, onu ileriye çekebilme iradesiyle birleştirebilmektir. Sorun sadece faşistlerin şiddetine göğüs germek değil, kitlelerin geri bilinciyle mücadele etmek, onu iradi politik olarak ileriye çekebilmektir. Bunu yapmadığımız sürece anti-faşist mücadele tam anlamıyla başarıya ulaşmış olmayacaktır. M. Uğur

Beytepe’de soruşturma terörü Hacettepe Üniversitesi’nde geçtiğimiz aylarda onlarca öğrenci hakkında açılan soruşturmalar sonuçlandı. “Hocalı Katliamı”nın yıldönümünde Beytepe’de estirilen ırkçıfaşist provokasyon, Anadolu Gençlik Derneği adlı dinci-gerici güruhun “Hz. Muhammed’e Sevgi Etkinliği”nin ilerici-devrimci öğrenciler tarafından engellenmesi, İbrahim Kaypakkaya’yı anma etkinliğine yönelik ÖGB saldırısı sonrası çıkan arbede olaylarından uzaklaştırma cezası alan öğrencilerin sayısı tam olarak netleştirilemese de 2 öğrencinin bir dönem uzaklaştırma cezası aldığı biliniyor. Ayrıca aralarında Ekim Gençliği okurlarının da bulunduğu onlarca öğrenciye de uyarı ve kınama cezaları verildiği öğrenildi. Bunun yanı sıra Ekim Gençliği okurları hakkında “sprey boyalarla duvara yazı yazmak” ve “ÖGB’ye hakaret ve tehditte bulunmak” suçlamalarıyla açılan soruşturma 6 Aralık Perşembe günü görüldü. Soruşturma esnasında “Duvara yazı yazmak doğru mu?”, “Siz yazılama yapmayı savunuyor musunuz?”, “Yazılamaların içeriğini sahipleniyor musunuz?” gibi polisvari sorular yöneltildi. Ekim Gençliği okurları ise soruşturmanın siyasi olduğunu vurgulayarak devrimci-siyasal faaliyeti savundular. Ekim Gençliği / Beytepe

31


Seçilme yaşının 18’e indirilmesi tartışmaları ışığında…

17’sinde idama ‘hak kazanan’ gençlik siyaset yapmasını da bilir! Geçtiğimiz aylarda seçilme yaşının 18’e indirilmesi üzerinden uzun tartışmalar yaşandı. Tartışmaların en dikkat çekici yanı ise 18 yaşını doldurmuş gençliğin durumu ve siyasetle kurduğu bağ idi. AKP şefinin, Yıldız Teknik Üniversitesi açılış törenindeki konuşmasında, seçilme yaşını 18’e indireceklerini söylemesi oldukça manidardır. Düzen yıllardır başını kaldıranı ezmiştir, şimdi de “gençlik neden toplumdan uzak” demektedir. Gençliğin siyaset yaptığı gerekçesiyle soruşturmalara uğratıldığı, siyasetin önüne sürekli olarak baskıyla, tehditle çıkıldığı ve tek tip bireyler yaratılmaya çalışıldığı bir yerde “gençliği siyasete katmak hedefiyle” düzenleme yapılacağının söylenmesi tam bir ikiyüzlülüktür! Bugüne değin söz söyleyenin başına vurulmuş, harekete geçenin bacakları kırılmış, başkaldıranın başı vurulmuştur. Bunun üniversitelerdeki yansımaları da tüm örgütlülüklerin dağıtılmaya çalışılması ve siyasetin ‘S’sinin duyulmasının baskıyla, soruşturmayla, tutuklamayla karşılık bulması olmuştur. Hakkında soruşturma açılmış binlerce öğrenci ve 700’ü aşkın tutuklu öğrenci bunun en açık kanıtıdır.

Siyasetten ne anladıkları, ne anladığımız… Tabi burada siyasetten ne anlaşıldığı ayrıca önemlidir. Antik Yunan’da Aristo, “siyaset” kelimesini devlet işlerini anlatmak için kullanmıştır. O günden bugüne de çok bir değişiklik olmamıştır. Yönetim aygıtının işleri olarak algılanmıştır hep. Bugün ise, oluşturdukları siyaset akademilerinde meclis işleyişinden devletin toplam örgütlenmesine, devletlerarası ilişkilerden bir takım ulusal ve uluslararası yasalara ve sözleşmelere dek uzanan bir dizi alandan bahsetmektedirler. Demokrasi, yönetim, yerel yönetimler, uluslararası ilişkiler gibi başlıklarla burjuva siyasetinin temelleri anlatılmaktadır. Bu yüzden siyaset hayattan kopuktur zaten. Nasıl ki kölelik toplumunda sadece ‘özgür’ insanlar ‘siyaset’ yapabiliyorlardı, kölelerin böylesi bir hakkı yoktu, bugün de bu hak sözde kalmaktadır. Oysa siyaset yaşamın kendisidir. Sınıflı toplumlarda bir sınıfın diğer sınıfı baskı altında tutma aracı olarak devlet, onun işleriyle özel olarak ilgilenecek, kitleleri uyutacak, yönlendirecek, yönetecek özel bir memurlar ve siyasetçiler tabakasını da zorunlu kılar. Sınıfların ortadan kalktığı sosyalist bir düzende ise zaten devlet işleri çok basitleşecek, devletin sönümlenmesi ile de tümden ortadan kalkacaktır. Sınıflı toplumun bir sonucu olarak ezen-ezilen, yönetenyönetilen ayrımı siyaseti kimin yapacağını da belirleyen bir durumdur. Siyaset denilince burjuvazi için burjuva temsili kurumlar ve onun işleri geliyorsa akla, geleceği temsil etme iddiasındaki gençlik içinse, yaşamın kendisi gelmelidir.

“Olaylara karışma yavrum...” Üniversitelerde siyaset yapmanın yasaklandığı bir toplumda yaşıyoruz. Ancak, “Olaylara karışma yavrum” sözleriyle üniversiteye gönderilen bizlerden yeri geliyor siyaset yapmamız isteniyor. AKP şefi Erdoğan çıkıp “gençlik apolitik” diyebiliyor. Hakkını arayan, siyaset yapan gençlik ise

32

baskıya maruz kalıyor. Bu ne yaman çelişkidir demeyelim. Onlar kendi siyasetlerini bize dayatıyorlar. Gençliğin kendi örgütlenmesini yaratmaya çalıştığı yerde Öğrenci Konseyleri’ni, ÖTK’ları çıkartıp “işte gelin burada sözünüzü söyleyin” diyorlar. Ancak bizler biliyoruz ki, söz sokakta söylenir, zafer sokakta kazanılır! Seçilme yaşının 18’e indirilmesi tartışmaları da bu eksende ele alınmalıdır. 12 Eylül’den beri sistematik bir şekilde toplumun yaşamından, gençliğin yaşamından siyaseti çekip çıkartanlar, gençliği düzene yedeklemek adına, “siyaset yapılacaksa gelin burada yapın” demek adına bu oyunu hazırlamaktadır. Kendisine sorulan bir soruya “ben bilmem büyüklerimiz bilir” karşılığını veren milletvekili Hakan Şükür, bizlere düzenin ne kadar siyasetle, yaşamla içli dışlı, inisiyatifli bireyleri seçip ülkenin başına vekil yaptığının en somut göstergesidir. Sırrı Süreyya Önder’in İdris Naim Şahin için “herkese, İdris Naim Şahin İçişleri Bakanı olduysa biz de her şey olabiliriz duygusu veriyor” sözleri, siyasetteki seviyeyi oldukça anlamlı bir biçimde ortaya koymaktadır. Ayrıca siyaset ne menem bir şey ki, bu düzen 18 yaşına gelene oy kullanma hakkı veriyor, askere gönderiyor ‘vatan’ı emanet ediyor, cezai ehliyeti var diyor, yargılıyor, cezaevine atıyor, yok olmadı yaşını büyütüp idam ediyor... Ancak “seçilemezsin” diyor! Ki, “seçilebilirsin” dese de bir şey değişmeyecek ya... ‘Ben bilmem büyüklerim bilir’ler artacak.

Seçilme yaşı 18’e inince de bir şey olduğu yok! Kimse heveslenmesin. Seçilme yaşı 18’e düşse de, bunun alanlardaki gençlik için bir karşılığı olmayacağı açık. Dünyadaki uygulamalar bunun göstergesi. 45 ülkede seçilme yaşı 18. Ancak 25 yaşın altında seçilmiş olanların oranı 1000’de 1 bile değil. Yani dünya düzeninin gençliği soktuğu durum bu. Burjuvazi kendi çıkarlarına göre siyaset yapanı istiyor. Ona “eyvallah” diyeni istiyor. Ankara Üniversitesi açılış töreninde Erdoğan’dan önce konuşan Öğrenci Konseyi Başkanı “hedefimiz 2071” diyor, Erdoğan gibi. Erdoğan da onu örnek gösteriyor gençliğe. Ancak bizler biliyoruz ki, siyaset hak arama mücadelesidir. Toplumu değiştirme, toplumla beraber bunu başarma işidir. Siyaset birilerinin yönettiği, birilerinin yönetildiği bir topluma karşı çıkmaktır. Herkesin sözünü söyleyeceği mekanizmalar yaratmaktır. Söz söylemeyi, siyasete katılımı 4-5 yılda bir sandığa gidip oy kullanmaktan ibaret olarak algılamak değil, sözünü sokakta söylemektir. Düzenin korktuğu tam da budur! 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyütüp asmalarından öte, 17 yaşındaki bir gencin siyaset yapması, hem de bu kadar kararlı, bilinç açıklığına sahip, ne yaptığını bilen, ölüme meydan okuyan tavrıdır onları rahatsız eden. Tüm çabaları 17’sinde Erdallar’ın yaratılmamasıydı. 12 Eylül’den beri gençliği içine soktukları mecra buydu. Bu noktada belli başarıları da var. Ancak onlar tartışadursun gençlik zaten siyasetin içinde. Siyaset sizlerin oturduğu koltuklardan değil, gençliğin içinde sokakta yapılıyor. Bize oyun oynamaya kalkmayın. Biz gençliğiz. Biz bu oyunu bozarız. İstanbul’dan bir Ekim Gençliği okuru


Akademik takvim belli! Tutuklu öğrencilerin gün geçtikçe artan sayısı ülkemizdeki hukuksuzluğun gerçek yüzünü gösteriyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin 2011 yılında hazırladığı tutuklu öğrenciler raporundaki sayı 500 iken, bu sayı bir sene içinde 800’e çıkmış durumda. Trajik olan şudur ki; birçok tutsak öğrencinin iddianamelerinde delil sayılabilecek bir neden yokken bile mahkemeler aylarca sürmektedir. Aslında üzerinde durulması gereken, yüzlerle ifade edilen sayılar değil, öğrencileri sindirmeye, başaramayınca da kampüslerden tasfiye etmeye çalışan gerici/zorba zihniyettir. 12 Eylül askeri-faşist darbesinin ürünü Yüksek Öğretim Kurumu, Öğrenci Disiplin Yönetmeliği ile üniversitelerde öğrencileri sindirmenin tamamlayıcı bir aygıtı olarak kullanılıyor. Birçok üniversite yönetimi disiplin soruşturmaları başlatarak uzaklaştırma ya da yükseköğretimden çıkarma gibi ağır cezalar vermekte büyük bir pervasızlık gösteriyor. Bu bağlamda en demokratik talepler için yürüyüş ve basın açıklaması yapan öğrencilere üniversitelerimizin “demokrasi bekçileri” azgınca saldırıp sindirmeye çalışıyorlar. Dinci-gerici iktidar, yasalara yaptığı müdahalelerle hukuk terörü estiriyor. Sermaye devleti, kendine muhalif gördüğü düşünce ve eylemleri baskı altına almak için, hukuk mekanizmasını kendi yasalarını bile ayaklar altına alacak tarzda kullanıyor. Yargı makamlarının karar ve pratiklerinin sermaye sözcülerinin söylemleri ile tam bir uyumluluk içinde olması, pervasızlığın vardığı boyutu gözler önüne seriyor. Tutuklu öğrenciler gerçeği de bu durumdan bağımsız değildir. Sermaye devletinin muhalif öğrencilere bakışı ve reva gördüğü uygulamaları, yargı makamları, verdikleri mahkûmiyet kararlarıyla tamamlıyorlar. Diğer bir ifadeyle sermayenin kabul edilemez bulduğu öğrenci eylemleri, yargı makamları eliyle “mahkum” edilip, öğrenciler zindanlara atılıyor. Öyle ki, mahkemeler dinci-gericiliğin ‘giyotin’i gibi çalışıyor. Ve film burada başlıyor. Hazırda olan senaryolar devreye giriyor. Somut gerekçe ya da deliller gösterilmeksizin “terör örgütü” şüphelisi veya sanığı ilan edilenlerin sonu gelmeyen yargılama süreçleri başlıyor. Tutuklanan

öğrencilerin yargılama süreçlerindeki ithamların çoğu “terör” adı altında birleştiriliyor. Mahkemelerin ‘suç delili’ olarak sundukları şeyler arasında evde bulunan ders notları, kitaplar, hatta su faturaları bile var. İfade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamına giren basın açıklaması, YÖK protestosu, anma etkinlikleri ya da toplantıları gibi faaliyetlerin yanısıra saç kestirmek, şemsiye taşımak, puşi takmak, halay çekmek, konser bileti satmak da, “yüce yargı”nın “suç” delilleri arasında yer alıyor. Bu “suç delilleri”ni ‘yüce yargı’nın ‘külyutmaz’ savcılarına kaptıran öğrenciler, ‘azılı suçlular’ listesine girmeye muvaffak oluyorlar. Artık yüzlerce ‘azılı suçlu’ var bizden; bizim gibi demokratik, parasız, anadilde eğitim istediği ya da YÖK’ü protesto ettiği için.. Bu ‘azılı suçlular’dan biri de Kayhan Tüney. İstanbul Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi ikinci sınıf öğrencisi Kayhan (yani tutuklanmadan önce öyleydi), neredeyse iki yıldır F tipinde. Nedeni mi? “Barış ve Demokrasi Partisi binasında yapılan ve yasadışı olduğu iddia edilen bir toplantıya ve vicdani red, anadilde eğitim talebiyle yapılan basın açıklamalarına katılmak” diye yazıyor iddianamede. Bir de darp iddiası var ki, utanç verici. Çünkü yüzde 70 engelli Kayhan, sağ kolunu kullanamıyor, sağ bacağında da aksama var. Uzun mesafeyi zorlukla yürüyor. Tek başına gündelik işlerini halletmekte zorluk çektiğini söylüyor ablası. Cezaevinde olmasını gerektirecek hiçbir neden yokken iki yıldır F tipi hücrelerde Kayhan. Kayhan, Berna, Hasan oluyor isimleri, hepsi üniversitelerin birer parçası. Kampüsleri kapalı cezaevlerine dönüştüren zihniyet, buna rağmen ses çıkaranları ise kampüslerden atmaya çalışmaktadır. Öğrenciler artık derslerinden çok tutuklu arkadaşlarının görüş günlerine gider olmuş durumda. Tutuklu öğrenciler için akademik takvim belli; sindirme, yok etme, susturma... Yakında senin için de ders zili çalabilir. Ya oturup olan biteni seyreder, senin olamayan hayatına devam edersin ya da tutuklu öğrenci arkadaşlarına destek olup, kendi hayatını bu kirliliğin içinden çıkarıp bizimle omuz omuza yürürsün! İzmir Ekim Gençliği

33


Katliamın sorumluları terfi ettiriliyor...

Bir bebekten katil yaratan karanlığı dağıtacağız! Hrant Dink’in katledilişinin üzerinden 5 yıl geçti. Bu beş yıl boyunca sermaye düzeni bir bebekten katil yaratmasını da, katillerini sahiplenmesini de bildiğini göstermiş oldu. Cinayetin tetikçisinden yardım edenlerine, gizliliğini sağlayanlarından planlayanlarına, Hrant Dink’e yönelik linç operasyonunda rol alanlardan sermaye devletinin tüm kademelerindeki katliam destekçilerine kadar hemen herkes ya ‘aklandı’ ya terfi ettirildi. Bunlardan birisi de Nihat Ömeroğlu... Nihat Ömeroğlu, Hrant Dink’e TCK 301. maddesine dayanarak ceza veren Yargıtay üyelerinden biri... Bu karar ile Hrant Dink, “Türk düşmanı” diye damgalandı; ardından ise sermaye devleti ve medyasının aylar süren linç propagandası ile ‘katl-i vacip’ ler listesinin başına yerleştirildi. Bu durum devletin birebir planlaması, yönlendirmesi ve görevlendirmesi ile yapılmıştır. Bu o kadar pervasızca yapıldı ki, cinayete giden süreç herkesin gözleri önünde yaşanmıştır. Katilleri mahkemeler tarafından korunurken, Hrant Dink hakkında mahkûmiyet kararı verenler ise bugün terfi ettirilerek ödüllendirilmişlerdir. Diğerleri gibi Nihat Ömeroğlu da, dinci-Amerikancı AKP rejimi tarafından, Kamu Denetçiliği’ne ‘baş denetçi’ tayin edilerek terfi ettirilmiştir.

Kamu Denetçiliği: Sözde katılımcı demokrasi

34

“Kamu Denetçiliği” kavramı 2010 yılında yapılan değişiklik ile anayasaya girdi. Bu kurumun görevi, “idarenin işleyişi ile ilgili şikâyetleri incelemek ve önerilerde bulunmak” şeklinde tanımlanıyor. Yani, düzenin bu kurumla amaçladığı “biz demokrasiyi işletiyoruz, halkımızın şikâyetlerini dinleyip ona göre önerilerde bulunuyoruz” yanılsamasını yaratmaktır. Fakat bu kurumun başına getirilen kişiyle birlikte düzen kendi niyetini belli etmektedir. Yapılan atama ile düzen demokrasiden ne anladığını da çok iyi göstermiş oldu. Onların “demokrasi ve adalet” anlayışlarına göre;

katiller aklanıp terfi ettirilmeli, düzen muhaliflerinin ifade özgürlüğü yok edilmeli, tüm işçi emekçiler baskı altında tutulmalıdır. Nihat Ömeroğlu ve onun gibilerinin terfi ettirilmesi de bu zorba zihniyetin göstergelerinden biridir.

Sözde muhalefet özde sermaye partisi CHP Düzen içi muhalefet partisi CHP milletvekilleri, Ömeroğlu yemin ederken ona sırtlarını dönerek tepki vermişlerdir. AKP’nin bazı icraatlarına muhalefet etse de tarihi boyunca burjuvazinin çıkarları ve sömürü düzeninin bekası için çalışan CHP de bir düzen partisidir. Hal böyleyken, gençliğin bu partiye ya da onun bazı milletvekillerinin “demokrat tavırları”na kanmaması gerekiyor. Aynı partinin şefinin TCK 301’e dört elle sarıldığını ve onu değiştirmeyi bir ayıp olarak gördüğünü, böylece düzenin işleyişine, yasalarına, hukukuna ve tüm değer yargılarına sahip çıktığını da biliyoruz.

Gerçeği bilince çıkartmak ve eyleme geçmek Bizler, gençlik olarak sermaye partilerinin de, kapitalist düzenin de bizlere eşitlik, adalet ya da özgürlük getirmeyeceğinin bilincindeyiz. Bu düzenin temsilcilerinin çıkarları uğruna pervasızlıkta sınır tanımayacaklarının da farkındayız. Yani, devlet istediğini kamu denetçisi yapabilir. Sabit olan tek şey şudur: Her kim bu kurumların başına gelirse gelsin yapacağı şey, düzeni ve onun efendilerini koruyup kollamaktır. Ancak çabaları nafiledir. Aradan geçen 5 yıl, Hrant Dink’in katledilmesini bizlere unutturamamıştır. Tüm aklama çabalarına rağmen bu böyle olmuştur. Değiştirdikleri anayasaları da, hukukları da bizlere demokrasi getirmeyecektir. Bu düzende ve onun hukuksal görünümünden başka bir şey olmayan yasalarında sadece sermayeye söz hakkı, sermayeye demokrasi, sermayeye adalet vardır. Bu koşullarda yapmamız gereken şey, yasaları ve koruyucularıyla beraber burjuva düzeni tarihin çöplüğüne atıp sosyalizmi kurmak için mücadele etmektir. Ü. Serciyan


Kendi dilinde hikaye dinleyebilmek için...

Dilsizlerin konuşabildiği, elleri ile oluşturdukları şekillerle dertlerini anlatabildiği bir dönemde okula başlayan bir çocuğun, annesinin dilini konuşmasının yasaklanması, onu, yarınlarda dili için kendini açlığa yatıran onurlu bir direnişçi yapabilir. Doğduğu andan itibaren ekmeğini istemenin yegâne yolunu öğrenen Ferhatlar, Baranlar okulda Ali ile ata bakamadıkları için öğretmenleri tarafından -ki Baran ona mamoste der- aşağılanabilir. Aşağılanmaktan öte çocukluktan başlar yok sayılmak. Annesinin anlattığı hikayeler derslerde yok sayılır. ‘Rojbaş’lar bir anda günaydına, ‘hewal’ler arkadaşlara ve her sabah günaydın arkadaşlar ile başlayıp varlıklarının teslimini haykırmaları ile bitmesi sağlanan törenlere kadar devam eder. Çocuklukta başlayan sürecin ismi, ya okuduğu bir yerde ya da tanıdık sohbetlerinde asimilasyon olduğu kulaklarına çalınır. Asimilasyon Kürtlerin belki de dillerine ait olmayan fakat anlamını en iyi bildikleri kelimedir. Doğuştan itibaren bileklerinde pranga gibi taşımaları ve çıkartmanın tek yolunun da ‘dağ Türkü’ oldukları safsatalarına inanmaları olduğu söylenir. Annesinin devlet güçleri tarafından darp edildiğini gören, babasının otobüslerden inmesi söylenirken onunla aynı kaderi paylaşacağını bilen ve dahası kardeşi Uğur Kaymaz’ın cesedinde onlarca mermi ile karşılaşan bir çocuğun seçeneği, direnişten başka ne olabilir ki? Direniş kulaklara çalındı mı bir kere, devletin terörü kesilmek bilmez ve varacağı boyutu öngörmek mümkün olmaz. Bu terör Roboski’de 34 can alır ve egemenler, “bir hataydı” açıklaması yapabilecek kadar küstahlaşır. Sözde davalarla ve ucu açık terörle mücadele yasaları ile direnmeyi felsefe edinmiş bir ulusa azgınca saldırabilir. Tutuklanan kişiler anadillerini sahiplenmek konusunda suçlanırken ifade sırasında da dilleri kabul görmez. Mahkeme tutanaklarına “bilinmeyen bir dilde ifade vermiştir “ diye geçer.

Her davada ve her seferinde aynı senaryo sil baştan oynanır. Devletin sunduğu, dahası dayattığı seçenekler bellidir: “Ya dilinle beraber beş metrekarede yaşarsın ya dilini reddeder ve sınırlarını benim çizeceğim dünyada yaşarsın!” Kısacası teslimiyet ya da direniş arasında seçim yapmak; bedenlerini açlığa yatıranların aylarca süren direnişi, tercihin ikincisinden yana olduğunu dosta düşmana gösterir. Dilin yaşam olduğunu bilenlerin kararlılığı devlet tarafından kabul edilir. Kürt halkının cezaevlerinde ve şehirlerde geliştirdiği mücadele karşısında çaresiz kalan devlet, bazen “yemek yiyorlar” yalanına sarıldı, bazen de “hepsi ölsün” diyen faşist güruhları ortalığa saldı. Buna karşın direnişin aylara yayılması, sermaye devletinin manevra alanlarını daralttı. İnsanların yaşamlarını önemsiyor pozlarına giren iktidarın efendileri, anadil hakkının yaşamsal ve vazgeçilmez olduğu gerçeği ile bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldılar. Anadil bir halkın en doğal talebidir aslında. Anasının konuştuğu dil ile kendini ifade etmek gibi insani bir isteği dile getirenlerin vahşice saldırıya uğraması, gerici rejimin Kürt ulusunun can damarlarından birini söküp alma konusundaki ısrarının dolaysız sonucudur. Sermaye devleti kimi zaman cepheden reddederken, muhalefetin yükseldiği dönemlerde anadil hakkını konuşmak mecburiyetinde kalıyor. Zira haklar verilmez, söke söke alınır! Açlık grevi sürecinden sonra Amerikancı düzen medyasının da soruna dair çözümleri tartışmak zorunda kalması da bu gerçeğin yeni ispatı olmuştur. Baranlar’ın, Ferhatlar’ın kendi dilleri ile hikâyeler dinleyebildiği, eğitim süreçlerinde de bu doğal hakkı kullanabildiği günlerin gelmesi için parasız ve anadilde eğitim talepleri uğruna kararlıkla mücadelenin de yükseltilmesi gerekiyor.

İzmir Ekim Gençliği

35


Canlı bir devrim alevi, işçilerin dudaklarında yankılanıyor...

Marksizmin, “bitmiş, tamamlanmış bir ölü fikirler yığını” ya da “hazır reçeteler toplamı” olmadığı ne kadar kesinse, Luxemburg’un “her farklı tarihsel kesitte öne çıkan sorunlara, proletaryanın devrimci mücadelesinin ihtiyaçları açısından çözüm getirmeye çalışan canlı ve dinamik bir dünya görüşü”nün temsilcisi olma iddiası taşıdığı da o kadar kesindir.

36

“Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.” Clara Zetkin, Rosa Luxemburg’u böyle anlatıyordu. Trotsky ise, Liebknetch’in işçi kitlelerinin gözündeki önemini “Karl Liebknecht, uzlaşmaz bir devrimcinin gerçek ve mükemmel bir örneğiydi. Yaşamının son günlerinde, ismi etrafında sayısız efsane yaratılmıştı: anlamsızlık ölçüsünde kötü olanları burjuva basında, kahramanca olanları işçi kitlelerinin dudaklarında” sözleriyle anlatmıştı. Rosa’nın dışarda ya da hapiste sürekli mücadeleyle geçen, toplum çeperinde sürüp giden yaşamına ve Karl’ın, bu uzlaşmaz devrimcinin, işçi kitlelerinin dudağında nasıl da yankılandığına bakalım. Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871’de Polonya’da doğdu. Daha 18 yaşındayken, siyasi faaliyetlerden dolayı yurtdışına gitmek zorunda kalan Rosa Luxemburg, İsviçre’de politika, tarih, ekonomi, doğa bilimleri ve matematik eğitimi aldı.

Marksizmin başyapıtlarıyla tanışması da işte tam bu döneme denk gelir. Rosa Luxemburg, Almanya’ya taşınması ile birlikte, işçi sınıfının mücadelesine aktif olarak katıldı. Takvimler 1898 yılını gösterirken, Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) üye olan Rosa Luxemburg, Avrupa’nın sosyalist çevrelerinde büyük yankı uyandıran yazılar yazdı. Rosa Luxemburg, SPD’nin “sorgulanamaz” bir yapı olarak görüldüğü zamanlarda, Kautsky ve Bernstein’ı karşısına alarak, SPD’nin reformist niteliğini teşhir eden ilk kişi oldu. Onun, içinde bulunduğu kuruma dair bu eleştirileri, şüphesiz ki Luxemburg’un “kuşku ve eleştiriyi devrimci bir silaha dönüştürme yeteneği”nin kanıtlarıdır. Rosa Luxemburg, tabiri caizse, hiç bir şeyi “dokunulmaz” ve “eleştirilemez” görmüyordu. Marksizmin, “bitmiş, tamamlanmış bir ölü fikirler yığını” ya da “hazır reçeteler toplamı” olmadığı ne kadar kesinse, Luxemburg’un “her farklı tarihsel kesitte öne çıkan sorunlara, proletaryanın devrimci mücadelesinin ihtiyaçları açısından çözüm getirmeye çalışan canlı ve dinamik bir dünya görüşü”nün temsilcisi olma iddiası taşıdığı da o kadar kesindir. Bu doğru perspektif, elbette yanılma riskini tamamen ortadan kaldırmıyordu. Lenin’in “Rosa Luxemburg


yanılıyordu. Ama tüm bu hatalarına rağmen o bir kartaldı ve hep öyle kalacak” demesi bundandır. Nitekim Luxemburg’un, SPD’nin reformist ve hatta karşı devrimci bir rotaya kaydığı fikri, 4 Ağustos 1914 tarihinde somutlaştı. SPD, Alman Parlamentosu’nda, ardında 10 milyon ölü, 20 milyon sakat bırakan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ödenek ayrılmasına onay verdi. Bu oylamada, savaşa karşı oy kullanan tek parlamenter olarak parti yönetimiyle yollarını ayıran Karl Liebknecht ile bu olaydan sonra parti ile tüm ilişkisini kesen Rosa Luxemburg’un yolu işte şimdi birbirine tamamen ve çözülmez olarak bağlanmıştı. Trotsky, Karl ve Rosa’nın ölümünden sonra şöyle diyecekti: “Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.” Leipzig’de, Luxemburg ile aynı yıl doğan Karl Liebknecht, aynı Luxemburg gibi küçük yaşlarda sosyalizmle tanışmış, hukuk ve ekonomi eğitimi alarak avukatlık yapmaya başlamış ve 1894’te Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne üye olarak politikaya atılmıştı. İşte bu iki savaşçının çevresinde toplanan sol kanat, reformizme kaymış SPD’den ayrılarak; Leo Jogiches, Paul Levi, ve Clara Zetkin gibi isimlerle Spartakistler Birliği’ni (Spartakusbund) kurdu. SPD sosyal şovenliğine devam eder, Almanya’daki proleter muhalefeti dizginlemeye çalışırken, Spartakistler Birliği gösteriler örgütlüyor, nitelikli yazılar yazıyor ve meydanlarda işçi yığınları ile buluşuyordu. Karl Liebknecht’in şu sözleri, karşı devrimcilere rağmen, hiçbir şekilde kırılamamış devrimci inancı, bize açıkça anlatıyor: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Bu dönemde, sınıfa ihanet eden sosyal demokratlar ile emperyalist paylaşım savaşına ve burjuva demokrasisine doğru bakışla yaklaşan komünistlerin ayrışmasını mümkün kılan, Spartakistler Birliği olmuştur.

Yaklaşan Kasım Devrimi 28 Ocak’ta başlayan tarihi genel grevin bitirilmesi ve grev önderleri ile işçilerin tutuklamalara maruz bırakılması bir sonu işaret etmiyordu. Tersine bu saldırılardan kurtulanlar, daha güçlü olarak yeni bir direniş örgütlemeye başladı. Bu kez işçiler silahlanıyorlardı. Bütün fabrikalarda birlikler kurulmaya başlanmıştı. Tüm bu gelişmeler toplumun her kesimini hareketlendirmişti. Donanma askerlerinin saldırı emrini reddedip ayaklanışı, Kasım Devrimi’ne giden kıvılcımı çakmış oldu. Başlayan ayaklanma hızla bütün Almanya’yı sararken kitleler kendiliğinden sokaklarda toplanmaya başladılar. 9 Kasım’da genel greve gidildi. Başlayan

devrimin başarıya ulaşmasının en temel ihtiyacı gerçek bir devrimci önderlikti. Ayaklanma patlak verdiğinde devrimci sınıf partisinin henüz inşa edilememiş olması ve sosyal demokratların işçi sınıfına kaba ihanetleri, çöküşün eşiğine gelen Alman burjuvazisinin iktidarını korumasına fırsat vermiştir. Bu süreçte devrimci dönüşümlerin tam olarak yapılamaması, karşı devrimcilere güç olarak döndü. Bu dönemde devrimci mücadeleyi yükseltmek adına Spartakistler Birliği, diğer sol gruplarla birlikte KPD’yi (Alman Komünist Partisi) kurdu. Ne var ki bazı olaylar karşısında gösterilemeyen ani devrimci önderlik refleksleri ve yaşanan kimi tereddütler sonucu, 13 Ocak günü, karşı devrimci güçler, her ele geçirdiklerini infaz ederek, askerleri ve Freikorps’ları (burjuvazinin paramiliter tetikçileri) işçilerin ve devrimcilerin üzerine salarak sayısız insanı katledebilecek güce erişti. Burjuvazi, en başta, proleter yığınlar içinde kök salmış Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi işçi sınıfının komünist önderlerini katletmeyi hedeflemişti elbette.

Eden Oteli Rosa, Karl Liebknecht’in eşi Sonia’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim.” Luxemburg’un bu isteği gerçekleşti... 15 Ocak 1919 gecesi işçi sınıfının iki önderi, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, tutuklanarak Eden Oteli’ne götürüldüler. Rosa dipçik darbeleriyle, Karl ise başından silahla vurulup alçakça katledildi. Kral ve Rosa’yı katledenlerin şefi, Alman Sosyal Demokrat Parti’sine (SPD) mensuptu. Emperyalist paylaşım savaşına destek vererek işçi sınıfına ihanet eden SPD, Karl ve Rosa’yı katlederek bu ihaneti doruk noktasına vardırdılar. Yenilgiye uğrayan Kasım Devrimi’nden çıkarılabilecek pek çok ders vardır. Ancak Alman deneyiminin en önemli dersi, işçi sınıfının devrimci öncü partisinin önderliği altında birleşmeden, devrimi zafere ulaştırma olanağından yoksun kalacağını göstermiş olmasıdır. Rusya’da Bolşevik parti hazırdı, devrim zafere ulaştı. Almanya’da ise, komünist parti hazır olmadan patlak veren devrim, işçi sınıfının beş yıla yayılan kahramanca mücadelesine rağmen yenilgiye uğradı. Bir diğer önemli ders ise, SPD’nin işçi sınıfına ihaneti, karşı-devrimin vurucu gücü olacak noktaya vardırmasıdır. Ekim Devrimi’nin zaferinden sonra gerçekleşecek bir Alman Devrimi’nin, dünya devrimi açısından hayati bir önem taşırken, SPD’nin ihanetinin de katkısıyla yenilgiye uğraması, Hitler faşizminin iktidarı ele geçirmesine zemin hazırlamıştır. “Reformizme karşı devrim” şiarını benimseyen Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, proletaryaya yol göstermeye bugün de devam ediyor. Katledilişlerinin 93. yılında, bu devrimci önderleri saygıyla anıyor, tekrar haykırıyoruz:

“Vardık, varız, var olacağız!”

Yenilgiye uğrayan Kasım Devrimi’nden çıkarılabilecek pek çok ders vardır. Ancak Alman deneyiminin en önemli dersi, işçi sınıfının devrimci öncü partisinin önderliği altında birleşmeden, devrimi zafere ulaştırma olanağından yoksun kalacağını göstermiş olmasıdır. Rusya’da Bolşevik parti hazırdı, devrim zafere ulaştı. Almanya’da ise, komünist parti hazır olmadan patlak veren devrim, işçi sınıfının beş yıla yayılan kahramanca mücadelesine rağmen yenilgiye uğradı.

37


Onbinler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i andı...

“Dün olduğu gibi, bugün de devrim için binlerce nedenimiz var!”

Alman proletaryasının ve sosyalizmin iki seçkin önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 13 Ocak Pazar günü Berlin’de yapılan yürüyüş ve ardından gerçekleştirilen anıt-mezar ziyareti ile bir kez daha anıldı. Yürüyüşe, Almanya’nın farklı bölgelerinden gelen yaklaşık onbin işçi, emekçi ve genç katıldı. Sabahın erken saatlerinde başlayan anıtmezar ziyeretine katılım gün boyu artarak devam etti. Yürüyüşte oldukça güçlü bir gençlik katılımı gözlenirken, özellikle yaşlı kuşak sosyalistler her zamanki gibi yine anıt-mezar ziyaretini tercih ettiler. Bu yılki yürüyüşte dikkati çeken bir başka şey de, hemen tüm kortejlere hakim canlılık ve coşkuydu. Kriz Almanya’da da iyiden iyiye hissedilmeye başladı. Bochum Opel gibi büyük ölçekli işyerlerinin kapanması gündemde. Buna paralel olarak işsizlik oranı gittikçe yükseliyor. Yoksulluk giderek derinleşiyor. Sosyal kısıtlamalar yeniden hız kazanmış bulunuyor. Bir başka önemli gelişme ise, Almanya’da militarist politikaların gittikçe azgınlaşmasıdır. Savaş suçlusu Alman tekelci burjuvazisi, dünyaya egemen olma hırsı ile, bir kez daha, hummalı biçimde savaş hazırlığı yapıyor. Son olarak 400 askeri ile birlikte Patriot füzelerinin Türkiye’ye sevkiyatına başladı. Bütün bunlara yönelik tepki haliyle, bir gün öncesindeki R. Luxemburg Konferansı’na ve 13 Ocak’taki yürüyüş ve anıt-mezar ziyaretine de yansıdı. Yürüyüş sırasında dağıtılan bildirilerde ağırlıklı olarak bu konu işlenmişti. Taşınan pankart ve dövizlerde en çok savaş karşıkı şiarlar yer alıyordu. Yerli devrimci partiler tarafından yol boyunca zaman zaman ses cihazları üzerinden savaş karşıtı konuşmalar yapıldı. Anma yürüyüşüne yerli sosyalist partilerden DKP, MLPD, Alman Sol Parti-Die Linke gibi partiler katıldı. Yanı sıra, İspanya, Şili, Danimarka, Çek Cumhuriyeti’ne mensup devrimci partiler de yürüyüşte yer aldılar. DKP ve MLPD kortejleri hem güçlü katılımları hem de canlılık ve coşkuları ile dikkati çektiler. TKP/ML, MLKP, ADHK, Anadolu Fedarasyonu, DİDİF, TKP, Özgürlük ve Dayanışma Partisi gibi Türkiyeli sol parti ve örgütler de her yıl olduğu gibi yürüyüşte yerlerini aldılar. Bu kortejler de canlıydı, sloganları hiç susmadı, ancak bazılarının katılımı geçen yıla göre zayıftı. Hemen her parti ve örgütten belli güçler, aynı gün aralarında PKK kurucu kadrosu Sakine Cansız’ın da yer aldığı üç Kürt için Paris’te yapılacak olan yürüyüşe katılmak üzere Paris’e gitmişti. Bu, haliyle katılıma da yansımıştı. Bu yılki yürüyüşte çok sayıda kızıl bayrak taşındı ve bu da dikkati çekti. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht için yapılan anma eylem ve etkinlikleri sırasında Paris’te alçakça katledilen üç Kürt siyasetçisi de unutulmadı. 12 Ocak günü yapılan XVIII. Rosa Luxemburg Konferansı, Sakine Cansız ve arkadaşları için yapılan saygı duruşu ile başlatıldı. 13 Ocak yürüyüşü sırasındaysa onlara ait posterler taşındı, sloganlar atıldı. Yürüyüş saat 10.00’da ve Frankfurter Tor’da başladı. Bu yılki yürüyüş gerçekten de geçen yıllara göre daha canlı ve

38

coşkulu bir atmosferde gerçekleşti. Yol boyunca sürekli sloganlar atıldı, ses cihazlarıyla devrimci marşlar çalındı. Yine ses cihazları aracılığıyla güne ilişkin ve çeşitli konularda ajitasyon konuşmaları yapıldı, bildiriler okundu. Ve her zamanki güzergahtan geçilerek anıt-mezarlara gelindi. Anıt mezarların girişinde coşku iyice arttı. Sloganlar daha bir gür atılmaya, marşlar daha bir canlı söylenmeye başladı. Bunu, her yılki gibi yaşlı kuşak sosyalistlerin bu devrimci coşkuyu tetikleyen selamlamaları ve alkışları tamamlıyordu. Bu kez topluca anıt-mezarlar ziyaret edildi. Bir kez daha, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ve onların şahsında devrim ve sosyalizm kavgasında ölümsüzleşenler için saygı geçidi yapıldı, anılarına bağlılığın bir ifadesi olarak anıt-mezarlarına kırmızı karanfiller ve güller bırakıldı. Anıt-mezarların bulunduğu alanda bir de çeşitli partiler küçük etkinlikler yaptılar. Örneğin MLPD kurduğu platformda da Rosalar için bir anma etkinliği gerçekleştirdi.

Komünistler komünizme ait sembol ve değerlere sahip çıkıyor! Komünistler bu yıl da sosyalizmin seçkin temsilcileri olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht yürüyüşüne özel biçimde hazırlandı. Büyük bölümünü genç komünistlerin oluşturduğu bir kortejle yürüyüşteki yerini aldı. Komünistler, yürüyüşte, üzerinde Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in resimlerinin olduğu, “Gelecek her yerde sosyalizme aittir!” yazılı TKİP pankartı ve kızıl bayraklar taşıdılar. Genel sloganların yanı sıra, parti sloganları da haykırıldı. Avusturya İşçi Marşı hep beraber söylendi. Yürüyüş sırasında taşınan diğer pankartta da “Savaş aygıtı NATO dağıtılsın!’’ şiarı yazılıydı. Komünistler, Paris’te katledilen Kürt siyasetçileri de unutmadı. Yürüyüş boyunca Sakine Cansız’ın büyük boy bir posteri de taşındı. Hem yürüyüş sırasında ve hem de anıt-mezarların olduğu alanda yoğun biçimde, “Kapitalist barbarlığa ve emperyalist saldırganlığa karşı, sosyalizm için ileri! / TKİP-Yurtdışı Örgütü” imzalı bildirilerin dağıtımı yapıldı. Ayrıca, BİR-KAR’ın NATO ve Patriotlar karşıtı kampanya çerçevesinde çıkarttığı bildiriyi yaygınca dağıttığı gözlendi. Anıt mezarlara çok yakın bir mesafede bulunan yüksek bir binanın tepesinden aşağı salınan oldukça büyük bir pankart hemen her kesin dikkatini çekti. Havai fişeklerin havaya fırlatılması eşliğinde aşağıya sarkıtılan bu pankartın üzerinde, “Dün olduğu gibi, bugün de devrim için binlerce bedenimiz var!’’ yazılıydı. Günün belki de en anlamlı sözü buydu. Başta Alman kökenliler olmak üzere, Almanya’daki tüm uluslardan işçi ve emekçiler burjuvazinin tüm karalayıcı çabalarına inat, bir kez daha, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e sahip çıkarak bu veciz söze karşılık verdiler.


19 Ocak’ta ne olmuştu? - Bir güvercin düşmüştü sokağın ortasına… Arka arkaya sıkılan kurşun sesleri kentin kulakları sağır eden sessizliğini delip geçmişti. Güvercinin can çekişen bedeni, kaldırım boyunca uzayan kan selinin tükendiği anda dinginleşmişti. Evet, bir güvercin daha yitip gitmişti. “Ürkek ama özgür” yaşamını geride bırakarak… O güvercinin ardından yakılan ağıtlar yankılanmıştı yine aynı kentte. Aynı kentte söylenmişti güvercinin hasretinin türküleri. Katilleri tir tir titreten çığlıklarıyla binlerce güvercin; her şeyi gören, her şeyi duyan, her şeyi bilen sokakta uzayıp gitmişti. Ve hepsinin beyninde aynı soru: - Bu ülkede güvercinleri vururlar mı? Ve aynı cevap: - Vururlar! Çünkü Hrant’ın o ürkek yüreğini delip geçen kurşunlar binlerce kez sıkıldı bu topraklarda kardeşliğe…

! g i r a p h a z ı y a Burad


Özgürlük, eşitlik ve sosyalizm mücadelesinde

Devrimci Kadın Kurultayı'nda buluşalım!

10 Şubat 2013

10 Şubat 2013 - Saat: 13.00 Yer: Petrol-İş Sendikası Konferans Salonu

Adres: Altunizade Mah. Kuşbakışı Cad. No: 23 Üsküdar/İstanbul İrtibat: 0 531 439 05 53 / devrimcikadinkurultayi@yahoo.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.