Düpedüz Yazılar - SERKAN ENGİN

Page 1

SERKAN ENGİN

Düpedüz Yazılar



DÜPEDÜZ YAZILAR

SERKAN ENGİN Emeğin Sanatı E-Kitaplığı Şubat / 2017 Düşün Dizisi-11


SERKAN ENGİN’İN E-YAYINEVİMİZDE YAYINLANAN DİĞER YAPITLARI: ANNE BENİ ÖLDÜRSENE(Şiirler): https://issuu.com/emeginsanati/docs/anne_ben_____ld__rsene_-_serkan_eng GÖLGE BOKSU(Eleştiriler): https://issuu.com/emeginsanati/docs/serkan_eng__n-g__lge_boksu-2.b. HER ŞİİRİN UYAKSIZ(Şiirler)I: https://issuu.com/emeginsanati/docs/her__iirin_uyaksizi-serkan_engin ARSIZ AKROSTİŞ(Şiirler): https://issuu.com/emeginsanati/docs/arsiz_akrosti__-_serkan_engin EROTİK ŞİİRLER ATLASIM(Şiirler): https://issuu.com/emeginsanati/docs/serkan_engin-erotik__iirler_atlasim DİLBAZ ŞİİRLER(Çevrilmiş Şiirler): https://issuu.com/emeginsanati/docs/dilbaz__iirler_-_serkan_engin UYSAL CİNAYETLER(Roman): https://issuu.com/emeginsanati/docs/uysal_cinayetler.serkan_engin

DÜPEDÜZ YAZILAR Serkan ENGİN Kapak Fotoğrafı:H.G. Kapak Düzeni: A.Z.ÇAMUR Yayın, Tasarım ve Düzenleme: A.Z.ÇAMUR Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Kitaplığı Düşün Dizisi - 11 Şubat- 2017

Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Dergisinin yan kuruluşudur. İlgili web adresleri: http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com http://emeginsanati.blogspot.com http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Yayınları e-posta adresi: emeginsanati@gmail.com

© Bu e-kitabın tüm hakları Serkan Engin’e aittir. Bu kitap ve kitabın özgün özellikleri Emeğin Sanatı kolektifine aittir. Serkan Engin’in izni olmadan hiçbir biçimde taklit edilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz. Ancak kaynak belirtilerek alıntı yapılabilir.


Dinamit Olun!

“Ben insan değil bir dinamitim.” Friedrich Nietzsche Kralların kıçını koyduğu altın yaldızlı bir kubur olmaktansa, o sarayı kendimle birlikte havaya uçuran bir dinamit olmak isterim ve olurum da her ne istersem, çünkü ne olduğumuz sadece bize bağlıdır, ne olabildiğimiz ise iradi seçimimiz kadar yeteneklerimiz ve nesnel koşullar ile ilintilidir. Mesele, olmak istediklerimizi seçerken, irademizin dışındaki parametreleri de kavrayabilmek ve seçimlerimizi buna göre yapmaktır. Aksi takdirde hüsran kaçınılmazdır. İçinde bulunduğumuz her durum, iradi seçimlerimiz ile nesnel koşulların bir bileşkesidir. Ne tek başına iradi seçimlerimiz belirleyicidir ne de nesnel koşullar. Aynı ülkede, aynı şehirde, aynı evde, aynı ailenin bireyi olan iki kardeşi ele alalım. İkisi de aynı nesnel koşulların ana şemsiyesi altında doğup büyüyüp gelişiyorlar. Yani kişiliklerinin oluşumunu etkileyen birincil etmen olan aile aynı; içine doğdukları coğrafyadaki ideolojik, dini, ulusal, etnik, dilsel ana şemsiye de aynı. Peki bu iki kardeş, yetişkin çağa geldiklerinde nasıl biri faşist diğeri de sosyalist olabiliyor. Sadece farklı okullarda okuyup, farklı insanlarla tanışmaları ve bu kişiler üzerinden farklı ideolojilerden etkilenmeleri, tek başına sorumuzun yanıtını karşılıyor mu? Yoksa, daha ötesi mi var? 3


“İnsanların maddi koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler”, diyor Karl Marx Kesinlikle doğru, ama eksik. Elbette nesnel gerçeklik insan bilincinden bağımsız olarak vardır ve bu koşullar bireyin bilincinin belirlenmesinde etkendir, ama sosyalist birey kendini kuşatan nesnel gerçekliğe rağmen, kendi kişiliğinde devrim yaparak kendini inşa edebilen bireydir. Yoksa kapitalist üretim ilişkileri ve onun üst yapı kurumları ile donanmış bir toplumun, sadece kapitalist bireyler üretmesini beklememiz gerekirdi, yani sosyalist bireyler olmamalıydı böyle bir toplumda o zaman. Bireyin neliğini belirleyen, nesnel koşullar ile kendi eylem tercihlerinin bileşkesidir. Bu eylem pratiği en az nesnel koşullar kadar -hatta kendini sosyalist birey olarak inşa edebilen birey için çok daha fazla olarak- bireyin neliğini belirler. Sosyalist birey ise nesnel gerçekliği dönüştürme derdinde olduğuna göre, sosyalist bilinç de bu dönüşüm bağlamında maddi koşulları belirler. Değişmekte olan maddi koşullar da başka bireylerin bilincinin belirlenmesine katkıda bulunur. Yani nesnel ve öznel gerçeklik karşılıklı etkileşim içindedir. Bir yandan maddi koşullar bireyin bilincini belirlerken, bir yandan da birey bilincinde yapacağı sıçramalarla maddi koşulları belirler. Kimi altın yaldızlı kubur olmayı seçer, konformist çıkarları için, kimi ise konformist çıkarların hepsini insanlık onuru için elinin tersiyle iter ve kendini patlatıp öldürmek pahasına, insanı ezen, sömüren erk odaklarını yıkmaya çalışır. Bunu kalemiyle yapar, sendikal mücadeleyle yapar, muhalif resimleriyle yapar, “mahalle baskısı”na kafa atarak sokaklarda hemcinsi sevgilisiyle el ele gezerek yapar, doktorluk diplomasının, ailesinin, memleketinin boynunu bükük bırakıp devrim için dağlara çıkışıyla, kentlerin damarlarına karışmasıyla yapar, kız çocuklarının okutulmasının ayıp sayıldığı bir kasabada ve çağda, tek başına kızını okula yollamaya direnmekle yapar, “gölge etme başka ihsan istemem” diyerek mülkiyetçiliği hiçleyerek yapar, …yapar da yapar, kendi yetileri ve olanakları ölçüsünde, yeter ki istesin. Kuburlar uzun, rahat bir ömür sürer, ama sonunda çürür ve yok olur giderler, kimse anımsamaz bile onları. Oysa saraylar yıkılsın diye patlayan her dinamit birileri tarafından anımsanır. O sarayın yerine yenisi yapılsa, kralın yerine yenisi gelse de, bu eylem, birilerinin bilinç sıçraması yapmalarını tetikleyen bir model olur, toplumun ve tarihin önünde. Birgün Gazetesi, 12 Ocak 2011 4


Alenen Sizi Askerlikten Soğutmak İstiyorum

Alenen askerlikten soğutmak istiyorum sizleri, hepinizi, yani tüm dünya halklarının yoksul çocuklarını. Ölmeyin, öldürmeyin istiyorum, silah şirketlerinin kâr hırsı ve birilerinin erk mücadelesi yüzünden. Savaşıp insanlıktan çıkmayın istiyorum hiçbiriniz. Ölmek ve öldürmek üzere emre amade birer robot olmayın istiyorum. Siyasal erklerin başına çöreklenenler, size birer istatistiksel rakam gibi bakmasınlar istiyorum, cenazeleriniz sıra sıra geçerken yoksul halkların kalplerinin önünden. Mezarlarınızın başında ağlayan karınız, etinden et kopan ananız, yetim kalacak çocuklarınız olmasın istiyorum. “Eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde, her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz ve bilinçli şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı ve o soğuk silahları öylesine tiksindirici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi.” diyen Albert Einstein’ın sözlerinin altına kalbimin en çocuk harfleriyle imzamı atıyorum. 5


Yılmaz Odabaşı’nın; “Cehennem Bileti” adlı şiirindeki “bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. toprak eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır!” dizesinin de altına, bütün bilincim, kalbim, insan olma onurum ve cesaretimle alenen imzamı atıyorum. Zerre kadar da korkmuyorum, çekinmiyorum, bu yüzden Yılmaz Odabaşı gibi yargılanıp hapis yatmaktan. Çok şey istiyorum biliyorum. Ah, ne yazık ki “Dünyanın En Tuhaf Mahlûkusunuz” benim güzel insanlarım, “âdeta mağrur, salhaneye koşan”, ama kalbimin sıkletince denemeden de duramıyorum, sizi alenen askerlikten, sizi militarizmden, sizi savaşlardan, sizi ölmekten ve öldürmekten soğutmayı. Çünkü insan onuruna aykırı buluyorum, bu vahşete itiraz etmemeyi, dünyanın her yanını saran. Ne balıktan ne Hâlik’ten beklediğim bir şey yok, yoksul halkların güzel çocukları. Sizi sevmekten başka bir derdim de yok, benim güzel insanlarım. Birgün Gazetesi, 28 Ocak 2011

6


Milli Hassasiyetlerinizle Oynamak İstiyorum

Nedir milli hassasiyetlerinizin sonucu. Milli burjuvazi yaratmak için bir buçuk milyon Ermeni’nin ve beş yüz bin Süryani’nin İttihat ve Terakkiciler tarafından katledilmesidir. Dersim’de, 72 bin Zaza’nın Mustafa Kemal’in emriyle kadın, çoluk-çocuk demeden süngülenmesidir. 6-7 Eylül olaylarında gene milli burjuvazi yaratmak amacıyla, Rumların saldırılara uğraması ve mallarının yağma edilmesidir. Öcü gibi gördüğünüz “bölünme”nin korkusu yüzünden 30 yıldır bu coğrafyada on binlerce Kürt ve Türk gencinin ölmesidir. “Vatan aşkına” ölmek ve öldürmek için emre amade olanların, vatanın ne olduğunu sormayacak, sorgulamayacak kadar bilinç körü olmasıdır milli hassasiyetlerinizin sonucu. Oysa 100 sene önce başka yerlere “vatan” deniliyordu. Bugün kimse “oralar” için “vatan aşkı” ile yanmıyor. Milli sınırlar dediğiniz şey burjuvazinin ürünü değil miydi tarih sahnesinde, “millet” kavramı var mıydı burjuva devriminden, Fransız İhtilali’nden önce. Ne var ki sormuyor, sorgulamıyorsunuz, “Ben yoksam vatan kimin için” var diye, Ataol Behramoğlu’nun ["Ey bu topraklar için /Toprağa düşen"/ Bir karış toprağın /Var mıydı yaşarken?”] sözlerine de kulak vermiyorsunuz. Savaşları kimler çıkartır, kimler ölür diye sormuyorsunuz. Neden savaş diye bir kavram var ve ne zamana kadar sürecek diye sorgulamıyorsunuz. Ne de olsa “canınız Türk varlığına armağan”dır ve sizler devletin varlığı için var olduğunuzu 7


sanıyorsunuz. “Devlet halklara, işçi ve emekçi sınıflara hizmet eden bir araç olmalıdır” demiyorsunuz. Hangi sınıftan olduğunuzun bilincinde değilsiniz zaten, hangi sınıfın çıkarları için öldüğünüzün, öldürdüğünüzün farkında değilsiniz. Sizleri ölüme yollayanların çocuklarının pamuklar içinde, “gemicik”ler yüzdürerek yaşıyor olmasına itiraz etmiyorsunuz. Hadi siz lümpensiniz, cahilsiniz de, ya “solcu” geçinip “milli hassasiyeti” olanlara ne demeli. İrlanda’nın Britanya’dan haklı olarak ayrılma mücadelesini destekleyen Marks’ı, Lenin’in UKKTH tezlerini algılayıp savunmak yerine, “milli hassasiyetler” içindeki solculara ne demeli. Ya da “Kendisi yarı sömürge olan ülke, Kürdistan’ı sömürüyor olamaz” deyip Kürdistan’ın bin yıldır işgal altında olduğunu ve Kürt halkının kendi dinamiklerinin 30 yıldır haklı bağımsızlık mücadelesi verdiğini yadsıyanlara ne demeli. Ya Kemalizm ile Marksizm arasında bağ kurma çabalarındakilere ne demeli peki. Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer Propaganda Sloganı

(Tek Millet, Tek Devlet, Tek Lider) - Nazi

Tanıdık geldi mi size? Bu slogandan “Lider” sözcüğünü çıkartıp yerine “Bayrak” sözcüğünü koyun. Ne oldu: Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak Az biraz düşünmenin zamanı gelip geçmedi mi sizce de…

Turnusol, 8 Aralık 2011

8


Külliyen Dininiz Elden Gitsin İstiyorum Din olgusu, Marx’ın tanımladığı gibi altyapı olan üretim biçiminin üstyapıdaki yansımalarından biri değildir, bugün din ile kapitalizm arasında ilintiler varsa da din bundan bağımsız olarak da değerlendirilmelidir. Çünkü din olgusu kapitalizmden önce de vardı, hatta sınıflı toplumlardan da önce ve bugün kapitalizmin dini kullanıyor olmasından öte din erkleri kapitalizmi kendi çıkarları için kullanmaktadır. Kendi başına bir erk kaynağı, politik bir zemindir din olgusu. Ne var ki din olgusunu heterojen olarak ele almak bizi yanılgıya götürür, çünkü din ile politik alanın ilintisi dinden dine farklılık göstermektedir. Bugün bir “Hıristiyan şeriatı ülkesi “ gibi bir kavram yoktur, çünkü Martin Luther’den bu yana reformlar ve bunun sonucu olarak bilimsel gelişmeler, İsevi inancın ve İncil’in akıl dışılıklarını ve çelişkilerini ortaya koydukça, Avrupa başta olmak üzere Hıristiyan inancının yaygın olduğu ülkelerde dinden uzaklaşılmış ve bugün nüfusun önemli bir bölümü ateist olmayı başarmıştır. Bugün insan haklarının, bilimin, sanatın, sosyal refahın, evrensel hukukun en gelişkin olduğu ülkeler de bu ülkelerdir. Kuzey Afrika’nın batısında Fas’tan Güney Asya’da Malezya’ya kadar uzanan, soğuk savaş döneminde sosyalizmin gelişimine karşı silah olarak kapitalizmin ağababası Amerika Birleşik Devletleri tarafından kullanılan “Yeşil Kuşak” ülkeleri ise sefaletin, cehaletin, yobazlığın, bağnazlığın, yoksulluğun, vandallığın hüküm sürdüğü ülkelerdir. Batı Avrupa ülkelerindeki ekonomik ve sosyal gelişim ile bu hat boyu yer alan Müslüman ülkelerindeki sefaletin tezatlığını ortaya çıkartan olgu ise iki ayrı dünyada yer alan farklı dinler ve bu dinlere karşı verilen mücadelenin bilimsel gelişmeleri, beraberinde de ekonomik,sosyal, hukuki gelişmeleri getirmesidir. Büyük Bilgin Turan Dursun’un “Din Bu-1” adlı kitabında ayrıntılı olarak görebileceğiniz gibi, İslam inancı, kendinden olmayanı öldürmeyi, köleleştirmeyi, fetih adıyla topraklarını işgal etmeyi, haraca bağlamayı, cariye adlıyla seks kölesi yapıp tecavüz etmeyi hak sayar inananlarına. Sadece kendi dininden olmayanlara karşı değil, Ortodoks İslam dışındaki kendini Müslüman sayanların inançlarına karşı da düşmanlık ve bu insanlara karşı yüz yıllardır süren bir kıyım vardır. 9


Tarihsel süreçte zorla İslamlaştırılırken kendi pagan inançlarına en yakın gördükleri Bâtıniliği seçen, yani paganizm ile İslam arasında sentez kuran Türkmenler, Alevi olarak anılmış ve Sünni kesimce öldürülmesi helal sayılmış, hatta “iki Alevi öldüren cennete gider”, “Alevilerin kadınlarına tecavüz edilebilir “şeklinde fetvalar verilmiştir. 12 Eylül cuntasına zemin hazırlamak için kullanılan Çorum, Maraş katliamları da bu vandal inanç dayanaklarına yaslanmış, gene Sivas katliamı da bu çirkin, vahşi, korkunç kolektif bilinçle gerçekleştirilmiştir. Bugün kalkıp biri “Kızıldeniz’i asamızla yardık, Ay’ı parmağımızla ikiye böleriz, ben Tanrı’nın oğluyum, bir gemiye bütün canlı âleminden birer çift sığdırdık, biz Cebrail adlı bir melek aracılığıyla Allah’tan vahiy alıyoruz” dese hemen bilimsel açıdan şizofren teşhisi konarak bir psikiyatri kliniğine yatırılır. Bu tip hastalıkların henüz bilinmediği çağlarda ise bu tip sözler eden karizmatik kişilikli, iyi hatip ve yazar olan şizofrenlere ise peygamber ya da Tanrı’nın oğlu denmekteydi. 1400 sene önce bir şizofrenin hayali arkadaşıyla sohbetlerini ya da 2000 sene önce kendini Tanrı sanan bir başka şizofrenin sözlerini ya da kaç bin sene önce bir dağın ardında Tanrı ile buluşup ondan on emir aldığını iddia eden bir başka şizofrenin sözlerini bu çağda, bilimin geldiği bu noktada, gerçek sanarak bunlara biat edenlerin olması ise ölüm karşısında cesur durmaktan korkan, hayatın 70-80 sene gibi bir sürede biteceği gerçeğini kabul edemeyecek kadar zayıf, sonsuz yaşam ütopyasından kopamayan ve böylece bilimsel düşünceye sırt çeviren, Hayyam’ın deyişiyle “Meyhane midir- kerhane midir” belli olmayan cennet vaatlerine kanan zavallıların, cahillerin ve korkakların varlığına bağlıdır. Oysa eylemlerini vicdan ve erdem kavramları yerine ceza korkusu ve ödül beklentisine göre düzenleyenler insandan aşağıdadır, daha evrimini tamamlayıp insan olamamışlardır. Başlangıcından bu yana propaganda ile sevdirerek yaygınlaştırılmak yerine, bir erk aracı olarak, bir devlet aygıtı motoru olarak kullanılan İslamiyet, Muhammed ve ardılları tarafından insanları kılıçtan geçirip haraç korkusuyla zorla kabul ettirilmiş ve yeni siyasi erk, toprak, ganimet elde etme aracı olarak yüz yıllarca kullanılmıştır. Osmanlı Emperyali’nin de varlığı bu zeminden hareketle, kendinden olmayanın öldürülebilir, tecavüz edilebilir, malları yağmalanabilir, topraklarına el konabilir ve haraca bağlanabilir şeklindeki İslam inancıyla asırlar boyu birilerine saldırarak ekonomik çarkını çevirmiş, siyasi varlığını sağlamış, ama bilimsel, felsefik, sanatsal gelişimden, üstünde dikildiği İslam inancının yobazlığı sayesinde, bu arkaik inançla Batı’da Hıristiyanlık’la olduğu gibi cesurca mücadele eden aydınların ortaya çıkmayışı, kelleyi kaybetmeyi göze alamayışları nedeniyle ekonomik, siyasi ve askeri açıdan da geri kalmış ve çökme sürecine girip Fransız İhtilali’nin ortaya attığı milliyetçilik akımı etkisiyle de dağılmıştır. 10


Görece İslam’a karşı bilimin en çok zafer kazandığı ülke, Fransız İhtilali kökenli Jakobenlerin izindeki İttihat ve Terakkicilerden olup siyasi erki ele geçirerek Cumhuriyeti kuran ve toplum mühendisliği yaparak burjuva sekülarizmini, burjuva ateizmini sosyal hayata yerleştirmeye çalışan Mustafa Kemal’in diktatörlüğündeki Türkiye Cumhuriyeti’dir. Tek parti döneminin sonuna kadar işleyen bu politika, çok partili hayata geçişle birlikte, kitlelerin çoğunun yoğun olarak cahil, yobaz olması, bu coğrafyada köklü ve eski bir bilimsel mücadelenin, din karşıtı çalışmaların olmaması, tepeden inme toplum mühendisliğinin doğal sınırları nedeniyle, sekülarizmden yobazlığa kayılmış ve askeri darbelerle bunun önü kesilmeye çalışılmıştır. Bugün askeri vesayetin belinin kırıldığı varsayıldığında, yobazlık karşısında, koyun gibi güdülen bu cahil halkın dikta ile yönlendirilmesini bekleyenlerin eli böğründe kalmaktadır. 1400 sene içinde evrilip bilimsel gelişme karşısında erkini Hıristiyanlık gibi yitirmesi gereken İslamiyet, bu coğrafyada yeterince din karşıtı mücadele verilmeyişi, aydınların öldürülme korkusuna boyun eğmeleri yüzünden daha da vahşi ve yobaz bir hal almıştır. Aydınlar arasındaki çalışmaların ayrıksı örneği ise büyük bilim adamı Turan Dursun’un “Din Bu” adlı seri kitaplarıdır. Ölüm korkusunu hiç sayarak, aydın namusu ile doğru bildiğini yazmaktan çekinmemiş, İslam teolojisini kendi silahları ile vurarak, “sahih” sayılan hadisler ve ayetleri örnek göstererek İslam’ın akıl dışılığını, vahşetini, yobazlığını ortaya koyan ve bu mücadelesinde haince öldürülen Turan Dursun, bu coğrafyanın ve dünyanın gurur kaynağıdır. Müslüman ülkelerde sosyalist mücadelenin önündeki en büyük engel ve en büyük düşman kapitalizmden ziyade bilinçleri körelten, bilimsel düşünceden uzak tutan, cehalete, aptallığa ve yobazlığa sevk eden İslamiyet’tir. Bu kısır döngünün yıkılması için daha çok Turan Dursunlar çıkmalı, daha çok aydın İslam’ın ve diğer dinlerin saçmalığını ortaya koymalı, en temel antropolojik bilimsel verilerle bile gülünç duruma düşen Adem-Havva masalından toplumları uyandırmalıdır. Bu yazıyı yazarken ensemde bir kurşun dönüyor, zerre kadar umursamadığım bir kurşun, çünkü İsa’yı ya da Buda’yı eleştiren hatta tiye alan bir resim, yazı, film sizi ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakmazken, değil fanatik bir dinci, sıradan bir Müslüman dahi İslam’ın özü ve yapısı gereği sizi öldürmeyi hak ve zorunluluk sayar. İşte budur İslam’ın yıkılası vahşeti. BirGün Gazetesi, Temmuz 2012

11


12


İslam Destekçisi Sosyalistlerin Eleştirisi

“Bütün eleştirilerin ön koşulu dinin eleştirisidir.” Karl Marx Demokrasi adına İslamcılardan yana tavır almak, İslam şeriatının varoluşunu desteklemek, örgütlenme, güçlenme ve iktidarı ele geçirme emellerini beslemek demektir ki o şeriat, iktidarı her açıdan tamamen ele geçirmesi halinde, içsel yapısı gereği, İslam teolojisi gereği, ilk önce sizin tüm özgürlüklerinizi elinizden alacak, sizi asacak, hapse atacak, sürecektir. Tıpkı İran’da“İslam Devrimi”! sonrasında yaşandığı gibi. İlk asacakları da demokrasi adına İslamcıların siyasi faaliyetlerinin var olması gerektiğini savunan “kafir” solcular olacaktır ki tam da öyle olmuştur zaten İran’da bilindiği üzere. İslam’ın bizzat kendisi demokrasi düşmanı, özgürlük düşmanıdır. Somut örneklerini, Afganistan’da, İran’da, Suudi Arabistan’da, Somali’de, Nijerya’da her gün yaşanan sayısız olayda görebilirsiniz. Size “Ama gerçek İslam bu değil” diyen cahillere de sakın aldanmayın, çünkü asıl İslam tam da budur. İslam fıkıhı, recmi, homofobiyi, hırsızlık edenin elinin kesilmesini, pedofiliyi, yani küçücük kız çocuklarına zorla nikah kıyılıp onlara tecavüz edilmesini, savaşlarda “ganimet” sayılan esir kadınların seks kölesi yapılmasını, kadının kocasının malı olan ve ona hizmet etmek için var olan ikinci sınıf bir yaratık olduğunu, pedofili konusunda Muhammed’in baz alınması gibi, gene eşlerinden biri öldükten hemen sonra “yanına yatan”!, yani cesede tecavüz eden Muhammed’i baz alarak nekrofilinin hak sayılmasını, yani ölümünden sonra 6 saat içinde kocanın ölü karısıyla cinsel ilişki kurabileceğini Muhammed’in 13


“sünnet” denilen eylemlerine dayanarak savunan, dinden dönenleri öldürmeyi emreden, kendinden olmayanları, “kafir” ilan ettiklerini, öldürmeyi, kadınlarına tecavüz etmeyi, mallarını ve topraklarını gasp etmeyi kendilerine hak ve görev sayan bir yapıdadır, yani neresinden bakarsanız bakın İslam, bir insanlık suçudur. Suçun da özgürlüğü olmaz, olamaz, olmamalıdır da. Nazi Almanyası öncülüğünde, Avrupa’da yaşanan korkunç katliamlardan sonra artık Rasizm, yani ırkçılık, bir düşünce alternatifi, bir siyasi görüş seçeneği olarak değil, bir insanlık suçu olarak kabul edilmektedir uygar dünyada ve bu ülkelerde asla rahatlıkla Nazizm propagandası yapamazsınız, ağır cezai karşılığı vardır çünkü. En az Nazizm kadar insan haklarına aykırı ve katliam, tecavüz, gasp azmettiriciliği potansiyelini içsel olarak yapısında, özünde barındıran İslam da Nazizm gibi yasaklanmalı, her türlü faaliyetine son verilmeli ve propagandacıları nefret suçu, cinayete, tecavüze, gaspa azmettirme suçu, insan haklarına aykırılık ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında yargılanmalıdır. Hal böyleyken, demokrasi adına İslamcılardan yana tavır alan gafil solcular da var ne yazık ki. Politik yapısı itibariyle, sınıf mücadelesine koşut olarak ezilen cinsel ve etnik kimliklerin mücadelesini de savunan, bunu “olması gereken” sosyalist tavır olarak benimseyen “Özgürlükçü Sol” yaklaşımı, çoğu açıdan görece en doğru bulduğum siyasi yapı olmakla birlikte, demokrasi adına İslamcılara arka çıkanların gafletinden ötürü uzak durmayı tercih ettiğim bir yapıdır. Ne var ki Lenin’in de Marx’ın da din konusundaki çözümlemeleri, eksik değerlendirmeler yapmış olmaları nedeniyle hatalıdır. Çünkü enternasyonalist bir sınıf mücadelesini savunurken, din çözümlemesinde, dine karşı tavır almada sadece Hristiyanlığı baz almış olmaları büyük bir eksikliktir. Komünist Manifesto’da din olgusuna karşı sadece ve sadece “kilise” baz alınarak yapılan çözümlemeler doğrultusunda tavır alınmıştır. Her ne kadar Marx’a dair “din kitlelerin afyonudur” sözü popüler olsa da (afyon o dönem hastalıklarda ağrıları, acıları dindirmek için ilaç olarak da kullanılıyordu) aynı cümlenin başındaki kısım genelde es geçilir. “’Din, ruhsuz koşulların ruhu, çaresiz mazlum kulların ah’ı ve kalpsiz bir dünyanın kalbidir.” derken Marx, sadece “size tokat atana öbür yanağınızı çevirin” diyen İsevi teoloji üzerinden dini yorumluyor ve acı çeken cahil halkın ağrılarını dindiren bir ilaç olarak gördüğü dine karşı “anlayış” gösterme tavrı içine giriyor, çünkü kadınları taşlayarak öldüren, pedofiliyi nekrofiliyi savunan, kendinden olmayanları öldürmeyi hak sayan ve benzeri pek çok insanlık dışı kuralları, emirleri olan İslam’ın teolojik özüne dair hiçbir şey bilmiyor, okumamış araştırmamış, gerek görmemiş çünkü, bir yandan dünyanın tüm ülkelerindeki işçi sınıfını örgütlenmeye çağırırken. “Bütün eleştirilerin ön 14


koşulu dinin eleştirisidir” diyen Marx, ne yazık ki “bütün dinleri” eleştirmemiş ve böylece din olgusuna karşı eksik ve hatalı tavır sergilemiştir. Körü körüne Marx’tan fazla Marksist olanlar da hiç sorgulamadan aynı çizgide yürümeye devam etmektedirler tabi. “Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: “Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir.” Ancak herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet söz konusu olduğunda, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz düşünüldüğünde, dini kişisel bir sorun olarak görmemiz söz konusunu olamaz.” der Lenin. Hristiyanlığın o dönem gelmiş olduğu aşamada, yüzlerce yıl önce yaşanmış reform mücadelesi ve akabinde rasyonalizmin, bilimin, sanatın, felsefenin özgürce gelişebilmesi sürecinde kitleler için varlığı bir “İslam şeriat devleti” kurulması gibi bir tehlike taşımayan Hristiyanlık üzerinden bakarsanız din olgusuna diğer dinleri hesaba katmadan, özellikle İslamiyet’in teolojisini hiç araştırmadan böyle Lenin gibi konuşursanız, tabi ki din olgusuna ateist sosyalistler olarak doğru tavrı almada gaflete düşersiniz. Lenin gibi “Devlet söz konusu olduğunda, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz.” dersiniz böylece, ama dünyadaki dinler sadece Hristiyanlıktan ibaret değildir ve Hristiyanlık gibi bir reform sürecini halihazırda hiç yaşamamış, Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yaşananlardan görüleceği üzere “taş devrini” aşamamış ve yapısı gereği aşması da zaten mümkün olmayan ve kendinden olmayanları öldürmeyi, onlara tecavüz etmeyi, malını parasını toprağını gasp etmeyi hak ve görev sayan İslam’a karşı sosyalist devletin “din kişisel meseledir” diyerek kenara çekilmeye, böyle bir gaflet içine düşmeye hiç hakkı yoktur, olamaz, tabi hiçbir sosyalistin de. Dönelim “Özgürlükçü Sol”a… Demokrasi adına İslam’a arka çıkmak, “kasabın bıçağını yalayan aptal dana” olmaktan farksızdır, siz yalamaya devam ettikçe, o bıçak er geç boğazını keser… Artık gafletten uyanın… Arasöz, 11 Eylül 2015

15


16


İslam ve Ermeni Soykırımı

Batı’da dile getirdiği gibi, Ermeni, Süryani, Keldani, Nasturi, Pontus Rum soykırımları, aslında birer "Hristiyan soykırımıydı". Karşı cephede de zaten "Müslüman" Türkler ve Kürtler vardı. Bu soykırımların sosyal-vicdani dayanağı, İslam'ın Müslümanlara, tüm "kâfirleri" öldürme, onlara tecavüz etme, mallarına ve topraklarına el koyma hakkı tanımasına bağlıydı. Soykırımı fiilen işleyen teşkilatı mahsusa çetelerindeki caniler ve komşularını, yani gayrimüslimleri öldürüp kadınlarını seks kölesi yapan, mallarını, evlerini, dükkânlarını yağmalayan Türkler ve Kürtler, kendilerine soykırım emrini veren, devletin başındaki İttihatçiler gibi “milli şuur” ile dolu değillerdi henüz. Dolayısıyla Ermeni, Süryani, Keldani, Nasturi, Pontos soykırımlarında aktif olarak rol alanlar, seve seve katliamları işleyenler, bütün bunları, “Türk nasyonalizmine” hizmet gereği yapmadılar. Kendilerini “Türk” veya “Kürt” olarak değil “Müslüman” olarak tanımlayan köylülerdi bunlar. Ticaret ve zanaat ise gayrimüslimlerin uğraş alanıydı ve dolasıyla onların paraları ve malları çoktu. İttihatçilerin katliam emri, 2 bin yıldır yağmacılıkla geçinen, Anatolya’da ise ancak çiftçilik ve hayvancılık yapmayı becerebilen Türkler için bulunmaz nimet oldu. Emirden öte, taşmaya hazır selin bendini yıkmak oldu, devletin katliam talimatları, çünkü hem yağma fırsatı doğmuştu hem de burunlarının dibinde parayla oynayan“gâvurlardan” hınç alacaklardı . Binlerce yıldır bölgede yer alan ve gene Türkler gibi, çiftçilik ve hayvancılık mesleklerinin ötesinde hünerleri, deneyimleri ve tarihsel birikimleri olmayan Kürtler için de din kardeşleri Türkler gibi sevinme zamanıydı, çünkü “gâvurun” mallarına konabileceklerdi. 17


Güya, “bin yıldır” kardeş kardeş yaşadıkları gayrimüslimleri, sırtlan sürülerinin iştahı ve vahşetiyle hiç acımadan, hatta zevkle parçaladılar Müslüman Türkler ve Kürtler. Göz koydukları, kıskanmakta oldukları Ermeni, Süryani, Keldani, Nasturi, Pontos mallarına, dükkânlarına, evlerine el koydular. Kadınlarını da İslam’ın emrettiği üzere “ganimet” malı saydıkları için ya seks kölesi ve domestik köle olarak kendi evlerine, haremlerine tıktılar ya da üç otuz paraya köle pazarlarında sattılar . İnsanlık onurunun korkunç şekilde ayaklar altına alındığı bu vahşet döneminin failleri, hiçbir vicdan azabı duymuyorlardı, aksine çok mutluydular, çünkü bu iğrenç eylemleri gerçekleştirdikçe İslam’ın Allah’ına daha layık, iyi birer mümin oluyorlar, sevap işliyorlardı. Böylece, toplu seks (huriler) ve açık büfe meyhane (kevser şarabı nehirleri) içeren cennetlerine daha da yaklaşıyorlardı. Bu korkunç vahşetleri işlerken değil devlet ya da Allah katında yargılanmak, suçlanmak, kınanmak, “sevap” işlediklerini düşünerek, devletin ve Allah’ın emirlerine uymanın rahatlığı, iç huzuru, hatta keyif içindeydiler. Allah’tan ve devletten aldıkları emir ile kadınlara, küçücük kız çocuklarına tecavüz ettiler. Devletin ve “barış dini” İslam’ın izniyle çocukları canlı canlı yakıp insanları acımasızca katlettiler. Çünkü onların Allah’ı, kendi dinlerinden olmayanlara karşı çok acımasızdı. Ermeni Haber Ajansı, 7 Mayıs 2014

18


Deliliğe Övgü*, Yeniden ve Hep

“Gerçek bilgelik, deliliktir.” Erasmus “Deli” olabilmek öyle pek kolay olmasa gerek. Çünkü “deli” dediğin, maddimanevi zarara uğramayı göze alarak, hatta umursamayarak, oto-sansür uygulamadan doğru bildiğini alenen söyleyen, görüşlerini açıkça savunan, bunları yazan, çizen, türküleştiren ya da fiziki eyleme döken, inandığı doğruların kavgasını veren kişidir. İçinde bulunduğu toplumun ve çağın baskın normlarının dışında, hatta ötesinde normları savunan ve bu bağlamda dizgenin bekası için bir tehdit unsuru olan, bu yüzden de dizge tarafından, işsizlik, sessizlik suikastı, mikro ve makro boyutta sosyal yalıtılma, hapis, sürgün, manevi veya fiziki linç ile cezalandırılıp edilginleştirilmek istenen kişidir “deli”. Tabi buraya kadarki “deli” tanımlamasında, doğuştan zeka engeli olan ya da sonradan psikiyatrik rahatsızlık nedeniyle bilinci, mantıksal çözümleme yetisinden yoksun kalmış insanların kast edilmediğinin altını çizmek isterim. “Deli” diyorduk, evet, örneğin Che Guevara: Akıllı işi midir, mis gibi doktorluk mesleğini ve memleketini bırakıp Küba’da ve diğer ülkelerde devrim örgütlemek, Küba’daki devrim sonrası bakan olmuşken, makamı falan bırakıp başka bir ülkede devrimi örgütlemeye çalıştığı sırada vurulupölmek. İşte size bir zır deli. Bugün de, Che’nin benzeri bir başka zır deli dolanıyor yeryüzünde, Güney Meksika dağlarından dünyanın kalbine sarkarak, “silahımız” diye tanımladığı sözcükleri insan onuruna örgütleyerek, kocaman kalbiyle: Subcomandante Marcos. O da Che gibi doktorluğu bırakıp dağlara çıkmış devrim yapacağım, hatta dünyadaki tüm ezilen, sömürülen, horlanan ve yok sayılanların, yani tüm ötekilerin dili olacağım diye. Buyurun size çağımızın en tipik zır delisi. 19


Bir başka örnek de Nazım Hikmet: Mis gibi, Falih Rıfkı Atay’ın elçiliğinde, Mustafa Kemal’in teklifi üzerine, CHP’ye çağrılmışken ve pek çok şair! gibi milletvekili, hatta kültür bakanı olma yolu açılmışken, sen git komünist şair olmaya devam et, hapislerde çürü, pisi pisine 13 sene içerde yat, sonra ülkeden kaçmak zorunda kal ve gurbette memleket hasretiyle kavrula kavrula öl. Alın size dünyaca ünlü deli bir başka deli… Bu isimlere daha pek çokları eklenebilir dünya tarihine alnının akıyla geçmiş. Yani demem o ki, “deli” gibi zor ve onurlu bir sıfatı yüklenmek için bunun hakkını verebilmek gerek, hatta yerine göre canınızı dahi bu yolda. “Bizi gören sanır deli / Usludan yeğdir delimiz” Muhyi * Deliliğe Övgü (Morias enkomion seu laus stultitiae) / Erasmus / 1509 Sanatlog, 4 Aralık 2010

20


Baba Kusura Bakma “Baba bana bağırma” diyen Akgün Akova’ya ince selamlarımla… Baba kusura bakma. Senin istediğin gibi sigortalı işi olan, senin tuttuğun takımı tutan, çok çocuklu ve ilk erkek çocuğuna senin adını koyan, erke, güce, makama, etikete, kariyere tapan biri olamadım. Tuttum insan olmaya kalkıştım ben baba… Kusura bakma baba, senin gibi futbolu sevemedim. Eski futbolcuydun oysa sen ve adımı eski, ünlü bir futbolcudan esinlenip koymuştun hatta. Kendi tutmadığı takımı tutanlara söven, onları döven, öldüren biri olamadım. Sosyal aidiyet kaygısıyla bir futbol takımının başarısı üzerinden kendimi tanımlamaya ihtiyaç duyacak kadar aciz olmadım. Endüstriyel futbolun aktörleri servet içinde yüzerken, cebimdeki üç kuruşu onları izleyeceğim diye harcayıp servetlerini finanse etmedim. Futbol deyince aklıma hep Salazar geldi baba. Sen tanımazsın ama Portekizli ve tüm dünyalı yoldaşlarım iyi bilir. Ne demişti faşist it: “Portekiz’i üç şeyle yönettim: Fado-Futbol-Fiesta”… Baba kusura bakma, senin istediğin gibi subay olamadım. Beni beş sene zorla askeri okulda okutmuştun baba ve değil şikâyet, sitem bile ettirmezdin çektiğim acılara. İlk gençliğim acılar içinde geçti senin yüzünden. Beş sene cehennemin cehennemini gördüm baba, insanın insana zulmünü, askerliğin nasıl bireyleri tek tip ve kişiliksiz robotlar haline getirmeye çalıştığını, ölmeye ve öldürmeye amade insanlık dışı zavallılar yaptığını gördüm. Asla hiyerarşiye uyamadım baba, emre amade olamadım, silah şirketlerinin çıkarları ve birilerinin erk mücadelesine uşaklık etmek için ölmeye ve öldürmeye hazır hale gelmedim. Tam beş sene boyunca üniformalı bir sivildim ben baba. Hatta anti-militarist oldum sonra, bilinç sıçramaları yaptıkça. “Eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde 21


her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum.” diyen Einstein’ın bu sözününaltını kalbimle ve bilincimle imzalıyorum baba. Demirden bir sapan yapmıştın bana fabrikada, hani şöyle kauçuklu, meşinli afilli bir şey, ama ben hiç kuş vurmadım baba. Tuttum omuz omuza verdim haylaz serçelerle, kırlangıçlarla dost oldum, kumrulara imrendim, kargalarla birlikte hayata nanik yaptım, martılarla birlikte denize sevdalandım. Fabrika demişken…Sen işçi sınıfının yüz karasısın baba. Bana patron, amir yalakalığını öğütlerdin hep hiç utanmadan. Ne emeğinin değerinin farkındaydın ne sınıf bilinci edinmek için çabaladın. Korkak, güce tapan, tavşan boku gibi kokmaz bulaşmaz bir lümpensin sen baba, ömrünü bira ve futbolla heba eden. Doğuştan gelen aidiyetlerimle ne övündüm ne yerindim baba. Çünkü benim seçimim değildi hiçbiri. Sen Kürtleri aşağılardın hep annen Kürt olduğu halde yarı yarıya. “Senin anan da Kürt” dediğimde bir seferinde, utancını gizlemeye çalışan acınası gülümseyişi hiç unutmadım baba. Ben ise kızıl bir Laz takasıyım baba Kürdistan dağlarında yüzen. Çünkü ben aidiyet olarak proletaryayı seçtim baba. Öyle babadan kalma devrimci olmadığımdan, uzun yıllar kendimle ve hayatla çarpışarak edindiğim ve böylece çok sağlam içselleştirdiğim ve sürekli sıçramalar yapmaya biriken bilincimle. Aklıma gene gelmişken tekrar söyleyeyim: Sen ve senin gibi işçiler proletaryanın yüz karasıdır baba. Baba kusura bakma seni ve senin gibileri hiç sevemedim. Senin gibi olamadım kusura bakma, tuttumİNSAN oldumbaba. Birgün Gazetesi, 25 Nisan 2011

22


Sınıf Kini ve Küçük Burjuva Sosyalistler(!)

“Biz allahın üvey çocukları, arkasızlar.../ Biz sökük düğmeliler, şezlongsuzlar, şarapsızlar;/ biz kozalarından kovulmuş ipek böcekleri...” Yılmaz Odabaşı Bir sosyalist partide üst düzey yönetici biri, ismi lazım değil, “Ayaktakımı” başlığıyla, Pera’nın barlarından birinde “konsept” parti düzenledi ve gayet pervasızca bunun reklamını yapıyordu internette. Bu tip sosyalistlere! iki çift lafım var. Sınıf kini olmayan devrimciler!, ancak sizler gibi, küçük burjuva ailelerinden çıkıp sosyalizmi de hobi olarak, sosyal rant kaynağı olarak gören, Pera barlarında devrimcilik oynayan, ağzından "işçi sınıfını" düşürmemelerine rağmen ömürlerinde tek bir gün bile “işçi” olarak çalışmamış, tarım bakanıyken kır işçisi olarak tarlalarda ekin biçmeye giden Che'yi bu açıdan hiç örnek almamış, ama Che'yi anmadan durmayan, halihazırda Küba'daki milletvekillerinin senede bir ay beden işçisi olarak çalıştıklarını görmezden gelenlerdir. 23


Marksizmi kimseye kaptırmayan, ama "Bizim mücadelemiz ancak işçi sınıfının İÇİNDEN çıkılarak başarılı olabilir" diyen Marx'a kulak asmayıp işçi sınıfına "öncü" olma küstahlığını kendilerine hak sayanlardır. Hayatlarında hiç aç, işsiz, arkasız, kimsesiz, dayısız kalmamış, “allahın üvey çocukları” olmak nedir hiç yaşamamış, işçi sınıfının içinde büyümemiş, işçi mahallesinde hiç oturmamış, babası- amcası- komşusu işçi olmamış, şımarık züppelerdir ve bizim en az büyük burjuvaziye olduğu kadar, sizin gibi devrimcilik oynayan sahte peygamberlere karşı da sınıf kinimiz var. Artık o züppe, küstah ellerinizi çekin işçi sınıfının yakasından!

Poetik Gerilla Blog, Kasım 2013

24


Fanatizmin Psikodinamiği

Birisi bana fanatizmin psikodinamiğini açıklayabilir mi? Dinlere, ideolojilere, futbol taraftarlığına, vs dair fanatizm… Kendisinin inandığı dine inanmayan, kendisinin savunduğu ideolojiyi savunmayan, kendisinin tuttuğu takımı tutmayanları ötekileştirmenin, düşman saymanın, hatta onu öldürmeyi hak saymanın daha ötesi görev saymanın altında yatan psikodinamik paradigma nedir? Empati yetisinin güdük kalmasıyla açıklanabilir mi mesela fanatizm? Fanatizmin her türünün marjinalleştiği ülkelere bakıyoruz, örneğin İsveç’e, halkın eğitim seviyesi çok yüksekken, fanatizmin çok yüksek olduğu Afganistan’da eğitim seviyesi çok düşük. Peki, sadece “eğitim şart” klişesine sığınmak fanatizmin türeyiş, işleyiş ve gelişme mekanizmalarını anlamamıza, böylece bu süreci kesintiye uğratacak ve sönümlenmesini sağlayacak önlemleri almamıza yetiyor mu? Peki, o zaman, çağdaşı ülkeler arasında bilimsel ve teknolojik açıdan en üst seviyede bulunan, köklü bir felsefi ve yazınsal geleneğe sahip olan Nazi Almanyası’nda insanların toplu halde öldürülmesi için duş odalarına zehirli gaz salan sistemleri tasarlayan yüksek eğitim-öğretim görmüş mühendislerin, çocukları acımasızca ırkçı deneylerinde kullanan doktorların varlığını nasıl açıklayabiliriz? Peki, Stalin’in, Pol Pot’un, rejim muhalifi oldukları gerekçesiyle milyonlarca insanı katlettirmelerini sadece kişisel psikopatilerine veya iktidar hırslarına bağlamak olası mıdır? 25


Nedir fanatizmin kaynağı? Örneğin Freud’un savladığı gibi iki temel içgüdümüzden biri şiddet olduğu için midir? İnsanın evrim sürecinde bir anomali midir fanatizm? Tarih öncesi dönemde doğaya karşı verilen mücadelede hayatta kalmak için yegane silah olan şiddetin artık günümüzde bu işlevinin yersiz olmasına rağmen arketip olarak silinmemesi midir insanlardaki fanatizmin varoluş nedeni? İnsanlığın sırtında arkaik bir yük haline gelmiş olan şiddetin sönümlenmesinin yöntemi ve araçları neler olmalıdır peki? Nedir fanatizme uzanan yolun kökenindeki şiddeti var eden ve besleyen kaynak? Mesela beslenme alışkanlığının etkisi olabilir mi? Primat ailesinde şiddete en çok eğilimi olan türler, ağırlıklı olarak etobur beslenme alışkanlıkları olan insan ve babun türleridir. Memeliler sınıfı içinde şiddete yatkın olan “yırtıcı” kategorisindeki hayvanlar da etobur ağırlıklı beslenenler değil midir zaten. Uygurları ele alalım örneğin, Mani dinini benimseyip kültürel açıdan da Çinlilere yakınlaşarak self-asimilasyon sürecine girmişler, Hunlar ve diğer göçebe-yağmacı Türkî klanlarda sürmeye devam eden etobur beslenme alışkanlığından otobur beslenmeye geçmişler ve akabinde savaşçılık vasfından, daha ötesi diğerleri gibi yağmacılıktan, barbarlıktan uzaklamışlardır. Keza Doğu ve Güney Asya halklarının hemen hepsinde otobur ağırlıklı beslenme olduğu gibi, bu halkların içinden türeyen dinler şiddet önermez, hatta Budizm, Hinduizm gibi dini inançlar kesinlikle şiddete karşıdır da. Peki, bu durumda 3 milyondan fazla insanı kendileri gibi düşünmedikleri için öldüren Kızıl Kmerlerin varlığını nasıl açıklarız? Peki, Çin, evrim sürecinde komşuları olan Türkî kabilelerden çok daha önce yerleşik hayata, tarıma, el işçiliğine, maddi üretimle birlikte sanatsal, felsefi, bilimsel üretime geçmişken, nedir Türkî klanların aynı çağda yağmacı-göçebe kalmalarının, üretmek yerine şiddet kullanıp üretilmişleri gasp etmek yoluyla yaşamlarını sürdürmeye devam etmelerinin nedeni? Hiç şüphesiz fanatizmin kökenlerinin ve günümüzdeki işleyişinin altındaki psikodinamik faktörlerin çözümlenmesi, uzmanlık alanına giren, hatta özellikle antropoloji, psikiyatri, nöroloji, sosyoloji, tarih gibi birden çok bilimsel disiplinin komorbit çalışmasıyla çözümlenebilecek kadar girift bir konu, ama sadece topu bilim adamlarına atıp sorumluluktan kaçamayacağımız kadar da önemli ve etkileri şiddetli olan bir konu. Bu yüzden sorularıma soru eklemeye davet ediyorum sizi, düşündükçe sormaya, sordukça araştırmaya, araştırdıkça kendimizi bir adım daha aşmaya. Zaten, fanatizmin en temel kuralı da “sorgusuz” körü körüne kabul ve kendini adama değil midir? Sanatlog, 15 Nisan 2013 26


Kendini Gerçekleştirebilme Kılavuzu İnsan, elbette çağının ve içine doğduğu toplumun ürünüdür, ama aynı insan, birey olarak toplumsal realiteye kendi çapı oranında etki eden, bu realitenin dönüşümünde payı olan bir toplumsal parametredir. İçine doğduğunuz ailenin, şehrin, ülkenin sosyo-kültürel yapısı, ekonomik koşulları ve ilişkileri, din-gelenek bağlamındaki kalıplaşmış davranış modelleri, çağın ve ülkenin politik dinamikleri, siz daha gözünüzü açar açmaz sizi şekillendirmeye başlarlar. Ne var ki, buna yaslanarak insanı sadece içine doğduğu ailesel ve toplumsal koşulların sonucu olarak değerlendirmek, "homo sapiens sapiens" yani "farkında olduğunun farkında olan" tanımıyla tezattır. Birey içine doğduğu ailesel ve toplumsal koşulların aksak, çürümüş, arkaik, yoz, vandal, bağnaz yönlerini "fark edip" bu farkındalığın izdüşümü olarak kendini "inşa etmekten", yani öznel realitesini nesnel koşullara göre ve/veya rağmen kurmaktan sorumludur. : İnsan olmak, kendini gerçekleştirebilme sorumluluğunu almaktır. İnsanokur, 14 Nisan 2013

27


28


Kapitalizmin Soytarısı: Cem Yılmaz

(Gülmenin İdeolojik Çözümlenmesi) Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filmi ile Cem Yılmaz gösterileri arasındaki fark, komedi ile post-modern soytarılık arasındaki farka en iyi örneklerden biridir. “Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğünden zekâsını anlarsınız.” der Rumi. Önce gülen kişinin nelere güldüğü ile zekâsı arasındaki ilintiye bakmak gerekir, ama bu kesinlikle eksik kalır. Nelere gülündüğü ile gülen bireyin duyarlılığı da zekâ etmenine eklenmelidir. En basit örnekten yola çıkarsak, karda kayıp düşen birine aptallar bıyık altından gülerler. Bu kadar basittir bir aptalı güldürebilmek. Aptallık bir yana duyarsızlık da gereklidir zor duruma düşmüş birinin haline gülebilmek için. Oysa zekâ düzeyi yüksek olup bunu derin bir vicdan ile harmanlayabilen kişi karda kayıp düşen birine gülmez, hatta gider yerden kaldırır gerekirse. Yani: Gülebilme Katsayısı= 1/ Zekâ+ Duyarlılık Demek ki kendi derdinden başkasını önemsemeyen, dünyayı kendi egosunun etrafında dönüyor zanneden, çok çalışıp burjuvaziye maksimum kâr elde ettirdikçe kendisine lütfedilen ücretli köleliği ile barışık, ömrünü tüketim katsayısına bağlamış kapitalizmin aptal sürü bireyi için gülebilmek zor değildir. Bu sürüyü güldürenler de aynı ideolojik havuzdan beslenen, zekâsını ve yeteneğini “şeytana satmış” ve böylece ömrünü lüks spor otomobil ve güzel manken kadın tüketimine endekslemiş kişilerdir. Bunlar monarşi döneminde erki elinde bulunduran kralın yanındaki soytarıların günümüz versiyonlarıdır. Bugün erki elinde bulunduran burjuvaziye soytarılık edip suya sabuna dokunmadan sistemin aptallaşmasından hoşnut olduğu, soru sormasını, sorgulamasını, eleştiri yapmasını istemediği yığınları sabun köpüğü güldürülerle iyice edilgenleştirirler. 29


Devekuşu Kabare’nin “Yasaklar” oyunu ile Cem Yılmaz gösterileri arasındaki fark, komedi ile post-modern soytarılık arasındaki farka apaçık delildir. Ne var ki sabun köpüğü güldürülerin alıcısı da özenle üretilmiş bir sürüdür. 80 darbesi sonrası 24 Ocak Kararları ile yürürlüğe sokulan liberal politikalar, toplumun bilinç yapısını kökten değiştirmiş ve kendini tüketimlerinin niceliği ve marka değerleri üzerinden tanımlayan güdük kafalar yontmuştur. Bu güdük kafaların kendi güdük güldürücülerini yaratması ve beslemesi de kaçınılmazdır. Yani Cem Yılmaz da 24 Ocak kararlarının nihai ürünlerinden ve aynı zamanda uygulayıcı aparatlarından biridir. İhsan Yüce’nin muhteşem senaryosu üzerine Atıf Yılmaz’ın çektiği, Kemal Sunal’ın “Kibar Feyzo” filmi ile Cem Yılmaz gösterileri arasındaki fark, komedi ile post-modern soytarılık arasındaki farkın aleni ispatıdır. Kibar Feyzo’da ağa Şener Şen ile maraba Kemal Sunal arasındaki: “Faşo nedir lo!” “Valla agam, beyle ibne kimin, puşt kimin bir şey”, diye süren diyaloğa bir bakın, bir de: “Koğuşta iki yüz erkekle yatıyorum”…(Kendi kendine salakça sırıtış)…”Sorun, hepsi benden memnun kalmıştır” diye devam eden Cem Yılmaz’ın pespayeliğine bakın bir de… Peki sizce sahne bezirgânı Cem Yılmaz nedir?.. Valla agam, beyle…

Sanatlog, 1 Ekim 2012

30


Küfür, Şiir ve İşçi Sınıfı

“İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen Kartacalı Terentius’u şiar edinen Marksizmin izinden gidenlerin, sahtekâr aristokrat tavrıyla, küfrü ve küfürlü şiirleri küçümsemesi, Marksizmin insana dair tüm durumları algılayıp çözümleme paradigmasına aykırıdır, çünkü “ruhun yellenmesi” olan küfür, insani bir “hâl”in dışavurumudur. Ereğine ulaşamayan yaşam pratiğinin sözlü isyanıdır küfür. Evet, ne yazık ki küfürlerin çoğu, sözel eril şiddet içermektedir. Ne var ki henüz, bunların yerine ikame edebileceğimiz, aynı dozda “ruh yellenmesi” etkisi veren sözcükler bulamadık. Bu coğrafyada entelijansiya dâhil (hatta kişisel gözlemlerime göre diğer toplumsal kesimlerine göre en çok) 7’den 70’e hemen herkes küfreder. Freudyen bir bakış açısıyla küfür, yeterince tatmin edilememiş cinsel dürtünün bir süblimleştirme yöntemidir. Bekâret kavramının hâlihazırda etkisini yitirmediği, dolayısıyla insanların genç yaşlardan itibaren sağlıklı bir cinsel hayat süremediği, bir o kadar da tabular nedeniyle cinsel sorunlar için yetişkinlerin ürolog ve psikiyatristlere gitmekten kaçındığı ülkemizde, çokça küfür edilmesi anlaşılabilir bir durumdur. 31


Küfürlerin içeriği eril seksüel şiddet düzleminde olsa da kadınların dahi aynı küfürleri kullanıyor olması, “ruh yellenmesi” talebinin kadın-erkek ayrımı yapmadığını, kadınların seksüel şiddet içeren küfürleri görece erkeklere göre daha az ediyor olmalarının ise sadece yerleşik toplumsal algıda bu durumun, kendileri için “kınanma” unsuru olmasından kaynaklanmaktadır. Türkçe Şiir’de küfrü izlek olarak yoğun biçimde kullananların başında şüphesiz Can Yücel ve Neyzen Tevfik gelmektedir. Can Yücel’in birkaç şiiri dışında kalanlar vasat olmasına rağmen, kendisine okurların gösterdiği bunca yoğun ilgi, okur öznenin düşünsel ve duyusal algısı ile şair öznenin düşünsel ve duyusal algısının çakışmasına bağlıdır. Bu da halkın, küfrü “ruh yellenmesi” aracı olarak, ereğine ulaşmamış yaşam pratiğine karşı isyan ve bu eksiliğin dışavurumu amacıyla kullanmakta olduğunun ispatı olsa gerek. Nitelik açısından bence Can Yücel’in en iyi şiiri olan “Danton’un Çaydanlığı” şiiri -içinde küfür geçmediği için- ortalama okurlar tarafından pek bilinmezken, “Seke Seke” şiirini hemen hemen tüm şiir okurları bilir. Keza Neyzen Tevfik de ortalamanın pek üstünde bir şair olmamasına karşın, aynı gerekçelerle okur tarafından özel bir yerde tutulan ve hâlâ küfürlü şiirleri iştahla okunan bir şairdir. Zaten sistem tarafından dört bir koldan kuşatma altına alınan işçi sınıfının ve tüm emekçilerin günlük konuşma pratiklerine koşut olan küfürlü şiirlerin, sol entelijansiya arasında yadsınması ise dünden bugüne sol entelijansiya erkinin sınıfa değil küçük burjuva ve aristokrat kökenli devrimcilerden ait olmasından kaynaklanmaktadır. Hiç şüphesiz sınıfa bilinç kazandırma yöntemi olmayan, ama sözel deşarj yoluyla yaşam pratiğinde burjuvazi ve faşizan uygulamalı burjuva devlet tarafından ezilen, sömürülen işçi ve emekçi sınıfların “ruh yellenmesi” olan küfürlü şiir, insana dairdir, bu coğrafyanın realitesidir. Can Yücel’in dediği gibi: “Bunca orospu çocuğunu nasıl anlatayım küfürsüz ”. İnsancıl Dergisi, Sayı 265

32


İÇİNDEKİLER

Dinamit Olun! / 3 Alenen Sizi Askerlikten Soğutmak İstiyorum / 5 Milli Hassasiyetlerinizle Oynamak İstiyorum / 7 Külliyen Dininiz Elden Gitsin İstiyorum / 9 İslam Destekçisi Sosyalistlerin Eleştirisi / 11 İslam ve Ermeni Soykırımı / 17 Deliliğe Övgü*, Yeniden ve Hep / 19 Baba Kusura Bakma / 21 Sınıf Kini ve Küçük Burjuva Sosyalistler(!) / 23 Fanatizmin Psikodinamiği / 25 Kendini Gerçekleştirebilme Kılavuzu / 27 Kapitalizmin Soytarısı: Cem Yılmaz / 29 Küfür, Şiir ve İşçi Sınıfı / 31 İÇİNDEKİLER / 33


DÜPEDÜZ YAZILAR SERKAN ENGİN

Serkan Engin, bu yeni e-kitabında Birgün gazetesi ve çeşitli sitelerde yayınlanan güncel politik eleştiri ve görüşlerini sergiliyor. E-Kitaptaki yazılarda, yaşamımızın her anında gözümüze, dilimize takılan olay ve durumlara karşı Serkan Engin kendi bakış açısını, görüş ve düşüncelerini sunuyor. Farklı ufuklar açıyor. Serkan Engin, fark edemediklerimizi fark ettirebilme amacıyla yazıyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.