EG 144. sayı

Page 1



Devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltmek için

1 Mayıs’ta kavga alanlarına!

1 Mayıs yaklaşıyor. Bu 1 Mayıs’ta da dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçiler, gençler, ezilen halklar sokaklara çıkacak, eylem alanlarında özgürlüklerine, geleceklerine ve haklarına sahip çıkacaklarını haykıracaklar. Bir kez daha, dünyanın hemen her yerinde, aynı gün devrim ve sosyalizm sloganları haykırılacak; sınıfsız, sınırsız ve savaşsız dünya özlemi dile getirilecek. Türkiye’de de yüzbinler alanlara çıkarak işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kutlayacak.

Sınıfın ve gençliğin kavga türküleri 1 Mayıs alanlarında buluşacak! Dünya proletaryası 2013 1 Mayısı’nı kapitalizmin krizi ile karşılıyor. Bir dizi ülkeyi ekonomik iflasın eşiğine getiren, geri kalanını da tehdit eden kapitalist krizin faturasının kendilerine kesilmesine karşı çıkan işçi ve emekçiler şimdiden sokakları ısıtıyor. Yunanistan’da, Fransa’da, Belçika’da, Kıbrıs’ta ve daha birçok yerde emekçiler kavga bayrağını yükseltiyor. Aynı durum gençlik cephesinden de yaşanıyor. Dünyanın bir dizi ülkesinde gençlik eğitim hakkı için alanlara çıkıyor. Kapitalizmin dayattığı geleceksizliğe yanıtını sokaklarda veriyor. Türkiye’de de işçi ve emekçiler, sermayenin saldırılarına karşı alanları boş bırakmıyor. Mevzi direnişlere her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. DHL’de Yurtiçi Kargo’da, Kuzu Deri’de, İsmacco’da, Kazova’da ve bir dizi yerde direniş sürdürülüyor. Bunların yanında işçi sınıfı yeni direnişlere de hazırlanıyor. Kamu emekçileri hakları ve örgütlülükleri için eylem yapıyorlar. Sendikalarına sahip çıkıyor, toplusözleşme talebini yükseltiyorlar. Üniversite gençliği, sermayenin üniversitelerdeki tahakkümüne, faşist saldırılara, polis-ÖGB terörüne karşı kampüslerden sesini yükseltiyor. Çanakkale’de, Eskişehir’de, Ankara ve İstanbul’da sivil faşist-ÖGB-polis saldırılarına geçit vermeyeceğini haykırıyor. Tüm bu süreçler 1 Mayıs alanlarında kesişecek. İşçi ve emekçiler ile gençler özgürlük ve gelecek haykırışlarını mücadele alanlarından tek sesle yükseltecek.

Emperyalist savaşlara karşı 1 Mayıs alanlarına! 1 Mayıs aynı zamanda emperyalist-kapitalist barbarlığa karşı bir mücadele çağrısıdır. Günümüzde başını ABD’nin çektiği emperyalist haydutlar çetesi, Ortadoğu ve Suriye’ye dönük emperyalist savaş ve saldırganlığın dozunu arttırıyor. Suriye’deki silahlı çeteleri eliyle savaşı körüklüyor. Irak’ı kan gölüne çeviriyor. İran’ı tehdit ediyor. Filistin halkının on yıllardır yaşadığı katliamlara ve yıkıma yenilerini ekliyor. Batılı emperyalist devletler Mali’de kan kokuları yayıyor. Türk sermaye devleti ise emperyalizmin savaş ve saldırganlık politikaları doğrultusunda uğursuz rolünü oynamaya devam ediyor. Ortadoğu’da emperyalizmin jandarması misyonunu üstlenen sermaye devleti, emekçi halkların cellatlığına soyunuyor. Bir taraftan emperyalizmin silahlı çetelerine/katiller sürüsüne her türlü desteği sunuyor. Başta silah olmak üzere her türlü lojistik ihtiyaçlarını karşılıyor.

Cinayetlerin ülke topraklarından komuta edilmesine göz yumuyor. Daha da ötesi bunu bizzat kendisi sağlıyor. Diğer taraftan da ülkeyi NATO’nun arka bahçesine, savaş üssüne çeviriyor. Ülkenin dört bir yanındaki NATO üsleri yetmezmiş gibi, yeni radar sistemleri ve Patriot yığınağıyla Türkiye’yi, NATO’nun savaş üssü ve cephaneliği haline getiriyor. Tüm bunlar emekçi halklar için ölüm ve yıkım demektir. Türk sermaye devletinin emperyalizmin akıttığı kana elini bulaştırması demektir. Gençlik bu kanlı ellerin hesabını 1 Mayıs alanlarında soracaktır, sormak zorundadır. Zira aynı kanlı eller emekçilere açlık ve sefaleti, gençliğe yozlaşma ve geleceksizliği dayatmaktadır. Gençlik 1 Mayıs alanlarına çıkarak emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadele bayrağını yükseltmelidir.

Faşist baskılara, sivil faşist-ÖGB-polis terörüne karşı 1 Mayıs alanlarına! Geride kalan dönem üniversitelerde saldırıların yoğunlaştığı bir süreç oldu. Bir dizi üniversitede faşist saldırılar yaşandı. Özgürlüklerine ve geleceklerine sahip çıkan öğrenciler ÖGB’lerin terörüne maruz kaldı. Daha da ileri giden ÖGB’ler öğrenci bıçakladı. Tüm bunları dizginsiz polis terörü izledi. Üniversitelilere saldıran polis, kampüsleri savaş alanına çevirdi. Arkasından üniversite yönetimlerinin soruşturma-ceza terörü devreye sokuldu. Ancak gençliğin saldırılara yanıtı net ve tok oldu. Saldırılar her defasında direnişle göğüslendi. Ne faşist saldırılara ne ÖGB-polis terörüne geçit verildi. Üniversitelerin gerçek sahipleri bir kez daha saldırılara barikat ördü. Soruşturma-ceza terörüne karşı eğitim hakkını sahiplenmeyi ısrarla sürdürdü. Saldırılara en güçlü yanıtın verileceği yer ise 1 Mayıs alanları olacak. Gençlik tüm saldırılara karşı kampüslerden 1 Mayıs alanlarına akacak.

1 Mayıs, dönem çalışmasının aynası olacak! 2013 1 Mayısı genç komünistler için de özel bir yer tutacak. Zira 1 Mayıs dönem boyunca yoğun tartışmalar eşliğinde yürütülen devrimci gençlik faaliyetine ayna tutacak. Genç komünistlerin kitle çalışmasına dair yapılan tartışmaları ne kadar hayata geçirebildikleri, çalışmayı tartışmalar ekseninde örüp öremedikleri 1 Mayıs alanlarında tüm açıklığı ile kendisini gösterecek. Bu açıdan güncel sorumluluğumuz dönemin politik atmosferini olabildiğince etkin ve güçlü bir şekilde değerlendirebilmektir. Bunun yolu ise alışılmış olanı, kalıpları, rutini parçalayıp atmaktan geçiyor. 1 Mayıs çalışmasına yüklenmek, halihazırda aşılamayan sorunların geride bırakılmasına da olanak sağlayacaktır. 1 Mayıs’ın yarattığı atmosfer, çalışmanın yoğunlaşacak olması ve 1 Mayıs alanlarına geçmiş yılları kat be kat aşan kitlesellikle çıkılması hedefi, kendi içinde dar sayılabilecek bu süreci özelleştirmekte ve çözücü bir anahtara da çevirmektedir. Deyim yerindeyse, 1 Mayıs, genç komünistler için bir sınav olacaktır; bütünlemesi olmayan bir sınav…

3


Baharın isyan çığlığı kavgayı büyütmeye çağırıyor! Üniversitelerde yeni dönem açılmış bulunuyor. Ekonomik, sosyal, siyasal olarak gerici bir saldırı ve kuşatma altında bulunan işçi, emekçi ve gençlik kitleleri, sorunların arttığı, bunalımların yoğunlaştığı ve bütün bunlar karşısında mücadele olanaklarının çoğaldığı bir sürecin içerisinden geçiyor. Ömrünü tüketmiş bulunan emperyalist kapitalist sistem ve bu sistemin efendileri, insanlığı yıkıma sürüklemeye devam ediyor. Dünyanın dört bir tarafı savaş ve saldırı politikaları ile kana bulanıyor. İşçi ve emekçilerin kazanılmış hakları gasp ediliyor, gençlik kapitalizmin karanlığına hapsedilmek isteniyor. Yoksulluk, sefalet, açlık artarken, yozlaşma ve çürüme toplumları saran bir hastalık konumuna geliyor. Krizler içerisinde debelenen kapitalizm, sonuna yaklaştıkça pervasızca saldırılarını artırıyor. Dünya genelinde işçiler, emekçiler ve gençler ayakta. Emperyalist saldırılara, kapitalist sömürüye karşı dünyanın dört bir tarafı eylem alanı. Hindistan’dan Yunanistan’a, Latin Amerika’dan Portekiz’e birçok ülke genel grevlerle, kitlesel sokak gösterileriyle, işgallerle sarsılıyor. Gençlik geleceği ve özgürlüğü için sokakları tutuşturuyor, yeni bir dünya özlemini haykırıyor. Türkiye’de ise kapsamlı saldırılara, AKP eliyle yaratılan gerici atmosfere karşı mücadele potansiyeli birikiyor. Gençlik yeni bir çıkışın olanaklarını arıyor. Kapsamlı saldırılar ve gençliği bekleyen sorunlar, başta genç komünistler olmak üzere ilerici-devrimci gençlik güçlerinin sorunluluğunu artırıyor, mücadelenin daha ileriden omuzlanmasının yakıcılığına işaret ediyor. Baharın isyan çığlığı kavgayı büyütmeye çağırıyor.

Geleceği kazanmak için güne yüklenelim! Yeni bir “bunalımlar, savaşlar ve devrimler” döneminin içindeyiz. Bu tespit genel mücadele görevlerine ve aynı zamanda, özelde genç komünistleri bekleyen sorumluluğa yapılan güçlü bir vurgudur. Çürümüş kapitalist sisteme karşı devrim ve sosyalizm mücadelesini güçlendirmek sorumluluğu, ancak, günün ihtiyaçlarına cevap verebilen, gündelik sorunları devrimci bir bakış ve pratik ile işleyebilen bir çalışma içerisinde yerine getirilebilir. Gençliğin karşı karşıya bulunduğu sorunlar karşısında yalnızca devrimci politika ekseninde, yaratıcı, inisiyatifli ve gençliğin devrimci enerjisini açığa çıkartma hedefine kilitlenmiş bir faaliyet sonuç üretebilir. Geçtiğimiz dönemin yaşanmış bir dizi deneyimi bunu yeteri açıklıkla göstermiş bulunuyor. Geçmiş yıllara oranla hareketli sayılabilecek bir dönemi geride bıraktık. ODTÜ’de AKP şefine karşı geliştirilen refleks, ardından polis terörü karşısında gösterilen militan tutum ve birçok üniversiteye yayılan bir hareketlilik süreci yaşandı. ODTÜ direnişi toplumun genelini taraflaştıran bir misyon oynadı. Dönem içerisinde yaşanan bir dizi süreçle birlikte, ODTÜ direnişi gençliğin biriken mücadele potansiyellerini göstermek açısından anlamlı bir deneyim ortaya çıkardı. Bu süreç aynı zamanda gençliğin, devrimci bir önderlikten yoksunluğu koşullarında, kendine bir çıkış yaratamayacağını da göstermiş oldu. Gençliği devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanabilmek, bu bakış çerçevesinde gençliğin devrimci önderlik boşluğunu doldurma çabası günün somut ihtiyaçlarına ve mücadele görevlerine verilecek yanıt ile doğru orantılıdır. Gençliğin gündemindeki

4

somut sorunlara, somut politikalar ekseninde bakılamadan, gündelik mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt üretebilecek yaratıcı araçlar, yol ve yöntem ile gençlik hareketi içerisinde nefes alan pratik bir faaliyet üretilemeden devrimci bir gençlik çalışmasının yol yürüme şansı bulunmuyor. Genç komünistler, gençlik içerisinde temsil ettikleri misyonun bilinciyle, günün ihtiyaçlarına, mücadele görevlerine bu bakış etrafında şekillendirilmiş devrimci bir pratik ekseninde bakmalı, geleceği kazanmak için günün ihtiyaçlarına yanıt üretebilme çabalarını güçlendirmelidirler.

Saldırılar karşısında gençliğin devrimci mücadelesini büyütelim! Emperyalistlerin ve onların tetikçiliğine soyunmuş Türk sermaye devletinin Ortadoğu halklarını tehdit eden adımları sürüyor. Kürk halkı üzerindeki artan baskı ve terör ile aldatmaca politikalarının yarattığı gündem sıklıkla tartışılan bir konu durumuna gelmiş bulunuyor. Eğitim alanına dönük saldırı hazırlıkları sürdürülüyor. Üniversitelerde yeni dönemin açılmasıyla birlikte soruşturma ve ceza terörü artmış durumda. Bununla beraber faşist saldırı ve provokasyon girişimleri gençliği hedeflemeye devam ediyor. Dönem üzerinden ortaya çıkan bu gündemlerin yanı sıra baharın devrimci gündemleri de faaliyetimizin temel başlıklarını oluşturuyor. Çok yönlü gündemler ekseninde yürüttüğümüz faaliyeti günün ihtiyaçlarına yanıt üretebilen, gençliği mücadele gündemleri ekseninde taraflaştırabilen bir çerçevede hayata geçirebilmek, sürece ve gündemlere bütünsel bir bakışla yaklaşabilmeyi zorunlu kılmaktadır. Gençliğin ve devrimci gençlik faaliyetimizin önünde bulunan gündemlerin iç içe, birbirini besleyen, güçlendiren bir temelde ele alınması, somut bir pratik ve somut araçlar ekseninde yürütülecek hedefli bir çalışmayla mümkün olabilir. Yürütülen faaliyet, temel gündemler ekseninde gençlik kitlelerini harekete geçirme hedefine kilitlenmeden, bunu olanaklı kılabilecek yaratıcı araçları ve pratiği yaratmadan güçlenemez. Faaliyetin gelişiminin önündeki temel engellerden birisinin bu alanda var olan dar bakış ve materyal kullanımına sıkışan yaklaşım olduğu açıktır. Dönemin ve dönem üzerinden ortaya çıkan yakıcı gündemleri gençlik içerisinde etkili bir mücadele konusu haline getirebilmek, bu gündemlere gerçekleştirilecek müdahalenin yaratacağı birikimi devrimci gençlik mücadelesini güçlendirmek için bir basamak olarak değerlendirebilmek temel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Gündemlerin yakıcılığı, saldırıların kapsamı ve aynı zamanda saldırılara barikat örebilmek devrimci gençlik mücadelesin gelişmesini dayatmaktadır. Genç komünistler sorumluluklarına buradan bakabilmeli, faaliyetlerini bu bakış etrafında şekillendirmeli ve pratiklerini bu eksene oturtabilmelidirler. Güne etkili bir müdahale ile günün içinde devrimci bir taraf olarak gençlik kitlelerinin karşısına etkili bir çıkışın olanaklarını yaratma çabası güçlendirilmelidir. Bu ise daha inisiyatifli, yaratıcı, kararlı ve hedefli çalışma pratiğini güçlendirmeyi gerektirmektedir. Baharı kazanmak için adımlarımızı hızlandıralım. MarksizmLeninizmin ışığı, sınıfın devrimci partisinin yol göstericiliği, 25 yıllık devrimci mücadele birikimi ve deneyimi genç komünistlere yol gösteriyor.


Ankara’da faşist saldırı ve provokasyonlar...

Birleşik, kitlesel, militan mücadeleyi yükseltelim! Ankara’ya geçtiğimiz hafta faşist saldırılar ve polis terörü damgasını vurdu. Üniversitelerde artan faşist saldırılar, ÖGB ve polis terörüyle birleşerek hat safhaya ulaştı. Geçtiğimiz aylarda ODTÜ’de tüm ülkenin gündemine oturan Erdoğan protestosu, saatler süren azgın polis terörü ile karşılandı. Saldırıya rağmen ODTÜ’lülerin gösterdiği kararlı ve militan direniş, örgütlenen kitlesel boykot ve eylemlerle sürdü. Ankara Üniversitesi DTCF’de sürekli yaşanan faşist provokasyonlar, 8 Kürt öğrencinin okuldan atılması ile devam etti. Cebeci Kampüsü’nde başlayan ve Tandoğan’a sıçrayan yemekhane eylemleri ile hızlanan gelişmeler bir kez daha polis-ÖGB terörü ile sonuçlandı. Cebeci Newrozu’nda yaşanan ÖGB-polis işbirliğiyle gerçekleşen saldırı, bir öğrencinin ÖGB tarafından bıçaklanması ile başladı ve çevik kuvvet saldırısı ile devam etti. Ertesi gün Hacettepe Üniversitesi’nde faşistidare-polis işbirliğiyle provokasyon yaratılarak bir kez daha üniversite gaz bombaları ve tazyikli sularla teslim alınmaya çalışıldı. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde Ankara’da son aylarda artan öğrenci eylemlerinin düzen cephesini önlem almaya zorladığı aşikardır. Hacettepe Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nin eşzamanlı olarak aldığı 2 günlük tatil kararı, bu iki günün hafta sonu ile birleşerek dört güne çıkması ise açıkça bir provokasyondur. Bu tatil kararıyla birlikte sosyal medya üzerinden yoğunlaştırılan kara propaganda ve ilerici-devrimci öğrencilerin hedef gösterilmesiyle birlikte gelişebilecek tüm saldırılar meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. 22 Mart akşamı bir öğrencinin faşistler tarafından sokak ortasında saldırıya uğraması bunun yalnızca bir örneğidir. Öte yandan “İmralı görüşmeleri” bahanesiyle çığırından çıkan faşist kudurganlık, Devlet Bahçeli’nin “Sabrımızı taşırmayın” açıklamaları ile birlikte üniversitelerdeki faşist çetelerin “legalite bitti, yaşasın illegalite” söylemleri, ilerici-devrimci-yurtsever öğrencilere kurulan pusuların bir başka nedenidir. Bu çetelerin 21 Mart’ı “Büyük Gün” ilan etmeleri, tüm üniversitelerde seferberlik çağrıları yapmaları ve

ilerici-devrimci öğrencilerin bu saldırılara yanıt verme ihtimali de iki günlük tatilin bir başka nedenidir. Üniversitelerin tatil olmasının nedenleri düşünüldüğünde akla ilk olarak Beytepe ve Cebeci’de yaşanan olaylar gelse de asıl neden öğrenci gençliğin hareketliliğidir. Tandoğan ve DTCF’nin de tatil olmasına rağmen Ankara Üniversitesi’nin ilerici-devrimci faaliyetin olmadığı kampüslerinin (Dışkapı ve Gölbaşı) tatil edilmemesi nasıl açıklanabilir? Yaşanan provokasyonların ardından haklarında antipropaganda yapılan ilerici-devrimci öğrencilerin öğrenci kitlelerine gerçekleri anlatmaması için zaman kazanan üniversite yönetimleri, bir yandan da soruşturma ceza terörünü devreye sokmuştur. 18 Mart’ta yaşanan olayların ardından rektör Murat Tuncer’in “gereği yapılacak” dediği Hacettepe Üniversitesi’nde 17 öğrenci yurttan atılmış, sonrasında öğrencilerin tepkisi yönetime geri adım attırmıştır. İlerici ve yurtsever öğrenciler soruşturma sonuçlanana kadar yurda geri alınmıştır. Öte yandan Hacettepe Üniversitesi’nde yaşanan olaylarla ilgili 96 kişilik bir soruşturma listesi hazırlandığı bilinmektedir. Bu saldırılar Ankara ile de sınırlı kalmamıştır. Aynı dönemde birçok üniversitede faşist-ÖGBpolis işbirliğinde saldırılar gerçekleşmiştir. Eskişehir, İstanbul, Çanakkale, Zonguldak gibi illerde yaşanan olaylar bütünsel bir saldırıya işaret etmektedir. Elbette saldırılar bunlarla sınırlı kalmayacaktır. Ankara’daki üniversitelerdeki provokasyonlar Ankara polisinin katkıları ile sürecektir. Bundan sonraki süreçte ilerici-devrimci öğrencilere düşen görev bu saldırıları göğüsleyebilecek irade ve kararlılığı göstermektir. Faşistlerin devlet ve okul yönetimleri tarafından gördükleri destek düşünüldüğünde devrimci öğrencilerle eylemli dayanışmayı yükseltmek ve “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını ete-kemiğe büründürmek tüm ilerici-devrimci kamuoyunun görevidir. Düzenin faşist saldırılar eşliğinde devreye soktuğu topyekûn saldırıları püskürtebilmenin tek yolu gençliğin birleşik, kitlesel ve militan mücadelesini örgütlemektir. Ankara Ekim Gençliği

5


Faşist saldırı politikalarına geçit vermeyelim!

6

Kapitalist sistem, yıllardan beri devam eden krizi aşamadığı için, dünyanın birçok bölgesinde sorgulanmaya başlandı. Dünyanın dört bir yanında halk hareketleri, genel grevler ve gençlik hareketinde yaşanan gelişmeler, hükümetleri devirecek boyutlara ulaşıyor. Türkiye de ise bu durum her ne kadar dünyadaki kadar sıcak bir şekilde yaşanamasa da kapsamlı saldırılar, sermayenin vurucu gücü AKP iktidarı tarafından paralel bir şekilde yürütülüyor. YÖK Yasa Tasarısı ile eğitim ticarileştiriliyor, işsizlik artıyor, gerici rejim komşu halklara karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyor vb... Bu koşullar, bizi, geleceği elinden alınan bir gençlik profili ile karşı karşıya bırakıyor. Üniversitenin tüm bileşenlerini hiçe sayan bu yasanın çıkarılma kararlılığı korunuyor ve süreç çeşitli değişikliklerle devam ediyor. Özel üniversitelerin önü iyiden iyiye açılıyor. Üniversitelerde gerçekleşen etkinlikler ise saldırılarla karşılanıyor. Açılan stantlar, üniversitede gerçekleştirilen protestolar ÖGB-polis saldırısına maruz kalıyor. Bunun yanı sıra, afiş yapıştıran öğrencilere bile ayları bulan uzaklaştırma cezaları verilerek üniversitelerdeki devrimci siyasal faaliyet engellenmeye çalışılıyor. Sivil faşist ve devlet işbirliği ile de devrimciler baskı altına alınmaya çalışılıyor. Öte yandan savaş kışkırtıcılığı ile gençliğin kanı emperyalistlere peşkeş çekilmeye çalışılıyor. Ortadoğu’daki çatışmalarda gerici cephede yer alan AKP iktidarı, temsil ettiği burjuvazinin sefil çıkarları için gençliğe savaşta yerini alması dayatılacak. Bir taraftan geleceksizliğe mahkum edilmeye çalışılan gençlik, diğer taraftan kardeş halkların katili yapılmaya çalışılıyor. Kürt halkı ve Kürt gençliği ise yeni açılımlarla pasifize edilmeye çalışılıyor. Kürt halkının yıllardır verdiği mücadelenin devleti soktuğu çıkmaz bugün gizli kapaklı yapılan görüşmeler ile açılmaya çalışılıyor. Bir yandan Kürt hareketi tasfiye edilmek istenirken öte taraftan operasyonlar ve yeni katliamlar da devam ediyor. Sermaye devleti bu kadar çıkmaz içerisinde iken faşist baskı ve terörü de elden bırakmıyor. Bir taraftan doğrudan kendisi saldırırken, diğer taraftan ‘sivil’ faşistler eliyle bir linç kültürü oluşturmak ve şovenist bir atmosfer yaratmak istiyor. Son dönemde yaşanan saldırılar toplumun geldiği aşamayı da gösteriyor. 8 Mart sonrası Bursaspor

taraftarı olan faşist güruhun Kürt kadınlara saldırması, Sinop’ta ve Samsun’da yaşanan faşist saldırılar, devletin salt kolluk kuvvetlerini değil, sivil faşistleri de sokaklara saldığını gösteriyor. Son dönemde ise birçok bölgede gerçekleşen eylemlere, kolluk kuvvetleri azgınca saldırıyor. 20’yi aşkın ülkeden Suriye’de kan dökmek için toplanan dinci çetelerin (AKP iktidarı tarafından) üssü haline getirilen Antakya’da eylem yapmak yasaklanırken, bir çok bölgede yapılan eylemlere devlet azgınca saldırıyor. Polise tanınmak istenen yeni yetkilerle polis devleti uygulamaları daha sistematik hale getirilmek istenirken, yaygın sokak infazlarının da önü açılmaya çalışılıyor. Sokak ortasında katledilen komünist işçi Alaattin Karadağ’ın katillerinin yargılandığı mahkemede yaşanan hukuksuzluk, polisin herhangi bir ceza almaması, sermaye devletinin bir bütün olarak katillere sahip çıkması, faşist baskının geldiği boyutları da gözler önüne seriyor. Polisin kullandığı biber gazı, panzer, toma, tazyikli su, gaz bombası yetmiyormuş gibi yeni araçlarla baskı politikalarını artırarak emekçilerin hakları için mücadele etmelerinin önüne geçilmek isteniyor. Bu vahim tabloyu binlerce devrimcinin zindanlara kapatılması ve kurulan komplolarla birçok devrimcinin tutuklanmaya devam etmesi tamamlıyor. Bir taraftan yargı paketleri ile tutsakların dışarıya çıkması tartışılırken, diğer taraftan ise yargı paketlerinin içeriği daraltılarak, devrimcilerin üzerindeki baskı politikaları arttırılmak isteniyor. En sıradan demokratik hak mücadeleleri dahi yasa dışı ilan edilmeye çalışılıyor. Son olarak avukatları ve KESK üyelerini hedef alan saldırılar devletin demokrasiden ne anladığını bir kez daha gözler önüne serdi.

Faşist baskılar sökmedi sökmeyecek! Krizin derinleşerek sürmesi ve buna karşı artan tepkiler, ülkemizde faşist baskıların daha da artacağını gösteriyor. Sermaye devleti bir taraftan toplumun tüm kesimlerine yönelik saldırılarını sürdürürken, devrimci öncülerin kitlelerle bütünleşmesinin verdiği kaygı faşist baskıların artmasının önünü açıyor. Tüm saldırılara karşı ise topyekûn direnişi güçlendirmek, bugün en önemli ihtiyaçlarımızdan biridir. ODTÜ’den bir EG okuru


Sivil faşist-polis-ÖGB saldırılarına karşı

mücadele sürüyor! Bilindiği gibi Çanakkale’de şu son birkaç haftadır faşist kudurganlığın, polis terörünün örneklerine yenileri eklendi.

Eğitim Fakültesi’nde Faşist Abluka Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yaşanan olayları kısaca anlatmamız gerekirse; ilk olarak, Öğrenci Kolektifleri üyelerinin Eğitim Fakültesi’nde bildiri dağıtmak istemesi üzerine bir gerginlik çıkmış, önce ÖGB’ler ve sivil polisler öğrencilere saldırmış ve bildirinin üniversitede dağıtılamayacağını söylemişti. Olay yaşandığında fakülte içerisinde bulunan gençlik örgütlerinin de olaya dahil olmasının ardından, fakülte dekanlığı önünde bir basın açıklaması gerçekleştirilmişti. Hemen sonraki gün, 1 Mart tarihinde, Eğitim Fakültesi’nde bulunan ilerici/devrimci öğrenciler faşistlerin sözlü tacizleriyle karşılaşmıştı. Faşistlerin okul etrafında birikmesi üzerine, gençlik örgütleri toplu bir şekilde Eğitim Fakültesi’ne girerek, içeride etrafı faşist güruh tarafından sarılan öğrencilere destek vermek istediler. Yoğun bir ÖGB, sivil ve resmi polis ablukası altında olan Eğitim Fakültesi önüne gelindiğinde, Eğitim Fakültesi dışındaki fakültelerde okuyan öğrencilerin içeri alınmayacağı dayatması yapıldı. Bunun üzerine, Eğitim Fakültesi içindeki öğrenciler alınarak, toplu çıkış gerçekleştirildi.

KYK’da Faşist Saldırı Bu olayın gecesinde, Kredi ve Yurtlar Kurumu’na bağlı erkek öğrenci yurdunda, gece yarısı faşist saldırı gerçekleşti. 15 kişilik yüzü maskeli faşist güruh, Kürt öğrencilerin bulunduğu odaya girerek 3 kişiyi bıçak, sopa ve demirlerle yaraladı. Dışarıdan da gelen destekle sayıları 30’u bulan faşist sürüsü saldırının ardından yurttan kaçtı. Saldırıyı haber alan, aralarında Ekim Gençliği okurlarının da bulunduğu devrimci ve ilerici öğrenciler, yaralıların kaldırıldığı Çanakkale Devlet Hastanesi önüne giderek bekledi. Ardından Çanakkale İl Emniyet Müdürlüğü binası önüne geçildi. Buradaki bekleyiş sırasında yaklaşık 03.00 sularında, 40-50 kişilik bir faşist grup da karakol önüne bıçak, sopa ve demirlerle gelerek sloganlarla devrimci ve ilerici öğrencilere saldırı girişiminde bulundular. Çanakkale polisi tarafından “göstermelik” olarak müdahale edilen faşist güruh, uzun süre taciz ve provokasyon girişimlerini sürdürdü. Fakat herhangi bir fiziki çatışma yaşanmadı. Devrimci ve ilerici öğrenciler, emniyetteki ifade işlemlerinin bitmesi üzerine, sabaha karşı, kendi güvenlik önlemlerini alarak gruplar halinde karakolun önünden ayrıldılar.

Eğitim Fakültesi’nde Kapı Önü Eylemi Tüm bu baskı ve saldırılara karşı 5 Mart’ta gençlik örgütleri Eğitim Fakültesi önünde buluştular. Giriş turnikelerinin önünde ÖGB’lerin

barikat kurduğu ve giriş-çıkışa izin vermediği görülürken, hemen içeride de 2 otobüs çevik kuvvet polisi konuşlandırılmıştı. Eğitim Fakültesi dışında okuyan öğrencilerin içeri alınmayacağı dayatması yapılınca, bu hukuksuz ve keyfi tutum ile bir süredir devam eden saldırılar, ajitasyonlar ve sloganlarla fakülte içerisindeki öğrencilere anlatıldı. Kapı önü eylemine destek istendi. Eyleme içeriden destek gelmesi üzerine, içerideki sivil polis ve ÖGB’lerin fakülte bahçesini boşaltarak öğrencileri alandan uzaklaştırdığı görüldü. Bunun üzerine kapının önünde bir oturma eylemi gerçekleştirilerek süreci anlatan bildiriler dağıtıldı. Ardından sloganlar ve ajitasyonlarla kordondaki Golf Çay Bahçesi önüne geçen kitle, buradan İskele Meydanı’na kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi. İskele Meydanı’nda okunan basın açıklaması mücadelenin büyütüleceği vurgusuyla sonlandırıldı.

Faşist Saldırılara ve ÇOMÜ Yönetiminin Keyfi Tutumlarına Karşı Yürüyüş Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde tırmandırılan faşist saldırılara ve ÇOMÜ yönetiminin keyfi tutumlarına karşı yükseltilen mücadele, 7 Mart tarihinde ise Terzioğlu Yerleşkesi’ne taşındı. Bu kez de Terzioğlu Yerleşkesi içinde bulunan fakültelerin dışında okuyan öğrenciler okula alınmadı. Merkez kütüphanenin, rektörlük binasının, yemekhane ve sosyal etkinlik alanlarının bulunduğu bu yerleşkeye girmek isteyen öğrenciler duruma tepki gösterdi. Gerçekleştirilecek eylemlilik için üniversiteye girmek isteyen öğrenciler ise, Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu (BESYO) tarafındaki girişte toplu bir şekilde bekleyerek içeri alınmayan öğrencilere süreci anlatıp, ÇOMÜ yönetiminin keyfi tutumunu teşhir etti. Bu arada saat 12.00’de Mimarlık-Mühendislik Fakültesi önünde başlayacak eylem için, Terzioğlu Yerleşkesi’ndeki fakültelerde okuyan ilerici/devrimci öğrenciler içeri girdi. Fakülte önüne gelindiğinde çevik kuvvet otobüslerinin okula sokulduğu ve ÖGB’lerin fakülte çıkışına barikat kurduğu görüldü. Ajitasyonlarla durumun teşhir edilmesinin ardından barikat aşılarak yürüyüşe başlandı. Trafiği kapatarak sloganlarla yürüyüşe geçen yaklaşık 100 kişilik kitlenin önü Fen Edebiyat Fakültesi önünde tekrar kesildi. Durum tekrar ajitasyonlara konu olurken, yürüyüş sırasında artan kitle bir kez daha barikatları aşıp Öğrenci Sosyal Etkinlikler Merkezi (ÖSEM) önüne geçerek bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Gerçekleştirilen basın açıklamasında yaklaşık bir haftadır sürmekte olan faşist saldırı süreci anlatıldı. Bağımsız öğrencilerin de destek verdiği basın açıklaması gerici-faşizan unsurların üniversitelerden silinmesi mücadelesinin güçlü bir şekilde süreceği vurgusu ile sonlandırıldı. Yerleşkedeki eylemin ardından Eğitim Fakültesi’nde okuduğu için yerleşkeye alınmayan öğrencilerle ana kapıda buluşularak eylemlilik sonlandırıldı. Çanakkale Ekim Gençliği

7


Faşist çeteler iş başında! Faşistler bahar döneminin kızıllığını saldırılarıyla boğmaya çalışıyor. Mart ayının ortalarından itibaren artan artan saldırılar tek merkezden yöneldiği Faşistler ülkenin birçok noktasında üniversite öğrencilerine saldırırken saldırıların günlerce devam etmesi ve polisin müdahele etmemesi saldırıların planlı olduğunu gösteriyor. Saldırıların ardından yapılan eylemlerle baskılara bouyn eğilmeyeceği hakırılarak faşistlerin amacına ulaşamayacakları bir kez daha ilan edildi.

Bartın Faşist çeteler pusu kurdukları HDK Gençlik Meclisi üyesi Hüsnü Aslan ve Yunus Koçak’a bıçaklı saldırı gerçekleştirdiler. Saldırının sonrasında biraraya gelen ilerici, devrimci, yurtsever öğrenciler yaşanan saldırıyı protesto etmek için Bartın Üniversitesi’ne yürüdü. Faşistler eylemciler okula yaklaşırken tekrar saldırıya geçerken saldırıya verilen karşılık araya giren Çevik kuvvet tarafından engellendi.

Muğla Muğla’da Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı yurtta kalan Muğla Sıtkı Kocaman Üniversitesi öğrencisi Kürt gençlere, faşistler saldırdı. Faşistler saldırı sırasında kurusıkı tabancayla ateş etti. Muğla’da Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı öğrenci yurdunda Kürt öğrencilere saldıran ülkücüler terör estirdi. Kürt öğrencilerin yurt yemekhanesine gittiklerinde faşistler, “Bize neden bakıyorsun” diyerek sataşması üzerine başlayan saldırı gece yurt baskınıyla devam etti. İlk gerginliğin ardından yurda çok sayıda polis gelmesine ragmen faşistlerin 5 el ateş etmesine polisler müdahale etmedi. Polislerin yurtta beklediği sırada dışarıdan gelen bir başka faşist grubun da Kürt öğrencilere hakaret etti ve taş attı.

Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde Newroz sonrasında başlayan faşist saldırılar devam ediyor. Polisin kollamasında hareket eden faşistler saldırı girişimleri devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler tarafındanboşa düşürüldü.

Tokat

ESOGÜ'de ÖGB terörüne kitlesel tepki 11 Mart günü, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nde yemek zamlarını protesto eden Öğrenci Kolektifleri üyesi öğrencilere ÖGB azgınca saldırdı. ÖGB'nin bu saldırısı büyük bir tepki ile karşılandı. Yaklaşık 2 bin öğrenci, saldırının ardından ESOGÜ'de yaptığı eylemle rektör Prof. Dr. Hasan Gönen'in istifasını istedi. Eylemin ardından faşistler de alandan ayrılan 10 öğrenciye pusu atarak saldırdı.

8

Tokat’ta bugün Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde okuyan 2 Kürt öğrencinin, saldırıya uğraması üzerine 24 Mart günü bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Öğrencilerin gerçekleştirmek istedikleri bir konseri bahane eden faşistler bu öğrencileri bir haftadır tehdit etmekteydiler. Faşistler, bir yandan öğrencilere yönelik tehditlerini sürdürürken diğer yandan da konsere sponsor olan işletmeleri tek tek gezerek vazgeçirmeye çalışmışlardı. Bu tehditler, konserden iki gün once fiili saldırıya dönüştü. Sekiz kişi tarafından demir sopalarla gerçekleştirilen saldırıda bir öğrencinin kafatasının üç yerinde ve burnunda kırıklar oluştu. Günlerce yoğun bakımda kalan öğrenci hala Üniversite hastanesinde tedavi görüyor. Gerçekleştirilen basın açıklamasında faşist saldırı kınanırken saldırılara karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yapıldı. Ali Aykul tarafından okunan açıklamada Tokat’ta yaşanan faşist saldırıların örnekleri hatırlatılarak saldırının ne ilk ne de son olacağı söylendi.


Kapitalizmde parayı veren düdüğü çalar!

Ün ive rs ite le r i de K oçla r, S a ba n cıl a r, Ağa oğlu la r yön ete c e k! Yeni YÖK Yasa Tasarısı her ne kadar gündemden düşmüş gibi görünse de hala sermayenin gündemleri içerisinde işlerliğini sürdürüyor. Eğitimi tam anlamı ile ticarileştirerek söz-yetki-karar hakkını tamamen sermayeye devreden bu yasa, bu haliyle üniversite bileşenlerinin birçoğunu hoşnut edemeyince rötuşlamalar da başladı. Sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillenen YÖK Yasa Tasarısı’nın son halini verme çabaları hala devam ediyor. Yasa Tasarısı ile, yıllarca uygulanmaya çalışılan ve kimi üniversitelerde de uygulamaya geçirilen Bologna süreci (eğitimin ticarileşme süreci) Türkiye’de de tam anlamıyla hayata geçirilmiş olacak. Tasarı üzerine konuşma yapanlar Batı’daki eğitimin örnek alınmasını söylüyorlar. Fakat bunu eğitimdeki dönüşümü ve ticarileşmeyi ele alarak ifade ediyorlar. Tayyip Erdoğan bir konuşmasında şöyle söyledi; “Şu anda Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde çalışıyor, ondan sonra bize gelecek. Bize geldikten sonra ekibimle onun üzerinde çalışma yapacağız. Biz, şimdi hem dünya ile entegre olalım diyoruz. Dünya ile entegre olacaksak Batı ne tür bir üniversite anlayışıyla çalışıyor, bunu görmemiz lazım. Allah rahmet etsin Sabancı ziyaretime gelmişti, benim de ilk dönemimdi. ‘Başbakanım 250 milyon dolar yatıracağım, rektörünü ben atayamayacağım, böyle bir şey olur mu?’ dedi. Şimdi ben bunu tartışamam, doğru. Buranın patronu benim, ama ben rektörünü atayamayacağım. Sonra rektörle mi okulu yöneteceğim? Amerika’da okulların, üniversitelerin yönetimini rektörler yapmaz, rektör akademik işlerle uğraşır. Yönetim başka bir şey, bu başka bir şey. Bunların hep gözden geçmesi lazım. Rektör bunlarla niye uğraşsın? Rektör gitsin akademik işlerle uğraşsın.” Bu sözler sermayenin bu tasarısından ne beklediğini ve nasıl bir üniversite yaratılacağını açıkça gözler önüne seriyor. Kısacası üniversiteler

bir avuç asalak sermaye patronu tarafından yönetilecek. Akademisyenlerin, öğrencilerin ve diğer üniversite bileşenlerinin söz hakları yok sayılırken, artık üniversitelerde parayı verenin düdüğü çalacağı bir sistem getirmenin peşinde olunduğu açık bir şekilde gözler önüne seriliyor. Sermayenin bir numaralı sözcüsü olan Tayyip Erdoğan bu yasanın sermaye için ve eğitimde dönüşüm açısından ne kadar gerekli olduğunu verdiği talimatlarla bir kez daha gözler önüne seriyor. AKP’li milletvekillerine dahi, “talimat verilmedikçe yasa hakkında kimse konuşmasın” diyerek, yasayı geçirmekte kararlı olduklarını söyleyen Erdoğan, yasanın geçmesi için ellerinden geleni yapacaklarını belirtmekten de geri durmuyor. Sağlıkta dönüşümde olduğu gibi eğitimde dönüşüm de sürece yayılarak devam ediyor. Bir anda tüm saldırıları gündemleştirmeyen sermaye, süreç içerisinde kendi dönüşümünü sağlamlaştırıyor. Birçok üniversitede açığa çıkan yolsuzluklara müdahale edilmek yerine, devlet okullarında böyle şeylerin olabileceğini, bunun üstesinden gelmenin yolunun üniversiteleri özele çevirmek olduğunu söyleyen Başbakan, YÖK Yasa tasarısı ile yolsuzlukların da üstünü örtmeye çalışıyor.

Yine işçi ve emekçi çocuklarını vuracak! Şu haliyle meclisin gündemine ne zaman geleceği ve ne zaman yasalaşacağı belli olmayan tasarı yine işçi ve emekçileri vuracak. Üniversite kapıları emekçi çocuklarının yüzlerine kapatılırken ‘herkes okumak zorunda değil’ naraları bir kez daha yükseltilmeye başlanacak. Tüm bu süreç işletilirken sokaktan güçlü bir tepki örgütlenememesi ve ortak bir tutum alınamaması ise AKP hükümetini bu süreci işletirken daha da pervasız bir hale getiriyor.

9


“Ücretsiz yemek yeme” eylemleri üzerine…

Ankara Üniversitesi’nde öğrenciler yemek ücretine gelen zamlarla başladı bahar dönemine. Öğrenciler bu zamlardan oldukça rahatsızdı. Zaten yağlı, sağlıksız yemekler getiriliyor, bir de soğuk olarak servis ediliyordu. Bunun yarattığı bir tepki sürekli olarak ama eyleme dökülmeden dile getiriliyordu. Yemek ücretine gelen zamlar da bu rahatsızlığı körükledi. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde örgütlü güçlerin bir araya gelmesiyle bu rahatsızlık eylemli Yemekhane eylemlerine bir sürece dönüştürülmeye çalışıldı. ara verildi İçerisinde Öğrenci Kolektifleri’nin, TKP’li Öğrenciler’in, Gençlik Muhalefeti’nin, İlerici Gençlik Eylemi örgütleyen bileşenlerin daralmasıyla Derneği’nin, SYK’nın da birlikte, kalan bileşen bir açıklama yayınladı. Ekim bulunduğu pek çok gençlik örgütü Gençliği, Kızıl Hareket, Söz Dergisi ve YDG bu konuya dair birkaç toplantı imzalarıyla yayınlanan açıklamada sürecin başından gerçekleştirdiler. Bu toplantıların beri yaşananlar anlatıldı. Açıklamada, üniversitenin sonucunda, öğrencilerin tepkisini sözünü verdiği komisyonun, eylemleri bitirmek için ölçmek için imza kampanyası yönetim tarafından bir adım olduğu teşhir edilerek örgütlenmesi ve meselenin birlikte şu ifadeler eyer verildi: “Üniversite yönetiminin, yeni tartışılması gerektiğinin altı bir yemek şirketiyle anlaştığını öğrendik. Yeni şirket çizilerek, kampüste bir forum ve üniversite yönetimi için de talepler hala yapılması kararı alındı. Bir hafta geçerlidir. Bu taleplerin savunulmasına devam boyunca yürütülen kampanyada edeceğiz. Yemekhane sorunu hepimizin sorunu 1500’ü aşkın imza toplandı. olduğu için, tüm öğrencileri de taleplerin daha fazla 5 Mart Salı günü yapılan dillendirilmesi ve kabul edilmesi için mücadeleye forumda neredeyse tüm gençlik çağırıyoruz.” örgütleri ve bağımsız öğrencilerin katılımıyla tartışmalar gerçekleştirildi. Bu forumda “boykot mu işgal mi” meselesi saatlerce tartışıldı. Kimi reformist

10

örgütlerin sürece gerici yaklaşımları ve kendilerini dayatan tutumları sonucu Ekim Gençliği, TÜMİGD ve Gençlik Derneği forumdan ayrıldı. Forumun sonucunda haftada bir gün dayanışma sofrası kurma kararı alındı. Bir sonraki gün Ekim Gençliği ve Gençlik Derneği ortak bir iradeyle tüm kurumlara bir kez daha çağrı yaparak daha etkili bir eylem biçimi gerçekleştirilmesi önerisini tekrarladılar. Forumda önerileri kabul edilen TKP’li Öğrenciler, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve SDH bu toplantıya katılmayacaklarını ifade ettiler. Emek Gençliği, SGD, SYK, İGD, Kaldıraç, Söz Dergisi ve DYG’nin karşılık verdiği çağrının ardından birliktelik oluşturuldu ve belirlenen talepler kabul edilene kadar ücretsiz yemek yeme kararı alındı. 11 Mart günü başlayan eylemler binlerce öğrencinin katılımıyla sürdü. Bu süreçte okul yönetimiyle birçok kez görüşmeler yapıldı. Yönetim taleplerin kabul edilmeyeceğini, işçi ve öğrencilerin suç işlediklerini ifade ederek geri adım atmadı. Eylemin dördüncü gününde okul yönetimi kampüse yemek gelmesini engelledi. Bunun üzerine öğrenciler kendi imkanları ve sendikaların desteğiyle ücretsiz yemek eylemlerine devam ettiler. Bir sonraki hafta başından itibaren şirket yemekleri göndermeye devam etti. Bu arada yemekhane eylemleri Ankara Üniversitesi’nin Tandoğan Kampüsü’ne de sıçradı. Üniversite yönetimi ücret dışındaki talepleri değerlendirecek bir komisyon kurulmasını kabul etti. Bu komisyonda öğrenciler ve akademisyenler de yer


alacaktı. Ancak yönetimin eylemleri bitirme yönündeki ısrarı kabul edilmeyince komisyon dağıtıldı. Okul yönetiminin bu konudaki samimiyetsizliği başından beri belliydi. Komisyon fikri eylemleri bitirmek için kullanılan bir manevraydı.

Bu süreçte alınan tutumlar... Kampüse yemek gelmediği günden itibaren Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve SDH sürece dahil olmak istediklerini belirttiler. Eylemi başından beri örgütleyen kurumlara “ücretsiz yemek yeme eylemi ortamı terörize eder” söylemiyle karşı çıkan reformistler, bu eylemlerden sonra okula yemeğin gelmediğini, artık yemek sorununun tüm öğrencilerin sorunu olduğunu, sürecin tıkandığını” söyleyerek katılmak istediler. Başından beri her ihtimal değerlendirilerek alınmış bir eylem kararıdır ücretsiz yemek yeme eylemi. İlk 3 gününde oldukça başarılı olmuş, sonraki günlerde okula yemeğin gelmemesi ve kitle çalışmasındaki düşüşlerle birlikte katılım da düşmüştür. Okula yemeğin gönderilmemesi ihtimali de değerlendirilmiş, öyle bir durumda sendikalardan destek isteme yoluna gidilmesi kararlaştırılmış, ihtiyaç duyulduğunda gidilmiştir ve süreç öngördüğümüz gibi de olmuştur. Bu süreçte Gençlik Muhalefeti de “biz sürece dahil olmuyoruz, süreç bizim öngördüğümüz şekilde gelişmiştir, boykota evrilmiştir” dedi. Ancak burada şunu sormak gerekiyor: Haftalarca süren eylemlerde kapıların kilitleri kırılarak içeri girilip, mutfakta yemekler hazırlanıp, yemekhanede öğrencilere sunuluyorsa; bu boykot mudur yoksa kısmi işgal midir? Ya da kim ne yaptığının bilincinde midir? Biz bu süreçte dar grupçu davranılamayacağını, ancak bizi ortamı terörize etmekle suçlayanların özeleştiri verdikleri takdirde dahil olabileceklerini belirttik. Sonrasında yemekhane eylemlerinin tüm öğrencilerin sorunu haline geldiğini belirterek ortaklaşmak istediklerini söyleyen Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti, SDH bileşene dahil oldular. Uzun süren ve gerginliğin had safhada olduğu toplantı sonucunda ortaklaşıldı, Ancak reformizmin uzlaşmacı etkisi daha ilk başından kendini gösterdi. Akademisyenlerin yemeklerini yemekhaneye taşıyarak ortaklaştırma fikrine Gençlik Muhalefeti “meşruluğu” tartışarak karşı çıkma yoluna gitti. Öğrencilere yemek gönderilmiyorken, üstelik nihai olarak ücretsiz yemek, ücretsiz barınma vb. talepleri savunuyorken, akademisyenler tarafından da “öğrencim açsa ben de yemiyorum” deniyorken ve onlar da bu konuda taraflaşmışken, bu durumda bile yapılan eylemin meşruluğunu tartışmak nasıl bir anlayışın ürünüdür merak ediyoruz doğrusu. Öte yandan sürecin başından beri birlikte hareket ettiğimiz Gençlik Derneği de “DevGençliler’in yemekhane işgali” gibi haberler yaparak eylemleri tekeline almaya çalışmıştır. Ancak bu konudaki eleştirilerimizin ardından haberi değiştireceklerini belirtmişlerdir. Ankara Gençlik Derneği, TÜM-İGD, Kaldıraç gibi örgütler, sol hareketteki dejenerasyonun, ciddiyetsizliğin ve ideolojik tutarsızlığın birçok örneklerini sergilemişlerdir. Toplantılara gönderdikleri temsilcilerin, her toplantıda farklı farklı tutumlar alması, bu dejenerasyonun, ideolojik

tutarsızlığın ve ciddiyetsizliğin somut yansıması olmuştur. YDG ise eylemlerin başında destekçi olmakla yetinirken sürecin hızlanmasıyla örgütleyiciler arasında yer almıştır. Biz ise forumdan ayrılarak hata yaptık. Forumda kalarak önerilerimizi tartıştırmamız ve ücretsiz yemek yeme eylemleri kararını forum iradesiyle almamız gerekiyordu. Bunun yanında yönetimle görüşmeler sırasında komisyon kurma kararının devrimcilerin de içinde bulunduğu pek çok örgüt tarafından bir kazanım olarak nitelendirilmesine karşı biz komisyona güvenilmemesi gerektiği yönündeki düşüncelerimizi belirtmemize rağmen toplamı ikna edemedik. Ancak bizim de etkimizle alınan kararların uygulanması için büyük bir çaba sarf ettik. Bu eylemleri yaparken kitle çalışmasının güçlendirilmesi noktasındaki eksiklikleri gidermekte yetersiz kaldık. Ankara Üniversitesi Ekim Gençliği

İTÜ’de rektörlük işgali

İTÜ’de Ağustos ayından itibaren onlarca araştırma görevlisi türlü gerekçelerle işten çıkarılmıştı. Önce YÖK’ün gönderdiği bir görüş yazısı, ardından ise Rektörlüğün koyduğu kimi kriterler gerekçe gösterilmiş ve asistan kıyımı sürmüştü. Yine rektörlüğün 33/a kadrosuna geçecek kadroları belirlemek için kurduğu değerlendirme kurulları, birçok asistanın 33/a’ya geçişini de engellemişti. İTÜ araştırma görevlileri 28 Mart günü de işten çıkarılanların geri dönmesi, özlük hakların gaspına son verilmesi ve 33/a kadrosuna geçişin önüne çıkarılan gayri hukuki kararların kaldırılması talepleriyle eylem yaptılar. Öğle saatlerinde rektörlük önünde biraraya gelen araştırma görevlileri Rektör Mehmet karaca ile görüşmek istedi ancak rektörün okulda olmadığı söylendi. Rektör yardımcısı ile ancak üç kişinin görüşebileceğinin söylenmesi üzerine asistanlar rektörlüğe girerek binayı işgal etti. Pankartlarını binaya asan asistanlar burada bir forum gerçekleştirdi. Öğrencilerin, asistanların ve hocaların söz aldığı forum Çav Bella’nın hep birlikte söylenmesi ile sürdü. Yaklaşık bir buçuk saat süren işgal, yapılan görüşmeler sonucu asistanlara Rektör Mehmet Karaca ile yüzyüze görüşme sözü verildi ve işgal noktalandı.

11


TÜİK verileriyle diplomalı işsizlik tablosu…

İnsanca bir yaşam için mücadeleden başka çıkar yol yok!

12

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçtiğimiz günlerde üniversiteden mezun olunan alanlara göre iş bulma oranlarını açıkladı. TÜİK’in yaptığı araştırma, resmi verilere göre diplomalı işsizlik gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu verilere göre; 2012 yılı rakamlarıyla, yüksekokul ve üniversite mezunlarının 600 bini işsiz. Bu kapsamdakilerin işsizlik oranı yüzde 10,1 düzeyinde. Üstelik bazı bölümlerde işsizlik oranları daha yüksek. “Mezun olunan alanlar itibariyle yapılan değerlendirmeye göre, işsizlik sorunun en fazla yaşandığı alan gazetecilik ve enformasyon. ‘İletişim çağı’ nitelendirmelerine rağmen bu alandaki yükseköğrenim kurumlarından mezun olanların 5’te 1’inden fazlası işsiz durumda. Gazetecilik ve enformasyon alanında 16 bin kişilik işgücüne karşılık 3 bin işsiz var. Bu alan, yüzde 22,1’lik işsizlik oranıyla yükseköğrenimde mezun olunan alanlar arasında en yüksek işsizlik oranında ilk sırada geliyor.” Diplomalı işsizlik sıralamasında ikinci sırada ise sanat bölümleri geliyor. “İşgücü içerisinde yükseköğrenimini sanatla ilgili alanlarda yapan 143 bin kişi bulunuyor. Bunların 30 bini ise iş arıyor. Sanatla ilgili alanların mezunları arasında işsizlik oranı ise yüzde 21 seviyesinde bulunuyor.” Resmi istatistiklere göre diplomalı işsizlik oranı ülke tarihinin en yüksek seviyesine ulaşırken, araştırmalar 600 bin üniversite mezunu işsizin her 5 işsizden birini oluşturduğunu gösteriyor. İstatistiklerin cinsiyetlere dağılımı ise oldukça dikkat çekici. Üniversite mezunu işsizler ordusunun 241 binini erkekler, 346 binini ise kadınlar meydana getiriyor. Bu tablo iyi bir gelecek ve iş hayalleriyle üniversiteye gelen binlerce gencin trajedisini yansıtıyor. Burjuva medyanın ikiyüzlüce dramatize ettiği “üniversite mezunu kapıcı” “üniversiteli inşaat işçisi” haberlerinin hiç de az rastlanır örnekler olmadığını doğruluyor. Hepimizin komşularımızdan, akrabalarımızdan, arkadaşlarımızdan vs. mutlaka tanık olduğu üzere bu ülkede üniversite mezunu binlerce işsiz sermaye düzeninin yedek işgücünü oluşturuyor. Yine üniversite mezunu binlerce kişi, asgari ücretle yaşamını idame ettirmeye çalışıyor. Öte yandan savaşa ve kolluk hizmetlerine ayrılan bütçe düşünüldüğünde “güvenlik hizmetlerine” ilişkin bölümlerin mezunları işsizlik sıkıntısı çekmiyor. “İşgücü içerisinde güvenlik hizmetlerinde yükseköğrenim yapan

126 bin kişi bulunuyor. Bunlar arasında işsizlerin oranı binle sınırlı. Güvenlik hizmetlerinde işsizlik oranı sadece yüzde 1. İşsizlik oranının güvenlik hizmetlerinde bu denli düşük olmasındaki en büyük etken polislik ve askerlikle ilgili yükseköğrenim kurumlarının bu kapsamda olmasında yatıyor.” On binlerce öğretmen açığının olduğu bir dönemde, yine on binlerce atanamayan öğretmenin olduğu bir ülkede, işsizliğin üniversite mezunlarını bile girdabına çektiği koşullarda; hak arama eylemlerine müdahalede zorluk çekmek istemeyen devlet böyle önlem alıyor. Tüm bunlarla birlikte ülkemizde kardeş Kürt halkına karşı on yıllardır yürütülen kirli savaş ve TC’nin emperyalist emelleri savaş-silah bütçesinin hayli yüksek ve istihdamın fazla olmasını doğrudan etkiliyor. Bu durum sermayenin yıllardır gündeminde olan ve parça parça hayata geçirdiği eğitimin pazara sunulması, ticarileştirilmesi tartışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde yerli yerine oturuyor. Gençliğe hiçbir gelecek vaat edemeyen kapitalist sistem üniversite sayılarını artırarak ve yeni bölümler açarak işsizlik sorununu 4-5 yıl erteliyor. Bu 4-5 yıl içerisinde eğitim pazarından kendi payına aktardıkları ise “kârı” oluyor. İşsizlik sorununu erteleyen sistem KPSS, ALES, ÜDS vs. gibi sınavlarla bitmek bilmeyen sınav yarışını ise körüklüyor. Öte yandan ücretli-sözleşmeli öğretmenlik, stajyer avukatlık vb. uygulamalarla da ucuz işgücü piyasasını oluşturuyor. Belirtmeliyiz ki, TÜİK hiçbir zaman gerçek rakamları vermez. Sermaye iktidarının güdümünde olan bu kurumun, gerçeği saptırdığı halde işsizlik oranının bu boyuta varması, kapitalizmin, emekçi kökenli gençliğin çoğunluğu için geleceksizlik dışında bir şey sunamayacağını gözler önüne seriyor. Aslında yıllardır tartıştığımız geleceksizlik, işsizlik vb. konuları bugün tüm somutluğuyla karşımızda duruyor. Üniversiteli işsizlik oranı ülke tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmışken, bizler üniversite öğrencileri olarak nasıl bir gelecek hayal ediyoruz? Elbette hayallerimiz bu düzenin sınırlarını aşıyor. İnsanca yaşayabileceğimiz, emeğimizin hakkını alabileceğimiz günlerin düşlerini kuruyoruz. Ancak daha yazının başlığında söylediğimiz gibi hayallerimizi gerçeğe dönüştürmek için mücadele etmekten başka çıkar yolumuz yoktur. Klişe bir ifadeyle; hele ki babamız fabrikatör değilse! Kaynaklar: * “Bu meslekler karın doyurmuyor”, Radikal * “Diplomalı işsiz sayısı ülke tarihinin en yüksek seviyesinde!”, Milliyet


Kâr hırsına ve iş cinayetine kurban

Kapitalizmde çocuk emeği; açlık, sefalet, yoğun sömürü ve ölümdür! Emek sömürüsü üzerine dayalı olan kapitalizmin üretim biçimindeki genişlemesiyle beraber erkek işçi ve emekçilerle birlikte kadın-çocuk emeği de ucuz emek gücü olarak fabrikalarda kullanılmaya başlandı. 19. yüzyılda fabrikada çalışan işçilerin %27’sini çocuk işçiler oluştururken birkaç yıl öncesinde yapılan araştırmalara göre dünyadaki çocuk işçi sayısı milyonlara ulaştı, ki bunların çoğunluğunu 14 yaş ve altındaki çocuklar oluşturuyor. Örneğin; Endenozya’daki NIKE fabrikasında çocuk işçilerin günlük 1 dolara çalıştırılması en dehşet verici örneklerden biridir. Ya da Hindistan’da yıllar öncesinde gece vardiyasında çalışan çocukların, işten kaçmasınlar diye kapıları kilitlenen fabrikada zehirlenerek ölmesi hala hafızalardadır. Türkiye de çocuk emeği sömürüsünde ilk sıralara adını yazdırmış, kendi hukuksuzluklarını ve katliamlarını son dönemde 4+4+4 ile yasalaştırmış bir ülkedir. Bu yasayla birlikte dinci- gericiliğin önünü açan sermaye devleti aynı zamanda çocuk emeğinin ucuz iş gücü olarak kullanılmasının da önünü açmıştır, ki asıl amaç budur. Ayrıca 16 yaşından küçüklerin ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan düzenleme TBMM’ye sunulan yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı ile yürürlükten kaldırılmış, çocuk işçi ölümlerine de davetiye hazırlanmıştı. İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi 2012 raporlarına göre yıl içerisinde 867 işçi iş cinayetlerine kurban gitmişti ve bunlardan 34’ü çocuktu. Yine geçtiğimiz yıl DİSK tarafından açıklanan bir veri dünya genelinde çocuk işçiliği ve Türkiye’deki durumunu gözler önüne sermişti. Buna göre, dünya genelinde 306 milyona ulaşan çocuk işçi sayısı Türkiye’de ise 1 milyona yaklaştı. DİSK-AR’ın çalışmasında, Türkiye’de 958 bin çocuk işçinin olduğuna vurgu yapılırken, çocuk işçiliği ile mücadelenin ivmesinin de giderek düştüğüne dikkat çekilmişti.

Ahmetler’in hesabı sorulacak! Geçen ay, Adana’da çalıştığı fabrikada iş cinayetine kurban giden Ahmet’in ölümü ilk çocuk işçi ölümü değildir. Ahmet’in ölümünün sorumlusu, evladını çalıştırmak zorunda kalan emekçi anne baba değil, ölümlere göz yuman sermaye devleti ve emeğin sömürüsüne dayalı olan sistemdir. Bunun bilincinde olarak hesap soracağız katillerden. Bugün göstermelik olarak Ahmet’in patronunun tutuklanması, çocuk işçi ölümlerini engellemeyecektir. Hukukun burjuvazinin çıkarlarına göre şekillendiğini, biçimlendiğini biliyoruz. Patronlar ve onların yasalarına göre oluşturulan yasalardan çözüm beklemek ancak boş teselliden öte bir şey değildir, olmayacaktır. Onların yasalarıydı çünkü işçileri, emekçileri, çocukları ölüme yollayan, insanlığı açlığa sefalete mahkum eden. Kölece yaşam koşullarında yaşatanlar, kapitalizmin ışığında onların yasalarıydı. Ölümlerin engellenmesi ancak ölümleri yaratan düzenin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. İşçi ve emekçilerin öncülüğünde gerçekleşecek olan sosyalist devrim, emek sömürüsüyle birlikte gelen açlığı, acıyı, sömürüyü, ölümleri de tarihin çöplüğüne yollayacaktır. İşçilerin, emekçilerin, yürekleri ellerinden büyük çocuk işçilerin, kısacası tüm insanlığın nihai kurtuluşu ancak devrim ve sosyalizmle gelecektir. Ve bizler de her işçi/çocuk işçi ölümünün kaza değil birer cinayet olduğunu ve kurtuluşun devrimde olduğunu haykırmaya devam edeceğiz. K. İmge

edilen bir “çocuk işçi” Ahmet...

Kaza değil, cinayet! Gökyüzünde tüm kızıllığıyla parlayacak güneş, Akacak ırmakları kayaları yararak. Ve patlayacak derin uykusundaki tomurcuk. Sen güleceksin... tutunacak, yaşama gözlerinde Çocuk umut... olan Yarını yaratacak Geçen ay bir çocuk “işçi” ölümü haberi düştü basına. 13 yaşındaki Ahmet’in haberiydi bu. Ahmet 13 yaşında 7. sınıfa giden ve okul harçlığını çıkarmak için çalışan çocuk işçilerden birisiydi. Babasının züccaciye dükkanı vardı ve iflas edene kadar onunla birlikte çalışıyordu. Babasının iflas etmesi üzerine Ahmet, Mobilyacılar Sitesi’nde plastik atölyesinde çalışmaya başladı. Herkes Ahmet’i çay getirip götüren, arada sırada temizlik yapan birisi olarak biliyordu. Ta ki ölene kadar... Emeğini küçük yaşta kâra kurban etmişti o da. Küçücük elleri bir makinenin başındaydı. Boyuna, bedenine, yüreğine büyük gelen makine onun elleri tarafından yönetiliyordu. Çünkü o haftalık 100 TL’ye çalışan bir işçiydi. Patrona karşı ucuz bir iş gücüydü. Emeğinin sömürüsü daha da acımasızlaşmıştı diğer işçilere göre, çünkü o çocuk işçiydi. Adana’da yoğundur bizim çocuk işçilerimiz. Çünkü hepsi ucuza çalıştırılır ve patronların kâr sağlamasında önemli bir rol oynarlar. Kimilerine metal sanayisinde rastlarız, kimilerine Büyüksaat’te ayakkabı dikerken. Kimilerini sabah servis beklerken görürüz, uykuya doymayan gözlerini ovarken. Kimilerini ayakkabı boyarken görürüz; güzel boyanmadığı düşünüldüğünde tokat yerken. Kimilerinin ise ellerini görürüz makine başlarında; ölüme kucak açarken. Ahmet’in ölümüne kaza demişti patronu utanmadan. Sözde yolda plakasını alamadıkları bir araba çarpıp kaçmıştı ona. Öyle getirmişlerdi hastaneye patron yalakası 2 kişi. Ancak umdukları gibi olmamış, doktorlar söylemişti trafik kazası olmadığını. Çalışanlar ise Ahmet Yıldız’ın çocukların büyük ilgi gösterdiği taso oyuncağı üretimi sırasında numune almak için eğildiği sırada pres makinesine sıkıştığını söyledi. Hoş kendi durdukları yer üzerinden diyemezlerdi “Ahmet’i biz öldürdük” diye. Söyleyemezlerdi “O ‘çocuk’ bizim en iyi işçimizdi. Pres makinesini çalıştırmak kalifiye ve para ister. Ahmet hem az ücrete çalışıyordu hem de bu işi yapmak zorundaydı. Hem sosyal hak gibi derdi yoktu. Çocuktu o, sigortayla işi olmazdı” diye. Evet yüreklerini kanla bileyenler, işçi kanlarıyla kendilerine saltanat yaratanlar, çarklarını işçi ve emekçilerin kanlarıyla döndürenler, masum çocukları pis işlerine alet edenler, cinayetlerine kaza diyecek kadar pervasızlaşabilirler. Onların derdi değildir Ahmet gibi onlarca, yüzlerce, binlerce çocuğun çalışması. Onların derdi değildir bu çocukların hayatlarının çalınması, ölüme yollanması. Dert etmezler onlar ve onlar gibiler kendilerine, oyunlarla büyümesi gereken yaşta olan çocukların ellerinde yağ, pas, kir bulunması. İstenildiği kadar aksın zehir akan dillerinden “kaza” sözcükleri. Bizler Ahmet’in ölümünün kaza değil bir “cinayet!” olduğunu haykırmaya devam edeceğiz! Adana’dan genç bir komünist

13


Suriye’de savaş rüzgarları daha da sertleşiyor... 15 yaşlarındaki küçücük yürekler cehennemi yaşıyorlar, yitip giden on binlerce yüreğin arasında... Topraklarına, gelir kaynaklarına, pazarlarına hakim olmak için atılan bombaların arasında yaşam savaşı veriyorlar. İki yıldır böyle, iki yıldır Suriye yangın yeri... Yaşamlarının biraz iyileştirilmesi için demokratik taleplerle yola çıkan emekçilerin, gerici-işbirlikçi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) yönlendirmesiyle gerici Baas rejimi arasındaki iktidar savaşının bir parçası haline gelmesine tanıklık ediyoruz iki yıldır. Emperyalistlerin buna uluslararası destek arayışına girmesiyle birlikte savaş farklı bir boyuta taşınmış oldu.

Savaş emperyalistler tarafından tırmandırılıyor “Demokratik taleplerle başlayan kitle hareketinin gerici muhalefet eliyle hedefinden saptırılması ve iktidar savaşının bir aracı haline dönüştürülmesi, halkın Baas yönetimine verdiği desteği artırdı.” Bu durumla birlikte ÖSO ve gerici çeteler yönetime karşı saldırılarını daha da artırdı. Ancak üstünlük şuan hala mevcut yönetimin elinde bulunuyor. Bu üstünlük elbette bazılarını rahatsız ediyor. Emperyalist devletler on binlerin öldüğü savaşı durdurmayı düşünmüyor, aksine kendi çıkarları için alabildiğine tırmandırıyor. “Suriye devrimci ve muhalif güçler koalisyonu” adlı ABD güdümündeki gerici yapılanma saldırılarını yoğunlaştırıyor. Muhalefetin bu saldırıları, yönetimin karşı saldırılarını da beraberinde getiriyor. Hal böyleyken, gerici muhalefetin daha fazla güçlenmesini sağlamaya çalışıyorlar. Daha doğrusu emperyalistler böyle düşünüyor. ABD ve AB’nin başını çektiği emperyalist

güçlerin “halkların Esad tarafından öldürülmesini engellemek amacıyla” Suriye’ye ağır silah takviyesi yapma gerekliliğini başka ne açıklayabilir ki? Türkiye-Katar-Suudi Arabistan yönetimlerinin ise bu savaşın başından beri bir taraf olduğu biliniyor. Bu üçlü Esad’a öyle bir kin duyuyor ki, Esad karşıtı, emperyalist destekli gerici muhalefeti ne pahasına olursa olsun destekliyorlar. Gerici muhalefetin geldiği nokta onları tedirgin etmiş olacak ki, önlem alma gereği duydular. Mevcut yönetimin devrilmesi için gerici muhalefete mali, askeri, siyasi her türlü yardımı yapacaklarını duyurdular, yaptıkları görüşmeler sonrasında. Bu yardımı yaptıran, yukarıda da belirtildiği üzere emperyalist destekli gericilerin, mevcut yönetim karşısında yaklaşık iki yıldır herhangi bir üstünlük kazanamamış olmasıdır. Gerici muhalefet güçlü bir şekilde ilerlemezse, biliyorlar ki hayalleri gerçekleşmeyecek, planları tutmayacak. Olayların seyri, sefil çıkarlarına aykırı yönde ilerleyecek. İşte bu yüzden bir yandan çeteleri silahlandırıp yıkıcı savaşı körüklüyor, öte yandan gözü Ortadoğu’da olan tüm emperyalistlerle işbirliği yapıyorlar. Her seferinde “Suriye halkının zarar görmemesi” söylemlerinin iğrenç bir yalandan ibaret olduğu ise, aldıkları her kararla bir kez daha su yüzüne çıkmış oluyor. Silahlı çetelere askeri, mali, siyasi, diplomatik destek kararları... Ağır silahların Suriye’ye sevk edilmesi gerektiği söylemleri... “Suriye halkının ölmesini istemiyoruz” türünden iğrenç yalanların tekrarlanıp durması... Hiçbir şey orada yaşayan halkların kurşun sesleri arasında, bombalar patlarken yaşam savaşı verdikleri ve bunun nedeninin emperyalist çıkarlar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu yalan söylemler havada uçuşurken iki ateş arasında cehennemi yaşayan Suriye halkları, bu savaşın en ağır bedelini ödemeye devam ediyorlar. Emperyalistlerin güdümündeki muhalefete silah sevk ederek savaşı körükleyenler, Suriye’de akan kandan birinci derecede sorumludurlar…

İzmir Ekim Gençliği’nin imzaya açtığı beyanname...

Gençlik söz veriyor: Teslim olmayacağız, geçit vermeyeceğiz! ı savaş, yıkım, açlık ve yoksulluğa sürüklediği, doğayı Krizler içerisinde debelenen emperyalist-kapitalist sistemin, tüm insanlığ ı bir dünyada; tahrip ettiği, insanı insan yapan her türlü ilke ve değeri yozlaştırmaya çalıştığ , baskı ve zorbalıkla demokratik hak ve tirildiği köleleş nın yaşamı nin Azgın ve sınırsız bir sömürü ile milyonlarca emekçi ara atıldığı, başta Kürt halkı ve aleviler olmak üzere, özgürlüklerin kısıtlanıp binlerce devrimci, aydın, öğrenci ve emekçinin zindanl inkar edildiği, topraklarında Amerikan askerlerin cirit farklı ulusal-etnik köken ve dine mensup olan insanların yıllarca yok sayılıp halklara karşı emperyalizm emrinde bir savaş üssü haline attığı, NATO üstlerinin kurulup, Patriot füzelerinin konuşlandırıldığı, komşu getirilen bu ülkedeki gençlerden biri olarak: karşısında duracağıma, Bu ülkeyi yönetenlerin aksine emperyalizmin savaş ve saldırı politikalarının iğini ve özgür-eşit birlikteliğini savunacağıma, Her türlü ulusal, etnik, dinsel baskı ve ayrımcılığa karşı çıkıp, halkların kardeşl me ve uygulamalara geçit vermeyeceğime, Okullarımızı ticarethane, bizleri müşteri haline getirmeye çalışan düzenle kurtarma, zengin olma hayallerinde değil, Kurtuluşumuzu bize nimet olarak sunulan mesleki kariyerlerde, kendini inde aç yatılmayan” sınıfsız sömürüsüz; barışın özgürlük İşçi sınıfı ve emekçilerle birlikte “gündüzlerinde sömürülmeyen, geceler ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir dünya için mücadelede arayacağıma, ına asla teslim olmayacağıma, Bu sömürü düzeninin bize ve emekçi halklarımıza dayattığı kendi yoz karanlığ Tüm dünya halkları önünde söz veriyorum.

14


İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü...

1 Mayıs kızıldır, kızıl kalacak! 1 Mayıs ‘77 Taksim Kapitalizmin gelişme dönemindeki azgın baskı ve sömürü, düşük ücretler ve günde 14-18 saati bulan uzun çalışma saatleri, “8 saatlik işgünü” talebinin, dünyada işçi sınıfının en önemli istemlerinden biri olarak ortaya çıkmasına yolaçtı. 1884 yılında Şikago’da toplanan Amerika İşçi Konfederasyonu ve Uluslararası İşçiler Birliği 8 saatlik işgünü talebi için mücadele etme kararı alırlar. Buna göre, iki yıl sonra 1 Mayıs 1886’da 8 saatlik işgünü için genel greve gidilecek, miting ve gösteriler yapılacaktır. 1886 yılında ABD’nin Baltimore kentinde toplanan İşçi Sendikaları Kongresi, 8 saatlik işgünün yasaya bağlanması konusunda kongre kararı alır. Ancak bu talep reddedilir. Artık bu talep Amerikan işçi sınıfının ortak talebi haline gelmiştir ve can bedeli bir mücadele ile bu hak burjuvaziden zorla koparılıp alınacaktır. 1 Mayıs 1886 günü Amerika çapında yüzbinlerce işçi 8 saatlik işgünü talebiyle alanlara çıkar. Hemen tüm sanayi merkezlerinde, New York, Philadelphia, Şikago, Loiseville ve Baltimore’de 200 bini aşkın işçi genel greve gider. Şikago’da yürüyüşe geçen 80 bin işçi miting ve gösterilerde 8 saatlik iş günü talebini yükseltir. Genel grev ve eylemlerin daha da yaygınlaşmasından korkan burjuvazi, silahlı resmi güçlerinin yanısıra ajan-provakatörlerle saldırıya geçer. 3 Mayıs günü bir fabrika önünde toplanan işçiler greve katılmayan işçilere çağrı yaparken, üzerlerine ateş açılır ve bir işçi öldürülür. İşçiler bu kanlı saldırıyı protesto etmek için miting kararı alırlar. 4 Mayıs’ta işçiler daha güçlü bir protesto gösterisi düzenlerler. Mitingin bitmesine yakın birkaç yüz polis miting alanına girer. Hemen ardından nereden geldiği belli olmayan bir bomba polislerin bulunduğu yere düşer ve işçiler kurşun yağmuruna tutulurlar. 4 işçi, 7 polis ölür ve çok sayıda işçi yaralanır. 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçi tutuklanır. 1.5 yıl süren göstermelik yargılamalar sonucu, çok sayıda işçiye ağır cezalar verilir. Albert Persons, Adolph Fisher, George Engel, August Spiers isimli dört devrimci işçi ise idama mahkum olur. Baskı, terör ve idamlarla gelişen hareketi durdurabileceğini düşünen burjuvazi yanılmıştır. Burjuvaziye en net cevap darağacına gözlerini kırpmadan giden işçi önderlerinden gelir. 11 Kasım 1887’de idam sehpasına çıkan August Spies“mezarda sessizliğimiz hayatta konuşmalarımızdan daha etkili olacaktır” diye haykırır. Gerçekten de bu baskılar ve idam kararları tepkilere, uluslararası dayanışma ve mücadelenin gelişmesine yol açar. Öldürerek susturabileceği sanılan o ses kulaktan kulağa yayılarak çoğalır. Ve idam edilen dört ABD’li işçi tüm dünya işçileri için direnişin sembolü haline gelirler. Üç yıl sonra, 14-21 Temmuz 1889’da toplanan 2. Enternasyonal I. Kongresi, 1 Mayıs 1890’da tüm ülkelerde gösteriler yapılmasını kararlaştırdı. Birçok ülkede 8 saatlik işgünü ve katledilen işçiler anısına görkemli gösteriler düzenlendi. Bunun üzerine Brüksel’de toplanan 2. Enternasyonal II. Kongresi 1 Mayıslar’ın gelenekselleştirilmesini kararlaştırdı.

Böylesine zorlu ve can bedeli bir mücadelenin sonucu olan 1 Mayıs tüm dünya işçilerinin bir sınıf olarak burjuvaziye karşı kazandığı bir mevzidir. O günden bu güne, toplumun iki düşman sınıfının, ezen ve ezilenlerin, burjuvazi ve proletaryanın karşı karşıya geldiği, sınıf savaşımının “canlı ve tarihsel” bir parçası oldu. *** 1 Mayıs Türkiye’de de 1900’lü yılların başlarında alanlarda bir mücadele günü olarak kutlanmaya başlar. 1921 yılından itibaren özellikle iş bırakmalar ve yaygın kitlesel eylemlere sahne olur 1 Mayıslar. 1921’de, işgal koşullarına rağmen, önceki yıllara göre daha güçlü gösteriler düzenlenir. Vapur, tramvay ve tersane işçileri 1 Mayıs’ta greve giderek, mavi işçi gömleği ve kırmızı boyun bağı ile gösterilere katılırlar. 1922 1 Mayıs’ında işçiler İstanbul’da Enternasyonali söyleyerek yürüyüş yaparlar ve bildiri dağıtırlar. 4 Mart 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde işçi delegasyonu 8 saatlik işgünü ve 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanması taleplerini kabul ettirirler. Ancak tüm bu kararlar kağıt üzerinde kalır. 1923 yılında 1 Mayıs, birçok işçi ve aydının tutuklanması sonucu İstanbul’da kutlanamaz. Bu baskı ve terör ortamına rağmen 1 Mayıs Ankara’da mürettipler, askeri fabrika ve şimendifer işçileri tarafından kutlanır. İşçilerin 1 Mayıs’ı bu sahiplenişleri burjuvaziyi tedirgin eder. 27 Mayıs 1925’de hükümet özel bir kararname çıkararak 1 Mayıs gösterilerini yasaklar. Burjuvazi bir taraftan 1 Mayıs gösterilerini yasadışı ilan edip emekçi kitleler üzerinde terör estirirken, diğer taraftan da 1 Mayıs’ın sınıfsal içeriğini yoketmeye, onu “bahar bayramı” haline getirmeye çalışır. Mayıs’ın içini boşaltmaya dönük tüm bu çabalar sonuç vermez ve 1 Mayıs’lar sınıfsal özü daha da öne çıkartılarak kutlanılmaya devam edilir. 60-70’li yıllarda yasaklamalara ve baskılara rağmen 1 Mayıs kutlamaları devam eder. 1976 yılında ilk merkezi ve kitlesel 1 Mayıs gösterisi Taksim’de gerçekleşir. Bir yıl sonra, 1977’de, 500 bini aşkın işçi kitlesi Taksim’i zapteder. Ama sermayenin kolluk güçleri 1 Mayıs’ı kana bular ve 36 emekçiyi katleder. Devletin bu provakasyonu da 1 Mayıs kutlamalarını engelleyemez. Ertesi yıl (1978) Taksim 1 Mayıs Alanı’nı yine yüzbinlerce işçi doldurur. Üstelik bu yıl 1 Mayıs Türkiye’nin dört bir tarafında kitlesel gösterilere sahne olur. 12 Eylül darbecilerinin ilk işi 1 Mayıs’ı yasaklamak olur. 1988 sonrası 1 Mayıs’lar, iş bırakmalara ve direnişlere sahne olur. 1989 1 Mayıs’ında M. Akif Dalcı 1 Mayıs şehitlerine katılır. 90’lı yılların ikinci yarısında izinli 1 Mayıs’lar gerçekleşir. 90’lı yılların en kitlesel 1 Mayıs’ları ise ‘95 ve ‘96’da yaşanır. ‘96 1 Mayıs’ı yine kanlı bir katliama sahne olur ve 4 emekçi şehit olur. Ağır bedeller ödenerek kazanılmış ve mücadelelerle gelişmiş 1 Mayıs, işçi sınıfı ve burjuvazinin karşı karşıya geldiği bir mücadele günüdür. 1 Mayıslar’a kızıllığını veren onun bu tarihidir. İşçi sınıfının “gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan ekmek, gül ve hürriyet...” günlerine olan özleminin bir ifadesi olan 1 Mayıslar kızıldır, kızıl kalacaktır!

15


AKP’nin yeni anayasa hayalleri...

Katmerli kölelik, baskı ve geleceksizlik dayatmasına karşı mücadeleye!

16

Hukuk, toplumsal düzeni sağlamak amacıyla ortaya çıkan kurallar bütününü oluşturmaktadır. Bu kurallar ilk olarak örf, adet vb. gibi yazısız ortaya çıkmıştır. Uyulmamasının yaptırımı genelde toplumdan dışlanmak olan kurallardır bunlar. Sonradan yöneticilerin yazısız olan kuralları maniple etmelerinden kaynaklı ve toplum açısından yapılan hareketlerin suç teşkil edip etmeyeceği belirsiz olduğundan bu kurallar yazılı hale getirilmeye başlanmıştır. Elbette ki bu kurallar toplumun refahını, huzurunu sağlamamaktadır. Ancak bireylerin yaptıkları fiillerin sonucunun ne olduğunu önceden bilmelerini sağlamaktadır. Yazılı hukukun yaratılmasındaki amaçlardan birisi de dönemin yöneticilerinin keyfiyetini engellemektir. Ancak yöneticilerin belli bir süre sonra bu kurallara uymadığı ve yaptırıma tabi olmadıkları bilinmektedir. Yani yazılı hukuk kuralları yöneticilere değil, halka uygulanan kurallar halindedirler. Krallar kurallara uymak bir yana dursun, keyfi uygulamalara gitmekteydiler. Özellikle toplumsal düzenin çürüme evrelerinde bu keyfiyet öyle boyutlara varmıştır ki çoğu durumda halk ayaklanmalarına yol açmıştır. Bu tür ayaklanmaların büyük bölümünde kralın keyfiyetinin engellenmesi amaçlanmaktaydı.

Nitekim bu ayaklanmalar sayesindedir ki kralı veya yöneticileri de bağlayan kurallar konulabilmiştir. Yönetici sınıflar da dahil toplumun geneli için bağlayıcı olan yasaların ilk örneklerini 1215 Magna Carta Libertatum ve Fransız İhtilali sonrasında hazırlanan beyanname oluşturuyor. Bu örneklerden de yola çıkarak kısaca anayasayı tanımlayacak olursak; bir devletteki hukuk kurallarının en üst basamağında yer alan, diğer hukuk kurallarının dayanak noktasını oluşturan ve devletin temel şekillenişini ortaya koyan kurallar bütünüdür. Anayasal hareketler açısından Türkiye’ye dönecek olursak... Türkiye topraklarında ilk anayasa örnekleri Osmanlı ile başlamaktadır. Osmanlı’da 1808 Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile başlayan süreç 1876 Kanun-u Esasi ile sonlanmıştır. Kanun-u Esasi ilk anayasadır. Tarihsel önemi açısından meşruti monarşiye geçisin göstergesidir. Daha sonra tarihsel olarak sıralarsak 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları yürürlüğe girmiştir. Çeşitli değişikliklere gidilmiş olsa da hala 1982 Anayasası yürürlüktedir. Bu anayasaları tek tek içerikleri üzerinden ele almayacağız. Ancak 1921 Anayasası önemli bir


noktada durmaktadır. Bu anayasa ve daha sonraki anayasal gelişmeleri iyi anlamak için bu konuyu biraz açmak yararlı olacaktır. 1921 Anayasası; devlet başkanlığı makamı yaratmıştır ve “meclis hükümeti”ni kurmuştur. “Meclis hükümeti” sisteminin niteliği kuvvetler ilişkisi üzerinden anlaşılabilir. Klasik anayasa hukuku, hükümet sistemlerini sınıflandırırken kuvvetler ayrılığı, daha doğrusu yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbiriyle olan ilişkilerini kriter olarak kabul etmektedir. Buna göre yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı organda toplandığı rejimler “kuvvetler birliği” rejimleri, bu kuvvetlerin ayrı ayrı organlara tevdi edildiği sistemler de “kuvvetler ayrılığı” sistemleri olarak adlandırılmaktadır. Kuvvetler birliği, yani yasama ve yürütme kuvvetlerinin yürütme organında birleşmesi mutlak monarşilerde ve diktatörlüklerde söz konusu olur. Bu iki kuvvetin yasama organında birleşmesine ise meclis hükümeti adı verilmektedir. Kuvvetler ayrılığı rejimleri de gene ikiye ayrılır. Yasama ve yürütme erklerinin birbirinden kesin olarak ayrıldığı sistemlere “başkanlık hükümeti”, bu erklerin yumuşak ve dengeli biçimde ayrıldığı sistemlere de “parlamenter rejim” adı verilmektedir. Başkanlık hükümeti sisteminde, gerek yasama organı gerekse yürütme organının başı olan başkan doğrudan doğruya halk tarafından seçilir. Yürütme organı başkana bağlıdır. Bu sistemde ne yürütme yasamanın ne de yasama yürütmenin hukuki varlığına son verebilir. Yukarıdaki bilgiler doğrultusunda 1921 Anayasası’ndaki meclis hükümeti sistemi 1924 Anayasası’yla değiştirilerek meclis hükümeti ile parlamenter rejim arasında karma bir sistem kurulduğu söylenebilir. 1924 Anayasası’nı 1961 ve 1982 anayasaları takip etmiştir. Konumuzla ilişkili olarak bu iki anayasadaki farklardan biri şudur: ’61 Anayasası’nda yasama organı, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olarak ikiye ayrılmıştır. Yani iki meclis vardır. Günümüzdeki yeni anayasa tartışmalarına gelecek olursak... ’82 Anayasası neredeyse çıktığı gönden bu yana değiştirilmesi gerektiği yönündeki tartışmaları beraberinde getirmiştir. Çeşitli maddeleri değişmiş olsa da özüne dokunulmamıştır. ’82 Anayasası’nın değiştirilmesine dair somut adımlar atılmasına yaklaşık 7 yıl önce başlanmıştır. AKP kendi partililerinin ve Anayasa Hukuku profesörlerinin katılımıyla bir anayasa hazırladığını duyurmuş, fakat o dönem yükselen tepkiler üzerine daha yayınlamadan geri çekmişti. Ancak yükselen bu tepkiler anayasanın “demokratikliği” veya “ilericiliği” üzerinden değil de anayasanın “AKP Anayasası” olmasından kaynaklıydı. Yükselen tepkiler üzerine AKP geri adım atmış olmasına rağmen yeni bir anayasa yazma hayalinden vazgeçmemişti. Nitekim seçim dönemleri başta olmak üzere zaman zaman bu hayalini dillendirmiş ve en son adımı da TBMM’de bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu oluşturarak atmıştır. Bu komisyon mecliste grubu olan partilerin (AKP, MHP, CHP ve BDP) milletvekillerinin katılımından oluşmakta ve yeni anayasa hazırlama görevini icra etmektedir. Ancak halihazırda bu komisyonun bir işlerliği yoktur. Göstermelik olarak ara sıra açıklamalar yapsa da bu komisyonun yeni anayasada neler yer alacağına

dair net bir açıklaması mevcut değildir. Zaten bu komisyondan bir beklenti de yoktur. Tayyip en son anayasa tartışmalarında; ister komisyonla ister komisyonsuz bu anayasayı çıkaracaklarını belirtmiştir. Son açıklamalar ve yıllardır süren tartışmalar ışığında iktidar partisi yeni bir anayasa yapmayı amaçlamakta ve bunun için çeşitli gündemlerle bu tartışmaları sıcak tutmaktadır. Bir gün vatandaşlık tanımını tartışırken ertesi gün başkanlık sistemi tartışması açıyor. Bununla birlikte bugünkü anayasa tartışmaları salt AKP’nin kendi anayasasını yapma ihtiyacından çıkmıyor. Tartışmaların temelinde düzenin yeni bir anayasa beklentisi vardır. Güya “özgürlükçü” bir anayasa bekleniyor ama buradaki “özgürlükçülük” siyasal haklar alanını değil, sermayenin ekonomik özgürlüğünü ifade ediyor. Bir başka deyişle yeni anayasa, sermayenin daha rahat hareket edebilmesi ve düzenin koruma mekanizmalarını sağlama almak içindir. Öte yandan anayasaya umutlar bağlayanlar arasında, ülkenin anayasa sayesinde demokratikleşeceğini bekleyenler sol kesimler de mevcut. Türkiye solunun reformist kesimi elbette ki kendi cephesinden bu beklentiyi gerçekçi buluyor. Çünkü düzenin yasal icazet alanına sıkışmış olanların, demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi parlamenter yolla sağlayabileceklerini düşünenlerin, anayasaya da böyle umutlar yüklemeleri son derece olağandır. Ancak biliyoruz ki sermaye devleti, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençliğin lehine olan hakları kendiliğinden vermemiştir. Hakların hepsi mücadele edilerek kazanılmıştır, uğrunda bedeller ödenmiş/ödetilmiştir. Bu sebeple birilerinin yazacağı anayasa ile bize kimse özgürlük bahşetmez. Nitekim sürmekte olan uygulamalar yazılacak anayasanın kime hizmet edeceğini ve nasıl olacağını ortaya koymaktadır. Halihazırda yürürlükte olan CMK, TCK, TMK, PVSK gibi faşizan yasal mevzuat, yazılacak yeni anayasanın da referansını oluşturmaktadır. Bütün bunları bir yana bıraksak bile, diyelim ki anayasaya bir takım demokratik düzenlemeler yazılsa ne olur? Sermaye devleti bugüne kadar kağıt üzerine yazdığı hakların ne kadarını kullandırıyor veya bizzat kendisi yasalara ne kadar uyuyor? Mücadeleyle kazanılmamış olan herhangi bir hak, gerçek yaşamda genelde kullandırılmaz ve kağıt üzerinde kuru cümleler olarak kalma akıbetinden kurtulmaz. Bugün sendikalaşmak anayasal bir hak olmasına rağmen sendikaya üye olan işçiler neden işten atılıyor? Bugün basın açıklamasına katılmak düşünce özgürlüğü kapsamında anayasal bir hak olmasına rağmen, katıldığı basın açıklamaları gösterilerek neden insanlar cezaevlerine yollanıyor? Bugün yaşam hakkı anayasal bir hak olmasına rağmen, neden sokak ortasında polis tarafından devrimciler katledilmekte ve buna göz yumulmaktadır? Sonuç olarak anayasada işçilere, emekçilere, gençliğe haklar verilse de uygulanmayacağını biliyoruz. Bu sebeple anayasadan da bir beklenti içerisine girmiyoruz. Bizim bildiğimiz bir şey varsa o da hak verilmez alınır. Eğer bir anayasa yazılacaksa da, bu anayasa sokakta sınıf mücadelesiyle işçi ve emekçiler tarafından yazılacaktır.

17


Devrime hazırlığın çağrısı:

Devrimcileşmek! Devrimci bir örgütün saflarında mücadele etmek, boyutu ne olursa olsun mücadeleye katkı sunmak parti ve devrim davasına inancı, güveni, fedakârlığı gerektirir. Düzenin insani ilişkileri yozlaştırdığı, karşılıklı çıkar ilişkine çevirdiği ve güvensizliği körüklediği bir dönemde devrimcilerin birbirine kenetlenmesinin önkoşulu sağlam bir bilinç ve iradedir. Sömürünün, zulmün karşısında başka bir dünya yaratmak hedefi ile örgütlü mücadeleye katılan insanların içinde yetiştikleri toplumun, kültürün önyargılarından, alışkanlıklarından sıyrılmaları zaman alabilir. Ancak burada belirleyici olan kişilerin samimiyeti ve değişme iradesini gösterebilmeleridir. Partinin üzerine düşen görev ise saflarımızda mücadele eden her bir yoldaşımızın gelişimini takip etmek ve yapıcı müdahaleleri gerçekleştirebilmektir.

“Yoldaşlık, üzerine gelen kurşunları paylaşmaktır!” Bu düzen insanlara bencilliği, yabancılaşmayı, yozlaşmayı dayatmaktadır. Örgütlü mücadeleye katılan bir insan, dolayısıyla tüm bunları reddetmiş demektir. Zira komünist ve devrimci temellerde inşa edilmiş bir örgüt yoldaşlık ilişkileri üzerinden şekillenmekte, aynı zamanda iş bölümü ve kolektif yaşamın gerekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmektedir. Tüm bu ilişkiler örgütlü bir militanın hata, zaaf ve eksikliklerinden arınmasında belirleyicidir. Partinin kültürü ve değerleri etrafında kenetlenmek ve iktidar hedefine kilitlenmek; gündelik gerginlikleri, sorumsuzlukları, bencillikleri derhal terk etmek anlamına gelir. Aksi takdirde devrimcileşmeye direnen unsurların parti ve devrim davasına zarar vermesi kaçınılmazdır. “Parti okulunda yoldaşça güven, yoldaşça eleştiri ve denetim, yoldaşça yardım, yoldaşça sevgi, yoldaşça paylaşım, belirlenmiş kolektif mücadele, komünist moral değerlerin gelişip güçlenmesinin vazgeçilmez koşuludur. Emperyalist burjuvazinin bütün saldırılarını geri püskürtmek, kızıl bayrağımızı yükseltmek, komünizme yabancı olan bireyci tüm ilişkileri reddetmekten geçer.” * Marksist-Leninist ideolojiyi içselleştirebilmek, devrimci kimliği özümsemek ve yukarıda sıralanan özellikleri gündelik yaşamda pratiğe dökebilmek devrimci kolektif yaşamın zeminidir. Aynı dünya görüşünü paylaşan ve aynı düşünceler uğruna savaşan insanların “yoldaşlık” bilinci ile yaşamlarını da paylaşmaları kaçınılmazdır. Çünkü bu yan yana gelişte “gönüllülük” esastır. Örgütlü mücadeleye atılan ilk adım bu gönüllülüğün sonucudur. O halde kavganın ve yaşamın örgütlenmesinde ihtiyacımız olan da bu ruh halidir. “Burjuva örgütlerde insanların bir araya geliş nedeni bireysel çıkarlarıdır. Bireysel çıkarın amaçlaştırıldığı ilişki biçiminde, dedikodu, iftira, komploculuk, yalancılık, çirkeflik vb. her tür ahlaksızlığa rastlamak mümkündür. Bireysel çıkar üzerine kurulu burjuva ilişki biçimlerinde sevgiye yer olamayacağı da gayet açıktır. Oysa ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!’ şiarı etrafında koskoca bir dünyayı değiştirmek için bir araya gelmiş komünistler, sermaye iktidarına karşı yürüttükleri mücadelede bireysel çıkar gözetmezler. Bundan dolayıdır ki, komünist militanlar arasındaki sevgi ve sadakat duyguları sürekli yaşayan duygulardır.”**

18

Eleştiri-özeleştiri geliştirir! Yoldaşlarımıza duyduğumuz sevgi ve güven geliştirici olmak zorundadır. Bu nedenle eleştiri-özeleştiri silahı tereddüt etmeden kullanılmalıdır. Ancak günlük yaşamda ortaya çıkan aksaklıkların bireysel gerginliklere neden olmaması için bu silahın doğru tarzda kullanılması gerekir. “Yoldaşlara güven ile yoldaşça eleştiri ve denetim birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak, yoldaşlara dönük içi boş bir güvenle, yoldaşların kendi başına hareket etmesine neden olmak veya eleştiri ve denetim adı altında güvensizce yaklaşmak son derece tehlikeli iki eğilimi yansıtır. Komünistlerin birbirine güvenmesi, birbirlerini eleştirmeyen ve denetlemeyen bir eğilimin zemini olarak algılanamaz. Eleştiri ve denetime ihtiyaç duyulmayan bir parti yaşamı, hiç hata yapmayan programlanmış robotlar için geçerli olabilir ancak. Hata ve zaafların devrimci bir tarzda aşılmasının biricik yolu olan eleştiriden hiçbir yoldaşımızı yoksun bırakmaya hakkımız yoktur.”*** Öte yandan haklı ve yapıcı bir eleştirinin tahammülsüzlükle karşılanması ve özeleştiriden yoksunluk da kabul edilemez. Samimi bir devrimci açısından kendisine yönelen her eleştiri eksikliklerinin üzerine gidebilmesi için bir imkân olarak algılanmalıdır.

Gelişerek, güçlenerek partili kimliği kuşanalım! Hareketimiz 25 yıllık tarihi boyunca devrimci kültür ve değerler bütünü yaratmıştır. İdeolojik üstünlüğüyle olduğu kadar bu konuda da sol hareketten ayrılan komünist hareketimiz düşmanın ağır saldırılarının altından dahi bu özelliğiyle kalkabilmiştir. Habip ve Ümit yoldaşların şanlı Ulucanlar direnişinde ortaya koydukları pratik ya da Alaattin’in yanındaki genç yoldaşı çatışma çemberinden çıkarabilmek için ölüme yürüyüşü partinin ileri kadroları üzerinden meselenin ne derece içselleştirildiğinin örneğidir. Sınıfı ve her şeyden önemlisi sınıfın devrimci öncüsünü devrime hazırlamak sorumluluğu omuzlarımızdayken, her birimizin partinin tarihinden ve şehit yoldaşlarımızın yaşamlarından öğrenmemiz gerekiyor. Özellikle biz genç komünistler zaaf ve eksikliklerimizin üzerine kararlılıkla gitmeli, ideolojik zayıflıklarımızın yanında bu alanda da partiyle aramızdaki açıyı kapatmak için çaba sarf etmeliyiz. Ancak bu iradeyi güçlü kılabilirsek; partinin çağrısına yanıt vermiş oluruz. Faaliyet yürüttüğümüz her alanda, yaşam alanlarımızda; kitlelerle, ilişkilerimizle ve yoldaşlarımızla kurduğumuz bağ; örgütle ve örgütlü yaşamla kurduğumuz bağdır esasta. Bu yüzden “ütopyaları körelmiş bir dünyanın tek umudunun bizler olduğumuzu unutmamak, bu bilinci kendimizde ve gençlikte ete kemiğe büründürmek için azami çaba!” Dipnot: * EKİM, Sayı:197, Eylül ‘98 ** age *** age


Gençlik çalışmamızın sorunları Dönemin başında bir dizi ilden genç komünistlerin katılımı ile gerçekleşen 4. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda ağırlıklı olarak gençlik çalışmamızın sorunları ele alınmış, çalışma tarzı, politik çalışmada temel bir yer tutan yayınlar ve kitle çalışmasının sorunları kapsamlı bir şekilde tartışılmıştır. Kampın sonuç deklarasyonunda ise, örgütsel darlığı kırmanın yolunun başarılı bir kitle çalışmasından geçtiği özel bir tarzda vurgulanmıştır. Geride kalan dönemde anlamlı çabalar sergilenmiş olmakla birlikte, geçmiş çalışma tarzı esası yönünden aşılamadığı, kimi alışkanlıklar devam ettiği ölçüde, hedeflenen mesafe alınamamıştır. Mevcut tarzımızda köklü bir değişim, gençlik çalışmasında da sıçramalı bir gelişim açısından kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. TKİP IV. Kongresi’nin toplam siyasal çalışmamıza ilişkin kapsamlı değerlendirmeleri gençlik alanındaki örgütlerimizi de kesmektedir. III. Kongre’den bu yana güçlü bir biçimde vurgulanan ve IV. Kongre şiarında ifadesini bulan “devrime hazırlık” çağrısı, gençlik çalışmamızın da, içinden geçtiğimiz sürece, bu süreçte partinin hedeflerine göre şekillenmesi anlamına gelmektedir. Ancak, içinden geçtiğimiz süreci kavramakta yaşanan zorlanma, hedeflenen mesafenin alınmasını zora sokmaktadır.

yalnızca bununla olanaklıdır. Reformizmin devrim mücadelesi önüne kurduğu barikatları yıkmanın da bundan başka bir yolu yoktur. Reformizmin gücünü etkisizleştirmek ideolojik değil temelde pratik bir sorundur, pratik mücadeledeki inisiyatif ve başarı sorunudur. Kuşkusuz devrimci siyasal çizgi temelinde, doğru devrimci bir taktik çizgi izleyerek.”

Mevcut çalışma tarzımızı aşmalıyız! Gençlik alanındaki yerel örgütlerimiz, politik önderliğe dayalı çalışma tarzını hayata geçirmede, politik açıklıklar üzerinden inisiyatifli bir faaliyeti örgütlemede zorlanma yaşamaktadır. Faaliyetin araçlarını “merkez”den bekleyen, propaganda materyallerinin kullanımına endeksli çalışma alışkanlığı sürmektedir. Kitlelerle yüz yüze gelerek geniş bağlar kurmak, her türlü aracı kullanarak politik ajitasyon yapmak noktasında atıl kalınabilmektedir. Örneğin, tüm üniversite bileşenlerine yönelik kapsamlı bir saldırı olarak dönemin başında gündeme gelen YÖK yasa tasarısına ilişkin pratiğimiz alışılmış biçimleri aşamamış, propaganda materyallerinin kullanımı, standların açılması, gündem ile ilgili forum ve eylemlere katılımın ötesine geçememiştir. Öğrenci gençliği ve üniversite çalışanlarını bu denli etkileyen ve duyarlılık yaratan yasa tasarısı karşısında öğrencilerle bire bir iletişim kurabilecek (anket, imza kampanyası, sınıf konuşmaları vb.) araçlar çok sınırlı kullanılmış, sorunu gençliğin gündemine sokabilecek daha değişik araçların kullanımından geri durulabilmiştir. ODTÜ süreci de çalışma tarzımızdaki zayıflıkları göstermek açısından somut bir başka örnektir. ODTÜ’de yaşanan polis terörü büyük bir tepki yaratmış, toplumu saflaştıran bir rol oynamış ve tüm ülkenin gündemine oturmuştur. Rektörlerin açıklamaları tepkinin büyüyerek diğer üniversitelere yayılmasına yol açmıştır. Ancak, bulunduğumuz alanlarda gençliği eyleme çekme, eylemine yön verme, tepkisini reformistlerin daraltmaya çalıştığı AKP karşıtlığından AKP eliyle yürütülen saldırılara (somutta YÖK yasa tasarısına) yöneltme, hatta ODTÜ’de yaşananları güçlü bir şekilde teşhir etmede zayıf kalmış, genelde “beklemeci” bir tutum sergilenebilmiştir. IV. Kongre’nin açılış konuşması, bu açıdan genç komünistleri bekleyen sorumluluklara da ışık tutmaktadır:

“Sorunun pratik yönünün bir başka temel önemde boyutu, partinin eylemli süreçlere önderlik etmeyi başarabilmesidir. Devrimci parti bir propaganda örgütü değil fakat devrimci bir eylem örgütüdür. Faaliyetini ele alırken, kitleleri nasıl hareketlendirebileceği, nasıl eyleme çekebileceği, eyleme geçen kitlelere nasıl önderlik edebileceği onun için her zaman temel bir kaygıdır.” “Yeni dönem parti için kitle eylemlerine önderlik, kitlelere eylem içinde önderlik dönemi olabilmelidir. Kitlelerle güçlü bağlar kurmak, kitlelere güven vermek, onların diri kesimlerini örgütlü saflara kazanmak ve nihayet güç olmak, dolayısıyla politik bir güç odağı olarak öne çıkmak da ancak ve

Kalıpları kırmak için düşünsel tembellik aşılmalıdır! IV. Kongre’nin önemle işaret ettiği darlığı aşmak sorunu gençlik çalışmamız için de geçerlidir. Gençlik alanında da mevcut kalıpları kırmak, alışkanlıklarımızın üzerine kararlılıkla gitmek, ufkumuzu sınırlandıran rutin çalışma tarzını köklü bir biçimde değiştirmek gerekmektedir. Politik kavrayışın geliştirilmesi, politikalarımızın içselleştirilmesi öncelikli sorunlarımızdan biridir. Yanı sıra, gençlik güçlerimizde varolan düşünsel tembelliği kırmak gerekmektedir. Gençliğin yarı-aydın karakteri, dinamizmi, üretkenliği vb. özelliklerine rağmen, gerek genelde eğitim sistemi, gerekse mevcut çalışma tarzının köreltici yanları gençlik güçlerimiz üzerinde etkili olmaktadır. Okuyan, düşünen, tartışan, üreten, edilgen davranmayan, hata yapmaktan korkmayan, özgüvenli gençlik kadroları ve birimleri yaratabilmek için, zayıflıkların üzerine kararlılıkla gidilebilmelidir. Elbette, düşünsel üretimi pratik inisiyatifle birleştirerek, kitlelere dönük etkin bir faaliyeti örgütleme çabasına yoğunlaşarak... Çalışmanın araçlarına gelince; bu alandaki zayıflıklarımızdan birisi, araçların amaca uygun ve etkili kullanımı ile ilgilidir. Örneğin, stand başında rutin bir iş olarak imza toplamak ile sınıflarda, kantinde, yemekhanede vb., gençlerle bire bir sohbet ederek, tartışarak imza toplamak arasındaki fark gibi... Ayrıca, sıçramalı bir gelişme ihtiyacına işaret ettiğimiz yerde, gençlik kitleleri ile yüzyüze gelmemizi kolaylaştıracak değişik işlevsel araçlar üzerine düşünebilmeliyiz. Örneğin, kültür sanatın etkisi, dönüştürücü gücü bilinmekle birlikte, gençlik çalışmamızda en mesafeli olduğumuz alandır. İlerici güçleri kültürel-sanatsal faaliyet ekseninde bir araya getirmek için çaba sarfetmediğimiz, bu aracı gençlik kitlelerine yönelik propaganda açısından değerlendirmediğimiz bir gerçektir. Dolayısıyla, kültür-sanat da dahil olmak üzere bir dizi işlevsel yol, yöntem ve araç üzerine tartışmak bir ihtiyaçtır. Partinin hedeflerine uygun bir gençlik çalışmasını örgütlemenin sorunlarına yoğunlaşma, doğru çalışma tarzını hayata geçirmeyi engelleyen zayıflıkları aşmak için güçlü bir irade sergileme sorumluluğu genç komünistlerin omuzlarındadır.

(TKİP Merkez Yayın Organı EKİM’in Mart 2013 tarihli 288. sayısından alınmıştır...)

19


Gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurabilmek, her şeyden önce politik olarak devrimci bir bakış ve tutumla mümkün olabilir. Hareketi ileri taşıyacak, onu devrimci temellerine kavuşturacak ve nihayetinde devrimci savaşımın bir cephesi haline dönüştürebilecek önderlik misyonu, politik ufku düzen sınırlarını aşan, günün görevlerini devrimci mücadele ile olan bağı içinde ele alan ve devrimin ciddiyeti ve samimiyetini kuşanan özneler tarafından doldurulabilir. İşin bu yanı temel olmakla birlikte, çok da tali sayılamayacak bir yan daha vardır üzerinde durulması gereken: Devrimci öznelerin kitlelerle bağı, kitleselliği... Özne politik/programatik düzlemde düzene meydan okuma cüretini kuşanabilmiş olsa Genel olarak durgun bir çizgide seyreden gençlik hareketi, kimi çıkışlarla bu durgunluğun dağılabileceğinin sinyalini veriyor. Özellikle son bile, bu cüreti kitlelere yayamadığı yıllarda, gençlik hareketinin geçmişe kıyasla “dibe vurduğu” bir dönemde koşullarda tarihsel misyonunu yerine yaşanan bir takım örnekler, hareketin bir çıkış yakalamasının fazlasıyla olanaklı olduğunu ortaya koyuyor. getiremeyecek, bir başarısızlık Kısmen harç zamlarına karşı örülen mücadele, esas olarak da Dolmabahçe akıbetiyle yüz yüze kalmaya mahkum ve “Başkaldırıyoruz!” eylemlerinin ardından gelişen süreçler, bu konuda olacaktır. Devrimci politikalar, anlamlı örnekler olmuştu. Yayınımızda yapılan dönem değerlendirmelerinde, bu süreçte “gençlik hareketinde bir canlanmanın ilk belirtilerinin yansıdığı” ifade kitleleri harekete geçiremediği edilmişti. Aynı değerlendirmeler, gençlik hareketinin devrimci önderliğe duyduğu takdirde somutlanamayacak, ihtiyacın altını çizmiş, bu boşluğun doldurulamaması koşullarında söz konusu böylelikle düzen karşısındaki çıkışların ileriye taşınamayacağını belirtmişti. Andığımız değerlendirmelerin işaret ettiği tehlike ne yazık ki gerçekleşmiş, gerçek işlevine gençlik hareketi cephesinden yıllar sonra ortaya çıkan bu anlamlı örnekler ileriye kavuşamayacaktır. taşınamamış ve sönümlenmişti. Çıkışı dar sınırlar üzerinden de olsa, militanlığıyla

Ge olanaklar, t

kendisini toplumun gündemine taşımayı başaran ve giderek de gençlik kitlelerini kucaklama olanaklarına kavuşan süreç, devrimci önderlik boşluğunun sonuçlarını acı bir deneyimle öğretmişti.

Gençliğin devrimci enerjisi mayalanıyor!

20

Gençlik hareketi bugün de bir çıkış yaşanabileceğinin sinyallerini vermektedir. Daha birkaç ay önce ODTÜ’de yapılan militan eylem, polis terörüne verilen tok yanıt, hemen ardından da bir dizi üniversitede başlayan eylemli süreç, gençlik hareketinin aynı potansiyeli taşıdığını göstermektedir. Öyle ki, ODTÜ’de ortaya konan çıkış günübirlik bir eylem olarak kalmamış, izleyen günlerde gençliği daha kitlesel bir biçimde sokağa akıtabilmiştir. ODTÜ’deki militan eylemlerin ardından hayata geçirilen süreç, ana şiarı ne olursa olsun, gençliğin devrimci enerjisini ortaya çıkarmıştır. Azgın polis terörü ve devletin sonu gelmez tahammülsüzlüğüyle karşılanan eylemliliğin bu denli sahiplenilmesi, üstelik daha kitlesel bir biçime bürünmesi, gençliğin barındırdığı enerjinin düzeyine gösterge olmuştur. Binlerce kişinin “Devrim’e yürümesi” de sözkonusu enerjinin devrimci niteliğini ve patlamaya hazır olduğunu göstermiştir. Burada sözkonusu olan kitlelerin devrimci enerjisi ve özlemleridir. Süreci yalnızca ODTÜ sınırlarında da ele almamak gerekir. ODTÜ’deki polis saldırısı hemen her üniversitenin gündemine girmiş, rektörleri dahi iyi ya da kötü söz söylemek zorunda bırakmıştır. Gençlik ise bir dizi üniversitede ODTÜ’deki direnişi karalayan rektörlere tepki göstermiş, ODTÜ öğrencileriyle dayanışmayı yükseltmiştir. Sözünü ettiğimiz eylemler salt dayanışma sınırında da kalmamış, gençliğin temel ortak taleplerinin kürsüsüne çevrilmiştir. ODTÜ çıkışı bugün “popülerliğini” yitirmiş olsa da, aynı çıkışın olanaklarının halen var olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gençliğin öfkesinin patlamasına yol açan sorunların boylu boyunca ortada durması, yeni çıkışların zeminini de korumuştur. ODTÜ süreci sermaye devleti tarafından ezilememiş, zorbalıkla bastırılamamıştır. Sözünü ettiğimiz süreçte, henüz çok yeniyken üniversitelerin dönem tatiline girmesi, dolayısıyla kampüslerin boş kalması kendiliğinden bir sönümleniş getirmiştir. Ancak eylemlere konu edilen sorunlar hala tüm çarpıcılığı ile ortada durmaktadır. Bilimin sermayenin hizmetine alınması, üniversitelerdeki sermaye tahakkümü ve AKP’nin gerici hesapları üniversitelerde kendisini tüm yakıcılığı ile hissettirmektedir. Paralı ve niteliksiz eğitimin ulaştığı boyutlar günbegün artmaktadır. Bu da doğru müdahale ve önderlik ile yeni ODTÜ’lerin yaşanabileceği anlamına gelmektedir. Bu durum, bugünlerde yaşanan bir takım pratikler üzerinden de kendisini göstermektedir. Binlerce öğrencinin ÖGB terörüne karşı eylem yaparak rektörün istifasını istemesi, bir dizi üniversiteden öğrencinin topluluk ve kulüpler üzerinden merkezi bir platformda bir araya gelmesi gençliğin mücadele birikimine örnektir. Yine fiili-meşru olarak hayata geçirilen öğrenci yemekhanesinin ilgiyle karşılanması ve bu fiili durumun da üniversite yönetiminin müdahale etmesini engelleyen bir biçimde sahiplenilmesi gençliğin mücadele ile kurduğu bağın göstergesidir. Ya da bir taşra üniversitesinde devrimci ve ilerici öğrencilere


ençlik hareketi; tehlikeler ve görevler...

saldıran faşistlerin tecrit edilebilmesinin, gerçekte gençlik kitlelerinin tepkisi olduğunu ifade etmek mümkündür. Örnekler daha da çoğaltılabilir... Saydığımız örneklerdeki ilgili öznenin/öznelerin kitleleri harekete geçirme ve örgütleme konusundaki başarısını bir yana koyarsak, tüm bu örnekler, gençliğin halihazırda karşı karşıya kaldığı sorunların bir öfke birikmesi yarattığını ve bu birikmenin de doğru müdahaleler yapıldığı takdirde kitleleri alanlara kanalize edebilmenin olanağını sunduğunu anlatmaktadır. Buraya kadar ele aldıklarımızı gençlik hareketinin özneleri üzerinden değil, gençlik kitlelerinde mayalanan mücadele isteği ve bununla birleşen pratik tutum üzerinden tariflediğimizin altını bir kez daha çizelim.

Reformizmin sınırları ve devrimci önderlik ihtiyacı Bu devrimci enerji mayalanmasına rağmen, bugün hareketin başının reformizm tarafından tutulduğu gerçeği orta yerde duruyor. Hareketin bu birikimine reformizmin pratik çalışmadaki göreli başarısı eklenince önderlik kaçınılmaz olarak bu çizginin ikamesi altında kalıyor. Açık ki reformizm gençlik hareketini

devrimcileştirme gücünden yoksundur. Böyle bir niyeti de yoktur. Esasında reformizmin algısı kitleselleşen ve militanlaşan gençlik hareketini kucaklayamayacak ölçüde dardır. Gençliğin özgürlük ve gelecek talebiyle yükselteceği mücadele reformizmin boyunu fazlasıyla aşacaktır. Ancak bu, hareketin tek başına reformizmi geride bırakabileceği anlamına gelmemektedir. Devrimci müdahale yapılamadığı, yani devrimci bir önderliğe kavuşamadığı takdirde ya reformizm yüzünü devrimcileşmeye dönen gençlik hareketini boğacak ya da hareket yönünü bulamayacak olması nedeniyle sönümlenip gidecektir. Politik ufku düzen sınırlarını aşamayan reformizm en kitlesel ve militan süreçlerde bile hareketi düzen sınırları içinde tutabilmek için canhıraş çabalayacaktır. Çünkü hareketin devrimcileşmesinin bir sonucu olarak, kendisi tüm varlığıyla düzen içinde kalan reformizmi aşması demek, onu değil öncülükten, bir özne olmaktan bile mahrum bırakacaktır. Bugün reformizmin gençliğin karşısına özgürlük vaadiyle çıkması ya da devrimci değerlere sarılması (daha doğru bir ifade ile istismar etmesi) tümüyle hareketin özlemlerinden ve yaşanan öfke birikiminden faydalanmak içindir. Böylece hareketi kendi kontrolü altında tutabilecektir. Andığımız süreçlerdeki pratik tutum da bunu

21


göstermektedir. Militan eylemler sürerken alanı terkedenler, militan çıkışın yarattığı etkiyi kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Eylemi terketmeyip kalanlar ise sürecin politik yönünü AKP eksenine daraltmış, sermaye düzeni ile doğrudan bir hesaplaşmaya gir(e)memiştir. Bunu yaparken, devrimci gençlik hareketi tarihinde önemli bir yeri olan ve bugün halen daha gençlik üzerinde etki yaratan “Devrim’e yürümenin” bu etkisinin istismarını da ihmal etmediklerini belirtelim. Sözümüz sadece geçmiş pratiklere dair değildir elbette. İfade ettiklerimiz bugün de varlığını sürdürmektedir. Verdiğimiz örnekler ise söylediklerimizin en açık biçimde ortaya çıktığı süreçlerdir. Aynı süreçler, gençlik hareketindeki devrimci önderlik boşluğunu da tüm yakıcılığı ile hissettirmiştir. Bu boşluk olduğu için militan bir çıkışla başlayan ve kitleselleşen süreç böyle kendiliğinden bir sönümlenişle yüz yüze kalmıştır. Reformizmin soluğu hareketi ileri taşımaya yetmezken, bunu aşarak hem reformist cendereyi kıracak hem de hareketi sürükleyecek bir devrimci önderlik pratiği sergilenememiştir. Tek cümleyle özetlersek; reformizm, gençlik hareketine karşı bir tehlike, aşılması gereken bir engeldir.

Genç komünistlerin görevi: Devrimci önderlik! Gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurabilmek, her şeyden önce politik olarak devrimci bir bakış ve tutumla mümkün olabilir. Hareketi ileri taşıyacak, onu devrimci temellerine kavuşturacak ve nihayetinde devrimci savaşımın bir cephesi haline dönüştürebilecek

22

önderlik misyonu, politik ufku düzen sınırlarını aşan, günün görevlerini devrimci mücadele ile olan bağı içinde ele alan ve devrimin ciddiyeti ve samimiyetini kuşanan özneler tarafından doldurulabilir. İşin bu yanı temel olmakla birlikte, çok da tali sayılamayacak bir yan daha vardır üzerinde durulması gereken: Devrimci öznelerin kitlelerle bağı, kitleselliği... Özne politik/programatik düzlemde düzene meydan okuma cüretini kuşanabilmiş olsa bile, bu cüreti kitlelere yayamadığı koşullarda tarihsel misyonunu yerine getiremeyecek, bir başarısızlık akıbetiyle yüz yüze kalmaya mahkum olacaktır. Devrimci politikalar, kitleleri harekete geçiremediği takdirde somutlanamayacak, böylelikle düzen karşısındaki gerçek işlevine kavuşamayacaktır. Bu açıdan, genç komünistlerin bugünkü darlığa ve çalışmanın yaşadığı sorunlara buradan doğru da bakmaları gerekmektedir. Kitle çalışmasında yaşanan zayıflık bir süredir tartışmalara konu edilmektedir elbette. Ancak bu, genel politik üstünlüğe ve genç komünistlerin taşıdığı bayrağın programatik temeldeki devrimciliğine duyulan bir güvenle yapılmaktadır. Bunun sonucu da “gençlik hareketi yükseldiği zaman kitlelerin genç komünistlerin ortaya koyduğu devrimci politikalarla buluşacağı” düşüncesinin yerleşmesi olmaktadır. “Partinin sahip olduğu üstünlükler, zamana gereğinden fazla güvenmeye, zamanı geldiğinde harcanan emeğin sonuçlarını üreteceği düşüncesiyle hareket etmeye yol açabilmektedir. Ne yapıp edip hedefler üzerinden sonuç almaya kilitlenen, bunun sorunlarına yoğunlaşan değil daha çok emek harcamaya dayanan pratiğimiz de işimizi zora sokan bir başka sorun alanıdır. Pratik faaliyette yoğunlaşmak, yoğun emek harcıyor olmak, partinin üstünlükleriyle de birleşince, manevi bir rahatlama duygusu yaratabilmektedir.” (Çalışma tarzında köklü bir değişim ihtiyacı, EKİM, sayı 287, Şubat 2013) Sınıf-kitle çalışması üzerinden ortaya koyulan bu tablo, gençlik çalışmasını da kesmektedir doğal olarak. Devrimci mücadele tarihimizi bir kenara bırakalım, yukarıda örneklerle ele aldığımız son dönemin deneyimleri bile devrimci önderlik boşluğunu doldurmakta kitlelerle bağın önemine işaret etmektedir. Genç komünistlerin politik plandaki üstünlüklerine rağmen sürecin sürükleyici öznesi olamamasını buradan açıklamak mümkündür. Bugün gençlik kitleleriyle bağ kurulamaz ve gençlik hareketinin sürükleyici bir öznesi olunamazsa, yarının kitlesel süreçlerinde hareketin dışına sürüklenmek ve etkisizleşmek akıbeti kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Elbette bir yanı gençlik güçlerinin toplam birikim ve deneyime ne kadar hakim oldukları ve bunu ne kadar yansıtabildikleri ile ilgilidir. Fakat bu başlı başına bir yazı konusu olabileceği için burada hatırlatmakla yetinilmiştir. Yineleyecek olursak; gençlik hareketi, ihtiyacı yakıcı olarak hissedilen bir devrimci önderlik boşluğu yaşamaktadır ve genç komünistlerin temel görevi bu boşluğu doldurabilmektir. Reformizmin karşısında devrimin kızıl bayrağını taşıyabilmek, gençlik kitlelerini devrimci savaşıma kazanmaktır. Bunu başarabilmek içinse bugünden gençlik kitlelerine nüfuz etmek, deyim uygunsa onlarla birlikte nefes alıp verebilmek gerekmektedir.


Partimizin kurucu üyesi/Ölüm Orucu şehidi Hatice Yürekli yoldaş:

“Yaşamı köleleştirilmiş milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davasını savunmak için direniyoruz!..” Partimizin kurucu üyelerinden Hatice Yürekli yoldaş Ölüm Orucu Direnişinin 182. gününde ölümsüzleşti. Hatice yoldaş 1968’de Tokat’ın Almus ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. 1990 yılı başında bu kentte saflarımıza katıldı. Böylece ölümü yiğitçe göğüslemesine kadar kesintisiz olarak sürecek örgütlü yaşamına başlamış oldu. İlk dönem faaliyetlerinden dolayı aynı kentte birçok kez gözaltına alındı, bir süre cezaevinde yattı. Sonraki yıllarda örgütlü yaşamını örgütümüzün üyesi olarak İstanbul’da devam ettirdi. Bu kentte kaldığı tüm süre boyunca işçi çalışması yürüttü. Bu amaç çerçevesinde birçok tekstil fabrikasında bizzat işçi olarak çalıştı. ‘95 Nisan’ında gerçekleşen bir operasyonda, Habip Gül ile birlikte kaldığı evden gözaltına alındı. Siyasi poliste tam direniş gösterdi, ifade vermeyi reddetti, hiçbir belgeyi imzalamadı. Yargılanma esnasında ise siyasi savunma yaptı. Bir süre Sağmalcılar Cezaevi’nde tutuklu olarak kaldı. Dışarı çıktıktan sonra İstanbul ilindeki örgütsel faaliyetine Rumeli yakası tekstil çalışmasının sorumluluğunu üstlenerek devam etti. Bu görevini İstanbul İl Komitesi üyesi olarak sürdürdüğü bir sırada, Güney çalışmasının ihtiyaçları çerçevesinde bu bölgeye geçti. Adana, İskenderun ve Antakya çalışmasının toparlanmasında birinci dereceden sorumluluklar üstlendi. Partimizin Kuruluş Kongresi’ne bu bölgenin delegesi olarak katıldı ve Kongre ön hazırlık sürecinin bir bölümünde yer alan delegelerden biri oldu. Kongre sonrasında Ankara İl Komitesi’nde görev aldı. Çok geçmeden bu kentte gerçekleşen operasyonda yeniden tutuklandı. Siyasi poliste bir kez daha tam direniş gösterdi. Aynı operasyonda yakalanan tüm öteki yoldaşlarlarıyla birlikte (ki içlerinde Ümit Altıntaş da vardı) ifade vermeyi reddetti, hiçbir belge imzalamadı. (Karşılıksız sorulardan oluşan polis tutanağı, Hatice Yürekli yoldaş payına şu onurlandırıcı sözlerle bitmektedir: “Sorulan sorulara cevap vermeyerek, Türk polisini ve Türk mahkemelerini tanımadığını, kimsenin kendisini sorgulayıp yargılayamayacağını beyan etti...”) Hatice yoldaş (polisteki beyanına bağlı kalarak) daha ilk duruşmada yaptığı siyasal savunmayla düzeni ve düzen mahkemelerini cepheden yargıladı, tok bir tutumla komünist kimliğini ve mücadelesini savundu. Tutsaklık dönemini Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde geçiren Hatice Yürekli, Ulucanlar katliamını yaşadı ve katliamın ardından açılan davada yargılandı. Bu yargılama esnasında da siyasi savunma yaptı ve mahkeme kürsüsünden katliamın içyüzünü gözler önüne serdi. (19 Aralık katliamından iki hafta önce (5 Aralık 2000) gerçekleşen Ulucanlar katliamı davasında yaptığı siyasi savunma, Kızıl Bayrak’ta, “26 Eylül tarihe bir faşist katliam günü olarak geçecek” başlığı altında yayınlandı.) 20 Ekim ‘00’de F tipi saldırısına karşı başlayan direnişin 1. Ekibinde yer alan Hatice Yürekli yoldaş, Ulucanlar Davasında yaptığı savunmasını şu sözlerle bitirdi: “Ben gönüllü bir Ölüm Orucu direnişçisiyim. Bizim Ölüm Orucu’na ‘örgüt baskısıyla’ gittiğimiz söyleniyor. Bu çok çirkin/çaresiz bir yalandır. Bizler siyasi kimlikleri, gelecek idealleri olan ve bu idealler doğrultusunda yaşayan insanlarız. Devletin bizleri teslim alıp/imha etmeye dönük planlarına karşı en önde durmak, ölümüne direnişin ilk gönülleri olmak bir onurdur bizim için. Hiç kuşku duymuyorum ki, tüm arkadaşlarımız ilk gönüllüler içinde olmayı istemektedirler.” Hatice Yürekli yoldaş, partimizdeki adıyla Ezgi, Parti Kuruluş Kongremizdeki adıyla Hazal yoldaş, Habip Gül ve Ümit Altıntaş yoldaşların ardından, partimizin zindan direnişleri sürecinde yitirdiği üçüncü yoldaşımızdır. Onun devrimci yaşamı ve partili mücadelesi üzerine ayrıntılı değerlendirmeler yapmanın yeri burası değil. Burada

şimdilik şu kadarını söylemekle yetinebiliriz: O, çok yakından tanıdığı ve aynı alanlarda beraber çalışma imkanı bulabildiği Ümit ve Habip yoldaşları gibi, partimizin en eski üyelerinden biridir. Onlar gibi örgütlü politik yaşamı partimizde başlamış ve partimiz saflarında ölümsüzleşmiştir. Yine onlar gibi, komünist kimliği ve parti üyeliği onurunu hep yükseklerde tutmuş, direnişçi kimliği değişmez bir davranış biçimi haline getirmiştir. Bu nitelikleri çerçevesinde sağlam ve sarsılmaz bir profesyonel devrimci olan Hatice Yürekli yoldaş, bunu, sınıf çalışmasının ihtiyaçları çerçevesinde sık sık fiilen fabrikada bir işçi olarak çalışmayla da birleştirebilmiştir. Bu nedenle haklı olarak kendisini bir işçi sınıfı bireyi saymaktaydı. Siyasi poliste tereddütsüz direnen, mahkemelerde hep siyasi savunma yapan Hatice Yürekli yoldaş, zindan direnişçiliğinin gereğini de her zaman sağlam ve sarsılmaz bir komünist devrimci olarak yerine getirdi. 20 Ekim’de başlayan zindan direnişinin 1. Ekibinde yeralması da bunun bir ifadesidir. Partimizin bir üyesi olarak bunu kendisi için en büyük onur saydı. Ulucanlar katliamı davasında yaptığı savunmadan yukarıya aldığımız bitiş sözleri de bunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Hücre saldırısına karşı ölümüne bir direnişte hangi bilinçle yer aldığını ve ölümü tereddütsüzce göğüslemede gösterdiği sarsılmaz iradeyi neyi borçlu olduğunu göstermek için bir kez daha kendisine başvuracağız. Aşağıdaki pasajları ailesine yazdığı 12 Kasım ‘00 tarihli veda mektubundan alıyoruz: “... Bizler de, siyasi kimliğimizi, devrimci kişiliğimizi ve insan onurumuzu teslim almaya dönük bu kapsamlı saldırıya karşı, ölümüne bir direnişi başlatmış bulunuyoruz. Devrimci değerlerimizin varoluş nedeni, insanlığın geleceği ve bu barbar sistemden kurtuluşu içindir. “Bu yanıyla emeğe saygı, insana saygı bu direnişe omuz vermeyi gerektiriyor. Sadece kendimiz için değil, yaşamı köleleştirilmiş milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davasını savunmak için direniyoruz. Çünkü saldırı hepimizedir, bizim şahsımızda insanlığın geleceği teslim alınmak istenmektedir...” Anlamını tanımladığı saldırıyı püskürtmenin hangi bedelleri gerektirdiğine ilişkin nasıl bir açıklık içinde olduğunu görmek içinse yine Ulucanlar Davasındaki savunmasına dönüyoruz. İşte bu konuda söyledikleri: “... Bizler de hiçbir koşulda hücrelere girmeyi kabul etmeyeceğimizi, bunun devrimci siyasal kimliğimize dönük kapsamlı bir teslim alma projesi olduğunu söylüyor, ölmeyi tercih ederek, diri diri o tabutluklara girmeyeceğimizi ilan etmiş bulunuyoruz.” Hatice Yürekli yoldaş, altı aylık uzun bir direniş maratonunun ardından ölümü yiğitçe kucaklamasını bilerek, zamanında bu sözleri boşuna etmediğini göstermiş oldu. Direnişte yitirdiğimiz tüm öteki devrimciler gibi... Devrim davası yaşama, büyüme ve er geç zafere ulaşma olanağını bu türden sağlam ve sarsılmaz dava insanı devrimciler sayesinde bulacaktır. Devrimci yaşamı dışında bir yaşam tanımayan, bu uğurda ailesi ile olan bağları da dahil düzenle tüm bağlarını koparmakta tereddüt etmeyen, tüm örgütlü devrimci yaşamı boyunca onurlu bir parti üyesi olmayı herşeyin üzerinde gören ve bunun gereklerini yerine getiren bu yiğit kadın komünist yoldaşımızın anısı önünde derin bir saygı ile eğiliyoruz. Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez! Türkiye Komünist İşçi Partisi 22 Nisan 2001 (www.tkip.org’dan alınmıştır…)

23


Kızıldere sana biz de geliriz!”

“Biz Marksizmi entellektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiyesi’nde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!” Mahir Çayan

24

Tokat’ın Niksar ilçesinin Kızıldere Köyü’nde; kuşatılmış, kerpiç bir evde yazıldı Kızıldere direnişinin destanı. On yiğit yüreğin ölüme dimdik yürüyüşüyle kazındı bilinçlerimize ve Kızıldere’nin adı yarınlara kaldı. Anaların dillerinde yakılan ağıtlarla dolaştı dört bir yanı. Her duyduğumuzda içimizi acıtan, ama bir o kadar güç veren ağıtlarla… Sonra yeni doğanlarla taşındı geleceğe… Binlerce Mahir, binlerce Cihan büyüdü. Kızıldere’nin andıyla binlerce kez yüründü zulmün üstüne. Boşuna değildi çekilen acılar. Bitmiyordu kavga… Her bahar yeniden boy verip sarıyordu tüm yürekleri. Kara kışlara aldırmıyordu. Kardelen çiçeğinin inadında yeşeriyordu… Mücadelenin oldukça yüksek olduğu yıllardı. İşçilerin, gençlerin devrim ve sosyalizm özlemiyle kavgaya atıldığı, ölümü hiçe saydığı yıllar… Bu cüret rahatsız ediyordu burjuvaları. Saltanatlarının çatırdamasından “ayakların baş olmasından” korkuyorlardı. Bir şeyler yapmaları, bu selin önüne geçmeleri gerekiyordu. İşte bu yüzden yazıldı ölüm fermanları. Ama bizimkiler çoktan yıkmışlardı korkunun kalelerini. Çünkü tarihten alıyorlardı güçlerini. Spartaküs’ün isyanı, Kawa’nın ateşi, Bedrettin’in inancı, Pir Sultan’ın kavgası vardı yüreklerinde. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!” diyen Dadaloğlu’ndan öğrenmişlerdi baş eğmemeyi. Bunun için düşmüşlerdi yola… Yıl 1972… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan; Nurhak yolunda tutsak edildiler. Doruklarında üç çiğdemin çiçek açtığı Nurhak’a çıktı yürekleri, bedenleri taş duvarlar arasında umudu büyütmeye devam etti. Mahir… Sığmıyordu sevdası parmaklıklar ardına. Önünde eğileceği tek güçtü “Özgürlük!” Onu çağırıyordu. Maltepe zindanı bu gücün karşısında çaresizdi. Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ulaş Bardaçkı, Ziya Yılmaz kırdılar tutsaklığın zincirlerini… Kavgaya koştular. Ulaş bir çatışmada şehit düştü. Denizlerin idamı kesinleşmişti. Ancak karamsarlığa yer yoktu. Bir çıkış olmalıydı. Evet, bu yolda ölümü göz almıştı her biri. Ama yapılacak daha çok şey vardı. Ölümün böylesini kabullenemiyordu yürekleri. Savaşarak, çatışarak ölmeliydiler. Denizlerin idamını

engelleyebilmenin tek yolu da buydu: Savaşmak! Öyleyse vakit gelmişti. THKP-C ve THKO militanları ortak bir eylem planlayarak Ünye NATO üssündeki yabancı görevlileri kaçırdılar. Daha sonra Kızıldere’ye geçerek kendilerini burada bekleyen arkadaşlarıyla buluştular. 30 Mart 1972… Köy muhtarının ihbarı sonucu kaldıkları evde kuşatıldılar. Onlarca asker kerpiç eve doğrulttu namlularını. “Teslim olun!” çağrılarına karşılık verdi Mahir: “Teslim olmayacağız! Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!” Yine bir ses duyuldu dışarıdan “Elinizdeki rehineleri bırakın, teslim olun!” Tereddüte yer yoktu beyninde, titremiyordu sesi Mahir’in: “Teslim olmuyoruz, sıradan askerlerinizi çekin. Üst düzeyleriniz gelsin!” Kızıldere’nin göğünü duman kaplamıştı. Bulanıktı hava. Ama kerpiç evin içi aydınlıktı. Apaydınlık… Ölüme gülerek gidiyordu On’lar… Sımsıkı sarıldılar birbirlerine… Ve savaş başladı… Saatlerce sürdü silah ve bomba sesleri. Kuşatılmış evdeki gençlerin kocaman yürekleri ve cesaretleri korku salıyordu dışarıdakilere. Kimse sağ kalmasın istiyorlardı. Bitirmek istiyorlardı. Umudu, inancı ve cesareti bitirmek, karamsarlık, yılgınlık tohumları ekmek istiyorlardı. Ama başaramadılar. On’lar şehit düştüler. Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp… Tokat’ın küçücük köyüne asla unutmayacağımız bir destanın adını işleyerek şehit düştüler. Ama bitiremediler işte. Bugün de yüreklerimiz devrim ve sosyalizm özlemiyle çarpıyor. Bugün de savaşıyoruz Denizlerin, Mahirlerin sevdası için. Bugün de yürüyoruz ölüme, gülümseyerek. Bizim bu gücümüz karşısında çaresizler. Kurşunları, bombaları kâr etmiyor “güzel ve haklı” olanın karşısında… Kızıldere’den çok şey öğrendik biz. Darağaçlarına korkusuzca yürüyenlerden, işkencehanelerde ser verip sır vermeyen Kaypakkaya’dan çok şey öğrendik. Onların o güzel anılarına, kahramanlıklarına sahip çıkıyoruz. Ve Unutmuyoruz! Geleceğe taşıyoruz düşlerini. O düşleri gerçeğe dönüştürmek için devrimde, devrimcilikte ısrar ediyoruz!


Sevda uğruna berdar olan üç yiğit!

Deniz, Yusuf, Hüseyin... 60’lı yıllar dünyada işçi sınıfının ayağa kalktığı, ezilen halkların katledildiler. Siper yoldaşlığının en güzel destanını yazan Mahirler ve kurtuluş mücadelelerine giriştiği ve sosyalizm alternatifinin güçlü Cihanlar ise 30 Mart 1972’de Denizler’i kurtarmak için giriştikleri olduğu tarihsel bir kesitti. Türkiye’de ise ‘60’lı yıllar, sosyal uyanışın eylemin ardından Kızıldere’de katledildiler. Ancak devrimci yaygınlaştığı, toplumsal muhalefetin hızla gelişip kabardığı bir önderlerin ve militanların sokak ortalarında, eylemlerde, direnişlerde dönemdi. İşçi sınıfı, kentin ve kırın emekçileri, Türkiye tarihinde ilk katledilmesi kâr etmiyordu. Hareket dalga dalga yayılıyor, üstelik defa bu dönemde, bu kadar kitlesel bir şekilde eylem alanlarında, devrimci karakteri güç kazanıyordu. grevlerde, direnişlerde, toprak işgallerinde sözünü söylemeye, sola ve THKO davasında 18 gencin idamına hüküm verdi mahkeme. sosyalizme yakınlaşmaya başlamıştı. Ancak Yargıtay yalnızca üçünün infazını onadı. Deniz Gezmiş, Yusuf Bu dönemde devrimci gençlik önce Fikir Kulüpleri Federasyonu Aslan, Hüseyin İnan... 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece Ankara (FKF) içinde örgütlenmişti. 1965 Aralık ayında kurulan FKF, 4-5 Ulucanlar Merkez Kapalı Hapishanesinde devrim için çarpan üç yiğit Ocak 1968’de toplanan 3. kurultayında ismini Dev-Genç olarak yürek susturulmak istendi. Ama nafile! Onların sehpada haykırdıkları değiştirdi. Aynı yıllar içinde bir başka politik odak, gençliğin sloganlar yankılandı dört bir yanda. Soluk oldular kavgaya... mücadelesinin çekim merkezlerinden biri olarak ortaya çıkıyordu: Türkiye İşçi Partisi (TİP). TİP farklı düşüncelerden insanları bir araya Devrim bayrağı ellerimizde! getiren bir çatı görüntüsü taşıyordu. Ancak revizyonizmin Türkiye’deki takipçisi bu parti, gençliğin devrim isteğini karşılayacak Denizler’i katlederek mücadeleyi bitireceklerini sananlar ise bir durumda değildi. TİP gençliğe dar geliyordu ve gençlik önderleri birer kez daha yanıldılar. Onlar ne darağaçlarında ne de düşman kurşunları birer bu partiden ayrıldı. İleriye doğru atılan bu adım genç altında teslim oldular. Bunu bir an bile akıllarından geçirmediler, devrimcileri kendi örgütlenmelerini kurmaya yöneltti. tereddütsüz ölümün üzerine yürüdüler. Türkiye topraklarına devrim Düzenden köklü bir kopuşun ifadesi olan ‘71 devrimci çıkışının tohumları böyle atıldı. Devrimci yiğitliğin ve direnişin destanı böyle ardından THKO, THKP-C ve TKP-ML/TİKKO, dönemin devrimci yazıldı. gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Onların emanet ettikleri bayrak bugün bizim ellerimizde Kaypakaya’nın öncülüğünde kuruldu. Bu kopuş ve düzenin temellerini dalgalanıyor. Düzenin devrimci değerlerin içini boşaltma ve katlettiği sarsan devrimci eylemler sosyalizm korkusuyla pervasızlaşan devleti devrimcileri romantikleştikleştirme çabalarına ragmen, Denizler önlem almaya zorladı. ‘71’de 12 Mart muhtırası olarak bilinen askeridevrim ve sosyalizm kavgasına ışık olmaya devam ediyor. faşist müdahale gerçekleşti. Darbenin Denizlerin anısına sahip çıkmak ardından adeta devrimci avına çıkıldı. demek, Marksizm-Leninizme sımsıkı Toplumsal hareketliliği bastırmak için işe sarılmak demektir. Deniz Gezmiş: “Yaşasın tam bağımsız önce devrimcileri yok etmek gayesiyle Denizlerin anısına sahip çıkmak Yaşasın nizm! Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leni başlayan sermaye devleti zindanları demek, devrimcilikte ve devrimci Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın devrimcilerle doldurdu. örgütte ısrar demektir. işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!” Denizlerin anısına sahip çıkmak Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve demek, ölümü tereddütsüzce göze En öndekiler, en önce öldüler! halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa almaktır. ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her Denizlerin anısına sahip çıkmak Ama bu kadarı yetmiyordu. Topluma hizmetindeyiz. halkımızın Biz gün öleceksiniz. demek, yarını kuracak olan kavgaya gözdağı vermenin yolu devrimcileri Yaşasın . Sizler Amerika’ın hizmetindesiniz bugünden omuz vermek demektir. katletmekten geçecekti. Deniz Gezmiş ve devrimciler! Kahrolsun faşizm!” Yusuf Aslan Nurhak yolunda, Şarkışla’da Bizler onların anılarına sahip çıkacak Hüseyin İnan: “Ben şahsi hiçbir çıkar yakalandılar ve tutsak edildiler. Hüseyin ve uğruna öldükleri kavgadan zaferle gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı İnan aynı günlerde dayısının evinde çıkacağız. için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle yakalandı. 31 Mayıs 1971’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin halkına Türk bayrağı bu sonra Bundan taşıdım. jandarmayla çatışmaya giren THKO İnan parti ve devrim davamızda hep ve köylüler işçiler, emanet ediyorum. Yaşasın gerillalarından Sinan Cemgil, Kadir yaşayacaklar! yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!” Manga ve Alpaslan Özdoğan

25


Genç komünistler Çayan’ın mezarı başındaydı!

26

Ekim Gençliği, Kızıldere direnişini selamlamak ve katledilen devrimcileri anmak için Mahir Çayan’ın mezarı başında bir anma programı gerçekleştirdi. 30 Mart 1972’de devrime adanmışlığın ve devrimci siper yoldaşlığının en güzel örneğini sergileyen on yiğit devrimci Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde gelecek kuşaklara destansı bir direniş örneği bırakarak şehit düştü. Genç komünistler ölümlerinin 41. yılında Kızıldere şehitlerini Mahir Çayan’ın mezarı başında andı. Karşıyaka Mezarlığı 2 No’lu kapıda buluşan komünistler “Devrimci direniş ve kararlılığın, devrim uğruna kendini adamanın adıdır Kızıldere” pankartı ve kızıl flamalarıyla kortejlerini oluşturarak Çayan’ın mezarı başına yürüdüler Mahir Çayan’ın mezarı başına gelindiğinde Ekim Gençliği adına hazırlanan anma programına geçildi. Anma programı Kızıldere’de şehit düşen on devrimcinin şahsında tüm devrim şehitleri anısına 1 dakikalık saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşunun ardından Mahir Çayan ve 9 yoldaşının Kızıldere’de destansı bir direniş göstererek şehit düşmelerine kadar olan süreç anlatıldı ve söz Ekim Gençliği temsilcisine bırakıldı. Ekim Gençliği adına yapılan konuşmada Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya şahsında cisimleşen ‘71 devrimci kopuşunun anlamı üzerinde duruldu. Devletin de devrimci kopuşa karşı önlem aldığı ve katliamlara giriştiği belirtilerek şunlar söylendi: “Topluma gözdağı vermenin yolu devrimcileri katletmekten geçecekti. Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Nurhak yolunda, Şarkışla’da yakalandılar ve tutsak edildiler. Hüseyin İnan aynı günlerde dayısının evinde yakalandı. 31 Mayıs 1971’de jandarmayla çatışmaya giren THKO gerillalarından Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan katledildiler. Siper yoldaşlığının en güzel destanını yazan Mahirler ve Cihanlar ise 30 Mart 1972’de Denizleri

kurtarmak için giriştikleri eylemin ardından Kızıldere’de katledildiler. Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Saffet Alp kuşatıldıkları evde yiğitçe çarpışarak can verdiler.” ‘71 kopuşunun onyıllar geçtikten sonra önemini kaybetmediği, aksine tasfiyeci bir savrulmanın yaşandığı, reformizmin yaygınlaştığı ve devrimci örgütten kaçışların hızlandığı böylesi bir süreçte onların mücadelesine sahip çıkmanın önem kazandığı belirtilen açıklama şu sözlerle son buldu: “Eğer bu mirası yaşatacak ve yarınlara taşıyacak olan bizlersek, anıları bizlerin omuzlarında ve sorumluluğunda devrimin en güzel armağanıdır. Hak etmek için devrime hazırlanmak, devrime hazırlanmak için de devrimi yaşamak gerekmektedir.” Anma, Mamak İşçi Kültür Evi Müzik Topluluğu’nun seslendirdiği marş ve türkülerle son buldu. Mahir’in mezarı başından ayrılan komünistler tekrar kortej oluşturarak Kızıldere şehitlerinin idamlarını durdurmak için yola çıktıkları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın mezarı başına gelerek burada da bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirdiler. Yürüyüş ve anma programı boyunca “Devrimciler ölmez devrim davası yenilmezdir!”, “Bedel ödedik bedel ödeteceğiz!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Katillerden hesabı emekçiler soracak!”, “Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sebahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp yaşıyor, Devrim şehitleri ölümsüzdür!”, “Kızıldere son değil savaş sürüyor!”, “Yeni Ekimler için ileri!” ve “Gençlik gelecek gelecek sosyalizm!” sloganları atıldı. Eyleme BDSP de flamalarıyla katılarak destek verdi. Ekim Gençliği / Ankara


ON’ların mirası komünistlerin elinde!

Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) Sarıgazi ve Esenyurt’ta 30 Mart günü gerçekleştirdiği yürüyüşlerle Kızıldere’de ölümsüzleşen THKP-C ve THKO üyesi on yiğit devrimcinin destansı direnişini selamladı.

Sarıgazi Üçler Market önünde buluşan komünistler buradan “ON’ları anmak devrim ve sosyalizm kavgasını yükseltmektir!/BDSP” şiarlı pankart eşliğinde Demokrasi Caddesi girişine yürüdüler. BDSP imzalı kızıl flamaların ve meşalelerin taşındığı yürüyüş boyunca “Kızıldere son değil, kavga sürüyor!”, “Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmezdir!”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm!” sloganları coşkulu ve öfkeli bir biçimde atıldı. Çevredeki emekçilerin alkışlarla destek sunduğu yürüyüş sırasında, Kızıldere şehitlerinin isimleri tek tek okunarak katledilen devrimcilerin sosyalizm mücadelesinde yaşamaya devam ettikleri haykırıldı. Yürüyüşün sonunda komünistler, devrim ve sosyalizm şehitleri anısına bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirdiler. Ardından basın açıklamasına geçildi. Açıklamada ilk olarak on yiğit devrimcinin siper yoldaşlığının ve devrim davası uğruna tereddütsüzce ölebilmenin sembolü oldukları vurgulandı. ON’ların şahsında dönemin devrimcilerinin adanmışlıklarına ve kararlılıklarına vurgu

yapılan açıklamada, sınıf devrimcilerinin bu büyük devrimci mirasın bugünkü taşıyıcıları olduklarının altı çizildi. Açıklama, ‘71 devrimcilerinin mirasını omuzlama çağrısının ardından hep bir ağızdan söylenen Avusturya İşçi Marşı ile son buldu.

Esenyurt Esenyurt’ta Depo Kapalı Cadde girişinde toplanan ve “Devrimci direniş ve kararlılığın, devrim uğruna kendini adamanın adıdır Kızıldere” pankartını açan BDSP’liler meşaleler ve flamalar eşliğinde yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş boyunca yapılan konuşmalarda katliamcı devletin gerçek yüzü teşhir edilirken devrimci mücadelenin devam ettiği ifade edildi. “Mahir, İbo, Deniz! Sürüyor sürecek mücadelemiz!” sloganlarının atıldığı yürüyüşün ardından cadde sonunda ON’lar şahsında devrim şehitleri anısına saygı duruşuna geçildi. Okunan basın metninde ’71 devrimci kopuşu ve Mahirler’in mücadelesinin anlamı vurgulandı. Basın açıklamasının ardından yapılan konuşmada ise 1 Mayıs çağrısı yapıldı. Oldukça canlı ve coşkulu bir havada geçen eylemi etrafta biriken onlarca kişi de ilgiyle takip etti. Birçok kişi eyleme alkışlarla destek verdi. Ekim Gençliği / ÜmraniyeEsenyurt

“Mahirler’in yolundan devrime yürüyoruz!”

Devrimci Liseliler Birliği (DLB), Kızıldere direnişinin 41. yıldönümünde “Mahirler’in yolunda devrime yürüyoruz” başlıklı anma etkinliği gerçekleştirerek Mahirler’in direniş ruhuyla 1 Mayıs’a yürüme çağrısı yaptı. Kadıköy’de düzenlenen anma, Kızıldere’de şehit düşenler şahsında devrim ve sosyalizm şehitleri anısına saygı duruşuyla başladı. Etkinlikte kavga şiirleri liseliler tarafından seslendirildi. Nazım Hikmet’in “Tanya” adlı şiirinin tiyatral bir biçimde seslendirildiği etkinlik, DLB adına yapılan konuşmayla devam etti. DLB temsilcisi devrimci önderlerin bıraktığı mirasın bugün liseli genç komünistlerin omuzları üzerinde yükseldiğini ifade etti. 2013 1 Mayısı’nı kazanmanın önemine de dikkat çeken DLB temsilcisi, iki sınıfın karşı karşıya geldiği bu gün liseli gençliği alanlara çıkarmanın önemini vurguladı. Konuşmanın sonunda Denizler’in yolundan özgürlük ve gelecek için 1 Mayıs’a yürüme çağrısı yaptı. Sefaköy İşçi Kültür Evi Müzik Grubu’nun seslendirdiği devrimci türkü ve marşlarla devam eden etkinlikte bir DLB’li bağlama dinletisi sundu. Şiirle süren etkinlikte BDSP temsilcisi de söz aldı. Devrimci direniş geleneğini sahiplenme çağrısında bulunan BDSP temsilcisi, her alanda devrime hazırlanma çağrısı yaptı. Etkinliğin ardından Kadıköy’deki Eminönü İskelesi önünde toplanan DLB’liler üzerinde şehitlerin resimleri olan “Mahirlerin yolunda devrime yürüyoruz!” pankartı açarak, kızıl flamalar taşıdılar. Eylem boyunca, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm!”, “Yaşasın Devrimci Liseliler Birliği!”, “Yaşasın Halkların kardeşliği!” sloganları atıldı. Devrimci Liseliler Birliği adına okunan basın açıklamasında, Kızıldere’yle yükseltilen mücadelenin işçi sınıfı bayrağı altında devam ettiğine dikkat çekilerek, devrim ve sosyalizm davasını sahiplenmenin ve yaşatmanın yegane yolunun kavgayı büyütmekten geçtiği ifade edildi. Ekim Gençliği/ İstanbul

27


Devrimci mirası yaşatmak, daha ileriye taşımakla mümkündür!

Marksist bir partinin temeli olan devrimci teori, devrimci örgüt, devrimci sınıf diyalektik bütünlüğünü bünyesinde toplayabilen TKİP, bu net çizgiye ve tok iddiaya yaslanarak devrimci mirasın ve değerlerin savunulmasının, daha ileriden yaşatılmasının güvencesidir.

28

‘71 Devrimci Hareketi’nin simge isimleri Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları her yıl ölüm yıldönümlerinde anılmakta, devrimci kadro tipinin seçkin örnekleri olarak, devrimci harekete kattıkları olumlu değerlere vurgu yapılmaktadır. Ancak Türkiye devrim mücadelesinin yüzakı olan bu devrimcileri ananlar, dahası onların devrettiği mirası yaşattığını öne sürenler arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Öte yandan, özellikle idam edilerek katledilen Deniz Gezmiş ve yoldaşları, reformistinden devlet solcusuna, gericisinden ırkçışoven zihniyetin bazı temsilcilerine kadar bir takım soysuzlar tarafından istismar konusu da edilmektedir. Türkiye’deki devrimci örgüt ve partiler uzun yıllar ‘71 Devrimci Hareketi’nin şu veya bu akımının mirasçısı olduğunu savunmuştur. Halen de bu çizgide ısrar eden, yaklaşık 40 yıl önce bu genç devrimciler tarafından ortaya konulan düşünsel düzeyin ötesine geçemeyen akımlar vardır. Henüz yirmili yaşlardaki devrimcilerin ortaya koyduğu ideolojik-politik tahlillere takılıp kalanların, ‘71 Devrimci Hareketi’nin mirasını yaşattıklarını sanmaları kolay anlaşılır bir durum değildir. Böyleleri, genç devrimcilerin 40 yıl önce ortaya koyduğu düşünsel ürünlere sıkı sıkıya sarılarak, teorik üretim için çaba harcama “yükü”nden de kurtulmuş oluyorlar.

Reformizmden devrimci kopuş, seçkin devrimci kişilik… Komünistler, ‘71 Devrimci Hareketi’ni Türkiye’nin reformist geleneğinden devrimci bir kopuş olarak değerlendirmişlerdir. Bu kopuşa asıl anlamını veren, küçük devrimci grupların kent veya kırda silahlı eylemler yapması değildir elbette. Kopuşun asıl anlamı, bu akımların ideolojik-politik bilinç planında gerçekleştirdiği sıçramadır. Bilinç planındaki sıçrama, bu akımların devlet konusunda, şiddete dayalı devrim konusunda, kapitalizmin temel noktalardan reddi konusunda radikal, devrimci bir ideolojik-politik tutum geliştirebilmesinin yolunu açmıştır ki, kopuşa asıl anlamını veren de budur. ‘60’lı yıllar sosyal uyanışın yaygınlaştığı, toplumsal muhalefetin hızla gelişip kabardığı bir dönemdir. İşçi sınıfı, kentin ve kırın emekçileri, Türkiye tarihinde ilk defa bu dönemde, bu kadar kitlesel bir şekilde eylem alanlarında, grevlerde, direnişlerde, toprak işgallerinde sözünü söylemeye, sola, sosyalizme yakınlaşmaya başlamıştır. Mücadele alanlarında işçi sınıfı ve emekçiler

olduğu halde, dönemin sosyalist olma iddiasında olan akımlarının çizgileri, büyük ölçüde orta sınıf aydınları tarafından belirlenmiştir. TİP, YÖN, MDD, dönemin öne çıkan sol akımlarıdır. Ancak bu akımların hiçbiri, devrimci iktidar perspektifi bir yana, düzeni cepheden karşıya alabilecek bir çizgiyi temsil edebilecek durumda değildi. ‘71 Devrimci Hareketi, döneme egemen olan reformist cendereyi kırmış, bu devrimci kopuş sayesinde radikal devrimci akımlar oluşturabilmiştir. Burjuva sosyalizmi olarak tanımladığımız TİP, YÖN, MDD ise, 1974’ten sonra devrimci akımların güçlenmesiyle esas olarak dönemini kapatmıştır. Reformizmden devrimci kopuşun sağlanmasına önderlik eden kadroların, Mahirler, Denizler, Kaypakkayalar ve onların yoldaşlarının devrimci kişiliklerinde içselleştirdikleri üstün nitelikler de, Türkiye devrimci hareketine ‘71’den miras kalan önemli kazanımlardır. Her yönüyle düzeni cepheden karşıya alan devrimci bir duruş, düzenin cellâtları karşısında hiçbir koşulda eğilmeme, tereddütsüz bir şekilde davaya adanma, devrimci dayanışma ve siper yoldaşlığı konusunda pürüzsüz bir içtenlik, devrimci örgüt ve pratiğe olduğu kadar teoriye, düşünsel gelişim ve üretime önem veren bir devrimci kadro… ‘71 devrimci akımlarının ideolojik-politik çizgilerini, pratik eylem tarzlarını burada tartışmak gerekmiyor. Zira bu alanda düşülen yanlışlar veya acemilikler, devrimci harekete miras bırakılan seçkin devrimci kadro örneğinin değerini hiçbir koşulda eksiltmez. Önemli olan reformizmden gerçekleşen devrimci kopuşun bu erken döneminde bile bu üstünlüklerin devrimci kişiliklere içerilebilmiş olmasıdır. Örnek alınması, yaşatılması, yeniden ve daha ileriden yaratılması gereken yön de budur.

‘71’den miras kalan devrimci değerlerin tüketilmesi… Devrimci mirası ve değerleri yaşatmanın yolu, günün koşullarına göre yeniden üretmekten geçer. Ancak bu kadarı yeterli değil. Bundan da önemli olanı, bu mirasın yetişen devrimci kadroların bilicinde içselleşmesini sağlamak ve devrimci kişiliğe içerilmiş değerler bütününe dahil edebilmektir. Ancak o zaman bu devrimci mirasın, devrimci kadronun düşünce ve eylemine yol gösterici olması sağlanabilir. Bunu başarmak sanıldığı kadar kolay değildir. Zira bu niyetleri aşan bir sorundur; örgüt veya


partilerin ideolojik-politik çizgileri, ilkesel tutumları, devrimci örgüt anlayışları ile yakından ilgilidir. Geleneksel devrimci-demokrat akımlar, ‘71 devrimci akımlarının ortaya koyduğu ideolojik-programatik düzeyin ilerisine çıkmadıkları ölçüde, geçmişe sımsıkı sarılıyorlar. Bu ise düşünsel alanda bir kısırlık, kendini yenileyememe ve kapitalist toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olan proletaryanın tarihsel devrimci rolünü gerçek içeriğiyle kavrayamama noktasında takılıp kalmalarına yolaçıyor. Böylece, devrimci değerlerin daha ileriden üretilmesi bir yana, var olan mirasın gerisine düşme, dahası o değerleri tüketme noktasına varılabiliyor. Sınıf ve kitle hareketinin zayıflığı koşullarında yetişen kadro tipinin sorunlu yapısı, semt kökenli bu kadroların devletin sistemli yozlaştırma saldırısına maruz kalmaları ise soruna bambaşka bir boyut katıyor. Sorunlu haline rağmen bu “kadro” tipinin, üstelik devrimci bir kimlik geliştirmeden bünyeye alınması nedeniyle, ‘71’in devrimci kadro kişiliğinin niteliklerine fazlasıyla uzak, devrimci mirası ancak söylem düzeyinde savunabilen bir anlayış hakim hale gelebiliyor. Öyle ki, bu kişiliklerin pratiği, kimi zaman devrimcilerin emekçiler nezdindeki itibarlarının sarsılmasına yol açabilecek derecede sorunlu olabiliyor. Bazı ara akım kadroları üzerinden yansıyan sorunlu kişiliklerde, devrimci değerlerin önemli ölçüde yitimine tanık olmaktayız. Devrimci samimiyetini büyük oranda tüketmiş olan bu kesim dar grupçu, fazlasıyla faydacı, ortamına göre kibirli ve saldırgan olabilmektedir. Bunlar, uzun zamandır reformistlerle aynı kulvarda bulunmanın da etkisiyle, burjuva siyaset tarzının olmazsa olmazları olan hile, ayak oyunları, iç hesaplar, perde arkası kulisler vb. “haslet”leri, pekçok yerde politik çizgilerine dahil etmekte bir sakıncı görmeyebilmektedirler. Dejenerasyonun böylesi uç noktalara varmasını, devrimci değerlere sırt çevirip reformistlerle kucaklaşmanın sonuçlarından biri saymak mümkündür. ‘71 Devrimci Hareketi’ni değil fakat Denizler’i öne çıkaran, onları “ikon”laştırıp siyasi rant aracı olarak kullanmak isteyen ırkçı-şoven zihniyetin temsilcileri de var. Bu gerici çevrelerin ayırdedici özelliği, Kürt halkına düşmanlık ve devletin militarist güçlerine payandalık etmektir. Oysa Deniz Gezmiş’in idam sehpası önünde haykırdığı “Yaşasın MarksizmLeninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” şiarı bile, bunların Denizler’le karşıt dünyalara ait olduklarını kanıtlamaya yeter. İdam sehpasında ölüm yiğitlikle göğüslenirken haykırılmış bu şiarlar, devrim ile düzen arasında aşılmaz bir uçurum olarak durmaktadır. Türkiye’nin sosyal reformist partileri de, ‘71 Devrimci Hareketi’nin önderlerini öne çıkartma tutumunu, onların miras bıraktığı değerlerin arkasında durma iddiasını halen terk etmiş değiller. Komünist yazında pek çok kere dile getirildiği gibi bunlar, burjuva karşı-devriminin zoru karşısında sinmiş, ihtilalci çizgiden yüzgeri etmiş, devrimci örgüt anlayışını ve pratiğini terk etmiş, devrimci miras ve değerleri düzen bekçilerinin ayakları altına sererek burjuvazinin icazetine sığınmışlardır. Düzen bataklığına boylu boyunca uzanan bu “tövbekar”lar, artık sermayenin parlamentosuna kapağı atma hayalleriyle avunuyorlar. İşi soysuzluğa vardıran bazıları ise, “Deniz Gezmişler’in yolu bugün parlamentoya çıkmıştır” diyebiliyorlar. Oysa ‘71 devrimcileri, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, İbrahim Kaypakkayalar, TİP’in parlamenter çizgisini reddederek devrimi seçmişlerdi. Onlar kurtuluşun reformlarda değil, devrimde

olduğunu fark etmiş, gerçekleştirdikleri sıçrama ile devrimci akımların kurucuları olmuşlardır. Başka bir ifadeyle, ‘71’in devrimci akımlarını devrimci yapan, reformist partilerin bugün içinde bulundukları düzen içi zemini mahkum ederek aşabilmiş olmalarıdır.

Geleceği kucaklamak için geçmişi aşmak! Devrimci mirasın değerler planında erozyona uğraması bir rastlantı olmadığı gibi, niyetlerle de açıklanamaz. Sorunun esası, uzun süredir devam eden tasfiyeciliğin yarattığı bozulmanın yanı sıra, devrimci mirası aşındıran örgüt/partilerin programatik, ideolojik-politik çizgilerinden kaynaklanıyor. Bu alanda yaşanan tıkanma ve belirsizliklere rağmen, geleneksel çizgileriyle devrimci tarzda hesaplaşma cesareti gösteremeyenler, kendilerini devrimci değerleri öğüten bir çark işlevi görmekten alıkoyamadılar. Sorunun bu boyuta varması, geleneksel solun içine düştüğü “ciddiyet ve samimiyet bunalımı” ile yakından bağlantılıdır. Devrimci kadronun kişiliğinde boy veren sorunlar, bütünün parçadaki yansımasıdır aynı zamanda. Belirtmek gerekir ki, komünistlerin de güçlerini kadrolaştırmada, kadrolarını yetkinleştirmede karşılaştığı sorunlar, zorlandığı alanlar vardır. Ancak burada tartıştığımız sorunun mahiyeti, komünistlerin zorlanma alanlarının çok ötesindedir. Devrimci mirasın aşınmasında pek çok faktörün rolünden söz etmek mümkündür. Fakat buna rağmen sorunun özü, geçmişi anlamak ve devrimci tarzda aşmakla ilgilidir. Bunun anlamı ise, geçmişin devrimciliğinden daha ileri bir devrimcilik düzeyine, küçük-burjuva devrimciliğinden işçi sınıfı devrimciliğine erişebilmektir. Komünistler, devrim ve sosyalizm davasına samimiyetle bağlı olan devrimcilere, bu temel önemdeki hatırlatmayı sık sık yaptılar. Ancak halihazırda bunu başarabilen tek akım partimiz TKİP’dir. Bu durum, devrimci mirası geliştirip yeniden üretme noktasında da komünistlere, komünist kadro ve militanlara önemli sorumluluklar yüklemektedir. Burjuvazinin her cepheden yönelttiği azgın saldırılara karşı durmanın özel bir önem taşıdığı verili koşullarda, ‘71 mirasının devrimci özüne uygun tarzda ve daha ileriden yaşatılmasının önemi yeterince açıktır. Komünistlerin devrim ve sosyalizm davasına samimiyetle bağlı olan kesimlere yönlettiği, “geçmişi devrimci tarzda aşma” çağrısı da güncelliğini korumaktadır. Sermaye devletinin illegal devrimci çalışmayı baltalamak için azgınca saldırdığı, sol akımların ise önemli ölçüde illegal devrimci siyasal faaliyet yürütme refleksini yitirdiği şu dönmede, Denizler’in 25. ölüm yıldönümü, bu durumu sorgulamanın vesilesi yapılabilmelidir. En azından devrim ve sosyalizm davasına samimiyetle bağlı olanlar bu özgüven ve cesareti göstermelidir. Zira derimci faaliyeti düzenin dayatmasıyla belli alanlara hapsedenlerin, bugünü kurtarıp kurtarmayacakları belli değil ama geleceği kaybetme olasılıkları fazlasıyla yüksektir. Marksist bir partinin temeli olan devrimci teori, devrimci örgüt, devrimci sınıf diyalektik bütünlüğünü bünyesinde toplayabilen TKİP, bu net çizgiye ve tok iddiaya yaslanarak devrimci mirasın ve değerlerin savunulmasının, daha ileriden yaşatılmasının güvencesidir. Bu noktada öncülük misyonunu hakkıyla yerine getirdiğinde, devrim ve sosyalizm davasına samimiyetle bağlı olan diğer devrimcilerin de önünü açacaktır.

(Ekim, Sayı: 247, Haziran 2007)

29


Politik ilkelerin (eşitlik, özgürlük, adalet) tarihsel hikayesi... Modern dünyanın yarattığı epistemoloji ve bu epistemolojinin yarattığı özne anlayışı, toplumsal yapıda yeni bir adalet ilkesi tesis edilmesi gerektiğini gösterir. Nitekim Antik Yunan dünya kavrayışında adaleti tesis edecek ve bizzat adalet ilkesinin üzerine dayanacak (yani adaletin cisimleşeceği) hukuksal yapı doğal ve akılsal bir zorunluluktur. Bu önerme ‘insan yurttaştır, yurttaş politiktir’ olarak da okunabilir. Doğası gereği akılsal olan insan doğasına uygun davranmakta, iradesini akla tabi kılmaktadır. İşte insanın akılsal doğasını tesis edeceği toplum bu yüzden iradeyi aşan bir akılsallığa ve zorunluluğa sahiptir. Böyle bir kavrayışta insan eyleminin ilkesi olacak adalet ilkesi ontolojik temellere ihtiyaç duymaktadır. Antik Yunan felsefesi varlığa, insana, topluma dair ontolojik ilkeleri bulma girişimidir. Yani felsefe insanın değerinin ne olduğuna, nasıl bir doğaya sahip olduğuna ve bu doğayı nasıl gerçekleştireceğine dair epistemolojik bir çözüm önerisidir. Bu anlamda hukukun tesis edildiği toplumsallığın, doğal olması nedeniyle akılsal ve iradeyi aşan bir yapısı vardır. Bu toplumsallık akılsal doğası gereği hukukun akılsal sınırlarını çizecek, bunu değerlerin ontolojik temelleri ile yapacaktır. İşte antik yunanda devlet ve onun yasası değer bakımından bir içeriğe sahip olan, insana nasıl daha iyi yaşayacağını söyleyen özsel bir değere sahiptir. İnsan doğasına ilişkin bir ilkesi olan ve toplumsallığın özsel olduğunu savunan bu dünyada yasa insan doğasının ve eyleminin sınırlarını çizer. İşte tam da modern dünyada değişen insan algısı artık yeni bir toplum ve hukuk kavrayışına sebep olmuştur. Nitekim ahlaki içeriği bakımından ontolojik bir değer taşıyan hukuk, yerini ahlaki bakımdan içi boşalmış uzlaşıma dayalı bir formel adalet teorisine bırakmıştır. Descartes’ın yarattığı tahakküm edici özne anlayışı, iradenin akla hakim olmasına ve eylemin akılsal değerini yitirmesine neden olacaktır. Bu yüzden eylemin belirleyicisi artık akılsal doğa değil özgür iradedir. Özne nesneyi kendi alanına alacak ve istediği gibi belirleyecektir. Şimdi sorun tam da bu öznenin tek (tanrı) olmaktan çıkıp toplumda yaşayan tüm insanlar olmasıdır. Toplumda yaşayan tüm insanların eylemini kendi keyfi iradesinin belirlediği yerde artık doğal ilkelerden bahsedemeyiz. İradenin akla hakim gelmesi, eylemin ilkesinin irade tarafından belirlenmesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu antik yunandaki iradenin akılsallığı düşüncesine dayanan ahlak-hukuk özdeşliğini parçalamıştır. Çünkü insan ahlaki doğasını yitirmiştir. Liberaller ise bunu insanın özgürleşmesi olarak okumuş ve hukukun artık insana nasıl yaşayacağını söyleyen ahlaki bir nitelikten arınmasını sağlamışlardır. Hukukun temel görevi iradesi ile eylemini meşrulaştıran şey etik bakımdan rölativist insanların birlikte yaşamını tesis etmektir. Modern dünyada artık eylemleri meşru kılan şey bizzat iradedir. Artık eylemin ilkesi iradedir. Bunun yaratacağı şey ise iradelerin savaşıdır. Hak ise kazanmakla yani güçle ilgili bir meseledir. Eylemin ilkesi irade olunca, iradeler savaşında akılsal dayanaklar bulunamadığı için, haklılık güçle tanımlanacaktır. Modernler ise bu irade savaşının ortadan kalkması için gerekli hukuku insan doğasına gitmeye gerek duymaksızın, biçimsel bir adalet teorisi ile tesis etmeye kalkmıştır. Onlara göre insanın insanla savaşı insanın ahlaki-toplumsal doğası ile çözülemez. Bu çatışma modern dünyada kamusal alanın rekabetçi ortamında engellenmiştir! Çatışmanın rekabete dönüştürüldüğü bu dünyada hakkın dayanağı hala güçtür. Hukukun, politik-ahlaki dayanağını yitirmesi hakkın zaman mekan dışı meşruiyet ilkesini kaybetmesi anlamına

30

gelir. Dolayısıyla bu dünyada zamanı ve mekanı aşan ve tüm insanları kuşatan bir hak kavramı tesis edilemez. Çatışmanın, kamusal alanın icat edilmesi ile birlikte rekabete dönüştürüldüğü modern dünyada, rekabetin ilkesine dair bir dayanak yoktur. Bu durum, rekabette güçlü olanın haklı olduğu bir serbest piyasa toplumu yaratacaktır. Modern dünyanın liberal devleti iyinin ne olduğuna dair beyanda sessiz kalmak ama herkesin kendi iyisini yaşayabileceği bir kamusal alan tesis etmek zorundadır. Toplumun kamusal ve özel alan olarak ikiye ayrılmasında beliren bir iki şeyden bahsedebiliriz. Birincisi insanın, ötekine karşı sorumluluğu olduğu için özel alandaki salt iradi varlığını hukuki bireye bırakmak zorunda olduğudur. Burada ifade edilen şey, insanın ahlaki bir varlık olduğu değil, hukuki (hakları ve ödevleri olan) bir varlık olduğudur. Özel alanda salt irade olan insan, neden kamusal alanda bazı sorumluluklara tabi kılınmıştır? Çünkü insana zaman ve mekan dışı bir doğa veremeyen bu devlet ancak karşılıklı sorumlulukları tesis edecek ve bireyin karşısında eşitinin olmadığı özel alanda sessiz kalacaktır. Zira özel alan insanın salt iradesi ile meşrulaştırdığı tanrısallığını ilan ettiği alandır. Devlet ise bu dünyada kamusal alan olarak ortaya çıkar. Kimseye iyiye dair bir şey söyleyemeyen devlet, herkesin kendi iyisini yaşayacağı bir hukuk tesis eder. Toplumsal adaletin bu yolla sağlanacağı düşüncesi daha sonra insanları evrensel ilkelerde ortaklaştırmak isteyen bazı filozofların totaliter olmakla suçlanmasına neden olacaktır. Ontolojik dayanağını yitiren hukuk, insanlara iradi bir özgürlük tanımakta! Kimseye nasıl yaşaması gerektiğine dair bir şey söyleyememektedir. Liberal dünyanın yarattığı bu etik bakımdan rölativist hukuk anlayışı adalet adına biçimsel kalmış ve kişi haklarını değil, soyut insan haklarını temellendirebilmiştir. Bu formel hukukun tesis ettiği adalet teorisi tüm insanları kuşatacak bir nitelikte değildir. Tüm insanları kapsamak ve totaliter olmaktan kurtulmak adına iyice soyutlaşan adalet, bu dünyadan kopmuş ve ‘güç’ meşrulaştırıcısı olmuştur. Bu anlamda insanlar arası çatışmada (rekabette) sessiz kalan devlet, adaleti ‘güç’ün eline terk etmiştir. Modern dünyanın yarattığı bu formel adalet ilkesi iradeye teslim olmuş ve kamusal alanı evrenselleştirememiştir. Bu sorunu çözme girişimi, Kant ve Alman idealizminden gelir. Hume’a epistemolojiyi yeniden tesis etmek adına cevap veren Kant’ın başlıca kaygısı ahlaki niteliğini yitirmiş insanlardan oluşan bir toplumda ahlakı ve evrenselliği yeniden tesis etmektir. Hume, bilginin tümelliğini ortadan kaldırdığında daha fazlasını yaparak insanlar arasında tüm ortaklık kurma imkanını da ortadan kaldırdı. Bunun bireysel bir yaşam ve keyfi bir eylem anlayışı ortaya çıkaracağını gören Kant, insanlar arası ortaklaşalığı yeniden doğaya giderek değil, öznelerarası bir birlik kurarak aşmaya kalkmıştır. Bu anlamda tüm insanları kapsayacak ilkeleri, evrensel değere sahip anlıktan hareketle temellendirecekti. Kant’a göre Hume yanılıyordu. İnsanlar arasında bir ortaklık kuramayacağımız iddiası yanlıştı. İnsana ontolojik ilke bakımından bir doğa kazandıramasak bile anlıktaki yetileri bakımından bir ortaklık kazandırabilirdik. Bilginin evrenselliğini bu yolla tesis etmeye çalışan Kant’ta insanlar arasında kurulacak ortak ilkelerin zemini de öneriliyordu. Liberal rölativizmi, anlıktaki genel kategorilerin evrenselliği aracılığıyla aşmaya çalışan Kant, evrensel eylemin ilkesini tesis etme konusunda kamusal hukuku aşan bir şey söyleyememiştir. Ona göre zihinsel kategorilerimiz bakımından eşit olduğumuz insanlar ile karşılıklı hukuk tesis ederken şöyle akıl yürütürüz: “Kendim için istediğim şeyi eşitim olan herkes için


istemek zorundayım. Dolayısıyla kendim adına haklar talep ederken karşımdakine karşı sorumluluklarımı tanımlarım.” İşte Kant adaleti böyle tesis eder. Yani insan hakkını ve sorumluluklarını akılsal bir doğadan değil karşılıklı uzlaşımdan çıkarır. Zira kendim için her şeyi talep edebilirim ve karşımdaki de bunu kabul ederse bu hukuki bir statü kazanır. Kant, burada, insanın neyi talep edeceğine dair ahlaki bir akılsallık idesi varsayar. Yani insan akılsal bir varlık olarak neyi talep edebileceğini bilir. Böylece hukuk, bir sınırdan ziyade kişinin kendisi adına hak sistemi oluşturur. Ama hukukun akılsal bir sınırlama değil de uzlaşımsal bir hak olarak anlaşılması insanın nasıl yaşayacağına dair ahlaki değerleri yok saymayı zorunlu kılar. Çünkü ahlaki ve akılsal doğası gereği hukuksal-politik yapıyı tesis eden insan, bu doğa doğrultusunda sınırlamaya tabi olacaktır. Ama bu sınırlama insan için akılsallığın getirisi olduğundan bilişseldir. Yani akılsallık, hukuksal alanda sınırları çizerek cisimleşecektir. Şimdi Kant keyfi iradeye kalmış ahlaki dünyayı evrenselleştirmek adına öznelerarası kategorileri önermişti. Bu kategoriler aracılığıyla insanın ortak bir ‘doğa’ya sahip olabileceğini varsaymamızı ima ederek bir ortak değerler sisteminin mümkün olduğunu ifade etmişti. Bu çözüm önerisinde evrensel eylemin ontolojik dayanağını tesis edemeyeceğini bilen Kant, kamusal haklılaştırma yolu ile çözüme gitmeye çalışır: “Kendim için talep ettiklerimi benimle eşit durumda olan herkes için talep etmem gerekir.” Peki, talep edeceğim hakkın ne olduğuna dair bir cevap verememesi, Kant’ı, liberalizmi aşma girişiminde başarılı olamamış göstermez mi? Tüm insanları eşit şekilde kavrayacak ilkeleri bulmak adına liberalizmi aşma girişimi, Alman idealizminin diğer bir temsilcisi Hegel’den gelir. Liberaller hukuku formel bir karakterde kavrayarak aslında devlet ile hukuku ayırmış, devleti gereksiz kılmışlardı. Ahlaki öz-yaşama ait alanda sessiz kalan hukuk, kamusal alanda karşılıklı insan ilişkilerinin formel karakterini çiziyordu. Hukuk ve devletin formel karakteri Hegel tarafından kabul edilemezdir. Zira Hegel’e göre devlet tinin fenomenal alandaki ifadesidir. Bu anlamda devlet hakikatin taşıyıcısı olmakla içerik kazanır. İnsan da aynı hakikatin taşıyıcısı olmak bakımından devletin taşıdığı ilkeye aykırı değildir. Bu anlamda o, insanın öz-yaşamına dair bir ilke sahibi olacak ve hukuku insanlar-arası ilişkiyi tesis eden bir araçsallıktan kurtaracaktır. Çünkü hukuk, insanın nasıl yaşayacağına dair ilkeler söyleyen devletin kurumsallaşmasıdır. Liberalizmin kamusal hukuku, Hegel’de kamusal alanla-özel alanın ayrıldığı bir öz-yaşam formunda kavranır. Liberalizmin hukukun temelini tesis etmeye ihtiyaç duymaması, tüm yurttaşları eşit şekilde kavrayacak bir ilke sahibi olamamasını sağlamıştır. Bu yüzden liberal toplum bir tinsel hakikatin parçası olamaz. Hegel açısından hukukun tesis edilmesini engelleyen bu kavrayış terk edilir. Ona göre tüm yurttaşları eşit şekilde kavrayacak tinin cisimleşmesi olan devlet yaratacağı yasaya içkin değer atfeder. Hegel’de yasanın içeriği vardır ve bu içerik tüm yurttaşları eşit şekilde kavrayan tindir. O zaman adaletin tesis edilmesini sağlayacak evrensel-tinsel yasa, hukuksal formda cisimleşecektir. Liberalizm, eylemi irade ile meşrulaştırmaya çalışmıştı. Bu anlamda değer yitimi, toplumu, uzlaşmanın ürünü olan biçimsel bir adalet

ilkesine teslim etmişti. Bu biçimsel ilkeyi bir ortak anlam dünyası yaratarak aşmaya çalışan Kant, evrensel ilkeye ilişkin kamusal haklılaştırma yolundan başka meşruiyet bulamamıştı. Yani o da akılsal olduğu varsayılan değerlerin uzlaşımla tesisini gerçekleştirmişti. Hegel ise, insanın nasıl yaşayacağına dair ilkeler bulmaya, insana haklarını söyleyen hukukun, tinsel içeriğine vurgu yapmıştı. Bu anlamda hukuk, uzlaşımın sonucu olarak ortaya çıkamazdı. Hukuk tinsel niteliğe sahip insanın yaşamına ilişkin değerlerin cisimleşmiş haliydi. Bu nedenle temelinde herkesi kuşatan değerler barındırıyordu zaten. Aklın kendini gerçekleştirdiği şey olarak insan ise, akılsallığı gereği o ilkenin uygulayıcısıydı. Bu anlamda Hegel, hukuku formel bir karakterden kurtararak belli ilkelerin cisimleşmesi olarak kavradı. Liberaller tarafından totaliter olmakla suçlanacağı sezilen Hegel’in, başka bağlamda eleştirisi beni ilgilendiren. Hegel, devletin ve hukukun, tinin taşıyıcısı olmak bakımından varlığı kapsadığını ve tüm yurttaşları kuşattığını iddia etmişti. Oysa Marx, devletin hiç de genel çıkarların ve özgürlüğün değil, özel çıkarların temellendiği bir alan olduğunu iddia etmişti. Bu anlamda zaman ve mekanı aşan evrensel değerleri reddeden Marx, değerlerin üretim etkinliğine katılmak bakımından farklı şekilde ‘sınıflanan’ yapıların değerleri olduğunu söyler. Bu anlamda evrensel değil ama çıkarları bakımından farklı değerler vardır. Gerçek hiç de Hegel’in dediği gibi tüm insanları kuşatan değerlerin cisimleştiği bir devlet değildir. Aksine güçlü (mülk sahibi) olanın, güçsüz olan (emekçi) üzerindeki zulmünü meşrulaştırdığı bir aygıt olarak görünüyordu. Marx’ın zaman ve mekanı aşan değerleri kabul etmemesi, iki sınıfın savaşının, evrensel değerler doğrultusunda değil, kendi çıkarları doğrultusunda tesis ettikleri değerlerin savaşı olarak kavramasını sağlar. Evet bu savaş iki farklı değerin savaşıdır. İkisi de ontolojik bir ilkeye dayanmaz. Ama tarihin öznesi olmak bakımından, emekçinin değerleri, tarihin gerçek değerleri olmayı hak ediyordur ve bu savaşı emekçi kazanmalıdır. O halde liberal toplumun yarattığı kapitalist devlet ve onun hukuku, adaletin değil kendi çıkarlarının bekçisidir. Çünkü bu hukuku meşrulaştıran şey evrensel değerler değil, burjuvanın kendi çıkarlarına dayanarak oluşturduğu ilkelerdir. Bu hukukun hüküm vermesini ve şiddetini meşru kılan ise şiddete maruz kalanın haksızlığı değil, güçsüzlüğüdür. O halde devletin temelinde hakikat değil güç vardır. Ve bu güç, kendi çıkarlarını hukuk adı altında meşrulaştırarak, kendi şiddetini yasa ve ‘adalet’ olarak nitelendirir. Evet, adaletin ontolojik niteliğini kaybettiği doğrudur. Adaletin temeline ‘güç’ün yerleştiği de doğrudur. Bu yüzden adalet adına politika yapanların, hukuki zeminde meşrulaşması evrensel olduklarından değil, güçlü olduklarındandır. Adaletin tarihsel ilkesi güçtür. Bu anlamda fenomenal olarak varlığını tesis etmiş ‘adalet’ ilkesi, insan doğasına dayanmayan bir ilkedir. Bu bağlamda adalet, kendi değerlerini oluşturan egemenin kendini meşrulaştırmasıdır. Adaletin ontolojik dayanağını yitirmesini Marx üzerinden şöyle okuyabiliriz. Adalet ancak ‘belli bir sınıfın’ değerlerinin ifadesi olarak ortaya çıkabilir. O halde adaletin yeniden tesis edilmesi için Antik Yunan dünya kavrayışına dönmek zorunlu gibi görünüyor. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden bir Ekim Gençliği okuru

31


Konya Treni’nde içki yasağı ve Türkiye’den manzaralar...

32

Ankara-Konya hızlı tren hattında içki satışı yasaklanmış. Birileri kalkıp Atatürk’ün treninde alkolü de yasakladılar diyebilir. Bunu diyen yarın ‘Atatürk’ün tırında uzun ikibin’i yasakladılar’ derse şaşırmamak gerek; zira sofra adabına dair bile ‘ata’nın öğütleri referans gösteriliyor. O zihniyetin cisimleşmiş hali Birgül Ayman Güler’dir. O kafaya göre Atatürk olmasa babamız, anamız, eniştemiz belli olmayacaktı. Adımız soyadımız dâhi olmayacaktı, ek olarak homo sapiensten gelmeyecektik! O kafaya göre her yol ‘ata’ya çıkıyor. Neyse bu konuya sonra dönmekte, belki böyle deyip geçiştirerek hiç dönmemekte fayda var! Yakında DSİP ‘gericileşiyoruz’ açıklamasıyla orta şeride kırarsa sürpriz olmaz. Durum o denli vahim! Bu uygulamalar kuşkusuz devede kulak. Hangi devede mi? Hani THY’nin 2006’da apronda kestirdiği bir deve vardı ya ‘dünya apronlar tarihine’ bir ilk olarak geçmişti... İşte bu kulağın sahibi o deve! Deve kesme, hosteslere Osmanlı kıyafetleri, Muhteşem Yüzyıl dizisinde Hürrem’in başının örtülmesi, alkolün yasaklanması, Egemen Bağış’ın Tayyip’in doğumunda rolü olan şehirleri mübarek ilan etmesi, Edip Cansever’in ‘Masa da masaymış ha’ şiirinden bira geçen dizelerin çıkarılması, TV’de omuzların buzlanması, kılıçlı gençlik bakanının bir öğrenciye “evrimi tabi sansürleyeceğim sen maymundan mı geldin” diye sorması… Bir kısmı gülünç… O gülünç kısım, oldukça trajikomik. Sadece trajik olan bir kısım daha var: Kendinden olmayana yaşam şansı tanımama üst başlığında irdelenmeli. Alevi evlerinin işaretlenmesi, Adıyaman’da olduğu gibi ramazan davulcusunun davul çalıp müminlere linçinizi açabilirsiniz çağrısı yapması, Samatya’da Ermeni yaşlı kadınlara yönelik cinayete varan saldırılar, eğitimden sağlığa toplumla hayati derecede ilişik

alanların on yıldır ısrarla ve belli bir programa uyularak gericileştirilmesi... İşte bunların hepsi ürkütücü boyutlarda. Mahalle baskısı falan hikâye! Mahalle baskısı denilen şey ‘muhafazakâr demokrat’ partilerin basın diliyle bir benzerlik kurduğumuz takdirde “Anadolu baskısıdır.” Ulusal gazetelerin yerel haberlerle yerel gözükme çabasıdır. Aslında tersi daha yerinde… Muhafazakâr kültürünü ‘demokratlığıyla’ pekiştirerek yerelden genele yayma uğraşısıdır. Diğer yandan sahnede güçlü parti imajı çizen AKP’yi (kendisine Ak Parti denilmesinden hoşlanan siyasi parti) yumuşak karnından vuracağım diye (en güçlü olduğu yerden yüklenen) ‘türban siyasaldır’ argümanıyla hareket edenler de türbanı siyasallaştırmıyor mu? Türban siyasaldır ama türbanı örgütleyen siyasetin tüm siyasal devinimi o araca sıkışmış gibi görülürse AKP buradan güçlenerek çıkmaz mı? O güçlü gerici propagandayla türban üzerinden kavgaya tutuşanların gericilikle nasıl mücadele edilmeli sorusunu boş bıraktığı kesin. Türban yasaklanmalı diyen bir kesim sol, politik konumu itibariyle ister istemez ulusalcı cephede kendine yer aradı; buldu veya bulamadı. Diğer yandan AKP liberal sol kozunu doğru oynayarak fütursuzlaşma fırsatını sonuna kadar değerlendirdi. Sağ, milliyetçisi muhafazakârıyla ‘AKP değirmenine’ su taşıyıp AKP’ye yeni barajlar inşa ediyor. Ama liberal solun da AKP’nin kıyıda köşede kalmış değirmenlerine naçizane miktarda su taşıdığını söylemek abesle iştigal değil. Ki geçenlerde Ömer Laçiner bir TV programında “biz AKP’den bunları bekliyorduk, AKP kendi çizgisinde tutarlı hareket ediyor” diyor, AKP’ye muhafazakâr demokrat yakıştırması yapıyor. Bir zamanların popüler tartışmasını anarak ‘Türkiye Malezyalaşırken’, işin doğrusu bunları


tartışmak pek yersiz fakat Laçiner’in tanımına bakmak gerek. Demokrat sözcüğü o kadar özgür, o kadar başına buyruk ki ön ad olmada… Ön ad olduğunda kimin, neyin önüne gelirse gelsin sırıtmıyor. Liberal demokrasi, muhafazakâr demokrasi, ulusalcı demokrasi si si si… Şimdi de demokrat Menderes, demokrat Özal, demokrat Tayyip! ‘Demokraaside’ çareler tükenmiyor. Şimdi sadece muhafazakâr demokrat Arınç, demokrat Gül! Oku bakalım: Demokrasi! Oku bakalım: Özgürlük! Kurttan kuzuya ne kadar dost olursa bir muhafazakârdan demokrata da o kadar post olur! Bu bileşimden çıksa çıksa ‘post modern’ sivil darbe çıkar! Dikkatlerden kaçan/kaçırılan biraz da bu sanırız. AKP’nin çizgisiyle çelişmeyişi, tırısa kalkıp dörtnala koşması, sömürüyü katmerleştirmesi; emperyalizme uşaklaşıp, demagojide ustalaşıp, yoksullaştırmada seviye atlaması, yoksul insanı dinle uyuşturup yoksullaşan toplumu gericilikle idare etmesi, sadaka kültürünü benimsetmeyi işsizlikte fark edilmeyecek narinlikle ama hep bir arada götürmesi... Kısaca AKP’nin şu çizgisiyle çelişmeyişi ayakta alkışlanacak bir siyasal tespit değil muhtemelen. Tıpkı Amerika’da terapi grubu olabilecek ‘isimsiz Kemalistler’in “Atatürk’ün treninde alkolü yasakladılar biz nerede içeceğiz şimdi” hezeyanı gibi gericileşmeyi iki boyutuyla ele almalı. Tüm kurumlar, Ankara-Konya hızlı treni gibi süratle gericileşirken, her makam koltuğuna bir badem bıyıklı kurulurken, bu badem bıyıklı amcalar cumhuriyeti-ülkeyi yönetirken, toplumun önemli bir kesimi de siyasi modaya uyum sağlıyor. Burada ‘bilinçli ve gönüllü bir gericileşme’ aramak; gericileşmede bilinç aramak, o apronda eceli gelmiş deveye hendek atlatmak kadar zor. Gericileştirme politikasından bahsedebiliriz. Toplumun bazı kendini bilmezleri, her devrin adamları sürece payandalık yapıyorlar. Birkaç kendini bilmez demek isterdim, öyle de diyorlar. Alevilerin evlerini oyun oynayan birkaç densiz çocuk işaretlemiş! Tek haber o yasak değil. Başbakanın geçtiği yoldan ilerleyenler var. Erdoğan ucube diyerek bir heykeli yıktırmıştı. Bu tavrın olumlu bir yanı da oldu! Yıkıcı sanat eleştirmenliği akımını başlattı sanatın ve sanatçının dostu başbakanımız! Şimdiyse takipçileri Ordu’da çıplak kadın heykellerini boyayarak ‘Edep Yahu’ yazıyorlar. İşin güzel yanı da ne biliyor musunuz? CHP’li Ordu belediye başkanı bunu yapanlar için birkaç şehir magandası diyor. Burada bir anlaşma var, bir âşık sözleşmesi… Her gün aynı Ordu’nun sahilinde aynı saatte buluşulacak. Her gün aynı apolet olacak CHP’nin omzunda, her gün deve kesecek AKP kayalıklarda! Zaten iki parti de milletin refah seviyesini yükseltme yolunda elinden geleni yapıyor. Yoksa iktidara sorsan mevcut iktidar canavar! İlerleme, ilerleme kavramının ötesine geçmiş, maşallahı var! Muhalefete sorsan nasıl muhalefet yapılmalıyı öğretecek, elinde tebeşir tahta başına geçip… Zaten AKP’nin on yılını da bu çerçevede özetleyebiliriz: Canavar roldeki AKP, bugüne kadar hep cezalandırılmış rolündeki CHP, 6 okundan hareketle doğrular çizen, doğru yol gösteren öğretmen konumunda…

Başta değindiğimiz BAG çıkışı CHP içindeki ‘ırkçı demokrat’ kanadı tam zamanında teşhir etti. Üstelik ne varsa bu eski solcularda var. Solcu eskisi ırkçı demokrat Güler “bana Türk ulusuyla Kürt milliyetçisini bir gördüremezsiniz” dedi meclis kürsüsünden… Her şeyi kürsüye bağlayan, kürsü dokunulmazlığı gibi oyuncaklarla eğlenen parlamento seviciler sorgulamalı bunu, hiç ırkçılar falan değil! Irkçılıkla mücadele yerinin o kürsü olmadığını gösteriyor bu konuşma; çünkü ırkçılığın adresi bizzat o kürsü. Bu “gördüremezsiniz, yaptıramazsınız” meselesiyse milletin iradesiyiz iddiasını çürütüyor. Milletin vekili o kürsüde vekillere değil millete sesleniyor gördüremezsiniz diye. Zamanında Demirel de “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” demişti. Eylemde despotluk çağrıştıran tepkiler bir bastırılmışlığın patlaması ve suçlu psikolojisi… AKP’nin yancı demokratı Ayşenur Bahçekapılı da başbakanı ağzına alırken dikkatli ol demişti. Dedirtemezsinizin bir ileri evresi bu: ‘Diyemezsiniz!’ Aynı Bahçekapılı Ayşenur bir dönem ÇHD üyesiyken ÇHD’yi tanımadığını da belirtti! Garipsenmesin. Her şey tabiatı gereği! Trende alkol yasaklatanların Kemalistlerden altta kalır yanı yok. Üste çıkmaya bayılan dinci gericiler, tabloyu kıyasladığımızda daha gülünç haldeler desek yeridir. Türbe ziyaretine giden yolcuların alkol kokusundan rahatsız olması! Yahu muhterem, adam türbe ziyaretine gidiyorken burnu hâlâ alkol kokusundaysa ondan sana da hayır gelmez ateistlere de… Bırak trenin lokantasına gitsin şeytana uymayıp iner de türbeye giderse senindir, alkolden böylesi rahatsız olup sövüp sayıyorsa zaten hiç senin olmamıştır! Trendekiler kendilerine zarar verilebileceğinin tedirginliğini duyuyorlarmış. Haberi hazırlayan ‘Milli Gazete’ olunca bir ‘Akit estetiği’ yakalanamıyor. Aynı haberi Akit verseydi “Daha önce bu tren hattında birçok alkollü müşterinin, türbe ziyaretine giden Müslümanları tövbe etmeyin dinden çıkın şeklinde taciz ettiği biliniyor. Bu alkoliklerin Konya’yla bir ilgisi olmadıkları, laik terör örgütüne bağlı hareket ettikleri düşünülüyor” şeklinde verecekti. Avukatların tutuklandığı, demokratların pazarları pikniğe çıktığı, ‘gördüremezsinizlerin’ ‘dedirtemezsinizlere’ karıştığı günümüz Türkiyesi’nde gericilikle mücadele elbette yine ‘işçi sınıfının kendi eseri’ olacaktır. Çünkü “…Laiktir laik kalacak” korosunu taşıyan Kadıköy-İzmir orta sınıf treni, Türkiye haritasına bakarken Ankara-Konya trenini görür, sadece rayları görür, türbanı görür, uçak yolcularına dağıtılan şerbeti görür. O şerbeti içer ve yüzünü ekşitir! Uykusuz dergisinin kapağında yer aldığı gibi THY’den atılan yüzlerce işçiyi (büyük çoğunluğuyla aynı yaşam koşullarını paylaşmakla birlikte) görmez. Osmanlı kıyafetlerine kanıp kanı donar, aklı buz tutar. İşçi sınıfıysa bir raddeden sonra (maksat ‘raddeli’ tüpü devrimci duruma dek sürekli ısıtmaktır) yaratan ellerinde geleceği görür, ‘yaradana sığınanla’ tartışmasını bu yolla aşar. Doğrudan ve değiştirici gücüyle… T. Talip

33


Yılmaz Güney’i anlamaya çalışmak - 2 Yılmaz Güney sinemasının ve bu sinemada içkin durumdaki politik düşüncelerinin “gerçek” kavramıyla arasındaki ilişki, daha önceki “Yılmaz Güney’i anlamaya çalışmak” başlıklı yazıda irdelenmeye çalışıldı. Yazıda gerçek ve yaşam kavramlarıyla kurulan politik bağ üzerinden bir inceleme ön plana alındı. Bu yazı, belki de aradaki bağın daha derin kurulabilmesi açısından boşlukları doldurabilmeyi hedeflemektedir. Bu yazıda, Yılmaz Güney’in düşünceleri, pratiği ve sineması üzerinden kültür-sanat mücadelesinin sosyalizm mücadelesi üzerinden konumlandırılışı tartışılacaktır. Bu yanıyla, yapılacak tartışmalar kültür-sanat faaliyetinin, proleter devrimci mücadelenin bugününde ve geleceğinde hangi kanalları açabileceğinin tipik göstergelerini de içinde taşımaktadır. Konunun ayrı ayrı ele alınabileceği ve daha da derinleştirilebileceği aşikarken, “Yılmaz Güney’i anlamaya çalışmak” ve sinema temelinden şaşmadan konuya girebiliriz.

Yılmaz Güney sinemasının diyalektik zemini

34

Yılmaz Güney sinemasını en genel tanımıyla, bir arayış olarak görebiliriz. Sosyalizm mücadelesinin kültür-sanat cephesini sinema düzleminden örecek yolların aranması. Bu arayış, insanların yaşamlarının bir sinema filmiyle değişeceğine inanmayan, temel değişimin ancak içinde bulunulan ekonomik ve toplumsal koşulların değişimiyle mümkün olacağına yürekten inanan bir arayıştır. Ama diğer bir yandan, bu arayış ayrıca, belli tartışmaları yapabilmeyi, yaptırabilmeyi, belki bir farkındalığı, belki de sanatın bilinçlerde yaratabileceği bir sarsıntıyı hedefleyen bir arayıştır. Güney, bu arayışın niteliğini “Yol” filmi sonrası İspanyol Devlet Televizyonu ile yaptığı bir röportajda şöyle ifade ediyor: “Arayışın adını açıkça koyamıyorsun, adı açıkça belli değil, kendini değiştirerek kendi yapabileceğin şeyleri arıyorsun. Ancak içinde bulunduğun şartlara karşı bir tepki. Aramak devrimci bir tutumdur.” (Yılmaz Güney, Yol, s. 295, 2005, 5.baskı) Burada Güney’in, yaşamın diyalektik akışında kendini konumlandırdığı nokta açıkça görülüyor: “Ne olursa olsun, bir şeyi geliştiren kendi iç çelişmesidir. Yani bitkiyi geliştiren şey onun içindeki çelişme, toplumları geliştiren şey onun içindeki çelişme, insanı bireysel anlamda geliştiren şey de onun

içindeki bireysel çelişme, eski ile yeni çatışması, olumlu ile olumsuz çatışmasıdır. Bu anlamda ben gelişmemi kendi içimde sürekli taze tuttuğum şeylere borçluyum.” (Yılmaz Güney, Yol, s. 296, 2005, 5.baskı) Yaşamın bu diyalektik kurgulanışında kendini doğru yerde konumlandırdığı için Yılmaz Güney, Yılmaz Güney olabilmiş ve sanat ve politik mücadele çizgisini tam da bu noktada birleştirdiği için, “politik sinema” alanının kendi coğrafyasından en güzel temsilciliğini yapmıştır. “Onlar suskunluk içinde boğulacaklar; bizlerse, gelişen güçlerin savaşçıları olduğumuz sürece varolacağız.” (Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar Cilt: I, 2. Bölüm , Kayseri Konuşmaları-1, s.6) Daha felsefi bir düzeyde ifade etmeye çalışırsak, ilerici olan devinendir, yaşayandır. Yaşamın diyalektiği “durma”yı dışlar. Duran, geriye düşer, çürür. Batı felsefesi geleneğinin, diyalektik kavramını atfettiği, Sokrates öncesi Yunan filozoflarından Heraklitos da aynı noktadan kendi varlık ve dünya anlayışını ortaya koymuştu. “Panta rhei” (Herşey akar), mottosunun alt yapısını oluştururken, aynı devinimden bahseder: “Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.” (Heraklitos, Fragmanlar, 8. Fragman, Kabalcı Yayınevi, 2005) Heraklitos’tan sonra da birçok düşünür, “diyalektik” kavramının altını doldurmaya çalışacak ve felsefi sistemlerini bu kavram üzerinden ifade edecektir. Bu bağlamda, Yılmaz Güney’i de sadece ilerici, politik bir sinemasal üretim üzerinden okumaya çalışmak, mevzunun daha geniş bir algısını ikinci plana atmış olacaktır. İlerici olan hayattır. Gerçek sanatçıya düşen görev de hayatı ve hayatın bu akışını, çatışmasını, çelişkilerini sanatıyla ifade etmektir. Sabahattin Ali, sanatın hayatla olan ilişkisini şu şekilde ifade ediyor: “Sanat, bütün teferrüatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye, daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır. Hulasa sanat gaye değil, vasıtadır. Gaye hayattır.” (Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s.49, YKY) Plehanov, estetik üzerine görüşlerini dile getirirken, Çernişevski’nin estetiğini de aynı düzlemden ifade ediyor. Çernişevski’ye göre “güzellik yaşamdır.” “Çernişevski için gerçeklikteki güzellik, sanattaki güzellikten üstündür” (Georgi V. Plehanov, Sosyalist Açıdan Toplum, Sanat, Eleştiri, s.78,82, Evrensel Basım Yayın)


Yılmaz Güney sinemasının sınıfsallığı Yaşamı, devinimini ve diyalektik kurgusunu temel aldıktan sonra üretim noktasına geçildiği kertede, yaşam deviniminin o an için ifadesini bulduğu temel karşıtlıklara bakmak, buradan hareketle ekonomik, siyasal ve toplumsal bir analize girişmek ve safı doğru konumlandırmak gereklidir. Yılmaz Güney’in üretim süreci üzerinden temel bakış açısı, olaya “biçimsel değil, sınıfsal bakabilmektir.” Çağının burjuva sanat kurumlarını eleştirirken de temel sorunu buradan kurar Güney: “Sorun, sömürü çarkının süslü bir vidası mı, yoksa sömürü çarkını kırmanın yağlı, gerekirse kanlı bir vidası mı olmaktır.” (Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt: I, 2. Bölüm , Kayseri Konuşmaları-1) Bunun sonucunda, sanatsal üretimin niteliğini de aynı sınıfsal bakış açısı belirler. Dolayısıyla sanatsal üretimin kalıcılığı, ilericiliği, devrimciliği ve devinimi de iyi niyetli çabalardan ziyade, sınıfsal bir bakışa referans verir. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasından ve bu yanıyla sınıfların ortaya çıkmasından bugüne, aslında saflar bellidir. Çok daha öncesine, belki de yaşamın temel karşıtlığı olarak iyi ve kötüyü gören inançlara gidebileceği gibi, (Zerdüştlük inancının temel öğretilerinden biri olan “hak yememe” kavramının iyiliğe ve güzele götürecek temel yol olması) bugüne dair bir analizde de sömürü ve sömürülen, zalim ve zulmedilen başka bir sınıfsal form alarak karşımıza çıkıyor. Yalnız, tıpkı Zerdüştlük ve benzeri ilk öğretilerde olduğu gibi, “iyi”ye götüren yol, sadece “iyi”yi istemek, “iyi”yi eylemek değil, aynı zamanda “kötü”yle de mücadeleyi gerektirir. Yılmaz Güney de içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal yapıyı daha da ileriye taşımak için pratik alanda proleter devrimci bir duruşu tercih etmiş, insanlara “iyi”yi aktarmış, hem ideolojik hem de sanatsal alanda da “kötü”yle mücadelesini yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür. Zalimle, hak yiyenle, kötüyle, bugünkü sınıfsallıkta durduğu yer üzerinden burjuvazi ve kurumlarıyla mücadelede temel güç de yine aynı sınıfsallıkta yatmaktadır. Bu yanıyla, sanatsal üretim de zeminini buraya evriltmelidir. Sovyet Sinemacılar Derneği Genel Sekreteri Aleksandr S. Karaganov, “Sinema ve Devrim” isimli yazısında, Lenin’in bakışını şöyle aktarıyor: “Lenin, sanatsal yaratımdan söz ederken her zaman şu tartışılmaz bilimsel gerçeklikten hareket eder: sınıf çelişkileriyle dolu toplumda sınıflar dışında bir edebiyat ve sanat olamaz... Hiçbir insan, toplumsal bir insan olması ölçüsünde bile şu ya da bu sınıf veya belirli bir toplumsal gruptan yana tavır almaktan kaçınamaz.” (Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin, s.93, Sel Yayıncılık) Bu bağlamda, kapitalizmin sömürü sistemi içerisindeki tek tutarlı devrimci sınıf olan proletaryadan yana tavır koymak, bugünün sanatsal üretimde de tek ilerici adım olacaktır. Tıpkı, Yılmaz Güney’in de kendini konumlandırdığı gibi. Yılmaz Güney, Kayseri Konuşmaları’nda, sanatçının niteliğini belirleyen kıstası şöyle tanımlıyor: “Genel anlamıyla sanatçının niteliğini belirlerken, toplumsal pratiğinin, yani siyasal ve kültürel çalışmalarının, toplumsal tutum ve ilişkilerinin ve eserlerinin hangi sınıfların hizmetinde olduğuna bakmalıyız. İşçi sınıfının, yoksul köylülüğün sorunlarına, toplumsal kurtuluş mücadelesi doğrultusunda hizmet ediyorsa, emekçi kitlelerin eylemleriyle yakından ilgileniyorsa, bu

eylemlere maddi ve manevi destek oluyorsa, onların devrimci sınıf bilincini yükseltiyorsa, devrimci ruh ve kararlılığını kabartıyorsa, onlara bütün dünya emekçilerinin kardeşlik duygularını götürüyorsa, bilimsel sosyalizmin ideolojisi ve teorisini kendisine kılavuz ediyorsa, bu sanatçı proleter devrimci bir sanatçıdır. Eksikleri, zaafları, yetmezlikleri olsa bile halkın sanatçısıdır.” (Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Cilt: I, 2. Bölüm , Kayseri Konuşmaları-1) Yılmaz Güney sinemasına oldukça yakın bir biçimde, aynı sınıfsallık üçüncü dünya sineması üzerinden de kendini ifade eder. Latin Amerika örneği üzerinden, sinema ve sanat, içinde bulunulan sömürgelik koşullarından ayrılmamalı, tam tersine, bir özgürlük çığlığı olarak ezilen halkların sesine ses katmalıdır. Fernando Solanas ve Octavio Getino, “Üçüncü Bir Sinemaya Doğru” adlı manifestoda, halkının özgürlük mücadelesiyle kurduğu bağ üzerinden sanatçının durması gerektiği konumu şöyle ifade eder: “Yabancılaşmış bir dünyada, kültür, açık bir biçimde deforme olmuştur ve olmaktadır. Bunun üstesinden gelebilmek için, kapitalist toplumun çöküşüne katkıda bulunacak, devrim için ve devrime ait, yıkıcı bir kültür gereklidir. Sinemanın da – kitlelerin başlıca sanatı olması açısından- bu özel konumundan dolayı, sırf bir eğlenceden, aktif bir yabancılaşma karşıtı bir konuma dönüşümü zorunlu olur. Kamera, “zorunlu” olur. İnsanın özgürleşme mücadelesinde tuttuğu yer birincil önemde olmak durumundadır. Buradan doğru da kamera bir silah, sinema da bir gerilla sineması haline gelir.” (Solanas and Getino, Towards a Third Cinema, çev. A. Ardil) Vurgu, sömürü koşullarının doğru tahlil edilmesinde ve özgürlük mücadelesinde sanatsal üretimi nerede konumlandırmamız gerektiğindedir. Roy Armes’ın “Üçüncü Dünya Sineması ve Batı” adlı kitabında Glauber Rocha üzerinden yapılan “Açlık Estetiği” aktarımında, Rocha, sinemanın mücadeleyle ilişkisini şu metaforlarla veriyor: “Bu yüzden terminolojileri gerilla mücadelesinden imgelerle doludur; film bir ‘fitil’, kamera bir ‘tüfek’, projektör saniyede 24 ateş edebilen bir ‘silah’tır. Sinemacı da, ‘palasıyla kendi açtığı yolda ilerleyen’ bir gerillaya benzetilir.” (Roy Armes, Üçüncü Dünya Sineması ve Batı, s.35, Doruk Yayınları) Bu bağlamda, Yılmaz Güney’in de kamerasını ve sinemasını ezilen, sömürülen milyonların yaşadığı çelişkilere çevirerek, sanatını bir “silah” haline getirdiğini söylemek yerinde olacaktır.

Sonuç Yerine Kültür-sanat faaliyetinin, genel olarak mücadelede tuttuğu yerin yaşamsal ve kavramsal konumu Yılmaz Güney üzerinden ifade edilmeye çalışıldı. Ama elbette ki, bugüne dair bir üretim mevzu bahisse, bakacağımız yer yine bugünün sınıf çelişkileri olmak durumundadır. Bu da kapitalizmin değişen yapısını, sınıf çelişkilerinin ifadelerindeki değişikliği, kitleler üzerinden ise değişen algıları, iyi irdelemeyi zorunlu kılar. Sonraki yazılarda, hem burjuva sanat anlayışı açısından, hem de devrimci açıdan günlük kültür-sanat pratiğinin sorunları ve buradan doğabilecek çözüm yolları tartışılmaya çalışılacaktır. A. Ardil

35


“Oscarlık bir film”…

Bir sinema filmini elbette ki görsel açıdan çok sorgulayacak halim yok. Sonuçta kapitalizm içinde şekillenen büyük bir endüstri ve bununla beraber büyük sermaye yatırılan bir sektör halinde. Ancak bir izleyici olarak yine aynı bağla ilişkili değerlendirmelerimiz oluyor kuşkusuz. Değinmek istediğim bu film, dünya basınında epeyce tartışılan ve özellikle İran’ da büyük yankı uyandıran ARGO. Film daha vizyona girmeden eleştirmenler tarafından çok şişirildiği açık. Üst düzey bir yapıt muamelesi görmesi, ABD’li eleştirmenler tarafından çok beğenilmesi, ilgi uyandırmıştı. Fakat film senenin en milliyetçi film ödülüne layık bir noktada. ABD yapımı olan bu filmin yönetmen koltuğunda ve başrolünde akademisyen, oyuncu, yönetmen Ben Affleck yer alıyor. Affleck’in “Gone Baby Gone” (2007) ve “The Town” (2010) filmlerinde de bariz görüldüğü gibi, bu filmde de milliyetçi bir bakış hakim. Bu yıl 85. si düzenlenen Oscar ödüllerinde bir manada otoriteleri de şaşırtan bir şekilde en iyi kurgu, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi film ödüllerini kazanmış olan ARGO, milliyetçişoven ABD sinemacılarının her sene bir Amerikan kahramanı yaratma davranışının düzenli hale geldiğinin bir örneği de aynı zamanda. “Film, 1979 yılında İran İslam Devrimi Biliyoruz ki, emperyalizmin esnasında Tahran’da meydana gelen rehine n buluna e lçiliğind büyüke ABD a, ağa babası olan, dünya krizi olayınd ABD’li altı kaçan üzerinde milyonların katili ve ve Kanada Büyükelçiliğine kan emicisi ABD’den başkası diplomatın İran’dan kaçırılması olayı dramatize edilmektedir. Kaçırılma değildir. Bu insan azmanı olarak Caper an Canadi adı emperyalist gücü şirin, operasyonunun mazlum, insacıl, adaletli ve adlandırılmıştır. Hikaye 2007 yılında CIA özgürlükçü göstermenin operasyon sorumlusu olan Tony Mendez’in kitap isimli e” Disguis of Master görsel çabası yıllardır yazdığı “The Hollywood sinemasında ve Joshuah Berman’ın konu hakkında Wired veriliyor. Bununla birlikte isimli dergide yazdığı “The Great Escape” isimli makale ile açığa çıkmıştır.” kavramsal nitelikte bir tarz artık bu Amerikan sinemasında. Kuşkusuz politik bir savaş, gözdağı, güç gösterisi, propaganda, kara propaganda vb. niteliğinde büyük bir öneme sahip. Dünya siyasetine böyle bir alandan, sanat-kapital bir markadan seslenmek gayet işlevsel görünüyor. Amerikan sinemasındaki milliyetçiliğe bakarken

36

niteliğiyle birlikte politik niyet ve açıklığı dönemsel olarak da gözümüze çarpıyor. Çok değil biraz geriye gittiğimizde, Irak’a yapılan emperyalist müdaheleyle birlikte Amerikan sinemasının Irak temalı filmlerle epey bir süre karşımıza çıktığını görebiliriz. Irak furyasının son bulmasından sonra şimdi de onun tahtına İran oturacak gibi. Ayrıca bu tarz propaganda adına yapılan filmlerin dışında, bir isyanı, sınıf çatışmalarını, toplumsal dönüşümü ve toplumsal mücadeleyi işlerken de olağanüstü güçleri olan bir karakter yaratıp, hikaye örgüsüne onun yetenekleri çerçevesinde yön veriliyor ve doğal olarak empoze edilen düşünce kafalarda hep bir kahraman figürü çizdiriyor. Veya mücadelenin kaderi şizofren bir karakterin narodnig planlarına bırakılıyor. Yani koskoca toplumsal mücadele daracık bir yere hapsediliyor. Bu bağla insanlar pasifivize ediliyor. Bir parantez daha açmak gerekirse, yine Hollywood komedilerinde “Karl” adının sıklıkla kullanılıp üzerinden espri devşirilmesi ile sık sık karşılaşıyoruz. Propaganda içerikli bu tarz filmlerde yine özellikle Stalin üzerinden sık sık sosyalizme, sovyetlere bir karalama ve korkudan gelen bir sataşma devamlı yapılıyor. En nihayetinde bu durum ARGO’da da baş göstermiş, yine Stalin üzerinden ve Kamboçya’daki Pol Pot deneyimine de dem vurarak çirkin bir saldırı repliği filmde ya alışkanlıktan ya da bilinçli bir şekilde yerini almış bulunuyor. Tekrar ARGO’ya dönecek olursak, Amerikan emperyalizmin dünya halklarına kendini mağdur, şirin ve barışcıl göstermesi bu filmde de devam ediyor. İkinci nokta ise dünya siyasetinde paylaşım arenasına “hala en büyük benim” ve her alanda saldırılarıma devam ederim mesajı vererek bir güç gösterisi yapılıyor. Nitekim bir Amerikan başkanın bir dönemki durumunu anlatan LİNCOLN filmiyle Daniel Day Levis’in en iyi erkek oyuncu, ARGO’nun 3 dalda Oscar ödülü, toplamda 55 adet ödül alması bir tesadüf değil. En prestijli ödül olan en iyi film ödülü yine ARGO’ya giderken, bu ödülü Obama’nın vermesi, film üzerinden amaçlanan politikanın açıklığına bir tescil getirmiş oldu. T. Karakan


Sermaye, spor, kâr... Milyonluk futbolcular, kâr getirmeyen branşlar, daha fazla para için bir ömür boyu kariyeri karaktersizleştirilen dopingli sporcular… Günümüzde daha fazla kâr daha fazla tüketim kültürünün spor üzerinde bıraktığı azımsanamayacak, lakin azını yazdığımız birkaç örnektir yukarda söz ettiğimiz. Dünyaca ünlü, adı bisikletle özleşmiş Lance Armstrong bir anda dünyanın gündemine dopingle oturuyor. Her yarışını heyecanla izlediğimiz, “bisikletin üstünde ondan iyi sporcu bulmak imkansız” dediğimiz Lance Armstrong, kariyeri boyunca dopingden hiç uzak durmamış. Durmamış dediğimize bakmayın, bu bir ekip işi. Durmayanlar bugünlerde milyonlarca dolarlık davalara sürüklenmiş durumda. Peki dopinge sürükleyen neydi? Dünyaca ünlü spor firmalarından, markalarından aldıkları sponsorluk anlaşmaları, reklam gelirleri, kısacası daha fazla spor değil, kariyer değil, hedef daha fazla para, daha fazla kâr! Olimpiyat komitesi, güreş branşını olimpiyatlardan çıkartmak için adım atıyor. Spor olarak hiçbir eleştiri almayan güreş, çoğu ülke tarafından da sevilen bir branş. Antik olimpiyatlardan modern olimpiyatlara kadar güreş branşı her zaman olimpiyatlar içinde yer almış. Güreşin olimpiyatlarda yer almaması için sürülen birkaç neden şöyle: Seyir sporu olarak pazarlanamaması, reklama elverişli sporcular yaratamaması, bir sporcunun pazarlama kaygısı ile ihraç edilememesi… Anlaşılan spor olarak kabul gören güreş, spor dünyasının en tepesi olan olimpiyatlarda para kaynağı olarak görülmediği için kabul görmüyor. İşin daha da ilgi çekici olan yönü komitenin güreşte yapılan doping olaylarına karşı hiçbir tavır almamasıdır. Bu branşın yok sayılmasının sadece kâr kaygısı ile yapılmış bir hamle olduğu açıktır. Olimpiyat komitesinin de itiraf ettiği gibi… Bu kadar spor demişken futboldan bahsetmek gerekiyor. Dünyanın taptığı futbolcular, “Messi mi Ronaldo mu” tartışmaları, transfer dönemlerinde harcanan akıl almaz paralar… İngiltere sokaklarında işçi ve emekçilerin Liverpool maçına giderken söyledikleri marş ne kadar da yabancı artık günümüz futboluna. “Asla yalnız yürümeyeceksin!” diye haykıran taraftarlardan şimdilerde holigan, tahammülsüz futbolseverlere bir yolculuk bu. Aslında taraftarlardaki sosyolojik değişime bakmadan önce futboldaki dönüşüme bakmak gerekiyor. İşçilerin öğle aralarında oynamak üzere kuralları kolay bir spor üretme ihtiyacından çıkan bu branş, şimdilerde endüstriyel bir hal almış

durumda. Bu da yetmezmiş gibi, çoğu büyük futbol kulübü ya kirli siyasetçilerin elinde ya da silah tüccarlarının para aklama kapısı halinde. İşçilerin buldukları futbol günümüzde işçi ve emekçilere çok uzak. Televizyon gelirini çoğaltmak için şifreli kanallarla yapılan anlaşmalar, tribünde izlemek için verilmesi imkansız bilet fiyatları bizler için futbolu izlenemeyen bir spor dalı haline getirmiş durumda. Forma gelirleri, marka anlaşmaları, televizyon gelirleri derken olağanüstü bir pazardan bahsetmiş oluyoruz. Çoğu spor dalı gibi futbolda para ve kâr hırsına teslim olmuş durumda. Futbolun yönetim kurulu işlevini gören UEFA bile harcanan paralardan rahatsızlığını dile getiriyor. Üst düzey liglerde hal böyleyken, daha amatör bir uğraş halinde olan sporcular için futbol bir spordan çok eziyet görünümünde. İmzalanan sözleşmelerin çoğu performansa göre ayarlanmış durumda. Performans ve üst düzey futbol oynamak isteyen gençlerin de yöneldiği ve yöneltildiği ilk şey oyununu geliştirmek için çalışmak değil tam tersine doping. Alt liglerde kontrolün az ya da hiç olmadığını biliyoruz ve hepimizin kulağına gelen söylentiler gerçeğin ta kendisi oluveriyor. Kapitalizmin kâr hırsı sporda artık alışagelmiş bir hal aldı. Dünyaca ünlü bisikletçilerin on yılardır yaptığı dopingler, kâr getirmeyen dalların yok sayılması, transfer için ödenen akıl almaz ücretler günümüzde sporun kapitalizm içindeki yerini göstermiş oluyor. “Hiçbir doping testim pozitif çıkmadı. Retroaktif anlamda, bir tanesinden kaldım. Yüzlerce doping testini rahat bir şekilde geçtim çünkü sistem kusurluydu. Yarıştığım dönemde Fransa Bisiklet Turu’nu dopingle kazanmak, lastiklerinizde hava olması ya da etap esnasında su içmek kadar doğaldı” diyor Lance Amstrong. Her şey o kadar doğalından işliyor ki, spor dopingleşiyor. Bir diğer yandan sporcular kazanmak için olağanüstü bir baskı görüyor. Antik olimpiyatlara katılan sporcular halk tarafından saygı ile karşılanırken şimdi ise hata yapan, performans düşüklüğü yaşayan sporcular yerden yere vuruluyor. Toplumun sosyolojisi, sistemin kendisi değişmeden spor eski haline kavuşmayacak. Sporun eğlenceli, heyecan dolu ve hırsın para için değil kazanmak için olduğu halini geri getirmek için “kâr” sözcüğünü sporun sözlüğünden çıkartmak gerekiyor. İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru

37


Ceyhan KYK yurdunda dini bilgiler ve kuran kursu dersi!

E R A D İ : t a a c a r ü M

Dinci-gerici AKP iktidarıyla birlikte eğitimden, sağlığına, yaşamın her alanına kök salan dinci gericiliğin kolu şimdi de Ceyhan KYK yurdunda baş gösterdi. Cemaatlerin yurtlara girişlerinden sonra perşembe günleri okuma dersi yapan gericiler, şimdi de idareyle birlikte dinci gericiliği öğrencilere aşılamak için büyük bir çaba içerisindeler. Dinci-gerici AKP hükümetinin “Adana ve Mersin’i alacağız” açıklamalarından sonra MYO’da aşure dağıtmaya başlayan, 8 Mart’ta çiçek dağıtmaya kadar pervasızlaşan dinci gericilerin, şimdi de yurtlara sızmaları şaşılacak bir durum değil. Son günlerde dinci gerici güçler ve idarenin ortak çağrılarının yer aldığı ilanlar yurtlarda kol geziyor. “Akşam yemeğe inerken karşılaştım ilanlarla. Her tarafta müracaat adresi idare yazan kâğıtlar asılıydı. Hem de idareye başvuru yapacakmışız. Anlayamadım ki biz yurtta Alevi, Sünni karışık kalan birileriyiz. Neden böyle bir şey yaptılar” diye küçük ölçekli bireysel tepkiler olsa da birlik içerisinde bir tepki yaratılmadığından somut bir sonuç elde edilemedi. İlanlardan kısa süre öncesinde yurtta güvenlik olarak çalışan kadınların işten çıkarılmalarını protesto etmek için tüm yurt ayaklanmış ve atılan işçilerin geri alınması istenmişti. Bu çerçevede imzalar toplanmış, yurt müdürü gece 00.30’da kadın öğrencilerle konuşmaya gelmişti. Saatlerce süren ve kendiliğinden gelişen işten çıkarılma protestosunda kadın öğrencilerin eylemi bitirmesi için yurt

müdürü ve hocalar öğrencileri tehdit etmiş, fakat karşılık bulmamıştı. En sonunda kadın öğrencileri durdurmak için, işçilere “ahlaksız” sıfatıyla iftira atılmıştı. Büyük ölçüde bu saldırı işe yaradı. Hemen ardından bu ilanla öğrencilerin karşısına çıkılmasının arkasında da öğrencilerin öfkelerini dizginlemek olduğu açıktır. Mersin’de gerçekleşen islami sohbetler, Ceyhan’da gerçekleşmesi planlanan dini eğitimler güneydeki fırtına öncesi sessizliğin bir haberini de bizlere getirmektedir. Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nı parça parça hayata geçirirken öğrencilerden gelecek tepkileri kendi kontrolleri altına almak istiyorlar. Bu uygulamalar ışığında asıl görev bize düşmektedir. İlerici ve devrimci öğrencilerin dinci gerici uygulamaları teşhir etmesi ve engellemeye çalışması gerekmektedir. Sermayenin hizmetine sunulan üniversitelerde dinci gericiliğin değil, bilimin egemen olması gerektiğini; eşit ve parasız bir eğitim için verdiğimiz mücadelede tek kurtuluşumuzun devrim ve sosyalizmle mümkün olacağını vurgulamamız gerekmektedir. Değiştirmeye çalışmadığımız ölçüde dinci gericiliğin ve sermayenin elleri üniversitelerin tepesinde olmaya devam edecektir. Geleceğimizi çalanların geleceklerinin korkulu rüyası olmaya devam edeceğiz ve sermayenin her uygulamasına karşı mücadelemizi büyüteceğiz.

Ceyhan’dan bir Ekim Gençliği okuru

Kitap tanıtımı...

Ortadoğu hakkında

100 mit Fred Halliday

“Ortadoğu Hakkında 100 Mit”, İngiliz Ortadoğu uzmanı Fred Halliday tarafından yazılmış, Türkiye’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkmıştır. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere, Ortadoğu siyaseti hakkındaki birtakım önyargıları ele alıyor ve bunların aslında temelsiz olduklarını ortaya koyuyor. Konuları hem teorik düzlemde, hem de somut örnekler üzerinden işliyor. Kitabın üzerinde durduğu temel iki önyargı şunlar: Birincisi, Ortadoğu’nun özel bir yer olduğu ve dünyanın geri kalanından farklı yöntemlerle anlaşılması gerektiği. İkincisi, Ortadoğu siyasetinin dinsel metinlerle, tarihteki etnik, dinsel, mezhepsel vb. çatışmalarla anlaşılabileceği. Kitap bu iki önyargıyı eleştirirken, Ortadoğu siyasetine, dünyanın geri kalanına olduğu gibi, ekonomik ve siyasal çıkarların çatışmaları zemininde bakılması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu iki temel önyargının dışında, başka özel konulara da

38

değiniliyor. Bunlardan bazıları; İsrail–Filistin sorunu, İran devrimi, Soğuk Savaş’ın Ortadoğu’ya etkisi, Ortadoğu’daki komünist hareketler, Sovyetler Birliği’nin Afganistan ve ABD’nin Irak işgali. Kitabın temel amacı, siyasete bakış açısını sorgulamak ve bilimsel bir bakış açısının gerekliliğini vurgulamak. Kitapta değinilen başlıklar, kitabın da ötesine geçilerek, spekülatif tartışmalar yürütmeden, gerçekler üzerinden araştırılıp tartışılmayı gerektiriyor. Komünistler, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bunalımı, ülkelerin kendi içlerinde ve birbirleri arasındaki sınıf mücadelelerini anlamak ve önümüzdeki dönemin sosyalist devrimlerini daha iyi kestirebilmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyalar. Bunun için de, kimimizin kafasında var olan, bu bölge hakkındaki önyargılarımızdan arınmamız gerekiyor. Bunun bir anda olamayacağını biliyoruz, işte bu yüzden bu kitap ilk aşamada okumak ve tartışmak açısından önemli bir yerde duruyor

ODTÜ’den Ekim Gençliği okurları




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.