www.ekimgencligi.net
günlük yayında! Aylık Sosyalist Gençlik Dergisi Şubat 2013 * Sayı: 143 * Fiyatı: 2 TL
Devrimci baharı kazanmak için ileri!
“Yeni YÖK Yasası” harça parça hayata geçiriliyor...
Dünye gençlik hareketinin boyutları
Yaşamın yarısından kavganın yarısına...
Emperyalist savaşa, YÖK Yasa Tasarısı’na, Faşist baskı ve teröre karşı
143. sayı
Devrimci bahara yürüyoruz!
Emperyalist savaşa, YÖK Yasa Tasarısı’na, faşist baskı ve teröre karşı…
Devrimci baharı kazanmak için ileri! Yoğun ve hareketli bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda emperyalist savaş ve saldırı politikaları yoğun bir çabayla hayata geçirilmeye çalışılıyor, diğer yanda Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikaları ağırlaşıyor. Bir yanda emperyalistler hesabına savaş çığırtkanlığı yapan Türk sermaye devleti ve sözcüsü AKP’nin işçi ve emekçilerin kırıntı düzeyinde kalan haklarını gasp etme hazırlıkları sürüyor, diğer yanda üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde dönüşümü anlamına gelen YÖK Yasa Tasarısı ile gençliğe dönük saldırılar boyutlanıyor. Bütün bu gelişmeleri, toplumun geneline yönelen yoğun baskılar ve sindirme operasyonları tamamlıyor. İlerici-devrimci güçler ve Kürt halkı yaygın bir gözaltı ve tutuklama saldırısına maruz kalıyor. Üniversitelerde soruşturmalar, uzaklaştırma cezaları peşi sıra geliyor vb. Böylesi bir dönemde baharın devrimci atmosferini karşılamaya hazırlanıyoruz. İçerde ve dışarıda savaş-saldırganlık politikalarına karşı gençliğin devrimci enerjisini açığa çıkartabilmek, bahar gündemleri ile birlikte özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesini güçlendirebilmek temel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Bu çerçevede geçtiğimiz dönem gençlik içerisinde yaşanan hareketlilik önemli bir imkandır. ODTÜ direnişi ile daha da güçlenen bu mücadele birikimini bahar gündemlerinin yaratacağı devrimci atmosferle birleştirebilmeliyiz. Gerici atmosferi dağıtabilmenin ve saldırılara karşı set örebilmenin, söz konusu imkanı değerlendirmekle mümkün olabileceğini unutmayalım.
Gençliğin anti-emperyalist mücadelesini büyütelim! Bahar döneminde gençliğin en temel gündemlerinden birini emperyalist savaş ve saldırganlık politikaları oluşturuyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin Ortadoğu üzerinden planları, en son Suriye’de yaşanan çatışmalarla birlikte savaş hazırlıklarına dönüşmüş durumda. Sözde Suriye halkının özgürlüğü adına Esad gibi bir diktatörü devirmeye çalışanlar, bunu yapabilmek için gerici güçlerle çatışmaları körüklüyorlar. “Özgür Suriye Ordusu” adındaki yağmacı, çapulcu takımının Suriye’yi kana bulaması için hiçbir yardımı esirgemiyorlar. Türkiye ise emperyalizmin etkin taşeronluğuna soyunmuş durumda. Ülkenin dört bir yanında kurulu NATO üsleri yetmiyormuş gibi yeni yığınaklar yapılıyor. Türkiye radar sistemleriyle, Patriotlar’la, NATO askerleriyle bölge halklarına karşı saldırı üssü haline getiriliyor. Bu adımlar bizzat bu ülke gençliğinin kardeş halkların kırımı için savaşa gönderilmesi ihtimalini de büyütüyor. Tüm bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi emperyalist savaş ve saldırganlık, yakıcı bir gündem olarak önümüzde duruyor. Dışarıda savaş çığırtkanlığı yapan Türk sermaye devleti içeride de faşist baskı ve terörünü artırıyor. Ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılar yoğunlaşıyor. İşçi
3
Tasarısı’nın iç yüzünü teşhir etmek, gençlik kitlelerinde bu saldırı konusunda bir bilinç açıklığı yaratmak ve elbette bu çabaları gençliğin eylemli tutum almasını sağlayacak araçlarla birleştirebilmek önemli bir yerde duruyor. Önümüzdeki bahar dönemini bu temel saldırı gündemine karşı etkin ve verimli bir şekilde değerlendirebilmeliyiz.
Baharın devrimci atmosferine yaslanarak özgürlük, devrim, sosyalizm mücadelesini büyütelim!
Baharın gündemleriyle birlikte önümüzdeki süreç mücadele alanlarının daha da ısınacağını gösteriyor. Bunu değerlendirmek, bahar döneminin mücadele gündemlerini devrimci gençlik mücadelesinin temel gündemleri olarak ele alabilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla dönem üzerinden ortaya çıkan gündemlerin bahar sürecinin gündemleriyle bütünlüğünü kuran bir mücadele perspektifi ile hareket edebilmeliyiz.
4
ve emekçilerin yoksulluğu ve sefaleti derinleşirken, meclis savaş bütçesini onaylıyor. Eğitime, sağlığa, kamusal hizmetlere doğru düzgün bütçe ayırmayan, eğitim ve sağlığı alınıp satılabilir bir meta haline getirmeye çalışan sermaye devleti, milyarlarca lirayı askeri harcamalara, savaş hazırlıklarına aktarıyor. Bu olguların teşhiriyle birlikte, saldırı ve savaş hazırlıkları karşısında gençliğin anti-emperyalist bilincini güçlendirmek, mücadelesini büyütmek acil bir görev olarak karşımızda duruyor. Emperyalizmin hesaplarını ve Türk sermaye devletinin emperyalizmin hizmetinde hayata geçirdiği icraatları teşhir etmek, kardeş halkların kırımına ortak olmamak, savaşın içeride yaratacağı yıkımın önüne geçebilmek gençliğin mücadele gücü ve potansiyelini açığa çıkartacak, taraflaştıracak bir bakış ve mücadele hattı ile mümkün olabilir.
YÖK Yasa Tasarısı’na karşı gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci mücadelesini büyütelim! Üniversitelerin şirket, öğrencilerin müşteri, çalışanların köle ve eğitimin meta olması anlamına gelen YÖK Yasa Tasarısı hazırlıklarında da sona yaklaşılmış bulunuluyor. Yıllardır gençliğe ve eğitim alanına kapitalizmin ihtiyaçları üzerinden bakan, eğitim alanını bu ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirmeye çalışan sermaye devleti, bu hedeflerine ulaşabilmek için köklü değişiklikler yapmaya çalışıyor. Eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşümü şimdiye kadar zaten parça parça hayata geçirilmekteydi. YÖK Yasa Tasarısı ile bu dönüşüm kesin olarak sonuna vardırılmak isteniyor. Sermayenin planları gerçekleşirse, üniversiteler kâr etmeye odaklı birer ticari işletme haline gelecek. Yönetimlerine burjuvaların yerleştirilmesi ile eğitim süreci tümüyle piyasa şartlarına göre düzenlenecek. Harçları kaldırmakla övünenler, bu yasa ile öğrencileri tam anlamıyla birer müşteri haline getirmiş olacaklar. Böylelikle bilim tümüyle kapitalist kâr hırsının ve ticari ihtiyaçların hizmetine sunulacak. Bu denli kapsamlı bir saldırının karşısına çıkabilmek ve saldırı yasalarını parçalayıp atmak, ancak gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci karşı koyuşu ile mümkün olabilir. Bu açıdan YÖK Yasa
Savaş hazırlıklarının yoğunlaştığı bu dönemde işçi, emekçi ve gençliğe yönelik saldırılar da tırmanıyor. Saldırılar karşısında mücadele refleksleri güçleniyor, tepkiler sokağa iniyor. Baharın gündemleriyle birlikte önümüzdeki süreç mücadele alanlarının daha da ısınacağını gösteriyor. Bunu değerlendirmek, bahar döneminin mücadele gündemlerini devrimci gençlik mücadelesinin temel gündemleri olarak ele alabilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla dönem üzerinden ortaya çıkan gündemlerin bahar sürecinin gündemleriyle bütünlüğünü kuran bir mücadele perspektifi ile hareket edebilmeliyiz. Bahar döneminde her biri ayrı ayrı mücadele gündemi olan tarihsel olaylar, dönemin gündemleri ve ihtiyaçları üzerinden bütünlüklü bir çalışmanın parçası olarak işlenebilmelidir. Bu başarılabilirse, baharın devrimci atmosferi gençliğin devrimci mücadelesinde bir imkân olarak değerlendirilmiş ve mücadeleye yeni bir soluk kazandırılmış olur. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü ile başlayan, 16 Mart Beyazıt katliamı, 21 Mart Newroz, 30 Mart Kızıldere katliamı ile devam eden bahar gündemleri, işçi sınıfı ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’la doruk noktasına ulaşacak. Ardından 6 Mayıs’ta idam edilen Denizler ve 18 Mayıs’ta işkencede katledilen İbrahim Kaypakkaya anmaları ile bahar dönemi noktalanacak. Bu gündemlerin her birisi kendi içinde elbette büyük bir anlam taşıyor. Ancak her bir gündem günün ihtiyaçları ve gündemleri ekseninde işlenebilmek, bütünlüklü ve bütün bir dönemi kapsayacak bir bakış, planlama ve yönelim ile ele alınmak, pratik gerekleri bu bakış çerçevesinde yerine getirilmek durumundadır. Toplumun bütününü, özelde ise gençliği bekleyen kapsamlı saldırı dalgası ve mücadele gündemleri başta genç komünistler olmak üzere, ileri devrimci gençlik güçlerine ağır sorumluluklar yüklemektedir. Emperyalist savaş ve saldırganlık ile halklar ciddi bir tehditle yüz yüze bulunuyor. YÖK Yasa Tasarısı bir bütün olarak üniversiteleri ama özellikle de gençliği hedefleyen kapsamlı bir saldırı anlamına geliyor. Faşist baskı ve devlet terörünün artması, Kürt halkına yönelik saldırıların yoğunlaşması mücadelenin ihtiyaçlarına işaret ediyor. Baharın devrimci çağrısı özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesini gençlik içerisinde büyütmektir. Genç komünistler sürecin omuzlarına yüklediği sorumluluğun bilinciyle hareket edecek, baharın devrimci çağrısına yanıt verebilmek çabasını güçlendirecek, geleceği kazanmak bakışı, iddiası ve misyonuyla güne yükleneceklerdir. Devrimci baharı kazanmak için ileri!
Sermaye – üniversite işbirliğinde bilimin gelişmesi mümkün mü? Göktürk-2 uydusunun fırlatılmasını izlemek amacıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelmesi ve buna karşı öğrencilerin göstermiş olduğu militan direniş, 2012 yılının son günlerinde uzunca bir süre konuşuldu. Kamuoyunda şiddet, eğitim, demokrasi, bilim üzerine tartışmalar yürütüldü. ODTÜ’nün eğitimini sorgulayanlar oldu. Tartışmalardaki bir argüman da “ODTÜ öğrencileri ülkemizin başarılarıyla gururlanacakları yerde bu başarıyı karaladılar” idi. Bunun üzerine Ekim Gençliği’nin 142. sayısında “Göktürk-2 uydusu ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları...” başlığı altında bu uydunun neye hizmet ettiğini anlatan bir yazı yayımlandı. “Üniversite-sermaye işbirliğinde bilim” konusunun ise daha genel bir başlık olarak tartışılması gerekiyor. Bugün üniversitelerde yürütülen projelere baktığımızda bunların mali kaynakları çoğunlukla TÜBİTAK tarafından karşılanmaktadır. 2011 yılında ODTÜ, TÜBİTAK’ın Ar-Ge desteklerinden 11 milyon TL civarında kaynak alarak, bu desteklerden en çok yararlanan üniversite olmuştur. ODTÜ’de TÜBİTAK destekli yürütülen projelerin sayısı ise yüzü aşkındır. Bu projelerin yürütücüsü öğretim elemanları, birçok kurumla, şirketle ilişki içinde projelerini şekillendirmekte ve “topluma yararlı olmaya” çalışmaktadır. Bu projeler yürütülürken öğrencilerin eğitim ve araştırma alanındaki gelişmeleri de bu sınırlar tarafından belirlenmektedir. Derslerde yapılacak ödevler, projeler vb., yürütülmekte olan projelerin daha basitleştirilmiş temel konuları üzerinden seçilmektedir. İnsanlığın gelmiş olduğu gelişmişlik düzeyinde, üretim-bilim ve bilim-eğitim arasındaki ilişkilerin doğal bir sonucu olarak yukarıda belirtilen ilişkiler de kaçınılmazdır. Önemli olan bu ilişkilerin, içinde bulunduğumuz toplumdaki üretim ilişkileri tarafından belirlendiğini unutmamaktır. Yani kapitalist üretim biçiminin temelinde yatan ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişkiye bağlı olarak üniversitelerdeki eğitim ve bilim sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. Sermayedarlar, araştırma ve geliştirmeye yönelik bütün çalışmalarını, daha çok kâr edebilmek hedefiyle yapmaktadır. TÜBİTAK devlete bağlı bir kurum olarak, bütün planlamalarını esas olarak büyük sermayedarların çıkarları doğrultusunda yapmaktadır. Üniversitelerdeki projeleri yürütenler de sermayeyle ilişkilerine bağlı olarak bilimin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin uluslararası pazarlardaki rekabet gücünün artmasını sağlamaktadır. Bir yandan sermayedarların çıkarları için işleyen bu ilişkiler, diğer yandan da ücretli işçilerin daha
çok sömürülmesine hizmet etmektedir. Kâr etme zorunluluğu ve uluslararası rekabetin hızlandırdığı bilimsel gelişmeler yaygınlaştıkça, kâr oranlarındaki düşme eğilimi de artmaktadır. Örneğin, diğer rakiplerine göre daha gelişmiş teknoloji kullanan bir şirketi ele alalım. Bu şirketin kullandığı teknoloji ister istemez diğer şirketlere de yayılacaktır ve bu alanda elde ettiği fazla kâr yok olacaktır. Buna paralel olarak, şirketler kâr oranlarının daha yüksek olduğu – teknolojinin daha az gelişmiş olduğu, emek gücünün değerinin daha düşük olduğu – bölgelere yatırım yaparak, benzer bir teknolojik gelişme ve kârların eşitlenmesi sürecini yaşayacaklardır. Bütün bu süreçte, dış pazarlara egemen olabilmek için kapitalistler arasında kıyasıya bir mücadele olacaktır. İçinde bulunduğumuz dönemde bu durum kendisini Afrika ve Ortadoğu’da sürekli savaş olarak göstermektedir. Türkiye burjuvazisi de rekabet gücünü arttırarak hem Afrika ve Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da bu mücadelelere katılma çabası içindedir. Tam da sermayenin çıkarları için işleyen sistem, emperyalistler arası savaşlara sebep olmaktadır. Bu savaşların en büyük yıkımını da sömürülen işçiler, yoksul köyüler, kısacası ezilen halklar yaşamaktadır. Kâr oranlarının düşme eğilimine paralel olarak gelişen bu süreçte kapitalistlerin, bilimi ve teknolojiyi sürekli olarak geliştirmesi mümkün değildir. Gelip dayanacakları sınır kendi çıkarlarının sebep olduğu savaşlardır. Var olan fabrikalarını, işçilerini, kaynaklarını kullanırken, onların yerini alabilecek yeni teknolojileri üretmeleri beklenemez. Yapabilecekleri bilimsel gelişme bu yüzden sınırlıdır ve bu sınır da dünya çapında gerçekleşecek savaşlardır. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’nda olduğu gibi milyonlarca insanın katledilmesi, var olan fabrikaların, üretim araçlarının yok edilmesi gerçekleşmeden, kapitalistler bilimi ve teknolojiyi geliştiremezler. İşte bu yüzden, üniversite-sermaye işbirliğinde bilimin gelişmesi sınırlıdır. Suriye’deki savaş ve Ortadoğu’daki nüfuz mücadeleleri bu sınıra doğru hızla ilerlediğini göstermektedir. Savaş teknolojisindeki gelişmeler de göz önünde bulundurulduğunda 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı ezilen halkların kaldıramayacağı açıktır. Bilimsel gelişmeyi sürekli hale getirmenin tek yolu iktidarın burjuva sınıfın elinden alınarak, işçilerin-emekçilerin eline geçmesi; buna paralel olarak piyasaya bağımlı sosyoekonomik örgütlenmenin yerine, ihtiyaçları karşılayacak, açlık, yoksulluk, işsizlik vb. büyük toplumsal sorunları çözebilecek planlı sosyalist örgütlenmenin geçmesidir.
Türkiye burjuvazisi de rekabet gücünü arttırarak hem Afrika ve Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da bu mücadelelere katılma çabası içindedir. Tam da sermayenin çıkarları için işleyen sistem, emperyalistler arası savaşlara sebep olmaktadır. Bu savaşların en büyük yıkımını da sömürülen işçiler, yoksul köyüler, kısacası ezilen halklar yaşamaktadır.
5
6
Devletin, tüm muhalif kesimleri sindirmek için sistemli bir biçimde saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemden geçiyoruz. Dışarıda esen/estirilen savaş rüzgârlarına yön verebilmek için içerde kontrolü elinde tutmak isteyen sermaye devleti, elbette öncelikle toplumsal muhalefeti, korku imparatorluğu yaratarak etkisi altına almak isteyecektir. Bu istem, toplumsal muhalefetin en diri kesimi olan gençlik üzerinde de kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Saldırılar elbette bir noktada yoğunlaşmıyor. Bir yanda derinleşen krizin etkisiyle saldırganlaşan emperyalistlerle birlikte gözler Ortadoğu’ya dönerken, emekçileri sosyal yıkım saldırıları bekliyor, Kürt halkını hedef alan tasfiyeci oyunlar ve kirli planlar devreye sokuluyor. Bir bütün olarak yükseköğrenim piyasaya servis edilerek, eğitim metaya, üniversiteler işletmeye, öğrenciler müşteriye dönüştürülmek isteniyor. Ülkenin vaziyet-i hali bu iken, sermaye devletinin her saldırısı elbette gençliğin de temel mücadele başlıklarını oluşturuyor. Devletin saldırıları arttıkça çelişkiler keskinleşecek, mücadele yükselecektir. Bu öngörü devletin üniversiteleri baskı ve denetim altında tutmak için elinden geleni ardına koymayacağı bir dönemi de beraberinde getiriyor. Sermayenin üniversitelerdeki piyasacı dönüşümüne karşı eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim savunulduğu için... Kürt ulusuna yönelik imha-inkar asimilasyon politikalarına son denilerek halkların kardeşliği şiarı yükseltildiği
için... Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi sahiplenildiği için... “Suriye’de Ortadoğu’da ve tüm dünyada emperyalist savaş ve saldırganlığa son” denildiği için... Emperyalist kapitalist sistemin tüm saldırılarına karşı devrim ve sosyalizm mücadelesi büyütüldüğü için pek çok saldırılarla karşılaşılıyor, karşılaşılmaya da devam edecektir. “Ankara Üniversitesi DTCF’de faşist saldırı”, “ODTÜ’deki eyleme polis saldırısı”, “Kocaeli Üniversitesi’nde gözaltı terörü”, Marmara Üniversitesi’nde soruşturma terörü”, “İÜ’de soruşturma ve ÖGB terörü”, “Beytepe’de bir dönemin soruşturma bilançosu”, “Çukurova Üniversitesi’nde okulunu bitirmiş öğrenciye soruşturma açıldı”, “DTCF’de ÖGB terörü”, “DTCF’de faşist provokasyon”… Basında çokça gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz bu haberler, sermaye devletinin üniversitelerdeki tahakkümünün bir göstergesi olarak karşımızda duruyor.
Üniversite öğrencilerinin derdi ne? İçinden geçtiğimiz dönem kolay bir dönem değil. Bir yandan Avrupa’yı kasıp kavuran krizin etkileri, emperyalist emeller doğrultusunda çıkarılan savaşlar, tüm bunların işçi ve emekçilerin omuzlarına bindirilen yükleri, işten atmalar, direnişler, grevler… Savaşa hazırlanılırken, Kürt ulusunun ve Kürt hareketinin dinamizmini kontrol altında tutmak için devreye sokulan tasfiye planları gündeme sokulmuşken, bir yandan da
Kürt hareketine yönelik katliamlar devam ediyor, çeşitli karalamalara başvuruluyor, şoven rüzgarlar estirilerek Kürtler hedef gösteriliyor. Diğer yandan ise direkt olarak gençliği hedef alan saldırılar gündeme getiriliyor. Özelleştirme, piyasaya açma, müşterileştirme, mütevelli heyetleri, vs... Böyle bir tabloda yapılması gereken, susmak, biat etmek, onaylamak ve sisteme hizmet etmek değilse, mücadele etmek tek çıkar yol olarak karşımızda duruyor.
Soruşturma-ceza terörü devreye sokuluyor Sorgulamayan, eleştirmeyen, biat eden bir gençlik isteyen düzen, kendine muhalif olanları da denetimi altında tutmak istiyor. “Benden izin aldığın ölçüde istediğini yap” diyerek devrimci gençliği de kendi icazet alanına çekmek istiyor. Sahte özgürlük rüzgarlarına kapılmayan devrimci öğrenciler ise “devrim ve sosyalizm” şiarlarını haykırmaya devam ediyorlar. Özgür düşüncelerini ifade edebilmek için kullanılan araçlar (bildiri, afiş, stand vb.) “izinsiz” olduğu gerekçesiyle soruşturmaya tabi tutuluyor, ÖGB terörüyle engelleniyor. Bunları kullanma iradesi gösterenlere azgınca saldırılıyor.
Faşist yapılanmalar devlet eliyle güçlendiriliyor Üniversite yönetimleri soruşturmalar açsa da, cezalar verse de devrimci faaliyet devam ediyor. Devrimci faaliyeti engellemenin bir yolu olarak da bizzat devlet tarafından faşist yapılanmalar güçlendiriliyor. Bir afiş ya da pankart asmak, bildiri dağıtmak, anadilinde konuşmak bile faşist saldırılara gerekçe olabiliyor.
ÖGB-polis saldırıları Sisteme karşı yükseltilen muhalif sesler, soruşturmalarla, cezalarla, faşist saldırılarla susturulmaya çalışılıyor. Üstelik bunlar ÖGB, polis desteğiyle yapılıyor. Okul içerisine konuşlandırılan ÖGB’ler ve polis, faşistlerle de işbirliği yaparak, devrimci, demokrat yurtsever öğrenciler üzerinde terör estiriyor. En ufak bir teşhir, bir demokratik hak kullanımı, azgınca saldırıların hedefi oluyor.
X-Ray cihazları, üst aramaları, taciz… Bu saldırılar sonrasında “güvenlik amaçlı” okulda çevik kuvvet bekletiliyor, güvenlik birimleri öğrencileri didik didik arayarak okula alıyor. “Şüpheli” öğrencilere ise daha farklı muamele yapılıyor. Şüpheli olarak tanımlanan öğrencilerin devrimci öğrenciler olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Ancak bu saldırılar tüm öğrencileri etkiliyor. Okula girerken x ray cihazından geçiyorsunuz. Cihaz ötmemesine rağmen üstünüz bir kez daha, üstelik size dokunularak aranıyor. Aramadan geçtikten sonra çevik kuvvet karşılıyor sizi. Bina girişinde çarşaf gibi uzayan soruşturmalar silsilesi... Yine “güvenlik” gerekçesiyle okulun her yanına çekilmiş tel örgüler... Ve tüm bunların hedefindeki öğrencilerin birikmiş öfkesi…
Saldırıları püskürtmenin yolu devrimci-militan mücadele Tüm bu saldırıların nedeni, biriken öfkenin örgütlü bir kanala akıtılmasından korkulmasıdır. Bu korku yerinde ve haklıdır. Saldırıların bu kadar pervasızlaştığı her alanda, okulda, fabrikada, atölyede gençliğin, işçilerin, emekçilerin direniş barikatlarıyla karşılaşılacaktır. Toplumun tüm kesimlerini hedef alan tüm bu saldırılara karşı yanıt üretme sorumluluğu bizim üzerimizdedir. Sermaye devletinin tüm saldırılarını anlatmak ve yıllardır biriktirilen öfkenin sisteme yöneltilmesini sağlamak görevi bizim omuzlarımızdadır. Biriken öfkenin örgütlenebilmesi ve alanlara yansıtılması, düzenin saldırılarını püskürtülebilmenin önkoşuludur. Bu başarılabildiği ölçüde gençliğin devrimci enerjisi açığa çıkacak, kitlesel, militan bir mücadele hattı yaratılacaktır. DTCF’den bir Ekim Gençliği okuru
Afyon’da hukuk terörü! Afyon’da 6 Kasım’da gerçekleşen YÖK protestosuna ve daha sonraki süreçte ış ve 60’a açlık grevleri ile dayanışma amaçlı yapılan oturma eylemine polis saldırm bırakılan serbest sonra Daha rdı. almışla a yakın devrimci ve ilerici öğrenciyi gözaltın ilere öğrenc ilerici ve ci devrim uğu ve aralarında Ekim Gençliği okurlarının da bulund şimdi de hukuk terörü uygulanıyor. “Kanuna aykırı gösteri yapmak” ve “dağılın uyarısına rağmen dağılmamak” Davanın ilk gerekçesi ile Afyon savcılığı tarafından 60 kişiye dava açılmış bulunuyor. duruşması 21 Mayıs günü görülecek. leyi Devrimci ve ilerici öğrenciler ise baskı, gözaltı ve yargı terörünün mücade engelleyemeyeceğini belirtiyor.
7
“Yeni YÖK Yasası” parça parça hayata geçiriliyor...
Uzun zamandır tartışılan Yeni YÖK Yasası’nın, üniversitelerden gelen tepkilerin üzerine gündemden düşeceği izlenimi verilirken, iktidar bu konuda adım adım harekete geçmeye başladı. “Üniversite konseyleri”, “özel üniversitelerin yasallaşması”, “sözleşmeli öğretim elemanları” gibi başlıklar akademisyen çevrelerinde huzursuzluk yaratıp tepki toplayınca hükümet ve sanayi çevreleri öncelikli ve üzerinde uzlaşılan adımları uygulamak için harekete geçti. Şimdilik, “yabancı üniversitelerin açılması” ve “bilgi lisanslama ofisleri” başlıklarıyla ilgili atılan somut adımlar gündeme gelmiş bulunuyor.
“Teknoloji Transfer Ofisi” ya da şirket
8
2012 sonunda internette yayınlanan tasarıda “Bilgi Lisanslama Ofisi” adı altında gündeme gelen başlık, MEB’e sunulan tasarıda, Türk Patent Enstitüsü’nün önerisine uygun olarak “Teknoloji Transfer Ofisi”ne dönüştürülerek yeniden gündeme getirilmiş oldu. Bu çerçevede, “sermaye şirketi” statüsünde kurulabilecek olan TTO’ya şu tanım getirildi: “diğer yükseköğretim kurumları, özel kanunlarıyla araştırma ve geliştirme yapmakla
görevlendirilmiş olan kamu kurumları, teknoloji geliştirme bölgeleri yönetici şirketleri, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğine bağlı odalar ve borsalar, Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonuna bağlı odalar, yerli ve yabancı özel hukuk tüzel kişileri, Ar-Ge ve teknoloji geliştirme ile ilgili vakıf ve dernekler ve ihracatçı birlikleri kurucu ya da sonradan ortak olabilir.” Tasarının 34. maddesinde geçen bu tanımlamalara ek olarak, öğretim elemanlarının, araştırmacıların, öğrencilerin ve diğer personelin de yaptıkları çalışmaları ticarileştirmek amacıyla TTO’lara ortak olabileceği belirtiliyor. Bunun yanında, bu teknoloji transfer şirketlerinin kazançlarının çeşitli vergilerden muaf tutulması, üniversite döner sermayesinden bağımsız olması planlanıyor. Böylece bu şirketlerin sahibi olacak sermayedarlar, araştırma ve bilimsel çalışmaları doğrudan mülk edinecekleri özel şirketler kurmuş olacaklar. Bu şirketlerin denetlenmesi de TYK (yeni YÖK) üzerinden devlet tarafından yapılacak. Şirketin tüm işlevleri Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ile ilişki içinde TYK tarafından belirlenecek.
“Teknoloji Transfer Ofisi”nden önce yeni patent kanunu geliyor Türk Patent Enstitüsü’nün sözkonusu maddeyle ilgili önerisi hedeflenenleri çok açıkça özetliyor: Buna göre yukarıda incelenen 34. maddenin başlığının “... maddedeki tüm konuları kapsayacak şekilde genişletilerek “Bilginin Ticarileştirilmesi” şeklinde düzenlenmesinin (…) daha uygun olacağı düşünülmektedir” deniliyor. Eğitimin ve bilginin alınıp satılan bir meta olması, yani “bilginin ticarileştirilmesi” elbette yeni değil. Fakat mevcut iktidar, Türkiye sermayedarlarının rekabet gücünü arttırmak, bu doğrultuda bilimsel araştırmayı teşvik etmek, bunun üzerinden kâr etme mekanizmalarını kolaylaştırmak gibi sermayedarların ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde, kimi değişiklikler yapmayı hedefliyor. Yeni YÖK Yasası’nın bir bütün olarak geçmesinin önündeki engelleri göz önünde bulunduran hükümet, bu doğrultuda yeni patent kanunuyla, akademisyenlerin kendi adlarına patent başvurusu yapma zorunluluğu yerine, üniversiteleri adına başvuru yapabilme olanağını getirecek. Bu da yeni YÖK Yasa Tasarısı’nda geçen “Teknoloji Transfer Ofisi”nin hayata geçirilmesinden önce bilginin ticarileştirilmesini kolaylaştıran bir ilk adım olacak.
“Türkiye’de yabancı yükseköğretim kurumu açılması” Bu başlık da MEB’e sunulan tasarıda 27. maddede belirli sınırlarla geçmektedir. Bunlar, yabancı üniversitenin kendi ülkesinin mevzuatına tabi olması, TC vatandaşı öğrencilerin kayıtlı öğrencilerin %25’ten fazlasını oluşturamaması, uluslararası alanda denkliği bulunan akademik derecelerin verilmesidir. Genç nüfusta işsizliğin Türkiye’ye göre çok daha yüksek olduğu Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri gençlerinin kendi ülkelerine göre daha “kaliteli” bir yaşam beklentisi için Türkiye’de üniversite okumaya geleceğini, fakat mezun olunca kapitalist sömürünün egemenliği altına gireceklerini tahmin edebiliriz. Bunun ötesinde, siyasi gericiliğini her an hissettiren sermaye iktidarının “İslamcılık” jargonunu devam ettirebileceği bir yapının oluşacağını öngörmek de güç değil. Eğitimin her alanında “dindar nesil yetiştirme” propagandasına uygun adımlar atan AKP iktidarı, şimdiden Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi üzerinden bu politikasını hayata geçirme planları yapmakta.
Yüzüncü Yıl ve Tebriz, Van’da ortak üniversite kuruyor! 2012 yılında 300 civarında yabancı öğrenciyi üniversiteye kabul eden, MÜSİAD ve diğer sanayicilerle işbirliği içinde üniversitede Tekno-Kent yapımında temel atma aşamasına gelen Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, İran’ın Tebriz Üniversitesi’yle Van’da ortak üniversite kurmak amacıyla protokol anlaşması imzaladı. Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın tartışıldığı bu günlerde atılan bu adım da, sermaye iktidarının yasa geçmeden hedeflerini hayata geçirmeye başladığını gösteriyor. AKP hükümeti, sermayenin Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya açılma hedeflerini, buradaki kapitalist devletlerle eğitim alanındaki ortaklaşmalarla gerçekleştirmeye çalışıyor. Protokol anlaşmasında geçen maddeler, Bologna Süreci’nin Avrupa için oynadığına benzer bir rolün Ortadoğu için hedeflenmekte olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar da, gerici sermaye iktidarının “İslamcı” ve “Yeni Osmanlı”cı jargonunu zenginleştirmesine yarıyor.
D. Baran
Liseliler Devrim Okulları’nda buluştu! İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakalarında Devrim Okulları’nı toplayan DLB’liler, Ankara’da daha önce de toplanan Devrim Okulu’nu bir etkinlikle sonlandırdılar.
İstanbul’da iki yakada Devrim Okulları İstanbul’da Anadolu ve Avrupa yakalarında yapılan iki ayrı etkinlikle Devrim Okulları başlatıldı. Avrupa Yakası’nda, Küçükçekmece ve Esenyurt DLB’nin Sefaköy İşçi Kültür Evi’nde ortak gerçekleştirdiği etkinlik DLB adına yapılan sunumla başladı. Sunumda güncel gelişmeler, liselilerin yaşadığı sorunlar, bunlar karşısında yapılabilecekler, DLB’nin misyonu ve hedefleri üzerine bir anlatım gerçekleştirildi. Sunumun ardından liselilerin gündemleri üzerine canlı tartışmalar yaşandı. Tartışmada 4+4+4 eğitim sistemi, eleme sınavı, meslek liselilerin özgün sorunları, paralı ve gerici eğitim uygulamaları, emperyalist savaş politikaları gibi başlıklar öne çıktı. Güncel sorunlar üzerine yapılan tartışmaların ardından kısa bir ara verildi. Aranın ardından DLB’nin önümüzdeki dönem yürüteceği çalışmalar üzerine konuşuldu. Bu kapsamda yayın ve materyal kullanımı, yayına katkı, farklı araçların kullanılması, düzenli toplantılar ve etkinlik-eylem gerçekleştirilmesi gibi öneriler getirildi. Güncel bir deneyim olarak Esenyurt’ta gerçekleşen karne eylemi değerlendirildi. Ayrıca ikinci dönemin başlaması ile birlikte temel gündem olacak eleme sınavına karşı yürütülecek mücadele ve yapılabilecekler tartışıldı. Anadolu Yakası’ndaki etkinlik ise Kartal İşçi Kültür Evi’nde gerçekleştirildi. Devrim Okulu’nda eğitim sisteminin ortaya çıkardığı sorunlar ve bu sorunların liseliler üzerindeki etkisi, 4+4+4 ile birlikte son dönemde eğitim alanında yaşanan saldırılar, yaşanan sorunlar karşısında liselilerin mücadelesi, DLB ve yayın başlıkları altında tartışmalar yapıldı.
Ankara’da Devrim Okulları başarıyla tamamlandı Bir hafta boyunca Mamak İşçi Kültür Evi’nde gerçekleşen etkinlikte “toplumcu sinema”, “felsefe”, “liselilerin sorunları ve örgütlenmesi”, “emperyalist savaş ve devrimci tutum” üzerine sunumlar ve söyleşiler gerçekleştirildi. Devrim Okulları’nın son gününde ise “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!” isimli Türkiye’de devrimci gençlik hareketini anlatan ve mücadele çağrısı yapan sinevizyon gösterimi gerçekleştirildi. Sinevizyon gösteriminin ardından Mamak İşçi Kültür Evi Şiir Topluluğu sahne aldı. Liselilerin Sesi okurları tarafından da kısa bir müzik dinletisi gerçekleştirildi. Devrim Okulları, Devrimci Liseliler Birliği saflarını güçlendirme çağrısıyla sonlandırıldı. Liselilerin Sesi / İstanbul-Ankara
9
’in bildiği
gençlikten saklanmaz!
10
Sınıflı toplumlarda üniversiteler daima egemen toplumun çıkarlarına göre bilim üretmiştir. Bu durum kapitalizmde daha da katmerlenmiştir. Üretilen bilim sermayenin çıkarları doğrultusunda üretilmekte, üniversitelerde sermayeye uygun ucuz iş gücü yetiştirilmektedir. Geliştirilen tüm ürünler toplumun yararı yerine bir avuç azınlığın çıkarları için kullanılmaktadır. Özellikle savaş sanayi ve savaş araçları ise bilimden en fazla yararlanan alanlardır. Üniversitelerde üretilenlerin sermayenin çıkarlarına uygun olmasının yanı sıra üniversitelerdeki öğrenciler de artık potansiyel müşteri olarak algılanmaktadır. Yıllardır eğitimin ticarileşme aşamaları tamamlanmaya çalışılıyordu. Günümüzde çıkarılmak istenen yasalarla bu aşama sonlandırılmak isteniyor. YÖK Yasa Tasarısı ile üniversiteler açıktan sermayenin hizmetine açılıyor. Üniversiteleri yönetmek için oluşturulan 11 kişilik heyetle, üniversitelerde bilgi artık tümüyle alınıp satılan bir metaya dönüştürülmeye çalışılıyor. Sermaye sözcüsü T. Erdoğan, katıldığı bir özel hastanenin
açılışında bu politikayı pervasızca dillendiriyor. Üniversitelerdeki yolsuzlukların engellenemediğini, eğitim kalitesinin artacağını, ancak bunların eğitimin özelleşmesi ile mümkün olacağını ve bunun için de engel olan yasaların bir an önce değiştirileceğini belirtiyor. Özcesi, egemenler üniversitelerdeki yolsuzlukların üzerine gitmek yerine, üniversiteleri özelleştirmek için bunu fırsata çevirmeye çalışıyorlar.
RadHack yolsuzlukları açıkladı Kapitalistler üniversitelerde öğrencileri müşteri olarak görmekle yetinmiyor, yararlanabildikleri her açıdan üniversitelerden yararlanmaya devam ediyorlar. Türkiye’de bulunan birçok büyük üniversitede rektörlerin ve kimi akademisyenlerin de işin içinde olduğu yolsuzluklar ortaya çıktı. RedHack aslında açıkladığı bu bilgilerle herkesin bildiği yolsuzluk bilgilerini gözler önüne sermiş oldu. Açıklanan belgelere göre Hacettepe, Marmara, Ege, KTÜ ve daha birçok üniversitede
yolsuzluk yapıldığı ortaya çıktı. KTÜ’de yıllardır bağış adı altında toplanan paralar birilerinin hesabına aktarılıyor. Eğitim için değil, kişilerin zenginleşmesi için kullanılıyor. Marmara Üniversitesi’nde ise hocalar para karşılığı bazı öğrencilerin sınav kâğıtlarını değiştirirken, bu hocalar hiçbir yaptırımla karşılaşmıyor. Dekan olması beklenen kimi hocalar ise yapılan mobingle istifaya zorlanıyor. Hacettepe’de ise çevrede bulunan birçok esnaftan yüklü miktarda bağış alınıyor ve üniversitenin arazisi bu bağışlar çerçevesinde peşkeş çekiliyor. Adını burada sayamadığımız daha birçok üniversitede ise isimler değişiyor ama yolsuzluklar değişmiyor. Üniversitelerde tüm bu yolsuzluklar devam ederken, buna yönelik somut bir adım atılmazken, RedHack bu belgeleri açıkladığı için suçlu sayılıyor. Belgelerin açıklandığı sitelere erişim yasaklanmaya çalışıyor. Bir kez daha çalmak serbest, açıklamak yasak mantığı ortaya çıkıyor. Bugün eğitimin düştüğü içler acısı durumun bir dışa vurumudur bu. Üniversiteler sermayenin isteği doğrultusunda şekilleniyor. Bilim üretmek için yapılması gereken yatırımlar ‘özel güvenliğe, kameralara, üniversitelerdeki şirketlere’ ayrılmış oluyor. Tüm bunlar ise eğitimde gelişmek bir tarafa üniversiteler arasındaki uçurumu daha da derinleştiriyor.
Çamur atma politikaları ile aklanamayacaksınız! Eğitim sisteminin içinde bulunduğu bataklık gözler önünde iken, yolsuzlukta sınır tanımayan üniversitelerin yöneticileri utanmadan, ODTÜ’de sermayeye geçit vermeyeceklerini haykıran öğrencilere dil uzatabiliyorlar. Yolsuzluk belgeleri açıklanan üniversitelerin birçoğu ODTÜ direnişin ardından ODTÜ’yü kınayarak Tayyip Erdoğan’ın yanında yer alan rektörlerdir. Günlerce televizyonlarda ODTÜ üzerine tartışma yürüten bu şarlatanlar, konu kendi yaptıkları yolsuzluklara gelince en ufak bir açıklama yapamadılar. Bunun yerine konunun üstünü örtmek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Fakat artık gençliğin ve genel kitlelerin bu politikalara karnı toktur. Gençlik bu tarz karalama çalışmalarına prim vermemelidir ve vermeyecektir.
Yolsuzluğa karşı ODTÜ direnişini büyütelim! Saldırıların ve sömürünün katmerleneceği önümüzdeki dönemde, YÖK Yasa Tasarısı sayesinde yolsuzlukların önü daha fazla açılacaktır. Tüm bunlara karşı birleşik mücadeleyi güçlendirmek, militan karşı koyuşlar örgütlemek ve gençlik hareketinin önünü açacak bir süreç başlatmak herkesin omuzlarında bir sorumluluktur. Eğitim sisteminin mevcut tablosu ortadayken ve gençliğe vaat edeceği bir şey kalmamışken mücadele bir kez daha tek seçenek olarak önümüzde duruyor.
“Kampüs Lise”ler hayata geçiyor!
Neoliberal politikalar çerçevesinde eğitimin ticarileştirilmesi uygulamalarının AKP ile birlikte hız kazandığı biliniyor. Bu adımların lise ayağındaki bir başka aşama ise liselerin kent merkezlerinden çıkarılarak “eğitim kampüsleri”ne taşınmasıydı. Çeşitli vesilelerle gündeme getirilen bu konu, gerici basın eliyle yeniden işlenmeye başlandı. Projenin genel olarak kent merkezlerindeki liselerin kapatılarak tüm öğrencilerin şehir dışındaki merkezi kampüslerde eğitim alması anlamına geldiği biliniyor. Gerekçe olarak ise yerel liselerdeki imkansızlıklardan bahsediliyor. İşin vitrinine baktığımızda bu kampüslerin tam donanımlı olacağını, kütüphane, yüzme havuzu, laboratuvar gibi imkanların yer alacağını görebiliyoruz. Ancak böyle masum sunulan projenin arkasındaki hesap ve yaratacağı sonuçlar çok daha çetrefilli. Öncelikle basına yansıyan haberlerde yer alan “Kamu-özel ortaklığı” ifadesi bile tek başına birçok şeyi anlatıyor. Yeni projenin hayata geçirilmesi için kullanılan bu tanımın bizim için karşılığı sermayeye rant alanı açmak. Böylece daha baştan bu kampüslerin inşası için büyük bir bütçe ayrılacak ve yandaş burjuvazi başta olmak üzere bir dizi sermaye grubu önemli bir rant elde edecek. Ancak sorun yalnızca kampüslerin inşa edilmesinden ibaret de değil. Geçmişte evinin yakınındaki okulları tercih eden ve kent merkezlerinde okuyan öğrenciler evlerine yürüyerek ya da tek araçlara gidebiliyorken yeni düzenleme ile tüm öğrenciler servisler ile taşınacak. Başlangıçta ücretsiz olacağını tahmin edeceğimiz bu servislerin zamanla ayrı bir ücrete tabi olmamasının ise hiçbir garantisi bulunmuyor. Bu işin de ayrı bir sektör olduğu ve yüzbinlerce öğrencinin taşınmasının yaratacağı rant alanı da cabası. Yine bu kampüsler başından beri sermaye denetiminde oluşturulacağından öğrencilerin tüm boş vakitleri de ayrı birer rant alanına dönüştürülecek. Öğle yemeğinden farklı sosyal aktivitelere kadar bir dizi başlık, sermaye tarafından istismar edilecek. Bu düzenleme zaten hayata geçirilen çocuk emeği sömürüsünü de üst boyuta taşımayı amaçlamakta zira meslek liseleri de bu kampüslerde yer alacak. Ve doğrudan sermayenin denetiminde “eğitim” verecek. Basına yansıyan haberlerde uygulamanın ilk olarak İstanbul, İzmir, Adana, Kocaeli, Aydın, Şanlıurfa, Erzurum ve Muğla’da uygulanmaya başlanacağı da belirtiliyor. Liselerin şehir dışına atılmasının ardından mevcut eğitim binalarının nasıl değerlendirileceği de önemli bir sorun. Bu binaların “ilkokul” olacağı söylense de genelde kent merkezlerinde yer alan eğitim kurumlarının arazilerinin hayli değerli olduğunu görmemek mümkün değil. Bu proje kapsamında bu binaların ve arazilerin de ayrı bir rant alanı oluşturacağı açık. Genel bir bakış bile bu projenin gerek öğrencilerin sosyokültürel gelişimi, gerekse eğitimin niteliği açısından ciddi bir problem oluşturacağını gösteriyor. Ancak bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen sermaye devleti bu adımları atmaktan geri durmuyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu proje için açtığı yarışmaya 156 proje sunulmuş olması, projelerin hızla hayata geçirilmek istendiğini de göstermekte.
11
Dünya gençlik hareketinin boyutları
12
2011 yılı, gençliğin isyan yılı olarak tarihe geçti. Arap Baharı’yla başlayan, yıl boyu devam eden süreçte, on milyonlarca genci içine alan protestolar, isyanlar ve hareketlilikler tüm dünya siyasal düzenini sarstı. Financial Times’tan Wall Street Journal’a kadar birçok uluslararası iş dünyası yayını, aylarca günümüz gençliği üzerine yazılar yayınladı. Politik arenadaki yorumcular 2011’i, küresel gençlik isyanlarının yılı olan 1968’e benzetmeye o zamandan başlamışlardı. Bunun sebebini anlamak zor değil. Nitekim, nüfusun çoğunluğunun 25 yaş altında olduğu bir coğrafyada meydana gelen Arap Baharı sürecindeki hareketlilik ve isyanlar, yaz boyunca İspanya ve Yunanistan’ın dört bir yanındaki halk meydanlarınını dolduran Avrupa’daki “Kayıp Gençlik” ve “Öfkeliler” hareketi, Şilili öğrencilerin gitgide devleşen gösterileri ve ABD’nin kemikleşmiş politik atmosferini kırarak yeni bir devasa sosyal hareketliliği ateşleyen Occupy kampları; işte tüm bu hareketlilikler, gençliğin büyüyen toplumsal hareketliliklere nasıl ön ayak olduğunu gösteriyor. Bu yeni hareketlilikler, milyonlarca genç insanın geleceğini karartan küresel boyuttaki ekonomik durgunluğun direk bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle gençliğin karşı karşıya bulunduğu işsizlik tehlikesi büyük bir uluslararası kriz haline geldi. Bloomberg Businessweek’te yazan Peter Coy, bu durumu “işleyen saatli bomba” benzetmesiyle açıklıyordu. Bu ekonomik altüst oluşu, çoğu ülkeden görece daha olumlu şekilde atlatmış ülkelerde bile sosyal eşitsizlik yükseldi, neoliberal kapitalizmin tabiatında var olan sosyal hakların gaspı uygulamasıyla her yerde yüz yüze kalındı. Kapitalist krizin, birçok imkân ve olanaktan yoksun eski jenerasyonu, evrensel bir Kayıp Jenerasyon’a dönüştürdüğü konusunda büyüyen bir bilinç açıklığı var. Bugün, Kahire’den, New York’tan, Santiago’ya kadar bu jenerasyonun mücadeleleri, muazzam devrim süreçleri geleneğini yeniden diriltti ve on yıllar boyu yenilmek ve geri çekilmek dışında hiçbir şeyle karşılaşmamış uluslararası sol harekete yaşam verdi. 1 yıl kadar kısa bir sürede, mevcut tüm politik öngörüler tersine döndü. Öncesinde
“dokunulamaz” olan diktatörler alaşağı edildi, “umutsuz ve muhafazakâr” Amerikalılar, yüzlerce şehir ve kasabanın alanlarını zapt etti, cep telefonları ve sosyal medya ile “satın alınarak” “uyuşturulan” gençlik, bu yeni teknolojileri sistemin karşısında bir silaha dönüştürdü. Bu hareketlilikler, ülkelerden ülkelere sıçrayarak, yalnızca küçük bir azınlık olan zenginler ve bankaların ihtiyacını sağlama prensibi ile işleyen bu politik ve ekonomik düzeni sorgulatır hale getirecek düzeyde, mevcut düzenin sınırlarını aştı. Gençliğin bu başkaldırışının temeli nerededir? Hareketlilikler içinde gelişen dönüm noktaları nelerdir? Bu kriz ve başkaldırı sürecinde sol hareketin sorumlulukları ve olaylar karşısındaki beklentileri nelerdir? Bu makale bu sorulara kimi ilk cevapları sunacak ve gelişen dünya gençlik hareketinin genel hatlarını ortaya koymaya çalışacak.
Gençlik ve kriz Bugün gençliğin yüz yüze bulunduğu kriz, ulusal sınırları aşan ve neredeyse en özel koşullara sahip dip köşe yerleri bile etkileyecek denli derin ve geniştir. Eğitimden devasa kesintilerin yapılması, öğrencilerin borç yüklerinin birdenbire yükselmesi ve gençliğin karşı karşıya bulunduğu işsizlik tehlikesi olgularının birleşimi, yalnızca işçi gençliğin değil aynı zamanda orta sınıf gençlerin de mütemadiyen karşısına çıkıyor. Yaratıcısı oldukları krizi bilmiyormuş ya da önemsemiyormuş gibi görünen karmaşık siyasal düzenin gençliği içine soktuğu durum geleceksizlik, güvencesizlik, kızgınlık ve öfkenin patlayıcı karışımı oluyor. Dünyanın farklı ülkeleri için bu durumun benzer olması da onlara bir hayli dehşet veriyor. İstatistiklere kısa bir bakış, genç insanların kapitalizmin mevcut krizinden nasıl da derinden etkilendiğini ortaya koyuyor. Gençliğin önünde duran muazzam işsizlik olgusu, dünyanın büyük kısmında, iş bulabilen genç insanların da kötü ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmasına sebep oluyor. ILO’ya göre bizim jenerasyonumuz, görülmüş en büyük işsiz gençlik grubunu
oluşturuyor. ILO’nun verdiği bilgiye göre, önceki resesyon dönemlerine kıyasla, gençliğin önündeki işsizlik tehlikesi yüzde 50 gibi bir oranla son 4 yıl boyunca emsalsiz bir şekilde artış göstermiştir. Bu bunalımın merkez üssü Arap dünyasıdır. Üçte ikisi otuz yaş altı insanlardan oluşan bir bölgede, istatistikler işsizlik oranını yüzde 40 olarak gösteriyor. Avrupa’da toplam oran yüzde 20’yi zorluyor. İspanya ve Yunanistan’dan yüzde 45’e yakın genç insan işsiz. Amerika Birleşik Devletleri’nde, İş Kurumu gençliğin işsizlik oranını yüzde on sekiz olarak deklare etse de, bu elbetteki gerçek rakamın oldukça altında. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyahî gençler için oran yüzde 31’e dayanıyor ve lise diploması olmayanlar için de oran, yüzde 44’ü buluyor. Bunlar dehşet verici istatistikler. Nedir ki onlar da tüm durumu gözler önüne sermiyor. Birçok ülkede iş arama süreleri kıyasıya uzayarak, çoğunlukla bir yılı aşıyor. Gelişmiş ülkelerde sosyal güvenliğin gasp edilmesi, geliri olmayanları yaşamını yürütemez hale getiriyor. Gelişmekte olan ülkelerde ise çoğu işsiz genç ve hatta birçok çalışan da, müthiş bir yoksullukla yüz yüze. Bu milyonlarca insan için genç yaşta işsizlikle baş başa kalmaya, hayat boyu daha düşük ücretlere çalışmaya sebep oluyor. Neoliberalizm koşullarında krizden önce de güvencesiz çalışma oranı bir hayli yüksekti. Bir diğer ifadeyle, iş sahibi genç insanlar bile genellikle düşük ücrete ve kısa dönemliğine çalışıyorlardı. Avrupa çapında ki bunlar mileuristaslardır*, aylık 1000 avronun altında para kazanan genç insanlar genellikle hiçbir hak tanımayan altı aylık sözleşmeli işlerde çalışıyorlardı. Arap dünyasında, geçen yaz kendini ateşe vererek Tunus’taki halk isyanının kıvılcımını çakmış seyyar satıcı Mohamed Bouazizi gibi genç ve çoğunlukla iyi eğitimli insanlar, başka hiçbir iş bulamadığı için kendi işlerinde çalışıyorlar. Öte yandan bu kriz insanları radikalize eder ve protestoların fitilini ateşlerken, bir yandan da insanları umutsuzluğa ve çaresizliğe sürükledi. Yılın başında Britanya’da, 21 yaşındaki Vicki Harrison, 200. iş başvurusundan da red cevabı almasının ardından kendini öldürdü. Britanya’da yakın zamanlarda yapılan bir araştırma 18-25 yaş arası gençlerin yarısından fazlasının, işsizlik tehlikesinden ötürü başka bir yere göç etmeyi düşündüğünü açığa çıkardı. Dünya kapitalizminin merkezlerinden birinden gelen bu istatistik sarsıcıdır. Özet olarak söylemek gerekirse, bizler bütün bir jenerasyonun ekonominin dışına atıldığına tanık oluyoruz. Durum gelişmiş ülkelerde daha da kötüleşirse ve Avrupa bir diğer finansal kriz döngüsüne girerse, bu genç insanlar kendilerini “dışarıdan içeriye bakmaya çalışırken” bulmaya devam edecek. Bu insanlar sistemin savunucuları gözünde, sosyal istikrar için uzun süreli bir tehlike olarak görülmekte. Radikaller ve devrimciler için ise çok acil bir mücadele öngörüyorlar. Öğrenci olmayan ya da iş gücü oluşturmayan bu genç insanların ise kolayca düzen politikalarına yamanacak bir grup olarak görmüyorlar-ki haklılar.
Eğitim Gençlerin önündeki işsizlik krizinin şöyle bir yanı var: önceden benzeri yaşanmamış saldırılar, gelişmiş ülkelerin tümünde eğitim sistemleri ile karşı karşıya geliyor. İçinde bulunduğumuz kemer sıkma çağında egemen sınıf, bankacılara verdiklerini okullardan alıyorlar. Birçok ülkede, “bütçe düzeni” ve “kemer sıkma politikaları” terimleri, krizin faturasını işçilerden ve sosyal hizmetlere bel bağlayan düşük gelirlilerden çıkarmaya çalışan düzenbaz politikacıların parolası olmaya başladı. Neoliberalizmin sürekli devam eden özelleştirme hamleleriyle eğitim, gitgide Büyük Buhran dönemindeki hali hatırlatan, çok keskin eşitsizlikleri şiddetlendiriyor. Bir yanda milyarder sanayici ve ideolog olan Charles ve David Koch gibi özel sermaye sahipleri ile askeri ve savunma sanayi için üniversiteler açılırken, öte yandan gelişmiş ülkelerdeki politik danışmanlar, çoğu işçi-emekçi sınıflardan öğrencileri iki aşamalı eğitim yöntemlerinin en dibine itiyor. İşçi-emekçi sınıflardan öğrencilerin bugünkü eğitsel deneyimleri, yüksek öğrenim olanaklarının hala geniş olduğu 30-40 yıl önce büyümüş insanlara, neredeyse anlaşılmaz gelebilir. Devlet okullarına giden öğrenciler için eğitim alanında ilerlemenin engelleri üniversiteden çok daha önce başlıyor. İlk ve ortaokullar, devlet okullarında görev yapan öğretmenlerin günah keçisi arayan politikacılar için uygun bir hedef olmalarının sonucu olarak, bütçe kesintilerine tekrar tekrar uğruyorlar. Dökülen devlet okulu sistemiyle başarılı bir şekilde savaşarak kendi yollarında ilerleyen devlet okulu
13
14
öğrencileri, keskin bir şekilde yükselen öğrenim ücretinin onları üniversite dışına atacağını anlamak için mezuniyete doğru yol alıyorlar. Üniversite giderleri için yeterli krediyi temin edebilenler, kendilerini değeri düşürülmüş bir iş piyasasında ve borçlarını azaltmalarını asla mümkün kılmayacak düşük maaşlarla karşı karşıya buluyorlar. Eğitim bir tuzak haline geliyor. Yüksek öğrenimde bütçe kesintileri, milyonlarca azimli mezunu borç girdabına çekerek ve onların çoğunun bir dereceyi bile bitirmelerini engelleyerek, devlet üniversite sistemleri ve mali yardım için uygun olan fon miktarının büyük bir bölümünü yok ediyor. İrlanda, İtalya, İspanya ve Britanya, öğrencilerin üniversiteye katılmak için ödediği miktarı ciddi bir yükselişe tabi kılarak, son 2 yılda tüm yüksek öğrenim bütçelerini %10’dan fazla kesmiş durumda. Britanya’da geçen yıl, bütçenin %14’üne tekabül eden kesintiler, öğrenci harçlarını üçe katlayarak, %40’la öğretim bütçelerini iyice azaltıyor. Bilhassa ABD’deki öğrenciler, katlanılamaz bir durumla karşılaşıyorlar. Hâlihazırda Avrupa’dan çok daha pahalı olan yüksek öğrenim, ABD’de de benzer devasa kesintilere uğruyor ve birçok eyalette harçların yükseldiği görülüyor. Bu yıl boyunca eğitim giderleri dizginlenemeyen enflasyonla % 8,3 oranla yükselirken, tabi ki maaşlarda düşüşe geçti. 2000’den beri, devlet üniversitelerindeki eğitim gideri ikiye katlanmış durumda. Aynı esnada federal hükümet, öğrenci başına düşen borç yükünün 2010 itibariyle 25.000 dolara çıkmasına sebebiyet vererek, geri ödenmeyen kredileri sürekli kesme yoluna gitti. Öğrenci başına borç alınan yıllık kredi miktarı, son on yılda %63’e yükseldi ve birçok güncel veri gösteriyor ki öğrencilerin ödeyemediği borçlar 2007’de %6,7’ye ve 2009’da %8,8 oranına yükseldi. 2011’in sonunda, ABD’deki öğrencilerin toplam borç tutarı 1 trilyon marka ulaşarak, ABD’nin 100 milyardan fazla olan toplam kredi kartı borcu miktarına ulaşabilir. Bu ekonomik yapı, toplumu yöneten ve yüksek borçlanma bilançosunu ceplerini doldurmak için kullanan %1’lik kesime yarar sağlasa da, bu kesinlikle böyle devam edemez. Buna kesinlikle katlanılamaz. Aksini iddia etmek, borç-yüklü konut
piyasasının asla batmayacağında ısrar edenlerin hatasını tekrarlamak olur. Bu tez, özellikle öğrenciler mezun oldukça, yalnızca düşük ücretli işler buldukça ya da hiç iş bulamadıkça daha da doğrulanacaktır. Ne var ki Avrupalı kapitalistler gibi özelleştirme ve rantın akıl dışı uygulayıcıları, şimdi ABD modeline öykünerek, Avrupa’daki öğrenci kredisini genişletmenin ihtiyaç olduğu hakkında açıkça konuşmaya başladılar. Aynı esnada Güney Amerika’da politikacılar, bugün büyük bir dirençle karşılaşan müthiş adaletsiz ve tamamen özelleştirilmiş eğitim sistemine umutsuzca sarılıyorlar. Bunlar, 2008’deki resesyon hamlesinin ardından meydana çıkan ekonomik durgunluğu yarıp geçerek 2011’in dev hareketliliklerini doğuran koşullar. Hem eğitimde hem de iş alanında bu krizlerin gelişmesi; halının, ayaklarının altından çekildiğini gören öğrencilerin ve gençlerin hızla mücadele etmeye başlamaları ile eş zamanlıdır. Zaten neoliberalizmin dinamikleri, kriz başlamadan önce bile bir radikalizasyon ve direnç yaratmıştı. Bütçe kesintileri, harçların yükselmesi, özelleştirmeler, sosyal hakların gaspı, güvencesiz çalışma koşulları ve yükselen gelir eşitsizliği yeni olgular değil. Kapitalizmin neoliberal aşamasını tanımlayan, çoğu solcunun “sınıf savaşı” dediği olgunun bir parçası olarak, tüm bu yönelimler on yıllardır vardı. Bugünün radikalizasyonunun kökleri, neoliberal kapitalizmin üç on yıldan fazladır ortaya çıkardığı tarihsel değişikliklerin uzun dönemli birikimindedir. Kapitalizm şartları altındaki tüm diğer iktisadi saikler gibi, bu değişikliklerin altındaki itici güç de kârı maksimize etme ihtiyacıydı. Ayrıca bu, sendikaları kapatan, iş önlemlerini almayan, maaş ve gelirleri yağmalayarak yolunun üzerindeki birçoğunu da işten çıkaran kapitalistlerin on yıllardır “esnek” iş piyasasının peşinden durmadan gidişinin de sebebidir. Maliyeti düşüren, akademik işgücünü vasıfsızlaştıran ve mümkün olan her yere kâr dürtüsünü işleyen politikacıların ve yöneticilerin, üniversiteleri neden yaygın bir yeniden yapılandırmaya uğrattığını da böylece anlayabiliriz. George Monbiot’un 2002 yılında yazdığı gibi: “Okullarımızın özelleştirilmesi çocuklarımızın yararına değil şirketlerin kârınadır.” Bu süreçler bazı huzursuz edici kurumları da yarattı: geçici işçi acenteleri, ücretsiz staj değişim programları ve özel üniversiteler. Ayrıca tüm bunlar, bugün bulunduğumuz yere getirdi bizi. Tüm bu değişiklikler tüm bir kuşak işlemez hale getirilerek ederek tarihi bir direnişe sebep oldu. *Mileurista yeni bir kavram. Ayda 1000 Avro civarında kazanç elde eden, 24-34 yaşları arasında, üniversite, yüksek lisans ve hatta doktora derecesine sahip, iyi eğitimli, en az iki dil bilen profesyonel gençleri tanımlamak için kullanılıyor. (www.isreview.org’ta yayınlanan ve Zach ZILL’a ait “Dimensions of the Global Youth Revolt” başlıklı İngilizce makalenin bir bölümüdür.) Çeviri: İ. Kızıl
Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı!
Suriye halkı “demokrasi” ile bütünleşiyor. Irak’ta uygulanan “demokrasi” şimdi de yanı başımızdaki Suriye topraklarına geliyor. Baskıcı Esad rejimine karşı, emperyalist kuvvetlerin desteklediği, hatta silahları bizim verdiğimiz vergilerle temin edilen, öldürmek için T.C. tarafından eğitilen bir avuç çapulcu, kana susamış katil, Suriye halkını özgürleştirmek istiyormuş. İki sene önce “kardeş” olan Esad, şimdi neden bir anda diktatör Esed oldu. Esad Suriye halkını yıllardır baskı altında tutan, insanları sömüren sistemin her zaman en önemli adamıydı. Şimdilerde demokrasi oyununu tekrar sahneye koyan emperyalistler, bu rejimin yaptıklarını neden yıllardır görmezlikten geldiler? Çünkü krizler yeni pazarları, yani yeni işgalleri zorunlu kılıyor. Özgürleştirilmek istenen Suriye halkı değildir. “Özgürleştirilmek” istenen Suriye’nin yer altı zenginlikleridir, sömürülmeye devam edilmeye zorlanacak olan ise Suriye halkıdır. Emperyalistlerin amaçları kapitalizmin çok boyutlu krizinden kurtulmak, pazardaki paylarını artırmaktır. Her gün haberleri izleyen bizler Suriye’ye yapılması planlanan emperyalist saldırıların yansımalarını görüyoruz. Savaştan kaçan ve Türkiye sınırlarındaki çadır kentlere sığınan on binlerce insan, çok zor koşullarda hayatlarını devam ettiriyor. Bu zor koşullar kimi zaman yemek sıralarında kendisini gösteriyor, kimi zaman da çadırlarda çıkan yangınlarda yaşamlarını yitiren çocuklar olarak... Bombaların etkilerine sınır köylerde bile rastlıyoruz. Patlayan bombalardan saçılan şarapnel parçaları sınırdaki köylüleri bile ölümle burun buruna getiriyor. Sermaye devleti tabi ki bu durumu şoven histeri için kullanıp, savaş hırsını gözler önüne seriyor. Kamplar kadınlar için daha da zor, daha da imkansız hayatlar sunuyor.
Kadınların tacize ve tecavüze uğradığı, hamile kaldığı burjuva basına yansıyor. Sermaye devleti lojistik olarak da hazırlıklarını tamamlıyor. Türkiye sınırına yerleştirilen patriotlar ölüm saçmak için gün sayıyor. Suriye halkının üzerine yağacak bu “savunma sistemi”, gerçekleşmesi arzulanan savaş için yakında ezilen halklara “hediye” edilecek. Türkiye’nin emperyalist savaş ve iç savaş örgütü olan NATO’nun bölgedeki merkez üssü haline getirilmesi, önümüzdeki günlerin büyük yıkımlara gebe olduğunu gösteriyor. Muhtemel bir emperyalist saldırı sırasında yüzbinlerce insan yaşamını yitirecek. Binlerce kadın tecavüze, tacize uğrayacak. Çocuklar ve bebekler ya anasız ya babasız yaşamlarına devam edecek ya da yarınlarda yaşayamayacaklardır. Az önce saydığımız ve bir nefeste ağzımızdan çıkan ölümler, yok oluşlar “demokrasi” ile ehlileşen Irak’ta yaşanmış ve hala da yaşanmaya devam etmektedir. Emperyalist oyunlar sadece ve sadece ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda talan etmek için vardır. Emperyalist müdahalelerin karşısında duracak ve onların oyunlarını bozacak olan Suriye halkıdır. Ezilenlerin görkemli direnişinin karşısında ne emperyalist kuvvetler ne de kapitalist beklentiler durabilir. Suriye’yi özgürleştirecek ezilenlerin nasırlı elleri ve yarınlara umutla bakan gözleridir! Bizlere düşen Suriye halkı ile dayanışmayı artırmak, gerçekleşmesi muhtemel emperyalist saldırıya şimdiden set çekmektir. Bizlerin önünde ise dizginlerinden boşalan bu emperyalist barbarlığı durdurmak için, işçilerin birliği halkların kardeşliği için mücadeleyi büyütmekten başka seçenek kalmıyor. Irak’ta yaşananların Suriye’de yaşanmaması için, Denizlerin 6. Filoyu Dolmabahçe’den denize dökerken kuşandığı ateşi bizler de kuşanmalıyız.
15
“İmralı görüşmeleri” sürecinin aylık bilançosu...
Tasfiyeci oyuna kapılanlar Kürt sorununu mu çözüyor,
AKP’nin sorunlarını mı?
“İmralı görüşmeleri” hemen hemen AKP’nin planladığı çerçevede işliyor. Yılın ilk ayında devletin saldırıları hızından bir şey kaybetmedi. Katliam, tutuklama, cezalandırmalar sürerken, Kürt hareketi eksenindeki siyasal özneler, sahte çözüm oyununa dair beklentileri büyütecek şekilde hareket ettiler. Bu kesimin, AKP iktidarının çözüm iradesine kuşkuyla yaklaştığını gösteren epeyce veri var. Fakat bu cepheden konuşanlar, yazıp çizenler, başta Kürt halkı olmak üzere tüm işçi ve emekçilere ciddi ciddi bir çözüm sürecine girildiğinin propagandasını yapıyorlar. Üstelik Tayyip Erdoğan ve avenesinin saldırgan, aşağılayıcı, terbiye edici üslubuna rağmen bu konudaki ısrarlarından milim şaşmıyorlar. Şu ana kadar AKP’nin umduğundan da ileri sonuçlar aldığı bile söylenebilir. Her şeyden önce meseleyi tam da 2013 yılı politikalarına uygun bir çizgide tartıştırmayı başarıyor. Kaçıncısı olduğu bile sayılamayan aldatma manevralarının sonuncusu sayesinde, şimdiden oyalama sürecinin ilk ayını sağ salim geride bıraktı.
Tasfiyeci “çözüm” oyununa gönüllüce yedeklenenler
16
Sadece Kürt hareketi değil, tarihsel deneyimlerin derslerini ve ulusal sorunda bilimsel devrimci perspektifi bir yana bırakan Türkiye’nin
kuyrukçu solu da bu oyalamanın oyalanan tarafı olmaya soyundu. HDK çatısı altında bir araya gelenler, bu konuda başı çekiyorlar. Bir kez daha görüldüğü üzere, ulusal sorunda kendilerinin herhangi bir çözüm stratejileri kalmış değil. “Demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik” ekseni, yani köhnemiş burjuva cumhuriyetini kendi içinde demokratikleşme projesi artık tümünün ortak yörüngesidir. Böyle olduğu içindir ki dinci-gerici iktidarın aldatma sanatının iç yüzünü sergileyeceklerine, çözüm ve barış yolunda hükümeti tutarlı, samimi, kararlı olmaya çağırıyorlar. Bu doğrultudaki her çabaya destek vereceklerini taahhüt etmeyi eklemeyi de unutmuyorlar. Sanki ortada oyalama-aldatma dışında bir şey varmış gibi, “müzakereci çözüm sürecini baltalamak isteyenler”i vicdanla, gönülle ikna etmeyi iş ediniyorlar (bkz. 8 Ocak tarihli HDK açıklaması). Sahi kim kimden ne bekliyor? Muhatap olarak samimiyete davet edilen dinci-gerici iktidar, sırtını ABD’ye dayamış, bölge halklarına karşı acımasızca tetikçiliğe soyunmuş, kısa dönemde bölgesel aktör olma hayali suya düştüğü için zıvanadan çıkan, sıkıştıkça karşısındaki herkesi polis ve yargı terörüyle ezmeye yeltenen bir zorba mı, değil mi? Onun Kürt sorunundaki “çözüm”ü, kırıntı bile sayılmayacak göstermelik adımlar karşılığında “terörü bitirmek”ten, “PKK’ye silah bıraktırmak”tan başka neyi içeriyor? Zorbaların efendisi Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki birbuçuk
yılı sorunsuz atlatmak hesabıyla başlattığı bu denli kaba bir oyuna ciddi ciddi bir çözüm misyonu biçmek için, savrulmanın son raddesini de aşmış olmak gerek.
“Entegre” oyunun “terörle mücadele...” ayağının bir aylık bilançosu Yeni aldatma-oyalama manevrası gündeme getirildiğinde ne demişti Tayyip Erdoğan: “Terörle mücadele, siyasetle müzakere...” Şimdiye kadar “terörle mücadele, siyasetle müzakere” çizgisinin ilk ayağının aksamamasına büyük bir özen gösterildi. ANF’den Erdal Er’in dökümü bunu net bir şekilde ortaya koyuyor: “31 Aralık’ta Lice’de 10 gerilla katledildi. 7 Ocak 2013 tarihinde Çukurca’da 14 gerilla katledildi. Aynı günler ve sonrasından kitlesel gözaltılar yapıldı ve çok sayıda kişi tutuklandı. 9 Ocak’ta Paris katliamı yapıldı. Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez hayatını kaybetti. Nusaybin ilçe merkezinde bir gerilla infaz edildi. 14 Ocak’ta Medya Savunma Alanları Türk Savaş uçakları tarafından bombalandı ve 7 gerilla yaşamını yitirdi. “Tabloyu özetlersek; 31 Aralık 2012 tarihinden 14 Ocak 2013 tarihleri arasında tespit edilen 35 Kürt genci, gerillası, siyasetçisi katledildi.” (ANF, 25 Ocak 2013) Bunlara dinci çeteler eliyle Batı Kürdistan’a yönelik günlerce süren saldırıları, çetelerin Türkiye sınırından tanklarla gönderilmelerini vb.ni de ayrıca ekleyelim. Bu tabloya rağmen hala bir çözüm sürecinden ve bunun sabote edilmesi olasılığından söz edilebiliyor. Bilindiği gibi Paris suikastları da sürecin sabote edilmesi girişimi olarak yorumlandı ve böylece İmralı görüşmeleri ile başlayan dönemin ciddiyetine dayanak yapılmak istendi. Paris polisi tarafından zanlı olarak tutuklanan şahsın her yanından ajanprovokatörlük akması da devletin “derin”, “karanlık” güçlerinin sabotaj niyetine yoruluyor. Oysa Özgür Politika yazarı Ferda Çetin, “PKK’nin 20’si Avrupa’da 50 kişilik lider kadrosunu hedef alan ‘terörle mücadelede uygulanacak ödül yönetmenliği’ni” hatırlatarak (bkz. ANF, 28 Ocak 2013), olayın dosdoğru başında AKP’nin bulunduğu “görünen” devletin işi olduğuna, çarpıcı ve tartışmasız bir kanıt sunmuş oldu.
“...siyasetle müzakere” cephesinde yeni bir şey yok!.. Ne var ki ne pahasına olursa olsun her şeyi İmralı görüşmelerine ipotek etmiş bir anlayış nezdinde bunların pek de bir belirleyiciliği olmuyor. Peki onca umutlu bekleyişin, ürkek misafir hallerine bürünmenin temelini oluşturan “...siyasetle müzakere” ayağında ne var? İmralı’da bir masa kurulmuş, kim ne alıyor, kim ne veriyor belli değil. Bunun dışında her şey fazlasıyla açık. “Siyasetle müzakere” halkasında, örneğin hiçe sayma var. “Sizi görüştüren benim, ister görüştürürüm ister görüştürmem, susun, haddinizi bilin” türünden aşağılamalar var. Bütün bunları entegre oyunun bir parçası değil de “müzakere-mücadele sarkacı”nın bir sonucu
sayan anlayış, haliyle 1999 İmralı sürecinin ve 2004’ün sonlarına kadar “devletin hizmetine girme” uğraşlarının, 2011 seçimlerine kadar 5-6 kez aldatılmış olmanın unutulmasını, kısaca Kürt halkından gerçeğe gözlerini sımsıkı kapamasını bekliyor. Katliamlar, yargılamalar, tutuklamalara karşın, istihbarat görevlilerinin “PKK’ye silah bıraktırmak, hiç değilse sınır dışına çekilmelerini sağlamak” hedefiyle oturduğu bir masayı barışın ve çözümün adresi olarak gösteriyor. Bu bir inançtan değil, çözümsüz stratejiye tabi olmanın ürünü bir inanma mecburiyetinden kaynaklanıyor. Sonucuna dair yargı ise Özgür Gündem yazarlarından Veysi Sarısözen’in kaleminden şöyle yansıyor: “Durum şu: Müzakere sürecini Kürt tarafı kayıtsız şartsız destekliyor. Başbakan istediği kadar sert konuşsun, ne derse desin, ister tahkir etsin, ister alay etsin, hükümet ne yaparsa yapsın, ister bombalasın, ister tutuklasın, ister kurşunlasın Kürt tarafı, yani BDP’den PKK’ye, gerilladan melleye kadar tüm halk İmralı sürecinde PKK Önderi Öcalan’ın arkasında tek saf halinde toplanmış. Türkiye solunun ezici çoğunluğu da öyle. Yüzü aşkın aydının açıklaması, imzalar dikkatle analiz edildiğinde, AKP’nin aydınlar üzerindeki etkisinin sıfırlanmak üzere olduğunu ve aydınların da İmralı sürecini desteklediğini göstermekte. ‘Şöyle olursa masadan çekiliriz’ diyen tek bir Kürt yok.” (Bkz. ANF, 30 Ocak 2013) Başka söze gerek var mı bilinmez ama biz KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın 23 Ocak tarihli röportajını anmadan geçmeyelim. AKP’nin süreçten umduğu sonucu alıp alamayacağı olasılığının ve Kürt hareketinin nihai tavrının anlaşılabilmesi için özellikle “KCK adına Öcalan’ın görüşmesi yeterlidir” ara başlığı altında söylenenlerin dikkatlice okunmasını öneriyoruz.
Gerçek özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin adresi birleşik sosyalist işçi-emekçi umhuriyetidir! Bütün bunlar gösteriyor ki dinci-gerici iktidarın entegre oyun çerçevesinde çaldığı maya, hedefindeki kesimler içinde tutmaya başlamıştır. Bu oyun belki AKP iktidarına birbuçuk yıl kazandırabilir. Fakat ağır bedeller pahasına da olsa özgürlük ve eşitlik özleminden vazgeçmeyen Kürt halk kitlelerini uzun süreli yatıştıramaz. Kürt halkını, işçi ve emekçi kitleleri temelsiz beklentiye sürükleyenler, başında AKP’nin bulunduğu sermaye iktidarının, halklarımızın bu en büyük düşmanının değirmenine su taşıyadursunlar. İşçi sınıfı devrimcileri olarak bizler, Kürt halkının her türlü kazanımını koşulsuz savunduğumuz gibi, halklarımızın aldatılmasına karşı sorumluluklarımızı yerine getirmekten de vazgeçmeyeceğiz. Kürt halkının özgürlüğünün, tam hak eşitliğinin ve halklarımızın onurunu taşıyacakları sosyalist bir cumhuriyette kardeşçe gönüllü birliğinin önündeki en büyük engel olan sermaye iktidarını alaşağı etme uğraşına devam edeceğiz. (Kızıl Bayrak, 1 Şubat 2013, Sayı 2013/05)
17
Komünist gençliğin konumu ve misyonu...
Biz genel olarak devrimci değil, fakat komünist devrimcileriz. Bizim devrimciliğimiz tutarlı bir dünya görüşüne dayanmakta ve belirgin bir sınıf niteliği taşımaktadır. Partimizi devrimci ve reformist kanatlarıyla geleneksel solun tüm öteki parti ve gruplardan ayıran temel önemde bir konum ve kimlik farkıdır bu ve buna zorlu bir mücadele içinde ulaşılmıştır. Bu fark hiç de etikete değil, fakat tümüyle dünya görüşüne, politik kavrayışa ve pratik davranışa dayalıdır.
18
Komünist gençliğin mücadelenin bütün dönemlerini ve alanlarını kesen en öncelikli görevi, gençlik içinde proletarya sosyalizminin/işçi sınıfı devrimciliğinin bayrağını yükseltmek, ideolojide, politikada, değerler sisteminde ve nihayet belirleyici bir alan olarak pratik mücadelede bunu layıkıyla temsil etmeyi başarabilmektir. Bu başarılamadığı sürece, komünist gençliğin gençlik hareketi içindeki özel konum ve misyonundan söz etmenin herhangi bir anlamı kalmaz ve bu durumda sözünü ettiğimiz önderlik misyonu zaten yerine getirilemez. Komünist gençlik bu tür bir temsilin halihazırda tüm temel önkoşullarına sahiptir. Partimizin konumu ve toplam birikimi ona bu olanağı fazlasıyla vermektedir. Fakat bunu potansiyel bir olanaktan gerçek bir silaha çevirmek, ancak bunu edinmeye, sindirmeye ve mücadele içinde etekemiğe büründürmeye yönelik sistematik bir çabaya bağlıdır. Partinin yakın önderliği ve yönlendiriciliği altında bunu sürekli bir çaba içinde edinmek komünist gençlik için temel önemde bir sorumluluktur. Komünist gençlik bunu layıkıyla başarmak zorundadır; zira ancak bu taktirde mücadelenin omuzlarına yüklediği görev ve sorumluluklara başarıyla yanıt verebilir; ancak bu takdirde, mücadelenin içinde ve kitlelerin gözünde kendisiyle tüm diğer burjuva ve küçük-burjuva akımlar arasındaki belirgin dünya görüşü, politik çizgi ve değerler sistemi farkını ortaya koyabilir. Bu ikincisi, komünist gençliğin tüm öteki burjuva ve küçük-burjuva sol akımlar ile kendi arasındaki belirgin farka göstermesi gereken özen, bugün gençlik içinde önemli bir sorun alanı olarak durmaktadır karşımızda. Birlikte iş yapma zorunluluğu mücadelenin ve dolayısıyla politizasyonun son derece geri koşullarıyla da birleşince, kitlelerin nispeten ileri kesimlerinin gözünde bile, sol eğilimli gençlik akımları bir bütün olarak algılanabilmektedir. Tersinden ise, kendi başına yürüme güç, irade ve olanaklarından yoksun bulunan, ancak birbirlerine tutunarak
kitlelerin karşısına çıkabilen sol gençlik grupları, kendi farklı konumlarının ifadesi ayrımları çoğu durumda bir yana bırakabilmektedirler. Ve bu hiç de mücadelenin genel çıkarlarını gözeten olumlu bir birlik kaygısından değil, fakat ayrım çizgilerine ilişkin kimlik ve kavrayış zaafiyetlerinden kaynaklanan bir tutumdur. Nitekim biz çoğu durumda bunun ölçüsüz bir grupçuluk ve ilkel bir grup reklamcılığı ile elele gittiğini de biliyoruz. Yani burada, geleneksel küçük-burjuva akımlarda görmeye alışık olduğumuz o ilkesiz liberalizm ile mezhepçi sekterlik içiçedir. Demek ki burada sözkonusu olan gerçekte tümüyle iki farklı durumdur. Komünist gençlik, temsil ettiği farklı dünya görüşü ve politik sınıf kimliği ile bunun ürünü olan politik çizgi ve değerler sistemi sorununu önemsemeli, buradan kaynaklanan farklı konum ve kimliğinin tüm öteki küçük-burjuva sol akımlarla karışmasına/karıştırılmasına karşı belirgin bir hassasiyet göstermeli, kendi kimliğini tüm öteki akımlardan özenle ayrı tutmalıdır. Ama tam da bu kendine özgü konumunun gerektirdiği bir özel sorumlulukla, her türlü grupçuluktan, küçük hesapçılıktan, mücadelenin ortak çıkarlarına zarar veren tutum ve davranışlardan özenle kaçınmalı, tam tersine, birleşik bir devrimci gençlik hareketi geliştirmenin önceliklerini ve çıkarlarını her türlü grupçu ve dar görüşlü hesapların üstünde tutarak, gençlik hareketi içinde örnek bir tutum sergilemelidir. Bu iki davranış arasında da diyalektik bir birlik, bir konum ve tutum tutarlılığı vardır. Biz genel olarak devrimci değil, fakat komünist devrimcileriz. Bizim devrimciliğimiz tutarlı bir dünya görüşüne dayanmakta ve belirgin bir sınıf niteliği taşımaktadır. Partimizi devrimci ve reformist kanatlarıyla geleneksel solun tüm öteki parti ve gruplardan ayıran temel önemde bir konum ve kimlik farkıdır bu ve buna zorlu bir mücadele içinde ulaşılmıştır. Bu fark hiç de etikete değil, fakat tümüyle dünya görüşüne, politik kavrayışa ve pratik davranışa dayalıdır. Üzerinde titremenin
önemi de buradan gelmektedir. Ayrım çizgilerinin açık seçik olmasına özen göstermek, genel bir devrimci söylem ve pratik içinde kendine özgü kimliğimizin kararmasına izin vermemek, tam da komünist gençliğin gençlik hareketi içinde yerine getirmesi gereken özel önderlik rolüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İlkinde ne denli özenli ve tutarlı davranılırsa, mücadele ilişkilerine ve gereklerine ilişkin bu ikinci alanda da o denli başarılı olunabilir. Komünist gençlik kendine özgü konumunu, bunun tüm öteki sol siyasal akımlardan farkını anlamaz, sindirmez ve gerekleri doğrultusunda üzerine düşenleri yerine getirmek için yeterli çabayı ortaya koymazsa eğer, zaten gençlik hareketi içinde herhangi bir özel önderlik rolü de oynayamaz. Konum ve kimlik farkı, bu çerçevede önderlik misyonu, komünist gençliğin önüne ideolojik ve pratik mücadele cephelerinde önemli görevler koymaktadır. Gençlik alanında her türden burjuva gerici akıma karşı çok yönlü bir mücadele temel önemde bir ihtiyaçtır. Devrimci bir gençlik hareketi geliştirme sorunu bundan ayrı düşünülemez. Gençlik içindeki gündelik çabanın çok temel ve organik bir boyutudur bu. Bu nedenle üzerinde çok özel olarak durmayı gerektirmez. Biz burada bundan çok, sol hareketin kendi iç bünyesinde burjuva ve küçük-burjuva sosyalizminin temsilcisi akımlara karşı mücadele ve elbette öncelikle ve özellikle ideolojik mücadele üzerinde durmak istiyoruz. Bu mücadele gerekli ve zorunludur, zira politik ve örgütsel cephedeki görevlerin başarıyla yerine getirilmesi bu mücadeleyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Sol saflarda ideolojik mücadele ile kısır grupçu çekişmeler çoğu kez birbirine karıştırılmakta, bu ikincisinden kaçınmak adına birincisinin gerekleri bir yana bırakılabilmekte, ya da bırakmayı gerektirdiği sanılmaktadır. Oysa ilkelere dayalı sistemli bir ideolojik mücadele, ilişkileri bozan ve güçleri parçalayan kısır çekişmelerden tümüyle farklıdır ve gerçekte her zaman, mücadelenin sağlıklı ve başarılı bir biçimde ilerletilmesine hizmet eder. Bu nedenle bu mücadeleye gerekli önem verilmeli, temel konulardan gündelik sorunlara kadar mücadelenin sağlıklı bir çizgide ilerletilmesini ve başarısını ilgilendiren herşey eleştiri, tartışma ve mücadele konusu yapılmalıdır. Yayın organlarından birim ve alanlardaki özel zeminlere ve araçlara kadar tüm olanaklar amaca uygun biçimde bu doğrultuda kullanılmalıdır. Çok uzun yıllardan beri gençlik hareketi saflarında bu türden bir düşünsel canlılık, tartışma ve ideolojik mücadele kültürü olmadığı için bu sorun özellikle önemlidir ve komünist gençlik kendi cephesinden bunun üzerine gitmeli, bu türden tartışmaları ve düşünsel mücadeleleri zorlamalıdır. Bu tartışmalar ve mücadeleler işin özünde toplumun, devrimin ve akmakta olan mücadelenin temel ve güncel sorunlarına ilişkin olacağı için, başarılabildikleri ölçüde gençlik hareketinin düzeyini yükseltmek gibi son derece önemli bir amaca hizmet etmiş olacaklardır. Soldaki düşünsel ilgisizlik (temelinde teoriye ilgisizlik var ve sol siyasal akımlar payına ideolojik zayıflığın/belirsizliğin bir yansımasıdır bu) ve kısırlık, yazık ki olduğu gibi gençliğe yansımakta, toplumun genç aydın potansiyelini temsil eden, etmesi gereken öğrenci gençliğin bilinçli kesimi sayılan ilerici-devrimci öğrenci hareketi bu konuda solun ortalamasını aşan herhangi bir düzey
sergileyememektedir. Bundan dolayıdır ki geleneksel sola egemen zaaflar, hatalı tutum ve alışkanlıklar, düşünsel yavanlıklar olduğu gibi gençliğe yansımakta ve gençlik hareketinin ayağına dolanmaktadır. Bu son vurgudan da anlaşılacağı gibi, düşünsel ilgi, tartışma ve mücadeleler tam da devrimci gençlik hareketinin sağlıklı bir çizgide ilerletilebilmesi ihtiyacının ayrılmaz bir parçasıdır. Komünist gençlik sol hareketin yakın geçmişiyle teorik ve pratik bir hesaplaşmanın ürünü bir siyasal akıma mensup olma açık üstünlüğüne sahiptir. Bu, kendini açık seçik bir ideolojik-politik çizgi, tutarlı bir devrimci sınıf programı, sağlam değerler sistemi ve nihayet pratik tutarlılık olarak somutlamış, sınıf hareketiyle birleşme sürecinde günden güne mesafe alan devrimci bir partide ete-kemiğe bürünmüştür. Tüm bu üstünlükleri gençlik hareketinin durumuna ve sorunlarına ilişkin açıklıklara dayalı üstünlük de birleştirdiğimizde, komünist gençliğin neden her alanda ve özel olarak da düşünsel alanda gençlik hareketi içinde öncü ve sürükleyici bir rol oynaması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Komünist gençlik bu rolü halihazırda başarıyla oynamakta ve yakaladığı gelişme çizgisiyle partiyi gençlik alanında günden güne daha etkin bir güç haline getirmektedir. Partinin gençliğe yönelik tüm çabası ise bu başarıyı yeni düzeylere çıkarmaktır. Bu çaba parti için stratejik önemdedir; zira bu ülkenin yakın tarihinde çok özel bir yer tutmuş ve büyük bedeller ödemiş devrimci gençlik hareketinin son kırk yıldır en temel ihtiyacı gerçek bir devrimci sınıf önderliği olagelmiştir ve partinin gençlik çalışmasına ilişkin perspektifi işte bu ihtiyacı artık nihayet somut olarak karşılayabilmek ve bunu süreklileştirmektir. Bu doğrultudaki her başarı gençlik hareketi ile devrimci sınıf hareketi arasında kurulmuş bir köprü olacak, böylece sınıf hareketine gençlik gibi dinamik bir kesimi yedek bir güç olarak kazandırırken, tersinden de devrimci gençlik hareketini yıllardır özlemini duyduğu sağlam sınıfsal önderliğe kavuşturmuş olacaktır. Belirtmeye gerek yok ki, bütün bunlar aynı zamanda partinin gençlik çalışmasının stratejik çerçevesini ve amacını da ortaya koymaktadır. Komünist gençlik de gençlik mücadelesi içindeki yerine ve misyonuna bu stratejik çerçeve ve amaç üzerinden bakmak durumundadır. (TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in, Ekim 2004 tarihli 239. sayısında yer alan “Gençlik hareketi ve komünist gençliğin görevleri” başlıklı başyazıdan alınmış bir ara bölümdür...)
19
Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bugünkü düzeyi ne olursa olsun, bahar döneminin yılın geri kalan tüm dönemlerinden daha hareketli geçeceği ortadadır. Bu durum “devrime hazırlık” şiarını yükselten komünistlerin de özel bir hazırlık ve çalışma içerisine girmelerini zorunlu kılmaktadır. Zira ortaya konan bu iddianın bugünkü karşılığını layığıyla yerine getirebilmek ancak böyle mümkün olabilecektir. Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bugünkü düzeyi ne olursa olsun, bahar döneminin yılın geri kalan tüm dönemlerinden daha hareketli geçeceği ortadadır. Bu durum “devrime hazırlık” şiarını yükselten komünistlerin de özel bir hazırlık ve çalışma içerisine girmelerini zorunlu kılmaktadır. Zira ortaya konan bu iddianın bugünkü karşılığını layığıyla yerine Mücadele tarihimizin devrimci coşkusu ve öfkesiyle dolu bahar dönemini karşılamaktayız. 8 Mart’la başlayan ve 1 Mayıs’a kadar getirebilmek ancak böyle mümkün uzanacak olan bu dönemde, alanlar, katliamları lanetlemek, devrimci olabilecektir. önderleri anmak, özgürlük şiarlarını yükseltmek, işçi sınıfının uluslararası mücadele günlerinde bu coğrafyadan ses yükseltmek, devrim ve sosyalizm Sözkonusu ‘zorunluluk’ genç özlemlerini haykırmak için dolacak. komünistlerin de karşısında Elbette yalnızca mücadelenin tarihsel birikimleri gün yüzüne çıkmayacak. durmaktadır doğal olarak. Sınıf Emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı sosyal yıkımlara, emperyalist savaş ve saldırganlığa, ulusal baskı ve eşitsizliğe karşı da mücadele edilecek. Bunların devrimciliğinin gençlik içindeki yanında, kapitalizmin neo-liberal saldırılarının hedefinde olan tüm kesimler bu temsilciliği misyonunu üstlenen saldırıları püskürtmek için sokağa, eyleme çıkacak. genç komünistler, bahar Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bugünkü düzeyi ne olursa olsun, bahar döneminin yılın geri kalan tüm dönemlerinden daha hareketli geçeceği ortadadır. Bu döneminde hedefli, yaratıcı, durum “devrime hazırlık” şiarını yükselten komünistlerin de özel bir hazırlık ve inisiyatifli ve tempolu bir çalışma içerisine girmelerini zorunlu kılmaktadır. Zira ortaya konan bu iddianın bugünkü karşılığını layığıyla yerine getirebilmek ancak böyle mümkün olabilecektir. çalışma tarzı sergileyebildikleri Sözkonusu ‘zorunluluk’ genç komünistlerin de karşısında durmaktadır doğal olarak. ölçüde bu misyonun hakkını Sınıf devrimciliğinin gençlik içindeki temsilciliği misyonunu üstlenen genç komünistler, verebileceklerdir. Bu nedenle, bahar döneminde hedefli, yaratıcı, inisiyatifli ve tempolu bir çalışma tarzı sergileyebildikleri ölçüde bu misyonun hakkını verebileceklerdir. Bu nedenle, bahar bahar döneminde döneminde yürütülecek çalışmanın gündemlerini ele alırken çalışma tarzını da özel yürütülecek çalışmanın tartışmalara konu etmek ayrıca önemlidir. Çalışma tarzı üzerinden yürütülecek tartışmaların içeriği biliniyor. Zira bir süredir bu konu gündemlerini ele alırken özel olarak ele alınıyor, çeşitli vesilelerle farklı yönleriyle tartışılıyor. Burada bu tartışmaları çalışma tarzını da özel yinelemek pahasına da olsa bir kez daha çalışma tarzı üzerinde duracak, bahar çalışmasında tartışmalara konu üzerine eğilmek gereken noktaların altını bir kez daha çizeceğiz. Konuyu daha çok da kitle çalışması üzerinden ele alacağımızı hatırlatalım. etmek ayrıca önemlidir.
Bahar dö inisiyatifli b
Tarihsel gündemleri güncel bağıyla ele almak
Kitle çalışmasına geçmeden önce çalışmanın gündemlerine dair küçük hatırlatmalarda bulunmak anlamlı olacaktır. Bunlardan ilki, bahar döneminde karşımıza çıkacak gündemleri yalnızca takvimsel gündem olarak ele almamak gerektiğidir. Bilindiği gibi, bahar mücadele tarihi açısından bir dizi anlamlı günü karşımıza çıkarmaktadır. Bunların her biri de devrimci mücadelenin bir parçası olarak işlenmektedir/işlenmeye devam edilecektir. Ancak bu gündemleri yalnızca takvimsel eylemlere/anmalara sıkıştırmak, sözkonusu gündemleri tarihsel bütünlüğü içinde ele alamama sonucunu yaratacağı gibi, çalışmamızın gündelik eylem ve etkinlikler içerisinde dağılmasına neden olacaktır. Mücadele tarihimizin öne çıkardığı günler, çalışmamızın toplamı içinde ele alınmalı, mevcut gündemlerimizin birer parçası olarak işlenebilmelidirler. Devrimci siyasal çalışmamız, tarihimizden ve güncel tablodan kopuk olmadığı ölçüde bunu başarmak zor olmayacaktır. Bu açıdan komünistlerin 8 Mart’ı ele alışı anlamlı bir örnektir. Komünistler 8 Mart’ı yalnızca emekçi kadınların daha fazla anıldığı bir gün olarak ele almamış, marksizmin kadın sorununa bakışını ve soruna devrimci yaklaşımı görece geniş bir zaman dilimi içerisinde başta kurultay olmak üzere çeşitli araçlarla işlemişlerdir. Tam da bu sayede 8 Mart süreci komünistler için yalnızca bir miting günü olmaktan çıkarak kızıl bayrağın onurla dalgalandırıldığı bir süreç olmuştur/olacaktır. İkinci olarak, devrimci bahar gündemleri kendi sınırlarında yapılacak eylem ve etkinliklerin konusu olarak düşünülmemeli, geçmişin devrimci mirasının gençliğe taşınması, bununla bağlantılı olarak da gençlik kitlelerinin politizasyonu ve gençlik hareketinin devrimcileşmesi açısından önemli bir yerde durduğu gözardı edilmemelidir.
20
İnisiyatifli ve yaratıcı bir kolektif çalışma
öneminde yaratıcı ve bir çalışma örgütleyelim!
Bahar döneminde çalışmamızın üzerinde duracağı en temel sorun, inisiyatifli ve yaratıcı çalışma alanında yaşanan zorlanmalardır. Geride kalan süreç bu açıdan yaşadığımız eksiklikleri tüm somutluğuyla karşımıza çıkarmıştır. 6 Kasım süreci, Yeni YÖK Yasa Tasarısı’na karşı yürütülen çalışma, ODTÜ deneyimi bu açıdan oldukça öğreticidir. Kaldı ki bir süredir çeşitli vesilelerle tartışmalara da konu edilmektedir. Tüm bu süreçler çalışmamızın yaşadığı darlığı ortaya koymuştur. Ne yazık ki çalışmamız halen dar kalıplar üzerinden yürütülmektedir. Kitlelerle doğrudan bağ kuran ve onları örgütlü eyleme yönlendirebilen tarzın yaratılmasında istenilen mesafe kat edilememiştir. Bunun gerisinde güçlerimizin şekillendiği çalışma biçiminin yarattığı alışkanlıklar ve teknik-maddi-fiziki olanaksızlıklar yer almaktadır. Ancak bunları aşmanın yegane yolu da yine yaratıcı bir yöntem ortaya koyabilmekten, kolektif bütünlüğü içinde inisiyatifli bir çalışma örebilmekten geçmektedir. Son dönemde sıkça vurgulandığı gibi, artık kalıplar kırılmalıdır! Çalışmamız bugüne değin yürütülen sınırları aşmalı, geniş gençlik kitleleriyle kucaklaşabilmelidir. Sınırları aşmak çalışma alanlarını genişletmek değil, kitlelerle daha dolaysız bağlar kurmaktır. Bu bakış, çalışma içerisinde yapılacak tüm işlerde kendisini
göstermelidir. Örneğin, bildiri dağıtmak, yalnızca insanlara okumaları gereken yazıları taşımak anlamına gelmemelidir. Bunun da ötesinde, kitlelerle doğrudan bağ kurulabilen, tartışılabilen ve nihayetinde mücadeleye kazanabilen bir araç haline dönüştürülebilmelidir. Kitle çalışmamızın ajitasyon-propaganda ayağında da yaratıcılığa özel olarak ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Bugün için materyal kullanımını aşamayan ajitasyon-propaganda çalışmamız bile kendi içinde bir darlık yaşamaktadır. Öyle ki, çok sayıda afiş asmak, bildiri dağıtmak ya da herhangi bir materyali kullanmak “iyi bir çalışma yürütüldüğü” düşüncesi yaratmaktadır. Kitle çalışmasının yalnızca bir ayağı olan ajitasyon-propaganda faaliyetini kendi içinde amaçlaştıran bu bakış, çalışmanın tekdüzeleşmesine ve materyal kullanımına sıkıştırılmasına neden olmaktadır. Bugün alanlarımızda merkezi materyaller olmadan nasıl bir çalışma ortaya koyacağımıza dair muhasebeye girişmek, ortaya koyacağı sonuç üzerinden tabloyu da özetleyecektir.
Darlığı kıralım, kitlelerle buluşalım! “Darlığı kırmaya öncelikle kafamızdaki bir takım kalıpları kırmakla başlamalıyız. Ufkumuzu
21
daraltan, hayallerimizi dizginleyen, bizi alışılmış olana tutsak eden, tüketici rutine bağlayan, yaratıcılığımızı felce uğratan, kısırlaştıran tüm ölçüleri, tüm kalıpları kırıp atmalıyız. Bugüne kadarki bütün başarı ölçülerimizi radikal bir biçimde değiştirmeliyiz. Küçük grup psikolojisine, mezhepçi zihniyete özgü darlıklara ve sınırlılıklara saflarımızda yaşam hakkı tanımamalıyız. Siyasal çalışmanın hedeflerini belirlerken ve başarıyı değerlendirirken ufkumuzu geniş tutmalı, inançlı ve iddialı olmalı, yıla yılları sığdırmak azmiyle hareket etmeliyiz.” (EKİM, sayı: 185, Aralık 2012) IV. Parti Kongresi’nin kapanış konuşmasında yer alan bu ifadeler, gençlik çalışmamızın yaşadığı darlığı aşma noktasında anlamlı bir yol göstericidir. Alıntıda da vurgulandığı gibi, darlığı kırmanın ilk halkası düşünsel darlıktan başlamaktadır. Düşünsel darlığın pratik faaliyette karşımıza nasıl çıktığı ise somut örnekler üzerinden bilinmektedir. Materyal kullanımından eylem/etkinlik örgütlemeye kadar çalışmamızın tüm ayakları bu açıdan bir aynılaşma yaşamaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, çalışma tarzında yılların getirdiği alışkanlıklar, geride kalan dönemde önemli ölçüde kırılmış da olsa kendisini gösteren “küçük grup” psikolojisi, çalışmamızın sıçrama yaşamasını engelleyen temel etkenlerdendir. Buna örgütlenme sorununu da eklemek gerekiyor. Sözünü ettiğimiz darlık kitlelerle buluşmamızı, onları örgütlememizi, eyleme geçirmemizi ve devrimci önderlik etmemizi neredeyse imkansız kılıyor. Bunun olmaması, tersinden, dönüp dolaşıp darlığımızı besleyen, çalışmanın giderek kendi kabuğunda sürdürülen biçimini inatla korunmasına yol açan bir etkene dönüşüyor. Bu anlamda, yukarıdaki ifadelere ek olarak söylemek gerekirse, yüzü kitlelere dönük bir çalışma örgütleyebilmek, darlığı kırma noktasında mesafe almamızın önemli parçalarından biridir. Somut olarak anlatacak olursak; bir
üniversitedeki/kampüsteki çalışmamızın seyri ile ilgili temel soru ne kadar materyal kullanıldığı vb. olmayacaktır. Artık temel soru kaç insanla ilişki kurduğumuz, kaçıyla örgütlü bağ kurduğumuz kaçını eyleme/etkinliğe katabildiğimiz vb. olacaktır. Sorun genel planda ele alındığında da benzer bir durum sözkonusudur. Artık bizim için temel sorun ortaya politik bir bakış sunmak, gençlik hareketine politik hat çizebilmek sorunu değildir. Eksiksiz olmasa bile, bu açıdan önemli bir politik gücümüz/üstünlüğümüz bulunmaktadır. Bizim için artık sorun bu politik hattı ne ölçüde hayata geçirebildiğimiz, süreçlere müdahale ve önderlik edip edemediğimizdir. Kitlelerin eylemini devrimci önderlik altında örgütleyerek düzenin karşısına çıkarıp çıkaramadığımızdır. Özcesi, bahar dönemi çalışmamız her türlü kalıbı reddedecek, var olan sınırları aşacak, her vesilede kitlelerle buluşacak yaratıcı bir tarzda örgütlenecektir. Bahar döneminin değerlendirmesi tam da buradan yapılacak, çalışmanın başarı ölçütleri bu alanlarda alınacak mesafenin kendisi olacaktır.
Kavranılacak temel halka: Devrimcileşmek! “TKİP rutini kabul etmeyen, oluşan statükoları yıkan, sonu gelmez bir devrimcileşmeyi kendine ilke edinmiş bir partidir. Devrimci bir parti durduk yerde bünyesinde ciddi bir devrimcileşme sorunu olduğunu söylemez. Bunu ancak özgüveni sağlam, devrim davasını ve dolayısıyla kendini ciddiye alan devrimci bir parti yapabilir. TKİP tam da böyle bir partidir. Çıtayı sürekli daha da yükseltmemiz, daha ileri düzeyde bir devrimcileşmeyi, her açıdan devrimci bir yenilenmeyi, her kadrodan ve partinin tümünden istememiz bundandır.” (Parti Okulu Alaattin Karadağ Devresi Kapanış Konuşması’ndan... EKİM, sayı: 284, Kasım 2012) Buraya kadar saydığımız sorunların çözümü konusunda kavranabilecek en temel halkalardan biri, açık ki devrimcileşme sorunudur. Bunu, çalışmamız ve çalışmayı yürüten güçlerimiz üzerinden ifade etmek mümkündür. Çalışmanın sorunları çözümünde adım atacak, çaba harcayacak olan genç komünistler, tüm bunları kadrolaşma ve parti ile bütünleşme konusunda mesafe kat edebilme hedefi ile de birleştirmelidirler.
25 yılın birikimine yaslanarak devrimci baharı kazanalım!
22
Sözünü ettiğimiz sorunların çözümünde yol alabilmek, bahar döneminde devrimci gençlik çalışmamız için yeni bir düzey yakalamamıza imkan sağlayacaktır. Darlığı ve kalıpları kırdığımız, yaratıcı ve inisiyatifli bir çalışma örgütleyebildiğimiz ölçüde, gençliğin devrimci önderlik boşluğunu doldurma iddiamızı yerine getirebilecek güç ve kapasiteye ulaşabileceğiz. Bunu yapabilecek güç ve birikim genç komünistlerde fazlasıyla mevcuttur. Zira genç komünistler, komünist hareketin 25 yıllık birikimine yaslanmakta, komünist işçi partisinin yol göstericiliğinde devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltmektedirler.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde...
Kavga bayrağını yükseltelim! Fabrikada, atölyede azgınca sömürülen, Tarlada, kızgın güneşin altında dünyayı yeniden yaratan, Savaşlarda açlığa, yoksulluğa mahkum edilen, Toplu tecavüzlere uğrayan, Ev işlerinin, çocuk bakımının değişmez kölesi olan, Geleneklerle baskı altına alınan, horlanan, aşağılanan, Cinsel kimliğinden kaynaklı şiddete, tacize, tecavüze maruz kalan, Yazgısını parçaladığında katledilen kadınlar... Fabrikada, tarlada, okulda, sokakta hepimizin ortak yazgısı çifte sömürüye ve ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmaktır. Eve kapatılır, dört duvar arasına hapsediliriz. Gelenek ve göreneklerle kuşatılırız. Dinsel gericilikle baskı altına alınır, günahlarla, ayıplarla, yasaklarla yaşamımızı sürdürürüz. Aşağılanır, horlanırız. Cinsel kimliğimize, bedenimize hükmedilir. Bedenimiz medyada, reklamlarda cinsel obje olarak kullanılır. Binlercemiz kitlesel fuhuşa sürüklenir.
Arkadaşlar Bizler de genç kadınlar olarak yaşam alanlarımız olan kampüslerde, yurtlarda cinsel baskı ve sömürünün her türlüsünü yaşıyoruz. Cinsiyetçi eğitim sistemiyle uyuşturulan beyinlerimizle toplumun bize biçtiği rolleri oynuyoruz. Üniversite eğitimi alan şanslı azınlık olsak da birçoğumuz bize reva olanlara katlanmak zorunda kalıyoruz. Eşitlik ve özgürlük talepleriyle mücadeleye atıldığımızda ise bu düzenin zulmüyle karşılaşıyoruz.
Arkadaşlar Emekçi kadınların bir mücadele günü olarak kutladıkları ve kanlarıyla kızıllaştırdıkları 8 Mart yaklaşıyor. 1910’da II. Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda; 1908’de New York’ta yakılarak katledilen kadın işçiler anısına ilan edilen 8 Mart, o günden bu yana tüm dünyada dişe diş mücadelelere sahne olmuştur. Burjuvazinin içini boşaltmaya çalıştığı ve bunda bir ölçüde başarılı olduğu 8 Mart, 1977 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilmiştir. Bu hamleyle 8 Mart’ın sınıfsal özünü yok etmeye çalışan burjuvazi yılda bir defa kadınları hatırlayarak, utanmazca onların “Kadınlar Günü’nü” kutlamaktadır. 8 Mart’ın onuru uluslararası işçi sınıfı hareketine ve sosyalizme aittir. “Eşit işe eşit ücret”, “8 saatlik işgünü” talepleriyle greve çıkan ve burjuvazi tarafından vahşice katledilen işçi kadınların sınıfsal kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları baskı ve sömürüde bugün zerre kadar iyileşme olmamıştır. Bugün kadınlar fabrikalarda, atölyelerde ucuz işgücü olarak çalıştırılmaya ve yaşamın her alanında cinsel şiddete maruz kalmaya devam ediyor. Bunun yanında sermayedarların ihtiyaçları doğrultusunda çıkarılan emperyalist savaşların asıl yükünü de emekçi kadınlar çekiyor. Taciz ve tecavüz vakaları sıradanlaşıyor ve kadına yönelik şiddet tırmanıyor. Kadın cinayetleri ise gazetelerin üçüncü sayfalarını oluşturmaya devam ediyor.
Arkadaşlar 8 Mart’larda direnen kadınlar bugünlere, yarattıkları direniş geleneğini bıraktılar. Aynı zamanda, haklarını elde edebilmek için yeri geldiğinde bedel ödemekten kaçınmamak gerektiğini de öğrettiler. Unutmayalım ki bugün kadınların sahip oldukları özgürlükler 8 Mart’lardan bugüne emekçi kadınların verdiği mücadele sayesindedir. Ve bugün daha fazlasını istiyorsak eğer, mücadele etmekten başka çaremiz yoktur. Değil mi ki insanlık ordusunun yarısı biziz; o zaman kavganın yarısı da bizim omuzlarımızda! Sınıfsal, cinsel, ulusal baskıya karşı, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm mücadelesini güçlendirmek için, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde alanlara! Ekim Gençliği
23
Yaşamın yarısından
kavganın yarısına... İşçi ve emekçilerin bugün sahip olduğu haklar, burjuvaziye rağmen ve onun sınıf düzenine karşı mücadele içinde bedeller ödenerek kazanılmıştır. Emekçi kadınların tarihi de işçi ve emekçi sınıfların mücadele tarihinden ayrı ele alınamaz. Emekçi kadınların mücadelesi, toplumlar tarihi boyunca her çağda, işçi ve emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı yürüttükleri mücadelenin yarısı olmuştur. Uzlaşmaz iki karşıt sınıfın; köle ile köle sahibinin, toprak ağası ile serfin, burjuvazi ile proletaryanın karşı karşıya geldiği tüm savaşımlarda emekçi kadınlar kavganın yarısını oluşturmuşlardır. 1789 Fransız Devrimi, 1848 Fransız ve Alman Devrimleri, 1871 Paris Komünü, 1917 Ekim Devrimi ve 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’nda; yani tarihin dönüm noktalarını oluşturan toplumsal süreçlerde, emekçi kadınlar ön saflarda yer alarak direniş destanları yaratmışlardır. “Yaşamın yarısından kavganın yarısına” şiarını mesnetsiz bir söz yığını olmaktan kurtaran, işte bu tarihsel gerçekliktir.
Zamanı ve sınırları aşan kızıl kavga bayrağı: 8 Mart!
24
Mücadele, direniş ve kavga tüm işçi ve emekçilere dairdir. Ortaya çıkan onurlu mücadeleler, zamanı ve sınırları aşarak ileri kuşaklara taşınır. İşte emekçi kadınların devrim ve sosyalizm mücadelesinde dalgalandırdıkları kızıl
bayrağın sembolü olan 8 Mart, zaman ve sınırlara sığmadan bugüne devralınmış günlerden biridir. 19. yüzyılın ortalarında kapitalizm, daha fazla kâr hırsıyla tüm işçi sınıfının emek gücünü vahşice sömürdü. Bu sürecin bir parçası olarak, kadın işçiler de ucuz emek gücü olarak kapitalist üretime çekildi. Kadın işçilerin hiç bir sosyal hakkı yoktu. Çok uzun sürelere rağmen, çok düşük ücretle ve ağır koşullarda çalıştırılıyorlardı. Bu çalışma koşulları karşısında, New York’taki bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış yapılması talebiyle 8 Mart 1857 günü direnişe geçti. Bu onurlu direnişin önünü almak için, düzen en iyi bildiği işi yaptı; katletti. Polisler kadın işçilere saldırdı ve binlerce işçi fabrikaya kilitlendi. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak can verdi. Olay ABD basınında hiç yer almadı. Üzeri örtülmeye çalışıldı. Bu açık katliam saklanmaya çalışılsa da, yanarak can veren işçilerin anma törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. İşte 8 Mart’ı bir direniş sembolü yapan ilk mücadele budur.
Komünist kadınlar 8 Mart’a sahip çıkıyor Komünist kadınlar, sınıflar mücadelesinin bu tarihi gününe, 8 Mart’a sahip çıktılar. 1910 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen İkinci Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat
Partisi’nden kadın devrimci önder Clara Zetkin, yaptığı konuşmada kadınlar için bir mücadele günü belirlenmesi gerektiğini söyledi. Zetkin’in önerisi kabul edildi ve ertesi yıl uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü 19 Mart 1911’de düzenlendi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması gibi taleplerle alana inen emekçilerin mücadelesi ertesi yıl Fransa, Hollanda ve İsveç’e de sıçradı. Dünya Emekçi Kadınlar günü 1913’te Rusya’da da kutlandı. O yıllarda Çarlık Rusyası şartlarında, bırakalım açık gösteri düzenlemeyi, emekçi kadınlara dair bir toplantı ya da sohbet gerçekleştirilebilmesi bile imkânsız gibiydi. Ancak birkaç yıl sonra devrim saflarında savaşacak öncü sosyalistler, kadınlar gününün etkinliklerle kutlanmasını sağladılar. Her yıl ilkbahar aylarında farklı tarihlerde kutlanan emekçi kadınlar gününün 8 Mart’ta kutlanması kararı ise, 1921’de Moskova’da yapılan Üçüncü Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda alındı. Bu kararla 8 Mart 1857, 8 Mart 1886, 8 Mart 1908 tarihlerinde kadın işçilerin ağır sömürüye karşı ekonomik, sosyal ve siyasal haklar mücadelesinin ve yaşamını yitiren 129 kadın işçinin anısına sahip çıkıldı. 8 Mart 1917’de Şubat Devrimi’nin fitilini ateşleyen grevleri başlatarak sokaklara dökülen Petrogradlı dokuma işçisi kadınların eylemi de dikkate alınarak 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlandı.
Sadece ‘Kadınlar Günü’ değil; sınıfa karşı sınıf mücadelesi 8 Mart salt kadına dair gündemlerle sınırlanamazdı. Çünkü 8 Mart, her şeyden önce, iki sınıfın cepheden karşı karşıya geldiği bir gündü. Nitekim 1937’de İspanya’daki kadınlar 8 Mart’ı faşist Franco rejimine karşı bir direniş günü haline getirirken, 1943’te İtalya’daki kadınlar da Mussolini yönetimini hedef alan eylemler örgütlüyordu. Emperyalist savaş yakıcı bir gündem iken, kitleler 8 Martlar’da, emperyalist savaşa son talepleriyle alana çıktı. 8 Mart’ın, temelde kadın emekçilerin, burjuvazinin saldırı hamlelerine karşı proleter sınıf mücadelesini yükselteceği bir gündem olması elbette özelde kadın emekçilerin yaşadığı cinsel baskı, horlanma ve ikinci sınıf muameleye karşı mücadelenin de geri planda kalmasına yol açmaz. Tersinden bu ikinci olgu “sınıfa karşı sınıf” bakışı, düzene karşı devrim ve sosyalizm perspektifiyle ele alınmazsa, işte o vakit kadınların cins olarak ezilmişliği ve çifte sömürü gerçekliği anlaşılamaz hale gelir. Bu anlaşılamayan “hikmet” ise çözümsüzlüğe mahkûm edilmiş olur. 8 Mart’ın tarihçesine ve bugüne anlamını veren olaylara bakıldığında açıkça görülür ki, var olan tüm çarpıtmalara ve dayanaksızlaştırma/temelsizleştirme çabalarına rağmen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, proleter hareketin sermaye devletine karşı devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla kadının kurtuluşu yolunda bir mücadele günü olarak gerçekleştirilmek ve anılmak zorundadır. İ. Kızıl
Ezilenlerin şiddeti meşrudur! AKP’li bakanların her biri kendi alanlarında yüzsüzlük, pişkinlik ve pervasızlık kategorilerinde birbiriyle yarışıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de kendi alanında iddialı bir isim. Şahin özellikle twitter aracılığıyla bir dizi gündem ortaya atarken, kadın sorununu sulandırarak magazin malzemesi haline getirmekte usta. Şahin son olarak da twitterdan yaptığı bir açıklama ile erkek sığınma evi açacaklarını duyurdu: “Zaman zaman medyada da yer alıyor. Şiddete maruz kalan erkekler oluyor. Bakanlığımıza ve güvenlik güçlerine bu doğrultuda başvurular da var. Hatta Adana’da şiddet gören erkeklerden biri geçtiğimiz günlerde buton uygulamasından yararlandı. Şiddet gören erkeklere yönelik olarak İstanbul’da bir konukevi açmayı da planlıyoruz. Arkadaşlarımız İstanbul’da şiddet gören erkeklere yönelik konukevi için çalışıyorlar. Şiddet gören erkeklere yönelik konukevi de 6284 sayılı yasada yer aldığı şekilde hizmet verecek.”
Sanki çok masum ve olumlu bir adımmış gibi sunulan erkek sığınma evi uygulaması daha baştan kadın sorununu yok sayan, kadınların uğradığı çok yönlü baskı ve ezilmişliği basit bir “aile içi şiddet” derekesine indirgeyen patriyarkal inkarcılığın bir devamı. Bu bakış kadınların cins olarak tarihsel ezilmişliğini yok sayarak evde kadınların kocalarından dayak yemelerini sorunun başı-sonu olarak ortaya koyuyor. Kendilerince kimi evlerde de erkeklerin şiddet gördüğünü söyleyerek sorunu basit bir istatistik haline getirmek istiyorlar. Böyle olunca da yıllardır bağımsız girişimlerle gerçekleştirilen kadın sığınma evlerine savaş açan, her fırsatta türlü baskılara maruz bırakan iktidar, birden bire erkek sığınma evleri açmaktan bahsediyor ve boyalı basında bu “ilginç” olayı sayfalarında tanıtıyor. Ancak buradan Fatma Şahin’e boşa para-vakit harcamamasını salık verebiliriz. Bugün sermaye devletinin tüm kurumları kendi başına bir erkek sığınma evidir. Kolluk güçleri, yargısı başlı başına erkeklerin işlediği kadın cinayetlerini, uyguladığı şiddeti aklama hizmeti verir. Bu açıdan ayrı bir sığınma evine daha pek de ihtiyaç yoktur. Kadınların (eğer gerçekten varsa) erkeklere uyguladıkları şiddet ise tarihsel olarak meşru ve tekil örnekler ile değerlendirilemeyecek kadar da kapsamlıdır. Yıllarca karısını döven bir erkeğin aynı şiddetin hedefi olması, tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsünü öldürmesi yöntemsel olarak onaylamasak ve sorunun çözümüne hizmet etmediğini bilsek de meşrudur. Tekil olarak haklı-haksız örnekler olması, bu genellemeyi etkilemez... Kadın cinayetleri artmamış!
Şahin’in bir başka twitter incisi ise kadın cinayetlerinin aslında artmadığı yönündeki mesajı oldu. Bakan şu sözlerle kadın sorunun sulandırmaya devam etti: “Son yıllarda kadınlara yönelik cinayetlerin arttığını iddia edenler oluyor. Oysaki ben yaptığımız çalışmalar nedeniyle görünürlüğün, farkındalığın arttığını, konunun Türkiye gündemine girdiğini düşünüyorum”
Bir mizah malzemesinden öte anlam taşımayan açıklamayı istatistiklerin soğukluğundan çıkarak ele almak gerekir. Zira toplumsal bir sorunda, örneğin kadın cinayetlerinde hayli yüksek olan bir rakamı kendi içerisinde kıyaslayarak, bunu bir de övgüye konu etmek kısaca akıl dışıdır. Bakan bunula da yetinmemiş, konunun gündeme geliyor oluşunu da yürüttüğü çalışmalara bağlamıştır. Böylesi bir zihniyetin radyasyonlu çay içmekle övünmekten bir farkı bulunmuyor.
25
Kurultayın çağrısı:
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu’nun örgütlediği Devrimci Kadın Kurultayı, 10 Şubat günü gerçekleştirildi. Katılım ve programı ile yoğun olan kurultayda, kadın sorunu tarihsel ve güncel olarak ele alındı. Baştan sona mücadele kararlılığının hakim olduğu kurultayda coşkulu sloganlar susmadı. Slayt eşliğinde sunulan tebliğler ilgiyle dinlenirken, özellikle direnişçilerin konuşmaları yoğun alkış aldı. Ev kadınlarından işçi kadınlara, direnişçi kadınlardan Kürt kadınlara kadar çifte sömürüye maruz kalanlar kürsüden taleplerini haykırdı, kadının mücadele ile özgürleşeceğini ilan etti. Kadın sorununu tarihsel kökenlerinden başlayarak ele alan etkinlik, kadının kurtuluşunun sosyalizmde olduğunun da altını kalınca çizdi. Ortaya konan tespitler ışığında mücadelenin güncelliği vurgulanarak önümüzdeki 8 Mart’ın “Kadın-erkek elele mücadeleye!” şiarıyla hazırlıklarına başlama çağrısı yapıldı.
Kadın sorunu üzerine temel vurgular... Katılımcıların salona geçmesinin ardından kurultay, açılış konuşmasıyla başladı. Konuşmada kadına yönelik saldırılar anlatıldı. Şiddet, taciz ve tecavüze maruz kalan kadınların emperyalist savaşlarda yaşadığı yıkıma örnekler verildi. Tüm bunlara karşı kurultay vesilesiyle kadın-erkek elele örgütlü mücadele çağrısı yükseltildiği ifade edildi. Konuşmanın ardından devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşen devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşunun ardından tebliğlere geçildi. İlk tebliğ olarak “Kadın sorununun tarihsel kökeni ve kadının kurtuluşu” ele alındı. Tarihsel ve antropolojik veriler ışığında kadın sorununun ortaya çıkışı ortaya konuldu. “Kadın sorununa yaklaşımlar” başlıklı ikinci tebliğde kadın sorununa yönelik liberal/reformist cereyanlara karşı mücadelenin önemi anlatıldı. Kadının kurtuluşu için verilecek mücadelenin ele alındığı “Sosyalizm, kadının kurtuluşu ve tarihsel deneyimler” başlıklı tebliğde Sovyetler Birliği deneyimine özel olarak yer verildi. İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu (BİR-KAR) Kadın Komisyonu, gönderdiği mesajla Devrimci Kadın Kurultayı’nı selamladı. Mesajda Avrupa’da yaşanan kapitalist krize ve bunun etkilerine değinildi. Ardından okunan “Kadınların mücadelesi ve örgütlenmesi sorunu” başlıklı tebliğde kadın-erkek elele örgütlü mücadeleyi yükseltme çağrısı yapıldı. Tebliğde emekçi kadınların mücadelesinin ve örgütlenmesinin araçları, komünistlerin işçi ve emekçi kadının özgül sorunlarına yaklaşımı ve komünistlere düşen görevler tek tek ele alındı. Hemen ardından da 8 Mart’ın tarihsel kökeni ve sınıfsal özünü ele alan, bunun yanında komünistlerin tutumunu anlatan “8 Mart’ın tarihsel-sınıfsal önemi ve 8 Mart tutumumuz” başlıklı tebliğ okundu. Tebliğ’de, 8 Mart’ın tarihsel ve
26
sınıfsal özüne uygun olarak kutlanabilmesi için alanlarda olmaya çağırıldı. Tebliğin ardından Kayseri Emekçi Kadın Komisyonu tarafından gönderilen mesaj okundu. Kayseri İşçilerin Birliği Derneği’nin kurultayı selamlayan mesajının ardından kurultaya ara verildi. Aranın ardından, kadına yönelik saldırıların ve şiddetin anlatıldığı bir sinevizyon gösterimi yapıldı. Sinevizyon gösterimini direnen kadın işçilerin konuşmaları takip etti. İlk olarak HEY Tekstil’den bir kadın direnişçi konuşma yaptı. Ardından Teknopark direnişçisi Burçin Kuz sö aldı. Sonrasında Kiğılı direnişçisi Didem Sorhun’un mesajı okundu ve Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi bir metal işçisi kadın konuşmaya çağrıldı. Sosyalist Kamu Emekçileri adına yapılan konuşmada KESK’in kadın sorunu ve örgütlenmesini ele alışı eleştirildi. Toplumcu MMŞP adına yapılan konuşmada ise kadının çalışma hayatında yaşadığı sorunlar somut örnekleri ile anlatıldı. Kürt kadınlarının yaşadığı sorunları ve mücadele açmazlarını ele alan konuşmada Kürt kadınlarının cinsel ve sınıfsal sömürünün yanında yoğun olarak yaşadığı ulusal baskı ve sömürü anlatıldı. Kürt kadının özgürleşmesinde Kürt halkının özgürleşme mücadelesinin tuttuğu yerin önemine değinildi. Etkinlik Sosyalist Eşcinsel Biseksüel Trans Hareketi’nin (Sosyalist EBT) kurultaya gönderdiği mesajın okunması ile sürdü. Divandan yapılan konuşmada son yıllarda artan kadına yönelik şiddete dikkat çekilmesinin ardından kürsüden bu konuda bir konuşma yapıldı.
Kurultayın çağırısı 8 Mart’ta yankılanacak! Emperyalist savaşların kadın üzerindeki etkilerini anlatan bir konuşmanın ardından Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nden tutuklu ÇHD’lilerin gönderdiği mesaj okundu. Kurultayda bir erkek tarafından yapılan konuşmada da kadın-erkek elele örgütlü mücadele çağrısı yapıldı ve “Kadın-erkek elele örgütlü mücadeleye!” sloganı atıldı. Üniversiteli kadınlar adına yapılan konuşmada ise genç kadınların üniversite kampüslerinde, yurtlarda yaşadığı sorunlar, taciz ve tecavüz vakaları anlatıldı. Kurultayın sonuna doğru, divan tarafından kurultaya sunulan tebliğlerde ele alınan önemli vurgular madde madde sıralanarak altı çizildi. Kurultay sonuç bildirgesinin ise önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklanacağı söylendi. Son olarak kurultay kapanış konuşması gerçekleştirildi. Konuşmada, komünistlerin 25 yıllık birikimi, ideolojik üstünlüğü hatırlatılarak kadın sorununda feminizme savrulanlar karşısında Marksizm’in bayrağının yükseltildiği ifade edildi. 8 Mart’ın gündemleri yinelenerek mücadele çağrısı yapıldı. Etkinliğin sonunda türkü ve marşlarıyla Mamak İşçi Kültür Evi Müzik Topluluğu sahne aldı. Kızıl Bayrak / İstanbul
Devrimci Kadın Kurultayı’nda üniversiteli kadınlar tarafından yapılan konuşma...
Üniversiteli kadınlar mücadeleye çağırıyor! Değerli dostlar, yoldaşlar, Ülkemizde kadınlar her gün şiddete, tacize ve tecavüze maruz kalıyor, sokak ortasında katlediliyor, fabrikada ucuz işgücü olarak görülüyor, evde köle yerine konuluyor. Kapitalist sistem kadınları iki kat daha fazla sömürüyor. Yanısıra etnik, dinsel, mezhepsel baskılara da maruz bırakıyor. Emekçi kadınlar hem cinsel kimliklerinden, hem de sınıfsal kimliklerinden kaynaklı bu bedeli en ağır şekilde ödüyorlar. Üniversiteli kadınlar da tüm bu baskılardan payını alıyor. Genç kadınlar henüz üretim sürecine dahil olmasalar da, toplumda hakim olan algılara ve kadına biçilen role uygun kalıplara sokulmaya çalışılıyorlar. Dolayısıyla üniversiteli kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, emekçi kadınların verdikleri mücadele ile kesişiyor. En başta üniversitenin en yüksek kurumu olan cunta kalıntısı YÖK, üniversiteli kadınları ezip geçiyor. YÖK’ün disiplin yönetmeliğindeki gerici maddeler ile kampüs yaşamı kadınlar açısından sınırlanıyor. Üniversitelerde meydana gelen taciz ve tecavüz vakaları hasıraltı ediliyor. Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir habere göre Sakarya Üniversitesi’nde meydana gelen tecavüz olayı ve üniversite yönetiminin aldığı tutum yukarıda söylediklerimizi teyit ediyor. Bir profesörün lisans öğrencisi bir kadın öğrenciye tecavüz etmesi, kadın öğrencinin ise durumu üniversite yönetimine yazılı bir dilekçe ile şikâyet etmesinin ardından, üniversite yönetimi tecavüzcü profesöre “uyarı” cezası vermekle yetindi. Yönetimin bu tutumunu “özel hayatın gizliliği” olarak gerekçelendirmesi, üniversitelerdeki kepazeliğin akıllara durgunluk verecek boyuta ulaştığını gözler önüne seriyor. Bu “münferit” olaylar bir yana; üniversitelerin güvenliğini sağlamak adına görevlendirilen Özel Güvenlik Görevlileri kadınları taciz etmekten hiç çekinmiyor. Bunun yanında en demokratik eylemlere bile tahammülü olmayan üniversite yönetimleri kampüslere davet ettikleri kolluk güçleri aracılığıyla da şiddeti ve terörü rutinleştiriyor. Çevik kuvvet polisleri müdahale ettikleri eylemlerde kadınlara azgınca saldırıyor, tacizde bulunmaktan geri durmuyor. Hatta geçtiğimiz senelerde genç bir kadının bebeğini düşürmesine neden olan azgın polis saldırısının ardından sarf edilen sözler, düzenin kadınlara biçtiği rolü bir kez daha açığa vuruyor. Bu düzen, hakları için mücadele eden kadınları aşağılayarak, onları uysallaştırmaya çalışıyor. Öte yandan baş eğmeyen kadınlara ise “Madem öyle eylemde ne işin vardı?” soruları yöneltiliyor. Kapitalist sistem, eğitim alanındaki cinsiyetçi politikalarıyla yeni nesillere gerici zihniyeti aşılamaya çalışıyor. AKP iktidarı döneminde ise, öğrencilere ortaçağ zihniyeti pervasızca empoze edilmeye başlandı. Çocukluktan itibaren cinsiyetçi eğitime maruz kalan
bireyler, toplumsal cinsiyet kurallarına göre şekilleniyor. Hatta bu durum üniversitede seçilen bölümü dahi etkiliyor. Çocukluktan itibaren bir gün mutlaka anne olacağı öğretilen kız çocuklar büyüdüklerinde de çocuklarla ilgili daha anaç bir fakülte olan eğitim fakültelerini; bu fakültelerde de ilkokul, anaokulu öğretmenliğini daha çok tercih ediyorlar. Mühendislik fakülteleri ise erkek işi olarak görülüyor ve bu bölümleri erkek öğrencilerin tercih etmesi teşvik ediliyor. Üniversiteye gelen kadın öğrencilerin başlıca sorunlarından biri, barınma konusunda yaşadıkları sıkıntılar. KYK yurtlarındaki gerici uygulamalar kadına yönelik çarpık bakış açısının her alana işlediğini kanıtlıyor. KYK yurtlarında erkek öğrencilerin yurda giriş-çıkış saatlerinde herhangi bir sorun yaşamaması, kadın öğrencilerin ise yurda üç defa geç kaldığında ailesine uyarı mektubu gönderilmesi buna örnek olarak verilebilir. Öte yandan geçtiğimiz aylarda KYK müdürü Hasan Albayrak da sermaye temsilcilerinin kadına bakışını özetlemişti. Kadın öğrencilerin yurda giriş saatini 21.00’a çekmeyi planlayan Albayrak ; ‘O yaşta kız çocuğunun başıboş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Çarşı pazar da açık değil, bara da gitmesin. Hem kız çocuğunun barda ne işi var. Tiyatroya sinemaya gitmelerine veya bir kursa katılmalarına engel yok. Gittiklerinde bunu gösteren belgeleri ibraz ettikleri takdirde hiçbir sorun yaşanmıyor” diyerek, kadını sadece hapsedilmesi gereken bir varlık gibi gören köhne bir anlayışa sahip olduğunu alenen ortaya sermişti. Kadına yönelik taciz ve tecavüzün bir devlet politikası olduğu ülkemizde, üniversiteler ve yurtlarda da bu tür olaylar sıradanlaşıyor. Kadınlar bulundukları tüm alanlarda cinsel, ulusal, sınıfsal, mezhepsel kimliklerinden kaynaklı ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Kadının cins olarak ezilmişliği bugün tüm boyutlarıyla kendini hissettiriyor. Erkek egemen zihniyet, sistemin bütün kurumlarında baskı, eşitsizlik, taciz, tecavüz vs. biçiminde dışa vuruyor. Dostlar, Bütün bu karanlık tabloya rağmen emekçi kadınlar yüzyıllardır eşitlik ve özgürlük mücadelesi veriyorlar. Bugün sahip oldukları birçok hakkı uluslararası mücadelelere borçlu olan kadınlar, gerçek eşitlik ve özgürlük için kavga bayrağını yükseltiyorlar. Yaşamın yarısı olan biz kadınlar, kavganın da yarısı olmak için; evde, fabrikada, sokakta ve okulda tüm kadınları mücadeleye çağırıyor, tüm katılımcıları en içten devrimci duygularla selamlıyoruz. Üniversiteli kadınlar...
27
Devrimci Kadın Kurultayı tebliğlerinden...
Kadın sorununun tarihsel kökeni ve kadının kurtuluşu
Diyalektik ve tarihsel materyalizm, kadın sorununun tarihsel kökenini anlamamızı sağlayan bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntem, olaylara, tarihsel-toplumsal gelişim yasalarının ışığında ve sınıflar mücadelesinin perspektifiyle bakma olanağı sağlar. Bu bilimsel yöntem, diğer toplumsal sorunlar gibi, kadın sorununun da tarihsel gelişmenin seyri içinde, belli koşulların ve ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıktığını ve kadının ezilmişliğinin temelinde bu olgunun yattığını görmemizi sağlar.
Kadın sorununun tarihsel kökeni
28
Tarihsel ve antropolojik veriler, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde cins ayrımcılığına dayalı ilişkilerin olmadığını gösterir. İlkel komünal
toplumda üretim ilişkileri, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyet karakteri ile belirgindir. Özel mülkiyetin, dolayısıyla sınıfların ve devletin olmadığı bu toplumda sömürünün, baskının, cinsel ezilmişliğin maddi zemini de henüz oluşmamıştır. Bu dönemde kabileler halinde ortaklaşa yaşayan insan topluluklarında kadının, doğurganlık özelliğinin de etkisiyle saygın bir yeri var. Soy zincirinin kadına göre belirlenmesi ise, onun saygınlığını pekiştiriyordu. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu topluluklarda kadının belirgin üstünlüğünün öteki cins üzerinde tahakküm kurmaya dayalı veya onu ezmeye yönelik bir üstünlük olmamasıdır. İlkel komünal yaşamda, fiziksel özelliklerin sınırları çizdiği doğal bir iş bölümü söz konusudur. Geriye dönük bilimsel araştırma ve bulgulardan hareketle o dönemin yaşam koşullarına göz atmak bu doğal iş bölümü hakkında fikir verecektir. O dönemde temel sorun olan yaşamın devamı ancak birlikte yapılan hayvan avı, balık tutma ve bitki/meyve toplama yoluyla sağlanabiliyordu. Burada kadınların doğurganlıkları nedeniyle avlanmaya katılamadığı yaygın görüştür. Ancak bu, kadın olduğu için değil, yeni nesillerin yetiştirilmesinde oynadığı kritik rolden dolayıdır. Ortaklaşa yaşam içinde, beslenme ve barınma gibi sorunlarda herkese iş düşmektedir. Zamanla ortaklaşa yürütülen işlere, toprak işleme ve evcilleştirilen hayvanların yetiştirilmesi de eklenmiştir. Sözünü ettiğimiz dönemin belli bir aşamasında yaşanan üretim araçlarının gelişimi ve emek üretkenliğindeki artış, kabilelerin sayısının artması ve doğal yaşama uyum sağlamada ulaşılan düzeyle birlikte, toplumsal evrim kendi yolunda ilerlerken, kadın-erkek ilişkileri de tarihsel bir değişime uğramıştır. Her türden eşitsizliğin kaynağı olan özel mülkiyetin tarih sahnesinde görünmesini sömürünün, sınıfların ve zamanla devletin ortaya çıkışı izlemiştir. Bu gelişme, aynı zamanda kadın cinsinin “tarihsel yenilgisinin”de başlangıcı olmuştur. Kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin bu başlangıcı, iktisadi temelde insan soyu içerisinde cinsiyet farkı tanımaksızın efendi-köle eşitsizliği olarak ortaya çıkan ilk sınıfsal ilişkilerin bütünlüğü
içinde ele alınmalıdır. Sınıfsal sömürü ve baskının tüm maddi ve manevi araçları kadın üzerindeki cinsel sömürü ve baskının da araçları olmuşlardır. Sınıfların ortaya çıkışı, üretim tekniğindeki gelişmeler ve üretimin ağırlıklı olarak kol gücüne dayalı olması, üretimde erkeğin ön plana çıkmasına zemin hazırlamıştır. Oysa tarihsel evrede kadının üretim sürecindeki konumu gerilemiş ve giderek eve hapsolmuştur. Ev içi hizmetler ise toplumsal bir iş olmaktan çıkıp, kadının angaryası haline dönüşmüştür. Özel mülkiyet sahibi olan erkek, toplumsal olarak ayrıcalıklı bir statüye kavuşmuş, yasal sayabileceği ve mülkiyetinin varisi yapabileceği çocuklara ihtiyaç duyduğu için de sadece kadınlar için geçerli olan tek eşlilik dönemi başlamış, soy ağacı ve miras erkek üzerinden devam etmiştir. Özel mülkiyete paralel olarak gelişen erkek egemenliği tüm sınıflı toplumlarda, özü aynı kalarak, değişen toplumsal düzenlerin kendine özgü yanlarıyla yenilenerek günümüze dek sürmüştür. Köleci sistem, feodal dönem ve kapitalizm koşullarında kadın sorununun biçim değiştirerek devam ettiğini görmekteyiz. Özetle kadının ezilmişliği, sınıflı toplumların tarihsel bir ürünüdür. Tüm bu nedenlerle kadın sorunu basitçe kadınla erkek arasındaki özel bir sorun olmayıp, toplumsal ve sınıfsal nitelikte bir sorundur. Kadın sorununda gerçek ve kalıcı çözüm için, bu sorunun toplumsal niteliğini ve içeriğini kavramak temel önemdedir.
Kadın sorunun çözümü ve kadının kurtuluş mücadelesi Diyalektik materyalist yönteme dayalı sınıf mücadelesini temel alan biz komünistler, kadın sorununun tarihin belli bir evresinde belli sınıf ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıktığını, tarihin belli bir evresinde bu koşulların değişmesi ile ortadan kalkacağını savunuyoruz. Kadın sorununun tam çözümü için vazgeçilmez olan toplumsal koşulları yaratabilecek olan tek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. İnsanın insan tarafından sömürüsü ve köleliğine dayalı olan kapitalizmden kurtuluş, kadınıyla, erkeğiyle örgütlenmiş işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek olan sosyalist devrimle mümkün olacaktır. Bu temel hedefe bağlı olarak, kadınların maruz kaldığı sömürü ve baskı koşullarına karşı acil demokratik ve sosyal istemler uğruna mücadele de büyük bir önem taşır. Bu mücadele içinde emekçi kadınlar öz deneyimleri yoluyla eğitilerek devrim mücadelesine kazanılabilir. Komünistler, kadının tarihsel ezilmişliğinin yarattığı fiili eşitsizliklerin tüm izlerinin silinmesinin yeni toplumun inşası ve yeni insanın biçimlenmesi eşliğinde uzun bir tarihi döneme yayılacağının bilincindedir. Bu nedenle de, toplumsal bir devrimle üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek, sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması için atılan adımların, geçmişten miras kalan ataerkil kültüre, geleneklere ve gerici ideolojiye karşı sistematik mücadele ile birleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. Özgürlük, eşitlik ve sosyalizm mücadelesinde Devrimci Kadın Kurultayı’nı buradan selamlarken, bir kez daha vurgulamak istiyoruz; Kadının kurtuluşu devrimde, sosyalizmde!
Devrimci Kadın Kurultayı’nda yer alan tebliğlerden kesitler...
2013’ün 8 Mart’ını öncelediğimiz bugünlerde 8 Mart şahsında yaşanan bu ayrışmada işçilerin, emekçilerin, ilerici-devrimci güçlerin devrimci bir 8 Mart’tan yana taraf olmalarını sağlamak yakıcı bir ihtiyaçtır. Devrimci Kadın Kurultayı’nın ardından bu seneki 8 Martlar’ın tarihsel ve sınıfsal özüne uygun devrimci bir çizgide gerçekleşmesi için yoğun bir çaba içerisinde olmayı sürdürmeliyiz. Bu bilinçle, başta emekçi kadınlar olmak üzere tüm işçi ve emekçileri kapitalist sömürüye, emperyalist saldırganlığa, baskıya, şiddete ve gericiliğe karşı 8 Mart alanlarında buluşmaya çağırıyoruz. 8 Mart kızıldır, kızıl kalacak! “8 Mart’ın tarihsel-sınıfsal önemi ve tutumumuz”
başlıklı tebliğden...
Sonuç olarak kadın çalışması, işçi kadının cinsel eşitsizlik ve ezilmişlikten gelen özgül sorunları ile sınıfsal ezilmişliğini birleştirmek durumundadır. Zira sınıfın ortak sorunları ve çıkarlarının ötesinde, işçi kadınların cinsel ezilme ve sömürülme konumdan gelen özgül sorunları ve ihtiyaçları, bununla bağlantılı çıkarları vardır. Bunları içermeyen bir sınıf çalışmasıyla, kadın sorunu çerçevesinde başarılı bir mücadeleyi örgütlemek mümkün değildir. “Kadınların örgütlenme ve mücadele sorunu!” başlıklı tebliğden...
Siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ile insanın insan tarafından sömürülmesine ve özel mülkiyete son veren Sosyalist Ekim Devrimi kadının tarihsel ezilmişliğinin temellerini ortadan kaldırmıştır. Bu sayede üretim araçlarının üzerindeki toplumsal mülkiyet kadın cinsinin tam özgürlük ve eşitliğinin temel dayanağı haline getirilmiştir. Sovyetler deneyiminde kadının özgürleşmesi doğrultusunda sağlanan temel önemde bir dizi ilerlemeye rağmen, kadın sorunu tam anlamıyla çözülemedi. Kadının özgürleşmesi doğrultusunda son derece önemli adımlar atılmıştır. Ancak yine de, tam da ataerkil kültür ve alışkanlıklar yeterli bir mücadeleye konu edilemediği için kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik tam olarak yok edilememiştir. Bunda başka nedenlerin yanında, bürokratik yozlaşma süreçlerinin de önemli bir rolü olmuştur. Kısacası, kadının kurtuluşu alanındaki yetersizlik, yeni temeller üzerinde sosyalist bir toplumun kuruluşu ve komünizme doğru ilerletilmesi alanındaki genel yetersizliğin dolaysız yansıması olmuştur. Ancak toplumsal hayatın her alanında gerçekleşen bir dizi önlem ve uygulama ile kadın sorunun çözümünde dünyanın en ileri kapitalist ülkelerinin 130 senede yapamadıklarını Sovyet iktidarı 1917 Ekim Devrimi’nin ikinci yılında siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda hayata geçirmeyi başarmıştır. “Sosyalizm, kadının kurtuluşu ve tarihsel deneyimler” başlıklı tebliğden...
Kadın sorununun tarihsel ve sınıfsal özünü yok sayan, kadının ezilmişliğinin nedenlerine ve kökenine bakma yeteneğinden yoksun olan feminizm, kadın sorununu, kadın-erkek eşitsizliğine indirgemekte, sorunun sınıfsal boyutunu inkar etmekte, kadın-erkek eşitliğini kapitalist düzen temeli üzerinde biçimsel hakların elde edilmesine indirgemektedir. Sonuçta, sınıflar mücadelesinden bağımsız bir kadın hareketini savunanlar, kadın emekçileri burjuva ufkunun dar sınırlarına hapsetmekle kalmıyor, sınıfın birliği ve mücadelesini bölen, zayıflatan, sakatlayan bir rol de oynuyorlar. Hal böyleyken, bazılarının bu çizgiyi devrim ve sosyalizm adına savunmalarını, ciddiyet ve samimiyet bunalımı içinde olduklarının kanıtı saymak gerek. “Kadın sorununa yaklaşımlar” başlıklı tebliğden...
29
8 Mart’a giderken…
Dokuma işçisi kadınların anısına sahip çıkalım!
Bir burjuva ideolojisi olarak feminizm ortaya çıktığı andan itibaren dönemin toplumsal mücadelelerinin bir parçasıdır. Temelde kadınerkek eşitliği talebiyle ve burjuva kadınların mülkiyet hakkı, seçme-seçilme hakkı vs. istemleriyle hareket eden feminist akımlar dönemin toplumsal hareketlerinin çevresinde ve yedeğinde mücadele yürütürler. Türkiye’de ise 1980 darbesinin ağır yenilgisi koşullarında palazlanan feministler özellikle 90’larda tasfiyeciliğin ve reformizmin rüzgârıyla güç kazanır ve kitleselleşirler. Türkiye sol hareketinde devrim iddiasının yitirildiği ve devrimci örgütten kaçışın hızlandığı bir süreçte feminizmle yaşanan buluşma ise oldukça manidardır. Feminizmin durduğu yer ve temsil ettiği sınıf açısından tutarlı konumu dünün devrimcilerine uygun düşmeyince marksist ya da sosyalist feminizm Türkiye’de yansımasını bulur. Ancak feminizmin başına iliştirilen marksistsosyalist takıları da onu burjuva sınıfsal özünden koparmaya yetmez.
Kadın sorunu toplumsal bir sorundur
30
Kadın sorunu sınıflı toplumların ortaya çıkışına dek uzanan ve tarihsel gelişim çerçevesinde gelişen, boyutlanan, katmerlenen bir sorundur. Özü itibariyle demokratik bir mahiyet taşısa da toplumsal ve sınıfsal bir arka planı vardır. Diyalektik materyalizm yöntemi ile bilimsel yolları kullanan Marksistler, tüm diğer demokratik sorunlara olduğu gibi kadın sorununa da bu bakışla yaklaşırlar ve elbette sorununun çözümünü kökten ve kalıcı olarak ele alırlar. Ancak sorunu kadın-erkek karşıtlığına
indirgeyerek kadının ezilmişliğini erkeğe karşı yürüttüğü mücadeleyle ortadan kaldırabileceğini zanneden feministler sorunun sınıfsal boyutunu görmezden gelirler ve anayasal alanda hak eşitliği savunurlar. Dolayısıyla kapitalist sistemle esaslı bir sorunları da yoktur. Oysaki kapitalist sistem kadına yönelik baskı ve sömürüyü kendinden önceki toplumlardan, yani köleci toplumdan ve feodalizmden miras almıştır. Yüzlerce yıllık pratiğiyle de göstermiştir ki; kapitalizm, kadının ikinci sınıf cins konumundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmıştır. İşgücüne ihtiyaç duyduğu dönemlerde kadınların çalışmasını teşvik eden kapitalist sistem, emekçi kadınları sömürü çarkları içerisinde öğütmüştür. İnsanlık dışı koşullarda çalıştırdığı kadınlara daha az ücret veren ve mali krizlerde onları kapının önüne koyan bu sistem, kadınların bugün sahip olduğu en temel hakları dahi zorlu mücadeleler sayesinde tanımak zorunda kalmıştır. Öte yandan, kadınının cins kimliğini bir metaya dönüştüren ve fuhuş sektörünü bizzat devletleri aracılığıyla yaygınlaştıran bu sistem, bir yandan da dinsel gericiliği palazlandırıp kadınları örtülere sardırarak eve kapatmıştır. Feministler tüm bu yaşanan sorunların kaynağına erkek egemenliğini koyarak emekçilerin bilinçlerini karartmaktadırlar. Feminizm emekçi kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesini de zaafa uğratarak işçi kadınla işçi erkeği karşı karşıya getirmektedir. Biz marksistler ise bu nedenle feministlere karşı ideolojik mücadeleyi görev biliriz. Çünkü yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere kadın sorunu esasta emekçi kadın sorunudur. Zira kapitalist sistemde temel çelişki cinsler arasındaki eşitsizliklerden değil,
sınıfsal baskı ve sömürüden ileri gelir. Ama bu burjuva kadınların cinsel kimlikleri nedeniyle aşağılanmadıkları ya da baskı, taciz ve tecavüzlere maruz kalmadıkları anlamına da gelmez. Ancak bir bütün olarak ele alındığında kadınların cinsel, sınıfsal, ulusal vs. sömürüsünün kaynağı olan kapitalizm; daha genel bir ifadeyle özel mülkiyet düzeni yerle bir edilmeden kadın cinsinin tarihsel yenilgisine son verilemez ve kadının kurtuluşunun ön koşulları yaratılamaz. Komünist kadınlar bu konuda net bir bakışa sahiptir. 1921 yılında Moskova’da yapılan II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda belirlenen “Uluslararası komünist kadın hareketinin yönergeleri”ni ele aldığı makalede Clara Zetkin şöyle der: “Yönergeler, cinsiyet köleliğinin ve sınıf köleliğinin nedeninin son tahlilde özel mülkiyet olduğu ve kadınların tam kurtuluşunun ancak ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve onların toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi ile güvence altına alınabileceği tespitinden yola çıkmaktadır. (...) Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır, kadınlar bu mücadeleye katılmaksızın kapitalizmin parçalanması, sosyalist yeniyi yaratma olanaksızdır.” “Kadının yaşadığı baskı ve eşitsizlik özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış ve bugüne taşınmışsa, kadının kurtuluşu özel mülkiyet düzeninin kalkmasından geçmektedir. Bunun önkoşulu da mevcut kapitalist iktidarın devrilmesi ve proletarya iktidarının kurulmasıdır. Eşitliğe ve özgürlüğe dayalı olan sosyalizm, tüm toplum için olduğu gibi kadınlar için de eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bunun için kadınların toplumsal üretime katılmasını, kadının üzerindeki ev işleri, çocuk bakımı vb. yükleri alacak kurumlaşmaların yaratılmasını, ataerkil kültür ve değerlere karşı bilinçli ve sistematik bir ideolojik mücadeleyi ve eğitimi esas almaktadır.” (Ekim devrimi ve kadın sorunu… - S. Soysal, Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 23 Kasım 2012)
Sosyalist feminizmin açmazları Peki, burjuva feministlerin ya da “sosyalist” feministlerin sorunun çözümüne ilişkin önerileri nedir? Kadının erkeğe karşı mücadelesi sayesinde sorunun, tarihsel ve sınıfsal alt yapısına dokunmadan çözümü… Bu çarpık bakış açısının günümüze yansıması ise 8 Martlar üzerinden ortaya çıkan ayrışmalardır. Sınıf mücadelesini bölüp 8 Martlar’ı erkek işçi-emekçi ve devrimcilerden soyutlayarak kadın dayanışması örneklerini verenler 8 Mart’ın ve sosyalizmin tarihine ihanet etmektedirler. Tarihten bu yana emekçi kadınların dişe diş verdikleri mücadeleler ile kızıllaşan 8 Martlar’ı, mor rengin hâkim olduğu karnavallarda kadınlar günü olarak kutlayanlar emekçi kadın mücadelesinin ve sosyalizmin dolaysız karşıtlarıdırlar. Bu nedenle feminizmlerinin başına “sosyalizmi” ekleyenler tam bir kafa karışıklığı içerindedirler. Devrim iddialarını yitirenler ise “aniden” yaşadıkları aydınlanmayla feministreformist-liberal bloka dahil olmuşlardır. Bu yaşananlar elbette “aydınlanma” değil, ideolojik açmazların dayandığı son nokta olan tasfiyeciliktir.
Bizler devrim ufkunun yitirildiği ve tüm temel ayrım noktalarının silikleştiği böylesi bir dönemde işçi sınıfının kızıl bayrağını tüm alanlarda dalgalandırmaya ve işçi sınıfının ideolojisi Marksizm’i savunmaya devam etmeliyiz. Sonuç olarak kızıl 8 Martlar’a sahip çıkmak komünistlerin; bu eylemleri güçlendirmek ve öğrenci gençliği taraflaştırmak genç komünistlerin görevidir.
8 Mart’ın devrimci mirasını yaşatalım! Dünya Kadınlar Günü kutlamaları, 1910’da, II. Enternasyonale bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda komünist önder Clara Zetkin tarafından gündeme getirilir. Tarih olarak da Mart ayı seçilir. Böylece, 8 Mart 1857’de New York’ta dokuma işçilerinin bir grev esnasında fabrikaya kilitlenmelerinin ardından, çoğunluğu kadın 129 işçinin yangınla katledilmesinin anısına sahip çıkılır. Dünya Kadınlar Günü, ilan edildiği günden itibaren tüm dünyada komünist partilerin önderliğindeki emekçi kadınlar tarafından bir mücadele gününe dönüştürülür. Şubat Devrimi’nin ilk kıvılcımı olan işçi kadınların “Ekmek eylemleri” ve tüm dünya devrimlerinde kadınların en ön safta yer almaları üzerine ise 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanması kararlaştırılır. 8 Mart’ın mirası emekçi kadınların kendi kurtuluşları için devrim mücadelesine omuz vermelerinin zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de ise sosyalizm mücadelesinden ayrı düşünülemeyecek olan emekçi kadınların kurtuluş mücadelesinin temsilcileri, 8 Mart’ın devrimci mirası ile onun kızıl rengine sahip çıkanlar olacaktır! Z.Eylül
31
Sanat tarihi yazıları-1
32
Eğer üzerimize çökmüş bir lanetin, uğursuzluğun işareti gibi ayağımızın altında çatlayan, verimsiz kurak toprakta, yaşamın elini eteğini çektiği bu uçsuz bucaksız ovada; çaresizlik içinde tanrının/tanrıların bir hikmet göstermesini bekliyorsak... Yaşamın solgun damarlarına canlılık getirecek bir damla suyu gözlüyorsak... Bunun için yapacak hiç bir şeyimiz yoksa... İşte orada ‘sanat’a ihtiyaç duyarız. Daha doğrusu ‘büyü’ye... Tanrıya ulaşabilmenin, derdini iletebilmenin bir yoluydu sanat, büyü, ayin, ibadet... Adına her ne dersen de. Sanatın köklerine uzandığımızda şu an hala yanı başımızda yaşayan bir şeye erişiriz. Bir damla su için günlerce dua eden, kendi kültürel yapısının oluşturduğu biçimde çeşitli ayinler sergileyen toplulukların yaptıklarıyla benzeşen, hemen hemen bütün toplumlarda kendini gösteren bir yaşama biçimi. Neden yüzyıllar önce insanlar mağara duvarlarına resim yapmaya ihtiyaç duydu? Kimi, yaşamak için basit bir kaç aletin bile yeni keşfedildiği dönem içinde şaşırtacak derecede gerçekliğe sahip ustaca biçimlendirmeler, kimi ise günümüzün en usta ressamlarının gıptayla bakacağı kıvrak, minimalleştirilmiş, yoğun bir akıl ve ruh süzgecinden geçmiş incelikte desenler... Bir çoğu av sahnesini tasvir eden resimlerde yaygın olan görüş, bunun bir ritüel olduğudur. Ava çıkmadan önce avlanacak canlının duvara resminin yapılması, onun temsili bir şekilde ele geçirilmesi ve tutsak edilmesini sağlıyordu. Öncesinde gerçekleştirilen bu ritüel sayesinde avın daha kolay olacağına inanılıyordu. Başka örneklerde; yapılan tasvirlerin farklılığından, farklı okumalar yapabiliyoruz. (Dönem itibari ile evreni anlama konusunda bilgi birikimi ve araçları oldukça sınırlı olan insanların cevap bulamadıkları soruları metafizikle açıklama yoluna gitmeleri ve sanatı da buna hizmet edecek şekilde kullanmaları biraz kaçınılmaz gibi duruyor.)
Utah’taki dev kaya resimleri üzerine yapılan tartışmalarda, bunların atalara duyulan saygının bir göstergesi olarak biçimlendirildiği, ruhlarının bir şekilde onlarla beraber kalmasını sağlayan bir çeşit ritüel olduğu genel bir kanıdır. (Yaşamını yitirmiş aile büyüklerimizin fotoğraflarını yaşadığımız yerin duvarlarına asmamızdaki amaçla bir nebze olsun ortaklaşmıyor mu? Anmak, unutmamak üzere kurulmuş bugünkü eylemlerimizin kökleri tarih öncelerine kadar uzanıyor olmalı.) Burada da yapılan etkinliğin büyüyle birlikteliği, daha doğrusu ritüelin bir parçası olarak gerçekleştirildiği görülüyor. Sayısız örnek üzerinden sayısız yoruma ulaşmak tabi ki mümkün. Fakat bütün yorumlarda sanatın tinsellikle ilişkisini görebiliyoruz. Bu ilişkide kimi birçok şeyin resminin yapıldığını görüyoruz. Avın, avcının, kabile hayatının, geçmişin... Kimi zaman da tanımlanamayan soyut leke ve çizgilerin... Bütün bunlar yalnızca bugünün sanatının köklerini oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda insanın görsellik ve görüntü ile olan ilişkisini ve kaçınılmaz olarak toplumsal işleyişi de temel olarak belirliyor. Bugünün sanatının tarih içinde belirli ayrışımlar yaşayarak, kültürel kodlar tarafından şekillendiği, farklı dinamiklerin etkisiyle bugünkü şeklini ve konumunu aldığını görüyoruz. Bütün sanat disiplinlerinin köklerinde doğayla, tarihle, açıklanamayanla olan hesaplaşma kendini gösteriyor. Tiyatro, resim, heykel, müzik gibi ana sanatların ortak bir dokuda, mimesis (taklit) kavramında buluştuğunu görüyoruz. Taklidin, doğayı kavrayabilmek üzerine kurulu bir gözlemin neticesinden çıktığı ve gözlem sonucunda elde edilen bilginin, insanlık tarihinin en başından beri var olan sanatla birleşmesi, insanlığın dönem itibariyle kısıtlı keşiflerini de düşünürsek eğer, oldukça makul görünüyor. Bahsi geçen keşifler arttıkça biliyoruz ki bu icatların rolleri de değişmiş.
Batı sanatında bir zamanlar İncil’de geçen anlatıları daha iyi gösterebilmek için kilise duvarlarına yapılan ve bugün bir tuval üzerine yapılan resim düşünüldüğünde bunu çok açık görebiliriz. Günümüz modern dansının köklerini asırlar önce yaşamış bir topluluğun kötü ruhları kovmak için gerçekleştirdiği törende bulmak mümkün. Bu törenlerde gerçekleşen dansların birçoğunda (yaşayan halk danslarına ve ritüellerine bakılabilir) doğaya dair yapılan gözlemlerin bir sonucu olarak doğayı taklit etme, ona benzeme, onunla bütünleşme gibi okumalar yapabiliriz. Alevilik inancında semah, bu noktada konumlanır... Doğayla ve tanrıyla bütünleşme fikrinin doğayı taklit ederek, ona benzeyerek gerçekleştiğini görürüz. Biçim olarak, süreklilik halinde çember oluşturarak dönmek, doğanın döngüsünün ve sonsuzluğunun bir temsili olarak vücut bulur. Turna kuşu büyük bir öneme sahiptir. Turna kuşu hem gökyüzünde çizdiği dairelerle tasavvur edilen inancın vücut bulmuş halidir; hem de önemli ve kutsal karakterlerin bir simgesidir. (İnsan-ı Kamil zincirinin en başındaki Ali ve onun ardından gelen Erenler ve Nurlananlar, Tanrı’nın nefesinden almış olanlar...) Bu nedenle semah ritüelinde biçim olarak belirleyiciliği vardır. Burada simgeleştirmenin, yine gözleme dayalı bilginin beraberinde gelen doğanın işleyişinin (her gün güneşin doğup batması, bir çiçeğin tohumunun toprağa, oradan yine aynı çiçeğe dönüşmesi gibi sonsuz bir döngüye sahip olması) sınırlı bir tahlille yaratıcı bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Belki de sanatın bizlere hala cazip gelen tarafı, onun yaratıcı bir etkinlik olarak kendini korumasıdır. Bir diğer dikkat çeken nokta ise; bütün bu durumun içinde sanat pratiğinin ilkel-komünal toplumlarda doğrudan hayatın içinden çıkıp aynı süratle hayat pratiği içine dahil olan bir etkinlik olmasıdır. Sanat o tarihlerde, anladığımız kadarıyla, yapanın ve deneyimleyenin ayrıcalıklı bir konum kazandığı bir etkinlik değil, yaşamsal faaliyetlerin tümü içinde bir parçadır ve üretilmesiyle birlikte yaşamın diğer parçalarına nüfuz eden yaratıcı ve besleyici bir etkinliktir. Sanatın bu niteliklerini
tarih içinde yitirmesini ya da yalnızca hayatın belli alanlarında belli kişiler tarafından deneyimleniyor olmasını kapitalist toplumların temellerinin atıldığı dönemlerde bulabiliriz. İlk etapta şunu belirtmek gerekir ki sanat, diğer disiplinler gibi (örneğin bilim) yanlışlanabilir ve tarihle beraber doğrusal bir gelişim çizgisi oluşturabilen bir şey değildir. Kaçınılmaz olarak deneyimlerden faydalanır, fakat bu da tek başına sanatın var ettiği kazanımlar değildir. Tarih içinde yapılan yeni buluşlar ve bilgi birikimi ile çağın imkanları doğrultusunda sanat bunlardan istemsiz olarak beslenir. Burjuva söylemlerinde yer alan “iktisadi devrimlerin(!) sanatı ve sanatçıyı özgürleştirdiği ve daha nitelikli sanat eserlerinin var olduğu” söylemi gerçeği pek yansıtmaz. Özellikle bugünün koşulları içinde sanatçının kapitalist ilişki ağının ortasında edilgen bir şekilde sömürülmesi ve bu sömürünün getirisi olarak eserlerini mecburen bir meta olarak meydana koyması, sanatçıya atfedilen şeyin suni bir özgürlük kavramından başka bir şey olmadığını gösterir. Değişen tarihle birlikte sanatın işlevinin de değiştiğinden bahsetmiştik. Kapitalist toplum temellerinin atılması ile birlikte değişen üretim ilişkileri içinde sanat da üzerine düşen payı almıştır. Tarihsel süreçler içinde devrimlerle beraber kısmi bir özgürlük kazanmış, fakat yine de gerçek bir özgürlüğe ulaşamamıştır. Çok zaman kralların, soylu sınıfların, burjuvazinin boyunduruğu altında kalmış; bugün gelinen noktada tam anlamıyla kitlelerden koparılarak, gerçek sahiplerine, yani emekçi sınıflara yabancılaşması sağlanmıştır. Yine bahsini ettiğimiz yaratılan suni özgürlük atmosferi içinde sanat, yalnızca sanatla ilgilenen bir hale; sanatçılar da sanat problemlerinin ötesinde bir problem tartışamayan, sürekli kendini imleyen ve kabuğunu kıramayan bir oluşum haline gelmiştir. Bir sonraki yazımızda, sanatın bugünkü durumunu hazırlayan süreçlerini analiz etmek üzere; metalaşma sürecini, kitlelerden koparılışını hazırlayan nedenleri ve ilerleyen zamanlarda yüzeysel tartışmalar platformuna nasıl dönüştüğü irdelemeye çalışacağız. A.Ardil
33
Kıblesi 6. Filo olan gericiliğin, ibadeti ‘Kanlı Pazar’dır... Sermaye devletinin tarihi katliamlar tarihidir. 16 Şubat 1969 tarihi de sermaye devletinin şeceresine Kanlı Pazar katliamı olarak yazılmıştır. Gençliğin anti-emperyalist duyarlılığının ifadesi olan eylemler, 1967 yılında 6. Filo’nun bu topraklara gelmesiyle kendisini iyice hissettirmiştir. 7 Ekim 1967’de 6. Filo Dolmabahçe’ye gelir ama karaya çıkamaz, çıkartılmaz. Günler öncesinden 6. Filo’yu denize dökmek için, yani kovup bu topraklardan göndermek için eylem hazırlıkları yapılmıştı. Aynı süreçte 6. Filo’nun gitmesi için açlık grevleri yapılır, ABD bayrakları yakılır. Direniş sonuç verir, filo karaya çıkamadan defolup gider. Aradan zaman geçer ve 6. Filo Temmuz 1968’de tekrar gelir. Ama 6. Filo gelmeden önce gençlik örgütleri ve işçiler miting kararı alır. Bu kararın alındığı gençlik toplantısından sonra gözaltılar yaşanır. Belli yerlerde çatışmalar meydana gelir. İTÜ Öğrenci Yurdu’nda yaşanan çatışmalarda bir öğrenci gözaltına alınır. Öğrenciler de bir polisi rehin alır. Anlaşmaya varılarak rehineler takas edilir. Daha sonra öğrenci yurduna operasyon yapılır, çatışma çıkar. Bu çatışmaların sonunda 18 Temmuz 1968’de Vedat Demircioğlu polis tarafından İTÜ Öğrenci Yurdu’ndan atılarak katledilir. Demircioğlu’nun katledilmesi antiemperyalist mücadeleyi durdurmak bir yana öfkenin daha da büyümesine neden olur.
Katliamdan önce İzleyen zamanlarda Demircioğlu anısına yapılan eylemler, Dolmabahçe’ye yanaşmaya çalışan 6. Filo’ya olan öfkeyi daha da büyüttü. Kanlı Pazar Katliamı’ndan önce Demircioğlu anısına 10 Şubat’ta Dolmabahçe gönderine ve İÜ Beyazıt Yangın Kulesi’ne bayraklar çekilir. Çekilen bayraklar gericiler için ‘cihat’ çağrısı olarak algılanır. Kendi dinlerini bile bilmeyen bu hastalıklı beyinler, zulme uğrayana değil, zulmedene karşı cihat yapıldığını anlayamamışlar ki 6. Filo’yu kıble bilip namaza bile durmuşlardır. 6–7 Eylül olaylarının dersleriyle o günlere gelen katliamcı devlet, yeni bir katliam örgütlemeye başlamıştır. Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) eliyle afyonla sersemletilen gençlik ve emekçiler etki altına alınarak, katliam icraya başlanmıştır. 14 Şubat’ta ‘Bayrağa Saygı’ mitingi düzenleyen dinci gericilik, katliam için uygun şartlar yaratmaya çalışmıştır. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin başkanı İlhan Derendelioğlu MTTB’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin” diyerek katliam çağrısı yapar. Gericilerin şefi Mehmet Şevki Eygi yazarlık yaptığı Bugün gazetesinden katliam için fetvalar vermektedir. 15 Şubat tarihli yazısında gericilerin şefi şunları söylüyordu: “Büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekun savaş kaçınılmaz hale
34
gelmiştir… Müslüman kardeşim sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar tespihimi çekerim… Etliye sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak! Onlar da taş, sopa, demir, Molotof kokteyli mi var, biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz. Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır…” Sadece bunlar değildi hazırlıklar. Bunlar yönlendiricilerdi. Katliam için özel olarak hazırlanan sopalar ve bıçaklar dağıtıldı. İbadete kapalı olan Dolmabahçe Camii, katliam günü açılarak toplanma yeri olarak kullanıldı.
Emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü Büyüyen bir direniş vardı. Gençlik ve emekçiler 6. Filo eylemlerine duyarlıydı. Katliamcı sermaye devleti direnişe engel olmak istiyordu. Sopalar ve bıçaklar anti-emperyalistlere saldıran gericilere dağıtıldı. Polis saldırılar sırasında kitlede panik yaratmak için bombalar atarak katliama destek oldu. Katliamcılar birbirlerini tanımak için kurdeleler takmışlardı. İki kişi katliamda ölürken, yüzlerce kişi yaralandı. TİP üyesi Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki işçi katledildi. Katliamın görüntüleri bulunmasına rağmen, katliamcı sermaye devleti kendisiyle birlikte, katliamı yönetenleri ve katliamcıları aklamıştır her zamanki gibi. 6-7 Eylül olaylarında, 16 Mart’ta, 1 Mayıs 77’de, Maraş’ta, Madımak’ta, Roboski’de ve daha birçok katliamda, katil sermaye devleti katliama öncülük eden ve yönlendirenleri her zaman ödüllendirmiştir.
İşçi-gençlik hesabını soracak! Bugün başta Suriye olmak üzere emperyalistler, ezilen halkları daha fazla sömürmek için Ortadoğu’yu şekillendirmek istiyorlar. Sermaye devleti T.C. de görevini yerine getirmek için tetikte beklemektedir. Dinci-gericilerin şefi Başbakan da ağzından salyalar akıtarak savaş çığırtkanlığı yapmaktadır. Kommer’in arabasını yakan anti-emperyalist gençlik, direniş ateşini ODTÜ’de tekrar yakarak antiemperyalist duyarlılığını yeniden göstermiştir. Tayyip’e ODTÜ’yü dar eden gençlik “Bilimi satan, emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol!” diyerek anti-emperyalist duyarlılığını saatlerce çatışarak göstermiştir. ODTÜ eylemi gençliğin emperyalistlere ve işbirlikçilerine geçit vermeyeceğinin net bir göstergesidir. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesi mutlaka işçi sınıfı mücadelesiyle birleşecek ve böylece gerçek anlamını da bulacaktır. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullandıklarında anti-emperyalist gençlik amacına ulaşacaktır. Gençlik, işçi sınıfı önderliğinde birleşip emperyalizmi yenecektir.
Cizre Emniyet Müdürü’nün bilime katkıları ve
‘‘Ya tutarsa…’’ Ateş, gül, barut; kış kıyamet içinden geçtiğimiz şu yakıcı günlerde fellik fellik akil adam aranıyor. Akil adamın tek esprisinin kelimeyi söylerken A’nın başına eklenen şapka olduğuna tam inanacaktım ki bir haber okudum, düşüncelerim değişti. Türkiye’nin Cizre Emniyet Müdürü gibi insanlara ihtiyacı var! Ortalık toz duman, öğrenci hareketi yükselişe geçti, ODTÜ kıvılcımı birçok şehre ve üniversiteye sıçradı. Geçenlerde değerli bir ‘gazeteci’ Serdar Arseven, Göktürk 2 uydusunun fırlatılması sırasında başbakanı protesto eden ‘‘ODTÜ’lü taharetsiz oğlanlar’’ hakkında bir yazı yazdı, isabetli sosyolojik tahliller yaptı ve ATO Başkanı Salih Bezci’nin (köşeyi dönme yolundaki) hünerlerini sayıp döktü. Bir yandan da Bezci’nin ODTÜ’lülerle çatışan özelliklerini sıraladı. Arseven’in tespitleri siyasal iktidarın kurguladığı toplumda, toplumsal dönüşümde derinleşip yerini buluyor ve ODTÜ’lülerin toplumdan nasıl koptuğuna yoğunlaşıyordu. Cizre emniyet müdürünün gaz bombasından isyan eden esnafa söylediklerini duysa, ATO Başkanının yanına onun adını da eklerdi: ‘Cizre Emniyet Müdürü…’ Dilerseniz bu satırla birlikte, adıyla değil hizmetleriyle öne çıkarılmasından kıvanç duyacağını tahmin ettiğimiz bu şahsa CEM diyerek makamını kısaltalım. CEM “isteseydik oranın hepsini tarardık, 100-200 kişiyi ölürdü” demiş. Geçtiğimiz Newroz’dan bahsediyor. Önyargılı yaklaşmamakta fayda var. Malum peşin hükümden her daim maraz doğar! Başta psikolojik bir rahatsızlığın ürünü gibi gözüküyor verilen beyanat... Hani ‘normal’ bir insan, 100-200 kişiyi de öldürecek yetkiye sahip bir kişi, böyle bir açıklamayla böyle bir olasılığı kamuoyuyla paylaşmak istemez. Oysa o kişisel tercihinden söz etmiyor. Burada idari bir söz bahis konusu, hatta adını tam koyalım: Siyasi bir çözüm… Şu aralar devlet-i âliyenin kafası biraz karışık! Şehre Sri Lanka modeliyle, İmralı’ya müzakereyle yaklaşmaya çalışıyor. Hükümet işini sağlama alıyor. Milliyetçi oylarla papaz olmamak adına şehirlerde tam gaz operasyon, gündemi belirlemek için ise Kürt sorununda çözüm heveslisi konumundalar. Bir bakan aksini iddia etse de başbakan Heman’liğe oynuyor. Dış politikada ‘van minüt’ dönemini, iç politikada ‘heman’ dönemi takip ediyor. Bu dönemlerin ise seçim arifelerine rastlaması yalnızca iyi huylu ve tatlı bir tesadüf olarak algılanabilir! Hükümet (hangi hükümet olsa aynısını yapardı) kendi değirmenine su, sandığına oy taşımaya çalışıyor. CEM de boş durur mu, yapıştırıyor cevabı! Öyle bir yerdeyiz ki, ne hoca boş duruyor; ne CEM, ne Diyarbakır ne Tunceli Emniyet Müdürü, ne de bilmem nerenin büro amiri… ‘‘Hani kurşun sıksan geçmez geceden.’’ CEM kurşun sıkma taraftarı değil halbuki, şiddet yanlısı olduğunu söylemek günahını almaktır! İsteseydik tarardık diyor. Niyetini bozmamış, soğukkanlılığını korumuş. Ki niyetini bozması da psikolojisinin bozulmasına bağlı gelişecek bir durum değil. Devletin tepesi atmadan onun da tepesi atamaz. Tepesi ne buyurursa o da onu buyuracak kolundaki kuvvetlere… Ben aslında buradan akademiye bağlayacağım ve CEM’e ODTÜ olur, Sabahattin Zaim olur bir üniversitede akademisyenlik teklif edeceğim. Şimdilik kadroya girmesine de gerek yok, okutmanlık da yapabilir, yeter ki birikimini paylaşsın. Niçin demeyin, teklifi duyar duymaz itiraz etmeyin. ODTÜ’nün ‘polisine’ sahip çıkamayışının sebebi CEM’lerin henüz orada da kadrolaşamaması; yani sorun bir kadro sorunu… Bunda hemfikiriz sanırız, ‘‘that’s the futbol, it’s the futbol!’ CEM’i akademiye kazansak fena mı olur sizce? Peki ben akademi fikrine nasıl geldim? Bana kesinlikle Serdar Arseven ilham verdi…
‘‘ODTÜ’lü oğlanlar’’ Bir Ankara polisiyesi! Evlerinde reçel yapılmaz, turşu kurulmaz, soğan kırılmaz… Amerikan kotlu, Harley Davidson botlular! (Ayrıca bkz. Yeniçağ gazetesi, 2 Mayıs 2009 günü manşet haberi.) İçki-sigara gırla, kimisinde esrar, her gece leş kokulu barlarda dağıtırlar! Ana babalarla ara bozuk; hatta ana baba ayrı, bunlar münasebetsiz büyümüş. Yarın bir gün nineleri ‘beni yolun karşısına geçirir misin evladım’ dese dönüp bakmazlar. KPSS peşindeler, maksat devlete kapak atmak! Bugün lastik yakıp molotof atıyorlar, yarın kapak atacaklar, bak hele bak! Mülakatlı işlerde torpil, araya adam sokma! Suçun bini bi para! Homoseksüel eğilimleri de vardır allah muhafaza! Halktan (halktan anlaşılan halkın geleneklerine bağlılık, daha doğrusu geleneklerine bağlı bir halk değil, bir kavram olarak geleneklere bağlılık ‘halk’ anlamında kullanılıyor. Geleneklerdense İslami veya Türk-İslam sentezi koşullarına uygun, helal kesilmiş/itinayla ayrıştırılmış bir katmanın yaşantısı ifade ediliyor) kopukturlar vb. açıklamaları gözümü açtı, aklımı aydınlattı. Psikoloji alanında bir tez, üstelik tıp literatüründe de yerini alması beklenen bir tez, CEM’ce ortaya atıldı. Lütfen satır aralarında kaybolmasın; yahu adam 100-200 kişiyi öldürecektik diyor üzerinden es geçilmesin. ‘Taş atma olayı sadece bu bölgenin bir hastalığı’ diyor CEM ve bölgenin sınırlarını açıklıyor ‘Cizre ve Silopi’de’… Yüksekova’yı atlamış, Bağlar’ı, Kızıltepe’yi, Suruç’u saymamış. Taş atma davranışı üzerinde çalışması iyi; fakat gözlemi eksik. Araştırma alanını belli ki dar tutmuş. O coğrafya daha fazla veri toplamaya müsaitti… Yine de, vurgulayarak söylüyorum, yine de takdire şayandır! Bundan sonra akademide Cizre’de taş atan çocuklarla, ODTÜ’de taş atanların psikolojilerini inceleyip karşılaştırabilir. CEM, psikolojiye bir davranış bozukluğunu hediye ederken, psikiyatriye de göz kırpmaktadır. Ortada patolojik bir durum vardır. Taş atma refleksi gibi önemli bir patolojik bulgu vardır. Çocuk zırhlı araç görünce başlıyor taşlamaya. (Ne yapacaksa artık, üstüne çıkıp misket oynaması bekleniyor herhalde!) Oysa durum daha karışık, durum artık ‘‘onları yönlendiren, taşeronlaştıran cenahı’’ da aşmış! Çocuk oyunu saymayın, hafife almayın. Bu bir hastalık! Siz hiç Bursa’da, İzmir’de, Manisa’da, Konya’da, hele hele baharın müjdeleyicisi bir günde, 21 Mart’ta taş atan bir çocuk gördünüz mü? Ne oldu? Şimdi CEM vursun mu kemerle, tarasın mı? 100, 200 kişi… 90’lara geri mi dönmek istiyorsunuz! Gazla idare edin! Ha, kafalarında patlayan; ölümlere, ağır yaralanmalara yol açan fişeklerini görmezsek eğer, gaz gayet bitkisel, çocukların gelişimine katkı sağlayan bir devlet yardımı. Her gün bir fıs fıs, astım ilacına bile gerek yok! Bağlayacak olursak. Esnafın biri dükkânının kapısına çıkmış çay içiyormuş. Bakmış Cizre’li çocuklar ‘gayet hasta bir biçimde’ panzer taşlıyorlar. Dayanamayıp sormuş esnaf; ‘Ne yapıyorsunuz çocuklar?’ Panzer taşlıyoruz demiş çocuklar. Vatandaş gülmüş, yapmayın etmeyin çocuklar, siz hasta mısınız, panzer hiç taş tutar mı? Cizre’li çocuklar da durur mu yapıştırmışlar taşı panzere… Ya tutarsa! T. Talip
35
Zamanın ruhuna yansıyanlar... İletişimin yaşamsallığı
36
İnsanın ilk esaslı savaşı doğayla olmuştur. Maymundan insana geçişte emeğin rolü ne kadar önemli ise, bu tanım üzerinden hareket ettiğimizde, insanın doğayla mücadelesinin insanda yaşamsal kılmaya başladığı iletişim olgusu da insanın tarihteki yeri açısından önemlidir. İnsanın doğayı anlamlandırabilmesi, tanıması, basit deyimle doğanın dilinden anlaması, vahşi hayvanlarla anlaşabilmesi, doğaya karşı güçlü olabilmesi ve diğer insanlarla güç birliği yapması için ihtiyaç duyduğu olgu iletişimdir. İletişim “biraradalık” anlamına gelen “common” sözcüğünden türetilmiştir. Zamanla sözcüğün anlamı genişleyerek ortak bilgi, ortak duygu, ortak duyarlılık, ortak görüş yaratmak anlamlarında kullanılır. Aslında toplumsal bir bütün olmak ve örgütsel bir toplumsal yapı oluşturmak için iletişim temel öncüldür. İletişimin göstergesi içinde insanlığın tarihine baktığımızda, iletişimin öncelikle yaşamak için gerekli bir edinim olduğunu görebiliriz. Ancak canlılar içinde sadece insanlar tarafından yaşamı sürdürme amacı dışında kullanılan iletişimin, her zaman somut şekilde olmasa da somut delil elde edilen en eski çağlardan daha önce de kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bu somut anlayışla, insanlığın iletişimi tarihsel bir süreçte işleyip geliştiğine göre, insanlığın yaşadığı toplumsal-sınıfsal süreçlere göre de değişiklik gösterdiği ve göstereceği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İletişimin basit bir olgu olmadığını kullandığımız tümcelerden örnek vererek, algıda açıklık yaratacak şekilde açıklayabiliriz. Bir erkek, konuşmakta olduğu bir kadına, “Ama sen bir kadınsın” dediğinde, insanlığın belirli bir tarih ölçütünden başlayan ve günümüze kadar gelen eşitsizliği doğal bir durum olarak ele alan toplumun başat kültürünü ortaya koyar. Bu temelde iletişime kısa bir bakış açısı sunduktan sonra, insan ve iletişim döngüsünün yaşamsal işleyişini günümüze doğru bir yolculuğa çıkarmanın anlamı içinde ele alırsak, iletişimin-enformasyonunun gelişimini ve bu gelişimle medyanın nasıl okunması gerektiğini anlayabiliriz.
Tekelleşen medyada türdeşleşme İletişimin yaşamsallığı içinde günümüzün teknolojik olarak gelişmiş ve enformatik bir ağa dönüşmüş medyanın toplumu etkileyiş biçimini incelemek ve ne boyutlarda olduğunu açıklamak, hiç de basitleyici argümanlara indirgemekle olmaz. Medyanın günümüzdeki etkisini sadece medyanın teknolojik gelişimine bakarak “Tek bir evrensel köy” mantığı ile açıklamak realist bir kaçış örneğidir. Bu bakış açısı sınırlı bir argüman olmakla birlikte yüzeysel bir tanımlamadır. Dünya ölçeğinde sayısı ona inen medya tekellerinin gelişim süreçlerine bağlı olarak Türkiye’de de medyanın hızla büyük sermaye grupları tarafından satın alınması benzer bir süreci yaşamasını sağlamıştır. Tekelleşen medya gittikçe daha fazla türdeş bir duruma gelmiştir. Tekelleşme kültürel ürünün tek-tipleşmesine neden olmuştur. Medyadaki tekelleşmeyle birlikte bilgi tek elde kontrol edilmekte ve içerikte bir türdeşleşme yaşanmaktadır. Medya sahipleri, sembolik çevre üzerinde potansiyel güce sahiptir. Genel çerçeveyi kendileri çizerler ve günün uygun politikasına göre işlevsel olacak yönetici ve editörleri atarlar. Bu açıdan bakıldığında gazetecilerin haber üretme ve yazma süreçlerinde işlerini kaybetmemesi için uygulanan sansüre ses çıkarmamaları ve sahiplerinin istekleri doğrultusunda hareket etmeleri gerekmektedir. Bu açıdan medyada gelişen süreçler içerisinde bazı olayların görmezden gelinmesi [omision], bazılarının abartılarak ön plana çıkartılması [exagération] ve bazılarının saptırılması [distosion] gibi durumlar mevcuttur. Gelen mesajlar birçok kişinin seçiminden ve denetimden geçmektedir. O halde bu haberlerin objektif ve yansız olduğu söylemi gülünçtür.
Medyada manipülasyon ve dezenformasyon Medya (kitle iletişim araçları), haberleri kendine göre küçültüyor, büyütüyor ya da yok ediyor. Manipülasyon (yönlendirme), haberin ve bilginin ekonomik, siyasal, dinsel, etnik ve
örgütsel çıkar çevrelerinin veya kişisel beklentilerin doğrultusunda kullanılmasıdır. Dezenformasyon (çarpıtma) ise, bireyleri ve toplumu; bilgiyi ve haberi kasıtlı olarak yanlış işleyip aktararak yanıltmadır. Geçmişe oranla günümüzde medyada yoğun bir manipülasyon ve dezenformasyon süreci yaşanmaktadır. Kamuoyunun haber alma özgürlüğüne bir darbe olan manipülasyon ve dezenformasyon sadece bugüne özgü değildir. Bir örnek verecek olursak: Nazi Almanyas’ının propagandadan sorumlu Bakanı Goebbels, Hitler karşıtları tarafından yapılan “Führer öldü” şeklindeki haberi çürütmek için önce ses çıkarmaz. Önce Almanya’yı, daha sonra dünyayı bu habere inandırdıktan sonra Hitler’i radyodan canlı yayınla verilen bir mitingde konuşturur. Dün ve bugün için Türkiye’de de sayısız yönlendirme ve çarpıtma haberlerine örnek verilebilir. ABD ordusu Irak’a girerken, NTV, “Kahraman ABD askeri Irak’a girdi” şeklinde haber yaparak emperyalist işgali meşrulaştıran bir dil kullanmıştı. Aynı durum devam etmekte ve sistematik bir tarzda emperyalistlerin müdahalelerini meşru ve haklı gören bir üslup kullanan haberlere yer verilmektedir. Diğer bir taraftan ise medya bu duruma paralel olarak, devrimcileri ve devrimci örgütleri karalayan haberlere imza atmaktadır. Bu durum sermaye devletinin denetiminden bağımsız değildir. Geçmişte “aranıyor” başlığı altında devrimcilerin resimlerini boy boy duvara asan ve katlettiği devrimcilerin resimleri üzerine “geberdi” yazan devlet, günümüzde devrimcileri karalamak için ideolojik aygıtı medyayı en etkin biçimde kullanmaktadır. Devrimcileri afişe eden burjuva medyası eylem yapan devrimcileri hastalıklı olarak tanıtarak manipülatif haberler yapmaktadır. Ancak geçici egemenliğin koruyucu bekçileri biliniz ki, asıl sizin yaptığınız haberler hastalıklıdır. Ve insanlığı yanlış yönlendiren bu haberlerinizle “düşünce dünyasının teröristleri” (Jack London-Demir Ökçe) sizlersiniz.
Okuryazarlıktan medya okuryazarlığına Medya okuryazarlığı tanımı yeni geliştirilmiş ve bir ihtiyacın ürünü olarak çıkmış bir kavramdır. Medya okuryazarlığı yazılı, görsel ve
işitsel iletilere erişme, bunları yorumlayabilme, değerlendirme yeteneğine ve analitik bir yeterliliğe sahip olmakla olanaklıdır. Bu tanım müşteri olma bilinciyle değil, yurttaş olma bilinciyle hareket etme özelliğini ve toplumu dönüştürücü örgütlenmeler içinde yer alma koşulunu gerekli görür. Bu bağlamda “eleştirel yurttaşlık” kavramının gerçekliği var mıdır? Bugün için kitlede bu bilinci yaratacak öğe, örgütlenmektir. Sistemi hedef almayan medya okuryazarlığı kendi tanımıyla çelişmektedir ve kapitalist sistem hedef alınmadan geliştirilecek bir medya okuryazarlığı, sistem içi bir kavram olarak kalacaktır. “Eleştirel yurttaşlık“ kavramına da bu gerçeklik esas alınarak bakılmalıdır.
Şifrelerin ortaklığını çözecek olan anahtar TKİP IV. Kongresi’nin “Yayın cephesi Sorunlar ve Görevler” başlıklı sunumunda; “Yayın organlarına ilişkin tüm sorunlar, yaşanan zayıflıklar, yeterli sayıda eğitimli/donanımlı kadroya sahip olamamakla, politik önderliğe dayalı çalışma tarzını oturtamamakla, politikörgütsel faaliyet alanındaki zayıflıklar vb. ile doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla kendi içinde bir yayın tartışması üzerinden soruna gerçek ve kalıcı bir çözüm üretilemez. Fakat bu hiç de yayın organlarının güçlendirilmesi, işlevlerine uygun bir içerik kazanması doğrultusunda önlemler alınamayacağı anlamına gelmemektedir. Zira partinin mevcut birikimi, güç ve olanakları üzerinden bakıldığında, yayınlardan yansıyan tablo olması gerekenin gerisindedir” denilmektedir. Bugün salt burjuva medyasını teşhir etmek yeterli değildir. Partinin yayın organlarını güçlendirmek gerekmektedir. Bu durum partinin kitlelerle iletişimini yaşamsal kılacak anahtardır. Parti bu anahtara bugün işaret etmektedir. Bu anlayış üzerinden baktığımızda medya okuryazarlığı kavramı bu gelişen sürecin bir parçası olmalıdır. Kaynaklar: İletişimin ABC’si - Prof. Dr. Ünsal oskay Medya Okuryazarlığı - Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu Medya Denetimi - Noam Chomsky
37
Asistan eylemlerine panoramik bir bakış Türkiye’de 120 bin kadar öğretim elemanı olduğu söyleniyor. Bunların önemli bir kısmını araştırma görevlileri oluşturmaktadır. Örneğin sadece ODTÜ’de 1500 öğretim elemanı var ve 750’sinin asistan olduğu söyleniyor. Bir araştırma görevlisi normal şartlar altında aynı zamanda lisansüstü öğrencisidir ya da eski sistemde doktorasını bitirmiştir. Bu insanların yetiştirilmesi için kamu kaynaklarından muazzam miktarlarda harcama yapılır. Türkiye’de son yıllarda lisansüstü öğrenci sayısı da toplam öğrenci sayısındaki payı da giderek artmaktadır. Devletin bu oranı arttırmak yönünde ciddi girişimleri vardır. Nitelikli işgücü ihtiyacı 2023 hedeflerine kısmen de olsa ulaşabilmek için elzemdir. Doktoralı işgücü işte bu nedenle özelde AKP ve genelde Türk sermayesi için son derece elzemdir. Hükümet an itibarıyla Türkiye’de 30 bin öğretim üyesine ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Şimdi gerçek bir teknolojik ve ekonomik atılım için bu ihtiyacın büyük oranda karşılanması gerektiği açıktır. Burada büyük bir çelişki ortaya çıkıyor. Normal şartlar altında kamu üniversitelerinde çalışan akademik personel kamu personelidir. Öğretim üyelerinin bu nedenle iş garantisi vardır. Ancak tüm dünyada esmeye devam eden neoliberal politikalar ve özellikle de özelleştirme ve iş garantisinin tasfiye edilmesi uygulamaları katlanmak üzere olan öğretim elemanı sayısı ile ciddi bir çatışma içerisindedir. Evet, öğretim elemanlarının sayısı radikal şekilde artacak; ama aynı zamanda onların iş garantisi de ortadan kaldırılacak. Bunu pek çok değişik araçla yapmak istiyorlar. Bir tanesi asistanların burslu öğrenci statüsüne sokulması. Bu tam bir felakettir. Çünkü özlük haklarınızın olmayacağı ve her an topun ağzına koyulabileceğiniz anlamına gelir. Vakıf üniversitelerinde okumuş ya da çalışmış herkes bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Eşek gibi çalışırsınız, ama en ufak bir itirazınızda “istiyorsanız gidin, dışarıda 100 dolara sizin yerinize çalışmak isteyen sayısız mühendis var” cevabını alırsınız (bu örnek yakın geçmişte Bilkent Üniversitesi Fen Fakültesi’nde gerçekleşmiştir). Diğer bir yöntem ise bir tür taşeronlaştırma uygulaması olan 50/d asistanlığı ve bunda yapılmak istenen değişikliklerdir. Bu asistanların doktoraları bittikten (kısa bir süre) sonra kadrolarıyla ilişiği kesilir. Hatta lisansüstü eğitimlerini belirli sürede bitirmezlerse yine işlerine son verilir. Şimdi bu durum her bakımdan topluma ve aklımıza zarardır. Tonla masraf yapılan doktoralı yetişmiş öğretim elemanı işsizliğe mahkum edilir. Bu çalışan kamu kaynaklarından yüklüce miktarı kullanmıştır. Doğru olan aldığı nitelikli eğitimin bir gereği olarak kamu üniversitelerinde akademik hizmette bulunmasıdır. Şu andaki 50/d uygulamaları bu gereği yok saymakta ve verdiği eğitimin işe yaramazlığını zımnen kabul etmektir. Aslına bakarsanız, bu meselede üniversite rektörlükleri de en azından YÖK kadar suçludur. Böyledir, çünkü 50/d kadrolarında rektörlüklerin inisiyatif kullanma şansları vardır. Ne yazık ki ODTÜ’nün pek demokrat yönetimi bu inisiyatifi kötüye kullanmakta İTÜ rektörü ile yarışmaktadır. Bu kötülük yarışmasında şampiyonluk şimdilik İstanbul Teknik Üniversitesi’ndedir. Kendileri şu ana kadar sayıları 100’e yaklaşan 50/d asistanına yol vermiştir. İşte buna tepki olarak İTÜ yerleşkesinde uzun zamandır militan bir direniş sürmekteydi. Bu direniş 31 Aralık-1 Şubat tarihlerinde Ankara/Bilkent’te bulunan YÖK Genel Merkezi’ne taşındı. İlk gün İstanbul’dan gelen bir otobüs asistana Ankara’daki üniversitelerden yaklaşık üç otobüs meslektaşı katıldı. Ayrıca çok sayıda araştırma görevlisi de toplu taşıma araçları ya da şahsi araçları ile YÖK binasına geldiler. 200’den fazla öğretim elemanının katıldığı
38
eylem oldukça canlı geçti. Buraya asistanlar çadırları ile gelmişlerdi. Valilik’ten gelen “bizim kırmızı çizgilerimiz var, YÖK’ün önünde asla çadır kurmanıza izin vermeyeceğiz” şeklindeki tehditlere rağmen kitle eğer YÖK Genel Kurulu’ndan istedikleri yönde karar çıkmazsa çadırları kuracaklarını kararlıca haykırdılar. İlk günkü genel kurul toplantısında ele alınmadığı iddia edilen 50/d asistanları meselesinin ertesi gün konuşulacağı belirtildi. Bunun üzerine araştırma görevlileri geceyi Bilkent’in tepelerinde, YÖK’ün kapısında geçirdiler. Eğitim-Sen’in mükemmel derecede lojistik destek sunduğu iki gün ve bir gece boyunca asistanlar hiç durmadan yanan odun ateşinin etrafında konuştular, tartıştılar, halay çekip slogan attılar. Sonunda, 1 Şubat akşamı asistanların taleplerinin çoğunluğunun kabul edildiği bilgisi geldi. Öncelikle hala doktoraya devam eden ancak süre hadlerini aştığı için işine son verilen asistanların kadro şartı aranmaksızın işlerine geri dönecekleri belirtildi. Ancak bu kazanım doktorasını bitirenlere tanınmadı. Öğrenimlerine devam edenlere ise 30 Haziran 2013’e kadar doktoralarını tamamlama zorunluluğu getirildi. Bu kısıtlamalara rağmen bu karar çok sayıda işinden edilmiş 50/d asistanın işe geri alınması anlamına geldiği için önemli bir kazanımdır. Ayrıca bu bir görüş yazısı değil ama bir yönetmelik değişikliği olarak tasarlanmış ve bir ay içerisinde Resmi Gazete’de yürürlüğe girecekmiş. “Miş” diyorum çünkü kararın redaksiyona ihtiyacı var gerekçesi ile kararın yazılı halini asistanlara vermediler. Halbuki şeytan ayrıntıda gizlidir ve biz bu ayrıntıları henüz bilemiyoruz. Ayrıca bu adamların redaksiyondan ne anladıkları da biraz şüphelidir! Diğer bir kazanım ise bazı tür izinlere dairdir. Örneğin sağlık, doğum ve askerlik izinleri eski uygulamada öğrenim süresine dahil ediliyordu, ki bu kesinlikle akla zarar bir durumdu. Askerdeki bir doktora öğrencisinin koğuşta nasıl tez yazabileceği sağlıklı beyinlerin anlayabileceği bir şey değildir. Şimdi bu saçmalık ortadan kaldırılıyor. Son olarak bu mücadelenin daha önceki bir kazanımı da yönetmeliğe girmek üzere. Yani, yüksek lisans için 3 yıla artı altı ay ve doktora için 6 yıla bir yıl ek çalışma hakkı Resmi Gazete’de yayınlanacak kararlar arasında. Bu fazladan 1,5 yıl kadronuzu koruyacağınız anlamına geliyor. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var ki, akademik personelin kitlesel tepkileri bu ülkede her zaman iyileştirmelere yol açıyor. Daha önce defalarca gördüğümüz bu olgu bir kere daha yaşandı. İşte handikap da buradan doğuyor. Akademik personel zorladığında hızlıca taviz koparabiliyor ve bu da yazık ki onun sinir bozucu derecede uzlaşmacı ve işbirlikçi olmasına neden oluyor. Kendi çapında oldukça militan kabul edilebilecek YÖK Genel Merkezi önünde sabahlamak eylemi aynı zamanda iki sahtekar CHP’li vekilin ucuz sözlerinin tüm kitle tarafından alkışlanması ile el ele gidebiliyor. İşin en sıkıntılı yanı ise bu alkışı atan kitlenin önemli bir kısmını örgütlü ya da örgütlü geçmişi olan sosyalistler ve onların politik çevresi ya da kişisel arkadaşlarının oluşturması. 18 Aralık eyleminin akşamı ODTÜ Rektörlüğü’nün önüne gelen iki alçak CHP’li vekil ite kaka kovalanmıştı. Kovalayanları buradan selamlıyoruz. Ancak 31 Ocak öğleni ODTÜ dikenli tellerinin ile arasında sadece birkaç metre olan YÖK binasının önünde yine ‘sosyalistler’ tarafından Türk sermayesinin mutedil partisi CHP alkışlanabiliyor. Bu düzenbazlar asistanların akademik-demokratik mücadelesinin sürdürüldüğü her yerden sökülüp atılmadan bu mücadelenin ufkunun genişlemesine imkan yoktur. Alkışçı arkadaşların bu gerçeğin farkına varması elzemdir. Ankara’dan bir araştırma görevlisi
8 Mart’ta alanlara!
n i ç i m z i l a y s o s e v k i l t i ş e , k ü l r ü g Öz