AĞUSTOS/EYLÜL 2011 3. Sayı Avrupa’da Bir Hayalet Dolaşıyor! s04 Stephane Hessel’in ‘Öfkelenin’ Kitabı Üzerine s08 Bazılarına Göre Fazla Müstehcen s10 Kadınlık Üzerine Düşünen Bir Proje:Kesik/Cut s12 Kameranın Gözünü Alamadığı Adam s15 Falafel’in Gücü Adına! s18 168 Yıllık Krallığın Çöküşü s20 Gay Pride ve Politik Bir Mesele Olarak Homofobi s22 Ben Müstakbel Bir Gazeteciyim s30
1
AVRUPA’DA BIR HAYALET DOLAŞIYOR! 04
emek karakılıç
STEPHANE HESSEL’IN ‘ÖFKELENIN’ KITABI ÜZERINE 08
KADINLIK ÜZERINE DÜŞÜNEN BIR PROJE: KESIK/CUT
BAZILARINA GÖRE FAZLA MÜSTEHCEN
12
10
emre temiz zeynep sarsılmaz
ibrahim vahab
özgü öztuna
15
KAMERANIN GÖZÜNÜ ALAMADIĞI ADAM
FALAFEL’IN GÜCÜ ADINA! 18
zeynep sarsılmaz
168 YILLIK KRALLIĞIN ÇÖKÜŞÜ
20
zeynep sarsılmaz
emre temiz
NE DINLEYELIM 26
emre temiz
GAY PRIDE VE POLITIK BIR MESELE OLARAK HOMOFOBI 22
cansu gürkan
28
AJANDA: KÜLTÜR/ SANAT
BEN MÜSTAKBEL BIR GAZETECIYIM 30
zeynep sarsılmaz
Eylül’e Doğru Yaz mevsimi gecikmeli olarak da olsa aramıza teşrif ettiğinde üniversite dergisi olarak almamız gereken bir karar vardı. Dergiyi çıkartmaya devam mı edecektik, yoksa tatil arası mı verecektik? Mesafeler ve sıcak günlerin bize engel olmasına izin vermeden „elbette devam edeceğiz“ diyerek üçüncü sayımızla karşınızdayız işte. Devam kararımızın ardında amatör ruhumuz, sürekliliği sağlama, gündemi kaçırmama gibi etkenlerin dışında öfkelendiğimiz ve dile getirmemiz gerektiğine inandığımız meseleler vardı. Zaten dergimizin adı da bizlere dayatılmaya çalışılanlara karşı bir öfkelenip bir sakinleşme sarmalı sonucu doğdu. Dayatmacı zihniyete ilk tepkiler bu yılın başında Ortadoğu’dan yükseldi. Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Umman, Katar, Libya derken Suriye de isyanlarla boğuşmaya başladı. Kuzey Afrika iyice karıştıktan sonra öfke nöbeti karşı kıyıya sıçradı. İlk olarak Yunanistan’daki ekonomik kısıntılar sonrası yaşanan halk isyanları milletvekillerini meclise sokmama eylemleriyle devam etti. Benzer ekonomik kriz ve işsizliğin artması İberya yarım adasının ağabeyi İspanya’da sokağa döktü insanları. Tarihe geri dönüp bakınca en isyancı ve devrimci halklardan biri olduğu iddia edilebilecek Fransızlar da geri kalmadı ve Avrupa’daki isyan meşalesinin bayraktarlığını devam ettirme kararı aldı. „Aman bizimkiler de dolduruşa gelmesin“ refleksiyle olacak ki bir çok yayın kuruluşunda göremediğimiz Avrupa isyanlarını sayımızın en kapsamlı dosyası olarak beğenilerinize sunuyoruz. Bu kadar isyanın ardında yatan sebebin ekonomik olduğu kadar psikolojik nedenleri de etken tabi. Belki de Tunus’taki eylemlerin psikolojik tetiğini çeken üniversite gencinin de elinden geçen 94 yaşındaki nobel adayı Stephene Hessel’in „öfkelenin„ kitabını inceledik bir de bu sayıda. Siz bu sayının bu kadar isyanla kalacağını sananlar beri gelin. İsyanımız büyük. Potansiyel gazeteciler olarak kutsallığına inandığımız bu mesleğin Türkiye’deki boynu bükük durumunun yanında Pakistan’da, Irak’ta, Yemen’de yaşanan gazeteci öldürme yarışına karşı da biz açtık isyan bayrağımızı. Yazdıklarımız kimilerinin hoşuna gitmese de mesleğe saygı gösterilmesi gerekliliğinin isyanını dile getirdik. Meslek etiğini çiğneyen İngiliz News oft he World gazetesinin adım adım çöküş hikayesini de sayfalarımızda yer verdik. Hollywood’un bağımsız ruhu Colin Firth portresi ve üniversite bitirme tezi olarak Cemre Yeşil tarafından ele alınan Afrika’da kadın sünneti üzerine yaptığımız söyleşi üçüncü sayımızın sizleri gündemden biraz olsun uzaklaştırıp nefes aldıracak parçalarımız. Bu sıcak günlerde „öfkeli“ son sayımızı okurken başınızdan aşağı bir kap soğuk su döküp yanında da bol bol soğuk su içmenizi öneririz. Eksiyirmidört’ün ilk iki sayısında sayfa tasarımını gerçekleştiren ve derginin mizanpajını uygulayan Burak Nehbit arkadaşımız yurt dışında okumak için aramızdan ayrılıyor. Burak’a bugüne kadarki çalışmaları için teşekkür eder, bundan sonraki eğitim hayatında başarılar dileriz.
KÜNYE Sahibi: İstanbul Bilgi Üniversitesi Adına İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil Nalçaoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Esra Arsan Editör: Işıl Eğrikavuk Görsel Tasarım: Burak Nehbit, Onat Polat Yazı İşleri: Volkan Ağır, Emre Temiz, Ayşegül Aydın, Ümit Aslan, Melis Çınarsoy, Emek Karakılıç, Özgü Öztuna, Zeynep Sarsılmaz, Harun Şahnacı, İbrahim Vahab, Burcu Vardar, Cansu Gürkan Görsel Tasarım Asistanları: Gizem Balkan, Burak Kaan Kızılkan, Begüm Nazlı Fotoğraf: Burak Kaan Kızılkan Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul, Ağustos 2011 İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölümünün iki aylık süreli yayınıdır. İrtibat: Istanbul Bilgi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Santral Kampus, Kazım Karabekir cad. No: 1 34060 Eyüp, Istanbul. Telefon: 0212 311 77 19 Baskı: SM Matbaa. Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sok. No:10 A/Blok Bodrum Kat Yenibosna-Bahçelievler/ İstanbul
avrupa’ da bir hayalet dolaşı yor!
Bugünün Avrupa’sına baktığımızda, büyük grevler, kitlesel protesto gösterileri ve sokağa yansıyan öfke bize Avrupa üzerinde yine bir çeşit hayaletin turladığını hatırlatıyor. Şu sıralarda dolaşan hayaletin adı isyan mıdır, öfke midir, komünizm midir, demokrasi midir ya da egemen ideolojinin modifiye, yeni bir versiyonu mudur, bunu kestirmek –şimdilikzor gibi. Ama hayaletin ne menem bir şey olduğunun cevabını, Avrupa’nın şu sıralar en hareketli yerleri olan İspanya, Yunanistan ve Fransa özelinden arayalım dedik
1
848’in Avrupa’sında yayınlanan Komünist Manifesto, dönemin tarihsel özelliklerini de içererek, bu sözcüklerle başlıyordu. 19.yy Avrupa’sının siyasal atmosferi devrimler ve karşı devrimlerle şekillenirken, üretim ilişkilerinin değişmesi ve bununle iç içe ilerleyen modernizm süreci de, dünyanın yeni siyasal paradigmasının temellerini belirliyordu. 19.yy Avrupa’sından bugüne değin, Eric Hobsbawm’ın deyimiyle, kısa bir yüzyıl geçti. Hobsbawm’ın 1914-1991 arası olarak tanımladığı Kısa 20. Yüzyıl, yaşanan büyük savaşlar, ekonomik krizler ve toplumsal hareketlerle birlikte, önemli tarihsel kırılmaları da beraberinde getirdi. I. Dünya Savaşı, Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve ’68 hareketleri bu bağlamda 20. yy’ın temel kırılma noktaları olarak sıralanabilir. Yaşanan bu tarihsel kırılmaların ardından ise nihayetinde, bir çok krize de içkin bir biçimde kurulan yeni bir dünya düzeninden* bahsediliyordu.
Emek Karakılıç
4
Soğuk savaş sonrası dünyanın siyasal paradigmasının temelinde neoliberal politikalar yer alıyordu. Kısa 20.yy’ın ardından kurulan, fakat iç çelişkilerinden ötürü de her daim yeniden ve yeniden kurulması gereken meta-ideolojinin egemenlik biçimi, kendisini
nasıl 19.yy sonunda kapitalist modernitenin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde ulus-devlet paradigmasında somutlamışsa; soğuk savaşın sona ermesiyle beraber kurulan yeni dünya düzenininde, (ekonomik alanda terk edilen Keynesyen ekonominin ve küreselleşmenin de etkisiyle) kendini neoliberal politikalar ve daha liberal ve “özgürlükçü”** bir devlette (fakat yine ulus-devlet paradigması içerisinde*** ) somutluyordu.
şeyi yapabilen yaramaz canavarı- olarak günümüze kadar varlığını muhafaza etti. Finans sektörüyle, neoliberal politikalarıyla, bunların bekçisi devlet kurumları ve aygıtlarıyla ve bizahati devletin kendisiyle egemen ideoloji, her ne kadar başarılı olmuştur desek de yaşanan ‘80 sonrası dönem, toplumsal muhalefet açısından da çetin bir süreci içeriyor. Bunlardan en öne çıkanı, Dünya Ticaret Örgütü’nün Milenyum Zirvesi’ne karşı organize edilen, neoliberal
Bu noktada “krizin bu kadar derin yaşandığı” cümlesini açmakta yarar var. Derinlik dediğimiz mefhum pek tabii fena halde ezilenler nezdinde oldu diyebiliriz. Yani fatura sermayedarlardan çok yine ve her zaman olduğu gibi halka çıktı. Dolayısıyla yine dört bir tarafı bir öfke dalgası sardı. Bu sefer farklı olan bir şeyler var mı? Bunu hep beraber göreceğiz. Fakat, yeni toplumsal muhalefet dalgasına dair gözlemleyebildiğimiz çok net bir durum var.
Kapitalist modernitenin ulus devlet mekanizmalarıyla, yerelden kopuk bir biçimde örgütlediği 1980 sonrası egemenlik anlayışı, yerelle olduğu kadar kürselleşmeyle arasındaki gerilimi de içererek (ve diğer iç çelişkileriyle birlikte) neoliberal politikalar çerçevesinde gittikçe vahşileşti. Neoliberal politikalara ilk kitlesel ve büyük tepkiler 80’li yıllarda, Thatcher dönemini İngiltere’sinde ve dünyanın daha başka bir çok ileri kapitalist ülkesinde başladı. 1980 sonrası dünya geneline hakim siyasal konjonktürü, egemen sınıfın temel insan haklarına yönelik topyekün bir ticarileştirme dönemi olarak da özetleyebiliriz. 2011’den geçmişe bakmanın avantajıyla şunu da söyleyebiliriz ki, en temel hakları ticarileştirmeye “çabalayanlar”, çabalarında büyük ölçüde başarılı da olmuşlardır.
politikalara ve küreselleşmeye karşı Seattle’da ve dünyanın daha bir çok yerinde örgütlenen eylemliliklerdir. Yine vahşi kapitalizmin yıkıp geçtiği doğa karşısında ekolojik hareketler de bu dönemde öne çıkmaya başlamıştır. Fakat bunlardan hiçbiri genel olarak sistem açısından ciddi bir tehdit oluştur(a)mamış, ‘80 sonrası toplumsal hareketler, -ulusal ölçekli istisnalar dışında- egemen ideolojiye ciddi ve büyük bir geriletme yaşat(a)mamıştır. Biz yine finans sektörüne ve bugünlere geri dönelim. Bahsettiğimiz toplumsal düzen -ya da düzensizlik ****- içerisinde kapitalizmin yaramaz canavarı finans sektörü, 2009’a kadar şişti şişti ve şişti.. 2009’da ise Amerika’da mortgage kriziyle birlikte patladı. Kriz o kadar ciddi bir boyutta zincirleme reaksiyon olarak çıktı ki, tüm dünyayı sarstı. Krizin sebepleri ve analizi çok daha ayrıntılı bir yazının konusu. Fakat, krize dair çoğu iktisatçının ortaklaştığı belki de tek görüş bu krizin ‘29 Büyük Buhranı sonrası yaşanan en büyük ekonomik kriz olduğu yönünde. En basit haliyle devletlerin neoliberal paradigma çerçevesinde finans sektörüne ve bir bütün olarak ekonomiye karışmamasının sonucu olarak, krizin bu kadar derin yaşandığını söylersek de pek yanılmayız.
O da, bu sefer insanların, dünyanın dört bir yanında tüm bu neoliberalizm çılgınlığına, doğa tahribatına ve insanca yaşayamama durumuna karşı kendilerini öfkeliler/ memnuniyetsizler/bıkkınlar gibi isimlerle özörgütlerini oluşturarak örgütlüyor olmaları. Tabandan gelen bir isyan ve öfke dalgasının olduğu ve hareketin kendisinin bunun örgütleyicisi olduğu özellikle Yunanistan özelinde çok daha belirgin ve anlamlı. Değinilmesi gerekilen bir diğer önemli nokta ise, tüm bu sürecin bu sefer çok fena halde toplumsal/tarihsel bir tabana da dayanıyor olduğu.
Bu “başarının” bir diğer ayağını, ‘80 sonrası serbest piyasa koşullarına ek olarak finans sektörü içeriyordu. Bu minvalde, ‘80 sonrasının ekonomi politikaları önemli ölçekte finans sektörü üzerinden şekillendi. Teknolojinin de gelişmesiyle birlikte iyice önem kazanan finans sektörü, günümüze değin bir çok resesyon ve ulusal ölçekte bunalımlar yaşasa da, kapitalist sistemin en önemli aktörlerinden biri -neredeyse her
Avrupa’da yaşanan bu öfke dalgasına ek olarak yaşanan bir diğer süreçse, sistem açısından yeni bir kırılma ya da yenilenme olsun ya da olmasın, yaşanan Arap Baharı süreci. Bu Avrupa dışında yaşanan devrimler ve toplumsal değişim, Avrupa’daki öfkeli/ memnuniyetsiz/bıkkın topluluklara, Avrupa’nın Avrupa Merkezci düşünce geleneğine rağmen bir açıdan da ilham oluyor desek, sanırım çok da abartmış sayılmayız. Bu bağlam içerisinde, bugünün Avrupa’sına baktığımızda, büyük grevler, kitlesel protesto gösterileri ve sokağa yansıyan öfke, bize yine Avrupa üzerinde bir çeşit hayaletin
5
turladığını hatırlatıyor. Bu hayaletin ne menem bir şey olduğunun cevabını, Avrupa’nın şu sıralar en hareketli yerleri olan İspanya, Yunanistan ve Fransa özelinden arayalım dedik. Avrupa’nın öfkeli, memnuniyetsiz ve bıkkın üç ülkesine yakından göz atalım.
İSPANYA
Avrupa’da küresel finansal krizden en çok etkilenen ülkelerin başında İspanya geliyor. İşsizlik, krizin en önemli sonucu olarak kendisini gösterirken, hükümetteki Sosyalist Parti, aldığı ekonomik tedbirlerden ötürü protestoların ilk hedefi, fakat tek adres de değil. Hükümete getirilen eleştirilerin temel eksenini şu an hükümette olan Sosyalist Parti’nin, kapitalist sistemin herhangi bir kurumundan farklı davranmaması oluşturuyor. Zapatero hükümetinin yaptıklarına kısa örnekler vermek gerekirse; kriz sonrası kamu harcamalarındaki kısıntı, hükümet açısından radikal bir ekonomik karar gibi duruyor. Yine ekonomi politikaları bağlamında, kamu çalışanlarının ücretlerindeki %5’lik kısıntı dikkat çekici bir başka unsur. Eğitim ve sağlık sistemlerindeki bozulmalara ek olarak, politikacıların karıştığı skandallar da hükümete karşı eleştirileri ve duyulan öfkeyi perçinliyor. İspanya’daki en temel problem isşizlik. Ülkede işsizlik son dört yıl içerisinde iki katından fazla artarken, ülke genelinde işsizlik oranı % 21’e ulaşmış. Aynı oran genç iş gücünde yüzde % 40’ları geçiyor. Bu atmosfer içerisinde yerel seçimlere giden Zapatero hükümeti, yerel seçim sürecinde de protestoların önüne geçemedi. Yerel seçim günü geldiğinde, sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen işsizliğin ve dolayısıyla da protestoların ana kitlesini oluşturan öğrenciler ve gençler, meydanları ve üniversiteleri işgale devam ettiler. Yerel seçimlerin ardından, yaşanan siyasal atmosfer içerisinde, çok ciddi bir oy kaybına uğrayan Sosyalist Parti, Lutte Ouvrière’ın açıklamasına göre, “hükümetteyken yürüttüğü işçi aleyhtarı politikasının 6
bedelini ödüyor.”***** Yine Hélène Grillet’e göre, İspanya’da kendilerini memnuniyetsizler olarak adlandıran 15-M hareketi (15 Mayıs hareketi), İspanya’ya mevcut düzen içerisindeki sağ ve sol partilerden bağımsız yeni bir politik ses getirdi. Protestoların ana damarı olan gençler, mevcut siyasal partileri reddettiklerini meydanlardan işgallerle bildirdiler. Çok geniş bir kitlesellik gösteren gençlerin sloganlarını: “Öfkelen” “İş yok, ev yok, emeklilik yok, korku yok” ve “Gerçek demokrasi, hemen şimdi!”, gibi cümleler oluşturuyordu. Gençlerin, memnuniyetsizlerin ve öfkelilerin İspanya’da ne tür değişiklikleri başarabileceklerini kestirmek güç. Fakat şu an emin olduğumuz tek şey, gençlerin meydanlarda kurdukları meclislerle, forumlarla ve işgal alanlarıyla, Avrupa’da yeni ve başka bir toplumsal muhalefetin fitilini İspanya’da ateşlemeye devam ediyor oldukları.
YUNANISTAN
Atina’da, 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos’un polis tarafından katledilmesinden bu yana, olayların memleketi durumundaki Yunanistan’da sular uzun süredir durulmuyor. Neoliberal politikalardan yılmış kitlelerin öfkesinine ek olarak ekonomik krizin de halkı derinden etkilemesi, ekonomik ve politik sıkıntılarla feci halde sıkışmış durumda olan hükümet açısından kâbusun ifadesi. Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik kapsamında ulusal parasını da kullanımdan kaldıran Yunanistan, şu sıralar küresel kapitalist sistemin Avrupa’da en çok zarar gören ülkesi durumunda. Yunanistan’da ekonomi o kadar berbat bir halde ve sistem o kadar aciz bir durumda ki, hükümet uygulayacağı ekonomik önlemler konusunda tam bir kararsızlık ve bilememezlik hali içinde. Bir ara Yunan adalarının dahi satılığa çıkarılması gündemdeyken, -dışişleri bakanı bunu reddetse de- Yunanistan, AB’den sürekli istenen ekonomik yardım talepleriyle, tüm AB açısından da ciddi bir gerilimin örgütleyicisi durumunda. Zaten finansal krizin ve yerel hareketlerin, yukarıdan ve
aşağıdan sıkıştırdığı AB ülkeleri, Yunanistan özelinde derinleşen krizle daha da zor durumda. Girişimciler açısından baktığımızda durum daha da vahim halde. Vahâmetin en çarpıcı örneklerinden biri, ekonomiyi canlandırmak adına ülkenin popüler mankenlerine porno film teklifleri sunulduğu yönündeki haberler. Yasalardaki bir “açıktan” yararlanılarak bu filmler gazete ve dergi bayilerinde piyasaya sürülüyor. Son kitlesel gösteriler ve grevlerin ardından ise, ülkede bazı insanların para kullanmak yerine eşya takası yaptığı da gazete haberlerine düşen son gelişmeler arasında. En son 15 Haziran’daki genel grev yine tüm Yunanistan’da hayatı kilitledi. Protestoların başından beri kilit rol oynayan öfkeliler hareketi, Yunanistan direnişinin temel dinamosu. Neoliberal politikalara karşı krizin faturasını ödemek istemeyen kimi bağımsız, kimi de öfkeliler hareketi içerisindeki anarşistler ise, sloganlarında uzun zamandır aynı şeyi vurguluyor: “Sizin kriziniz biziz.” İşçi hareketlerinin ve sendikaların da yaşanan son süreçte öfkeliler hareketiyle yakınlaşması ve bir ölçekte sağlanan koordineli hareket etme durumu, Papandreu hükümeti açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ülkenin dört bir tarafındaki meydanlar birer kampa dönüşmüş. Gösterilerde kullanılan birçok materyal bu kamplardaki kolektif yaşamdan sağlanıyor. Gösteriler sırasında polisin şiddetli müdahalesi sonucu atılan gaz bombalarından kamplarda ufak sergicikler bile yapılmış. 15 Haziran’da meclisin kitlelerce kuşatılması ve polis şiddetine rağmen dağılmaması, hükümete geri adım attırdı ve bazı ekonomi politikalarının geri çekileceği hükümet tarafından duyuruldu. Yunanistan toplumsal muhalefeti açısından bu gelişmeler her ne kadar bir kazanım olarak görülse de, kimsenin bununla yetinmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Gelecekte Yunanistan’ın yaşayacağı süreç, dünyadaki birçok dengeyi yerinden oynatabilecek düzeyde önemli görünüyor. Fakat bunun nereye gideceğini elbette
hareketin kendisi belirleyecek.
FRANSA
Yazının başında bahsettiğimiz modernizm ve ulus-devlet gibi kavramların, devrimlerin ve karşı-devrimlerin tarihselliğinin memleketi, şu sıralar diğer iki ülke kadar zor durumda olmasa da epey zor durumda. Zor durumun tarihsel kökenine hızlıca değinmekte fayda var. Bundan 6 yıl önce, Fransa banliyölerinde kitlesel protesto gösterileri patlak vermişti ve bu protesto gösterilerinde binlerce arabanın yanı sıra devlet kurumları da ateşe verilmişti. Şehirleri ateşe verenler, şehrin ötekileriydi; “siyah tenlilerdi.” Banliyölerde yaşayan, ve dekolonizasyon sürecinden sonra Fransa’da hep ikinci sınıf olarak görülmüş sistemin ötekileri, Fransa’nın ulus-devlet anlayışı içerisinde hep ezilen sınıfı oluşturdu, hep dışarıya itildi. Şehrin de dışına.. Banliyölere. 2005’te bu itilmişlik ve ötekilik hali kendini sokakta ve öfkede somutlaştırdı. Fransa’da bir gecede binlerce araba yandı. Yanan devlet kurumlarından daha önce bahsetmiştik. Fakat, banliyölerdeki gençlerin araba yakmaktaki tercihlerinin nedeni neydi? Ragıp Duran Bianet’te yayımlanan bir yazısında şöyle diyordu: “Roland Barthes’ın ‘Mythologies’ ve Georges Perec’in ‘Şeyler’ başlıklı kitapları, bu soruya yanıt arar. Otomobil, Fransızların, bilhassa küçük ve orta burjuva Fransız erkeklerin hayatındaki belki de en önemli varlıktır. Gerekirse borç, taksit on yıl eşek gibi çalışıp bir araba sahibi olmak, sonra da bu arabaya kimi zaman çocuğundan daha fazla ihtimam göstermek, tipik bir Fransız burjuva tutumudur. Bu ülkede 5 tane haftalık otomobil dergisi yayınlanır, radyo ve televizyondaki 10 reklamdan en az 4’ü araba reklamıdır.”****** Başka bir deyişle, 2005’te Fransız sokaklarında yananın Fransız burjuva-ulus devlet anlayışının kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Yazının en başında ulusdevlet paradigmasının yukarıdan küreselleşmeyle, tabandan ise yerel hareketlerle sıkıştığını belirtmiştik. Dekolonizasyondan
bugüne değin siyasal tarihinde bu gerilimleri biriktiren Fransa, bugün de tarihsel geleneğine zıt davranmıyor. Göçmen haklarının gasp edilmesi, on binlerce göçmenin sınırdışı edilmesi; polis şiddetinin Afrikalılar üzerinde yoğunlaşması ve gündelik hayattaki tüm ayrımcılıkların “esmer tenli” insanlar özelinde yaşanması aslında bilinçli devlet politikalarına da işaret ediyor. Bu politikaların hükümet açısından “meşru” temeli ise ekonomik zorunluluklar olarak anlatılıyor. Kriz sonrası süreçte, ekonomik önlemler kapsamında hükümetin gündeme getirdiği en önemli mevzu ise emeklilik yaşının uzatılmasıydı. 70 milyon Avroluk bir tasarruf elde edilmesi planlanan bu reform, krizden çıkma bağlamında hükümet açısından kilit öneme sahipti. Bu yasaya karşı genel greve giden Fransa, müthiş bir toplumsal tepki gösterdi. Yasa meclisten geçse de, Fransa’nın isyan geleneğine önemli bir not daha düşüldü. Bugün açısından baktığımızda, krizin etkisi göçmen politikaları, banliyöler ve neoliberal politikalarla beraber daha da derinleşebilir. Yaşadığımız ekonomik ve toplumsal koşullar içerisinde küçük bir ihtimal dahilinde olabilir ama kim bilir, belki de Fransa’dan yükselecek yeni bir isyan her şeyi halleder.(EK/EA/SON)
Prof. Dr. Ahmet Tonak: “Yunanistan’ın Problemi Yunanlılık mıdır?” * Burada ifade edilmek istenen, Immanuel Tabii ki değildir. Ama, hatırı sayılır Wallerstein’ıin kuramsal çerçevesini çizdiği World miktarda Avrupalı aksini düşünmekte. Yunanlıların yan gelip yattığı, Systems Analysis/Theory’dir. ayaklarını yorganına göre uzatmayı bir türlü öğrenemediği yaygın klişe. **Burada bahsi geçen “özgürlük” kavramı, emeğin O zaman, artık bu Yunanistan’a sermayeyle toplumsallaşabilmesinin özgürlüğü, bir bir ders vermenin zamanı gelmiştir! AB’nin profesyonel siyasileri başka deyişle, sermayenin özgürlüğüdür. de, Merkez Bankası memurları da aynı fikirde. IMF de zaten yeterince deneyimli 3. Dünya ülkelerinde***AB gibi birlikteliklere rağmen. ki maceralarından, ne yapılması gerektiğini dayatır Yunanistan’a. AB ****Yazının başından beri bahsi geçen “düzen” de kurtulur, Avro da. Evdeki hesap buydu. Çarşı’ya uymadı. Halk isyan kelimesinin aslında düzensizliğe dair referansları etti, ediyor. içerdiğini belirtelim. *****İspanya: Emekçilerin reddi Hélène Grillet, Fransızca orjinalinden sendika.org için çeviren Ezel Ünal, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=37814 ******Ragıp Duran – Jakoben Cumhuriyetçiliğin İflası http://bianet.org/bianet/ bianet/70156-jakoben-cumhuriyetciligin-iflasi
Medyada sorgulanmayan, dillere pelesenk görüş şu: Eğer Yunanistan’daki kriz kontrol edilemezse, yayılır ve önce Avro’nun sonra da AB’nin sonu gelir. Üstü kapalı varsayım Yunanlılığın Yunanistan krizinin nedeni olarak görülmesi. Sanki, 2008 itibariyle dünya ekonomisinin uzun dönem yapısal çelişkileri su yüzüne vurarak ne kadar süreceği belli olmayan 21. yüzyılın ilk depresyonun içinde değiliz. Yunanistan’ın kredi ihtiyacı ve borçlarını ödeyememe şeklinde tezahür eden krizin bağlamının dünya ekonomisinin depresif ortamı kasden gözden ardı ediliyor. Kaldı ki, AB’nin ve Avro’nun varoluşsal biçimde ilişkili olduğu da su götürür. AB uzun yıllar ortak herhangi bir paraya sahip olmadan varolduğu gibi, şu andaki 27 AB üyesi ülkeden 10’u zaten Avro’yu benimsememiş vaziyette. O zaman, bu Avro, dolayısıyla AB batıyor abartısının kaynağı nedir? Bu sorunun kısa cevabı 70’lerin ortalarından beri uygulanagelen neo-liberal politikalar ve kurumlardır. Bu politikaların ne menem şeyler olduğu artık harc-ı alem bilgiler. Fakat, Yunanistan özelinde de yaşandığı veçhile merkez bankalarının tutuculuğuna, otonomi kisvesi ile halk düşmanı tercihlerine özellikle değinmek gerekiyor. Avro’yu kurtaralım diyenlerin yaslandığı zihniyet, merkez bankalarının son 30 yıldır finansallaşan dünya ekonomisinin bir icabı olarak tek hedef haline getirdiği enflasyon kontrolü fetişidir. İstihdam neo-liberal merkez bankalarının umurunda değildir. Dolayısıyla, Yunanistan’a dayatılan IMF destekli “çözüm” paketinin de Avro’nun stabilitesine odaklanmış olmasına, istihdam üzerindeki olumsuz etkileri umursamamasına şaşırmamak lazım. Şu bulaşma (contagion) meselesine gelince. İktisatta tıbbi terimleri kullanma hastalığı sonunda bulaşıcı hastalıkların yayılması anlamında kullanılan bulaşma terimini de benimsenmesine yol açtı. Gerçekte yaşanan bulaşma filan olmadığı gibi, krizin asli nedenlerinin de göz ardı edilmesine hizmet eden bir terim bu. Yunanistan’ın sonunda Arjantin misali borçlarını ödeyemeyerek iflas bayrağını çekeceği ve de arkadan İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın benzer sorunlarla karşılaşacağı kesin gibi. Peki, bu “bulaşma” havada serseri mayın gibi dolaşan virüslerin Yunanistan’da yapacağını yaptıktan sonra o yakınlardaki Portekiz’e, oradan da İspanya’ya geçmeleri, o ülkelerin de zamanında aşılanmamaları yüzünden mi olmaktadır? Etkileyici ama yanlış bir resim.
7
stephane hessel’in ‘öfkele nin’ kitabı üzerine
93. yaşının baharını süren Fransız diplomat, arabulucu, danışman, eğitimci, filozof ve sosyalist Stephane Hessel, II. Dünya Savaşı sırasında Fransız direniş hareketine katılmış, nazizme karşı mücadele etmiş, işkenceye uğramış, toplama kamplarında asılmanın eşiğinden dönmüş ve Birleşmiş Milletler bünyesinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yazım çalışmalarına katılmış bir isim. “Şiddet başarısızlıktır” diyen Hessel’i ve 2011 Nobel barış ödülüne aday kitabını Ömer Madra’yla konuştuk
U
Özgü Öztuna
8
zun yaşamına sığdırdığı yoğun aktivizm onun insan hakları tarihinde önemli bir yer edinmesine yol açıyor. Kuşkusuz, son kitabı “Öfkelenin” le 2011 Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesin arkasında da, aslında insan haklarına adanmış bir kişiliğin izleri yatıyor. Kitabında, Amnesty International (Uluslarası Af Örgütü), FIDH (Uluslarası İnsan Hakları Komisyonu) gibi toplumsal hareketlerin ve örgütlerin etkin olmalarını destekleyen Hessel, insanları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki değerlere sahip çıkmaya çağırıyor ve tüm dünyada yükselen neoliberal değerlere karşı “öfkelenin” diyor. Kayıtsızlığı bir insanın hayatı boyunca yapabileceği en kötü tavır olarak tanımlayan Hessel, duyarsızlığa alternatif olarak pasif direnişi öneriyor. Ya da, diğer bir deyişle, şiddetsiz bir direnişe davet ediyor bizleri. “Direnişin nedeni öfkedir” derken, öfkenin şiddete yönelmemesi için umudu ön plana çıkartmak gerektiğine inanıyor. “Şiddete başvurmama, izlemek zorunda olduğumuz yoldur”, diyor ve ekliyor: “Hangi şekliyle olursa olsun, şiddetin bir başarısızlık olduğunu kabul ediyorum.”
Kanada’dan Alberta eyaletinden Teksas’a kadar çekilecek devasa bir petrol boru hattı söz konusu. Bu petrol hattına karşı yapılacak sivil itaatsizliği bu kadar önemli kılansa, petrol hattının yapılması durumunda küresel ısınmanın önüne geçmenin neredeyse imkansız hale geleceği gerçeği. Bunu önlemek için ABD ve Kanada’nın önde gelen yazarları, şairleri, film yapımcıları, vakıf kurucuları haftalarca sürecek bir sivil itaatsizlik eylemi hazırlamaktalar. Kızılderili kabilelerinin reisleri, Yale Üniversitesi’nin eski dekanları da bulunmakta eylemin içinde. Eylemi önemli kılansa, Hessel’in şiddetsizlik vurgusuna aynı derecede vurgu yapmaları.
Stephane Hessel’e göre, günümüzde insan hakları konusunda kazanılmış değerleri tehdit eden iki temel şey var. Birincisi, çok yoksul ve çok zengin arasında gittikçe derinleşen uçurum. Sosyalist, insan hakları savunucusu kimliğiyle Hessel dünyaya çağrıda bulunuyor ve bu para temelli diktatörlüğe boyun eğilmemesi gerektiğini söylüyor. Ona göre ikinnci temel tehdit ise, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ardındaki değerlerin yayılmasındaki gecikmeler ve bunu yaymada ülkelerin ikiyüzlü ve isteksiz tavırları. Kitabında şöyle sesleniyor: “Çevrenize bakın, öfkenizi haklı çıkaracak konular bulursunuz. Göçmenlere, kaçak işçilere, Çingenelere yapılan muameleler gibi. Arayın bulursunuz.” Açık Radyo’nun kurucusu, siyaset bilimci, yazar, gazeteci, radyo programcısı Ömer Madra, Hessel’in öfkelenin çağrısını “Tam bir mücadele çağrısı” olarak tanımlarken, kitabı da son hızla coğrafyadan coğrafyaya yayılan bir insan hakları broşürü olarak betimliyor. Stephane Hessel ismi sizin için nasıl bir anlam barındırıyor? Ö. Madra: Böyle bir çalışmanın, 93 yaşında biri tarafından yapılıyor olması, onu daha da anlamlı kılıyor bence. O aslında yaşına rağmen son derece genç birisi. Ömür boyu bir mücadele bayrağı taşımış gibi bir adam zaten. Kitabın birçok dile çevirilmesine nasıl bakıyorsunuz? Ö. Madra: Kitabın Türkçe’ye ve başka dil-
lere çevrilmesinde içerik olarak kayıplar olmuş gibi. Mesela kitabın adı tam olarak “Öfkelenin” değil aslında. Fransızcası, bilebildiğim kadarıyla “başınızı kaldırın”, “dik tutun” anlamına geliyor daha çok. Haysiyet, onurlu bir başkaldırış çağrısını içeriyor ve bunu da kendisinin geçmişine doğrudan bağlamak çok mümkün. Kitabın bu derece çok okunmasının ve gündeme oturmasının çıkış zamanıyla bir paralleliği var mı sizce? Ö. Madra: 21. yüzyılın ikinci 10 yılı devrimci bir ayaklanmanın yeniden başladığı yıllar olacak. Arap Baharı dediğimiz, önce Tunus’la başlayan ve sonra diğer ülkelerle birlikte Bahreyn’e, Ortadoğu ülkelerine, Kuzey Afrika ülkelerine sıçrayan geniş bir dalga hareketi var. Bu sonradan Avrupa’ya da döndü. Elbette Hessel’in kitabının tam bu sırada yayınlanması, okunma oranını arttırmıştır. Kitapta en önemli noktalar hangileri? Ö. Madra: Dünyada zengin ve yoksul arasındaki büyük uçurumun artık bu şekilde devam edemeyeceğini net olarak görüyoruz. Stephane Hessel bize bunu söylüyor birinci mesele olarak. Şirketlerin atıklarının yarattığı iklim değişikliğinin getirdiği küresel ısınmaya da dikkat çekiyor aynı zamanda; ikinci mesele de bu. Bunun için de herkesi pasif direnişe çağırıyor. Aynı zamanda sivil itaatsizlik çağrısında da bulunuyor. Mesela Amerika’da, Ağustos ayında, en büyük sivil itaatsizlik eylemi gerçekleşecek. Biz Açık Radyo olarak takip etmeye çalışıyoruz.
Türkiye’de de Hessel’in çağrıları yanıt bulur ve bir pasif direniş, sivil itaatsizlik hareketi başlar mı sizce? Ö: Madra: Bu işler belli olmuyor. En beklenmedik yer Tunus’tu. Sakin, tatil beldesi, etrafa fazla gürültü patırtı göstermeyen bir diktatörlükte, iş bulamayan üniversite mezunu bir gencin kendini yakması, Arap Baharı’nın başlangıcı oldu. O yüzden Türkiye’de görünmüyor ama belli olmuyor bu işler. Büyük Anadolu yürüyüşü mesela... Bence maalesef yeterince destek vermesi gereken kesimler tarafında destek almadığı için, çevreciler kendi içinde bölünmelere uğradığı için sönük kaldı. Ama o da belki canlanabilir. Hiç belli olmaz. Sonuçta sosyolojinin, sosyal bilimlerin kanunları, kesin hükümleri olamaz. Bu yüzden neyin nasıl dönüşeceğini şimdiden hiç kimse bilemez. Ama böyle bir dalga var. İzlanda’dan İspanyollar etkileniyor. Mesela Hessel’in kitabı Fransızca olduğu için Tunus’u etkilemiş olabilir. Bilemeyiz bunu tabii. Tunus’tan Mısır’a, Mısır’dan ABD’ye, oradan İspanya’ya, Yunanistan’a yayılan bir hareket var. Hessel’in kitabı da eminim dolaşmıştır oralarda da. Stephane Hessel, 2011 Nobel Barış Ödülü’ne aday, kazanma olasılığı nedir size göre? Ö. Madra : Bilmiyorum. Tabii, özellikle son zamanlarda Nobel’in çok politikleştiği izlenimi var maalesef. Obama, Peres ve Henry Kissinger’a verilen ödüllerden sonra böyle bir şüphe oluştu. Bakalım, göreceğiz. Ama eğer Hessel seçilirse, Nobel, en azından politikleştiği yönündeki bu izlenimler yüzünden kaybetmeye başladığı prestijini tekrar kazanabilir.(ÖÖ/EA/SON)
9
bazıları na göre fazla müsteh cen
Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, mizah dergilerine getirdiği trajikomik yasaklardan sonra, Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk’un son kitabı olan Ölüm Pornosu’nun (Snuff) da toplatılması için dava açtı. İşte kitabın, 6 saat ifadesi alınmak üzere emniyette bekletilen çevirmeni Funda Uncu’nun ve edebiyat eleştirmeni Hülya Soyşekerci’nin yorumlarıyla sakıncalı kitap Ölüm Pornosu
T
am anlamıyla entelektüel olan bir kişi, okuduğu eserin edebi mi, yoksa pis bir pornografik yazılar topluluğu mu olduğunu kolaylıkla anlayabilir, hele ki benim gibi 1970 yılında Üsküdar Amerikan Lisesi’nin edebiyat bölümünden derece ile mezun olmuşsa...” “Bu kitapları okumanızı öneririm. Mide bulandırıcı.” “Eşcinsel pornografi, okumanızı öneririm. O zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Anal ilişkiler, sabunlar vs, vs.”
Emre Temiz Zeynep Sarsılmaz 10
Bu sözler Çocukları Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu (ÇMNKK) üyelerinden Prof. Nilüfer Voltan Acar’ın Sabit Fikir dergisine verdiği röportajdan… Bir profesörden hem bu kadar burnu havada, hem bu kadar seksist ve hem de -edebi niteliği olsun olmasınbir eser hakkında bu kadar aşağılayıcı yorumlar duymak çok üzücü. (Ayrıca kendisinin, sadizm akımının yaratıcısı olan Marquis de Sade kitaplarının herhangi birine denk gelmediğini düşünüyoruz. Aman gelmesin, kendisi için fazlaca müstehcen, iğrenç, gey, anallı manalı şeylerle, sabunlarla filan karşılaşabilir.) ÇMNKK’dan yerli yersiz kararların nasıl çıktığını anlamak, bu sözleri okuduktan sonra çok da zor değil.
Edebiyata vurulan bu darbelerle ilgili edebiyat eleştirmeni Hülya Soyşekerci’yle görüştük. Soyşekerci yaşanan olaylarla ilgili şu açıklamaları yaptı: “Sanat bir anlamda farklılık, ayrıksılık ve cesarettir; Rollo May’in vurguladığı gibi, ‘yaratma cesareti’dir sanatın özü. İnsan kendine dayatılan birtakım kalıpların, kuralların, alışkanlıkların ötesine cesaretle geçebilirse sanatsal olana yaklaşmış olur. Sanatsal ve yazınsal yaratım süreçleri toplumsal ve bireysel özgürlükler ortamına ihtiyaç duyar; dolayısıyla estetik, incelik ve güzelliklerin ileriye doğru
taşınması ve gelişmesi ancak demokratik ve özgür bir ortamda mümkündür. Bilindiği üzere yaratıcı düşünce kural, kaide, yasak tanımaz. Bireysel ve toplumsal özgürlüklerin olmadığı bir atmosferde, yaratıcı düşünce engellendiği için, insana değer kazandıran, yaşama anlam veren sanat ve edebiyat da yeterince soluk alamaz. Bütün bunlar, insanlığın gelişim sürecinin beyhude bir çabayla engellenmeye çalışılması anlamına gelir. Baskılar sanatçıda ve yazarda birtakım iç koşullanmalara, içsel sınırlandırmalara neden olabilir. Yaratma süreçlerine
uygun ortamı bulamadığında birçok sanatçı ya kendi kabuğuna çekilir ya da koşullara teslim olarak, kendini aşma, yepyeni yaratımlara yönelme yerine, klişeleri tekrarlamaya devam eder. Bu durum birçok sanatçının ve yazarın giderek kendini tüketmesine, sığlaştırmasına neden olur. Her bakımdan özgür bireyler olmayı başaran gerçek sanatçıların var ettikleri sanat, özgürlükler ortamında gelişerek sürer ve insanlık tarihinde kalıcı izler bırakır. Yüzyıllar boyunca görülen odur ki, sanatın yasaklarla mücadelesinde daima sanat kazanmıştır; yasaklar çağın gerisinde kalan boşuna birer çaba olarak tarihin çöplüğündeki yerini almıştır ve yaşamın diyalektiğinden kaynaklanan bu süreç üst aşamalara ulaşarak böyle devam edecektir; hep sanatın lehine… Chuck Palahniuk’un son kitabı Ölüm Pornosu da bu yasaklardan nasibini aldı. Kitabın henüz raflardan kaldırılmasıyla ilgili kesin karar çıkmadı ancak kitabın çevirmeni Funda Uncu’nun dili kitap yüzünden bir hayli yandı. Uzun zamandır basına kapısını kapatan Funda Uncu’yla yaptığımız görüşmede kendisine, kendisinin ve Ölüm Pornosu’nun başından geçenleri sorduk. Palahniuk’un birçok eserini Türkçe’ye çevirdiniz. Daha önce kitap çevirdiğiniz için sorgulandınız mı ya da edebi bir eseri çevirdiği için sorgulanan birini biliyor musunuz? Daha önce Chuck Palahniuk’un yazdığı, benim çevirdiğim, Ayrıntı’nın yayınladığı Tıkanma romanına aynı sebeplerden ötürü dava açılmıştı. Tıkanma toplatılmaktan kurtuldu. Hatta ikinci bilirkişi olarak getirilen Boğaziçi Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümü başkanı Prof. Ayşe hanım Tıkanma’yı edebi bir eser olarak bölümünde okutmaya karar verdiğini bildirmişti. Ancak ben sorgulandığımı hatırlamıyorum. Mahkemeye gidip ifade vermekle, karakolda “Bu kitabı yazmaya utamıyor musun?” türünden sorularla sorgulanmak arasında fark var. Daha önceki mahkemede hakim hanım soru bile sormadı, bu seferki davada polis beni sorguya çektiği gibi böyle bir iş yaptığım için beni yargılamaya
kalkıştı. Edebi eserler konusunda ifade vereceğimiz kişinin bu konularda bilgili olması gerekiyor. Pois, sen bu kitabı okudun mu dedi. Karşımdaki polis bu işlerin nasıl yürüdüğünü bile bilmiyor. Dolayısıyla da ona Ölüm Pornosu’nun nasıl bir roman olduğunu anlatmaya çalışmak bile boş bir çaba.
Sizce bu soruşturmanın açılmasının “muzır neşriyat” dışında bir nedeni de var mı? Yorum yok. Bir edebiyat eseri halkın ar ve namus duygularını ne kadar incitebilir? Bence incitmez. Amerikan Sapığı kitabını okuyan kişi sapık, Suç ve Ceza’yı okuyan katil olmuyorsa, Ölüm Pornosu’nu okuyan da porno yıldızı olmaz. Chuck Palahniuk Ölüm Pornosu’unda kadın vücudunun metalaştırılmasını, porno endüstrisini eleştirmektedir. Bazı LGBTT dernekleri sizin soruşturma sonrasında söylediğiniz “Bana fahişeymişim gibi davrandılar” cümlesine birazcık içerlemiş durumdalar. Bunun cinsiyetçi bir söylem olduğunu ve fahişelerin şiddeti hak ettiği manasına gelebileceğini söylüyorlar. Siz tam olarak neyi ifade etmek istediniz? Ben zaten bana fahişe gibi davrandılar demedim. Medyanın sözlerimi kafasına göre çekmesiyle ortaya çıktı bu durum. Beni duyan gazeteciler sanıyorum beni yanlış anlamışlar. Polis memuruna Chuck Palahniuk’u, nasıl bir yazar olduğunu, kitabın içeriğini anlatırken, o sözümü kesip manken misin, daha önce buraya düştün mü diye sordu. Sorarken de bakışları, ses tonu, davranışları normal değildi. Ben gazetecelere röportaj verirken üniversite mezunu olduğumu, yıllardır çevirmen olarak bu işi yaptığımı, o polis memurunun beni kiminle karıştığını anlayamadığımı söyledim. Benimle sanki bir hayat kadınıyla konuşurmuş gibi konuştu dedim. Yoksa ne mankenleri ne de fahişeleri kötülemek, aşağılamaktı derdim. Üstelik içerlenecek bir insan varsa o da ben değilim, konuyu buraya çeken polis memurudur. (BGHA/ET/ZS/SON)
11
kadınlık üzerine düşünen bir proje: kesik/ cut
İstanbul Bilgi Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümü 2010 mezunlarından Cemre Yeşil (23), okul bitirme tezi çalışmasında Afrika’da yaygın olarak uygulanan kadın sünnetini konu edindi. Senegal ve Gambiya’a yaptığı seyahatlerde, hem Afrikalı kadının törelerle mücadelesini dinledi, hem fotoğrafladı, hem de web’de yayınlanan bir mülimedya proje yarattı. Proje, Px3 Prix de la Photographie, Paris uluslararası fotoğraf yarışmasında “Non-professional, Press” kategorisinde “women’s declaration” başlıklı serisi ile ikincilik ödülünü kazandı. Cemre Yeşil’den “Cut/Kesik” adını verdiği projesinin hikayesini dinledik
C
ut/Kesik” projesi fikri nasıl doğdu?
İbrahim Vahab 12
Cemre Yeşil: Cut / Kesik projesi aslında benim İstanbul Bilgi Üniversitesi, Fotoğraf ve Video bölümünde, 2010 senesinde bitirme projesi olarak yaptığım bir proje. Kadını kadın yapan, içinde hissettikleri ve sahip olduğu cinsel organsa, cinsel organı kadından alındığında kadın ne hisseder bunu merak ettim ben. Önce kadının kendinin, sonra da bu kadının kadınlığını içinde yaşadığı toplumun ve ilişki kurduğu erkeğin buna nasıl baktığını görmek istedim. Çalışmalara gitmeden altı yedi ay önce başladım;
bu konuda çalışan birçok kurumla iletişime geçtikten sonra, bu hassas konuya yaklaşımlarını kendime yakın bulduğum TOSTAN isimli kuruluşun desteğiyle “Kesik” ismini verdiğim belgesel film ve fotoğraf serisini çekmek için önce Senegal’e ardından Gambiya’ya gittim. Önce bana koca bir hayal gibi görünen bu projenin gerçekleşmesinde, projemin danışmanı olan Orhan Cem Çetin’in çok büyük bir rolü vardır. Kadınlar neden sünnet ediliyor? CY: İki bin yıllık bir gelenek kadın sünne-
ti. Afrika’da 28 ülkede, genellikle iki aylık ve 12 yaş arası kızlarda uygulanmakta. Son yıllarda birçok yerel kurumun da desteğiyle, toplum bu geleneği sorgulamaya başlamış. Çok yakın bir zamana kadar, toplumun neredeyse tamamı bu uygulamanın yaptırımlarını çok derinden yaşamasına rağmen, toplumda kabul gören bir birey olabilmek adına geleneğin karşısında durmamaktaymış. Ancak son yıllarda insanlar konuyla ilgili bilinçlenmeye başlamış ve 4.000 köyde yeni nesillerin sünnet edilmeyeceğine dair yerel deklarasyonlar yapılmış.
Erkek sünneti gibi bir anlamda. CY: Kadın sünnetinin, yaşanış biçimi herhangi bir gelenekten farksız aslında. Bizim kurban bayramında kurban kesmemiz ya da bir Hristiyan ailesinin Noel zamanı Noel ağacı süslemesi gibi. Bu ilişkilendirmenin ilk başta kulağa, arada uçurumlar var gibi gelmesi çok muhtemel ama gerçek olan bu. Bunu böyle görebilmek için, orada bulunmak gerektiği kesin. Bu gelenekleri birbirleriyle ilişkilendirirken şüphesiz ki, yaptırımlarını bir kenara bırakmak gerekli. Geleneğin yaşanış ve algılanış biçiminden söz etmekteyim. Şöyle denildiğini düşünün size; “Dişçiye gitmeyin! Dişçiye gitmek aslında sizin için çok zararlı. Dişçinin dişinize yaptığı dolgular aslında sizin insan haklarınıza aykırı.” Böyle bir söylem karşısında, dişçilere, dişinizdeki dolguya, dişçi muayenehanelerine, arkadaşlarınızın, ablanızın, annenizin, teyzenizin, anneannenizin, komşularınızın, mahallenizin, şehrinizin, ülkenizin dolgularına dair bugüne kadar bildiğiniz, duyduğunuz, gördüğünüz her şeyin ne kadar sarsılacağını, hatta belki anlam veremeyeceğiniz için hiç bir sarsıntı bile yaşamaya fırsat vermeden bu fikre nasıl direneceğinizi hayal edin. İnanın ki hayal ettiğiniz şey, “kadın sünneti olmayın” söylemiyle aynı yerde durmaktadır! Çünkü yüzyıllardır kadın sünnet olmaktadır. O coğrafyada ‘doğru olan’ budur! Kötü’nün doğru olduğu bilgisi üretilmiş... CY: Bu bütünün en büyük parçası şudur; kötüyü, kötü olduğunu bilmeden yapmak! Kimse kendi kızının sünnetini aslında ona bir kötülük olsun diye yapmamaktadır elbet. Kızını topluma kazandırmak, kızının düzgün bir evlilik yapıp bir aile kurmasını sağlamak, yani kızının “kadın” olması için gerekli olanı yapmaktır annenin arzusu. Bunu, kızının kadınlık organını keserek ya da dikerek yapması biz batılılar için ne kadar anlaşılmaz olsa da, özünde kızını korumaktır annenin derdi, her anne gibi. Bilmiyordur anne. Çünkü annesi de onu kesmiştir. Tek dert budur aslında! Bu bilinçsizliktir. Bilinçsizliği yargılayamazsınız. Ancak kadın sünnetini uygulayan insanları yargılamıyor olmak, asla ve asla geleneğin yanında durmak, yaşanılan acıları görmezden gelmek ve değişime katkıda bulunmamak dememektir. Afrika’daki halkın kadın sünnetine bakış açısı nasıl? CY: Benim konuştuğum kimse çocuğunu sünnet etme fikrini düşünmüyordu bile. Ancak çocuğunu çoktan sünnet etmiş olanlar, kendilerini asla affetmeyecek gibi görünüyorlardı. Benim gittiğim köylerde kadın sünneti geçmişin kara bir lekesi gibi hissediliyordu, ancak Afrika’nın birçok ülkesinde geleneğin devam ettiği birçok toplum var. Pek çok kadın kendi sünnetinden rahatça bahsedebiliyordu. Sünnet gününü hatırlıyorsa eğer uzun uzun anlatıyordu. Yaşadığı fiziksel acıyı anlatırken, adeta bir daha yaşıyordu acıyı. Mevzu
13
bugüne gelince, sünnetli bir kadın olarak kadınlığı yaşamaya gelince, cümleler biraz yavaşlıyordu. Sünnetin kendisini eskitebilmişler de, sonrasını eskitememişler; hiç bir zaman da eskimeyecekler sanki. Erkelerin kadın sünnetine bakışı nedir peki? CY: Konuştuğum pek çok erkek, eşlerinin onları hissedememesinden, cinsel anlamda yeterince haz duyamadıklarından mustaripti ve bunu anlatırlarken çok naiflerdi. Çünkü onların da hayatını ve cinselliği yaşayışlarını derinden etkileyen, çok gerçek olan bir şeyden bahsediyorlardı. Pek çoğu, eşlerinin acısını paylaşmaktaydı. Konuştuğum bütün erkekler, şimdi olsa, sünnetsiz bir kadınla evlenmeyi tercih edeceklerini ve eşlerinin sünnetli olmasının onlar için artık namus, sadakat ya da din üzerinden bir değer taşımadığını söylediler. Ancak o zamanlarda evlenmek için sünnetsiz bir kadının bir alternatif olmadığını, aslında onlar için de sünnetli bir kadınla evlenmenin bir toplum baskısı olduğunu belirttiler. Yapılan sünnet karşısında yerel deklarasyonlarda bulunmak, kadınların artık köylerinde sünnet yapmama kararını danslarla, şarkılarla, erkeklerle omuz omuza kutlamasına tanık olmak ise beni gerçekten etkiledi. Bu oradaki köylerin gerçekleştirdiği bir devrime tanık olmaktı.
14
ilgili zorlandığım ve aslında kendi kadınlığıma, içinde gizli saklı bir kıymet bilme bilinci taşıyan duygularla, sıkı sıkı tutunduğum anlar oldu. Kadın sünnetine karşı sivil toplum kuruluşları tarafından Afrika’da ne tür bir mücadele veriliyor? CY: Benim yaptıkları işe en yakından tanık olduğum kuruluş Tostan’dı. Tostan’ın alanda gerçekleştirdiği eğitimlerle, bu geleneği, köyde, evinde oturan kadına sorgulatabilmiş ve onu vazgeçirebilmiş. Bunu yapabilmesindeki en büyük maharet kadına “Bunu yapma!” dememesidir, “Bunu yaparsan başına bunlar gelebilir” , “Senin insan hakların var” , “Senin kadın hakların var” , “Senin çocuk hakların var”, “Gel birlikte bu konuda bir şarkı söyleyelim, bir şiir yazalım”, demesi. Bir şeyi sadece yargılayarak onu değiştiremezsiniz. Tostan’ın yaptığı gerçekti. Köydeki kadının hayatını değiştirmekti. Bir sonraki kuşağı sünnetsiz büyütmekti. Onun dışında yerel deklarasyonlara destek veren ve çeşitli eğitim programları yürüten, alanda çalışan birçok başka kuruluş var tabii.
“Cut” ı oluştururken yaşadığınız zorluklar veya sıkıntılar nelerdi?
Sosyolojik açıdan bakılırsa, sizce kadın sünneti ve Türkiye’deki bekâret arasında nasıl bir ilişki var?
CY: Fiziksel yaşam koşullarının zorluğu dışında, zaman zaman duyduğum şeyler karşısında kendi kadınlığımı yaşayışımla
CY: Projenin kitabında Ece Temelkuran’ın Türkiye’de bekâret meselesine değindiği bir
yazıdan alıntı var, öncelikle onu paylaşayım: “Bu zar meselesini başımıza tebelleş eden kişi İbnî Sina’dır. Tarih MS 1000’i gösterirken açıklamıştır: ‘Kadının içinde bir zar var!’ 18. yüzyılda kadının üzerinde çeşitli ciddi kadavra çalışmalarıyla kesinlikle kanıtlanmıştır ki, zar var! Bu şahane buluş tarih boyunca erkekler tarafından kadınları ‘kız’ ve ‘kadın’ olarak ikiye ayırmak için, onları cinsel olarak köleleştirmek için kullanıldı. Bu mühim gerçeklik tek tanrılı dinlerin kitaplarından Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Ödül ve Disiplin Yönetmeliği’ne kadar her düzeyde hak ettiği yeri aldı. Çocuklar intihar etti, kadınlar psikolojik tedavi gördü ama kimse, kadının zarını dikizlemekten vazgeçmedi.” Bu gelenek tabi ki özünde ataerkil toplumun kadını cinsel olarak kontrol etmesine dayanıyor. Ülkemizde de halen sürmekte olan bekâret meselesi ya da başka sebeplerle işlenen bazı namus cinayetleri de kadının cinsel hayatının erkek tarafından kontrol edilmesi temelli. Projenizin çektiği ilgi hakkında ne düşünüyorsunuz? CY: Proje kimileri tarafından takdir edildi, kimileri tarafından eksik bulundu, kimileri tarafından da tatmin ediciydi. Üniversite’nin final jürisinde bile hocalar arasında garip tartışmalara yol açtı. Gönderdiğim hiç bir film festivalinde filme yer verilmedi. Aslında bu projeyi fotoğraf, metin, illüstrasyondan oluşan bir
kitap ve 35. dakikalık belgesel filmden oluşan bir set olarak hazırladım ve belki de film festivalleri bu projeyi paylaşmak için doğru bir mecra değildi. Kadın üzerine yazan, düşünen bazı akademisyenler projeme çok ilgi duydular, Ayşegül Altınay Açık Radyo’da programına konuk etti, Begüm Baştaş dersine davet etti. Yazılı basın ilgilendi projeyle: gazete ve dergiler projeye yer verdiler. Bu tür ilgiler beni tabi ki çok mutlu etti. Onun dışında kitabın içinde yer alan bazı fotoğraflar “Prix de la Photographie, Paris” (Px3) isimli fotoğraf yarışmasında 2.lik kazandılar. Eklemek istediğiniz bir şey var mı? CY: Tüm bu süreçte, ortaya “kadın”ı koyarak, gelenek, cinsiyet, din, cinsellik ve aslında “insan” üzerine birçok şey düşündüm ve deneyimledim. Bir kısmını belgesel filmime dahil ettim, bir kısmını dostlarıma anlattım, bir kısmını yazdım, bir kısmını da kalbimin derinlerinde sakladım. Her şeyden önce kendime kocaman ve yepyeni bir dünya kattım aslında. Bu dünyayı benim için güzelleştiren de, başka kadınların dertlerini dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıdığımda, kadın olmak üzerine ortak hislerin hissedildiğini hissetmemdi. Cemre Yeşil’in projesi için: http://www.cemreyesil.com/ iWeb/Site/portfolio.html
kamera nın gözünü alamadı ğı adam
Bir aktörün oyunculuğunu nelere göre değerlendirebiliriz? Rol aldığı filmlere göre mi? Karakter skalasının genişliğine göre mi? Üretkenliğine göre mi? Aldığı ödüllere göre mi? Yoksa, dış görünüşünün iyi olmasına göre mi? Bir aktörü değerlendirmek için aklımıza ilk anda gelen ne varsa, Colin Firth bunların hepsinden epey yüksek notlarla geçecektir. Bu yıl Akademi Ödülü’nü kazanan Firth kendisini ana akım sinema dünyasına da “bağımsız” ruhundan pek de bir şey kaybetmeden kabul ettirmesini bildi. Şimdi biz de birazcık Colin Firth’ün dünyasında yolculuğa çıkalım.
C
Emre Temiz
olin Andrew Firth, akademisyen bir ailenin çocuğu. Belki de okulda gitar ve saksafonu “ciddi enstrümanlar olmadığı gerekçesiyle” yasaklanmış olmasa, Colin Firth’ü önemli bir caz müzisyeni olarak tanıyacaktık. Henüz on iki yaşında bu iki enstrümanı çalma aşkıyla tutuşuyordu Firth. Ancak, ne yazık ki -belki de iyi ki- Kings’ School bu heyecanını söndürdü. Firth, bu engellemenin ileriki dönemde onu oyunculuğa yönlendiren şeylerden biri olduğunu birkaç farklı röportajında belirtecekti. Birçok İngiliz oyuncu gibi tiyatro kökenli olan Firth’ün yer aldığı, geniş kitlelere hitap eden ilk sinema filmi olarak English Patient’ı ansak hata etmiş olmayız. Kendisine “aldatılan adam” rolünü yapıştıran şey belki de tam olarak bu filmdeki Geoffrey Clinton rolünü canlandırmadaki başarısı olmuştur. Filmin kurgusu gereği pek fazla ortada görünmeyen, ama “hayati” (gerçek anlamda) önemi olan bu karakter Colin Firth sayesinde tam olması gerektiği gibi kararında çıktı karşımıza.
15
English Patient sonrası dönemde hiç durmadan bir sürü farklı projede yer aldı Colin Firth. Kariyeri üzerine konuşurken, Bridget Jones: The Edge of Reason’la devam etmek lazım. Hemen arkasından, Love Actually, Girl With a Pearl Earring gibi görece büyük filmler de var. Kırılgan bir anında Love Actually izleme gafletini göstermiş herkes aynı dilden olmayan iki insanın aşkını anlatan bölümde Colin Firth’ü gördüğüne sevinmiş olsa gerek. Hatta hikayedeki aşk epeyce insanı 16
da ağlatmıştır, deyip fazla açık vermeden devam edelim. Firth’ün sinema kariyeri açısından görece “ciddi” rollerle karşımıza çıkmaya başlaması belki de kariyerinin ikinci kısmı olarak adlandırabileceğimiz dönem. Bu dönemin başlangıcı olarak 2007 çıkışlı bir Anand Tucker filmi “And When Did You Last See Your Father”ı gösterebiliriz. Aynı isimli Blake Morrison kitabından uyarlanan baba-
oğul filminin baş rolünde oğulu canlandırıyor Colin Firth. Sessiz, içine kapanık hatta bir parça ezik, geçmişini sorgulamaktan vazgeçemeyen çocuğumuz Blake, Colin Firth’ün bedeninde ayrı bir anlam kazanıyor. Bu ikinci dönemde Colin Firth daha “hafif” filmler olarak nitelendirilebilecek romantik komedilerde de yer alıyor. (Accidental Husband, Mamma Mia gibi) Ancak, ağırlığını verdiği “ciddi” roller esas incelenmesi gereken filmlerde ve hep ona başarı getiren yapımların içerisinde.
And When Did You Last See Your Father’dan bir yıl sonra bir Michael Winterbottom filmi olan Genova’da karısını kaybeden ve tek başına çocuklarını yetiştirmeye çalışan baba olarak karşımıza çıkıyor Colin Firth. İngilitere’nin yeni akım sinemasının en önemli yönetmenlerinden olan Winterbottom ile Firth’ün Genova’daki buluşması, ikisinin de sinemaya bakışında olan o naif ama vurucu etkiyi, bünyeyi kırmadan vermeyi başarıyor. Genova’dan sonraki yıl
ise, Colin Firth’ün oyunculuğu açısından deyim yerindeyse, “kaymak” gibi geçiyor. Firth, önce Dorian Gray’in Oliver Parker tarafından çekilen adaptasyonunda Lord Henry Wotton rolüyle karşımıza çıkıyor. Uzun zaman MSN iletisi yapılmasından ne kadar çok “anlaşılamamış” olduğunu anladığımız Oscar Wilde aforizmaları daha bir anlamlı oluyor onun oyunculuğunda. Filmi her izleyişimde “Sigara içmeye bayılırım. Sigara içerken büyük keyif alırım”, dediği sahnede ben de istemsiz olarak bir sigara yakıyorum. Yılın – belki de Firth için o ana kadarki oyunculuk kariyerinin- en önemli yapımı ise moda dehası Tom Ford’un çektiği ilk uzun metraj film olan “A Single Man.” Kusursuz bir estetiğe sahip olan filmde Tom Ford’un yönetmenliği kadar Colin Firth’ün oyunculuğu da sanki ilk kez görücüye çıkmış gibi. Durağan bir işlenişi olan filmde eşcinsel bir edebiyat öğretmeni olan George’u canlandıran Firth’ün asilzade duruşu filmin estetiğiyle birleşince, büyük bir festival başarısını da getiriyor elbet. Tom Ford, film sonrası bir röportajında Colin Firth için şöyle diyor: “Colin’in yüzünde anlatamayacağım bir şey vardı. İstemsiz olarak kamerayı yüzüne yakınlaştırıyordum. Tam ‘Kes!’ diyecekken yüzünde tekrar bir şeyler oluyordu. Bir türlü kamerayı onun yüzünden alamıyordum.” Bu rol Firth’e bir Oscar adaylığı getirdi. Çoğunluğun gönlünden geçen heykelciği onun kazanmasıydı; ama ödülü Crazy Hearth filmindeki Bad Blake rolüyle Jeff Bridges kazandı. Ancak henüz her şey yeni başlıyordu. Aktör, 2010 yılı Akademi Ödülleri’nin en başarılı filmi olan “The King’s Speech”deki King George VI. rolüyle aslında bir önceki sene almış olması gerektiği düşünülen heykelciği almayı başardı ve en iyi aktör seçildi. BBC’ye verdiği röportajın klişe sorusu olan “Filmdeki rolünüze nasıl çalıştınız?”a cevabı şöyleydi: “Kekemeliğin bir dersi yok,
nasıl kekeleyeceğinizin dersini alamazsınız; bununla alakalı bir kitap da yok. Bir oyuncu için en iyi çalışma gözlemdir. David’in de yardımlarıyla gözlemleyerek çalıştım.” IMDB’ye göre Coen Kardeşler ‘in yazdığı ve şu sıralarda Michael Hoffman tarafından çekilmekte olan Gambit adlı filmde Cameron Diaz, Alan Rickman, Stanley Tucci gibi oyuncularla birlikte yer alacak olan Firth için oyunculuk kariyerinin en parlak günleri belki de henüz başladı. Colin Firth’ün üstesinden kalkamayacağı bir rol var mı, emin değilim. Sanıyorum onu yakından takip eden çoğu insan da emin değil. Sadece sinema oyunculuğu alanında değil, pek çok yaratıcı alanda çalışmaları olan bir kişi oluşu da cabası. Edebiyatla yakından ilgilenen Firth’ün, yayınlanan ilk hikayesinin adı “The Department of Nothing.” Fever Pitch’in vesilesiyle tanıştığı Nick Hornby tarafından hazırlanan “Speaking With the Angel” adlı kitapta Colin Firth’ün bu hikayesinin yanı sıra Irvine Welsh, Robert Harris, Zadie Smith gibi yazarların da hikayeleri bulunmakta. Yerli insanların kültürünün korunması için aktivizm çalışmaları da olan sanatçı, 2009 yılında yayımlanan “We Are One: A Celebration of Tribal Peoples” adlı toplama esere de bir yazısıyla katkıda bulunmuş. Kitapta Noam Chomsky, Claude Lévi-Strauss gibi yüzyılın en önemli düşünce insanlarının da yazıları var. Kraliçe tarafından ne zaman Sir unvanı alacağı merak konusu olan aktör, insan beyniyle alakalı bir akademik makalenin de dört yazarından biri olmayı başardı. Firth’ün makale içinde muhafazakâr ve liberal politikacıların beyinlerinin işleyişi arasındaki farklar hakkında çalışacağı açıklandı. Colin Firth hakkında söylenecek bir çok şey daha bulunur elbette, ama tadında bırakmak lazım. Kendisinden gelecekte bir roman bekleyen bir izleyicisi olarak, az önce bahsettiğim ilk yayınlanan hikayesi The Department of Nothing’den zamanı anlattığı bir bölümü elimden geldiğince çevirerek bitirmeyi uygun gördüm. Şimdilik aklıma daha iyi bir son gelmiyor: “…Ne zaman ondan bir hikaye dinleyecek olsam saatin kaç olduğunu görmemek için başucu saatini ters çeviririm. O ise bunu yapamayacağımı ve dakikliğe saygı duymam gerektiğini söyler. –ama bunu yapmayı hep başarıyorum- Saatler kesinlikle HMŞ listesinde. Hayatınızı Mahveden Şeyler… Yetişkinler saatlere bayılırlar, dakikaları severler ve sanki çil çil para gibi birbirlerine eklerler. Öğretmenimiz Boklu McVittie -bok kısmını ben ekledim, herkes ona öyle diyorondan bir dakika çaldığınızda sizden bir saat çalıyor. -okul sonrasında- Derse bir dakika geç kaldığınızda ondan bir dakika çalmış oluyorsunuz. Büyükannem bile büyülü olmasına rağmen ara sıra “Hadi hadi!” diyor. Bu çok garip, çünkü saatlerin size en fazla ulaşamadığı yer onun hikayeleri. Anlattıktan hemen sonra bile asırlardır yavaş çekimdeymiş gibi hissedersiniz…” (ET/EA/SON)
17
falafel’in gücü adına!
Kendilerini “Filisrailli” olarak tanımlayan grubun adını “Falaf Hell Power” olarak açıkladıkları ikinci albümü hayranları tarafından heyecanla bekleniyor. Malum, falafel, Orta Doğu topraklarının meşhur yemeği, Boogie Balagan’a göre ise, zamanında hippilerin barış sembolü olarak kullandıkları çiçeğin Orta Doğu versiyonu
B
oogie Balagan’ın hikâyesi, biri İsrailli biri Filistinli iki sanatçının 2002’de, Fransa’da yollarının kesişmesiyle başlıyor. Median Music ve Sony işbirliğiyle piyasaya sürülen ilk albümleri “Lamentation Walloo”nun haklı başarısından sonra, grup ikinci albümü için stüdyoya girdi.
Zeynep Sarsılmaz 18
Önceleri, blues’un yaratıcılarından kabul edilen Muddy Waters’ın parçalarına, Orta Doğu’nun oryantal ezgilerini ekleyerek cover’layan ikili, daha sonra kendi şarkılarını yaratmaya başladı. Psychedelic Rock tarzını Orta Doğu’nun oynak ezgileriyle birleştirdi, üzerine biraz barış ekti ve ortaya Boogie Balagan çıktı. Grubun şarkılarını dinlerken göbek atmamaya çalışmak, düğünlerin yıldızı moduna girmemek elde değil. Hali hazırda bizde de bolca bulunan oryantal ezgiler, solist Gabri’nin şirin aksanıyla da birleşince bizim gibi oynamayı seven bir halkı kalbinden
fethediyor. Filisrail, onlar için barışın hüküm sürdüğü, yaşayan herkesin hümanist olduğu ütopik bir şehir. Orada tüm ırklar, dinler, diller bir arada. Bu dünya vatandaşı grubun şarkılarının İbranice, Arapça, Yunanca, Fransızca, İngilizce vb. olmasının sebebi de dünyadaki her dili tanımalarından, asla ayrım yapmak istememelerinden kaynaklanıyor. Onlar barış istiyor. Önce kendi topraklarında, sonra üzerinde kimin olduğu, neye
inandığı, hangi dili konuştuğu umursanmaksızın tüm dünyada. Grubun Türkiye’de verdiği az sayıda konsere gelen seyirci sayısı fazla olmasa da eğlence doruktaydı. Sahnedeki oryantal dansçılar eşliğinde kendinden geçen seyircinin keyfine diyecek yoktu. Ne yazık ki dünya Boogie Balagan’dan haberdar olmadığı için hem çok eğlenceli bir müzik şölenini hem de kimseden korkmadan “barış” diyebilen düşmanlık tohumları ekilmiş toprakların çocuklarını izleme şansını kaçırıyor. Bu şansa nail olanlar ise her
zaman onlar kadar barış yanlısı olmayabiliyorlar. Grup üyelerinin söylediğine bakılırsa, Müslüman ülkeler ve basın Boogie Balagan’ı kucaklarken Yahudi kesim (bilhassa İsrail topraklarında yaşayanlar) Boogie Balagan’dan bahsetmek bile istemiyor. Ancak, onlar yine de umutlu. Sanatın gücü bir gün barışı getirecek ve artık çocuklar ölmeyecek! Boogie Balagan hayranları, grubun bir an önce ikinci albümlerini tamamlamaları ve turneye çıkmalarını bekliyor. Umalım ki turnelerine Türkiye’yi de dâhil etsinler. Türkiye’de, yine onların mutluluk kokan şarkıları eşliğinde kalça sallamanın, parmak şaklatmanın keyfini çıkarmak isteyen birçok insan var. Ve onlardan biri olmak için çok geç değil. (BGHA/
Azri bir röportajında “Eğer sanatçılar, sinemacılar barışı savunmaktan vazgeçerlerse griye kim kalır?” diyor. (Özbudak, Elif Nesibe. “İsrailli ve Filistinli iki genç şarkılarını ‘barış’ için söylüyor.” Zaman31 Ocak 2010.)
ZS/EA/SON)
Grup ikinci albümüdeki şarklar için Pink Floyd’dan, The Who’dan, AC/DC’den, Led Zeppelin’den Farid il-Atrash’tan, Erkin Koray’dan ve David Bowie’den esinlendiğini açıkladı. Bu durumda yine mükemmel tınılar bizi bekliyor gibi...
Biri İsrailli Biri Filistinli olan Azri (gitarist) ve Gabri (solist) aralarına Fransız Bibi’yi (baterist) de kattılar. Bibi’nin ekibe katılmasıyla ikilinin “Filisrailli” kimliklerini kaybetip kaybetmiyeceği ise tartışma konusu.
19
168 yıllık krallığın çöküşü
News of The World 168 yıllık yayın hayatı boyunca Birleşik Krallık’ta tiraj rekorları kıran tabloid bir gazeteydi. Bir gün haber yapmak için saray ailesinin, ünlülerin, bakanların ve daha nicesinin telefonlarını dinlemeye başladı. The Guardian gazetesinin incelemeleri ve baskıları sonucu en az hasarla kurtulmuş gibi görünen News of The World, yavaş yavaş ölmeye başladı ve sonunda 10 Temmuz 2011’de hayata veda etti. İşte bir medya krallığının entrikalarla dolu çöküşünün hikayesi
N
ews of The World’ün telefon dinleme skandalı 2007’den beri medyada çok fazla yer buldu. Ancak olayların başlangıcına baktığımızda 2005’e gidiyoruz ve her şeyin saray ailesinin dinlendiklerinden şüphe etmesi ile başlıyor. İşte 2005’te kıvılcımı parlayan küçük bir şüpheden, 2011’de bir medya krallığının çöküşüne uzanan sürecin hızlı bir kronolojisi: Her şey gazetenin ‘Prens William’ın dizinden yaralanması’ ile ilgili haber yapmasıyla başladı. Prens’in dizinden yaralanması basına açıklanmamıştı ve sadece Prens’in bazı yardımcılarının telefonunda bu olayla ilgili mesajlar mevcuttu. Saray ailesi, telefonlarının takip edildiği endişesiyle Scotland Yard Krallık Koruma Departmanı’ndan olayın araştırılmasını istedi.
Zeynep Sarsılmaz 20
Yapılan araştırma sonucunda gerek saraydan gerek saray dışından bazı kişilerin dinlendiği sonucuna varıldı. Gazetenin Kraliyet Editörü Clive Goodman
rebek
ve gazetenin çalıştığı özel dedektif Glenn Mulcaire* dinleme skandalında suçlu bulundu. Goodman 4 ay, Mulcaire 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
rupert
***Rebekah Brooks Rupert Murdoch’un manevi kızı olarak bilinen medya kraliçesi. Bir dönem İngiltere’de medya dendiğinde akla ilk gelen isimdi. Agresif yayıncılığıyla bilinen Brooks, News of The World gazetesinin 2000 – 2003 yılları arasında genel yayın yönetmeniydi. Daha sonra News of The World gazetesinin de bağlı bulunduğu News Corporation’ın İngiltere kolunu oluşturan News International şirketinin CEO’luğu görevine getirilmiştir.
Toplamda 8 kişinin dinlendiği sonucuna varan Scotland Yard polisi, Clive Goodman’ın ve Glenn Mulcaire’in suçlu bulunmasından sonra dosyayı kapattı ancak The Guardian gazetesi sorunun bundan daha büyük olduğuyla ilgili haberler yapmaya devam etti. Sonunda 2009’a gelindiğinde The Guardian, News of The World’ün Andy Coulson döneminde 3 binden fazla kişiyi dinlediği haberini yaptı. The Guardian’ın haberine ve yayınladığı belgelere dayanarak dosyayı tekrar açan Scotland Yard polisi, The Guardian’ın söylediği gibi 3 bin kişinin değil, yaklaşık 7 bin kişinin dinlendiğini açıkladı. Aktris Sienna Miller, kendisinin ve sevgilisi aktör Jude Law’un da dinlenenler arasında olduğunu kanıtlayan belgeleri mahkemeye sundu. Sunulan delillere göre iddia edilenin aksine, gazete yöneticilerinin de dinlemelerden haberi vardı. Mahkeme daha sonra gazetenin Sienna Miller’a 100 bin Pound tazminat ödemesine karar verecekti. Sienna Miller ve Jude Law’un, tüm dünyanın sevdiği ve takip ettiği oyuncular olmaları nedeniyle dava daha magazinsel bir hal aldı ve tüm dünya bakışlarını bir anda News of The World’e çevirdi. Bu dava gazetenin ölümünü hızlandıran olay olmuştu. The Daily Telegraph gazetesi News of The World’ün şehit yakınlarının telefonlarını da dinlediği yönündeki belgeleri yayınladı. Şehitler gibi hassas bir konuya değinilmesi İngiliz halkını ayağa kaldırdı.
ks rro bo
kah
İngiliz halkı, gazetenin eski genel yayın yönetmeni ve o dönemde de News International şirketinin CEO’su olan Rebekah Brooks’a istifa etmesi için baskı yapmaya, bu konuda protestolar düzenlemeye başladı. Halk baskısına ve marka
genel yayın yönetmenliğinden istifa ettikten sonra, önce David Cameron’ın iletişim danışmanı, daha sonra İngiliz hükümetinin iletişim müdürü oldu. News of The World’ün kendi döneminde 7 bine yakın kişiyi dinlediği ortaya çıktıktan ve Sienna Miller gazeteye dava açıp tüm dikkatleri üzerine çektikten sonra -Ocak 2011’de- hükümetteki görevinden de istifa etti.
h oc rd mu
Gazetenin o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Andrew Edward (Andy) Coulson**, dinleme operasyonlarından haberi olmadığını söyledi ancak yine de görevinden istifa etti.
boykotlarına dayanamayan gazete, 10 Temmuz 2011’de son baskısını yaptı. News International’ın Genel Müdürü James Murdoch, News of The World’ün 168 yıllık basın iktidarının sona erdiğini, gazetenin artık çıkmayacağını açıkladı.
****Rupert Murdoch, bünyesinde Fox Channels, Eurosport, 20th Century Fox, New York Post, The Wall Street Journal ve MySpace.com gibi dev medya şirketlerini barındıran ve dünyanın ikinci büyük medya grubu olan News Corporation adındaki imparatorluğun sahibi. Murdoch, News of The World’ü 1969’da News Corporation imparatorluğuna katmıştı. Rupert Murdoch**** yaşananlar yüzünden News Corporation adının kirlenmemesi amacıyla İngiltere’deki -rakipleri dahiltüm ulusal gazetelerde tam sayfa özür mektubu***** yayınladı. Gazete yayın hayatına son verdikten sonra da skandalla ilgili tutuklamalar devam etti. Gazete kapandıktan sonra eski Genel Yayın Yönetmeni Andy Coulson, daha önce de aynı skandallar dolayısıyla hapis cezasına çarptırılan dedektif Glenn Mulcaire ve gazetenin kapanışının ardından CEO’luk görevinden istifa eden Rebekah Brooks tutuklandı. Glenn Mulcaire, 2002’de de 13 yaşında öldürülen Milly Dowler adlı genç kızın telefonlarını izinsiz olarak dinlemişti ve Dowler’ın cinayet soruşturmasını farklı bir yöne çekmişti. Milly’nin ailesi ve polis, Mulcaire’in yönlendirmeleri yüzünden kızın hala hayatta olduğuna inanmış; hem aile ağır psikolojik travmalara maruz kalmış hem de polis cinayet soruşturmasındaki önemli delillerin bazılarını Mulcaire yüzünden kaybetmişti. Ancak Mulcaire o tarihte bu olaydan ceza almadı. Olay gazetenin haber yapmak isterken biraz dikkatsiz davranması olarak nitelendirilmişti.
*****Mektup gazetelerde Rupert Murdoch imzasıyla yayınlandı. Ortaya çıkan sorunlardan dolayı özür dilediğini, ilerleyen günlerde sebep oldukları problemlerin çözümüyle ilgili adımlar atacağını belirten Murdoch, çözüme giden yolda daha hızlı hareket etmediği için pişman olduğunu da vurguladı. Mektup daha sonra Amerika’nın meşhur mizah dergisi MAD tarafından ağır bir şekilde tiye alındı. (BGHA/ZS/SON)
News of The World gazetesi şehit yakınlarının telefonlarının dinlenmesi açıklandıktan sonra destekçi şirketlerden de boykot yedi. Markalar artık gazeteye ilan vermeyeceklerini açıkladı ve bu da aslında gazetenin öldüğünün göstergesiydi.
Soruşturma esnasında News of The World gazetesinin bilgi edinmek amacıyla, Scotland Yard Kraliyet Koruma Departmanı’ndaki bir polis memuruna rüşvet verdiği ortaya çıktı. Ayrıca gazetenin, davalarından vazgeçmeleri için, dinleme mağdurlarından Gordon Taylor ve Max Clifford’a da birer milyon Pound verdiği öğrenildi.
**Andy Coulson News of The World’ün
21
gay pride ve politik bir mesele olarak homo fobi 2
LGBTT (lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transeksüel) bireylerin yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kalmaları sorununu gündeme getirmek, tartışmak ve çözüm üretmek amacıyla Türkiye’de 19 yıldır kutlanan “Onur Haftası”, bu sene de 20-26 Haziran tarihleri arasında çeşitli etkinliklerle kutlanarak, yine binlerce kişinin katıldığı, renkli bir “Onur Yürüyüşü” ile son buldu. Her sene bir tema üzerinden şekillenen etkinliklerde bu senenin konusu tabulardı. Eksiyirmidört olarak Onur Yürüyüşü’ne biz de katıldık.
Cansu Gürkan 22
005’ten beri düzenli olarak Onur Haftasının Pazar’a denk gelen günü gerçekleşen “Onur Yürüyüşü”ne LGBTT örgütlerinin yanı sıra, aynı gün içerisinde polisin gazlı müdahalesine maruz kalan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku bağımsız milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve Sebahat Tuncel de katıldı. “Eşcinseller susmayacaklar”, “Susma haykır, eşcinseller vardır” gibi dövizlerle yürüyen LGBTT bireyler, yaptıkları basın açıklamasında eşitlik, adalet, özgürlük dileklerinin yanı sıra, anayasanın eşitlik ilkelerini düzenleyen 10. Maddeye ve ayrımcılık karşıtı yasalara “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibarelerinin eklenmesini, seks işçilerinin sendikal haklara sahip olabilmelerini ve nefret suçları yasasının çıkarılmasını talep ettiler.
Aynı hafta, yıl boyunca homofobik ve transfobik söylem ya da eylemlerle dikkat çeken kişi ya da kurumlara, internet üzerinden yapılan oylama sonucu verilen “Hormonlu Domates” ödüllerinin 7’ncisi de sahiplerini buldu. Ödülü alan kişi ve kurumların arasında şunlar vardı: “Cinsel kimlik” ibaresini İçişleri Bakanlığının resmi sitesinden çıkaran AKP, Avrupa Birliğine bağlı olup eşcinselliği bir “ileri derecede psiko-seksüel bozukluk” olarak tanımlayan tek kurum olan ve askerlik muayenesinde eşcinsel ve trans bireylere hiçbir bilimsel yanı olmayan ve kişilik haklarını çiğneyen testler uygulayan TSK, “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile” konulu konferansın sonuç bildirgesinde, eşcinselliği hastalık olarak nitelendirdiği, aile içi cinsel ilişki (ensest) ile eşcinselliği aynı düzlemde değerlendirildiği ve “tedbir alınması gerektiğini” açıklayan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, kadınlara yönelik taciz ve tecavüzün haklı gösterilmesini “gizli eşcinselliğe” bağlayan Fatih Altaylı, bir kadının ancak “erkeklerden şiddet gördüyse”, “maddi ve manevi boşluğa düşmüşse” lezbiyen olabileceğini yazan Sabah Gazetesi, LGBTT bireylerin ve örgütlerin hesaplarını “genel ahlak”a karşı olduğu gerekçesiyle kapatan
Facebook Türkiye Ekibi, üniversitede kurulan “ODTÜ LGBTT Dayanışması” isimli grubun kulüp olma başvurusuna verdiği “Kadın kimlik değildir”, “ODTÜ’de eşcinsel mi varmış”, “Ben hiç tacize uğramadım, ben kadın değil miyim?”, “Ataerkil de kimmiş?”, “Biz de sorunlar yaşıyoruz topluluk mu kuralım şimdi?” ve “Kimlikler üzerinden topluluk kurmuyoruz” , “Cinsel topluluk kurmuyoruz”, “Biz sadece kültür ile ilgili topluluklar kuruyoruz” cevapları nedeniyle ODTÜ Rektörlüğü ve Kültür İşleri, internet ve görsel yazılı basına yönelik sansürleri için RTÜK ve TİB, İstanbul Onur Haftası kapsamındaki bir partide Lambdaistanbul Onur haftası Komisyonu’ndaki bireyleri bıçaklama girişiminde bulundukları için Taksim Live Bar, yapımcısı olduğu “Kılıç Günü” isimli dizideki gey sevişme sahnesi RTÜK’ten uyarı alınca “Ahlâksızlık propagandası yapmıyor, aksine o tip insanların profilini sergiliyoruz. Bu kişiler ve ahlâksızlıklarını gösterebilmek için ahlak sınırları dışına çıkmadan bir şeyler yapmak
yürüyüşler düzenlendi ve etkinlikler yapıldı. Bu
ses
zorundayız” şeklinde açıklama yapan yapımcı Osman Sınav. Onur Haftası, Türkiye’de ilk defa 1993’te “Cinsel Özgürlük Haftası” adı altında kutlanmak istenmiş fakat valilik karşı çıkmış, o yıl etkinlikler iptal olmuştu. Bunun üzerine gelişen olaylarla Lambdaistabul ve Kaos GL’nin temelleri atılmıştı. Daha sonra oluşan çeşitli kurumlarla birlikte Onur Haftası yıldan yıla gelişip renklenerek etkinliklerine devam etti. Dünyada da, Avrupa ve Amerika’da, Madrid, New York gibi merkezlerde, yaklaşık 1 milyon kişinin katılımıyla büyük
duyurma, bu eylemlilik hali aynı zamanda bir kutlamadır. Her sene aynı tarihlerde kutlanan bu gün, bundan 42 sene önce yaşanmış bir olayın, bir değişimin, bir dönüm noktasının kutlamasıdır. Sembolik olarak o gün o sokakta başlayan mücadele, hâlâ dünyanın dört bir yanında devam etmekte.
STONEWALL HIKÂYESI
60’ların sonlarının hareketli atmosferinde, henüz eşcinsel mücadele sol hareketle birlik içine girmemişken, eşcinsellerin ve transların toplanıp gittikleri barlar polis baskınına uğruyor ve çoğunlukla 18 yaşından küçükler veya translar gözaltına alınıyor, barlara mühür vuruluyor veya mekânlar rüşvet karşılığında açık kalıyordu. 27 Haziran 1969 gecesi, eşcinsel ve trans hareket için dönüm noktası sayılabilecek bir olay yaşandı. Greenwich’te, Christopher Street üzerindeki Stonewall isimli bir barda o gece yaşananlar, yayılarak büyüyen bir dalga şeklinde tüm LGBTT bireyleri etkiledi ve başka şehirlere ve ülkelere yayılarak heteroseksüel olmayanlar ile translar üzerindeki baskılara karşı verilen mücadelenin yönünü değiştirdi. O gece yine böyle alışılagelmiş bir baskın gerçekleşti. Fakat bu sefer verilen tepki pek de alışılmış değildi. Baskında yakalanmayıp serbest bırakılanlar, bardan çıkıp gitmek yerine, barın dışında beklediler.
23
Bardaki herkes çıktıktan sonra, polisi içeri hapsettiler ve bardan çıkanlar, sürekli rüşvet ile barlara girebilmelerini protesto etme amacıyla bara bozuk para fırlatmaya başladılar. Bir süre sonra bozuk paraya taşlar da eklendi ve bar ateşe verildi. Bu gecenin bu kadar önemli olması sadece o gece yaşananlardan dolayı değildi, daha sonraki günlerde de olayların, protestoların 24
ve yürüyüşlerin devam etmesi de bu kırılmada büyük rol oynadı. Hemen ertesi gün daha büyük bir kitle, gece olanları protesto etmek amacıyla barın önünde toplanıp slogan atmaya başlandı. Bir sonraki gün ise, tam 500 kişi toplandı ve Christopher Street’te büyük bir yürüyüş gerçekleşti. İşte bu yürüyüş tarihteki ilk Gay Pride yani Onur Yürüyüşü’ydü. Daha sonraki
günlerde ise hareket genişledi ve sol gruplar ile öğrenciler de bu mücadeleye dâhil oldular. Tam 4 gün boyunca sokakta çatışma ve eylemler devam etti. Bu kadar güçlü bir hareket, eşcinsel mücadele tarihinde ilk defa gerçekleşmişti. 60’lı yılların sonları, politik mücadeleler bakımından en ateşli ve hareketli dönemdi ve yine politik bir mücadele olan eşcinsel
mücadele de hiç de tesadüfî olmayarak tam da bu dönemde doruk noktasına ulaştı. Bu mücadeleler sonucunda, çeşitli derneklerin ve örgütlerin kurulması, ayrımcılığı önleyen yasaların çıkması gibi çok önemli sonuçlar doğmuştur. Bu olaydan sonra her yıl aynı dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde Gay Pride kişinin kendi varoluşunun onuru, bundan
utanmayışını temsilen kutlanmaya başlandı.
HOMOFOBI POLITIK BIR KAVRAMDIR
“Peki, ayrımcılık devam etmekte mi?” diye soracak olursak, maalesef buna vereceğimiz cevap pek iç açıcı değil. Çünkü homofobi
dediğimiz kavram kişisel korku veya eğilimlerin çok ötesinde bir yerde şekillenir. Foucault’ya göre, kapitalizmle birlikte şekillenen yeni iktidar sistemiyle, toplumu normalleştirmek adına, bir normalizasyon süreci başlatılmış ve bireyler normlara uymaya zorlanmışlardır. Deliler veya suç eğilimi gösterenler gibi toplumsal normların dışına taşan bireyleri normalleştirme ve topluma kazandırma amacıyla akıl hastaneleri ve hapishaneler bu sürecin bir parçası olarak işlemektedirler. Eşcinselliği bir hastalık, bir cinsel sapma olarak gören homofobiyi de politik bir durum olarak, normalizasyon sürecinin bir parçası şeklinde görebiliriz. Farklı cinsel yönelimler, bir anomali gibi görülüp devlet ve toplum tarafından nefret söylemlerine ve hak ihlallerine maruz bırakılmıştır. Bu nefret söylemleri iktidar tarafından üretilmiş, toplumdaki insanların dilini, zihnini ve dünyasını şekillendirmiştir. Homofobi ve transfobi üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Melek Göregenli bu konu ile ilgili, “Eşcinselliğe yönelik tutumların dinsel arka planları, cinsiyete dayalı ötekiler yaratma süreçleri, heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimleri olan insanların bazı yurttaşlık haklarının inkâr edilmesi, konuya, toplumun politik düzenlenişiyle ilgili boyutlar eklemektedir; dolayısıyla söylenebilecek her söz kendiliğinden politiktir ve sadece eşcinsellikle ilgili olamaz” der. (M. Göregenli, Heteroseksizm, Homofobi ve Nefret Suçları: Sosyal Psikolojik Yaklaşım) Toplumsal normların ve iktidar ilişkilerinin ayrımcılığa karşı politikalarını değiştirmeleri için verilen mücadele, 42 yıl önce yaşadığı kırılmayla birlikte hala devam etmekte. Irkçılık ve dinsel nefret söylemleri gibi ayrımcılık örnekleri ile ilgili çalışmalar 1900’lerin başından itibaren yapılmaya başlanmışken; sosyal bilimler homofobi konusunda çalışmalarına yeni başlamıştır. Sosyal bilimlerin bu açığı kapatmak için çalışmalarına devam etmesi ile birlikte, ayrımcılık ve şiddet konusunda önemli yollar katedilebilir.(CG/EA/SON)
25
MABEL MATIZ
Mabel Matiz Kendi şarkılarını yazıp onları söyleyen ve bu iki işi de çok iyi yapan pek fazla müzisyen yoktu karşımızda. Ama işte aslında geçen sayıda yazmam gereken albümü biraz rötarlı da olsa dinleyebildim. Mabel Matiz’in kendi adını taşıyan ilk albümü bu ülkede yapılan müzikler arasında kalıcılığına kesin gözüyle baktığım ender çalışmalardan biri. Baş döndürecek kadar kıvrımlı vokaller, ağır bir alt metinin yanı sıra üslubu ile de insanı yaralayan şarkı sözleri ve sadelikten gelen güzellik. Bütün şarkıların belli bir seviyenin üstünde olduğu albümde benim favorim Hrant Dink adına yazılan “Öteki”. Bunun dışında Filler ve Çimen, Söylese O Ben Söyleyemem ve Şüpheli Şarkının Şairi (albümde evde yapılan demosu kullanılmış) de albümün en dikkat çeken şarkıları.
BLACK LIPS
Arabia Mountain Bu sayımızı şenlendiren bir diğer Amerikalı grup Black Lips. Amerikan grupları severler böyle mevsimine göre albüm yapmayı. Yaz mevsimi dolaylarında da hangi albümü dinleyeceğimizi şaşırır hale gelebiliriz. Ancak Black Lips’in içindeki garage rock ruhu her mevsim istenilen ölçüde alınabilir, bünyeye zarar vermez. Garage rock öğelerinin yanı sıra içinde punk, 60’lar & 70’ler, blues gibi tatları da barından yeni Black Lips albümü Arabia Mountain de menümüzün en değerli parçalarından biri olmayı sonuna kadar hakediyor. Bu seneki Rock’n Coke’un misafirlerinden olan grubun on altı şarkıdan oluşan yeni albümünden Family Tree, Go Out and Get It, Mr. Driver, Time gibi şarkılar şiddetle tavsiye edilir..
PAUL KALKBRENNER
Icke Wieder
Günümüzün elektronik müzik dehalarından Paul Kalkbrenner yine mükemmel bir albümün altına imzasını atmış. Berlin Calling filmi ve albümü sonrasında ününü Almanya sınırlarının iyice dışına taşıyan sanatçı Icke Wieder ile minimalist müzik coğrafyasında bizi eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor. Ancak bu albüm bir Berlin Calling değil! Bunu da söylemek lazım. Icke Wieder’in içindeki karanlık biraz daha geri planda ve dikkatli bir dinleme gerektiriyor. Muhtemelen Paul’un rehabilitasyon süreci biraz işe yaramış ki bu albüm biraz daha mutlu bir albüm olmuş. Jestruepp, Kruppzeug, Boexig Leise gibi vurucu şarkıları da göz önünde bulundurarak bu albümü sayının en iyi albümü seçmekte sakınca görmüyorum. Belki Gloss Drop da olabilirdi ama Icke Wieder bunu daha çok hakediyor.
INCUBUS
If Not Now, When? Californialı rock grubu Incubus, 2006’da çıkardıkları ve büyük başarı toplayan albümleri Light Granedes’ten sonra kuruluşlarının 20. yılında 7. stüdyo albümü If Not Now,When?’i piyasaya sürdü. Biraz da Brandon Boyd’un solo takılmacaları yüzünden geciken albümün eski Incubus albümlerinden çok daha soft bir tınısı olması ilk dikkatimizi çeken şey. Hatta albümde epeyce bir 80’ler pop etkisi var. İlk başta Incubus’la pek bağdaşlaştıramazsam da boy-band elemanı sesli Brandon Boyd’a epey yakışmış bu sound. Bu etkinin yanında albümün Incubus’a özgü bir havası olduğunu da söylemek lazım. Özellikle sekizinci şarkı In the Company of Wolves’ta bunu rahatça duyabiliyoruz. Albümden favori şarkım ise Switchblade.
LOIS FONSII
Tierra Firme Lois Fonsi, Porto Rikolu bir pop idolü. Eğitimini Amerika’da alan müzisyen ısrarla İspanyolca müzik yapmaya devam ediyor. Pop müzik etiketi altında bize sunulanları düşününce Lois Fonsi’nin Tierra Firme albümü bana bir yaz günü gölgede serinleyip güzel bir içki yudumlamak gibi geldi. Latin pop müziğinde duymaya alışık olduğumuz melodilerin yanına güçlü vokalini katmayı başarması, Lois’in bu albümdeki en önemli başarısı. Bu “duygusal yaz albümünün” öne çıkan şarkıları ise Respira, Claridad ve Gritar.
gelecek vaat eden gruplar
HILAL ÖZ
Ankara’dan söylediği şarkılarla şimdiden Myspace üzerinden belirli bir kitle edinen Hilal Öz’ün müziği bu ülkede eksikliğini hissettiğimiz müziklerden biri. Müzikal altyapının es geçilmediği ve ona en az sözler ve vokaller kadar değer verilen bir kadın vokalist müziği biraz boşlukta bir durumdaydı. Bu boşluğu doldurması muhtemel en önemli müzisyenlerden biri olduğunu söylemek gerek burada. Siyah Beyaz’ını usanmadan dinleyebilirsiniz. Bizden duymuş olun, kendisi albüm için çalışıyormuş bu aralar.
http://www.myspace.com/hilaloz
KÜNT
Son dönemlerde yükselişe geçen akustik ve akustik-matik akımlarına coğrafyamızdan eklenen son seslerden olan Künt, yakın geleceğin en önemli gruplarından biri olacağa benziyor. Ezgi Altıner, Zeynep Özkazanç ve Cihan Mürtezaoğlu tarafından kurulan grup son günlerde birazcık kalabalıklaşıyor. Sirk adlı şarkıları ise tarafımızdan şiddetle tavsiye edilmekte.
http://www.myspace.com/kuntmus
26
ne dinleyelim
27
Em
re
Te
m iz
BATTLES Gloss Drop OWL CITY All Things Bright DIGITALISM I Love You, Dude MABEL MATIZ Mabel Matiz BLACK LIPS Arabia Mountain PAUL KALKBRENNER Icke Wieder INCUBUS If Not Now, When? LOIS FONSII Tierra Firme BATTLES
Gloss Drop Amerikalı deneysel rock, math-rock grubu Battles’ın Tyondai Braxton’un grupla yollarını ayırmasından sonra yapacağı ilk albüm müzik çevrelerince çok merak ediliyordu. Braxton’ın ardından şarkılarda zaten az kullandıkları vokal partisyonlarını kullanmamaları beklenirken, Battles üyeleri çeşitli şarkıcılarla çalışmayı seçerek kadronun üç kişi kalmasına özen gösterdi. Matias Aguayo (esasen bir elektronik müzik sanatçısıdır), Gary Numan (evet bildiğimiz Gary Numan), Kazu Makino (Blonde Redhead vokali) ve Yamantaka Eye (Japonya’nın en üretken müzisyenlerindendir) bu albümde bizi selamlıyorlar. Gloss Drop tam bir eğlencelik yaz albümü Battles’ın diğer işleriyle kıyaslandığında. Sweetie & Shag ve Ice Cream ise albümün öne çıkan şarkıları.
OWL CITY
All Things Bright Adam Young’ın synth-pop projesi Owl City, kısa süre içinde Amerikan gençliğinin en çok tuttuğu projeler arasında yerini almayı başardı. Benim gibi Ben Gibbard sevenler bu projeyle epey bir dalga geçebilirler; zira Adam Young’ın vokal tarzı ve kullandığı melodiler Gibbard’a çok fazla benziyor. Ancak bu benzerlikleri rahatsız edici bulmayan genç ruhlu müzikseverler yeni Owl City albümünü çok seveceklerdir. Bu albüm de çok fazla neşeli ve “tatlı” bir albüm. Albümün açılışını yapan The Real World ve altıncı şarkı Kamikaze’nin duyumu bana daha güzel geldi şimdilik. Bu albüm sizi sıkarsa üzülmeyin. The Postal Service açıverin olsun bitsin.
DIGITALISM
I Love You, Dude İsmail Tüfekçi ve Jens Moelle ikilisinin tech-house, electro-house projesi Digitalism yine çok iyi bir albümle insanların içindeki dans etme isteğini dışa vurmalarını sağlaıyor. İsmail Tüfekçi neden şu “En Başarılı Türk!” listelerinin birinde değil anlayamıyorum aslında. Her yıl onun sayesinde yüzbinlerce insan dans edip sıkıntılarından uzaklaşıyor… I Love You, Dude meleodik bir Digitalism albümü. Distörse edilmiş synth partisyonlarımız hala sound’un önemli bir parçası olsa da şarkıların melodik yapısının önceki çalışmalara göre çok daha güçlü olduğunu söylememiz lazım. Circles çok kişiye dans ettirecek belki ama benim için albümün en iyisi kapanmaya yakın karşımıza çıkan Miami Showdown.
:
an
ay
ırl H az
16 AĞUSTOS
22 AĞUSTOS
SALI
23 AĞUSTOS
PZT
Anouar Brahem Quartet Topkapı Sarayı 1. Avlu Öğrenci: 58 TL Minder: 72 TL
SALI
McCoy Tyner Trio With Gary Bartz Yıldız Sarayı Has Bahçe Öğrenci: 58 TL Minder: 72 TL
Ahmad Jamal Topkapı Sarayı 1. Avlu Öğrenci: 58 TL Minder: 72 TL
06 EYLÜL
SALI
Jamiroquai Turkcell Kuruçeşme Arena Sahne Önü: 261 TL Ayakta: 108 TL
9-11 EYLÜL
CUMA PZR
Unirock Festival 2011 KüçükÇiftlik Park Konaklama Bileti: 15 TL Kombine Normal Giriş: 85TL Kombine Sahne Önü: 165 TL Günlük Normal Giriş: 56 TL Günlük Sahne Önü: 112 TL
[konserler]
17 EYLÜL
CTS
Rainer Truby DJ Set Ghetto TerasKüçükÇiftlik Park 17 TL
17-18 EYLÜL
CTS PZR
All Big Fest Yedikule Zindanları
23-24 EYLÜL John Scofield Group IKSV Salon Ayakta: 45 TL Öğrenci : 30 TL
28
CUMA CTS
30 EYLÜLO1 EKİM CUMA CTS
Lamb IKSV Salon Ayakta: 50 TL Öğrenci : 30 TL
AHMET ÖĞÜTMODERN DENEMELER @SALT BEYOĞLU 16 Haziran- 1 Ekim Yokuşta kalmış, uzatılarak modifiye edilmiş bu araba Murat 131’in kendisi midir, yoksa havada hareketsiz asılı duran bir orta sınıf tahayyülü müdür? Ahmet Öğüt’ün enstalasyonu, mekânda oluşturulmuş bir yokuşta takılı kalmış modifiye bir otomobilden meydana geliyor. 1970’lerin ortasından itibaren masum ve mütevazı orta sınıf hayallerini süsleyen Mirafiori, Türkiye’de Tofaş tarafından Murat 131 olarak üretilirken, İspanya’da Seat markası altında piyasaya çıkmıştı. Ayrıca, Güneydoğu Asya, Güney Amerika ve Kuzey Afrika’da montajlanmıştı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) ise Lada bir benzerini yaptı. Motor ve tasarımı ithal, montajı yerel, bir dönemin klasik orta sınıf arabası Mirafiori, kaporta kültürünü işlemesi açısından da modernizm uygulamalarını çağrıştırmaktadır. 1950’lerin Amerikan arabalarının kasalarının uzatılarak modifiye edilmesi gibi Yokuş Boyunca’daki arabanın da uzatılmış olması, bir lüksten ziyade bir ihtiyaca gönderme yapmaktadır.
sayıda sanatçının yapıtını bir araya getirecek. Gonzalez-Torres’in yapıtlarına gönderme yapan bu temalar “İsimsiz” (Pasaport), “İsimsiz” (Ross), “İsimsiz” (Ateşli Silahla Ölüm), İsimsiz (Soyutlama) ve İsimsiz (Tarih). Kendi bağımsız mekânlarına sahip karma sergilerin her biri kendi içinde yoğun bir ilişkiler ağı taşıyacak. Bu sergiler bir araya geldiklerinde bienalin tamamı açısından birer tematik dayanak işlevi görecek. Her kişisel sunum, karma sergilerin konularıyla ilişkili olacak ancak karma sergilerin ortaya koyduğu konuları inceleyerek tartışmayı kararlı bir şekilde daha ileri noktalara taşıyacak.
[sergiler]
PATRICIA PICCININI “BENI BAĞRINA BAS” @ ARTANE 22 Haziran-21 Ağustos “Beni Bağrına Bas”, Patricia Piccinini’nin 1997’den bu yana ürettiği ve heykel, yerleştirme, çizim, video gibi farklı mecraları kullandığı işlerini bir araya getiriyor. Piccinini, bugün hayatımızın merkezinde yer alan çeşitli meseleleri, günümüz teknolojisine, doğa kurgusuna ve tüketimciliğe atıfla ele alıyor. İşleri, iki karşıt genelgeçer yargıdan doğan çelişkili ruh haline işaret ediyor: Biri “dünyanın sonuna” yaklaştığımızı gösteren “alametlerin” sürekli arttığını söylerken, diğeri bilim ve teknolojinin dünyayı iyileştirip ebedi bir cennete dönüştüreceğini iddia ediyor.
‘İSIMSIZ (12. İSTANBUL BIENALI), 2011’ 17 Eylül-13 Kasım 12. İstanbul Bienali, hem biçimsel olarak yenilikçi hem de siyasal açıdan sözünü esirgemeyen yapıtlara odaklanarak sanat ile siyaset arasındaki ilişkiyi inceleyecek. Bienalin ana ilham kaynağını sanatsal üretimi bu tür bir anlayışın en güçlü örneklerinden olan Kübalı-Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres’in (19571996) yapıtları oluşturuyor. Bienalin başlığı İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011. Bu başlık Gonzalez-Torres’in yapıtlarının çoğunu isimlendiriş şekline bilinçli bir gönderme yapıyor: “İsimsiz” ve ardından parantez içinde gelen bir açıklama.
STEVE MCCURRY “SON KODACHROME FILMI” FOTOĞRAF SERGISI @ISTANBUL MODERN 03 Ağustos - 04 Haziran
ARAZI ÜZERINE: KOLOMBIYA’DA ÇAĞDAŞ SANAT SERGISI @SANTRALISTANBUL GALERI 1 12 Temuz- 11Ağustos
12. İstanbul Bienali’nde beş karma sergi ve yaklaşık 45 kişisel sunum yer alacak. Her karma sergi, belirli bir tema başlığı altında çok
29
ben müstak bel bir gazete ciyim B
Asya’da ve Orta Doğu’da gazeteciler gerek devlet gerek isyancı çeteler tarafından katlediliyor, birilerinin kirli çamaşırlarını ortaya döktükleri için hapiste çürüyorlar. Türkiye’de de özellikle yakın tarihte çokça şahit olduğumuz bu mesleki eziyet ne yazık ki tüm baskıcı rejimlerde dehşet verici durumda en de müstakbel bir gazeteciyim ve hayatım tehlike altında. Bu mesleğin kutsallığına inandığımız anda hapse girmeyi ve hatta bazen sebepsizce öl(dürül)meyi göze almış oluyorsunuz. Türkiye’deki durum birçok Orta Doğu ve Asya ülkesine oranla “nispeten” daha az tehlike içerse de özgür basın, özgür düşünce, özgür kalem konusunda çok da övünebilecek durumda değiliz.
Bildiğimiz gibi, hükümetin ya da çok paralı çok şirketli medya patronlarının dayattığı sansür veya oto-sansür kurallarına uygun bir şekilde yazmadığınız zaman ya da en basit haliyle birilerinin ayağına bastığınız zaman en iyi ihtimalle aylarca hapiste davanızın görülmesini bekliyorsunuz. Şu anda “dokunup” ya da “dokundurup” yanan çok sayıda gazetecinin hapiste olması, Türk basınının özgürlük derecesini belirlemeye yeterlidir sanıyorum. Ayrıca parmaklık ardında olmayan ancak kalemini oynatmasına izin verilmeyen her gazetecinin de mesleki bir hapis hayatı yaşadığı kanısındayım. Evet, onları görmüyoruz ya da duymuyoruz ve bu tarz kısıtlamaların tüm dünyada olduğunu da biliyoruz; ancak Türkiye’de sansür uygulamalarının dünyaya oranla -masa altından- çok daha sert bir şekilde yapılıyor olması pek de bilinmeyen bir şey değil. Yine de Pakistan’daki faili meçhul cinayetlerin, Yemen’de ordu tarafından ateşe verilen gazete binalarının yanında son derece pembe görünüyor Türkiye’nin boynu bükük basınının tablosu. Çok geriye gitmeye gerek yok; son birkaç yılın istatistiklerine baktığımızda bile kendi halimize şükredecek malzemeyi çıkarabiliyoruz. Zaten baskıcı ülkelerde var olan korkunç manzaralar, bir de Orta Doğu’daki devrim hareketleriyle pekişti ve tabii ki baskıcı liderler öncelikle halkı coşturan medyanın sesini kesmek istedi. Hal böyle olunca, hali hazırda sıcak bir savaş ortamında işlerini yapmaya çalışan gazetecilerin ölümleri de “eylemcilere açılan ateşe denk gelmiştir” gibi açıklamalarla meşrulaştırılmaya başladı.
Zeynep Sarsılmaz 30
Basın “özgürsüzlüğünden” nasibini alan ülkelere şöyle bir göz gezdirirsek, listenin başını Pakistan’ın çektiğini görüyoruz. Gerçekten Pakistan’daki en tehlikeli mesleklerden biri gazetecilik.
Pakistan’da bugün itibariyle hapiste 3 gazeteci var. Aslında Pakistan gibi basının çok sıkı dizginlendiği bir ülke için bu çok düşük bir sayı. Çünkü perde arkasında çok daha soğuk bir gerçek yatıyor: Gazetecilerin kurban olduğu faili meçhul cinayetler! Pakistan’da bir gazeteci hakkında tutuklanma kararı çıktığı anda o gazeteci kaçırılıp öldürülüyor. Cinayetlerin sorumluları asla ortaya çıkmıyor. Gözaltında kaybolmuş, sağ ya da ölü olduğu henüz bilinemeyen gazeteciler de mevcut. Bazı gazetecilerin öldürülmesi karşılığında büyük ödüller konuyor, haklarında ölüm fetvaları çıkıyor. Javid Lehri gibi polis tarafından işkence gören, Jan Muhamman Dashti gibi yıllardır ölümden saklanan gazeteciler de var. Cinayetlerden Cihatçıların ve çetelerin sorumlu olduğu biliniyor. Özellikle Beluci bölgesine gazeteciler pek yaklaşamıyor ve dolayısıyla dünya, bölgede faaliyetini sürdüren terör örgütleri ya da çeteler hakkında çok fazla bilgi alamıyor. Gazeteciler her ne kadar bölgeye girmeye çalışsa da bölgedeki kuvvetler buna asla izin vermiyorlar. Evet, Pakistan gazeteciler için dünyanın en karanlık işyeri olabilir. Ancak çamuru Pakistan’a atıp diğer ülkeleri temize çıkarmak da yanlış olacaktır. Özellikle Irak’ta kasten öldürülen gazetecilerin yanı sıra görevlerini yapmaya çalışırken intihar bombalarıyla hayatlarını kaybeden gazetecilerin sayısı oldukça fazla. Yıllarca savaş ortamından çıkamayan, dışarıdan gelen saldırılar dursa bile kendi içindeki savaşı asla bitmeyen Irak’ta magazin muhabiri bile olsanız aslında bir savaş muhabirisiniz. Bir de bu aralıksız süren buhrana hükümet baskısı da eklenince, gazetecilerin işi bir hayli zorlaşıyor. Öyle ki, hükümet yanlısı gazeteler bile bu baskıdan nasibini alıyor. En ufak bir yanlışta gazeteciler hakkında karalama kampanyaları başlatılıyor ve halk muhabirlere karşı dolduruşa getiriliyor. Buna benzer iftiralar sonucu halktan ölüm tehditleri alan ve hayatını saklanarak yaşamak zorunda kalan birçok Iraklı gazeteci mevcut. Yemen de dünyada en baskı altındaki medyaya sahip ülkelerden biri. Hükümet yasalarıyla medyayı tamamen kontrol altında tutuyor ve tüm eleştiri kapılarını kapıyor. 2009’da ayrımcılık ve ülkenin birliğini tehdit suçlamalarıyla yargılanan 8 gazete durumun vehametini az da olsa gözler önüne seriyor. Özellikle hükümet tarafından
birincil hedef haline getirilen Al-Ayyam gazetesinin dağıtımının engellenmesi ve merkez binasının ordu tarafından ateşe verilmesi, Yemen’de basına karşı uygulanan hukukun ne kadar vahşi boyutlara taşındığını gösteriyor. Dünyada daha pek çok ülkede basına uygulanan baskıların ardı arkası kesilmiyor. Amacı halka gerçekleri göstermek ve halkın sesi olmaktan öteye gitmeyen gazetecilerin önü bazen komik denebilecek yasalarla bazen de alçak saldırılarla kesiliyor. Bazen halk da bu saldırılardan nasibini alıyor. Çin’deki blog yazarları bu saldırılardan en çok etkilenenlerden. Çin’de “yanlış” bir şey yazdığınızda, hatta “girmemeniz gereken” bir siteye girdiğinizde “internet polisi” denen kavramla karşılaşıyorsunuz. Çin, İran gibi ülkelerde yönetim şeklinin aksi herhangi bir şey düşünseniz bile hapsi boyluyorsunuz. Artık bu sayılar o kadar yüksek ki halk buna duyarsız hale geliyor. Tıpkı bizim de yavaş yavaş duyarsızlaştığımız gibi. Evet, ölmek ve hapse girmek arasında uçurum var. Ve bazıları ömrünü hapiste geçireceği için kendini şanslı bile sayabilir. Ancak, bana göre bir gazeteciyi susturmak, halktan koparmak ve onun kalemini almak, onu öldürmekle eşdeğer. Hem de sadece insanların haber alma hakkını vermeye çalıştıkları için… Dokundukları ve dokunmaya devam edecekleri için… Ben de müstakbel bir gazeteciyim ve hayatım tehlike altında. Belli olmaz, yarın ben de birine dokunabilir ve yanabilirim. Ancak bize haber yazmaktan daha iyi öğretilen bir şey varsa o da birileri bizi ateşe verdi diye pes edip hükümetlerin, çetelerin, tarikatların, şirketlerin baskılarına göz yummamak. Susmamak susmamak SUSMAMAK! En azından Hrant Dink’in, Jamal Al-Sharabi’nin, Mosa Khankel’in, Hayatullah Khan’ın, Tim Hetherington’ın ve daha yüzlercesinin onurlu anısı adına! (BGHA/ZS/EA/SON)
Pakistan’da vahşice katledilen Mosa Khankel (28), barış yolunda verilen ilk şehit olarak görülüyor. Khankel, Pakistan hükümeti ve Taliban militanları arasında imzalanacak olan bir barış antlaşmasını rapor ediyordu. Mosa Khankel’in ölümünden hemen sonra antlaşma imzalandı.
Bir Kasım akşamı kafasına, boynuna ve gövdesine isabet eden kurşunlardan sağ çıkmayı başarabilen Iraklı gazeteci Imad Abadi “şanslı” basın mensuplarından biri. Al-Diyar kanalı muhabirlerinden olan Abadi, aynı zamanda basın özgürlüğünü savunan bir aktivistti.
Irak’taki ifade özgürlüğüne vurulan darbelerden biri de son zamanlarda Türkiye’de trajikomik bir şekilde ele alınan internet sansürü. Türkiye’deki uygulamaya benzer bir şekilde Irak’ta da hükümetin seçtiği bazı kelimeler internette sansür yiyor.
2011’de bugüne kadar dünya çapında toplamda 32 gazeteci öldürüldü, 154 gazeteci hapse girdi. Ayrıca 113 blog yazarı da bireysel muhabirlikleri dolayısıyla hapiste. (Kaynak: Sınır Tanımayan Gazeteciler)
Kaynaklar: Sınır Tanımayan Gazeteciler (Reporters Sans Frontieres) Uluslararası İfade Özgürlüğü Merkezi (International Freedom of Expression Exchange, IFEX) IPS İletişim Vakfı, Bianet (www.bianet.org)
31