eksiyirmidort-sayi2

Page 1

cs55version.indd 1

6/5/11 2:29 AM


04

SAĞ’IN BİTMEK BİLMEYEN RÜYASI: BAŞKANLIK SİSTEMİ

HELAL INTERNET

GERILLA SANATÇI HAREKETI: KÜF PROJECT

ERGENEKON KAÇIRILMIŞ BIR FIRSATTIR

06

08

ümit aslan

KITAPLIK KALMADI TV ÜNITESI VERELIM

EN FILOZOF TÜRKÜCÜ

10

volkan ağır

burcu vardar zeynep sarsılmaz

ümit aslan

12

BILET FIYATLARI ÖĞRENCILER IÇIN PAHALI MI?

14

17

emre temiz

ayşegül aydın

fulya alan

BAŞBAKANIN EMRIYLE BOMBALANAN GAZETE: ÖZGÜR GÜNDEM 18

deniz deniz

BIR HEYKEL OTOBIYOGRAFISI

22

21

özgü öztuna

SOL ÇIZGININ ADAMI: METIN KURT volkan ağır

28

TARÇIN KOKULU AVM’NIN DAYANILMAZ CAZIBESI

DÜŞÜNME VE EYLEME MEKANI: 26A

“ŞARKI SÖYLEMEK DE YAŞAMAK GIBI”

NE DINLEYELIM

neslihan karatepe

32

BÜYÜLEYEN KENT PRAG b. begüm nazlı onat polat anıl can

42

34

GÖKKUŞAĞINA TIRMANMAK ZORDUR

özgü öztuna zeynep sarsılmaz

36

30

aslıhan erdal

40

emre temiz

AJANDA: KÜLTÜR/ SANAT

melis çınarsoy

cs55version.indd 2

6/5/11 2:29 AM


İKİ AY

önce Bilgi Üniversitesi kampüslerine yeni bir dergi geldi. Bilgi Genç Haber Ajansı etrafında toplanmış bir avuç, heyecanlı öğrencinin çıkardığı bu derginin adı eksiyirmidört’tü. İlk sayımızda neden çıktığımızın adını koymuştuk: Bizim paylaşmak istediğimiz gözlemlerimiz, naçizane deneyimlerimiz ve pek de naçizane olmayan düşüncelerimiz vardı! Kısacası, bizim “fena halde meselelerimiz” vardı. Heyecanla çıkan bu ilk sayıda, bazı hatalar da yaptık elbette. Fakat yine de, becerdik sanki bu işi. Aldığımız eleştiriler de, övgüler de bizi yeni sayıda daha iyisini yapmak yolunda yüreklendirdi. Siz bu satırları okurken, biz “ilkine göre nasıl oldu, haber içerikleri nasıl, mizanpaj güzel mi, baskı nasıl çıkacak, geri dönüşler nasıl olacak” derdinde olacağız yine, işte bu güzel heyecanların ve emeklerin ürünü olan “meseleli” dergimizin ikinci sayısı elinizde. Dünyanın meselesi şöyle dursun, bu memlekette meseleler hiç bitmiyor. Biz eksiyirmidört’ün bu ekibiyle daha çok dolu dolu sayı hazırlarız diye düşünüyoruz. 12 Haziran seçimleri, siyasette sert üslup ve kaset tartışmaları gündemin göbeğine oturmuşken, biz seçim sonrası gündemini işgal edecek başka bir konuyu, Başkanlık Sistemi tartışmalarını ele alalım dedik. Kapak fotoğrafımız da Thomas Jefferson’dan günümüze güzel bir uyarlama oldu sanırız! “YSK’ya iki “a” koy, ne etti? YASAK. Ve internetin yeni “paketli” hali hayırlı olsun!” Şakası bile kötü! Zira yakında özgür internet diye bir şey kalmayacak sanki. Şu haliyle kullandığımız ne kadar özgür internet, o da tartışmalı ya... Bu yüzden sansür terörü üzerine de iki çift lafımız da var bu sayıda. İkinci sayımızda basına uygulanan sansür ve yasakları da atlamadık. Bu sayıda, Press filmi ekseninde Kürt basınına uygulanan baskı ve yasakları filmin yönetmeni ve olaylara tanıklık etmiş Kürt gazetecilerle konuştuk. Basın demişken, bir başka söyleşiyi de 21 yıldır Türkiye’de yaşayan İngiliz gazeteci Gareth Jenkins ile yaptık. Bir zamanların meşhur Galatasaraylı futbolcusu, şimdi ise TKP’den İstanbul 2. Bölge milletvekili adayı Metin Kurt’la yaptığımız geniş bir söyleşi de bu sayının dosyaları arasında. Şehri bilmek, şehri algılamak önemli bir mesele sanki. Ve şu sıralar, şehir dediğimiz mefhum, kâr amaçlı feci dönüşümler altındayken, biz de bunlara karşı alternatif bir ekip olan ve yaratıcı eylemleriyle öne çıkan Küf Project’le söyleştik. Bir de eksiyirmidört’e özel kitaplık dosyamız var bu sayıda. Son sözü bağlamadan, eksiyirmidört’ün son toplantısında memleketin en ciddi meselesini unuttuğumuzu çok büyük bir şokla hatırladık. Neyse ki, hiçbir şey için henüz geç değildi. Kimden mi bahsediyoruz? Tabi ki Nihat Doğan’dan bahsediyoruz! Zat-ı muhteremlerine bu sayıda özel bir yer ayırdık. İkinci sayımız karşınızda. Dergideki tüm yazıları okuyup, görüş bildirenlere Eksiyirmidört’ten püskevit hediye! İyi okumalar!

cs55version.indd 3

KÜNYE Sahibi: İstanbul Bilgi Üniversitesi Adına İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Esra Arsan Editör: Işıl Eğrikavuk Görsel Tasarım: Burak Nehbit Yazı İşleri: Volkan Ağır, Emre Temiz, Ayşegül Aydın, Ümit Aslan, Melis Çınarsoy, Emek Karakılıç, Özgü Öztuna, Zeynep Sarsılmaz, Harun Şahnacı, İbrahim Vahab, Burcu Vardar, Fulya Alan, Neslihan Karatepe, Aslıhan Erdal, Deniz Deniz Görsel Tasarım Asistanları: Gizem Balkan, Anıl Can, Burak Kaan Kızılkan, Begüm Nazlı, Onat Polat Fotoğraf: Burak Kaan Kızılkan, Mürsel Çoban Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul, Haziran 2011 İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölümünün iki aylık süreli yayınıdır. İrtibat: Istanbul Bilgi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Santral Kampus, Kazım Karabekir Cad. No: 1, 34060 Eyüp, Istanbul. Telefon: 0212 311 77 19 Baskı: SM Matbaa. Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sok. No:10 A/Blok Bodrum Kat Yenibosna-Bahçelievler/ İstanbul

6/5/11 2:29 AM


sağ’ın bitmek bilme yen rüyası: M başkan lık sis temi

Türkiye’de sağ görüşlü liderlerin hep dile getirdikleri sistem, artık somut bir gerçeğe dönüşüyor. Tayyip Erdoğan eğer seçimlerden zaferle çıkarsa, alt yapısını hazırlattığı “tek adam” sistemini Türkiye’ye getirecek. Sistemin avantajları ve dezavantajlarını irdeledik evcut parlamenter sistemi rafa kaldıracak ve ‘yeni bir rejim’ getirecek projenin en ciddi duyurusunu Başbakan Erdoğan, 12 Eylül referandumunda balkon

konuşmasında “Burhan bey çalışmaya başla” talimatıyla yapmıştı. Başkanlık sistemi savunucuları arasında ‘fetiş’ seviyesine varmış olan Prof. Dr. Burhan Kuzu, var olan kongre hükümetlerinin ilginç bir versiyonunu öneriyor: Fransa yarı başkanlık ve ABD başkanlık sistemlerinin melezi. Federal yapıya geçmek istemeyen Kuzu, yürütme erkini maksimuma çıkartmak ve yerinden edilemez bir görünüm kazandırmak istiyor. Ülkenin yeni doğan bebeklerini bile birinci dereceden ilgilendiren bu konu üzerinde bir tek Burhan Kuzu çalışmıyor. Mersin Üniversitesi öğretim ütesi Prof. Dr İhsan Kamalak, başkanlık sisteminin Türkiye’ye uymayacağını düşünenlerden. Türkiye’de henüz hukuk devleti içerisinde temel hak ve özgürlükler ile yargı bağımsızlığında eksikliklerin bulunduğunu dile getiren Kamalak, “Başkanlık Sistemi Türkiye’ye uymayacağı gibi daha büyük istikrarsızlıklar getirir”1 diyor.

BAŞKANLIK SISTEMI NEDIR?

Başkanlık sitemini parlamenter sistemden farklı kılan özellikler şöyle: Başkanın yasama organının dışında kalması, Başbakanlık ve Devlet Başkanlığı sıfatlarını aynı anda taşıması, tüm bakanları atama yetkisini elinde bulundurması ve bu bakanların sadece kendisine karşı sorumlu olması. Ayrıca, başkanın anayasa ile meclisin güvencesi altında olması ve kesinlikle koltuğundan edilememesi.

Ümit Aslan

Başkanlık sistemini uygulayan devletler tıpkı parlamenter sistemdeki gibi güçler ayrılığı ilkesine dayanıyor. Başkan, yürütme görevini tek elden yönetirken, yasama görevi parlamentoda, yargı ise yüksek mahkeme veya federal mahkemeye bağlı oluyor. Sistemin en önemli özelliği, parlamentonun ‘Başkan’ı düşürememesi ve ‘Başkan’ın yasa çıkaramamasından kaynaklanıyor. Bakanlar, başkan tarafından atanırken, adeta birer sekreter özelliğinde çalışıyorlar. Örneğin, herhangi bir konuda bakanlar olumsuz görüş bildirseler bile, karar başkanın iki dudağının arasından çıkacak söze kalıyor. Kısacası, yürütme gücünü tek

4

cs55version.indd 4

6/5/11 2:29 AM


kişiye devreden başkanlık sistemi, bir başka deyişle ‘seçilmiş krallar sistemidir’ de diyebiliriz.

DIĞER ÜLKELER

En çok merak edilen konulardan birisi de başkanlık sisteminin diktatörler yaratıp yaratmadığı hususu. Latince dictare isminden çekimlenen ‘diktatör’ terimi ‘mutlak bir güce veya otoriteye sahip olan kişi’ anlamına geliyor. Roma Cumhuriyeti döneminde geçici olarak senato ve halk adına bütün yetkileri kendinde toplayan kişiye diktatör adı verilirdi. Şimdi üzerindeki olumsuz anlamın aksine, Roma döneminde diktatörlük yasayla verilen bir yetkiydi. Bu tanımdan yola çıkarsak, ‘Başkanlık Sistemi’nde yürütme erkinin tek bir kişi etrafında şekillenmiş olması başkanı modern diktatör olarak tanımlamamıza neden oluyor. Ancak, başkanın yoksun olduğu kanun koyma yetkisi ve bütçe hazırlama yetkisi nedeniyle de, diktatör teriminin gerçeği yansıtmakta eksik kalacağını gösteriyor. Bugünün modern demokrasilerinde ‘Başkanlık Sistemi’ denilince ilk uygulayıcı ülke olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) akla gelse de, dünyanın pek çok yerinde bu sistem uygulanıyor. Ancak, sistem sadece ABD’de başarılı gibi görünüyor. Çünkü Arjantin, Şili, Paraguay, Uruguay, Bolivya, Venezuela ve Ekvator gibi Güney Amerika ülkelerindeki uygulama, askeri diktatörlükle sonuçlanmış durumda. Görüldüğü gibi, ülkeler arasında çok ciddi uygulama farkları ve değişik risk alanları var. Başkanlık sistemi ve uygulanış biçimi ülkeden ülkeye değişiyor, bazı başkanlar kanun çıkarma yetkisini elinde bulundururken, bazı başkanlar meclisi bile feshedebiliyor. Ülkeler incelendiğinde, tecrübelerin gösterdiği şey şu: Önemli olanın sistemin kağıt üzerinde nasıl kurgulandığından ziyade, pratikte sistemi uygulayacak olan ülkenin demokrasisinin, siyasetçisinin ve meclis yapısının buna hazır olup olmadığı.

TÜRKIYE’YE NE KADAR UYUMLU? Türkiye’de Başkanlık Sistemini isteyenler arasında, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller ve bugün Recep Tayyip Erdoğan bulunuyor.2 Sistemi savunan diğer aktörlere baktığımızda ise, baskın sağ görüşün bu sistemi talep etmesindeki en önemli nedenin ‘koalisyonların ülkeyi mahvettiği’ tezi olduğunu gözlüyoruz. Bu teze göre, ülke sadece tek parti iktidarları döneminde ilerleyebilmiş, koalisyon dönemlerindeyse birikimler yağmalanmış. Peki ama, bugüne kadar Türkiye’de yargı, basın, kimlik ve cinsiyet konularında ‘birey’in özgürlüğünü kısıtlayanlar sahiden

cs55version.indd 5

koalisyon hükümetleri miydi? Aksine, Kuzu’nun dikkat çektiği ‘mahvolmak’ tabiri ekonomik eksenli duruyor. Önceliği her zaman ‘kapital’e veren sağ görüş, burada da insan hakları konusunda ve bireyin özgürlüğü konusundan ziyade ‘yürütmenin maksimum gücü’ ile ekonomide istikrarı getireceğine odaklanıyor. Başkanlık sistemine karşı olanların tezi ise Türkiye’de demokrasi henüz oturmadığı için başkanlık sisteminin sonunun Güney Amerika tipi bir felakete yol açacağı. Bu görüşü paylaşanların buluştuğu ortak nokta, sistemin dünyada bir tek ABD’de düzgün uygulanması; denendiği diğer ülkelerde ise hep askeri darbeyle sonuçlanması oluyor. Eski hükümdarların haşmetini andıran sistem Burhan Kuzu, kitabında başkanlık sistemini “eski hükümdarların haşmetini andıran sistem” olarak tanımlarken, Başbakan’a da ‘ülkeyi çok düşündüğü için’ methiyeler düzüyor. Ancak, Erdoğan’ın başkan olduğunda hiçbir şekilde koltuğundan indirilemeyeceğinin garanti altına alınıyor olması, ordudan üniversitelere bütün kurumların atamalarını yapacak tek kişi olacak olması ve yürütme eşittir Tayyip Erdoğan denkleminin kurulmasından pek bahsedilmiyor. 12 Haziran’da yapılacak seçimlerde AKP (ve Tayyip Erdoğan) tekrar iktidara gelirse, ilk iş olarak ABD – Fransa arası bir başkanlık sistemini masaya yatıracak. 2012’de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde halk son ‘Reis-i Cumhur’u seçebilir. Başbakan Erdoğan cumhurbaşkanlığına aday olursa, başkanlık sistemini yeni bir çılgın proje olarak vaat etmeyi düşünüyor. Ama aday olmayı düşünmezse, anayasa değişikliğiyle projeyi referanduma taşımayı planlıyor. Eski hükümdarların haşmetini andıracak bir başkan olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı görmek için çok beklemeye gerek yok. 12 Haziran’da balkon konuşması yaparsa, televizyonlardan o haşmeti coşkusuyla, korkusuyla bütün Türkiye seyredecek. (BGHA/

“Başkanlık Sistemi Nedir? Türkiye’ye Uyar mı?” başlıklı konferans konuşmasından. 1

“Her yönüyle başkanlık sistemi” – Prof. Dr. Burhan Kuzu 2

ÜA/EA)

6/5/11 2:29 AM


helal internet

“Sabah uyandığımda üzerimde tuhaf bir yorgunluk vardı. Lavaboya yöneldim, yüzümü yıkadım, dişlerimi misvakladım. Hayır işlerine yönelik toplanan bağışların makbuzlarını düzenlemeden önce helal kesimli sucuk içeren bir tost her zaman iyi gelirdi, düşünmeden yaptım. Akşama da arkadaşlarla yeni çıkan alkolsüz biralarla sefâ yapmaya, bara gideceğiz. Ama öncesinde helal internet kampanyasına başvurmuştum, Telekom yetkilileri eve gelip ‘aile’ paketini kuracaklar. İnsanın nefsi kötü şey, o yüzden aklımızı çelmeden en güzeli, fuhşiyâta ve münkirâta, hoca efendimizin de buyurduğu gibi, erişimi yok etmek gerekli” 3 Mart 2012 ‘bir münzevinin günlüğü’

B

ilişim Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) 22 Şubat

2011’de aldığı kararla artık bundan sonra Türkiye’de güvenli internet hizmetini başlattığını bildirdi. Bu hizmet, 4 adet filtre sistemi içeriyor: Aile, çocuk, Türkiye ve standart.

Ümit Aslan

Yayınlandıktan 6 ay sonra yürürlüğe girecek olan karar, 15 Mayıs günü binlerce gencin sokaklara dökülmesine neden oldu. Bugüne

6

cs55version.indd 6

6/5/11 2:29 AM


kadar internette ‘güvensiz’ dolaşan insanlar nedense devletleri onlara ‘güvenlik’ getirdiği halde hiddetle sokaklara dökülmüş, eylem yapmıştı. Emsali görülmemiş bu olay, böyle bir ‘saçmalık’ içerdiği için ana akım medya tarafından görmezden gelinmişti. Yorumcular 40 şehirde yapılan eylemlerin 50 dolara site kuran webmasterlar tarafından finanse edildiğini öne sürmüştü.

CEBIMIZDEKI KIMLIK! İRSALIYE DEĞIL.

XXI. yüzyıla gelmiş bireyler olarak 2008 yılından bu yana internetimizde bir devlet iradesi dolaşıyor. Biz, özgür bireylerin özgür iradeleriyle girmeye çalıştığı siteler, hiçbir meşruiyeti olmamasına rağmen devlet tarafından erişime engelleniyor. Devlet, bizlere neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlediğini bunun adına da ‘güvenli internet hizmeti’ koyduğunu söyledi. Aldığı kararlardan bazıları şunlar: Web sitesi isimleri için bir kara liste oluşturuldu. 3 aşamadan oluşan bu kara listede birinci dereceden ‘sakıncalı’ kelimeleri içeren domain adları doğrudan erişime engellenecek. İkinci dereceden sakıncalılar uyarılacak, üçüncü derece ise denetim altında olacak. Devlet tarafından erişime engellenen sitelere ‘dolaylı’ bir biçimde (DNS değişikliğiyle) ilgili yöntemlerin önüne geçilecek. Eğer şirketler DNS değiştirme yöntemine çare bulamazsa yüklü cezalar ödeyecekler. Eğer Türkçe bir sitenin yer sağlayıcısı yurt dışındaysa, otomatik olarak ‘Aile’, ‘Çocuk’

aktivizminin yok edilmesi. Daha çok bağımsız bloggerlar tarafından yönetilen aktivist siteler, ışık hızıyla ortadan kaldırılabilecek bir noktaya getiriliyor. İran’dan tek farkımız blogger sayısı bakımından dünyada onlar kadar ileri seviyede olmamız. Ancak her ne hikmetse, biz onlardan önce bu kanalı yasal olarak denetim altına alıyoruz.

ve ‘Türkiye’ filtrelerinden erişilemeyecek. Bu değişiklikle aslında engellenmek istenen Türkiye’yi riskli gören aktivistlerin yurtdışı host’u satın alarak muhalif yayın

yapma olasılığıdır. Genelde pornografik içerik sahibi olan siteler için oluşturulan ‘kara liste’ gelecekte, her hangi bir keyfi internet sitesini içine alırsa, o site tüm filtrelere kapalı olacak. Böylece hükümet, muhalif veya kendi aleyhinde yapan siteleri saniyeler içerisinde erişime kapayabilecek.

İRAN

MI TÜRKIYE’DEN GÖRDÜ, TÜRKIYE MI İRAN’DAN?

Nisan ayının ortasında İran ekonomisinin başı Ali Ağa Muhammed, İran’a özgü İslami ‘helal internet’e geçeceklerini duyurdu. Ülkesindeki batı etkisini azaltıp İslami değerleri arttırmak için bu yönteme başvurduklarını söyleyen Muhammed, Farsçanın gelişimi ve İran’ın ticari önceliklerinin de bunu gerektirdiğini belirtmişti. Türkiye’deki versiyonu ile üç benzerliği bulunan helal internet için tek fark, ülkemizin resmi bir adımı İran’dan önce atmış olması. DNS değişimini engelleyen ‘helal internet’, pornografiye de getirdiği sansürle ‘22 Ağustos’ kararlarıyla aynı genleri taşıyor. Son benzerlik ise, hiç gündeme gelmeyen ancak en tehlikeli olan seçenek: İnternet

Helal internetti, BTK’ydı, İran’dı derken internet üzerinden -eğer legal DNS numaralarını kullanıyorsanızporno sitelere erişim Mayıs ayından itibaren neredeyse bitti. Üstelik hevesi dağları aşkın olan BTK mahkeme kararı olmadan ‘idari tedbir’ altında engellediği sitelerin pek çoğuna DNS ayarları değiştirilse dahi erişime kapalı hale getirdi.

HEP BU FUHŞIYÂT, MÜNKIRÂT VE GAYRI MEŞRU ÇENTLEŞMELER

Kamuoyunda artık ‘okyanus ötesi’ olarak algılanan Fethullah Gülen, 25 Nisan’da yayınladığı videosunda internet filtreleri hakkında aynen şunları söylüyordu: “Günümüzde bu bilgisayar oyunları filan, o internet kafeler filan, oralarda olan şeyler, bu mel’unun da böyle bağlayıcı kalıcı kuralları yok ve insanlar da tahdit koyamıyorlar oralara, belirli anahtarlarla girilmesi gereken yerlere sadece girme gibi bir tahdit getiremiyorlar. Çok ciddi bir problemler oluşuyor orada. Bağışlayın, gayri meşru çentleşmelerden alın da bu mevzuda, fuhşiyâta, münkirâta gitmeye kadar…” Ne diyelim, BTK gibi ‘hoca efendi buyurdu, uygulamak düşer’ de diyebiliriz, özgürlük bir hak değil, görevdir de diyebiliriz. Yerse!

7

cs55version.indd 7

6/5/11 2:29 AM


en filozof türkücü

Yaşadığımız coğrafya 90’larda müzik sektörünün gelişmesiyle birlikte birçok türkücü gördü. Birilerinin imitasyonu olanlar veya milleti kandıranlar geldikleri gibi gittiler. Ama türkücüler her daim “Beyaz Türk” dışlanmasına maruz kaldılar. İbrahim Tatlıses’in çıkış hikâyesinin genelleştirilmesiyle “Ameledir, kırodur, maçodur, iki kelimeyi bir araya getiremez” yaftalamaları yapıştırıldı türkücülere. Oysa artık bir Nihat Doğan fenomenimiz var. Son 5 yıldır bir şekilde gündemde ve şimdilerde toplum mühendisliğine soyunmuş durumda

Ş

angırdayan cam sesi efektiyle girdikten sonra “n” harfini uzatarak “kırdın kalbimi” sözleriyle başlardı patlama yaptığı şarkı. Sonrasında ise “Ölürem kızlar naz eyleme” şarkısına çektiği kliple hatıralarda yer etti. Milenyum’un ilk yıllarında “Benim babam, işçi, memur… Ben varoşlar prensiyim” sözlerinin yer aldığı şarkısı Seda Sayan’la olan ilişkisine kadar çokça hatırlanacaktı.

Volkan Ağır

Muş’ta Batıkan Aşireti’nin bir ferdi olarak 5 Mayıs 1973’te dünyaya gelir Nihat Doğan. Henüz küçük bir çocukken babası memleketi terk edip İstanbul’a yerleşir. Doğan, 13 yaşında babasının vefatıyla aile reisliği görevini sırtlar. Hem okuyup hem de çalışarak haneye maddi katkıda bulunan Doğan, sesi güzel olduğu için düğünlerde şarkı söylemesi için çağırılır. 15 yaşına geldiğinde ise şarkıcı olmayı kafaya takar. Bu kararı yüzünden de annesinden ilk dayağını yer. Kafasına koyduğunu yapan biri olarak tanıdığımız Nihat Doğan, bu özelliğini 15 yaşında kazanmış olacak ki, dayağın ardından evden kaçıp Avcılar’daki

8

cs55version.indd 8

6/5/11 2:29 AM


çay bahçelerinde türkü söylemeye başlar. Sonrasında iyi para getiren ama hoşuna gitmeyen bir Almanya macerası yaşasa da İstanbul’a döner ve tüm enerjisini kaset çıkarmak için harcar. Kadir Bölükbaşı’nın verdiği destekle Kırdın Kalbimi albümü müzik piyasasına giriş yapar.

VAROŞLARIN PRENSLIĞINDEN VELIAHTLIĞA

Seda Sayan’ın ilişki yaşadığı kişilere bakınca, ortak özelliği genç olan, ya potansiyeli yüksek ya da kaybolmamak için son çırpışını yaşayan popçu ya da türkücüleri görürüz. Nihat Doğan da ortadan ayırdığı saçlarını öne yatırıp popçu modeli imajı yaptıktan sonra kaybolmaya yüz tuttuğu dönemde Seda Sayan’la tekrar girdi hayatımıza. Seda Sayan’ın Türk Antonio Banderas olarak yeniden parlattığı Nihat Doğan bu ilişkinin bitişinin ardından yaşadıklarının reklam ilişkisi olduğunu söyleyenlere inat “Seda Hanım bize 1 kattıysa bin almıştır” demişti. Yine de, aşklarının şarkısı olarak akıllarda yer eden ve Seda Sayan’la düet yaptığı “Bir Tanesinden Bir Tanesine” şarkısının da içinde bulunduğu albümünün çıkmasıyla, bu ilişki paraya dönüştürüldü. Seda Sayan’ın da katkılarıyla, artık daha fazla görünür hale gelen Nihat Doğan, 2005 sonrası tekno-ritimlerle donatılmış türkülerle dolu albümüyle karşımıza çıktı. “Varoşların Prensi” temalı şarkılarından da, kliplerindeki halk çocuğu görüntüsünden de artık ödün vermeye başladığı yıllar geldi. 2005’te çıkardığı albümde yer alan, Yalan şarkısına çektiği klipte küçük bir saray yavrusunda mankenlik ajansından fırladığı belli olan bir kadınla görülüyordu. Tek başına çekildiği sahnelerde, antrenmanlı vücudunu sergilemek için gömleğini sonuna kadar açmış haldeki pozlarıyla karşımızdaydı artık. Seda Sayan’dan ayrıldıktan sonra gündeme İbrahim Tatlıses’in veliahtlığı konusundaki tartışmalarla geldi. Bu konuda yaptığı açıklamada, “O adamın (İbrahim Tatlıses) ve benim kıramayacağımız bir dostun hatrına o programa çıkmayı ve veliahtlığı kabul ettim. Yoksa hiçbir şeyini beğenmediğim bir adamdır. O gömlek Alişan’a daha çok yakışır. Onlar aynı familyadan bense farklı bir adamım. Herkes arkadaşının hatırına çiğ tavuk yer” sözleriyle bu konudan sıyrılıyor.

NIHAT DOĞAN SINEMASINDA REPLIKLER ASLA UNUTULMAZ

En çok dikkat çekip delikanlılığını sergilediği Petek Dinçöz’ün programında, İbrahim Tatlıses’e yaptığı çıkışla kimsenin desteği olmadan gündeme oturup, orada

tek tabanca olarak kalacağının sinyallerini verdi. “Eğer ruhlarımızı ortaya koyacaksak, senin ruhun ve benim ruhum ortaya gelecekse, Allahımın üstüne yemin ederim ki senin ruhun benim ruhumun önünde diz çöker, tövbe ister” diyordu Tatlıses’e Doğan. Bu programdan itibaren Doğan‘ın veciz sözlerinden nasibimizi almaya başladık. Hem türkü, arabesk, fantazi tarzındaki müziğin çıkışında hem de müzik piyasasında bu alanda var olmaya çalışan insanlara baktığımızda, karşımıza genelde eğitim seviyesi düşük kişileri görüyoruz. Kişinin eğitim seviyesinin düşük olmasının nedenleri ayrıca incelenmelidir. Tatlıses’in meşhur “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” çıkışını hatırlamakta fayda var. Ancak, şimdiki tartışma konumuz bu değil. Bu kabulle yaklaştığımızda bir türkücü olarak Nihat Doğan’ın bir edebiyatçıya mal edilebilecek “Benim gördüğüm bazı gerçekler bazı insanların kurduğu hayallerden daha gerçek” sözünü etmesi, beklenmedik olmasından dolayı onu izleyenleri şaşırtıyor ve yaptıkları en kolay şeye, eleştirmeye yöneltiyor. Fakat bu ve benzeri davranışlar, kendini aşırı beğenmişlikle bağdaştırdığından hoş karşılanmadığı için eleştirilebilir. Eh, “Nihat Doğan sakal gibidir, kestikçe uzar” dersen, eleştirilmen normaldir tabiî. Bugünlerde Survivor Adası’nda bulunan Nihat Doğan’ın, yarışma öncesi yaptığı küçük çaplı “ulusa sesleniş” konuşması çok sevdiği Recep Tayyip Erdoğan’ı aratmayacak cinsten: “İnsanlarımdan hiç bu kadar uzak kalmadım. Ülkeme iyi bakın. Çok kritik bir süreç yaşanacak. Seçimde provokasyonlara gelmeyin. Ülkemi, tek sevgilimi kırmayın...” Hüzünlü gittiği adanın ilk günlerinde de delikanlılığını “Anakonda nerdesin ulaan!” çıkışıyla tüm yerele hissettirdi. O delikanlı duruş, önce akrep sokmasıyla sonra da Pascal kavgasıyla patlak verdi. “En çok ezanlarımın sesini özledim” diyen Doğan ayrıca annesinin ve küçük yeğeninin de burnunda tüttüğünü söylemişti. Annesi ise cevaben, “Oğlum orada coconut (hindistan cevizi) yedikçe içim parçalanıyor” mesajını iletti. Ada’da şimdilerde 7 kişi kaldı. Nihat Doğan ise hala orada ve her gün bizlerle müthiş derinlikli vecizelerini paylaşmaya devam ediyor.

YANLIŞ YERDEN ELEŞTIRILIYOR

Nihat Doğan’ın internette bulunan birkaç videosunu izlediğinizde onun çok iyi bir konuşmacı olduğunu anlamak kolay.

Kendini Allah’a teslim etmiş biri. Haksızlığa gelemeyen, haksızlıkla karşılaştığında vecizler döktüren biri. Tasavvuf kültürünü benimsemiş, halka, hakka, bayrağa, devlete, millete bu denli sahip çıkan; savaş değil barış diyen, ayrımcılık değil birleşme diyen bir kişi Nihat Doğan. Bunlar kendi sözleri. Sisteme karşı durduğu için kendisine karşı sulandırma kampanyası başlatıldığını söylerken, “Milletin yalakasıyız” derken yerel kanallarda “AKP’ye oy vermeyen şerefsizdir” diyen de bizzat kendisi. Nihat Doğan’ın en büyük hatası ağzından çıkmış sözlerin, sadece eğlence amaçlı bir şekilde farklı formlara sokularak, kimi paylaşım sitelerinde yer almasına verdiği tepki. Bu işlemlerin de kendisi hakkında başlatılmış bir sulandırma operasyonu olduğunu iddia ediyor. İnternet ortamında birçok kişi hakkında komik videolar, sözler yaratılıyor fakat kimse böyle bir tepki vermiyor. Diğer yandan, kendisini eleştirenleri komünist, halka, allaha küfreden kişiler olarak etiketlemesi de dikkate değer. Şahsen Nihat Doğan’ın sözlerine kulak kesilip farklı bir mana arayanlardanım. Dikkatle dinlendiğinde bulunabildiğini de söyleyeyim. Fakat bazen anlamlı sözler sarf etmesi Nihat Doğan’ın eleştirilemeyeceği anlamına gelmiyor. Dikkat çekmek istediğim farklı bir nokta var. Nihat Doğan eleştirilirken farkında olmadan “türkücü” tabanından ayrımcılığa başvuruluyor. Mesela, herkesin kendisine ait bir yaşam tarzı var. Buna da kendi adımızı verip “X felsefesi” diyebiliriz. Nihat Doğan bunu televizyon önünde dile getirdiğinde nedense bir anda bir kişinin yaşam biçimi kitlelerce dalga geçilir hale gelebiliyor. Bu duruma gelmesinde sadece televizyonun etkisi olamaz. Bizler her zaman konu ne olursa onu magazinel açıdan eleştiririz. Halbuki Nihat Doğan’ın eleştirilecek en büyük yanı, nakaratında “benim olmazsan taciz ederim” sözleri yer alan bir şarkıyı seslendirmesidir. İşin daha garip tarafı bu şarkıyla ilgili insanları tacize sevk ettiği yönünde bir şikayette bulunulduğunun haberine rastlanmaması. 1996 yılında klibinde Deniz Akkaya’nın “tornadan geçmemiş haliyle” oynadığı “Maçoyum Ben” şarkısında yaptığı maçoluk tanımına göre, yaşanan birçok ilişkinin 3. sayfa haberlerinde manşet olarak sonuçlanması da Nihat Doğan’ın sevilmeyecek diğer bir yanı. Eğer Nihat Doğan’ı eleştireceksek ya da onunla eğleneceksek şarkılarının toplumsal yaşamda yarattığı ya da yaratabileceği yansımalarla yapmak gerek bunu. (BGHA/VA/ EA/SON)

9

cs55version.indd 9

6/5/11 2:29 AM


kitaplık kalmadı tv ünitesi verelim

“Türkiye’de kitap okunmuyor” diye şikayet edilirken, mobilya piyasası normal koşullar altında kitaplığın nasıl bir şey olması gerektiğini bile unutmuş. İstanbul’un en büyük iki mobilya çarşısında “kitaplık” dediğimizde, şaşkın bir ifade ve boş bakan gözlerle karşılaştık

B

irçok farklı kurum, araştırmalarında Türkiye’de çok düşük olan kitap okuma oranlarından, televizyonun kitaba tercih edildiğinden ve kitap okumayanların genel kültür açısından dünyanın gerisinde olduğundan bahsediyor. Biz de bu oranların vahamatine istinaden “insanlar kitap okumuyorsa kitaplık satışlarının durumu ne?” sorusundan yola çıkarak mobilyacıları talan ettik. Ümraniye’deki Modoko ve İkitelli’deki Masko’da yaptığımız araştırmaların sonucu trajikti. Mobilya mağazalarında kitaplık satılmıyor, hatta kimi satıcılar kitaplığın ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar! Mobilyaya dair her şeyin bulunabileceği büyük mağazalarda, hiçbir işe yaramayan aksesuarlar, her renk ve modelinden

Burcu Vardar Zeynep Sarsılmaz

bolca bulunan türlü salon, mutfak, banyo vb. eşyası var ancak kitaplık yok. Bunun nedeni olarak en çok karşımıza çıkan bahane; “Biz sizin nasıl bir kitaplık isteyeceğinizi nereden bilelim?” oldu.

10

cs55version.indd 10

6/5/11 2:29 AM


Masa, komodin, dolap ve benzeri birçok ev eşyasının fiyat ve tasarım açısından alternatiflerini üreten ve satanlar bize çok sayıda seçenek sunarlarken, konu kitaplık olduğunda önümüze koyacakları hiçbir şey olmaması şaşırtıcıydı. Sadece mobilya değil, satılan her şey -şayet kendimize özel yaptırdığımız bir şey değilsebirtakım tasarımcıların elinden

her yerde bulabileceğiniz İstikbal, Bellona, Mondi gibi mağazalar da bizi hayal kırıklığına uğrattı. Çok çeşitli tasarımlar olmasa da, uygun fiyata bin bir çeşit mobilyayı

“KITAPLIK DEDIĞINIZ TAM OLARAK NE OLUYOR HANIMEFENDI?”

Hepsinden önce satıcılara “kitaplık arıyoruz” dediğimizde gelen ilk tepkinin “kitaplık derken?!.” olması, ne ile karşı karşıya olduğumuz hakkında küçük bir ipucu verebilir. Yine de içine kitap koyabilceğimiz, rafları olan, genelde dikdörtgen şeklinde bir nesneyi tarif ettiğimizde önümüze koydukları bir şeyler vardı elbette. Geniş betimlemelerimize rağmen “kitaplık” diye bize sunulanlar aslında kitaplık değillerdi. İçinde 2-3 rafı olan büfeleri, duvara monte edilen rafları ya da son moda TV ünitelerini kitaplık niyetine satmaya çalıştılar. Sonunda, vardığımız kanı şu oldu: İnsanlar kitaplıkları evlerine sadece dekor olsun diye alıyorlar. Kitapları da o raflara -kitaplar için uygun olabilecek küçücük bir bölüme“biblo” olarak koyuyorlar ya da mobilyacılar aslında ne sattıklarını bilmiyorlar.

hiç üretilmediklerini sorduk. “Yapıyoruz, senelerce duruyor. Hiç kimse satın almıyor” diye yakındı satış sorumluları. Bu sitemler sonucunda verilen oranların gerçekliğine inanmak zorunda kaldık. Ne yazık ki Türkiye kitap okumuyor. Okuyan kesim de kitaplarını koymak için

ALTIN KAPLAMA OLMASINA GEREK YOK, DÜZ MEŞE DE OLUR

Dikkat çeken bir diğer konu ise fiyatlar. Modoko ve Masko’da onca mağaza içinde bulduğumuz 5-6 adet doğru düzgün kitaplık da fahiş fiyatlara “kakalanmaya” çalışıldı bize. Büyük ve nispeten şık bir kitaplığın fiyatı 4 bin 250 TL iken 4 raflı küçük bir kitaplığın fiyatı bin 500 TL. Bulduğumuz en ucuz kitaplık 750 TL. Büyük dediğimize de bakmayın. En büyüğü 150 kitabı,

çıkıp, beğenimize sunuluyor. Tasarımcıların yalnızca kitaplık konusunda neden bu kadar hassas davrandıklarını ise çözemedik. Tek şubeli devasa mağazalarda kitaplık bulamamak belki bir noktada anlaşılabilirdi. “Zaten sadece burada satış yapıyoruz. Belli bir koleksiyondan, sınırlı sayıda üretiyoruz” deselerdi kabul ederdik. Ancak şubelerini

bulabileceğiniz bu popüler mağazalarda, kitaplık istediğiniz zaman çalışma masalarını gösteriyorlar. Ayrıca, bu masalar da sadece bu mağazaların çocuk-genç koleksiyonlarında bulunuyor. Yani belli bir yaştan sonra size “kitap okumanıza gerek yok” muamelesi yapılıyor. Zaten çocuklar ve gençler için “kitaplığın” olması, tamamen ders kitaplarının derli toplu durması gerekliliğinden ortaya çıkmıyor mu?

en küçüğü 30 kitabı ancak alır. Mobilyacının lüks ya da salaş oluşuyla ilgili bir şey de değil bu. “İstediğiniz şeyi yaparız”cılarla, “elimizde bu var”cılar arasında pek bir fiyat ve tasarım farkı yok.

“ALAN YOK KI, NIYE ÜRETELIM?”

Sonuçta, dudak uçuklatan fiyatlara da olsa, kitaplık bulduk. Bulduğumuz bu yerlere, kitaplıklar için neden seçenek olmadığını ve hatta neredeyse

mecburen! “evimizin her şeyi” olan malum mağazanın yollarını tutuyor.

İKI SATIR KITAP OKUYACAĞIZ DIYE

Kitaplık arayışımızın sonunda edindiğimiz ders: Zaten fiyatların bu kadar astronomik olduğu bir alana bulaşmak gereksiz olur. Boşverin kitapları; televizyon izleyin. Bakın, kenarına köşesine 1-2 kitap sıkıştırabileceğiniz, süper tasarımlarla uygun fiyata TV üniteleri var. Hem biz sevinelim, hem kitaplığın ne olduğunu bi türlü kestiremeyen esnaf sevinsin. (BGHA/BV/ZS/EA)

11

cs55version.indd 11

6/5/11 2:29 AM


gerilla sanatçı hareketi: küf project

Ankaralılar bir sabah uyandıklarında şehirde hiç bilmedikleri yeni bir semt olduğunu keşfettiler. Şehrin elit muhitlerinden Gazi Osman Paşa’yı gösteren tabela, bir Kemal Sunal imgesiyle birlikte Tosun Paşa’yı gösteriyordu artık. Bu gerilla eylemi, “KÜF Project”in Ankara’ya ilk seslenişi oldu. Fakat son seslenişi de olmayacaktı

Y

aptıkları eylemlerde gri Ankara sokakları canlansın istediler. Kaldırım bariyerlerini boyayarak ünlü video oyunu Pacman’i canlandırdılar. Kimse savaşmasın istediler, ‘duraklama yapılmaz’ tabelalarını barış işaretine çevirdiler. Türkiye, FIFA 2010 Dünya Kupası’na katılamayınca, ‘giriş yok’ tabelalarına kadrodakilerin numaralarını yerleştirdiler. Onların ismini en son Kuğulu Alt Geçidi’ne pisuar yerleştirip Büyükşehir yazısının yanına “Küçük 1TL” yazdıklarında duyduk. Belediye hizmetlerinin fahiş kârlarla satıldığını söylediler. KÜF, manifestosunda “İçinde bulunduğumuz grilik, insanları görsel zekâdan uzaklaştırmakla beraber, insanların zihnine tekdüze bir bakış açısı yerleştirmektedir” şeklinde yakınıyor ve ekliyor: “KÜF bu monotonluğu yıkmaktır. İnsanların etraflarına bakmasını, bakarken de farkına varmasını sağlamaktır, bir başkaldırıdır.” ‘Her şey küflense de biz küflenmeyelim’ düşüncesiyle hareket eden Küf Project’in elemanlarına kendileri ve eylemleriyle ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Güzel haberler verdiler. Ankara’yla sınırlı kalmayı düşünmüyorlar. Grubunuz kaç kişiden oluşuyor? KÜF, manifestomuzda da belirttiğimiz gibi, bireylerden değil fikir ve yetilerden oluşuyor. Bu cümleyi biraz açmamız gerekirse eğer, ekip uygulayacağımız projedeki ihtiyaçlarımıza göre şekilleniyor. Bir projede iki kişi yer alırken, diğer bir projede on küsur kişi de yer alabilir. Dolayısıyla “KÜF şu kadar kişidir” gibi net bir rakam veremiyoruz ve veremeyeceğiz de.

Fotoğraf: Küf Project

Ayşegül Aydın

Yaş ortalamanız da merak konusu. KÜF’ün şimdiye kadar uyguladığı projelerde yer alan kişiler 2530 yaş aralığında. Yani legal olarak, özgürce alkol tüketebiliyoruz.

12

cs55version.indd 12

6/5/11 2:29 AM


Nasıl bir araya geldiniz? KÜF, hali hazırda bir arada olan kişilerin fikirlerinin kesişmesiyle doğdu. Geride bıraktığımız bir yıllık süreçte, uyguladığımız projelerdeki ihtiyaçlarımız doğrultusunda, ekibe KÜF mantalitesini kavrayabilmiş yeni kişiler de katıldı. Öngörümüz, ileriki projelerde yepyeni kişilerin de projenin içerisinde yer alabileceği yönünde. Yani bir tamamlanma mevzu bahis değil, olmayacak da. Küf Project ismi nerden geliyor? KÜF’ün anlamı bizde saklı ve bunu dillendirmeyeceğiz. Sonundaki “Project” takısı ise KÜF’ün bir sokak sanatı projesi olmasından geliyor. Fikirler nasıl ortaya çıkıyor? Fikirler çalışma sahamız olan sokaklardan çıkıyor. Beyin fırtınaları, fikir çarpıştırmaları, tezler, antitezler sonrasında, projeler sizin gördüğünüz şeklini alıyor. Örneklemek gerekirse ‘’Pacman’’in temeli bir 413 (belediye otobüsü numarası) seferinde Cinnah’ı tırmanırken, ‘’It’s the football’’un temeli Ankara’nın kurak bir yaz akşamında balkonda muhabbetlerken, ‘’Barış’’ işinin temeli Beatles tarihçesi okuduktan sonra sokakta bira içerken çıktı.

dâhil etmedi ve şu an için etmeyi de düşünmüyoruz. Bizim temennimiz, KÜF’e katılmak istediklerini belirten bu kişilerin, sokağa çıkmaları ve kendi KÜF’lerini yaratmaları. Yaptığınız eylemler arasında, size dışarıdan ulaşan insanların fikirlerini kullandığınız oldu mu? Şu ana kadar olmadı ama bu olmayacağı anlamına da gelmez. Bize gelen her mesajı okuyor ve bazıları üzerine de tartışıyoruz. Bu tip mesajlar bilinçaltımızı tetikleyerek ilerideki muhtemel projelere vesile olabilir. Günümüzde tüm sokakların mobese kameralarıyla izlendiğini düşünürsek yakalanmamayı nasıl başarıyorsunuz? Kendimize göre aldığımız önlemler var. Fakat buradan bunları dile getirip polis abilere avans verme gibi bir niyetimiz yok.

tabelayı yaptırdığınızda niye yaptırdığınız soruldu mu? Yaptırırken “Niye” diye soran olmuyor; herkes ekmeğine bakıyor en nihayetinde. Fakat sorduğunuz “Tosun Paşa” işinden sonra, proje medyaya da yansıyınca, dükkân sahibi başının derde girmesinden çekindiği için bir daha işlerimizi basmak istemediğini dile getirdi. Anlayışla karşıladık. Ama ‘’Barış’’ projesindeki yapıştırmaları da aynı yere bastırdık, o ayrı. Grupta herkes sanatla mı uğraşıyor, başka işler yapanlar da var mı? Büyük bir çoğunluk sanatla ilgili meslek dallarıyla uğraşıyor; ama bambaşka meslek gruplarından insanlar da projenin içerisinde yer aldı. Bir insanın sanata ya da sokak sanatına ilgi duyması için güzel sanatlar fakültesi mezunu olmasına gerek olmadığını düşünüyoruz.

Gruptan birinin aklına gelince mi yoksa belirli olayların üstüne mi eylemler yapıyorsunuz? Türkiye’de gündemin hızını takip etmek dahi zorken, buna uygun anlık eylem koymak neredeyse imkansız. Manşetler her an değişiyor veya başka bir bakış açısıyla manipüle ediliyor. Şimdiye kadar gündemle ilişkili tek eylemimiz ‘’Barış’’ projesiydi. Bunun dışında yaptığımız bütün eylemler, bir süredir cebimizde/aklımızda olan ve belirttiğimiz gibi süreç içerisinde, beyin fırtınalarıyla geliştirdiğimiz, olgunlaştırdığımız projeler. Videolarınızın altındaki yorumlara bakıldığında beğeniler dikkat çekiyor, eleştiri maili aldığınız da oluyor mu? Hayır, şimdiye kadar eleştiri maili almadık. Fakat baştan beri belirtiğimiz gibi KÜF, her şeyi eleştirebileceği gibi, her türlü eleştiriye de açıktır. Bize fikirlerinizi belirtebilirsiniz demişsiniz. Dışarıdan size ulaşmaya çalışanlar oluyor mu? Ulaşmaya çalışanlar ve ulaşanlar oluyor. Beğendiklerini belirtenler, proje fikri verenler veya bize katılmak istediklerini dile getirenler var. KÜF, şimdiye kadar birebir tanımadığı kimseyi projenin içerisine

Eylemlerinizi gerçekleştirirken sizi gören insanlar oldu mu? Görenler oldu tabii ki. Bunların arasında polisler de var. Fakat uygulama sırasında yaptığımızı anlamlandırabilmeleri zor. Örneğin ‘’It’s the football’’ projesini uygularken, taksicilerin ispiyonlaması sonrası polisler tarafından yakalandık. Ancak, konuşma yetimizi kullanarak polisleri, tabelalara Türk bayrağı yapıştırdığımıza ve bunun zararsız bir eylem olduğuna dair iknâ ettik. Bizden bir adet Türk bayrağı yapıştırması istediler. Elimizde sınırlı sayıda mevcut olduğunu belirttik, vermedik. Eyleme devam ettik. Aileleriniz KÜF Project bünyesinde olduğunuzu biliyor mu? Evet, baştan beri biliyorlar ve destek oluyorlar. Hatta bizimle eyleme çıkmak isteyen ebeveynler bile var. Sırtımıza havlu konulması gereken bir eylemde onları da çağırabiliriz. İşinizin prodüksiyon kısmını nasıl hallediyorsunuz? Örneğin Tosun yazılı

Ajandada başka iller de var mı? Şimdiye kadar uyguladığımız projelerin hepsi Çankaya ilçe sınırları içerisindeydi. Bunun nedeni, Çankaya’nın yaşadığımız muhit olması, Ankara’nın merkezi olması, çevreyi bilmemizden ötürü gerekli önlemleri alabilmemiz ve fikirlerin bu sokaklarda takılırken çıkmasıdır. Ancak KÜF’ün sadece Çankaya’da ya da Ankara’da iş yapacağız gibi bir duruşu yok. Şartların olgunlaşması halinde farklı illerde hatta ülkelerde de projeler uygulamak isteriz. İdol olarak gördüğünüz gerilla sanatçılar var mı? İdol iddialı bir kelime. Türkiye’den ve dünyadan beğenerek takip ettiğimiz, duruşlarını, işlerini, söylemlerini, tarzlarını beğendiğimiz birçok sokak sanatçıları var tabii. Örneklemek gerekirse: SpY, Black Le Rat, Invader, Miss Van, Banksy, Blu, Shephard Fairey, Turbo, eine, WK Interact, PEZ, Zevs, Keith Haring, ROA, JR, Fly Propaganda, S2K, Pank, Omeria, Merve Morkoç, Cins. (BGHA/AA/ EA/SON)

13

cs55version.indd 13

6/5/11 2:29 AM


ergene kon kaçırıl mış bir fırsattır

Gareth Jenkins bir gazeteci. 21 yıldır Türkiye’de yaşayıp gazetecilik yapıyor, ancak biz onu 2009’da yazdığı ‘Ergenekon Raporu’yla tanıdık. Jenkins Ergenekon iddianamelerini okuyup rapor yazan ilk gazetecilerden biri. Bu süreç içerisinde çeşitli çevrelerce Ergenekon üyesi olmaktan Mossad ajanı olmaya kadar birçok şeyle suçlandı. Aynı zamanda bir siyasi stratejist olan Jenkins, doksanlı yılların önemli bir kısmını Türkiye’nin Güneydoğusu’nda geçirdi ve Kürt meselesiyle ilgili araştırmalar yaptı. Basının kendisine yönelttiği söyleşi tekliflerini çoğunlukla geri çeviren Jenkins ile Türkiye’de yabancı bir gazeteci olmayı, Kürt meselesini ve Ergenekon sürecini konuştuk

G

enelde Türkiye ve Avrupa medyası, özelde de ülkeniz İngiltere medyasıyla Türkiye medyası arasında nasıl farklar görüyorsunuz?

Fotoğraflar: Gökhan Tan

Emre Temiz

Avrupa’nın büyük kısmında hükümetler basından korkar. Türkiye’de ise ne yazık ki basın hükümetten korkuyor. Bu büyük bir fark. İngiltere’de hangi parti başta olursa olsun basın her zaman onların karşısındadır. Onların bir hatasını yakalamaya çalışır. Gözlemlediğim bir başka şey, haberlerde dil kullanımında da büyük farklar var. Mesela benim editörüm hiçbir zaman

14

cs55version.indd 14

6/5/11 2:29 AM


“bildirildi, “açıklandı”, “belirtildi” tarzı fiiler kullanmama izin vermez; Türkiye medyasında ise özellikle devlet kaynaklı haberlerde bu dil hakim. Diğer bir fark da medya ekonomileri arasında. Türkiye medyası çok elit bir yapıya sahip ve köşe yazarları çok yüksek paralar alıyorlar. Üstelik, uzmanlık alanları çok geniş tutuluyor köşe yazarlarının. Bir gün siyaset yazan bir köşe yazarı ertesi gün futbol hakkında yazabiliyor; İngiltere’de bu da pek görülmeyen bir şeydir.

karşı bir düşmanlık olduğunu söyleyemem ama insanların hoşuna gitmeyen bir şeyler yazdığınızda ilk saldırdıkları şey sizin yabancı oluşunuz oluyor. Ben her şeyden önce bir yabancıyım insanların gözünde.

yönlendirdiğini söyleyebilirim. Bu illa ki dağa çıkmak anlamına gelmez. Onlara sempati duymak da bir yönlenme şeklidir. Devletin sorumluluğu burada her şeyden daha öndedir. PKK’yi sevmesem de bunu rahatlıkla

Sizce Türkiye yabancı düşmanlığının (zenofobinin) yaygın olduğu bir ülke mi? Bence Türkiye hem zenofobik (yabancı düşmanı) hem de zenefilik (yabancı hayranı) bir ülke. Bir yanıyla çok şizofrenik bir durum bu. Genel olarak yabancı insanlara

Bu yaklaşımı sadece “hata” diyerek geçiştirebilir miyiz? Bunlar aynı zamanda suç değil mi? Yasal olarak suç ama aynı zamanda stratejik olarak hata. Az önce konuştuğumuz gibi PKK, Marksist olarak başlamış bir oluşum ve onların ülkenin en muhafazakâr yerlerinden birinden destek alması için stratejik olarak büyük hatalar yapmış olmanız gerekir. Yapılan negatif ayrımcılığa baktığınızda devletin suç işlemiş olduğu kanısına da varabilirsiniz.

Türkiye’de yabancı bir gazeteci olmak nasıl bir şey? Biraz garip bir durum. Bazen daha avantajlı oluyoruz. Mesela bizi kolay kolay hapse atamıyorlar. 1991 yılında Diyarbakır’dayken Hayri Kozakçıoğlu bana bir öğüt vermişti: “İstediğin konu hakkında yazabilirsin; ancak Türkiye’de yayımlanmaması koşuluyla.” Biraz ayrıcalığımız var yani, en azından bir Türkiyeli gazeteci kadar baskı altında değiliz. Ama bunun bir de diğer tarafı var. Yetkililer bir Türk gazeteciyi suçlamayacakları şekilde bizi suçlayabiliyorlar. Ergenekon’la ilgili çalışırken önce Ergenekon üyesi olmakla suçlandım. Bu normal aslında, ama sonra da Mossad ajanı, İngiliz ajanı hatta CIA ajanı olmakla bile suçlayanlar oldu beni. Belli kişilere ulaşma konusunda ise biraz daha şanslıyız. Başbakana çıkamıyoruz gerçi, bizimle hiçbir zaman konuşmuyor. Buna mukabil, sıradan insanlar bize karşı biraz daha ilgili olabiliyorlar.

imkânsız değil ancak giderek daha da zorlaşıyor.

Bölgede geçirdiğiniz süre içerisinde örgüt üyeleriyle görüşmeniz oldu mu? Biraz siyasete gelelim. “PKK gibi kurulduğunda Marksist olan ve şimdi de oldukça laik olan bir örgütün, Güneydoğu gibi Türkiye’nin en muhafazakâr bölgelerinden birinde bu derece destek bulabilmesi için Türkiye devletinin bir şeyleri çok yanlış yapıyor olması gerek” demiştiniz. Bu hatalara örnek verebilir misiniz? Çok büyük hatalar var ortada. Bunların en önemlisi inkâr politikası. Bir şekilde Kürt kimliğinin inkâr edilmesi gibi bir durum vardı ortada. Doksanların büyük bir kısmını Güneydoğu’da geçirdim. Bu zamanlarda dışarıda Kürtçe konuşmak bile yasaktı. Köyünden hiç çıkmamış ve sadece Kürtçe bilen bir kadının durumunu düşünün. Kürtlerin varlığını reddetmek büyük bir hataydı. Bunun bir de şiddet kısmı var tabii. PKK’nin kurulması sonrasında sivil ve askerlerin ölümü başladı. Hiçbir suçu olmayan masum insanlar da PKK eylemlerinde öldü. Ancak bu zamandan o zamana bakınca devletin tutumunun da oradaki insanları PKK’ye

söyleyebilirim. Sizce bu yanlışlar düzeltilebilir durumda mı? Bence epey geç kalındı. 1990’lara kadar bölge insanı politize bir yapıda değildi. PKK ile birlikte zorla politize oldular çünkü devlet tarafından ötekileştirilmişlerdi. Bunun etkisi altından kalan birden fazla jenerasyon var. Ben de kendi ülkemde bir azınlığım. Galler kökenliyim ama Gal milliyetçisi değilim. İnsanların ayrı değil birlikte yaşamalarını savunurum. Bu yüzden, konuya yaklaşımımda daha tarafsız olma şansım var diye düşünüyorum. Bu noktadan sonra Türk Devleti’nin milliyetçi Kürt hareketini durdurması pek de kolay değil. Demokratik açılımla AKP daha önce kimsenin denemediği bir şeyi denedi. Deneme şekilleri çok da hoş değildi, yine birçok hata yaptılar ama en azından denediler. Ancak Erdoğan’ın önümüzdeki seçimler için açıkladığı projelerin içinde Kürt sorununa yönelik hiçbir şey yoktu. Bu Türkiye’nin en büyük ve öncelikli sorunu. Çözülmesi

Eskiden Güneydoğu’ya gittiğinizde PKK’yi bulmak gibi bir şey söz konusu değildi. İstanbul’daki arkadaşlarım “Dağa çıkıp PKK’yi buldun mu?” diyorlardı. Tam aksine, eğer gazeteciyseniz onlar sizi bir şekilde buluyorlardı. Bir yerlerde çay içerken bile yanınıza gelebiliyorlar. Benimle konuşan insanları düşünürsek, örgütün üyelerinin çoğu genç diye tabir edilen kesimden insanlardır. Size yaklaşımları nasıldı? O zamanlar yabancı gazetecilerle bir araya geldiklerinde olan biteni yazmaları için çok çabalıyorlardı. Günlük Türk medyasında kendilerine yer bulamayacaklarının farkındaydılar. Bu, Güneydoğu’ya gittiğimde yaşadığım en önemli şoklardan biriydi. Bu nedenle, yabancı gazetecilerin seslerini duyurmaları çok önemliydi. Tabii onlar da sadece Türkiye devleti aleyhine bir şeyler yazılmasını istiyorlardı. Sanki bir propaganda aracı gibi kullanmaya çalışıyorlardı yabancı basını. Yine de yazmanız için ısrarcı olabilmelerine

15

cs55version.indd 15

6/5/11 2:29 AM


korkutan şey etnik

rağmen, kimseye bu konuda baskı uyguladıklarını söyleyemem. Diyarbakır’a ilk gidişimde hava alanından otele gitmek için bir taksiye bindim. Taksicinin bana söylediği ilk şey “Kürdistan’a hoş geldin” oldu. Bir şekilde oradaki insanlar da bu süreci içselleştirmiş durumdaydılar. Türkiye’deki siyasi kutuplaşma hakkındaki görüşleriniz neler? Çok tehlikeli bir durumda ve giderek daha da keskinleşiyor. Türkiye’de iki farklı kutuplaşma görüyorum. Birisi İslamî kesim ile katı laik kesim arasında, diğeri ise etnik bir ayrım olarak Kürtler ve Türkler arasındaki kutuplaşma. İlkini çözmek diğerinden daha kolay gibi görünüyor. Seküler rejim altında İslami kesim kendini baskı altında hissediyordu. Şimdi ise, onların temsilcileri iktidarda bulunuyor. Aslında otoriterliğin bir çeşidinin yerini bir başkasına bırakması olarak da yorumlayabiliriz bu durumu. Bunun masum ya da çözülmesi kolay olduğunu söylemiyorum ama bunu çözmek etnik kutuplaşmayı çözmekten daha kolay olur. Zaten beni asıl

kutuplaşma. Bu bir ülkeyi ayırabilecek, dağıtabilecek bir şey. Az önce söylediğim gibi bu Türkiye’nin en önemli ve acil sorunu. Sizce özerklik işe yarar bir çözüm olabilir mi? Pratikte çok zor. Kürt hareketinin geldiği yere baktığımızda çok keskin çizgiler içinde olduğunu görebiliriz. Sivil itaatsizlik eylemleri de bunun bir göstergesiydi aslında. Mevcut durumda herhangi bir Türk hükümetinin özerkliğe izin vermesi de pek mümkün görünmüyor. Çünkü aynı şekilde Türk milliyetçileri hatta laik kesimin çoğu da bunun karşısında. 2009’da örgüt üyeleri Habur’dan giriş yaptığında gelen tepkileri de buna dayanak olarak kullanabiliriz. Sadece basın olarak değil, Kürtlerin olduğu evlere, dükkanlara saldırılar olduğunu biliyoruz. Üniversitelerde de basında yer almayan belli olaylar oldu. Özerklik fazla tepki toplar ve durumu iç savaşa kadar götürebilir. Hiçbir hükümet bunu göze alamaz. Sanıyorum aşama aşama düşünüp öyle bir çözüm aramak daha mantıklı. İşlerin biraz daha yavaş ilerlemesi gerekiyor. Biraz da Ergenekon’a gelelim.

Biliyorum sizin için en sıkıcı kısım bu. Ergenekon’la ilgili ilk yazılarınızda dava süreci ile ilgili bir umudunuz olduğundan bahsediyordunuz. Daha sonraki yazılarınızda ise davanın sadece göstermelik olduğundan bahsettiniz. Bugün davayla ilgili düşünceleriniz hangi yönde? Bence ilk başladığında bir umut belirtisi vardı. Türkiye’nin yakın tarihindeki Susurluk ve benzeri olaylarla yüzleşmesi için anlamı olabilecek bir süreçti. Derin devletle savaşma gibi bir amacı olduğu anlatılıyordu. Zaman geçtikçe davanın “derin devlet” denen şeyle hiçbir alakası olmadığı anlaşıldı. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” diye bir kalıp vardır. Davayla ilgili ayrıntılara girdikçe bunun geçmişle hesaplaşma olmadığını anlayabiliyorsunuz. İçeri alınanlar arasında bu hissiyatı verebilecek insanlar var. Bu ilüzyonu çok zekice tasarlamışlar aslında. Bu insanlardan sonra gerçek hedeflerini içeri almaya başladılar. Ordu içinden insanlar tutklanmaya başlandı. Ve son dönemde de Gülen hareketini eleştiren gazeteciler içeri alınmaya başlandı. Ergenekon kaçırılmış bir fırsat haline dönüştü. Siyasi cinayetlere karışmış ve Ergenekon kapsamında tutuklanmış kişilerin tutuklanmalarının bu siyasi cinayetlerle hiç alakası olmayan sebeplerden ileri geldiğine şahit olduk. Ortadaki daha büyük suçlar hiç sorgulanmadı. Böyle parçaları bir araya getirdiğimizde anlıyoruz ki bu bir suçu cezalandırma süreci değil de AKP ve Gülen karşıtlarını susturma süreci. Ne kadar ileri gidebilirler? Bu iyi bir soru. Kanıtlara baktığımızda -ki ben bütün dosyayı okudum- sürecin tamamen mantıksız olduğunu görüyoruz. Balyoz süreciyle Ergenekon sürecini birlikte değerlendirdiğimizde bunların tamamen fabrike edilmiş olan davalar olduğunu anlayabiliriz. Hatta Balyoz süreci Ergenekon’dan da sağlıksız ve hayali bir süreç. Düşünebilen ve sorgulayan herkes bu süreçlerin ne kadar ideolojik olduğunu rahatça görebilir. Dava hâlâ devam ediyor. Bu şekilde

insanları yıllarca tutabilmeleri çok tuhaf bir durum. Normal bir adalet sisteminde bu davada olan çelişkilerden bir tanesi bile davanın düşmesi için yeterlidir. Buna devam edebilirlerse, ciddi anlamda yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını düşünüyorum. Şu süreç insanları susturmak ve bir sessizlik çemberi yaratmak üzerine kurulu. Hukuki değil siyasi bir süreç bu. İçeride birçok gazeteci var ve başbakan ısrarla bu gazetecilerin “gazetecilik dışı eylemler” nedeniyle tutuklandıklarını söylüyor. Siz de gazetecilik dışı eylemleriniz nedeniyle tutuklanmaktan çekiniyor musunuz? Öncelikle, başbakanın sözlerinin mantık dışı olduğunu söylemem lâzım. Önce adalet sisteminin bağımsız olduğundan, bundan hemen sonra ise henüz resmi bir açıklama olmadan tutuklamaların sebebinin gazetecilikle alakalı olmadığından bahsediyor. Ayrıca, hukuk sistemine göre suçluluğu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur. Böyle bir ortamda henüz bir suç ispatlanmamışken başbakanın bunları söylemesi doğru değil. Bir yabancı olarak benim tutuklanmam pek de kolay değil, çünkü bu uluslarası bir tepkinin doğmasına neden olabilir. Aynı zamanda, o kadar çok imkânsız gibi görünen şey yaptılar ki, imkânsız diye bir şey de kalmadı. Yazdığım rapordan sonra birçok kesim tarafından belli şeylerle suçlandım. Hatta tehdit içerikli telefonlar aldım. İçeri alınmam da söz konusu olabilirdi. Bu durumun beni korkuttuğunu söyleyemem, onlara bu tatmini vermek istemiyorum. En sonunda en önemli olan şey benim kendi vicdanım ve kendime verdiğim hesaptır. Elbette yanılabiliyor ya da hatalar yapıyor olabilirim; ama hiçbir zaman bir şeyler beni korkuttuğu için susamam.

O zaman son soruya gelelim. Bu benim sorum değil aslında ama sormayı bir gereklilik olarak görüyorum. Siz bir ajan mısınız?

Hayır. (Gülüyor) (BGHA/ET/EA)

16

cs55version.indd 16

6/5/11 2:29 AM

ö


bilet fiyat ları öğrenci B ler için pahalı mı?

152 TL’den başlayan Amy Winehouse konser bileti fiyatları yurt dışındaki benzer örneklerle karşılaştırıldığında astronomik kalıyor. Sevdiğimiz sanatçı ve grupları dinlemek için bu kadar para vermek zorunda olmamızın sebepleri ne? eksiyirmidört araştırdı u yaz İstanbul’un müziğe doyacağını söylemek yanlış olmaz. Müzikseverlerin kaçırmak istemeyeceği konser sayısı çok. Yıldız isimlerin konserlerinin yanı sıra festival programları da yeterince tatmin edici. Bu tarz konser ve festivallerin ilgili kitlesini genel olarak üniversite öğrencileri oluşturuyor, bu sebeple de akla şu soru geliyor: “Türkiye’de festival ve konserlerin bilet fiyatları yurtdışındaki etkinliklerle karşılaştırınca öğrencilerin bütçelerini zorluyor mu?” Tartışma uyandıran Amy Winehouse konseri üzerinden bu konuyu değerlendirmeye çalıştık. Türkiye’de Amy Winehouse 20 Haziran’da Maçka Küçükçiftlik Parkı’nda çalıyor. Bilet fiyatları 152, 350 ve 600 TL. Asgari ücret… Pahalı mı? Evet pahalı. Oysaki Amy Winehouse’ın İsviçre Locarno’da tek başına verdiği konser bileti fiyatları 89 TL; Sırbistan’da Moby ile birlikte yer aldığı festivalde 72 TL, İtalya’da Lucca Festival’daki konser biletleri ise 105 TL’den satışa sunuldu. Winehouse önümüzdeki aylarda Sziget Festival’a katılacak. Bu festivalin altı günlük kamplı biletinin bedeli 420 TL, tek gün bilet almak isteyen ise 94 TL ödeyecek. Ancak Sziget’te bu yıl Deftones, Motörhead, Kid Cudi, Hurts, The National, Pulp, Interpol, Skunk Anansie gibi her telden isimler var. Aynı gün illa bunlardan birinin konseri ve daha fazlası olacak. Peki bilet fiyatları gelir düzeyi bizden daha yüksek olan bir çok Avrupa ülkesiyle Türkiye arasında neden bu kadar çok fark var? Vatan gazetesi müzik muhabiri Eda Solmaz’a göre bu durumun nedeni, büyük ölçüde Türkiye’ye özgü şartlar ve biraz da organizasyon firmaları. Solmaz, Türkiye’nin klasik konser rotası üzerinde olmadığını, burada herkesin konser vermek istemediğini ve gelmek için de her zaman uğradıkları yerlerden daha fazla para istediğini söylüyor. “Türkiye hâlâ ‘ekstra’ olarak görülüyor. Çünkü bizde bilet satışı az. Garantisi yok. Burası bilet satışı bakımından riskli bir bölge olarak adlandırılıyor. Yani fiyatlar yüksekse birinci neden bu riski fiyatlarına yansıtan sanatçıların kendileri. Diğer taraftan Türkiye’de booking (rezervasyon) firmaları arasında da rekabet var, onların büyük çabaları sayesinde hayalimizdeki sanatçıları izliyoruz, yalnız bu firmalar zaman zaman birbirlerinden sanatçı çalıyor, yüksek teklif veriyor, kimi zamanda bunu sadece rakibin işini bozmak veya zorlaştırmak için yapıyorlar. Sonunda konser gerçekleşirse ekstra maliyeti de ya sponsordan ya da bilet fiyatlarından telafi ediyorlar” diyor Solmaz.

Fulya Alan

Burda suçu firmaların üzerine atmaktan çok, Türkiye’de rekabeti denetleyen bir kurum var mı, bu alanda tekelleşmenin önlenmesi ve sağlıklı rekabet için neler yapılabilir sorularına cevap bulunması önemli. Böylece bu etkinliklerde kitlenin büyük bölümünü oluşturan biz üniversite öğrencileri sevdiğimiz bir çok sanatçının konserine ve yaz boyunca sürecek festivallere daha ucuz biletler satın alarak katılabileceğiz.

17

cs55version.indd 17

6/5/11 2:29 AM


başba kanın emriyle bomba lanan gazete: özgür gündem B

90’lı yıllarda Diyarbakır’da yayımlanan Özgür Gündem gazetesinin, bölgede yaşanan insan hakları ihlallerini aktarma çabasını konu alan Press filmi, eksiyirmidört radarına takılanlardan. Filmin yönetmeni Sedat Yılmaz, filmin senaryo danışmanı, gazeteci Bayram Balcı ve öldürülen ilk Özgür Gündem çalışanı Hafız Akdemir’in yeğeni, aynı zamanda eski Özgür Gündem çalışanı Veysi Polat sorularımızı yanıtladı asın özgürlüğü tartışmalarının gündemi yoğun bir şekilde meşgul ettiği günlerde vizyona giren bir film Press. 90’lı yıllarda Özgür Gündem gazetesi muhabirlerinin Diyarbakır’da karşılaştıkları olayları anlatıyor. Filmde, dönemin iktidarının yöre ve Kürt basını üzerine güttüğü siyaseti gözlemlemek mümkün. Press filminin vizyona girmesiyle, Özgür Gündem gazetesinin yeniden aynı isimle yayın hayatına başlaması aynı zamana denk geldi. Biz de hem Press’i, hem de Özgür Gündem gazetecilerinin o dönemde neler yaşadığını öğrenmek ve basın özgürlüğünün Türkiye’de ne denli kısıtlandığını konuşmak istedik. O günlerde ana-akım medya yaşananları yazmaya ya cesaret edemiyordu ya da görmezden geliyordu. Günümüzde ana-akım medya ne halde? Geçmişle kıyasladığınızda bugün ne gibi farklar görüyorsunuz?

Deniz Deniz

Sedat Yılmaz: Bugün ana-akım medyadaki birçok kalem, 90’lar dönemini karanlık bir dönem olarak tanımlıyorlar. O dönemde Ragıp Duran’ın kavramlaştırmasıyla “Apoletli Medya” olarak devlet yanlısı yazılar yazıyorlardı. O tarihlerde gazeteciler öldürüldüğünde kimse bunların haberini bile yapmıyordu. Bugün, tutuklanan gazeteciler üzerinden bir tartışma yürüyor. O tartışma çok sağlıklı bir yere gidebilir; ama sadece beş kişinin ismini cismini biliyoruz, sesini duyuyoruz. Bilmediklerimiz kimler? Hemen hepsi ya sosyalist basından ya da Kürt basınından. Türkiye’de yüzleri ve sesleri kayda geçmeyen insanlar var.

18

cs55version.indd 18

6/5/11 2:29 AM


Sadece rakam olarak geçiyorlar. Böyle olunca da bir istatistik olarak kalıyorlar. 90’larda bölgede gazetecilik yapmış biri olarak, dönemin iktidarı ile bugünkü iktidarı kıyasladığınızda neler söylemek istersiniz? Bayram Balcı: Aslında iki iktidar arasında bir fark yok. O dönemde gazetecilerin ensesinde namlu soğukluğu vardı, öldürülüyorlardı. Şimdi ise içeri atılıyorlar. İnsanlar da buna razı olmuş durumda. Bu kabul edilmemeli. Gazetecilik yaptığımız için hukuki ve yasal anlamda hiçbir yaptırımla karşı karşıya kalmamalıyız. 6 ay öncesinde bir fotoğraf yayımladım. Aynı fotoğrafı Milliyet Gazetesi de yayımladı. Milliyet’i kapatmadılar, bizi kapattılar. Niye? Haber fotoğrafı yayımladım diye. İktidarın burada şöyle bir bakış açısı var: Aynı haberi Özgür Gündem’in yayımlamasıyla ana-akım medyanın yayımlaması ayrı şeyler. Bire bir aynı kelimelerle, aynı cümlelerle haberi vermiş olsak bile iktidar farklı algılıyor. Birçok insan o haberi ana-akım medyada okuduğu zaman habere inanmaz ama Özgür Gündem aynı haberi yayımladığı zaman inanırlar. Bu inanırlığımızdan ötürü bizi kapatıyorlar. 90’larda Özgür Gündem gazetecisi olarak çalışmak nasıl bir durumdu, biraz anlatabilir misiniz?

BAYRAM BALCI

SEDAT YILMAZ

Bayram Balcı: Biz orada militan gazeteciliği yaptık. Gazetecilik literatürüne girebilecek bir kavramdan söz ediyorum. Nasıl savaş muhabirliği var, militan gazeteciliği de bunun bir kademe üstü gibi bir şey. Akademisyenlerin alıp incelemesi gereken bir terim olarak görüyorum militan gazeteciliğini. Yoksa, biz bir örgütün militanlığını yapmadık. Biz militan gazetecisi olarak olayı iki tarafından izliyorduk, savaş muhabiri ise sadece TSK tarafından izler. Bizim yaptığımız, gazeteciliği militan ruhla yapmaktı. Özgür Gündem’in en trajik hikayelerinden birinin sahibisiniz. Özgür Gündem’i önemli kılan neydi? Özgür Gündem ne yaptı da bu kadar etkili oldu? Veysi Polat: O dönemde Özgür Gündem gazetecileri kefenleriyle gezdiler. O insanların ne yapıp ne ettiğine baktığınızda, ellerine silah almış insanlar değillerdi; gazetecilik yapıyorlardı. Kürt halkının evleri başına yıkıldığında Özgür Gündem yazıyordu. Birileri işkenceye uğradığında, makatına jop sokulduğunda, penisine elektrik verildiğinde bunu yazan başka bir gazete yoktu. Özgür Gündem gibi iki yıl içerisinde 76 tane gazetecisi öldürülen başka gazete yoktur. Ayrıca Özgür Gündem sadece Kürt halkının sorunlarını yazmıyordu. Tüm ezilen kesimlerin yanındaydı, Tekel işçilerinin mücadelesini de yazıyordu, öğrencilerin eylemlerini de gündeme getiriyordu.

19

cs55version.indd 19

6/5/11 2:29 AM


bir gazete ya da benzeri bir şey yoktu. Press bu durumu da çok güzel anlatmış. Örneğin Haşim Yaşa diye bir dağıtımcı vardı, ayağı sakattı, büfe sahibiydi. Gazete satıyor diye öldürüldü. Onun dışında bir tane dağıtımcımızı arabasının içerisinde gazetelerle beraber yaktılar. 12 yaşında çocuk bir dağıtımcı vardı. Yalçın Yaşa. Onu da kucağında gazeteyi sattığı için taradılar, öldürdüler. Bunlar sadece birkaçı. Bunlar gibi onlarca olay yaşandı.

Sizin ağzınızdan Hafız Akdemir’in; “dayınızın” hikayesini, o trajik günü dinleyebilir miyiz? Veysi Polat: Yolda yürüyorsunuz ve biri kafanızın ortasına mermi sıkıyor. Niye öldürülüyorsunuz? Gazetecilik yaptığınız için. Gazeteciliği, gerçeği göstermek için yaptığınız için. Hafız öldürüldü. Vurulduktan sonra ben adamı kovaladım, refleksim beni adamın peşinden koşmaya sürükledi; yakalayamadım. Bir dakika içerisinde Hafız dayımın yanına döndüm, hastaneye gittik. Sedye getirilmesini bekliyoruz. Hasta bakıcılardan önce polis geliyor. “Kim vurdu, nasıl vurdu?” gibisinden sorular sormaya başlıyorlar, “Adamı tarif et” diyorlar. O anda Hafız kucağımda. Kucağım kan gölü olmuş. Doktoru bulmam için yardım edeceklerine neler yapıyorlar. Zaman kaybına neden oldular. Sonra da karakola götürürken yolda sorgulamaya başlıyorlar. Bana “Neden o gazetede çalışıyorsun? Hafız niye o gazetede çalışıyordu? Başka gazete mi yok? Hem onlar daha iyi para veriyorlardır emin ol” tarzında söylemlerde bulundular. Benim ifademe başvuracaklarına beni bu şekilde sorguladılar. Beni çarşı karakolunun içine götürdüler. Orada komiser “Rahmetlinin adı neydi?” diyor. Hafız daha ölmemiş. Ben 9 gibi karakolun içerisinde ifade veriyordum, dayım ise 12.30’da vefat etti. Hafız hak etmedi bunları. Daha sonra cenazesini kaçırdılar. Biz aile olarak abimi ve kuzenimi hastanede görevlendirmiştik. Zorla Hafız dayımı toprağa gömdürmüşler.

Özgür Gündem neyi amaç edinmişti? Başarmak istediği neydi?

VEYSEL POLAT

Gazeteci meslektaşlarınız tepki göstermediler mi? Gazeteciler OHAL Valiliği’ne yürüdü. Hafız’ın mezarı konusunda OHAL Valiliği’ne geri adım attırdık. OHAL belki de millet biraz yatışsın diye izin verdi. Biz gidip Hafız’ın cesedini gömdükleri yerden çıkardık. Orada durum daha trajikti, bizim geleneklerimizde mezarın derinliği bir boyu geçer. Kürek Hafız’ın cesedine 3. seferde değdi. Hafız yıkanmadan, kanlı kefenle gömülmüştü. Bunlar bizim asla kabul edemeyeceğimiz şeylerdi. Hafız’ı çıkardık, köye gidiyoruz. Orada da gazetecileri tokatlayıp köye almadılar. Biz ailecek yalnız kaldık, tek tek kimlik kontrolü yapıp soyadı tutmayanlara izin vermediler. Köye mezarlığın yanına geldik, 100 kadar asker mezarlığın etrafında mevzilenmiş. Biri “Basın şehitleri ölümsüzdür” diye slogan attı. Sonra dövüşmeler başladı. Benle abimin ayağı kaydı, Hafız için kazdığımız mezarın içine düştük. Hafız’ı ne adam akıllı gömmemize ne de adam akıllı merasim yapmamıza izin verdiler. Bu insanlar kalem tutmak dışında ne yaptılar ki. O dönemde büyük travmalar yaşandı, ben tanık oldularımdan ötürü iki yıl boyunca uyuyamadım. Press’i izledim hala uyanıyorum, rüyalarımda silah sesleri duyuyorum. Hepimiz ölen bir gazeteci arkadaşımızın haberini yazmışızdır. Kolay değildi bunlar.

Veysi Polat: Özgür Gündem ihlalleri duymayan, görmeyen kesime ulaştırmaya çalıştı. Kürtlerin dışındaki kamuoyuna, dünya kamuoyuna göstermeyi denedi. Misal, bir fotoğraf gelmişti. Alman panzerine halatla bir ceset bağlanmış, çekiliyordu. Bir çatışma yaşandıysa, öldürülen PKK’lıların tuzak kurma olasılığına karşı her zaman temkinli hareket ederler. Bir bomba imha uzmanının bombaya yaklaşması gibi ilerlerler. Cesedi önce bir yerinden bağlarlar; sonra biraz çekerler. Bomba varsa, zaten patlar; yoksa da savcı mı çağıracaklar, morga mı taşıyacaklar ona karar verirler. O dönemde bize gelen muhabir fotoğrafta sürüklenen adamın PKK’lı olmadığını, aklı dengesi pek yerinde olamayan,çobanlık yapan bir köylü olduğunu söyledi. Cesedi de 10 metre çekmek yerine 100 metre çekerek şehir merkezine kadar sürüklemişler. Muhabir de fotoğrafı çekmiş, gazetesi yayımlamamış. Biz yazdık, yayımladık. “İnsanlık Sürükleniyor” dedik. Almanya ile Türkiye arasındaki protokole göre Türkiye kendi iç olaylarında panzerleri kullanamıyormuş. O görüntü krize sebep oldu. Almanya, Türkiye’ye ambargo uyguladı. Bunun gibi birçok örnek var. Sonunda gazete toplatıldı, kapatıldı, bombalandı. Bombalanma kararının arkasında MGK kararı vardı. 30 Ocak 1993 alınan o kararı biz bulduk. “Özgür Gündem Gazetesi’nin bertarafı” diye karar alınmış, altında da dönemin başbakanı Tansu Çiller’in imzası vardı. Sizce Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda bir ilerleme kaydedilmiş değil yani.

O dönemlerde halktan insanlar da Özgür Gündem’e sempati duymalarından, destek olmalarından ötürü şiddete maruz kalmışlar. Veysi Polat: Halk o dönem Özgür Gündem’le özdeşleşmişti. Kendisini ifade eden başka

Bayram Balcı: Ece Temelkuran basın özgürlüğü ile ilgili bir program yaptı. Press ve Özgür Gündem’den ötürü beni de çağırmışlar. Programda benim söylediklerimi sansürlemişler. “Gazeteciler niye öldürüldü” gibisinden bir soru soruyor. Ben de “Bu bir devlet politikasıydı” diyorum. Orayı makaslamış. Bu bir gerçek, bunu makaslayarak ortadan kaldırmazsın. Böyle basın özgürlüğü tartışması mı olur? Ahmet Şık için yürüyüş düzenlendi -gazeteci, muhabir arkadaşları bir kenara koyuyorumköşe yazarları, gazetelerin haber müdürleri de yürüyüşe katıldılar. Onların yaptığı hiçbir şeye inanmıyorum. Onların yaptığı şov, hiçbiri samimi değil.(BGHA/DD/EA)

20

cs55version.indd 20

6/5/11 2:29 AM


bir H heykel oto biyogra fisi

er heykelin bir öyküsü vardır, en ucube olanının bile. Şimdi ben yalnız bir heykelin ardındaki öyküden bahsedeceğim size. Aslında bunun bir otobiyografi yazmaktan pek bir farkı olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu “yalnız” heykel, çevresiyle o kadar bütünleşmiş ki, hem yalnız hem de bir o kadar bağlı hayata. Onun hayata bağlılığından olacak, onca saldırıya rağmen hala ayakta. Heykeller çok güçlü sembolik nesneler oldukları için ideolojilerin, inançların hedefleri haline gelebilirler. 1973 yılında Muzaffer Eronat tarafından, İstanbul’un Tophane semtine dikilen heykelin başına gelmeyen kalmadı bu sebeple.

SOĞUK SAVAŞ MAĞDURU HEYKEL

Heykeli 1973 yılında yapan ve 2007’de vefat eden Eronat, heykelinin başına gelenler için şöyle diyordu: “Daha heykel bir yılını doldurmadan, önce parmaklarını kırdılar, sonra balyozun sapını. Yetmedi, ziftle yüzünü boyadılar. Sonra, zifti silmek bahanesiyle yüzünü yok ettiler. Birkaç kez tamir ettim. Ama artık bıraktım yakasını. Kaç yıldır, her gün bir yerini kırıyorlar. Yine de tükenmedi. Ne zaman bir makine gelip kökünden söküp götürse, ‘oh tükendi’ diyeceğim.” Elbette heykelin ilk günlerinden itibaren bu kadar saldırıya maruz kalması bir tesadüf değil. Onu hedef haline getiren en önemli özelliklerinden birisi “işçi heykeli” olması. Türkiye’den Almanya’ya göçen Türkiyeli işçileri temsilen yapmıştı Eronat bu heykeli. 70’li yıllar hepimizin tahmin edeceği üzere “sosyalizm gelecek korkusuyla” doldurulmuş kitlelerle doluydu. Soğuk savaş ruhu her yeri kaplamıştı. İşte bu yüzden heykelin ilk saldırıya uğrayan yerlerinden biri balyozunun sapı oldu. Onu bu derece saldırıların hedefi haline getiren barındırdığı sembolik anlamı, yıkılış öyküsü, uğradığı saldırılar sonucu paramparça oluşu... Bunların hepsi, bu yalnız işçi heykeliyle insanlar arasında ne kadar büyük bir benzerliğin olduğunu ortaya çıkardı. İnsanların birbirini öldürdüğü bir dönemde, o da bu vahşetten parçalanarak, kafası koparılarak, parmakları kırılarak nasibini alıyordu. Ama tüm bu saldırılar onun temsil ettiği sembolik ruhu, daha da güçlendirdi. Artık işçileri temsil etmenin ötesinde soğuk savaşın, insanı birbirine düşman eden idealizmin ve farklılığa tahammül edemeyen faşizmin mağdurlarını da temsil ediyordu. Onun yaşadıklarına baktığımda, bir insanın verdiği yaşam mücadelesinden bir farkı olmadığını gördüm. Politik süreçlerin yıkıcı etkisini, kırılarak, parçalanarak o da yaşadı. Farklılıktan korkanların tektipçiliğinin getirdiği “hizaya sokma” anlayışı etrafında şekillenen militarizmden o da zarar gördü ve yine de hayata bir şekilde tutundu. İşçi heykelinin çevresinde dolanırken, yerli esnaflardan birisiyle tanıştım. Ona heykelle ilgili soru sorduğumda, beni şaşırtarak şunları söyledi: “Ben yıllardır buradayım, tarih sayılırım, heykelin yeni yapıldığı dönemleri de hatırlıyorum. O heykel Almanya’ya ilk giden işçinin heykeliydi, zaten çok yakınında ‘İş ve İşçi Bulma Kurumu’ var.” Heykelin Almanya’ya ilk giden işçi adına olduğunu duymak beni şaşırtıyor, elbette şüpheci yaklaşsam da, yerli esnafın samimiyetine güvenerek öyküye koyuyorum söylediklerini. “Altı üstü bir taş yığını” deyip geçmek yerine, biraz yakından bakıldığında bir insanın hayat öyküsü kadar geniş bir yazın çıkıyor karşınıza. Her şeyden önce anlamayı, farklılıkları görmeyi ve kabul etmeyi bir kere daha deneyimliyorsunuz.

Fotoğraf: Burak Kaan Kızılkan

Özgü Öztuna

Ama tophane işçi heykelinin yanına gittiğimde gördüğüm manzara elbette üzücüydü. Paramparça olmuş, her tarafı yarım; Ruhu da yarım, öyküsü de yarım kalmış dolayısıyla. Ona hayat vermek, yok edilen yerlerini yeniden var etmek ve bu yarım kalmış öyküyü tamamlamaksa biz insanların elinde... (BGHA/ÖÖ/EA)

21

cs55version.indd 21

6/5/11 2:29 AM


sol çizginin adamı: metin kurt

Türk futbolunda sendikal hareketin öncüsü Metin Kurt, aileden sosyalist bir kimliğe sahip. Babasının küçükken ona verdiği nasihat hayatının dönüm noktalarından biri olmuş. Bir de Galatasaray’a gelip, takımı yöneticilere karşı örgütlemesi… Futbol oynadığı dönemde halka yakın olmak için tribünlerin kenarı olan kanatları, özellikle de sol çizgiyi seçen 64 yaşındaki Kurt, önce spor emekçilerinin haklarını korumak için sendika kurdu, şimdiyse Türkiye Komünist Partisi’nden İstanbul 2. Bölge’de milletvekili adayı. Futboldan önce Metin Kurt’un hayatı nasıldı?

Fotoğraflar: Mürsel Çoban

Volkan Ağır

Nüfus kâğıdımda 15 Mart 1948, Kırklareli yazar. Oysaki doğrusu 15 Aralık 1947, Fatih Karagümrük’tür. Babam Selanik’ten, annem de Bulgaristan’dan gelmiş. 8 kardeşiz biz, bir tanesi 6 yaşındayken vefat etmiş. Bizim ailede bize öğretilenler vardı. Aile içinde kesinlikle maddiyata dayalı şeyler konuşulmazdı. Babamız bize “Sakın sizden zayıflarla uğraşmayın. Zayıflara yardımcı olun. Eğer ille de biriyle mücadele edecekseniz sizden daha güçlüsü olsun” derdi. Babam belki tam olarak dile getiremese de tam bir sosyalizm tanımı vardı bizim aile içinde. Senin paran benim param ayrımı olmazdı. Babamı ben 8 yaşındayken yitirdim. Babam Kırklareli’nde iş yaptığı için biri orada biri İstanbul’da iki evimiz vardı. O vefat edince iki evi idare edecek gücümüz kalmadı. O sırada abim İsmail Galatasaray’da oynamaya başladı. Bazen abimden gelen parayla, bazen de babamdan kalanları satarak geçinmeye devam ettik. Abim evlendiği anda ailemin birçok ihtiyacı devam ediyordu. Küçük kız kardeşlerim vardı. Onların okuması lazım. Abimin futbol hayatı

22

cs55version.indd 22

6/5/11 2:29 AM


da bitince artık o bizim elimize bakmaya başladı. Sizin futbol hayatınız nasıl başladı? Çok çocuklu ailelerde bir tane adam mutlaka sivrilmelidir. Yoksa o aile yaşantısını sürdüremez. Biri çıkıp aileyi sistem içinde tutup koruyacak. Abim evlenince yerine birinin geçmesi gerekiyordu. Çıkması gereken adamın ben olduğuma karar verdim. Matematik öğretmenim beni atom mühendisi yapacağını sanıyordu ama ben liseyi bıraktım.

federasyona ücretini yatırıp uzatabiliyordu. İstemezse de uzatmıyor. Kulüp izin vermeden başka takıma da gidemiyorsun. Biz üç sene üst üste şampiyon olmuştuk kulüpte. Sözleşmemiz bitince çağırdılar bizi. Yasin Özdenak, Gökmen Özdenak, ben ve iki arkadaşım daha masadayız. Bir yönetici geldi, “Arkadaşlar hayırlı olsun hepinize 110’ar lira veriyoruz. Buyurun imzalayın” dedi. Ben “Böyle transfer görüşmesi mi olur? Bana sormayacak mısınız bir emekçi olarak ne kadar istediğimi?” dedim. Eskiden 225 bin lira alıyordum. İki yıl sonra 110 bin lira öneriyorlar. “Ben 220 bin lira istiyorum” dedim. Yönetici şaşırdı: “Vermeyiz. 28 bin liraya uzatırız sözleşmeni” dedi. “Tamam uzatın ben de oynarım ama canınıza okurum. Bu anti-demokratikliği ortaya çıkarırım, utandırırım sizi“ dedim, kalktım gittim. İki sene boyunca o paraya oynadım mücadelemi de verdim.

Metin Kurt’un ilk 11’i “Ben ancak bu takımın iyi bir öğrencisi olurum.” Mustafa Suphi Nazım Hikmet Kemal Türkler Behice Boran Ahmed Arif Sinan Cemgil Mahir Çayan

Ne tür olaylar yaşandı bu mücadeleniz sırasında?

Futbola başladım. Sonradan bitirdim liseyi. Futbola Beyoğlu Yeni Çarşıspor’da başladım. Sonra Alibeyköy Adaletspor’a ilk transferimi 3 bin lira karşılığında yaptım. Anneme gittim, “Al bu para senindir. Bundan sonra aileye ben bakıyorum“ dedim. Galatasaray’daki futbolcuları örgütlediğiniz döneme geri dönelim. Neler oldu o dönemde? Bazı konularda bize uymayan bir demokrasi bulunsa da takım içinde biz oyuncular olarak ciddi bir örgütlenme kurmuştuk. Galatasaray Kulübü batıya açılan kapıdır. Ben başka bir kulüpte olsaydım, bana o kadar faaliyet yürütme şansı vermezlerdi. 1970 yılında Galatasaray’a geldim. O zamanlar da kitap okur gözlemler yapardım. Artık eyleme geçmenin zamanı geldiğini hissettim. O dönemde mukaveleler iki yıllık tek tip sözleşmelerdi. İki yıl sonra kulüp isterse tek taraflı olarak senin mukaveleni

Ankaragücü’nü eledik. Prim yönetmeliğine göre 10 bin lira almamız lazım. Para gelmedi. Ben takımın sözcüsüydüm. Oyuncular bana soruyor primleri. Ben de kulüp tarafından takımla ilgilenmesi için parası ödenen Turgan Ece ile konuşmaya gittim. “Turgan abi biz Ankaragücü’nü eledik primlerimiz yatmadı” dedim. “Ne primi ya! Primi mi hak ettiniz? Top mu oynadınız?” cevabını verdi. Bende: “Siz top oynamaya mı para veriyorsunuz? Elersek para veriyorsunuz. İyi oynayıp elenseydik para mı verecektiniz?” dedim “Çok konuşuyorsun sen” dedi. Bağırdı çağırdı çıktı soyunma odasından. Arkadaşlarıma döndüm, “Bu söylenenler bana değil hepimize söylenmiştir. Ben bunu protesto edeceğim. Benle beraber misiniz? Yoksa ben tek başıma yapacağım?” dedim. Herkes desteğini verdi. Ertesi gün antrenmanı yarım saat boykot ettik. Bizim deyimimizle Franco-Turgan bir diğer deyişle Faşist General Turganko, yarım saat geç de olsa gittiğimiz antremanı iptal etmiş. Biz gidince geri geldi. “Türk futboluna anarşiyi soktunuz. Elebaşı da sensin” dedi bana. “Sevgili Generalim Turganko nasıl da bildin benim elebaşı olduğumu” dedim. Yasin ve Mehmet’e döndü “Siz de bunun yardakçısısınız” dedi. Bir kaç kişiyi daha bizle birlikte kadro dışı bıraktı. Topladım yine arkadaşlarımı, “Mücadeleye devam ediyor muyuz?” diye sordum. Herkesten sözü aldım yine. Kaptan Yasin ile Cağaloğlu’na gittik. Orada bir basın toplantısı düzenledik. Anarşi yaratmadığımızı, hakkımızı aradığımız söyledik. Basın toplantısından

Harun Karadeniz Ahmet Kaya Yılmaz Güney Deniz Gezmiş

Bir gün köprü altında içiyorum. Bir tane çocuk geldi. Metin abi sen Eyüp’te teknik direktörlük yapar mısın? dedi. Yaparım dedim.

Varlık yokluk derdini aklından sil; Bırak öteleri de kendini bil. Doldur şarabı, geniş bir nefes al: Kaç nefes alacağın belli değil. Ömer Hayyam

23

cs55version.indd 23

6/5/11 2:29 AM


sonra bir baktık ki tüm takım kampa girmiş. Biz olmayınca tehditlere boyun eğmişler. Biz en son beş kişi kadro dışı kaldık. Sonraki maç da Fenerbahçe’yleydi. Biz olmadan da kazandılar maçı ve Turgan Ece avantaj yakaladı. “Sporda kazanan haklıdır” her zaman.

Mücadelenizin istediği gibi bitmediği gözüküyor? Neden böyle oldu? Aksine tam da mücadeleyi kazanacak noktaya gelmiştik. Tribünler bizi geri istiyordu. Ertesi gün Milliyet Gazetesi’ne bir baktım, Yasin ile Büyük Mehmet özür dilemiş. Haberi gördüm, beynimden vurulmuşa döndüm. Onlar özür dilemeden

önce de “Benim dışımdakileri kadroya alın, benle uğraşın” diye açıklama yaptım. İşin kötü tarafı Abdi İpekçi onları çağırmış, “Metin Kurt iyice sola kaydı. Onun işi bitti. Siz de özür dileyip kendinizi kurtarın” demiş. İsmail Cem’le de benzer bir durum yaşadık. “Sakın bir emekçiyi zor duruma düşürecek bir anlaşma için çağırma” dedim. Sonra

24

cs55version.indd 24

6/5/11 2:29 AM


Cennette huriler varmış, kara gözlü İçkinin de ordaymış en güzeli Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili.. Ömer Hayyam

Bana destek verip oyuncularının parasını vermeyen yöneticinin benimle konuşma ya da bana destek verme şansı yoktur.

Galatasaray kötü bir dönemden geçiyor. Galatasaray’daki seçimlere de ‘hangi başkan adayı sendikaya destek verir ya da vermez’ gibi bakıyorum. Ama bizim sendikal mücadelemiz açısından kimin kazandığı çok da önemli değil.

aradı, “Seni rahat bırakacağım” dedi. Abdi İpekçi’nin yaptığını kabul edemiyorum. Onun yazılarını okurduk biz. Özür dilediler de ne oldu peki?

mektubu yazmamı istedi. Ben sağlam bir edebiyat yaptım. Mehmet’e “Sen bunu okursan sana jübile yapmazlar. Sen jübile yapmak istiyorsun” dedim. Sonra da görüşmedik. Ardından ben Kayseri’ye gittim. Hiçbir şey değişmedi. Sonra Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin Amerika’ya transfer oldu.

Emre Belözoğlu ya da Hakan Şükür gibi isimlerin yerine bir kulübün bir çaycısını üye yapmak için 10 kere giderim. Benim için çaycıyla Hakan Şükür’ün arasında bir fark yok.

Özür dilediklerinin gazeteye çıktığı akşam, Büyük Mehmet bizim eve geldi. Kendisi adına bir veda

25

cs55version.indd 25

6/5/11 2:29 AM


Futbolculuğu bıraktıktan sonra neler yaptınız? Eyüpspor’da, Kayserispor’da, Sivasspor’da teknik direktörlük yaptım. Kayserispor’u birinci lige çıkardım. Sonra Sivasspor’a geçtim. Kayseri’deki bazı oyuncularım sonrasında Sivas’a kiralık gitmişlerdi. Eski öğrencilerim aradı Sivas’a gittim. Başkanla konuşup çocuklara bir maç kazanırlarsa paralarını alacaklarını söyledim. Giresunspor maçını kazandık. Şehrin girişinde karşılandık. O hafta para verilmedi. Ertesi hafta kendi sahamızda Mardin’i 3-1 yendik. Maç öncesi parayı alacağımızın sözünü de almıştık. Başkan benden evvel gitmiş soyunma odasına. “Parayı getirdin mi?” diye sordum. Cevap veremedi. Kovdum odadan. Çocuklara dönüp bu adamların sahtekar olduğunu söyledim. Özür dileyip istifa ettim. Dışarıdaki gazetecilere: “Yöneticilerin hepsi sahtekâr. Çocuklara verdikleri sözü tutmadılar ben de istifa ettim” dedim. Sabaha eve dönmek üzere otele gittim. Gece, olay bölgesinde gizli bildiri yayınlamaktan içeri alındım! Türkiye’de kirlenmiş futbol ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Futbol nedir? Siyasettir. İddaa nedir? Kumardır. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bugün Türkiye’de futbol ortamında hepsi vardır. Siyaset sporun babaevidir. Kumarda şike kesinlikle vardır. Mafya bunların olmazsa olmazıdır. Şiddet, küfür, ırkçılık, cinsel ayrımcılık bunların hepsi spor ortamına yerleştirilmiş olgulardır. Arenalardaki kanun budur. Egemenlerin iktidar araçlarından biridir arenalar. Kitleleri manipüle eder. Son dönemde olumsuzluklar açığa çıksa bile fazla umursanmaz oldu. Özal ne dedi: „Benim memurum işini bilir“. Onun sporcusu da işini biliyor. Önce Spor-Sen’i, oradan ayrılıp sonra da Spor-Emek-Sen’i kurdunuz. Ayrılığınızın nedeni neydi? İkisinin de kurucusu benim. Başbakan’ın Dolmabahçe’de spor açılımı yapacağı günün derdimizi anlatmak için büyük fırsat olduğunu düşünüyordum. Açılımların protesto edilmemesine de çok kızıyordum. Çünkü açılımlar sorun yaşayanları dinlemeye yönelik değil, Başbakan’ın kendisini anlatmak üzerine kurulmuş şeylerdi. Bizi de çağırmamışlardı. Haberi alınca arkadaşlara şöyle dedim: „Böyle bir açılım bizim gibi tabandan kişilerle konuşmadan olmaz. Protesto edeceğiz“. Kurucu heyetteki arkadaşlarım “Bekleyelim görelim hem yönetim kurulu kararı gerekiyor” dediler. Dedim ki; „Sizi kurucu yapan benim, ne yönetim kurulu ya! Ben protesto ediyorum. İster gelin ister gelmeyin.” Protestoya gelmediler ama ben tabandan arkadaşlarımı örgütledim gittik Dolmabahçe’ye. Sonrasında Spor-Sen’de bir toplantıda bana kınama cezası vermek

için bir öneride bulunuldu. „Biz bu sendikayı gerçekten spor emekçilerinin haklarını korumak, spor alanını doldurmak, diğer sendikal hareketlere örnek olabilmek için kurduk“ dedim, ayrıldım. Sonrasında da protestoya gelen mücadele eden arkadaşlarımla Spor-EmekSen’i kurduk. Yaptığımız eylemlerle de herkese örnek olduk. Spor-Emek-Sen de 1 Mayıs’taydı. Nasıl geçti bu yıl sizin için? Sanayi devrimi döneminde İngiltere’de, topraklarından koparılan insanlar devrimci burjuva demokratik sisteminin doğal uzantısı olan modern köleler olarak 18 saat çalıştırıldı. O sırada İngiltere’de de etkileyici bir sendikal hareket vardı. 1 Mayıs 1848’de ilk kez işçiler-emekçiler patronlarını masabaşına oturtup, on saatlik işgününe imza attırdılar. Her 1 Mayıs‘ta o tarihi zafer anı kutlanıyor. Son 1 Mayıs’tan buruk ayrıldım. Çünkü 1 Mayıs sisteme karşı mücadelenin simgesi olmak zorunda. Renklerin kardeşliği hikayesi değil, sınıfın kardeşliğidir olay. Bu yıl bu ayrım yapılamadı. Kürsülerden sınıfın kardeşliği üzerine değil renklerin kardeşliği mesajları verildi. Sistemle bütünleşmenin mesajları verildi. Sistemi savunanların mesajı verildi. Oysa ki bizim kurtuluşumuz sistemi dönüştürmektir, sistemle mücadeledir. Bu yüzden bu 1 Mayıs bana göre eksik kaldı. Spor-Emek Sen’in kuruluş amacı nedir? İşçi sınıfı üretim sürecinde yaptığı mücadeleyi yeniden üretim sürecine taşıyamamış. Oysaki sömürü, yeniden üretim sürecinde sanat, kültür, spor gibi etkinliklerle devam ediyor. Şu anda milyarların döndüğü sektörde spor emekçisi tanımı iş kanununda bile geçmiyor. Amatör ve sözleşmesiz sporcular sosyal güvencesiz, öte yandan profesyonel sporcular sözleşmeli ama yine de sosyal güvenceleri yok. Hepsi sosyal güvencesiz. Bizim meselemiz sistemle. Sistem değişmediği müddetçe kaç

sporcu üye olursa olsun fark etmez. Bizim derdimiz tabandan başlayan bir örgütlenme kurabilmek. Spor-Emek-Sen’de örgütlülüğünüz ne durumda?

26

cs55version.indd 26

6/5/11 2:29 AM


bitmemiştir. Doğru mesajla tüm Galatasaraylılar’ı, Fenerbahçeliler’i bir araya getirebildik. Seçim sonrası Spor-Emek-Sen genel kurulunda neler yapılabileceği netleşecektir. Türkiye’de bir sendikaya üye olmak için o iş kolunda mutlaka sigortalı çalışmak lazım. Sendikaya destek olan 100’e yakın teknik direktör var. Ama emekli oldukları için üye olamıyorlar. Çünkü sendika kanununa göre üye olmak için emekliliklerinden vazgeçmeleri gerekiyor. Amatör futbolcular var. Onları üye yapsak kulüpten kovulacaklar. Bunu da yapacağımız eylemlerle değiştirebiliriz. Derdimiz üst düzey sporcuları örgütlemek değil. Bugün binlerce işsiz teknik direktör var. Bu mesele sistemle mücadele etmeden çözülecek bir şey değil. TKP’den aday olup seçilmeniz durumunda sol için, spor için ne tür projeleriniz var? Türkiye Komünist Partisi’nden bana gelip aday olmam konusunda tekliflerini ilettiler. Bende İstanbul 2. Bölge Milletvekili adayı olmayı kabul ettim. TKP’li değilim. Ama TKP’nin cepheleşme çağrısının Türkiye’de soldaki dağınıklığını toparlamak için önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda kendileriyle aynı mücadeleyi veriyorum. Seçilip seçilmeme derdim yok. Önemli olan doğru mesajı iletmek. Siz gençlerden de bir ricam var. Oyuna gelmeden oyunuzu kullanın. Geçenlerde Grup Yorum „Tam bağımsız Türkiye“ sloganıyla 500.000 kişiyi topladı. Peki Türkiye Komünist Partisi’nin İstanbul 2. Bölge Milletvekili adayı olarak 500 bin boyun eğmeyen insan sloganımız hayalcilik mi? Türkiye’deki siyasi ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Spor-Emek-Sen şu anda spor alanında meşruiyeti kabul edilmiş bir sendikadır. Başbakan’ı protesto etmek için SporEmek-Sen olarak 5 bin kişiyi bir araya getirdik. Bunu yapabilirsen ülkede solculuk

Dünya’da iki tane sosyal demokrat parti vardır. Birincisi demokrasiye açık, komunistlerden sosyalistlerden korkmayan, devrimci mücadelede yere alacak kişilerden oluşandır. Bir de sosyal demokrat olduğunu iddia eden kapitalist

ve emperyalist sistemin yedek lastiği olan partiler vardır. Bir bankanın reklamı vardı. Sloganı da şöyleydi: „Yok birbirimizden farkımız ama biz X bankasıyız“. Burada dürüst de bir mesaj var. Bu sistem partilerinin de durumu bu sloganda anlatılandan farksız. Birbirlerinden farksızlar. TKP’nin birleşik cepheleşme çağrısı vardı. Bu çağrıya uygun olarak, kendini solda tanımlayan ama oyum boşa gitmesin diye kapitalistlerin yedek lastiğine doğru mesaj vermek lazım. Peki sol bitti mi sizce? Ben 68 kuşağından gelen bir kişiyim. Yaşama soldan bakan 68’li gençler olarak 78 kuşağının yaratılmasına seyirci kalmamız doğru değildi. Bizim sizlere karşı yaptığımız en büyük hata 78 Kuşağını yaratmak oldu. 12 Eylül Faşist darbesinden sonra çıkan süreçte sol örgütsel olarak dağıtıldı. Ama sol yenilmedi. Yenilmez de. Bu tekmili birden yobazlara mı boyun eğeceğiz? Tarihteki kardeşlerimiz hiç boyun eğdi mi? Boyun eğen unutulur. Boyun eğmeyenler hala hatırlanıyor. Şu anda Türkiye’ye büyük bir sol sempatisi var. 1 Mayıs’ta Taksim’de gördük. Bu sandığa yansımıyor ama. Çünkü solun güvendiği bir parti yok. Bir ayrılmışlık var. Küçük küçük partiler bulunuyor… 12 Eylül Faşist darbesi örgütlü solu dağıtmıştır. Sol şu anda dağınıktır. Bu dağınıklığı gidermek bize düşüyor. Bundan sonra yapılacak tek bir şey vardır. Tabandaki örgütlenme sistemle mücadeleye inanmak zorundadır. Sistemi değiştirmeden hiçbir şey olmaz. İşsizlik çözülünce sistem değişmez. Seçimlerden sonra bir araya gelip sistemi değiştirmeye yönelik girişimlerde bulunmamız gerek. Bu ülkede demokrasi sadece ve sadece egemenlerin kendi seçtiği adamların parlamentoya gönderdiği sistemdir. İstisnalar da bu sistemin çeşnisidir. Bu ülkede sistem sorgulanmadan, sistemi dönüştürme planı yapılmadan, sistemle mücadele edilmeden sistemin yarattığı sorunlara çözüm bulunması mümkün değildir. Dergimizin adı size ne ifade ediyor? Eksiyirmidört iktidarların gençlere yaklaşımının bir ürünü. Bütün iktidarlar öncelikle gençlik üzerine çalışır ve onları örgütlemeye odaklanır. Ama onların da yukarıya doğru bir örgütlenmeleri vardır. Bizim aşağıdan yukarı bir örgütlenmemiz var. Alkolde yirmi dört yaş düzenlemesi sadece size yönelik bir olay da değil. Böyle bir mücadele içinde olmanız bizi çok mutlu ediyor. Eksiyirmidört süper bir duruş ve güzel bir simge. Beni de etkiledi. Aynı zamanda günümüzün mücadelesi içinde bir başlık. Bu başlığı doldurmak gerek. Bu başlığı doldurmak için bir katkım olacaksa buyrun ben buradayım.

27

cs55version.indd 27

6/5/11 2:29 AM


tarçın kokulu avm’nin daya nılmaz İ cazibesi

Mimari izni ve kat sayısı halen bir muamma olan Demirören’in Beyoğlu’nun göbeğine yerleşmesi ile İstanbul bir alışveriş merkezine daha “kavuştu”. eksiyirmidört, elma ve tarçın kokulu, sıcacık renkli AVM’lerin 1970’lere uzanan öyküsünü araştırdı stanbul’ da yaşıyorsanız yürümekten en çok hoşlandığınız yer muhtemelen İstiklal Caddesi’dir. Hafta içi bile olsa hep kalabalık olan bu caddenin cezbedici bir tarafı vardır. Tarihi binalar, caddeden yürürken kulağınıza gelen tanıdık melodiler, sanat mekânları, samimi sohbetlerin döndüğü cafeler... Bir türlü yapılması tamamlanamayan kaldırımları bile keyfinizi bozamaz(dı). Ne yazık ki son zamanlarda caddede yürürken keyfinizi bozabilecek bir yapı çıkıverdi karşımıza. Demirören Alışveriş Merkezi dediler bu “ucube” nin adına. Mimarı, alınan izinleri ve projenin kendisi tam bir muallak olan bu yapı, İstiklal’in kendi dokusuna oldukça zarar verdi. Mimari ve alışveriş için oldukça geniş seçenekler sunan, cafe, sinema ve tiyatro adına her şeyin olduğu Beyoğlu’na neden alışveriş merkezi yapılmıştı peki? Demirören ile başlayan bu sorgulama bize bir gerçeği gösterdi, alışveriş merkezleri bizzat şehrin ta kendisi olmuştu. Alışveriş merkezlerinin çıktığı ülke, tüketimin kendi adıyla da satıldığı Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1920’li yıllara kadar uzanan alışveriş merkezi kültürü, 1957 yılında Uluslararası Alışveriş Merkezleri Derneği’nin (International Council of Shopping Centres- ICSC) açılmasıyla resmi organizasyonuna kavuşmuştur. 1970‘li yıllarda “shopping mall” denilen bu mekânlar, giysinin yanı sıra çeşitli ürünlerin satıldığı, sinema, tiyatro ve eğlencenin de içine dâhil edildiği yerlere dönüşmüştür. 1980’li yıllar shopping mall’ların olgunluk dönemidir. Bu dönemde alışveriş merkezleri kendi içinde bir nevi yeni semtler olmuştur.

Fotoğraf: Neslihan Karatepe

Neslihan Karatepe

Türkiye’de, tarım toplumundan kent toplumuna geçişin hızlı bir şekilde yaşandığı, ülkenin ekonomik ve diğer her anlamda faklılaştığı 1980‘li yıllar, bizim alışveriş kimliğimizi belirleyen dilim olmuştu. Alışveriş kültürünün ekonomik sistemin bir gereği olduğu, bu dönem içinde topluma öğretilmişti. İnsanoğlunun geçmişten beri yaşamak için tüketen yapısı, tüketmek için yaşamaya dönüşürken, Türkiye de bu duruma yabancı kalmadı. Değişen bu yapı ile birlikte alışverişin hayatımızın ana alanında olması artık kaçınılmazdı. İstanbul’un, açık hava alışveriş alanları olan Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi yerlerinin yanında, her değişimde olduğu gibi mimari olarak bizi içine alacak mekânlara ihtiyacı vardı.

28

cs55version.indd 28

6/5/11 2:29 AM


Böylelikle Türkiye’nin ilk alışveriş merkezi Gallleria 1988 yılında devlet ortaklığı ile Ataköy’de açıldı. Merkezin devlet ortaklığı ile açılmasını başka bir konunun yazısı olarak orda bırakıyorum. Galleria ilk açıldığında beklenenden çok ilgi görmüş ve sadece Ataköy’ün değil, tüm İstanbul’un alışveriş merkezi haline dönüşmüştü. Sonrasında alışveriş merkezleri başta İstanbul olmak üzere metropollerde hızlı bir şekilde yayıldı. Bugün ise neredeyse adım başı bir alışveriş merkezine rastlamak mümkün. Bakırköy’de yan yana duran iki alışveriş merkezi bu durumun belki de en trajikomik hali. Şu an İstanbul’da 94 civarında işleyen alışveriş merkezi var. 50‘ye yakın alışveriş merkezi de yolda. 2015’e doğru bu sayının 140’ı geçeceği söyleniyor. Galleria’nın ardından, başta İstanbul’un olmak üzere, metropollerin değişen mimari özellikleri ile yaşam alanlarımız oldukça kısıtlandı. Sahillerimiz elimizden alındı, boş bulunan her araziye otel dikildi. Tabi bir de bu yazıda büyük bir aşkla bahsettiğimiz alışveriş merkezleri… Bu yapılar sloganlarında bahsettikleri gibi bir “yaşam alanı” haline geldiler. İnsanların alışverişlerini yaptıkları, kültürün ve sanatın pazarlandığı, gençlerin sosyalleştikleri mekânlar oldular. AVM’ler konusunda bir de Baudrillard’ın sözlerine kulak kesilelim : “Tüketim merkezlerinde biz, gündelik yaşamı tümüyle düzenleyen ve homojenleştiren tüketiciliğin büyüsü altındayızdır. Her şey soyut bir mutluluğun yarı saydamlığına havale edilmekte, zorunlu iş, boş zaman, doğa ve kültür aktivitelerinin hepsi birbirine karışarak klimalı ve kapalı mekânda sonsuz bir alışverişe dönüşmektedir.”

görülen mağazaların aksine yiyecek ve içecek alanlarının her zaman dolu olması, insanların çoğu zaman alışveriş yapmaktan ziyade burayı bir buluşma mekânı olarak kullanmaları. Kış aylarında bir nebze makul görülebilen alışveriş merkezi cafelerinin kullanımınının, yaz aylarında (özellikle İstanbul’ da yaşıyorsanız) neden bu denli yoğun olduğu oldukça düşündürücü. İnsanları cezbeden renkli alışveriş dünyasının kendince çekici bir kaç numarası var elbette. Alışveriş merkezine adım attığınız anda tüketime merhaba dünyası karşılar sizi. İnsan algısının yeni bir mekâna girdiğinde iç mekân ışığını algılaması 30 saniye kadar sürüyor. İçeriye girdiğinizde yavaşlıyorsunuz ancak yürümeye devam ediyorsunuz. Alışveriş merkezlerinin girişinde olan mağazalar bu sebeple gözden kaçabiliyor. Buna önlem olarak, siz sevgili

tüketicilerini düşünen mekân sahipleri girişteki mağazalara birer kör nokta yapıyorlar. Burada sizi uzun boylu zarif kadınlar karşılıyor. Böylece 30 saniyede algınız tavan yapıyor. Artık alışveriş yapmaya hazırsınız. Almak istediğiniz özel bir ürün var ve mağazanıza yöneleceksiniz. Ama durun. O da ne? Merdivenlerin arasındaki mesafe oldukça geniş. Elbette bunu da sizler için düşünmüşler. Belirli bir mağazaya ulaşmak için yer değiştirirken, diğer mağazalara da şöyle bir göz atın diye bu mesafe uzun tutuluyor. Hatta haftanın ve ayın belirli zamanlarında bu merdivenlerin iniş ve çıkışları değişiyor ki sürekli aynı yolu takip edip diğer mağazaları gözden kaçırmayın. Aynı mantıkla yeme içme yerleri de genelde hep üst katlara

konuluyor. Bu sayede “Aman, oturup bir kahve içeyim, sohbet edeyim” demenize izin vermeyip, ister istemez mağazalara bakmanız sağlanıyor. Bununla yetinmeyip, siz sevgili tüketicilerinin tüketim algısı daha fazla açılsın diye, havaya elma ve tarçın kokusu sıkıyorlar. Duvar renklerinde daha sıcak renkler kullanmalarının sebebi de bu. Alışveriş merkezi içinde sıkışan şehirlerimizde, gezme, yeme, eğlence ve sanat için oldukça fazla olanak var. Ancak hayat dışarıda akarken, sahte elma, tarçın kokuları arasında, kalıplaşmış mimari içinde, kendinizi bir şeyler tüketmek zorunda hissettiren bu mekânların büyüsüne kapılmamak gerek. Çevrenizi dört bir taraftan kuşatmış bu binalardan ne kadar kaçabileceğiniz muallak elbette.

Bu merkezlerde dikkat çeken, çoğu zaman boş gibi

cs55version.indd 29

6/5/11 2:30 AM


düşün me ve eyleme mekânı: 26a

Kafe 26A’nın çalışanları ve kurucuları “Burası düşünmeyi ve eylemeyi sevenler için!” diye tanımlıyor mekânlarını. Paylaşma ve dayanışma üzerine kurulu, samimi bir yer. Kola ve fastfood’a karşı olan Kafe 26A’da bunlar yok, ama çok lezzetli ev yapımı reçeller, turşular, şerbetler ve kompostolar var

İ

stanbul Beyoğlu’nda, Tel Sokak’ta yeni

bir mekân açıldı: 26A. Bu ismin özel bir anlamı yok. Adresin kapı numarası olan 26A’yı mekânın adı yapmışlar. Mekânın sahipleri, küresel kapitalizmin tüketim kültürüne karşı antikapitalist bir yaşam kültürü yaratabilme, üretme, yaşama ve paylaşmaya ihtiyacı duydukları için 26A projesini oluşturmuşlar. Kurucular, 26A projesinin amacını “gündelik devrimin yıkıcı pratiklerini hayatlarımıza geçirebilmek” olarak açıklıyorlar. Projenin temeli şuna dayanıyor: “Ev modeli” çerçevesinde, yakın semtlerde oturan arkadaşlarıyla belli gün ve saatlerde ortak yaşamsal faaliyetler yürütüyorlar. Yiyecek, giyecek gibi ihtiyaçlar, sağlık, hukuksal sorunlar ve benzeri sorunlar karşısında dayanışma gösteriyorlar. Dayanışma kültürüyle kapitalizmin yok etmek istediği yaşamsal dayanışmayı gerçekleştiriyorlar. Kendilerini “Anarşist Sosyal Merkez” diye tanımlayan 26A’cıların yaklaşık 20 kurucusu var.

EZBER BOZAN İŞLETMECI

Aslıhan Erdal

Mekanın yaratıcısı bir grafiker: Gürşat. Dünya tatlısı bir insan. Sıcak, samimi ve çok naif, hatta çekingen bir insan. Bir sürü iş yapıyor Gürşat. Hep bir mücadele içinde. Kendisi gibi aynı görüşü paylaşan arkadaşları ile kurmuş mekânı. 26A’da zamanı müsait olan herkes işlerin bir ucundan tutuyor. Çayın 1 lira, kahvenin 2,5 lira olduğu mekân, kendi kendini ancak çeviriyor. Amaç zaten para kazanmak değil. Aynı dünya görüşünü paylaşan insanların kurduğu bir sosyal merkez gibi 26A.

30

cs55version.indd 30

6/5/11 2:30 AM


Gürşat’a bakılırsa, onlar Türkiye’de bir gelenek yaratmaya çalışıyorlar. Kendilerine göre anarşik bir tutumları var. Anarşizm kelimesinin ilk bakışta kimilerine göre olumsuz bir çağrışım yaptığını, ama aslında böyle olmadığını söylüyorlar. Tam tersi, dünyayı değiştiren, değiştirme iddiasında olan bir kavram olduğunu düşünüyorlar anarşizmin. “Ama öyle şekilcilikle falan olmuyor bu işler” diyor Gürşat. “Rastalı saçlar ya da baskılı tişörtler giymekle...” Gürşat, işletme ve işletmeci lafını kullanmıyor; kullanmak istemiyor. Biz bir kolektifiz ve ben de bu kolektifin

değil örgütlülüktür.” Otoriteye isyan kuşaklar boyunca aktarılan bir kavram olmuş. “Bugünlerde başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde sokakları kuşatan anarşistler, hep bu gelenekten beslenmiştir” diyor Gürşat. Yaşadığımız topraklarda da böylesi büyük dönüşümlerin, isyanların çoğalması, hem devrimlerin bugünden yaşanmasına yol açıyor hem de gelecek kuşaklar için böylesi bir gelenek yaratıyor ona göre. Aralarında İbranice, Farsça, Ermenice, Gürcü dillerini bilenler var. Erasmus bursu ile gelen öğrenciler, birbirine ders verenler bile var. Alıyoruz fotoğraf makinemizi, mekâna gidiyoruz. İstiklal Caddesinin bir arka sokağında 26A. Beyoğlu’nun karmaşasına ve bitmeyen enerjisine göre çok sakin, kendi halinde bir sokakta. İlk adımınızı attığınızda mekândaki sıcak ve samimi ortamı

parçasıyım diyor. Kendisi başarılı bir grafiker. Bir zamanlar büyük şirketlerde çalışmış. İyi de para kazanıyormuş; ama bunu reddetmiş. Şimdi de grafikerlik yapıyor. Kendi söylemiyle aktarırsak, “hayırlı işler” yapıyor.

hissediyorsunuz. Evet sıcak, çünkü girer girmez eski, en son çocukluğumuzda gördüğümüz kömür sobası göze çarpıyor. O kadar samimi ve nostaljik duruyor ki ister istemez hoşunuza gidiyor. Kışın soğuk günlerinde kestane de pişiriyorlarmış.

BAŞKA BIR DÜNYA TAHAYYÜLÜ

Birbirinden bağımsız masalar ve sandalyeler var. Geniş ve rahat bir mekân. Fonda dinlendirici bir müzik. Her kültürden etnik ve alternatif jazz’a, blues’a kadar ezgilerle dolu müzik listeleri var . Kimisi açmış kitabını okuyor. Kimisi bilgisayarında çalışıyor. Bazıları da sohbet ediyor. Herkes sakin. Kimsenin bir acelesi, bir yere yetişme zorunluluğu yok gibi…

Anarşizm ile ilgili olarak şöyle devam ediyor Gürşat: “Geçmişte ya kaos ya da karışıklık olarak adlandırılmış ve bu sebepten kötülenmiş ya da 80 sonrasında ‘kendileri de dahil her şeye karşı’ söylemini kullanan bilinçsizlerin kurbanı olmuş. Oysa anarşizm, otoritenin ve hiyerarşinin olmadığı, sınırların ve sınıfların ortadan kalktığı, paylaşma ve dayanışmanın esas alındığı bir dünya istemidir. Kaos değil düzen, karışıklık

Kafe 26A’nın çalışanları ve kurucuları “burası düşünmeyi ve eylemeyi sevenler için” diye tanımlıyor mekânlarını. Paylaşma

ve dayanışma üzerine kurulu, samimi bir yer. Kola ve fast-food’a karşılar. Bu yüzden, Kafe 26A’da bunlar yok. Ama ev yapımı reçeller, turşular, şerbetler ve kompostolar var. Masaların üzerinde allı-güllü çok güzel yazmalar duruyor. “Ne güzel fikir” diye düşünüyorum. Bu örtü olarak kullanılan yazmalar, Bartın yöresine ait karayazmalarmış. Bartın’da termik santral yapımına karşı mücadele zamanında görüp getirmişler. Bir tane de bana hediye ediyorlar. Çok seviniyorum.

ÜRETMEK, EYLEMEK

Mekânın arka bölümünde, bahçeye bakan tarafta film gösterimleri yapılıyor. Kendilerince 6 haftalık bir program yapmışlar. En son “Black Sheep” i göstermişler. Programlarında, “Fight Club” ve “1984” gibi var olan düzeni eleştiren filmler de var. Gösterimler için ücret falan alınmıyor. Bazı günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nden öğrenciler de gelip, film gösterimleri düzenliyorlarmış. Sanalt.net diye bir web sitesi de hazırlıyor Gürşat. Reklamların tüketimi özendirmesine karşı eleştirel bir bakışı var. Bu site, mevcut reklam senaryolarını anti-kapitalist reklamlara dönüştürüyor. Gürşat videoları kurguluyor, siteyi hazırlıyor. Siteyle ilgili şunları anlatıyor: “Sanalt. net, insani ilişkileri metalaştıran kapitalizmin görsel tüketimine karşı kurulmuş bir oluşum. Bu amaçla bir araya gelmiş sanat aktivistlerince hazırlanıyor. Sanatı yaşamsal alanlarda bir eyleme biçimi olarak gören bireylerin oluşturduğu sitede, bu kapsamda projeler üretiliyor. Şu an ‘Antikapitalist Reklam’ projesi adında ironik bir reklam projesini sürdürüyoruz mesela.” Aynı zamanda, Lafisyanda.org ve kadinlarsokakta.org adlı anarşist sitelerin tasarımlarını da yaptığını öğreniyoruz Gürşat’ın. Mayıs ayında gerçekleşen “İşçi Filmleri Festivali”nin işlerine yardım etmiş. Karadenizdeki Freskler ile ilgili kısa bir film hazırlıyorlarmış. Amaç aynı: insanlara bir şeyleri anlatmak, onlara ulaşmak. Kısaca devrime, örgütlenmeye, kolektif yaşama ve kolektif üretime inanıyorlar. Tüm ezilenlerin ve emekçilerin tarafındayız diyorlar. Toplumsal düzlemde, yerel bir direniş hareketi olarak dikkat çekilmeyi hak ediyorlar. (BGHA/AE/EA)

31

cs55version.indd 31

6/5/11 2:30 AM


büyüle yen kent prag

Kimilerine göre bir aşk şehri, kimilerine göre tarihin sesi, kimilerine göre bir açık hava müzesi… Tarih boyu kendisinden güzelliğiyle söz ettiren bu şehri ilk anlatan olmadığımız gibi son anlatan da olmayacağız. Fakat merak edenler ya da gitmek isteyenler için Çek Cumhuriyeti’nin bu sevimli kentinde kısa bir tur yapalım

P

rag gibi küçük bir şehri gezmek için bir haftanın fazla olduğunu düşünebilirsiniz ama, bizim gibi sindirerek gezmek istiyorsanız, bir hafta gayet ideal bir zaman dilimi. Çünkü Prag, tarihi yapılar yönünden çok zengin bir şehir. Özellikle şehrin tepesinde bulunan Prag Kalesi, kilisesi, kulesi ve büyülen mimarisi ile tarihi yaşatıyor. Kale, Vlata nehrine yaklaştıkça nehrin üzerindeki köprülerden görülebiliyor. Köprülerden söz etmişken, en eski köprü olan Charles Köprüsü de Prag’ın sembolu olarak kabul edilen yapılardan biri. Çok uzun olmayan bu köprü, kenarlarındaki heykelleri sayesinde gelenleri sanki tarihi bir yoldan yürütüyor. Kalenin yanı sıra, şehri tümüyle izleyebileceğiniz diğer bir yapı da Old Square’ deki saat kulesi (Astronomical Tower). Bu kuleye günün belli saatlerinde çıkabilir ve tüm şehri tepeden tırnağa 360 derece izleyebilirsiniz. Bu saatin diğer bir özelliği de zamanı saat başı üniformalı bir borazancının borazan çalarak belirtmesi. Bizim tavsiyemiz bu kuleye borazanın çalacağı saate yakın çıkmanız ve ordayken de bu sesi dinlemeniz. Bu güzel sesi Prag’tan döndükten bir süre sonra hâlâ kulağınızda duyuyor olabilirsiniz. Bununla birlikte tarihi kiliselere ilginiz varsa farklı mimarilerdeki birçok kiliseyi gezebilirsiniz. Hemen hemen her binanın üzerlerindeki ve yanlarıdaki insan figürü heykeller, melek ya da ata binmiş insan heykelleri oldukça dikkat çeken diğer noktalar. Eğer heykellere ya da gotik mimariye ilginiz varsa, Prag bunlara da ev sahipliği yapıyor.

B. Begüm Nazlı Onat Polat Anıl Can

Bu kadar tarihi mekânın dışında genel anlamda şehir yaşantısından ve en uygun şekilde nasıl gezilebileceğinden söz edersek, öncelikle Prag küçük bir şehir ve eğer biraz yürümeye yatkınsanız çoğu yeri yürüyerek gezebilirsiniz. Fakat toplu taşıma araçlarıyla da yolculuk yapmak da çok rahat. Tramvay hattıyla çoğu yere gidebilir ya da otobüs kullanabilirsiniz. Çoğu kişinin bilet basmadığını göreceksiniz çünkü Praglılar, sms yoluyla ya da yıllık olarak kartlarına para yükleterek bu sistemi kullabiliyorlar. Kaçamak yapmak oldukça sakıncalı olabiliyor zira yakalanınca cezası 40 Euro.

32

cs55version.indd 32

6/5/11 2:30 AM


PRAG VE GASTRONOMI

Prag’da birçok mutfaktan yemek bulmak mümkün olduğu gibi, Türk restoranlarıyla da karşılaşabilirsiniz. Yöresel yemekleriyse biraz fazla tuzlu ve yağlı. Eğer domuz eti yemiyorsanız bu konuda seçiminizi dikkatli yapmanızı önerebiliriz. Yine de, tüm bunlar size hitap etmezse Mc.Donalds, Burger King ya da KFC gibi fast food restoranlarına hemen hemen her yerden ulaşmak mümkün. Ayrıca KFC’ yi de tavsiye edebiliriz. Prag’taki KFC tavukları ilginç bir şekilde oldukça lezzetli. Prag’ı diğer turistik şehirlerden değişik tutan bir başka nokta ise alkolün ucuzluğu. Zira Prag’ın en turistik yerinde su 110 kron iken bira sadece 90 krondu. Alkolün daha ucuz olmasına karşın taşkınlık çıkaran fazla yerel veya turist görmedik, ama eğer kahvaltı için otelden erken çıkarsanız eve dönmeye çalışırken yalpalayan sarhoşları veya birçok duvar dibinde fazla içen insanların bıraktığı “izleri” görebilirsiniz. Yine de Prag’ın pis bir şehir olduğunu düşünmeyin, sokakları temizleyen kimseyi

görmemize karşın yolların sık sık süpürüldüğü belli. Eğer Prag’a ilk gidişinizse mutlaka alışmanız gereken şey sokakların bizim ülkemize göre olan sessizliği, sanki etrafta kimse yokmuş gibi hissedebilirsiniz. Barlar genelde kapalı mekânda bulunuyor, içleriyse çok kalabalı ve eğlenceli. Sudan ucuz biralar sayesinde insanlar Prag’ta gündüzden başlıyor içmeye ve eğlenmeyi biliyorlar. Birçok geleneksel barda farklı biraların tadına bakabilirsiniz. Prag eşcinsel sayısı çok yüksek bir şehir. Her yerde eşcinsel bayraklı kafe, barlar ve diskolar mevcut.

NE ALINIR?

Şimdi hediye alma zamanı diyorsanız; kristalleriyle ünlü olan bu şehirden ufak kristaller alabilirsiniz. Fakat kristallerin fiyat olarak biraz yüksek olduğunu da ekleyelim. Prag’ın kristalleri kadar takıları da ünlü ve çok fazla kehribar taşından yapılmış takılar bulabilirsiniz. Ben daha ufak hediyeler düşünüyorum diyorsanız; Prag’ın diğer bir simgesi olan saat

kulesinin üzerindeki saatin el yapımı tahta maket şeklindeki saatlerden, Prag’ın bazı önemli yapılarının maket halindeki magnetlerinden ya da Prag’ın yapılarının resimleri işlenmiş tahta kitap ayraçlarından alabilirsiniz.

NE ZAMAN GIDILIR?

Prag kışın çok soğuk, yazın ortasında da sıcak olan bir şehir. En güzel döneminin bahar aylarında ya da eylülde olduğu söyleniyor. Biz nisan ayında gittik. Hava güneşli ve ne soğuk ne de sıcaktı. Ayrıca Nisan ayının ortası gibi giderseniz Paskalya Bayramı’na ve şenliklere tanık olabilirsiniz.

NEREDE KALINIR?

Prag konaklama anlamında oldukça ucuz bir şehir. Oda başı

günlük ücret ödeyerek şehir merkezine yakınlığına göre artan ya da azalan hotellerde kalabilirsiniz. Öğrenciler için youth-hosteller bulmak mümkün fakat otellerde de çok az bir farkla kalınabiliyor. Şehir çok büyük değil, bu nedenle şehre birkaç kilometre uzaklıktaki bir oteli de tercih edebilirsiniz. Biz şehir merkezine birkaç kilometre uzaklıktaki Ehrlich Hotel’de kaldık. Dört yıldızlı bu otel ücret yönüyle çok uygun olduğu gibi hizmeti de güzeldi. Prag’a giderken mutlaka bir fotoğraf makineniz olmalı çünkü ufak bir cenneti fotoğraflamak isteyeceğinizi düşünüyoruz. Gitmeye karar verenlerenize ya da bir gün gidecek olanlaranıza şimdiden iyi eğlenceler! Her anının tadını çıkarın!

33

cs55version.indd 33

6/5/11 2:30 AM


gökkuşa ğına tır manmak zordur

Öğrenciler, ellerinde rengârenk bayraklarıyla özgür düşüncenin kalbinde, üniversitelerde örgütlenmeye çalışıyor ve kimilerinin küfür olarak kullandığı cinsel kimliklerini bellerini bükmeden sırtlıyorlar. İşte üniversiteler, işte bin bir zorluğa göğüs geren üniversiteli LGBT’ler

T

ürkiye’de örgütlenme zorluğu çeken birçok kesim, varlıkları inkâr edilen çok sayıda topluluk var. Cinsel azınlıklar belki de bu zorlukları en derinden yaşayanlar. Yok sayılmak, örgütlenememek bir yana; sadece size uygun görülen işte çalışabilmeniz, öldürülme hakkınız varmış gibi davranılması ve bir fantezi öğesinden öteye gidememeniz de cabası. Maalesef, burada birinci sınıf vatandaş muamelesi görmek için, tanrıya inanan, Sünni bir Müslüman Türk olmalısınız. Bunun da ötesinde mutlaka ilgi duyduğunuz kişi karşı cinsiyetinizden olmalı. LGBT’ler (lezbiyen, gey, biseksüel, transeksüel) heteroseksüel olmadıkları için, bu “beyaz Türk” formatına uymuyorlar. Bundan dolayı da varlıkları inkâr ediliyor, örgütlenmeleri engelleniyor; internette yasaklı sözcüklerden biri oluveriyorlar. RTÜK’ün iki ucu keskin ahlak kılıcından da en fazla nasibini alan yine o “ ötekiler” oluyor ne yazık ki. Tüm bu hak ihlallerine rağmen iyi şeyler de oluyor. Üniversitelerdeki cinsel azınlıklar hızla artan bir ivmeyle örgütleniyorlar ancak yine de bu aşamada ön yargılar ve homofobi peşlerini bırakmıyor. Bir göz atacak olursak, üniversitelerdeki cinsel azınlık oluşumları şöyle: Boğaziçi Lubunya, ODTÜ LGBT, İstanbul Üniversitesi Radar, Bahçeşehir Üniversitesi Gri (Gender Roles and Identities), Bilgi Gökkuşağı, Bilkent Renkli Düşün, İstanbul Teknik Üniversitesi Cins Arı, Hacettepe LGBT, Sabancı Cins Kulüp.

Özgü Öztuna Zeynep Sarsılmaz

Sabancı Cins Kulüp ve Bilkent Renkli Düşün resmi kulüp olan LGBT örgütleri. Diğerleri belirli sebeplerden ya farklı platformların altında varlıklarını sürdürüyorlar ya da herkesin kabul gördüğü bir kâğıdın altına imzalarını atamıyorlar.

34

cs55version.indd 34

6/5/11 2:30 AM


Ama birlikteler, bölünmeden omuz omuza savaş veriyorlar. Bilgi Gökkuşağı (BG) da zamanında resmi kulüpler arasındaydı. Hatta Türkiye’nin ilk resmi LGBT kulübü olması, birçok üniversiteye de ilham ve cesaret vermesine sebep olmuştu. Ancak baskılarla çalışmaları engellendi ve sonunda da faaliyetsizlikten kapandı.

BIZ VARIZ!

BG 2007 yılında resmi kulüp olduğunda bir ilki gerçekleştirdiği için tüm dikkatleri üzerine çekti. Süreç medyaya yansıdı. Öncelikle veliler, “Böyle üniversite mi olur, ibnelerle dolu”, “Biz çocuğumuzu oraya ibne olsun diye mi yolluyoruz?” gibi şikâyet telefonları yağdırmaya başladılar. Sonra okul ve dönemin BG sözcüsü gazeteci akınına uğradı. Okula yatırım yapan muhafazakar çevreden tepki yağdı ve sonuçta olayın medyatikliğini uzun süre koruması üzerine, okulun “prestiji” ve “velilerin talepleri” dikkate alınarak bir süre BG’nin faaliyetlerine ara verilmesi istendi. Kısa bir süre sonra da kulüp faaliyetsizlikten kapandı. Birkaç ay önce ise tekrar aynı isimle küçük bir gökkuşağı bayrağı altında birleşti Bilgi’li LGBT bireyler. Şu anda eskiye göre içine kapanık bir kulüp olmakla beraber, zamanla görünürlüğünü arttırma potansiyeline sahip. Herkes kendisi gibi bir öteki tanıyor, birlikte piknikler düzenliyor ve nihayet dünyalarını yeniden rengârenk yapabilmek için çabalıyor. İstanbul Üniversitesi Radar’ın karşılaştığı engeller de benzerlik gösteriyor. Berk İnan yaşananları; “İstanbul Üniversitesi; zaman zaman çıldırtırcasına bürokratik, çok politik; düşüncenin ve hakkın sert sloganlarla, bildirilerle, zıt kutuplarla ve şiddetle özdeşleştiği de bir yer. Bu gergin ortamda LGBT’ler politik bir özne olarak bile değerlendirilmiyorken tabii ki en önemli meselemiz görünürlük. Politik bir özne sayılmamak, görmezden gelinmek, homofobik ve transfobik bir ortamda şiddete hedef olmak, zaman zaman idareyle sürtüşme, etkinlik için mekân bulmakta zorlanma gibi çeşitli problemlerimiz var, ama bunlar bizi yıldırmıyor. Afişlerimiz yırtılır, indirilirse tekrar asıyoruz. Açıktan bir engelleme yok, ki bu da bizi meşru kabul etmeleri anlamına gelirdi. Biz bundan daha temel bir şeyle uğraşıyoruz; ‘biz varız!’ diyoruz.” şeklinde açıklıyor. Tabii ki her üniversitede birbirinden farklı problemler yaşandı ya da yaşanıyor. Mesela üniversite eşcinsel örgütlenmesinin en köklülerinden olan Boğaziçi Lubunya kendi sitesinde, önceleri BÜ Legato adlı bir kulübün altında farkındalık etkinliklerini sürdürmeye çalıştığını,

2009 yılından itibaren ise Boğaziçi Lubunya adı altında bizzat kendileri olarak ortaya çıktıklarını duyuruyor. En büyük problemi yaşayan üniversitelerden biri Orta Doğu Teknik Üniversitesi. ODTÜ’lü LGBT bireyler ODTÜ yönetiminin ODTÜ LGBT’ye yıllardır resmi kulüp olma hakkı tanımamasını, 11 Mayıs’ta düzenledikleri bir onur yürüyüşüyle protesto ettiler. Önlerine birbirinden “komik” bürokratik engeller konulan ODTÜ LGBT’liler yaptıkları açıklamada “Onur, LGBT’lerin, yani lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinden onur duymaları anlamına gelir. Tarih boyunca LGBT’leri kontrol etmek ve ezmek için kullanılan “utanç” kavramının zıttıdır. ‘Kimliklerimizden utanç değil, aksine onur duyuyoruz’ demenin bir yoludur, bir olumlamadır” dediler. Yıllardır tüm dünyada düzenlenen onur haftalarının ve yürüyüşlerinin anlamını en güzel şekliyle açıkladılar.

NE YANLIŞ, NE DE YALNIZSINIZ!

Lambdaistanbul, yıllardır Türkiye’nin LGBT sorunlarını sırtlanıyor. LGBT bireylere ve bireylerin ailelerine eğitimler veriyor, onur haftalarında organizasyonlar düzenliyor ve LGBT bireylere “ne yanlış, ne de yalnız” olduklarını göstermeye çalışıyor. Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği Avukatı Fırat Söyle, örgütlenmelerin engellenmesiyle ilgili yasal durumu; “Gerek Lambdaistanbul’un gerekse diğer şehirlerdeki LGBT örgütlenmelerin yasalarda var olmayan gerekçelerle fesihleri talep edildi. Temel argümanları; yasalarda LGBT olma durumunu düzenleyen maddelerin olmaması ve bundan hareketle bu örgütlenmelerin yasalarca kabul görmediğidir. Bir diğer argüman da nereye oturtulacağı belli olmayan “genel ahlak” sorunsalıdır. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti’nin, gerek iç mevzuatında, gerekse taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinde LGBT bireylerinin örgütlenmeyeceğine dair hiç bir düzenleme yoktur. Tam aksine Birleşmiş Milletler Medeni Ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, hatta Anayasa’da örgütlenme hakkının engellenmemesinin gerektiğine dair maddeler mevcuttur.” şeklinde açıklıyor. (www. lambdaistanbul.org)

Gerek üniversitelerdeki gerek sokaktaki LGBT örgütlenmeleri kapılarını herkese açıyor. Örgütlerden herhangi birine dahil olmak için LGBT olmanız gerekmiyor. İnsan haklarını ve özellikle de LGBT haklarını destekleyen her heteroseksüel birey de örgütler tarafından kucaklanıyor.

RENGÂRENK BIR DÜNYA

Mesele kimliklerimizden biri olunca durum ne kadar da çok karışıyor. Bunlar insanların kendi üzerlerine yakıştığı için aldıkları herhangi bir mor kıyafet değil, onların tenleri. Kolunuzdan bacağınızdan vazgeçemeyeceğiniz gibi cinsel yöneliminizden de vazgeçemiyorsunuz. Çoğunlukla aynı olmadığı için seks işçisi olmak zorunda bırakılan, ibne, top, gibi isimlere maruz bırakılan, porno malzemesi haline gelen insanlar aslında sadece insan. Ve her ne kadar birileri onların insan olduğunu ve hatta var olduğunu reddetse de onlar varlar. Onlar varlar ve heteroseksüellerin de gökkuşağının parlak renklerini görebilmelerini istiyorlar. Bize de, cinsel kimliklerinden onur duyan bu insanların, rengârenk hayatlarındaki karanlık gölgeyi kaldırmak için çaba göstermek kalıyor. (BGHA/ÖÖ/ZS)

Bu sene onur haftası 19-26 Haziran tarihleri arasında kutlanacak. 19 Haziran’da 2. Trans onur yürüyüşünün, 26 Haziran’da ise LGBT onur yürüyüşünün (Gay Pride) yapılacağı haftanın bu seneki konusu ise “tabu”.

35

cs55version.indd 35

6/5/11 2:30 AM


“şarkı söyle mek de yaşamak gibi”

Pentagram – nam-ı diğer Mezarkabul- ülkemizin gelmiş geçmiş en önemli müzik gruplarından biri olmasının yanı sıra başlı başına bir okul. Pentagram bünyesinde bulunduktan sonra kariyerine başka bir yön verip solo çalışmalarına ağırlık veren Ogün Sanlısoy da bu okulun en önemli mezunlarından biri. Aslında bu durum bir yandan biraz karışık. İlk solo albümü Korkma’yı 1999 yılında çıkaran müzisyen geçtiğimiz aylarda dördüncü albümü Ben’i yayınladı. Kariyerine uzun zamandır solo olarak devam eden müzisyenle kendisi hakkındaki “eski Pentagram vokali” etiketini, solo müzik kariyerini ve ülkenin müzikal atmosferini konuştuk Sizin Pentagram’ın eski vokali olarak anılmanız hâlâ devam ediyor sanki. Dört albüm yapmış biri olarak böyle anılmak size dokunuyor mu?

Fotoğraflar: Burak Kaan Kızılkan

Emre Temiz

Dokunmuyor. Sen mesela Pentagram’da solistlik yapmış olsan bu sana dokunur muydu? Zaten artık o da eskisi kadar yaygın değil. Bundan on, on beş sene önce çok belirgindi bu. Korkma albümü sonrasında falan… Ama onun üzerine de üç tane albüm yaptım. Pentagram iki tane solist değiştirdi. Bu algı kırıldı biraz ama hâlâ eskilerden Pentagram’ın Ogün diye ananlar oluyor. Bu rahatsızlık vermiyor. Tabii on altı yıl geçtiği için üzerinden biraz tuhaf geliyor bana.

36

cs55version.indd 36

6/5/11 2:30 AM


cs55version.indd 37

6/5/11 2:30 AM


Trail Blazer bir ikon olduğu için Pentagram zamanını hatırlayanlar da hep oraya referans gösteriyorlar. Hep o albümle kıyaslanıyor yapıtığınız müzik. Trail Blazer’da duyulan vokal de o zamana dek Türkiye’de çok fazla duyduğumuz bir vokal değildi. Evet dediğin gibi o dönemde zaten heavy metal ve ingilizce sözlü müzik yapan grup çok yoktu. Bu kadar çok rock grubu da yoktu. O ilk çıkan albümlerden biridir ve çok ses getirdi, bunun etkisi büyük. İyi de bir albümdü. Ben hâlâ dinlediğim zaman o dönemde ve o şartlarda çok iyi bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Ama dediğim gibi onun üzerine çok fazla şey yapıldı. O albüm çıktığında yeni doğanlar şu anda on dokuz yaşındalar. Şu an beni dinleyen kitle daha çok Ogün albümünden sonra beni tanıyanlar. Benden çok Pentagram’a ayıp oluyor gibi geliyor bu durum. Pentagram sonrası kariyerinize kendinizce değişik bir yol verdiniz ve albümler arasında tarzlar ve duruş değişmese de sound konusunda değişiklikler göze çarpıyor. Geri dönüp bakınca bu kararı alma sürecinizle alakalı neler söyleyebilirsiniz? Tabii ki “İyi ki yapmışım.” diyorum. Korkma albümünü yaptığımızda benden beklenen Pentagram sound’una yakın bir şeyler yapmamdı. Ama böyle bir şey mümkün değil çünkü o sound Pentagram’ın sound’uydu. Ben deneysel ve yeni bir şey yapma peşindeydim. Hatta mümkün mertebe daha da uçlara gitmek istiyordum. Zaten müziğe keskin bakan biri değilim. O albüm o dönemlerde anlaşılmakta güçlük çekildi. Ama bugün baktığımızda o dönemlerde bunu pek yakalayamayan bir sürü müzisyen arkadaşın şimdi övdüğü bir albüm oldu. “Ya ne güzel albümmüş Korkma aslında” falan demeye başladılar. Pop albümü deyip kenara atılmıştı değil mi? Evet aynen öyle. Ama alakası yok tabii. İçinde çok yeni sesler var çok sert şarkılar var. Hele bir de iki binli yıllarda başlayan

endüstriyel müzik akımlarını hesaba katınca “Biz onu çok evvelden deneysel sanarak yapmışız” diyorum. Şimdi Rammstein çok enteresan ve değişik bulunuyor ki öyle. Bakınca bir metal grubu ama elektronik müzikten çok fazla destek alıyor. Aynı şekilde Trent Reznour’un, Marlyn Manson’ın yaptığı müziklere bakınca aslında biz ona benzer bir şey denemişiz. Daha sonra bu tarzda pek fazla grup çıktı. Ben müziğin zamana bağlı olmadığını düşüne biriyim. Pop müzik yapmadığım için de işlediğim konularda tek bir zamana ait olma durumu yok. Hep geniş bir şekilde bakmaya çalışıyorum konulara. Korkma gibi bir albümü yaptığım için de çok mutluyum. İyi ki yapmışız.

İstediğim şarkıyı repertuara alıyorum, beğenmediklerimi atıyorum. Enstrümanistlere nasıl çalıp çalmamalarını istediğimi söyleyebiliyorum. Mix aşamasında işlere karışıyorum. Grup müziğinde böyle olmuyor. Demokrat bir grupsan eğer herkesin ortak bir noktada buluşması gerekiyor. Beğenmediğin şeyleri de çoğunluk kabul ederse sen de kabul etmek durumundasın. Buna istinaden bir avantajı iş bölümü olması. Bazı

bile o müziğe çekti. Evet, Ogün albümüyle beraber hiç rock müzik dinlememiş olan bir kitleye ulaştığım çok doğru. Bu benim için çok olumlu bir şey. Beni dinleyip rock müzikle

En iyi rock vokali ödülleriniz var. Bu ödüllerin geliş zamanlarına bakınca bir Pentagram zamanını görüyoruz, bir de o kadrodan insanlarla çalıştığınız 3 albümünden sonraki zamanı. Bu bir kimya meselesi mi? Onlarla çalışınca vokal olarak daha mı rahat hissediyorsunuz kendinizi? Yok hiç öyle düşünmedim. Her şarkının istediği bir vokal var ve ona göre söylemek gerekiyor. Yaşamak gibi aslında. Nasıl bazen kız arkadaşınla oturursun ses tonun başka olur, yatak odasında başka olur, kavga ederken başka olur, ailenle konuşurken başka konuşursun. Şarkı söylemek de bunun gibi bir şey. Şarkıların da hepsinin başka başka duygusu var. Söylerken o duyguları vermek önemli. Dolayısıyla ben de sesimi o duygulara göre kullanmaya çalışıyorum. Olmadık parçada bağırmanın, scream vokal yapmanın bir mantığı yok. 3 albümünde de yumuşak vokaller bulunan şarkılar vardı. Yani durum çalıştığım adamlarla pek alakalı değil. Bu klasik bir sorudur ve eminim çok cevaplamışsınızdır ama yine de sormam lazım. Grup müziği mi solo müzik mi sizin için daha çekici?

şeyleri sen düşünmek zorunda kalmıyorsun. Çünkü zaten onu düşünen başkaları var. Röportaj kısmında bile olsa biri gidemiyorsa başkası gidiyor. Avantajları da var dezavantajları da. Şu anki ekibim bir orkestra gibi görünse de bizim müzik yapma şeklimiz bir yandan da bir grup çalışması gibi.

Ben hâlâ grup müziği yapıyorum aslında. Fakat burda şöyle bir şansım var. Sözleri ben yazıyorum, besteleri ben yapıyorum.

Dinleyici skalanız çok geniş. Ben bunun özellikle Ogün albümünden sonra olduğunu düşünüyorum. “Saydım”, rock müzik dinlemeyen insanları

tanışan ve daha sonra yerli – yabancı başka grupları öğrenmeye hatta bu müziğin felsefesini öğrenmeye başlayan birilerinin olması benim için çok anlamlı. Bu kitlenin ne gibi avantajları oldu sizin için?

38

cs55version.indd 38

6/5/11 2:30 AM


Canlı peformanslarda önemli oluyor kitlenin genişliği. Nasıl ki bir tribünde beş yüz kişi olmasıyla elli beş bin kişi olması arasında futbolcu için büyük fark varsa, bir konser alanındaki

müzisyenin istediği bir şeydir. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. “Bize on kişi de yeter, biz çalarız” diye bir şey yok. Öyle bir şey düşünen de yanlış bir şey yapıyordur zaten. Bu işin özüne aykırı bu. Bu işin özünde büyümek, akmak ve optimum sayıda insana ulaşmak var. Saydım’la beraber yepyeni bir kitle oluştu ve bugüne kadar sürekli çoğaldı. Sahneden dinleyicilere baktığımda bizim “rockçı” dediğimiz insanları da görüyorum, aslında o profile hiç

uymayan insanları da görüyorum, türbanlı insanları da görüyorum, topuklu ayakkabılı mini etekli insanları da görüyorum.

izleyici sayısı ve müzisyenin performansı ilişkisi de benzer bir durumda. O şarkı çalınırken herkes sadece onu düşünür. Hayatındaki diğer tüm sıkıntıları o esnada unutursun. Tüm dinleyiciler bir noktada odaklanır ve ortaya pozitif anlamda bir enerji çıkar. Bu her

Bu az önce bahsi geçen “Ben on kişiye de çalarım,” muhabbeti bizim müzisyenlerimizin başarısızlıklarını örtbas etme çabası mı acaba? Aynen öyle. Kendi başarısızlığını kamufle etmek için de bu konuda başarılı olmuş isimleri belli etiketlerle yaftalama peşindeler. “Popçu oldu bu da,” gibi bariz

örnekleri var bunu. Birini küçülterek kendini büyütme ihtimalini düşünüyorlar. Ama tam tersi bir şekilde işliyor tabii. Konserine on kişi geliyorsa belki de biraz daha çok çalışman gerekiyordur. Biraz daha kendini geliştirmen gerekiyordur. Belki de yaptığın müzik çok deneyseldir ve seni anlamıyorlardır. Anlayan o kadarsa ve sen bundan memnunsan sıkıntı yok. Ama “Toplum beni anlamıyor,” ağlaklığını yapmamak lazım. Anlamıyorsa toplum seni ve bir derdin varsa kendini başka türlü anlatman lazım o zaman. Belli grup ve müzisyenler değişik pazarlama stratejilerine girdiler. “Hard copy ölüyor,” yorumları yapıldı. Siz neden benzer açılımlarda bulunmadınız? Benim şu an dört tane bandrollü solo albümüm var. Bu albümlerin üretim süreci aslında başlı başına bir ekonomik süreç. Stüdyoya giriyorsunuz orada birileri çalışıyor, yemek söylüyorsunuz, müzisyenler bu işten para kazanıyor, gece taksiyle dönüyorsunuz, kartonet basılıyor, fotoğraf çekiliyor… Yani bir ekonomik süreç oluşuyor. Bunun sonunda da elinizde somut bir şekilde albümünüz oluyor. Kapağı açıp sözlerini okuyorsunuz. Dönüp dönüp bakabiliyorsunuz. Ben bu hissiyatı seviyorum. Eminim ki her müzisyen de böyle bir hissi yaşamak ister. İnternetle beraber değişik stratejiler kullanılıyor ama şimdilik ben böyle devam etmeyi düşünüyorum. Tabii başka türlü yapana da lafım olamaz. Çünkü böyle bir piyasada müzik yapmak başlı başına bir kahramanlık bence. Sizce bir şekilde Türkçe olarak kendi müziğini yapan müzisyenlerin çoğalması Türk rock denilen tarzı yarattı mı? Aslında evet. Şu an Türk rock diye bir tarzdan bahsedebiliriz. İşte biraz daha oryantal bir havası olan, arabesk etkileşimleri olan bir müzik. Biz bazen bunu bir nevi alt kültür olarak görüyoruz. O arabesk etkileşimlerden kaçıyoruz ama dinleyen bir yabancının hoşuna giden şey de bu oluyor zaten. Bir rock şarkısında darbuka kullanılması onlar için çok

yenilikçi bir şey. Pencere şarkısı ilk çıktığında yine buradan burun kıvıranlar olmuştu. Şimdi dediğin gibi Türkçe sözlü müzik yapan müzisyen sayısının da artmasının etkisiyle geri dönüp ne kadar güzel bir şarkı olduğunu söylüyorlar bana. Samimiyetten kaçmamak lazım. İçinde olandan kaçmamak lazım. İşte “Ben rakı içmem, viski içerim.” Yok öyle bir şey Tennessee’li değilsin sen. Yeri gelirse rakı da içersin. Ortamı olmuşsa arabesk de dinlersin. Arabeskle ilişkiniz nasıl? Müziğinizde epey etkisi görülüyor. Çok kısıtlı. Oturup özellikle arabesk dinleyen biri değilim ama büyürken sürekli bu müzikleri duydum bir şekilde. Bu da insanın kulağında yer ediniyor bir şekilde. İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses gibi insanlarla tanışma fırsatım da oldu ama hiç böyle açıp özellikle dinlemişliğim yok. Ama az önce dediğim gibi buna karşı bir tavrım da yok. Bu içimizde bir şekilde olan bir şey ve ara sıra su yüzüne çıkıyor. Rakı içerken heavy metal dinlemiyorum yani. Müziğinizi sevmeyenlerin bile size saygı duyduklarını düşünüyorum. Bu çizgide bugünden geleceğe baktığınızda kendinizi nereye oturtuyorsunuz? Bugün geldiğim nokta, geçmişte bugün için kurduğum hayalin kendisi. Yaptığım işi hep severek yaptım ve bunun bir anlamı var. Somurtkan bir taksiciyle, güleryüzlü bir taksici arasında fark var. Sizi başından savmaya çalışan bir satış görevlisiyle size yardımcı olmaya çalışanı arasında bir fark var. Belki de bahsettiğin bu sevmese bile saygı duyma durumunun nedeni budur, yani işimi severek yapmamdır. Sadece birkaç klibime denk gelmiş olan, hiçbir albümümü baştan sona dinlememiş, hiç konserime gelmemiş insanların günlük hayatın içinde bana karşı çok hoş yaklaşımları oluyor. Bunu sadece işimi sevmemle açıklayabilirim. Gelecekle ilgili de düşündüğüm tek şey bu. Yaptığım şeyi severek yapmaya devam etmek. Ama şu da var ki Türkiye’de en iyi sanatçı ölü sanatçıdır. (BGHA/ET/SON)

39

cs55version.indd 39

6/5/11 2:30 AM


FOO FIGHTERS

wasting light Rock müziğin öldüğünü düşünenlerle aynı masada oturduğum zamanlarda onlara birkaç isim sayıyorum ve bu insanlar ölmeden rock müziğin ölmesinin imkansız olduğunu söylüyorum. Dave Grohl elbette bu isimlerin başında yer alıyor. Yer aldığı her projede başarılı olan Grohl’un frontman pozisyonunda oynadıı Foo Fighters da yeni albüm çıkaran gruplar arasında. Grubun garage rock semalarında dolanan yedinci stüdyo albümü Wasting Light, önceki Foo Fighters albümlerinden daha da sert, daha da agresif hatta daha da ele avuca sığmayan bir albüm. White Limo bu albümden düşüp gözümüzün nuru olan şarkı olmayı başardı.

WHOMADEWHO

knee deep

Elektronik müziğin en özgün temsilcilerinden olan Danimarkalı trio Whomadewho yeni albümü Knee Deep’i yayınladı. Geçmiş kayıtlardaki dance-punk havasını yeni albümde pek göremiyoruz. O yüzden sadık dinleyicileri için biraz sıkıntılı bir alışma süreci olabilir. Ancak electro-house hatta yer yer minimal etkileşimleri olan Knee Deep, elektronik müzik sevenler için mutlaka dinlenmesi gereken bir albüm. “There is an Answer” ve “Nothing Has Changed” şimdilik albümden öne çıkan şarkılar.

WILD BEASTS

smother

Albümün ilk şarkısı “Lion’s Share”, bu yıl dinlediğim en iyi şarkı. Hayden Thrope’un vokalleri uzun zamandır duyduğum en özgün ve etkileyici vokaller. Çok basit armoniler üzerine inşa edilen şarkılar, duyguları en saf haliyle dinleyiciye geçirebiliyor. Bu albümü dinlemeden önce bu sayının en iyi albümünün Helplessness Blues olduğunu düşünüyordum. Ancak Smother değil bu sayının belki de bu yılın en iyi albümü. Bütün şarkılar çok başarılı. Sadeliğin güzelliğe giden yol olduğunu birine ispatlamak isterseniz ona bu albümü dinletin.

MANCHESTER ORCHESTRA

simple math

Amerikalı rock grubu Manchester Orchestra yeni albümü Simple Math’i yayınladı. Önceki albümlerindeki alternative rock tınılarından uzakta olmayan albüm biraz daha brit-rock’a yakın duruyor. Grubu ilk kez dinleyecek olanlar ismine kanıp bir Madchester havası yakalamayı beklememeli. Çünkü yaptıkları müzik hiç o kafalarda değil. Simple Math albümünden öne çıkanlar albüme adını veren şarkı ve hemen ardından gelen “Leave It Alone”.

PAUL SIMON

gelecek vaat eden gruplar

MISPIS

İzmirli lise arkadaşlarının kurduğu Mispis, elemanların İstanbul’a gelişinden sonra başta Peyote sahnesi olmak üzere birçok yerde canlı peformans göstererek belli bir dinleyici kitlesine ulaştı. Saykodelik ve progressive elementleri fazlaca kullandıkları müziklerini, bilinç akışı kafasında sözlerle birleştiren grup yakın zamanda adını daha da bir duyuracak gibi görünüyor. Herkes duymadan birkaç canlı performanslarını izlemek ve bu güzel grubu sahiplenmek lazım.

http://www.myspace.com/mispisband

FECR-I ATI

Ankaralı Türker Uzun’un solo projesi olan Fecr-i Ati, biraz geride kaldığımız IDM ve electronica tarzlarındaki eksikliğimizi kapatma potansiyeli taşıyan önemli bir proje. Türker, müziğinde belli ki kafasına eseni yapıyor ve kalıplar umrunda değil. Öğrendik ki albüm çıkarma aşamasındaymış ayrıca. 23 adını verdiği albümü yakında Elanor Müzik etiketiyle çıkacak olan Fecr-i Ati hip-hop ve rap müziğe de fazlaca yakınlığyla tanınıyor.

http://www.myspace.com/fecriati

6/5/11 2:30 AM

cs55version.indd 40

so beautiful or so what Yaşayan efsane Paul Simon’ın yeni albüm haberi genç nesili çok fazla heyecanlandırmasa da yaşı az daha geçmiş olanları ya da benim gibi içinde yaşlı bir ruha sahip olan insanları epey heyecanlandırdı. So Beautiful or So What, içinde olduğumuz müzik olarak nitelendirilebilecek çok fazla şey duyulamayan zamanda nostaljik bir şekilde de olsa müziğe yeni bir anlam katıyor. Bu albümden şarkı önerileri sunmak yerine, albümün müzisyenin on ikinci stüdyo albümünü söylemek bence daha mantıklı olacak. Hah, oldu bile.

40


ne dinleyelim

41

: an ay

Em

re

Tem

iz

explosions in the sky take care take care take care the airborne toxic event all at once fleet foxes helplessness blues foo fighters wasting light whomadewho knee deep wild beasts smother manchester orchestra simple math paul simon so beautiful or so what

EXPLOSIONS IN THE SKY

take care take care take care Post-rock denildiğinde akla ilk gelen gruplardan olan Explosions In The Sky, yeni albümü Take Care, Take Care, Take Care’i yayınladı. Uzun zamandır bizi bekletmekte olan Teksas’lı grubun son albümü kırk altı dakika boyunca süren bir yolculuk tadında. Nereye gitmekte olduğunuz tamamen size bağlı. Herhangi bir EITS albümünden “öne çıkan” şarkı söylemeye falan kalkmak olmaz tabii. Çarpılırız falan sonra, hiç gerek yok.

THE AIRBORNE TOXIC EVENT

all at once

California’lı rock grubu The Airborne Toxic Event, Sometime Around The Midnight şarkısıyla akıllarımızda bir yer edinmişti. Albümün geri kalanı bu şarkının çok altında kalınca yine bir “one hit wonder” vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünen çok fazla insan oldu. Ancak “All At Once” bu düşünceyi ortadan kaldıracak gibi görünüyor. İlk albüme göre daha melodik ve vokal ağırlıklı olan albümde “Half of Something”, “Numb” ve “All At Once” öne çıkan şarkılar.

FLEET FOXES

6/5/11 2:30 AM

cs55version.indd 41

helplessness blues İlk uzunçalar albümünü 2008’de çıkaran Seattle’lı grup Fleet Foxes kısa zamanda folk müziğin en başarılı temsilcileri arasında yerini bulmayı başardı. Indie-folk ve folk-pop sularında yüzen yeni albümleri Helplessness Blues ilk iki şarkı Montezuma ve Bedouin Dress ile bile gerisine bakmadan “Olmuş bu!” dedirtmeyi başarabiliyor. Loreleai albümün tınısıyla dikkat çeken şarkılarından. Blue Spotted Tails’ı dinlemeden geçiniz. Onu sadece ben dinlemek istiyorum. Şarkı yazarlığı açısından çok büyük bir başarı.

Ha zı rl


1 HAZIRAN

3 HAZIRAN

ÇARŞ

CUMA

Interpol & Mor ve Ötesi Küçükçiftlik Parkı Normal: 55TL Sahne Önü: 130TL

Julianna Barwick Arka Oda

4 HAZIRAN

CTS

Converse to the City Tamirane

4-29 HAZIRAN 8 HAZİRAN

ÇARŞ

İKSV Müzik Festivali Bilgi için: muzik.iksv.org

Joe Cocker Küçükçiftlik Parkı Normal: 89TL Tribün: 250TL Sahne Önü Ayakta: 315TL Deluxe Lounge Ayakta: 420TL

19 HAZİRAN

20 HAZİRAN

PZR

Ha

n ya rla

:M

elis

Sonisphere Festival: Iron Maiden, In Flames, Alice Cooper, Mastodon Küçükçiftlik Parkı Normal: 148TL Sahne Önü: 245TL VIP Teras: 520TL

y arso Çın

PZT

Amy Winehouse Küçükçiftlik Parkı Normal: 152TL Golden Circle: 350TL VIP: 600TL

24 HAZİRAN

CUMA

James Blunt Küçükçiftlik Parkı Normal: 78TL Sahne Önü: 215TL Deluxe Lounge: 315TL

[konserler]

26 HAZIRAN

PZR

Jamiroquai Kuruçeşme Arena

1-19 TEMMUZ İstanbul Caz Festivali Bilgi için: caz.iksv.org

2 TEMMUZ

CTS

One Love Festival: Editors, Cake, Suede, Nneka santralistanbul Öğrenci Kombine: 45TL Normal Kombine: 66TL Armin van Buuren

5 TEMMUZ

SALI

Elton John

6 TEMMUZ

ÇARŞ

10 TEMMUZ

İstanbul Caz Festivali Judas Priest Kapsamında: Jamie Cullum Whitesnake santralistanbul Küçükçiftlik Parkı Normal: 78TL Sahne Önü: 158TL

22 TEMMUZ

PZR

16 TEMMUZ

CTS

Rock’n Coke Hazarfen Havaalanı Normal: 78TL Kombine+Kamp Öğrenci: 90TL Kombine+Kamp Normal: 90TL Kombine Öğrenci: 70TL Kombine Normal: 120TL

CUMA

Renée Fleming with Bifo Aya İrini Müzesi, Topkapı Sarayı 5. Kategori: 22.5TL 4. Kategori: 275TL 3. Kategori: 325TL 2. Kategori: 375TL 1. Kategori: 475TL 42

cs55version.indd 42

6/5/11 2:30 AM


WARHOL HAREKET HALINDE @GALERIST

SALT

Garanti’nin bünyesinde faaliyet gösteren ve her biri kendi alanında önemli başarılara imza atan kültür kurumları Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi, Osmanlı Bankası Müzesi ve Garanti Galeri, özerk bir kurum olarak yeniden yapılandırıldı. “İki bina - bir program” esasına göre hizmet verecek yeni kurumun adı SALT oldu. SALT görsel ve maddi kültürde kritik konuları değerlendiriyor, deneysel düşünceye ve araştırmaya yönelik yenilikçi programlar geliştiriyor. Öğrenmeye ve tartışmaya açık bir ortam sağlamayı amaçlayan SALT, ziyaretçilerini ilgi duymaya, eleştirmeye ve iletişim kurmaya teşvik ediyor. SALT’ın etkinlikleri, aralarında 15 dakikalık bir yürüyüş mesafesi olan iki tarihi binada ve saltonline.org üzerinden yürütülüyor. SALT Beyoğlu, sergi ve etkinlik mekanlarından oluşurken, SALT Galata ise bünyesindeki kamuya açık bilgi ve belge kaynaklarına, atölye, sergi, konferans alanlarına ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne ev sahipliği yapacak.

8 Haziran-12 Temmuz 20. yüzyılın önemli sanatçılarından pop artın yaramaz çocuğu Andy Warhol’un (1928-1987) film, video ve polaroidlerinden oluşan eserleri İstanbul’a geliyor. 8 Haziran-2 Temmuz arasında Galerist’in Galatasaray, Akaretler ve Tepebaşı olarak her 3 mekânında birden görülebilecek.

30 Nisan- 7 Ağustos

[sergiler]

Hüseyin Bahri Alptekin’in ‘Ben Bir Stüdyo Sanatçısı Değilim’ adlı geniş kapsamlı sergisi, SALT Beyoğlu’nun açılışında izlenebilecek. Sanatçının tüm arşivine ve kişisel kütüphanesine ev sahipliği yapan SALT, sergiyi Alptekin’in hayatı ve eserleri doğrultusunda yürüttüğü araştırmalardan yola çıkarak düzenliyor. Alptekin’in eserlerinin yanı sıra, hayatında rol oynayan Camila Rocha, Gülsün Karamustafa, Nedko Solakov, Gabriel Lester ve Can Altay’ın sergi için özel olarak ürettiği işler de SALT’ta görülebilecek. Sergi kapsamında, atölyeden konuşmaya, film gösterimlerinden konferansa pek çok yan etkinlik düzenlenecek. Hazırlaya n: Me l i s Ç ına rso y

SÜREKLI ÇEŞITLENMELER @AKBANK SANAT 1. İSTANBUL YAZ SERGİSİ @ ANTREPO 5 8 Haziran-11 Temmuz

18 Mayıs- 18 Haziran Küratörlüğünü Ali Akay’ın yaptığı Sürekli Çeşitlenmeler adlı sergi Ayşe Erkmen, Seza Paker ve Füsun Onur’un kişisel boyutunu benzer biçimde ortaya koyan, ortaklaşa bir bağlama dayalı, ama birbirine içkin olabilme gücüne sahip olmasına rağmen heterojen olan işlerini bir araya getiriyor.

Antrepo 5 Sanat Limanı’nda çağdaş sanatçıların seçilmiş işleri görülebilir.

43

cs55version.indd 43

6/5/11 2:30 AM


cs55version.indd 44

6/5/11 2:30 AM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.