Dembir dergisi ağustos ihlas

Page 1

Ä°hlas

1


Dembir

2


Ä°hlas

3


Dembir

EMEK YAYINLARI

DEMBİR DERGİSİ Yazan ve Hazırlayan Özkan Günal _ Emine Aytül Erol Düzenleyen Emine Aytül Erol Tasarım Özkan Günal SAYI-32 Ağustos 2017

İhlas EMEK YAYINEVİ İhsaniye Mah. 2. Er Sok. Agora Kapalı Pazar Alanı Sit. No: 8 F Blk Z-152 Nilüfer/Bursa Tel: 0(224) 241 03 22 info@emekyayinevi.com www.emekyayinevi.com ©2017 Emek Yayınevi Eserin tüm yayın hakları Emek Yayınevi'ne aittir. Yazılı izin olmadan kısmen veya tamamen hiçbir yolla kopya edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz. Ücretsizdir, parayla satılmaz

4


Ä°hlas

5


Dembir

Nam-ı Damperli, Halil İbrahim Baki Hazretleri

Âşıklık yolundaki tüm canlara selam olsun…

Halil nazar eyle her an Aşikâr eyledi sultan Sırrullahı üryan bulan Bizden size selam olsun

Gönlümüz, Gönüller sultanı, Melami Mürşid-i Kamil’i Namı Damperli Halil İbrahim Baki Hz İle birliktedir.

6


İhlas

Giriş Ey Kamil’an, Ey Arif’an, Ey Aşık’an, Ey Derviş’an, Ey Sadık’an, Ey Muhib’ban. Bu dergi Nam-ı Damperli, Halil İbrahim Baki Hz’nin gönlünden, gönlümüze ektiği mana zevklerinin, yine O’nun hizmetiyle yeşerip zuhura gelişindeki anlatımları içermektedir. Dergimizin otuz İkinci sayısının konusu, İhlas… İhlas, kişinin kalbini Allah’tan gayrılara kapatıp, temizlemesi olduğundan kalp amelidir. İhlas suresinde, Cenab-ı Allah’ın tekliği, doğmamış ve doğurmamış olmasıyla hiç bir şeye muhtaç olmayışının vurgusuyla beyan edilen, kalbimizde Allah’tan başka her hangi bir şeyin olmaması gerektiğindendir çünkü kalp Allah’ın nazargahı ve mekânıdır. Allah, Kendisinden başka olmayan olduğundan, yaratılan değil yaratan ve sığınacak değil sığınılacak olan olduğundan kalpte ondan başkasının olması en büyük şirktir. Allah’ın ya da başka bir şeyin kalpte olması ise, sevilen, zikredilen, muhabbet edilen, bilinen, hizmet edilip yüceltilen olmasıyla mümkündür. Neyi seviyor ve zikredip hizmet ediyorsak kalbimizde o vardır. Cenab-ı Allah, kalbimizde Kendisinden başka bir şeyin olmaması gerektiğini, Kasas suresi 70 ayeti kerimde, Ve O Allah’tır ki; O’ndan başka İlâh yoktur. Evvelde ve ahirde hamd, O’na aittir. Ve hüküm, O’nundur. Ve O’na döndürüleceksiniz diyerek beyan etmektedir. İhlas suresinde “De ki: O Allah bir tektir” söylemiyle vurgu yapılan da Allah’ın sıfatlarında ve zatında tek oluşudur. Allah, zatı itibariyle tek olurken sıfatları itibariyle de tektir ki varlık dediğimiz yaratılan, yaratanın yaratılmışlığa sıfatlarıyla çıkışıdır. Bu sebeple Cenab-ı Allah, zatında, sıfatında ve fiilinde de tek olmasıyla Kendisinden başka fail, mevsuf ve mevcut olmayandır. İşte, ihlas suresi bize bu gerçeği “De ki: O Allah bir tektir” diyerek beyan ederken aynı zamanda siz de ihlas sahibi olmak olan kalbinizde Allah’tan gayrısını barındırmayın, kalp Allah’ın mekânıdır ve orada sadece Allah bulunmalıdır demektedir. Bizler ihlas sahibi olmak için, Rad suresi 28 ayeti kerimede, Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpleri yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur denilerek işaret edilen kalbimizi Allah’ın zikriyle doldurup sevgimizi, hizmetimizi, bilişimizi yani kısaca kulluğumuzu yalnızca Allah’a yapmalıyız. Dikkat etmemiz gereken değer, bizi yaratan Allah’a kulluk etmek gerektiğidir. Kendi zannımızda kendimize göre tanımlamalarla yaratmış olduğumuz Allah kavramına yine kendimize göre kulluk yapmak Allah’a kulluk değildir. Cenab-ı Allah, zatıyla tenzihliğinde şan alırken, sıfatlarıyla teşbihe çıktığında yine Kendisi tekliğiyle sıfatlarında şan alamaya devam etmektedir. Allah’ın teşbihe çıkışı tenzihliğini hükümsüz bırakmaz. İşte bizler ihlaslı bir şekilde, ihlas suresini, sıfat olan kendimizde okuduğumuzda, teşbih olan kendimizde tenzih olan Allah’a şehadet etmiş olarak kulluğa yücelmiş oluruz. Bakara suresi 163 ayeti kerimde, Her halde hepinizin ilâhı, bir tek ilâhtır. Ondan başka bir ilâh yoktur. O Rahman ve Rahim’dir denilerek beyan edilen hakikat de budur. Cenab-ı Allah, Ehad’dır ve yaratılan ayrılık değil Zatın sıfatına tecelli edişidir. Allah, tekliği ile tenzihliğindeyken, yine tekliği ile sıfatına ve fiiline tenezzül ederek bilinirliğe çıkmıştır. Yaşam Kendisinden Kendisine yaptığı seyir ve muhabbettir. Yaratılmış her şey yaratan Allah’ın bir sıfatıdır, Allah’a denk ikinci bir varlık değildir. Bizler bu hakikati kalben kabul edip yine kalben keşfettiğimizde sarf edilen tek beyan, “O Allah bir tektir, bütün varlıklar ona muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğurmamış ve doğmamıştır ve hiç bir şey O'na denk değildir” olacaktır çünkü gayrılık ortadan kalkmıştır. Hu Aşk u niyazlarımla 7


Dembir

EDİTÖRDEN Onlar Allah’ı Severler Allah da Onları Cüneyd Bağdadi Hz, "İhlas Allah ile kul arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan’ın ondan haberi olamaz ki bozsun. Hevâ ve heves onu fark edemez ki kendisine meylettirsin." diyerek, ihlasın önemine vurgu yapmıştır. Bu sırrı Melek neden bilmez, şeytan neden haberdar olmaz? Çünkü ne dünyalık ne de ukbalık hiçbir menfaat güdülmeden sadece Rabbin rızası için Rab ile iş işleyip zikri daimide olmaktır. Rab Kur’an’ı keriminde kendisini İhlas Suresi ile tanıtmıştır ihlaslı kul olmak ise Rabbi Rabbin kendisini tanıttığı gibi tanımak yani Rabbi Rabbin kendisini bildiği gibi bilmekle olur. İhlaslı olmak öyle kolay iş, ucuz pazar değildir çünkü ihlas dışın temizlenmesi değil için cilalanmasıdır. Dilim küfretmeyebilir ama kalbim küfür içerisinde karanlıklardadır, elim çalmayabilir, vurmayabilir, kırmayabilir ama kalbim zulmet içerisinde karanlıklardadır, yüzüm gülebilir ama kalbim buğuz içerisinde karanlıklardadır, hizmet ediyor, yardım ediyor görünebilirim ama kalbim benlik içerisinde çürümüştür… Zaten Allah nazarını surete değil sirete çevirmiştir, “Ben sizin amellerinize değil niyetlerinize bakarım” buyurarak İhlasın elde, dilde değil kalpte olduğunu vurgulamıştır. Cenabı Allah, Habibi Muhammed Mustafa efendimizle, Ehlibeytiyle ve dostlarıyla birçok kez bizlere ihlasın ne olduğunu göstermiştir aslında. Onların yaşamı tam bir teslimiyet içerisinde, Rablerinden bir an bile gafil olmadan ve şüphe duymadan Aşk ile dopdoludur. Onlar Allah’ı severler Allah da onları sever, bu da insan olana en büyük devlettir ve yeter. İhlas sözlükte ayrışmak, katıksız dupduru olmak, arınmak anlamına gelmektedir. İhlas, bulaşan bir şeyden kendini kurtarmak, arındırmak anlamına gelirken diğer bir anlamı da özüne dönmek, aslına kavuşmak olarak açıklanabilir. Peki, Davasından dönmesi için teklif edilen dünyalıklar karşısında değil bu teklif edilen dünyalıklar, bir eline Ay’ı bir eline Güneşi verseler de davasından dönmemenin ihlası neydi? İslam ve Âşık olduğu eşi uğruna canı ve malını ortaya koyan Hz Hatice’nin ihlası neydi? Fatıma’tül Zehra olup iki evladını kurban vermenin ihlası neydi? Hz Resulullah’ı öldürmeye geldiklerinde onun yerine ölüme yatmanın ihlası neydi? İslam’ın bekası için, dünya durdukça zayıflıkla suçlanmak uğruna Muaviye ile antlaşma yapmanın ihlası neydi? Kerbelâ’da aşk ile iman uğruna şehit olmanın ihlası neydi? Bir emir ile evladını kurban etmek için tereddütsüz boğazına bıçağı çalmanın ihlası neydi? Bütün bunları ve daha nicelerini insan ne uğruna, karşılığında ne elde etmek için yapabilir ki! Zaten ihlası ihlas yapan da yapılan işteki niyetin dünyalık ya da ukbalık hiçbir menfaat içermemesi, yalnızca Rabbin rızasını ve Aşkını gözetmesidir. Hz İbrahim ihlas ile düştü yola, kattı evladını önüne, bıraktı ciğerini çöle önce. Sonra bir emir “İsmail’i kes” bakalım Aşkın, imanın, ihlasın nice. Hiç tereddütsüz emri ilahiyi yerine getirdi Tevhit babası Halilullah. Bıçak kesmedi İsmail’i, İbrahim’in ihlası köreltti bıçağı. O gün evladını Hakk’a kurban eden baba şimdi Hz Muhammed’e ve ümmetine ata ilan edildi. Hz Resulullah teklif edilen bütün dünyalıkları elinin tersiyle itip tüm yaşamını kendisine yar diye seçtiği Rabbi için vakfetmiş, bu uğurda tüm güçlüklere ve eziyetlere katlanmıştır. 8


İhlas Bütün bunları yaparken de karşılık olarak tek bir şey beklemiştir; Kendisinden sonra emanet edildikleri kişiler tarafından katledilen canı, ciğeri, gözbebekleri, evlatları olan Ehlibeytine sevgi ve bağlılık. Şimdi cümle âşıklar aşk ile bağlıdır zat-ı ilahilerine. Hz Hatice ve Hz Fatıma’tül Zehra, aşkın, sabrın, irfanın, kadınlığın iki ulu şahsiyeti, ihlasın iki aynası, doğurup yetiştirdikleri evlatlar ve sürdürdükleri yaşamla ne dünyalık ne de ukbalık hiçbir beklentileri olmaksızın yalnızca Aşk için, Hak için, Rızayı bahriye için yaşadıklarını ispat etmişlerdir. Şimdi cümle Âşıklar nail oldukları manayla şereflenmek, doğurduklarını doğurmak için Aşk ile rızalarını talepteler. Hz İmam Ali efendimiz belki de ergen diyeceğimiz bir yaşta Hz Resulullah’ın bir tek sözüyle onun yerine ölmek için yatağına yatmış ve içerisinde en ufak bir endişe duymamıştır. Beklentisi ise efendisi, aşkı, cananı, iki cihan serveri, Allah’ın habibinin rızasıdır ne dünya sevgisi, ne cennet aşkı ne de cehennem korkusudur. İhlas ile yattığı yataktan Aşk ile doğrulur Şahı Velayet Efendimiz. Şimdi cümle âşıklar onun aşkına vasıl olabilmek için çalarlar gönül kapılarını. Hz Resulullah’ın torunu, İmam Ali efendimizin oğlu, Hz Fatıma’tül Zehra anamızın gözünün nuru, Şehitler Şahı İmam Hüseyin efendimizin abisi, cennet gençlerinin efendisi İmam Hasan efendimiz bunca övülmüşlüğüne rağmen varlığında en ufak bir benlik kırıntısı bile taşımayışın timsalidir. Yapmış olduğu antlaşma kendi şahsına değil fayda sağlamak, aksine anlayamayacak olanlar tarafından zayıflık olarak görülecek ve mübarek ismi, Muaviye’ye biat etmiş olmakla yan yana zikredilecekti. Buna rağmen İslam’ın bekası için dedesinin izini sürmüş ve müşriklerle antlaşma yapmıştır. Şimdi cümle âşıklar adı güzel kendi güzel imam Hasan efendimizin kendilerine ikram ettiği âşıklık meydanlarında onun ışığıyla kendiliksiz, benliksiz yürürler yollarında. Kerbela… Dile gelebilenin ötesinde, aşkın, imanın, ihlasın zirvesinde gönüldeki en büyük yara Kerbela. Hz Resulullah’ın Risalet mührü, Hz Fatıma’nın kanayan ciğeri, Hz Ali’nin Hakk’a kurbanı, Hz Hasan’ın içtiği zehir tası, Şehitler Şahı İmam Hüseyin efendimizin her bir evladıyla bin kez ölüp bin kez dirildiği mübarek şehadeti, Hz Zeynep’in göğe çıkan ahı, Hz Zeynel Abidin’in dinmeyen gözyaşı, cümle Âşıkların tahsil-i kemali seyr-i cemali, ihlasın ve aşkın kitabı Kerbela… Kerbelâ’nın ihlası Kerbelâ’nın evlatlarıdır. Kerbelâ’nın ihlası Hz Zeynep anamızın dik duruşudur. Kerbelâ’nın ihlası Şah-ı Şehadet-i Kerbelâ’yı İmam Hüseyin efendimizin kendisidir. Şimdi cümle âşıklar o ateşte susuz kül olup yanmaktalar. “Kemâlat-ı edepten, halisane niyetten, vücudu mahviyetten, erenler meclisinde hizmetten gafil olma” Halil İbrahim Baki Efendi… Hu… Zehra…

9


Dembir

Dil şehadetinin yoktur ispatı Can kurban etmenin çoktur cefası Cemale ermenin budur lokması Kınalıdır yüzü gerçek aşığın Nefsinden feragat yiğidin karı Secdeyi hakikat Rabbin rızası Maşukun mahremi mahbubun bağı Kınalıdır gönlü gerçek aşığın Nam-ı Mürteza’dır toprak babası Fatıma-tül Zehra şahlar anası Muhammed evinin can kurbanları Kınalıdır eli gerçek aşığın Elest hitabını duydun Halil'den Zehra arın sende nispetlerinden Hakkın ihsanıdır cümle görülen Kınalıdır sözü gerçek aşığın

10


İhlas

Oku emri geldi Rabbin adıyla Okuyorum Hakk’ın halkiyetini. Nefis dedikleri aslında ayna Görülenler Hakk’ın bilinmekliği Allah’ın bütünden zikridir dünya Varlık ile Hakk’ın halka gelişi. Eşya oldu ismi suret kabında Cümle âlem Hakk’ın esma giyişi Tüm yaratılanlar Hak ayetidir İspatıdır Hakk’ın ilan edişi. Varlığı yaratan gayrı değildir Zahiridir Hakk’ın bedenlenişi Fakir Halil’imin gönül evinde Seyran eder Hakk’ın güzelliğini Arafat deminin acziyetinde İşitiyor Hakk’ın muhabbetini

11


Dembir

AYIN KONUSU İhlas… İhlas suresi bize, İhlas’ın ne olduğunu anlatan suredir ve öncelikle şunu iyi anlamalıyız ki İhlas suresi gündelik sıradan bir söylem değil bizzat, bizi ve âlemi yaratan, evveli ve sonu olmayan Cenab-ı Allah’ın Kendi dilinden Kendisini anlatışıdır. Bu sebeple anlayabilmek adına hak ettiği değeri ve sorumluluğu yerine getirerek beyanı işitmeye ve ciddiyetle üzerinde durmaya çalışmalıyız. Allah’ın sözünü anlamak için konuyu sadece ilmî değil tevhit yönüyle işlerken maneviyatını da hissetmeliyiz. Söz konusu Allah olduğunda kavramlar tevhide göre anlam kazanır, bunu unutmamalıyız. Bismillahirrahmanirrahim Kul hüvallahü ehad Allâhussamed Lem yelid ve lem yûled Ve lem yekullehû kufuven ehad Bismillahirrahmanirrahim Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla Cenab-ı Allah bizlere, her işimize Kendi adıyla başlamamız gerektiğini, her iş ve kendi varlığımızın Kendinin tecellisi olması sebebiyle farz olduğunu, Bismillahirrahmanirrahim ayetiyle vurgulamaktadır. İhlas suresi ve diğer tüm surelerin her daim besmele ile başlaması, surenin Allah’ın Kendi beyanı olduğundandır. Allah’ın adıyla başlamak bulunduğumuz anda anı Allah ile tevhit etmenin kapısıdır. Allah ile tevhit edilmeyen Allah’a ulaşamaz. Konuşanı konuşanla tevhit etmezsek işittiğimiz ses olmaktan öteye gidemez, kendi sağırlığımızla kalırız. Bu sebeple besmele bizi tevhit kapısından içeri sokarken kulaklarımızı beyanı sarf ederek Kendisini anlatan Allah’a açar. Cenab-ı Allah, Alâk suresi 1 ayeti kerimesinde bu gerçeklik için, Oku yaratan Rabbinin adıyla demektedir. Yaratan Rabbin adıyla nasıl okunacağına da yine Kendisinin Rahman ve Rahim oluşuyla işaret etmektedir. Rahman, Allah’ın kendisini anlatışı, Rahim ise anlatışındaki sarf ettiği sözlerdir. İşte bizler varlığı Allah ile tevhit ettiğimizde varlıktan Allah ile muhatap oluruz. Anlatılandan anlatanı işitip anlatılanı anlatanla tevhit ederek sözü tüm gerçekliğiyle duyanlardan oluruz. Kul hüvallahü ehad. De ki; O Allah’tır, tektir. Ehad, zatında kesrete dair hiç bir edat kabul etmeyen, hiçbir vesile ile iki olması mümkün olmayan birdir. Hep bir, daima bir, kendisinden başkası hiç olan birdir ve yalnızca Allah için kullanılır. Bu ayette Cenab-ı Allah’ın tekliği vurgulanmaktadır. Ayette vurgusu yapılan “De ki” ibaresi bize Allah’ın tekliğine şahit olan tevhit idrakine ermiş olanı işaret eder. 12


İhlas Şimdi, hem Allah’ın tekliğine ermiş olan bir tevhit anlayışı var hem de Allah’ın tekliğine vurgu var ki buradan anladığımız ve işaret edilen, varlığın ikincillik olmayışıdır. Allah tekse o zaman diyecek olan kim? Diyecek olan da Kendi tecellisiyse ikincillik olamaz. Evet, Allah tektir ve bu teklik yaratılma gerçekleşmeden önce de vardı, yaratılma gerçekleştikten sonra da devam etmektedir. Bunca yaratılmışlık varken Allah’ın tekliği yaratılmışlıktan ayrı, gaybî bir teklik değil yaratılmışlıkla birlikte zuhur eden tekliktir. Allah tektir ve halen tektir ve asla iki olmamıştır, olamaz da çünkü yaratılmışlık ayrılık değil tecelli olması sebebiyle aynılıktır. Varlık, var oluşun görünürlüğünden başka bir şey değildir. Var olan varlıkla görünür olunca varlık var olur. Var olan varlık zaten var olanın görünürlüğü olduğundan ikinci değil tekin tecellisi olduğundan dolayı var olan tektir. Bu teklik, tek olanın kendisini zahire getirişiyle değişmez. Kendimizi anlatışımız sonucu zahire çıkan sesimizin bizim tekliğimizi bozmadığı gibi düşünebiliriz. Ali İmran suresi 2 ayeti kerimde, Allah, Kendisinden başka ilah olmayan, hay ve kayyumdur denilerek bu gerçeklik yine Allah’ın Kendisi tarafından beyan edilmektedir. Cenab-ı Allah’ın Hay ve Kayyum oluşunun beyanı, bizlerin varlığına işarettir. Varlığımız, Allah’ın hay sıfatıyla tecelli edişi ve Kayyum oluşuyla bedenlenişimizden ibarettir. Bizler dirilik de dâhil tüm sıfatların eşliğinde bir vücutlanmayla var edildiğimizden varlığımız Allah’ın Kendisini varlık âleminde var edişidir çünkü dirilik de, vücut da O’nundur. İşte bu sebeple Allah, Kendisinden başka ilah olmayan hay ve kayyum olandır yani Allah, tektir, tekliğiyle tecelli edendir, Kendisinden başka ikinci var etmeyip varlık giyinendir. Kasas suresi 70 ayeti kerimde, Ve O Allah’tır ki; O’ndan başka İlâh yoktur. Evvelde ve ahirde hamd O’na aittir. Ve hüküm, O’nundur. Ve O’na döndürüleceksiniz denilerek de bu gerçeklik vurgulanır. Allah tektir ve tekliği evvelde yani yaratılma gerçekleşmemişken de, ahir de yani yaratılma gerçekleştiğinde de aynı olandır çünkü hamd yani tecelli Kendisine, tekliğine ait olandır. Hüküm onundur yani yaşam Kendisinin tecellisidir ve varlığımız Kendi tecellisi olduğundan asla iki var olmamıştır. Hadid suresi 3 ayeti kerime de Cenab-ı Allah, bu hakikati Kendisi için, O, evveldir ve ahirdir, zahirdir ve bâtındır ve O, her şeyi en iyi bilendir diyerek beyan etmektedir. Evvel olan da Kendisi, ahir olan da Kendisi, zahir olan da, batın olan da Kendisidir çünkü O Allah, tektir. Varlık tekliğinin zuhurudur. Kendimize baktığımızda görülen O’nun tekliğidir çünkü bakan da, gören de, görünen de yalnız Kendisidir. İşte bu hakikat, ihlas suresinin 2 ayetinde, Allâhussamed Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir denilerek söylenmektedir. Zat’ın tecellisinde Zat’ından gayrısı yoktur ve Cenab-ı Allah’ın yaratılmış ile teşbihe çıkmış olması teşbihe çıkışındaki hale gereksinim duyuyor olması demek değildir. 13


Dembir Zat’ında batın olan varlık Cenab-ı Allah’ın yaratması sonucu var olmaktadır ki kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Cümle varlıklar bir var olup Zat’ına bağlıdır ve zuhura Zat’ın hangi özelliğinin ispatı olarak çıktıysa o özelliği ispat ve muhabbet eder. Zat, varlık ile zuhura çıkıp, görülüp, bilinip, muhabbet ediliyor olsa da, bu hal Zat’ın varlığa ihtiyacı vardır demek olmaz, bu düşünce şirktir çünkü varlık Kendi varlığının var oluşunun zuhurudur. Hâdise, Cenab-ı Allah’ın yaratma keyfiyetinden ibarettir zarurilik değildir. Varın varlığı Zat’ına tabidir ve Zat’ıyla mümkündür. Varlığımızın Cenab-ı Allah’a muhtaç oluşu varlığın O’nun varlığı oluşundandır. Allah, varlığına tecelli ederek Kendi varını var kılmaktadır. Allah’ın varlığı olmasa biz var olmayız. Enam suresi 1 ayeti kerimde, Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar denilerek beyan edilen gerçeklik budur. Göklerin ve yerin yaratılışı, varlığın varlığı mümkün kılan her iki unsurunun da Allah tarafından yaratılmış oluşundandır ve Allah, yaratmasıyla varlık giyinmiştir. İnkâr etmek varlığı nispet etmek olup Allah’ın tekliğinde mümkün olmayan ikilik çıkartmaktır çünkü Allah tektir. Varlığın var oluşu Allah iledir. Cenab-ı Allah, Yunus suresi 66 ayeti kerimde bize bu hakikati, Açın gözünüzü! Göklerde kim var, yerde kim varsa hep Allah'ındır. Allah’a ortak koşanlar dahi, Allah'a ortak koştuklarına uymuş olmuyorlar, ancak zanna uyup yalandan başka bir şey söylemiyorlar diyerek anlatmaktadır. Ali İmran suresi 83 ayeti kerimde, Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir denilerek hakikat vurgulanmaktadır. Yaratılanın yaratanına boyun eğmesi varlığın yaratanın zuhuru oluşundandır. Allah’ın dininden başkasını aramak, Allah’ın tekliğinde ikilik çıkartmaya kalkmak olup ben kendimi var ettim ya da Allah yarattığı olan bana muhtaç demektir ki Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması, hiçbir şey denilerek işaret edilen, yaratılmışlığın Kendisinden ayrı ikinci bir varlık olmayışınadır. Bu hakikat, Fatır suresi 15 ayeti kerimde, Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve her hamde lâyıktır denilerek beyan edilmektedir. Evet, biz Allah’a muhtacız çünkü varımız O’nun varıdır ve O yarattığının yaratanıdır, sahibidir. Bu gerçeklik için Bakara suresi 107 ayeti kerimde, Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur. Size de Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır denilmektedir. Varımızın sahibinin Allah oluşu ya da bizim Allah’a muhtaç olurken Allah’ın bize muhtaç olmaması, Tekvir suresi 29 ayeti kerimde,

14


İhlas Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz denilerek beyan edilirken, Ali İmran suresi 26 ayeti kerimde, De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” denilerek vurgulanmaktadır. İşte anlıyoruz ki varlık Allah’ın varlığıdır ve var oluş ikilik değil tekliğinin zuhurudur. Allah, Kendiliğidir Allah Allah’tır. Varlığını zuhura getirmesi teşbihe çıkışı olup tenzihliğini hükümsüz bırakmaz, tekliğini bozmaz. Bu hakikat ihlas suresi 3 ayeti kerimde, Lem yelid ve lem yûled O, doğurmadı ve doğurulmadı denilerek anlatılmaktadır. Cenab-ı Allah’ın Zat’ında zaten var olan varlığın yaratılmışlığa çıkması yine Kendisi ile olduğundan yaratılan diye zikretmek anlatabilmek içindir. Özü itibariyle yaratılma yoktur her daim kendi tecellisidir. Yaratılma olması için kendisinden gayrısı olması gerekir ki mümkün değildir. Bu sebeple yaratılmışa Kendi varlığı ve tekliğiyle çıkış, Zat’ın Tenzihte iken Teşbihe gelmesidir ve Teşbih olması Tenzihi var etmez yani Allah, kendisinden ayrı varlık yaratmamışken yarattığı da yaratanı yaratmış olmaz. Cenab-ı Allah zaten Zat’ı ile Tenzihte tekliğiyleydi. Varlık bilse de bilmese de Hak zahirdedir ve varlığını, Rahman suresi 29 ayeti kerimde, Göklerde ve yerde olanlar, O’ndan isterler. O her an bir şan üzerindedir denilerek beyan edildiği gibi her an şan alışıyla seyran etmekte, bilmektedir. Devran kendisinden kendisine kendisinde seyir ve muhabbettir. Doğurmadı yani tekliğini bozup ikilik var etmedi, her an tekliği devam ederken tekliğini ispat ve muhabbet gerçekleşmektedir. Doğurulmadı yani Allah varlığın var ettiği, yaratılmış bir zan değildir. Bu gerçeği, varlığın mükemmel oluşunda görmekteyiz çünkü her unsurun varlığı bütünü tamamlayan denge üzerinedir ve her unsur birbiriyle bağlantılıdır. Birisini aradan çıkartsak diğerleri de yok olur ki bu bize varlığın bilinçli bir akıl tarafından var edildiğini ispat etmeye yeter. Allah doğrulmamıştır yani insanların düşüncesinde kendisinden daha kudretli olana sığınma ihtiyacından dolayı yaratılmamıştır. Sığınma ihtiyacı dahi yaratılışımızda konulmuş kutsiyettir. Mülk suresi 3-4 ayeti kerimeler, O, biri diğeriyle 'tam bir uyum içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman olan Allah’ın yaratmasında hiçbir çelişki ve uygunsuzluk göremezsin. İşte gözünü çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık bozukluk ve çarpıklık görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz uyumsuzluk bulmaktan umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir denilerek bu hakikat anlatılmaktadır. Bizler yaptığımız her hangi bir iş veya aleti bile bilinçli bir aklımızla yaparken, o alet kendiliğinden oluşamazken bizim kendiliğimizden oluşmamız nasıl mümkündür. 15


Dembir Bir araba milyon, hatta milyar yıllar dahi geçse doğada kendiliğinden oluşabilir mi? Bir yerde bir araba görsek kendiliğinden mi oluşmuş deriz yoksa burada bu arabayı yapacak kadar ileri bilinç sahibi canlılar mı var mı deriz? Araba için dahi kendiliğinden oluşmuş diyemezken kendimiz için kendiliğinden oluşmuş demek ve yaratanı inkâr ederken yaratanı da yaratılan yaratmış demek, işte bu küfürdür. Hac suresi 64 ayeti kerimde, Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır denilmektedir. İhtiyacı olmayan yani doğrulmamış olandır ki doğurmayan yani ayrılık yaratmayan Allah tekliğiyle her daim tecelli etmektedir. Cenab-ı Allah’ın Kendisini anlatışında, “De ki; O Allah’tır, tektir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. O, doğurmadı ve doğurulmadı” beyanı bu gerçeği ilan etmektedir. İşte Cenab-ı Allah’ın “De ki” dediği anlayış Enam suresi 102 ayeti kerimde, İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir diyerek davet ettiği Kendisine yapılan kulluktur. Bu kulluk, İhlas suresi 4 ayeti kerimde, Ve lem yekullehû kufuven ehad Hiç bir şey O'na denk değildir. denilerek işaret edilmektedir. Cenab-ı Allah’ın kulluğa çıkışından söz ediyoruz ki bu çıkış, Zat’ın sıfat olarak teşbihe çıkışı olup hangi sıfat Zat’ın hangi güzelliğiyse o güzelliği ile yüz gösterir. Yaratılmış olan her zerrede Allah’ın tekliği vardır. Kulluk Allah ile mümkündür ve yine tekliği ispat eder. Siret nazarıyla yapılan bakış zaten bu tekliğedir. Ama bu tekliği surette ve tek bir suretle kayıtlamak yanılgı olur. Allah her yüzde tekliğini seyran eden olduğundan kul da her yüzde Allah’ın tekliğini seyran edendir. Hiçbir şey O’na denk değildir yani kimse kendisinden zuhur eden fiilin faili, sıfatın mevsufu, vücudun mevcudu olamaz. Allah, fiiliyle, sıfatıyla ve vücuduyla tecelli ettiğinden fiil, sıfat ve vücut var olduğundan Faiilliğinde, mevsufluğunda ve mevcutluğunda tektir. Nispet etmek denklik çıkartmak olduğundan davet denklik çıkartarak şirk eden anlayışı, gerçeğe davet olup, ihlas suresinde Cenab-ı Allah tekliğini beyan ederken aynı anda gerçeğe davet etmiş olur. Cenab-ı Allah, “Sen benim sen olmaklığımla tecelli edişimsin! Sen, tekliğimin seyrisin ve varın varlığımın zahirliğidir. Beni sen yaratmadın aksine Seni yaratan benim ve Ben sana muhtaç değilim ama sen bana muhtaçsın ve bana denk değilsin” diyerek Kendisine, kulluğa davet etmektedir. Yusuf suresi 108 ayeti kerimde, De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” denilerek beyan edilen gerçeklik de budur. İhlaslı olmak, İhlas suresini kalben okuyup, daveti işitip, davete icabet edip, Allah’ın kulluğuna dâhil olup, Allah’ın tekliğini her yüzde seyran edenlerden olmaktır. Hu… Aşk u niyazlarımla.

16


İhlas

Candan seversen Allah'ı Gel Muhammed'e gidelim Derde dermandır vallahi Gel Muhammed'e gidelim Sırat köprüsün geçmeğe Ab-ı Kevser’den içmeğe Bile gidelim uçmağa Gel Muhammed'e gidelim Muhammed'in güzel adı Ver ruhuna salavatı Yaktı beni 'aşkın odu Gel Muhammed'e gidelim Feda kıl yoluna canı Göresin Fahri-i Cihan’ı Cümle dertlerin dermanı Gel Muhammed'e gidelim Yunus bakma bu cihana Bâkî değil bu zamane Yalvaralım ol sultana Gel Muhammed'e gidelim

17


Dembir

AYIN RÖPORTAJI Dembir: Dergimizin bu ayki konusu İhlas. yüce Kur’an’ı Kerimde de “İhlas suresi” bulunmaktadır. Bu sure içerik olarak Fatiha suresinin ilk üç ayeti gibi direkt Allah’ın zatından bahsetmektedir ve hemen hemen her yerde de karşımıza birlikte çıkmaktalar. Bu iki surede Allah kendisini ve yalnızca kendisine ait olan özellikleri ilan etmektedir. Allah’ın bu ilanından ne anlamalıyız efendim. Allah bu yönleriyle neden tanınmak istiyor? Özkan Günal: Bizler, biz diyerek tanımlama yapmaya çalıştığımız Allah’ın yaratmasıyla var olanlarız. Evet, bizler kendimizi var eden değil var edilenleriz ki var oluşumuz Allah’ın var etmesiyle mümkün olurken özü itibariyle varlığın aslının tecellisiyiz. Bunu yani yaratan Allah ile yaratılan bizi anlayabilmek için deniz ve balık örneğini ele alırsak görüşümüz daha da netleşecektir. Deniz, kendisini deniz yapan tüm özellikleriyle bir bütün olarak denizdir. Denizin içinde denizle var olabilen bizler, deniz ismini zikrederken aynı anda hem kendimizi ve hem de tüm denizin içinde onu deniz yapanları zikretmiş oluruz. Bunlar kısaca, su, tuz, dalga, köpük, balık, kum, mercan, yosun gibi esmalar ile zikrettiğimiz tüm unsurlardır. Bu sebeple, aslı cihetiyle deniz derken aynı anda tüm esmaları zikrederken tek tek her bir esmayı zikrederken de aslında deniz demiş oluruz çünkü tüm varlıklar bir varın içinde bir vardan var olmuşlardır ki buna denizin kendisinde mevcut olanlarla yine kendisinde tecelli edişi demekteyiz. Şimdi, balık denizin içinde denizin varıyla var olur ve varlığı denizle mümkündür. Deniz olmasa balığın var olmayacağı gerçeği denizin gerçeğidir. Balık, denizin içinde var olur, yaşar ve yok olur. Varlığı, yaşamı ve yokluğu her daim bir an olsun denizden ayrı olmaksızındır çünkü bu mümkün değildir, denizle birlikte geçmektedir. Deniz, kendisinde mevcut olan balık sıfatını yine kendisinde var ederek balıklığıyla kendisinde tecelli etmiştir. Şimdi, balık denizden ayrı bir kendiliği olan ikinci bir varlık mıdır, denizin kendisinde kendisine tecelli edişi midir? İşte deniz zattır, balık sıfattır. Zat, sıfatına tecelli ederek balığı yaratmış olmaktadır. Bu örnekle bizler kendimize baktığımızda ikinci bir varlık görüyorsak bu, Cenab-ı Allah’ın zatıyla, sıfat olan bizi yine kendisinde tecelli edişinden gelmektedir ki bu bakış tecelli olan kendimize tecelli eden Allah’ı gören bakışsa tevhidî bakış, müstakillik gören bakışsa şirk bakışıdır ki bakılan aslında her daim tevhit üzerine olandır. Nahl suresi 51 ayeti kerimede, Allah, şöyle dedi, “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek ilâhtır. O hâlde, yalnız benden korkun” denilerek bu gerçeklik vurgulanmaktadır. İki ilah edinmek, kendimizde müstakillik görmektir. Oysa Cenab-ı Allah zatında zatıyla sıfatına tecelli etmektedir. Bu tecelli bizi, sıfatını ve fiilini zahire getirmektedir. İşte bizler zahire gelen tecelliyizdir ve Allah’ı tecelli olan kendimizden bilip, seyredip, zikredip, muhatabı olanlarız. Allah derken kendimizi ve cümleyi aynı anda zikretmiş olurken, kendimizi ve cümleyi zikrederken de Allah’ı zikretmiş olmaktayız çünkü Cenab-ı Allah, tenzihliğiyle teşbihe çıkmıştır ki bu çıkış teşbihi tenzihinden ayrı varlık olarak yaratması değil tenzihliğiyle olmaktadır. 18


İhlas Buna, Allah’ın teşbihe çıkışı tenzihliğini hükümsüz bırakmaz, O her daim tenzih olandır demekteyiz. Şura suresi 11 ayeti kerimde, O gökleri ve yeri yaratan, size kendilerinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu suretle üretip duruyor. O'nun benzeri gibi bir şey yoktur. O, öyle işiten, öyle görendir denilerek beyan edilen bu gerçekliktir. Allah, gökleri, yeri ve bizleri ve tüm canlılarla birlikte tüm yaratılmışlığı yaratandır ve yaratması her daim her fiilin zahir oluşuyla devam etmektedir. Allah’ın yaratması kendi benzerini yaratması değildir çünkü Allah tenzihtir lakin tenzih olan Allah tenzihliğiyle yarattığından tenzih oluşu bize yaratılan kendimizin ikinci bir varlık olmayışımızı ispat eder çünkü tenzih olan tenzihliğini bozmaz. Allah tenzihtir ve her daim tenzihliğiyle kalan olduğundan o halde yarattığı biz nasıl ikinci olmaktayız? Bunu düşünürsek ikincillik olmadığımızı idrak edebiliriz. İşte burada devreye teşbih girmektedir ki ayet bize bu gerçeği “O'nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek tenzihi vurgularken, “O, öyle işiten, öyle görendir” diyerek de işitme görme sıfatıyla tecelli ederek teşbihe çıktığını beyan etmektedir. İşte, bu her iki beyan bize, yaratılanın tenzih olan Allah’ın tenzihliğiyle tenzihliğini devam ettirerek yaratmasıyla, yaratılmışlığa yani teşbihe çıktığını vurgulamaktadır. Tenzih ve teşbih kelimelerini ele aldığımızda ne denilmek istediğini de biraz olsun anlayabiliriz. Kelimeler kavramdır her kavram anlam taşır. Anlamını doğru şekilde idrak ettiğimiz kavramlar bize taşıdığı sırları açarlar. Aksi yani yanlış anlamlandırdığımızda sır gizlenir de kendisini kapatır, bizler de hakikate uzak zan çölünde dolanırız. Kendimize göre doğru Hakk’a göre doğru olansa doğrudur. Tenzih, benzememek, teşbih benzemektir. Allah’ın benzememesi, O’nun zatının Kendisine mahsus oluşudur. Zat, sıfatına benzemez lakin sıfatıyla tecelli eder. Bu benzememek, zatî sıfatına işarettir. Zatî sıfatlar, 1- Vücut: Var olmak olup Allah vardır, Allah’ın yokluğu sıfat ve fiilin yani cümle yaratılmışlığın yokluğu olduğundan biz varsak ki inkârı mümkün olmayacak şekilde varız, o halde Allah’ın yokluğu düşünülemez ve Allah’ın varlığı kendindendir, var olmak için başka bir varlığa ihtiyacı yoktur. 2- Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcı yoktur. Allah sonradan meydana gelmiş bir varlık değildir, hiçbir şey yok iken o yine vardı. 3- Beka: Allah’ın varlığının sonu yoktur. O Bakidir. Her şey yok olduktan sonra Allah’ın varlığı yine devam edecektir. 4- Vahdaniyet: Allah’ın bir olmasıdır. Allah birdir, eşi, benzeri ve ortağı yoktur. 5- Muhalefetin Lil havadis: Yarattıklarına benzemez. 6- Kıyam Binefsihi: Allah’ın varlığı kendindendir. olarak tanımlanır. Bizler tenzihten söz ederken bu zatî sıfatlardan söz etmekteyiz. Allah’ın tecellisi olan bizler üzerimizde zatî sıfatlar olmayanlarızdır. Allah, Kendiliğinden her daim evvelsiz ve sonsuz olarak var olanken bizler Allah’ın varlığa çıkışıyla var olmuşlarız ve Allah’ın varlığının dayanağı yokken bizlerin varlığının dayanağı Allah iledir. Allah varlığını çektiğinde bizler zahir ve batın var olmayız. Allah’ın varlığı bize tâbî değil, bizim varlığımız Allah’a tâbidir. Biz Allah’ı yaratmadık, Allah bizi yaratmıştır. Allah tenzihtir yani zatî yönüyle bize benzemez lakin bizi de benzemez yönüyle yaratmıştır ve bizimle benzerliğe teşbihe çıkmıştır. Bu teşbihe çıkışı bizi yaratması olup yarattığını kendi özellikleri ile var kılması olduğundan sıfatına tecelli etmiştir demekteyiz. Enam suresi 98 ayeti kerimde, O sizi bir tek nefisten yaratandır. Sizin için bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık 19


Dembir denilmektedir. Bizlerin tek bir nefisten yaratılması Allah’ın Kendi sıfatına, zatında tecelli edişidir. Her yaratılan, Allah’ın sıfatını Kendi zatında zahire getirmesidir. Emanet olan kalma yerimiz hem varlığımız hem de âlemdir. Varlığın emanet oluşu varın Allah’ın varlığı bizim ise Allah’ın varlığında bir bilinç oluşumuza işarettir. Anlayan toplum, bu tevhide ermiş olandır yani kendi zahirliğinde Allah’tan başka ilah olmadığına şahit olandır. Meryem suresi 67 ayeti kerimede, İnsan düşünmez mi ki daha önce, o hiçbir şey olmadığı hâlde Biz kendisini yaratmışızdır denilerek bu gerçek vurgulanmaktadır. Düşünebilirsek eğer, varlığımız şehadet âlemi olan bu dünyada henüz mevcut olmadığı dönemde yoktu. Varlığımız bu yokluğun ardında var oldu ve bizler kendi varlığımızı var etmemişken varlığımızda herhangi bir katkımız dahi yoktur. Nasıl var edildiysek o hal ile bulunmaktayız. Bu gerçeklik bizim yaratıldığımızın hem de bilinçli ve üstün olan aşkın bir varlık tarafından yaratıldığımızın ispatıdır. İşte bu sebeple varlığımız zahirî ve batınî yönüyle Allah’ın yaratması olup Allah ikinci yaratmamış teşbihe Kendisi çıkmıştır. Secde suresi 9 ayeti kerime, Cenab-ı Allah’ın biz olarak teşbihe çıkışını, Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler, yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz! diyerek vurgulamaktadır. Şimdi bakalım kendimize ne görüyoruz? Gördüğümüz görülen halimizle ki bu hal her ne olursa olsun Allah’ın benzerliğe yani teşbihe çıkışıdır çünkü bizler Allah’ın kendi özelliklerini zahir edişiyiz. Canlılığımız, irademiz, kudretimiz, bilincimiz, görme, işitme ve konuşmamız Allah’ın Kendisi olarak bize bizimle tecelli edişidir yani kendimizi kendimiz yaratmadık, biz yaratan değil yaratılanız. Bu hakikat, Tur suresi 35 ayeti kerimde, Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? denilerek beyan edilmektedir. İşte buraya kadar anlattığımız hakikatler ışığında bizler, yaratıcımız Allah’ı bilsin diye yaratılanlar, teşbihliğimizde teşbihliğimizle Allah’ı bilirken kendimizi bütünden ve bütünü kendimizden ayırmadan ve kayıtlamadan bilmeliyiz çünkü Allah’ın tenzihliği daimidir. Cenab-ı Allah’ın İhlas suresinde, De ki; O Allah’tır, tektir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. O, doğurmadı ve doğurulmadı. Hiç bir şey O'na denk değildir diyerek beyan ettiği gerçeklik bunun içindir. Allah’ı teşbih olan benzeyişinde yani sıfatında bilmek tenzih olan benzemeyişini devre dışı bırakmadan mümkündür. Tenzihliğini devre dışı bırakmak, zatını devre dışı bırakmak olur ki bu kayıtlamak olduğundan tevhit ediyoruz derken şirk ederiz. Tevhitlik çok tanrılı pagan inancı değildir. Tevhit kesrette vahdet zevki olup cümleden Allah’ın tekliğine şehadet ve seyirdir. Kesretteki her kesretin başka hiçbir şeye benzemeyişi dahi Allah’ın tekliğinin ispatıdır. Her sıfat sıfatlığı kadardır lakin zat, cümle sıfatlardır. Vurgu, tevhit ederken zan yürütüp tekliğimi çoğaltıp şirke düşmeyin uyarısıdır. Doğru tektir ve Allah’ın doğrusudur. Hu… Dembir: Allah'ın ihlası, ihlas suresinde belirtilen özelliklerde olmasıdır dersek, kulun ihlası da bu gerçeği bilerek yaşamak mıdır efendim. İhlaslı kul yaşantısı nasıl olur? 20


İhlas Özkan Günal: İhlaslı kulluk, Cenab-ı Allah’ın Bakara suresi 138 ayeti kerimde, Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz beyanıyla işaret ettiği hal üzerine kalp ile yaşamaktır ki kalp idrakin aşıklıktaki ismi olduğundan, akıl ile bilmeklikten de ileriye geçip aşk ile aşkta bulunmaklıktır. Allah’ın rengiyle boyanmak, akıl ile bilip, ilmen yakinlikten geçip aynel yakinlikte bilen bizlikten de ileriye, bildiğimizde fena bulmayla bildiğimize erip bildiğimiz olmaya yani âşıklığa ermişliktir. Allak suresi 2 ayeti kerimesinde Cenab-ı Allah, İnsanı bir alaktan yarattık demektedir ki “Alâk” içinde aşk, ilim, ahlak, edep, keşif, seyir ve muhabbet bulunan irfaniyettir. Allah’a göre ihlaslı kul olmak, Allah’ın rengiyle boyanmaklık olan, yaratılış aslımıza dönüp “Alâk” lığımızı kendimizde zahire getirmeyle Allah ile aramızda irfaniyet bağı kurmaktır. Bize, varlığımız dediğimiz varlığıyla kendimizde tecelli ederek bilinmek isteyen Allah’ı gayrılık olan kendiliğimiz olmadan kendimizde bilmenin adıdır irfaniyet! Bizim bizliğimize işaret olan benden, Allah’a işaret olan senden, bilen ve bilinenliğe işaret olan bizden geçip, Allah’ın tekliğine ermişliğin adıdır irfaniyet! İşte Allah bizi alâktan yaratarak Kendi rengiyle boyamış olur ki zatını ilan ettiği surenin ismiyle, bu kulluğu yaşamanın ismi bu sebepten aynıdır. Zariyat suresi 56 ayeti kerimde bu gerçeklik, Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım denilerek vurgulanmaktadır. İlahî aşkın yaratılmışlıktaki aldığı isimdir “Kul” ve ancak ihlas üzerine kalben olunca gerçekleşir çünkü akıl süzgeçtir ve içine aşkı alamaz, aşk akıldan akar gider lakin gönül, Lokman suresi 22 ayeti kerimde, Kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur. İşlerin sonu ancak Allah’a varır denilerek işaret edilen sağlam kulptur ve aşkı içine alabilecek tek değerdir. İşte burada karşımıza ihlaslı kul olmak için gönül eri olmak gerektiği çıkmaktadır. Gönül eri yani ihlaslı kul olabilmek için yapılması gerekeni Cenab-ı Allah bizlere, Yunus suresi 57 ayeti kerimesinde, Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, Müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir diyerek işaret etmiştir. Ayette, gönül eri olmak için gelen ve hidayet olarak zikredilen Cenab-ı Resulullah efendimizdir. Hidayet, tevhidi tebliğ ile tevhide davettir ki kalbin, Rad suresi 28 ayeti kerimde, Onlar, iman edenlerdir ve kalpleri, Allah’ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler ancak; Allah’ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi? denilerek işaret edilen Allah’ın zikriyle mutmain olmasıyla gönül haline dönüşmesidir. İşte kalbin, Allah’ın zikriyle gönüle dönüşmesi için gelen hidayete tâbilik gereklidir ve bu gereklilik, Enbiya suresi 7 ayeti kerimde, 21


Dembir Ve senden önce, vahyettiğimiz ricalden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun denilerek farz kılınmıştır. Evet bizlere, ihlaslı kul olmak için bu kulluğu yerine getirebilecek özellikte yaratılanlara, gönül eri olmadan yaratılış gayemize ulaşamayacağımız için hidayet olan zikir ehline tâbilikle kalbimizi Allah’ın zikriyle doldurup gönül haline getirmek farzdır. Niyazi sultan bu hakikat için, Bekle maarif kapısın yüz göstere irfan sana demektedir. Maarif, Allah’ın hidayeti olan Cenab-ı Resulullah efendimiz olup kapısı Muhammedî irfaniyetin tecelligahı olan Mürşid-i Kâmillerdir çünkü Mürşid-i Kâmiller içinde irfaniyet bulunan, varlığını gönül eyleyerek, nefisleri ruhları, ruhları nefisleri olmuş gönül erleridir. O kapıda beklemek, telkin olunan zikre hizmet ve tevhit ilimi tahsilinde verdiğimiz ikrar üzerine sadakatle kalıp benliğimizden erimek sonucu benden geçmekle mümkündür. Zikre hizmet, ilme hizmet, erkâna hizmet, aşka ermektir bizi kuru bir iddiadan arındırıp gerçeğe erdirecek olan. Mürşid-i Kamil, bize bizim aslımızın kemâliyle tecelli edişi olduğundan onda yok olup ona benzemek ihlaslı kul olmaktır. Bilgi, bilmeklik boyutunda kalındığında taşıdığı sırrı aşikâr edemez. Bilmeklik, bizliğimizle bulunmaya devam ederken bilmeklikte kalalım diye değil, bildiğimize erelim diye vardır. Ermek geriye sadece bilinenin kalması olduğundan bilmenin yanında devreye aşk girmesi gerekir. İşte aşk, zikre hizmetle uyanacak olan yüce ve kutsi değer! Bizi bilinene doğru götürecek ilahi binek! Bilinene yakınlık yakınlaştıkça ifnayı beraberinde getirdiğinden, akıl “Daha fazla gitme erirsin” derken, aşk “Daha da daha da yaklaş geriye sen kalmasın” der ki işte bu, aşkı yaşamaktır. Buzun, suya olan aşkıyla, ateş olan aşkın içine kendi rızasıyla dalmasıdır aşkı yaşaması. Buzluğumuz, benliğimiz olup aslımızın su olduğunu bilmek ile eriyip su olmak farklı şeylerdir. İşte, aslının su olduğunu bilen buz olarak kalmaklıktan geçmek için erimek gerekir ki eritecek olan aşk olduğundan ve eriyip suya dönüştüğümüzde ihlaslı kul olacağımızdan aşk devreye girmelidir. Derinlerde gömülü olan değerli bir cevheri çıkartmak için toprağı kazmak gerektiği gibi telkin olunan zikre hizmet şarttır çünkü bizler aslımız olan aşkı, kalbimizi dünyanın kiriyle doldurarak çok derinlere gömmüş olduk. Kalbi dünya sevgisi, aklı dünya nimeti ile doldurduk da kendimizi doldurduklarımızdan ibaret zannettik hidayet edici gelene kadar! Âşıklığımızı beşeriyette, aklımızı beşeriyette kullanarak ihlastan uzak yaşadık şirk içinde. Allah’ın Kendisini tekliğiyle zikredip, tekliğiyle Kendisini bilen ihlaslı kullarından olmamızı istemesine kulaklarımızı tıkayarak, kendimize kendilik anlamı yükleyerek, Allah’ın tekliğini ötekileştirip varlığımıza kimlik ve hak iddia ettik. Şirk içinde bulunurken isteklerimizin yerine gelmesinden edinilen tatmin duygusuna da kalben ihlaslı kul olmaklık ismini kullanınca da kendimizi ihlaslı kul zannettik. Oysa gerçek, ilahî aşkta yokluk kapısından geçince gün gibi, inkârı mümkün olmayacak şekilde görülen, geriye yalnız Allah’ın kaldığı teklik halidir ve bu hal üzerine Allah’ın tecelli edişine devam edişi Kendisinden Kendisine yine Kendisinde, tekliğiyle olup bu hali muhabbetine de ihlas denilmesinden ibarettir. Ey Allah’a ulaşmayı dileyen talip! Niyazi sultanın, Bunda gelmekten murad çün kim Hakk’ın irfanıdır Ey Niyazi kişi ol irfanı bulmazsa ne güç diyerek işaret ettiği irfanı bulmalısın, irfanı buldunsa bu kez bulduğun aşka dalmalısın ki yolu yine sultanın, Bu yolda canın veren canan alır yerine Aşk dükkânında anın can ile bazar olur diyerek işaret ettiği can verip yerine canan almaktır. Can kendi rengimiz, canan Allah’ın rengidir ki bilmekten, sevmekten, zikretmekten de ileriye, bilene, zikredene, sevene dâhil olmaklıktır. 22


İhlas Varlığı zikrederken varlıkta Allah’ı zikretmekten geçip yalnız Allah’ı zikretmek Allah’ın Kendisini zikretmesidir. İşte, ihlaslı kulluk aşk ile aşkta aşkı yaşamaktır, Allah’ın bütünden Kendisini zikredişinde zikretmektir, Kendisini bilişinde bilmekliktir, seyredişinde seyirdir. Dembir: Cümle Âşıklar, iman adına her şeyi en başta da ihlası Ehlibeyt efendilerimizden tahsil etmekteler. Onların imandan anladıkları ve anlattıkları hep ihlas olmuştur. Başta İmam Ali efendimiz olmak üzere Ehlibeytin ihlasını, Âşıklara yol gösterici olması için biraz açar mısınız efendim? Özkan Günal: İhlaslı yaşamın ne olduğunu, tüm gerçekliğiyle hem de içerisine en küçük zan girmemecesine, sırf Hak ve aşkla, gerektiğinde ihlas için can vermek uğruna sürdürülen yaşam olan Ehlibeyt efendilerimizin yaşamında görmekteyiz. Ehlibeyt efendilerimiz derken işaret ettiğimiz Allah’ın habibi, resulü Cenab-ı Resulullah efendimiz ayrı, onun ehlibeyti ondan ayrı anlamında zikredilen bir zikir değildir bu! Bu zikir Peygamber efendimiz ve onun ehlibeytinin cem edildiği zikirdir ki Hak zikir budur çünkü Peygamberi ve ehlibeytini ayırmayız, onlar birdirler. Aynı ruhun tecelligâhlarıdırlar. Niyazi sultanın, “Bunca evsaftan görünen bir cemal, bir cemali bunca elvan eylemiş” dediği hakikattirler. Evsaf burada Ehlibeyt efendilerimiz olup bir cemal ise Muhammedî nurdur. Bir nurun elvan oluşu o nurun ehlibeyt efendilerimizden tecelli edişidir. Bu sebeple peygamberi ve ehlibeyti ayırmak küfürdür. Cenab-ı Resulullah efendimizin ihlaslı yaşam olan tevhidî İslam üzerine sürdürülen yaşamını tüm feragatıyla ehlibeyt efendilerimizde görmekteyiz. Tevhit olan, Hak ve aşk adına asla taviz vermeden bâtıl ile mücadele etmek, İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin ve tüm ehlibeyt efendilerimizin şehadetinde ispattadır. İmam Ali efendimizde, Cenab-ı Resulullah efendimize biatıyla başlayıp yatağına yatmasıyla devam eden, tüm hayatı boyunca şahadetine kadar süren feragatinde, İmam Hasan efendimizin feragat olan anlaşmasında ve şehadetinde, İmam Hüseyin efendimizin Kerbelâ’da küfürle mücadelesi sonucu şehadetinde, tüm ehlibeyt efendilerimizin şehadetlerine kadar bâtılla mücadelesinde, ihlas üzerine yaşamayı görmekteyiz. Hak üzerine doğru olandan ayrılmadan Hakk’ı savunarak ve yaşayarak geçen ömürdür ihlaslı olmak. Bu sebeple İslam ya da Müslüman olmak ihlaslı olmak olan Ehlibeyt yolunda Ehlibeyt üzerine olmaktır. Nasıl ki dinler diye bir şey yoktur ve var demek Hak katında küfürse, Müslümanlığın da Ehlibeyt yolunda ya da Ehlibeytsizliği yoktur olamaz. Var demek ve iddia etmek küfürdür. Müslümansak Ehlibeyt yolunda, Ehlibeyte sevgi ve saygıyla onların ihlası üzerineyiz demektir. İçinde Ehlibeytin olmadığı iman, iman değildir, ihlas, ihlas değildir. Cenab-ı Allah, Ahzab suresi 33 ayeti kerimesinde, Ey Ehl-i Beyt! Yüce Allah sizden, her türlü günahı, haramı, fenalığı, çirkinliği, basitliği uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor diyerek ihlasın ne olduğunu tarif etmektedir ve bizlere ihlaslı olabilmemiz için ne yapmamız gerektiğini de Şura suresi 23 ayeti kerimesinde, De ki, Ben bu tebliğime karşılık Ehlibeytime sevgiden başka sizden hiçbir ücret istemiyorum diyerek işaret etmektedir. Hu… Aşk u niyazlarımla. Dembir: Teşekkür ederiz efendim.

23


Dembir

Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır Her ne işitse kulağın mağz-i Kur’an andadır Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur Hak gözüyle bak ki bi-şek nur-ı Yezdan andadır Kesret-i envaca bakma cümle bir derya durur Her ne mevci kim görürsün bahri umman andadır Vahdeti kesrette bulmak kesreti vahdette hem Bir ilimdir ol ki cümle ilm ü irfan andadır İbret ile şeş cihetten görünen eşyaya bak Cümle bir ayinedir kim vech-i rahman andadır Söyleyen ol söylenen ol gören ol görünen ol Her ne var âlâ vü esfel bil ki canan andadır Mazhar-ı tammı veli Âdem yüzüdür şüphesiz Künh-i zatı hem sıfatı cümle yeksan andadır Haşr u neşr ile sırat u düzah u malik azap Hem dahi Rıdvan u cennet hur i gılman andadır Görünen sanma Niyazi’nin hemen sen mülkünü Gönlü bir viranedir kim genç-i pinhan andadır

24


İhlas

Mekteb-i irfana erdi yolumuz Sümme dena fetedella okuruz Şer-i paka var mıdır hilafımız Bir nazar et göresin erkânımız Yezkürunallahe’nin devranıyız Her nefeste zikrinin agâhıyız Zatının şem'ine hep pervaneyiz Fezküruni ayetin mazharıyız Şeş cihetten görünür dildarımız Bahr-ı ummandan çıkar dürdanemiz Nice keşfolur bizim esrarımız Kenz-i mahfiden doğar irfanımız Cümle esvat-ı huruf noktasıyız Mevc-i derya katreler ummanıyız Gökteki necm ü kamer envarıyız Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız Fakru fahri devletinin fahriyiz Fahr-i tammın izzetin sultanıyız Cümle mevcud-i vücudun varıyız Talibi'yle yâd olur elkabımız

25


Dembir

Seyyid Pir Muhammed Nurûl Arabî Hazretleri NEFSİN İHYASI (DİRİLMESİ) Bismillahirrahmanirrahim Malûm ola ki, ölüleri diriltmek dahi iki türlüdür; Biri nefhidir yani surun üflenmesiyle, biri ilmidir. Nefhi olan İsa gibi ölüyü sûru ile üfürerek diriltmiş. Nitekim Ali İmran Suresi 49. ayet buna işarettir. İsrailoğulları’na peygamber olarak gönderir, o da onlara der ki: Ben, Rabbinizden delille geldim size. Balçığı yoğurur, kuş şekline sokar, ona üflerim, Allah'ın izniyle kuş olur. Anadan doğma körü körlükten kurtarırım, abraş illetine tutulmuşu, Allah'ın izniyle iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim, evlerinizde yediklerinizi, sakladıklarınızı size bildiririm. İnanmışsanız şüphe yok ki, bunlar size delildir. İlmi olan manevî diriltmeyi, ölü kılan cehaletle ölü olan nefsi ve kalbi diriltir. Manevî diriltme, cahillik ölümüyle ölmüş olan nefsi ve kalbi diriltir. İlahi ilim vasıtasıyla gerçekleşir. Nitekim Enam Suresi 122. ayet; “Ölüyken dirilttiğimiz kimse.” buyurmaktadır. Manevî dirilmeden hâsıl olan hayat hakkında Hak Teâlâ buyurur, “Cehil ile ölüyseniz, ilmi hayat ile onu diriltiriz. Onu nur kılarız. O âlim olarak halk arasında yürür, idrak eder.” Her kimse ki, cehalet yüzünden ölü olan nefsi, hak ilmiyle diriltirse, arif olur. O kimse tahkik ve muhabbet ile onu diri kılar. O muhabbet ona nur olur ki, onun ile insanlar arasında, onun aydınlığını hisseder. Yani manevi hayat olan nur, âlim-i billâh ariflere mahsustur. Hakikat ilmi zatiye-i ilmiye-i nuriyedir ki, Hak Teâlâ onu evliya ve asfiyanın kâmiline verir. Kefh Suresi 65. Ayet, “İndimizden ilm-i ledün öğrettik.” Bu sır ile istidatlı nefislerin cehalet ölümüyle ölü olanını onunla diriltirler. Onların nüfusu dahi o nur ile hay olup, surette eşkâli olan arasında yürürler. Onların nüfusunda bil kuvve olan a’mal ve ef’al ve batınlarında olan istidat ve düşüncelerini idrak ederler. Her âlim cehalet ölümü ile ölü olan nefsi diriltemez. Belki âlim-i billâh ki Allahu Teâlâ’yı ve onun sıfatına ve esmasına ve hayat ve kelimatına ve onun ef’aline ilgili ola, ancak o diriltir. Kamil evliyadan her birisi ki, hayat-ı ilâhîye-i zatiye-i nuriye ile Resulullah efendimiz ile ve kemal varisi bir isim cihetiyle halktan ve ona bağlı değildir. Onların şanları başkalarına muhaliftir. Özellikleri başkadır. Belki bunlar eşi benzeri olmayanlardır, o hal onlara mahsustur. Allah’tan başka kimse onu bilemez. Bütün yaratılmışlığın ve ilahi isimlerin hükümleri ve eserleri onlarda zahirdir. Taayyün-ü evvelin, yaratılmanın zahiri, ilahiyettir. Ve bu mertebe, “Allah” ismi ile müsemmadır. “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” 26


İhlas Hadisi Kutsi’sinin işaret ettiği gibi Âdem bu suret üzere yaratılmıştır. Hay olup, onunla meydana çıktı. İstidatlı taliplerden bir nefsi ki, cehalet ile ölüdür, ilmi billaha ait olan meselede ki, onun malumu olmaya, hayat-ı ilmiye-i suriye ile dirilik eylese, tahkik onu hayat-ı ilmiye-yi ebediye ile diri eder. Hadis-i şerifte, “Müminler ölmez intikal ederler” buyruldu. Duhan Suresi 56. Ayet, “Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar” bu manadır. Bunların sırrı budur ki; her nebi ile velinin Hakk’a bağlanması cihetiyledir. Ol itibar, esma-i Hak’dan bir isim ile söz olunur. İlla Âdem bu mertebenin mazharı ve zahiridir. Bu mertebenin batını ulûhiyet olup, İsa da bunun mazharıdır. Yani İsa, Allah isminin batınından çıkan ilahi ruhtur. İsa hayat sıfatıyla zahir olup, ölüleri diriltmekle zahir oldu. Zira o ilahi ruhtur. Erenler eşya Hakk’ın nefsinde görünür demişlerdir. Bunlar ilahi tenezzülattandır. Yani Allahu Teâlâ yirmi sekiz mertebede kendisini halkiyet ile tabir etmiştir. İnsani mertebe cami ismidir ve insaniyet mertebesini gösterir. İnsan-ı Kâmil Muhammed’dir ve Muhammedin tam varisidir. Mürşid de odur. Lakin ekseri avam bilemediklerinden anlamazlar ve kötülerler. Nitekim Hazreti İsa hakkında milletler arasında anlaşmazlık çıktı. Onun beşeri cismine bakanlar, Cibril’e nisbet ettiler. Cibril olmadığı halde Cibril gibi beşer suretinde nefh etti. Nitekim Meryem Suresi 17. ayet buna işarettir. Ve ailesiyle arasına bir perde germişti. Derken ona ruhumuzu göndermiştik de gözüne, azası düzgün bir insan şeklinde görünmüştü. Yahut da insan değildir, Cibril gibi beşer suretine girip göründü dendi. Nitekim Nisa Suresi 171. ayet buna işarettir. Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında gerçek olanı söyleyin. Meryemoğlu Mesîh İsa, ancak Allah'ın peygamberidir ve Meryem'e ilka ettiği kelimesidir ve kendisine ait bir ruhtur. Artık inanın Allah'a ve peygamberlerine ve Tanrı üçtür demeyin, vazgeçin bundan, bu hayırlıdır size. Allah, ancak tek tanrıdır, oğul sahibi olmaktan münezzehtir ve onundur ne varsa göklerde ve ne varsa yeryüzünde ve koruyucu olarak Allah yeter. buyruldu. “Her ne işitse kulağın, mahz-ı Kur’an andadır.” Lakin bu sırra, ilmin, aklın, vehmin ve fikrinle ulaşamazsın. Her halde Mürşid-i Kâmile muhtaçsın. Maide Suresi 116. Ayet, “Ey İsa, insanlara beni ve anamı iki Tanrı bilin diye sen mi söyledin?” Bu ayetteki; “ente kulte?” “sen söyledin mi” sözüyle kelâmı, kula nisbet etti. Yani kul söyleyendir. Cevabında İsa; “Benim nefsim senin hüviyetindir ve sen onu bilirsin. Benim hüviyetim senin hüviyetinden gayri değildir.” İsa’nın varlığında onun lisanı Hakk’ın lisanıdır. Konuşan Hak olduğu halde “Fa’lemu” sözüyle cem makamında hitap eder. Söyleyen, kendi nefsinde olan şeyi bilir. Vela a’lemu ma fihaş.

27


Dembir

Mısri Niyazi Hz İrfan Sofraları Otuz Dördüncü Sofra Bismillahirrahmanirrahim. "Cennet mekarihle (kötülüklerle) süslenmiştir." Bunda şu hakikate işaret edilmektedir. Bir kâmilin adı uzaktan işitilir ve onunla buluşmaya iştiyak duyulur. Fakat geldikleri zaman onu düşmanla çevrili görürler, öyle ki her düşmanın elinde ötekininkine benzemeyen bir mızrak vardır; o mızrakları bu kâmile âşık olanlara atarlar, iftiralar ederler, onu ondan çevirmeye çalışırlar. Bu, Âdem As’dan günümüze kadar böyle gelmiştir. Hakikatte kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, istidatlı olmayan kimseleri kemâl sahiplerinin yanına sokmamak için vazifeli bekçilerdir. İşte kemâl sahibi olan zat, böylece mekarihle (kötülüklerle) çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak kuvvetliler girebilir. Nitekim o kâmil de maarif Cennetine ve kendisine muvafık ihvanla toplanma zevkine; düşmanların verdikleri ıstıraplara, hasetçilerin sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir. Çünkü ariflerin meclisi, Cennet gibidir. Zira Peygamber Efendimiz buyurmuştur, “Eğer Cennet bahçelerine uğrarsanız, meyvelerinden yiyiniz.” Fakat cennet mekarihle çevrilidir. Kamil kimseler, zikir sohbetine muvafık olan insanla toplanma meclisine ancak sabır ile nail olabilmişlerdir. Büyüklerden biri Belgrad'dan bizi ziyarete gelmişti. Önce fakirin hasetçilerinin çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat cuma gecesi toplanan ihvanı görüp, onların Vecd ile birtakım İlahi haller ile zikretmelerini görünce çok ağladı ve şöyle dedi, “Bırak onları istedikleri kadar hainlensinler, düşmanlık etsinler. Onların ezalarına sabret, çünkü bu nur, onların üflemeleriyle sönmez, artar. Sonra Allah Teâlâ’nın Saff suresi 8 ayetinde, “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki ki Allah, kâfirler istemese de nurunu muhakkak tamamlayacaktır.” Ve Tevbe suresi 32 ayetinde de, “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” demektedir. Bu cennetin, hasetçilerden ve düşmanlardan hali kalmayıp onlarla sarılmış bulunması icap eder. Bu insanlar bunun etrafındaki mekarihi yarıp buraya girmeye kudretleri olmadığından dolayı hasetleri ve düşmanlıkları artmaktadır. Fakat onların hasetleri ne kadar artsa bu nur da o kadar artar. Onların senin hakkındaki davranışlarına üzülme.” Hâsılı kâmil, kemal cennetine cehd-ü gayret ve sabr-i cemil ile vasıl olabilir. Onun hasetçilerinin kötülükleriyle çevrili bulunan sehbeti cennetine de ancak kâmilin zatında veya meclisinde bulunan mekarih ayıplarına gözlerini kapatan, o hasetçilerin sözlerine kulak asmayan kimselerden başkaları giremez. Fakir der ki: Mısır'a gidip Şeyhuniyye'de şeyhime bey'at ettiğim zaman oranın fukarası sayılamayacak kadar çoktu. Bunlardan bazıları şeyhime, kendi şeyhi zamanından kalmış idiler. Şeyhin selefinden kendisine intikal eden müritlerden biri bana gizlice yaklaştı ve dedi ki, “Ben seni iradende sadık, samimi arkadaş biliyorum. Ama bu şeyh, senin bildiğin gibi yetişmiş bir şeyh değildir. Ben sana nasihat ediyorum. Senin aradığın bunda yoktur. Beni dinlersen bunu bırak ve kendine başka bir şeyh ara. Belki muradına erersin.” ve şeyhin birçok ayıplarını saydı. Ona dedim ki, “Şimdi onun kâmil olduğuna yakinen inandım.” Gerçekten üç yıl hizmetine devam ettim ve onu Kadiri Tarikatinde kâmil bir şeyh buldum. Allah'a hamdolsun, ona hizmet sayesinde muradımın özetine nail oldum. Teferruatına da başka bir şeyhin, şeyhler şeyhi eş-Şeyh Ümmi Sinan Elmalı Hz’nin hizmetinde eriştim. Ama bunun mekarihini, ötekinin mekarihinden çok buldum. Tabii zevkleri de farklı idi. Hu…

28


İhlas

KUR’ANI KERİMİN KENDİSİNİ ANLATIŞI Vay o namaz kılanlarını haline ki onlar, kıldıkları namazdan habersizdirler. (Maun Suresi, 4-5) Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın... (Bakara Suresi, 264) “Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.” (Beyyine; 5) (Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et. (Zumer 2) Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51) "Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakup’u da hatırla. Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlas sahipleri kıldık." (Sad Suresi, 45-46) Kur’an’da Musa’yı da an; Şüphesiz ki o, ihlaslı bir kuldu ve gönderilmiş bir peygamberdi. (Meryem 51) "Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97) "Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve yapmış olduğu ibadette hiç kimseyi Rabbine ortak koşmasın." (Kehf; 110) Baksana, gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Ona has kılarak (ihlasla) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah’a) ortak koşmaktadırlar. (Ankebut 65) Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: “Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız.” derler. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. (Yunus 22-23) "Yaptıklarımızın mükâfatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası da size aittir. Biz ona özümüzle bağlanmışız" (Bakara, 139) "İşte biz ondan, fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlaslı kullarımızdandır"(Yusuf, 24)

29


Dembir

Nam-ı Damperli Halil İbrahim Bâkî Hz EN BÜYÜK İBADET İnsan kendisindeki manevi güçleri, maneviyatı faaliyete sokmadıkça, onu harekete geçirmedikçe, insana nefs-i emmare hâkimdir. Görmesine, işitmesine, konuşmasına, düşüncesine, yaşantısına nefs-i emmare hâkim olan bir kişinin maneviyata talip olması ve maneviyatta zevk sahibi olması mümkün değildir. Bu insan değişmez mi? Değişir ama değişme isteği olacak değişmesi için. Birisinin zorla değiştirmeye kalkması hiçbir işe yaramaz. Onun kendisinin değişme gayreti ve isteği olması lazım. O zaman yardımdan istifade eder. Kişinin değişmeye meyli yoksa değişmek istemiyorsa birisi onu ne kadar değiştirmeye kalkarsa kalksın değiştiremez. İnsan üç ana unsurla hayattadır; ruh, nefs ve akıl üçgeninin içerisindedir. Mana âlemini temsil eden ruhtur. Onun sahası, zevki, muhabbeti ayrı. İnsanın bir de nefs boyutu vardır. O da beşeriyete bakan yüzüdür. Onun da sahası, zevki, muhabbeti ayrıdır. Şimdi, insan bu âleme gözünü açtığı zaman ilk olarak hizmet aldığı alan nefs âlemindendir yani beşerî yaşam öğretilir insana, beşerî hazlar, beşerî duygular, beşerî görüş, işitiş, konuşma, beşerî düşünüş oluşur insanda anasından doğduktan sonra ve önce orası gelişir. Ama insanın bir de ruh dediğimiz manevî bir yapısı vardır. Orası hizmet almadıysa o insana nefs dediğimiz beşerî yaşantı, beşerî istek ve arzular hâkim olur. Bu nedenle bir çocuğa yedi yaşında “Buluğa erdin gel şimdi senin üzerine farz kılınanlar var” diyor şeriat, o yaşta yakalıyor. Neden o yaşta yakalıyor? Çünkü ruhu ve nefsi beraber götürmeye çalışıyor. İnsan dünyaya ham bir madde olarak gelir. O bu âlemde biçimlenir. Biçimlendirip yollamıyor, burada biçimleniyor ham madde. Beşerî yönü ön planda işleniyor ve beşerî faaliyetleri önce gelişiyor. Ama insanın bir de maneviyatı vardır. O manevî yönüne ruh denilmiştir. İnsan manevî yönünü devreye sokmadığı müddetçe, insanın manevî duyguları, istekleri, arzuları, maneviyata ait olan yönü atıl kaldığı müddetçe o insanın yaşamı tek yüzeyde olacak. İşte bu nedenledir ki bu denge kurulmazsa ki ona ruh ve beden dengesi denilir, orada sağlıklı bir bireyden söz edilemez. Kişi o maneviyatını devreye sokacak, işlev kazandıracak, onu harekete geçirecek, o yönünü güçlendirecek, şuurlandıracak ki gerçekte Allah’a kul olabilsin. Allah’ın Rab sıfatı devreye giriyor, eğiten, öğreten, yetiştiren, biçimlendiren anlamlarını taşır. Kişi nasıl ki beşerî yaşamını güçlü kılmak istiyorsa manasını da o derece güçlü kılmak istemeli. Eğer istemiyorsa gerçekte Allah’a kul olmadı, kulluk görevini yerine getiremedi. İnsanın maneviyatına ait olan duygularını, hislerini, o alandaki tekâmülünü faaliyete sokacak olan tek bir araç vardır. İlim? Hayır, ilim insanın maneviyatını geliştirir. İnsanın maneviyatını ve maneviyatına bağlı olan bütün o alanı harekete geçirecek olan tek bir araç vardır; Zikrullah… Bunun dışında hiçbir şey insanını maneviyatını harekete geçirmez. Örnek vereyim; Ana motoru devreye sokacak olan tek bir şey vardır, arabanın kontağını açıp marş motorunu devreye sokmak. Marş motorudur ancak ana motoru harekete geçirecek olan, işte insanda da maneviyatı devreye sokacak olan tek araç var, marş motoru gibi zikrullah. Allah’ın indinde en büyük ibadet zikrullahtır. Bir insan Zikrullahı bir kenara bırakıp bu güne kadar yazılmış bütün eserleri okusun ezberlesin yutsun, eğer maneviyatı devreye girerse, onu bir yere götürürse ben bütün bildiklerimi ve tahsilimi bir kenara bırakırım. Hu…

30


İhlas

Derviş olan kişiler deli olagan olur Aşk nediri bilmeyen ona gülegen olur Gülme sakın sen ona iyi değildir sana Kişi neyi gülerse başa gelegen olur Ah bu Aşkın eseri her kime uğrar ise Derdine sabretmeyen yolda kalagan olur Bir kişi âşık olsa Aşk deryasına dalsa O deryanın içinde gevher bulagan olur Âşık lâ-mekân olur dünya terkini urur Dünya terkin uranlar didar göregen olur Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri Dervişlerin duası kabul olagan olur

31


Dembir

İmam Muhammed Taki Efendimiz Dokuzuncu imam olan Hz. İmam Muhammed Taki Hicret’in 195 yılında Recep ayının onuncu gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Hz. İmam Muhammed Taki, babaları Hz. İmam Ali Rıza Hakk’a kavuştuklarında sekiz yaşındaydı. Anneleri Sebike hanımdır. Sekiz yaşında İmamete gelen İmam Muhammed Taki Hakk’ında 12 İmamın sekizincisi olan babası İmam Rıza şöyle demiştir: "Biz Ehl-i Beyt, küçüklerimiz büyüklerimize birbiri ardı sıra gelecek şekilde varis olurlar." Hz. İmam Muhammed Taki’nin künyeleri “Ebû Cafer’dir. En meşhur lâkapları “Taki” ve “Takıy” dir. İmam Muhammed Taki diye de anılırlar. Hz. İmam Muhammed Taki’nin dört oğlu dört de kızı olmak üzere sekiz evlâdı olmuştur. Soyları, Hz. İmam Ali Naki ve Mûsâ-i Mubarka’dan yürümüştür. Hz. İmam Ali Rıza’dan sonra İmamet, oğulları Hz. İmam Muhammed Taki’ye intikal etmiş, Allah-ü Teâlâ; Hz. Yahya’ya, Hz. İsa’ya nasıl çocukluklarında Peygamberlik ihsan etmişse Hz. İmam Muhammed Taki’ye de küçük yaşta ümmetin İmametini ihsan eylemiştir. Kitâb’ül-Mesâil gibi telifleri bulunan Ahmet bin Muhammed-i Bezanti, İbn’ün-Necâşî’nin kendisine; “Sahibinden sor; ondan sonra İmam kimdir” dediğini, Ahmet bin Muhammed-i Bezanti’nin; “Bunu bende bilmek istiyorum” deyip Hz. İmam Ali Rıza’dan sordu. Hz. İmam Ali Rıza’nın “Oğlum’dur” buyurduklarını, o vakit henüz oğulları bulunmadığını, bunu da; “Nasıl oğlumdur diyor, oysa henüz oğlu yok diyebilen kimdir ki” sözüyle açıklayıp bir oğulları olacağını bildirdiklerini, az bir müddet sonra İmam Ebu Cafer Muhammed’in doğduklarını bildiriyor. Hicret’in 204. yılında Halife Me’mûn Bağdat’a gitti. Hz. İmam Muhammed Taki bu sırada Medine’deydiler. Hz. İmam Hicri 211. yılına kadar da Medine’de kaldılar. O yıl halife Me’mûn, Hz. İmam Muhammed Taki’yi Bağdat’a çağırttı. Hz. İmam o sırada on beş yaşlarındaydı. Me’mûn, Hz. İmam Ali Rıza’yı kendisine damat ettiği gibi, öbür kızını da Hz. İmam Muhammed Taki’ye vererek onu da kendisine damat edinmek istiyordu. Halife Me’mun’un bu niyeti halk tarafından duyulmuş, Abbas oğulları taraftarlarınca hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Hz. İmam Muhammed Taki; Bağdat’ta devlet erkânı, bilginler ve halk tarafından büyük bir törenle karşılandılar. Kendilerine hazırlanan eve yerleştirildiler. Samıra Kadısı olan ve kadıların kadısı, en büyük rütbeli kadı pâyesine erişmiş bulunan Yahya bin Ekrem; Hz. İmam Muhammed Taki’nin yaşına bakarak bilgisini, yaşıyla ölçmek gafletinde bulunuyordu. Bu yüzden de Hz. İmam’a gösterilen saygıyı fazla bulmakta, halk içinde bilgisizliğini meydana koymak için fırsat aramaktaydı. Samıra Kadısı Yahya bin Ekrem, Halife Me’mûn’a; bilginlerin bulunduğu bir mecliste Hz. İmam Muhammed Taki’nin bilgisinden faydalanmak istediğini arz etti. Me’mûn da bu dileği memnunlukla kabul etti. Bilginlere haber salındı. Kararlaştırılan gün ve vakitte hepsi de bir yere toplandı. Hz. İmam da orayı şereflendirdiler. Me’mûn, kızı Ümm’ül Fazl’ı, Hz. İmam Muhammed Taki’ye vermiş muhteşem bir düğün yapılmıştı. Me’mûn Hicri 218. yılında öldü. Me’mûn öldüğünde 48 yaşındaydı. 25 yıl, 5 ay, 13 gün saltanat sürdü. Yerine kardeşi Muhammed Mu’tasım halife oldu. Hz. İmam Muhammed Taki, Ümm’ül Fazl’ı aldıktan sonra onunla Medine’ye döndüler. Hicri 220. yılına kadar Medine-i Münevvere’de kaldılar. Halife Mu’tasım, Hicri 219. yılı sonlarında Hz. İmam Muhammed Taki’yi Bağdat’a davet etti. Bağdat’a giderlerken kendilerine sorulan; “Feda olayım sana, korkuyorum bir şey olursa senden sonra İmam kimdir?” dediklerinde; “Oğlum Ali İmam’dır” buyurdular. Hz. İmam Muhammed Taki, Hicri 220. yılında Bağdat’a vardılar. O yılın sonlarına kadar Bağdat’ta kaldılar. Fakat halife Mu’tasım’ın, yanına gidip gelmeleri pek olmuyordu. Uzun yıllar Bağdat’ta kadılıkta bulunan Ebu Davud, bir gün Halife Mu’tasım’ın yanında, hırsızlık eden ve suçunu itiraf eyleyen bir kişinin sağ elinin bilekten kesilmesi gerektiği Hakk’ında fetva vermiş, mecliste bulunanların bir kısmı bu fetvayı yerinde bulmuşlardı. 32


İhlas Bunun üzerine Mu’tasım, mecliste bulunan Hz. İmam Muhammed Taki’ye; “Ya Ebû Cafer, sen ne dersin” diye sordu. Hz. İmam Muhammed Taki cevap vermek istemedilerse de ısrar üzerine; “Secde yedi uzvun yere konmasıyladır; Alın, ellerin avuçları, dizler ve ayak parmakları. Allah, Kur’an’ı Kerîm’de; “Secde yerleri Allah’a mahsustur” (Cin 18. ayet ) buyuruyor. Allah’ın olan uzuv kesilemez. Hırsızın elinin parmakları, eklerinden kesilir, avucu bırakılır.” buyurdular. Halife Mu’tasım bu izaha şaşıp kaldı ve Hz. İmam Muhammed Taki’nin buyruğuna uyulmasını emretti. Halkın içinde, fetvasına uyulmayan, Kadı Ebu Davud pek üzüldü; sonradan bunu arkadaşı Zurkan’a anlattı; “Hatta keşke ölseydim de, böyle bu günü görmeseydim” dedi. Zurkan, birkaç gün sonra halife Mu’tasım’ın yanına gitti ve şöyle dedi, “Müminler emirine öğüt bana vaciptir. Huzurunda fıkıh bilginleri, vezirler, hükümetin ileri gelenleri varken onların yanında, senin hükmünle kadılık mesnedinde bulunan bir kişinin fetvasına uymayıp, İmamet davasıyla ümmeti bölen birisinin fetvasına uyman doğru olmasa gerek; sonra senin hükmünle iş başında olanlar, hükümlerini nasıl yürütebilirler.” Halife Mu’tasım, bu sözleri duyunca pek sıkıldı; “Öğüdünden dolayı Allah sana hayırlar versin” dedi ve konuşmadan dört gün sonra Hz. İmam Muhammed Taki’yi çağırttı, yemek getirtti. Hz. İmam Muhammed Taki, yemeği yediler ve zehirli olduğunu anladılar; hemen kalktılar. Oturmasını dileyen Mu’tasım’a, Hz. İmam Muhammed Taki; “Senin yanından çıkıp gitmem, sana daha hayırlıdır” buyurdular. Kaldıkları yere gittiler ve Hz. İmam Muhammed Taki o gece Hakk’a kavuşmuşlardır. Hz. İmam Muhammed Taki, Hakk’a kavuştuklarında, Hicri 220. yılı (Milâdi 835) Zilkade ayının 28 günüydü. Ömürlerinin müddeti 25 yaşlarında idi. Hz. İmam Muhammed Taki’nin cenazesinde mübarek naaşları halka gösterilerek, ecelleriyle vefat ettikleri ispat edilmek istenmiştir ki, bu zehirlettirilerek şehit edildiklerini göstermektedir sanırız. Bu adet Hz. İmam Mûsâ-i Kâzım’dan itibaren Abbas oğullarınca rivayet edilen bir âdet olmuştur. Hz. İmam Muhammed Taki, babaları ve ataları vasıtasıyla Hz. Peygamber’den ve Hz. Emîr’ül-mümininden rivayetlerde bulunmuşlar, kendilerinden de birçok kişiler rivayet etmişlerdir. Hz. İmam Muhammed Taki, ataları Hz. İmam Mûsâ-i Kâzım’ın yanına defnedilmişlerdir. Türbeleri Kazımiye Bağdat’tadır. Kendilerinden sonra İmamet, oğlu Hz. İmam Ali Naki intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

33


Dembir

İmam Muhammed Bakır Efendimiz İmam Muhammed Bakır Hz Ehli Beyt İmamlarının beşincisidir. Bir rivayete göre İmam Muhammed Bakır Medine’de Hicretin 57. yılı Recep ayının Cuma günü gözlerini dünyaya açmıştır. İmam Bakır’ın değerli babasının ismi İmam Zeynel Abidin Hz, değerli annesinin ismi ise İmam Hasan’ın kızı Hz Fatıma’dır. İmam Bakır’ın mübarek ismi “Muhammed” künyesi “Ebu Cafer” lakapları ise “Şakir”, “Hadi”, “Emin” ve “Bakır” dır. Hazretin en meşhur lakabı, Resulullah tarafından kendisine verilen “Bakır” lakabıdır. Hicretin 95. yılında değerli babası İmam Zeynel Abidin Hz’nin vefat etmesiyle Hazretin İmamet dönemi başlamıştır. İmam Bakır Hz halkı Ehl-i Beyt imametine davet etmiştir. Hişam ilk önce İmam Bakır’ı hapse attı; ama hapistekilerin O Hazrete yönelmesinden ve halkın halifeye karşı kıyamının teşekkül bulması korkusundan dolayı İmam’ı serbest bırakarak Medine’ye geri döndürmek zorunda kaldı. İmam Bakır, “Medine” şehrinde, Emevilerin fikri ve ameli sapıklıklarına karşılık olarak asil diyaneti diriltme yolunda çok önemli çaba ve teşebbüslerde bulundu. O çabalardan bazıları, İslami toplumda Ehl-i Beyt’in fikir ve görüşlerini savunup açıklayabilecek bazı fakih ve bilginler yetiştirmek olmuştur. İşte böylece İmam Bakır Hz, diyanet esaslarını sağlamlaştırmak ve ilmi alanlarda muhalifleri mağlup ederek insanlığın gelişmesine sebep oldu; onu yayıp tebliğ etmeye çaba gösterenleri ise takdir ve teşvik ediyordu. Hz. İmam Muhammed Bakır, gayet doğru sözlü, halûk, iyiliksever bir zattı. Onunla bir defa konuşan hemen tesirinde kalırdı. Aynı zamanda ihsan bakımından, dünyanın eli en açık kimsesiydi. Vaktini ya ibadetle, ya ilim tahsil etmekle, ya bildiği şeyleri başkalarına öğretmekle, ya kendisine başvuranlara doğru yolu göstermekle, ya da muhtaçlara ihsanda bulunmakla geçirirlerdi. Hayatı da hep bu çalışmalar içinde geçmiştir. Zamanında yaşamış olduğu bütün âlimler, Hz. İmam Muhammed Bakır’ın ilim bakımından yüksekliğini kabul etmekte ittifak etmişlerdir. Bir seferinde Kur’an’ı Kerîm’de geçen; “Bilmiyorsanız, bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz” şeklindeki ayetin manası kendisine sorulmuş, Hz. İmam da şu cevabı vermiştir. “Zikir ehli biziz.” Bu söze yanındaki âlimlerden hiçbiri itiraz etmemiştir. En tanınmış din âlimleri, zaman zaman halledemedikleri meselelerle karşılaştıkları zaman, mutlaka gelir, Hz. İmam Muhammed Bakır’a başvururlardı. Hz. İmam da hiçbirini yanından tatmin edilmemiş olarak göndermezdi. Hepsinin de takıldıkları noktaları aydınlatmanın yolunu bulurdu ve onları kelimenin tam manasıyla tatmin ederdi. Hz. İmam Muhammed Bakır son derece güzel konuşurdu. Hemen hemen her sözünde derin hikmetler mevcuttu. Hz. İmam’ı dinleyen, huzurundan ayrıldıktan sonra da uzun müddet kendisini bu sözlerin tesirinden kurtaramazdı. Hz. İmam Muhammed Bakır’ın ilmi, sadece din işlerine inhisar etmiş değildi. Hz. İmam, ilmin, bilginin her cephesiyle meşgul olurdu. Kendisine hangi konudan bir şey sorulacak olursa, cevabını mutlaka doğru olarak verirdi. Hz. İmam Muhammed Bakır, kendisinden yardım isteyen her fakire mutlaka yardımda bulunurdu. Açları doyurur, çıplakları giydirirdi. Kendisini ziyaret eden dost ve ahbaplarının bu ziyaretlerini, mutlaka iade ederdi. Hz. İmam Muhammed Bakır’ın meclisleri, bir çeşit ilim meclisleri olurdu. Burada bulunmak ve kendisinden feyiz almak, her kula nasip olmaz saadetlerdendi. Irak’ta olsun, Hicaz’da olsun, başka yerlerde olsun, yetişen din bilginlerinin çoğu kendisinden feyiz almışlardır. Hz. İmam Muhammed Bakır, babalarının kurduğu gerçek ve ilahi medreseyi devam ettirmişlerdir. Hz. İmam Muhammed Bakır, kendisi senet göstermeden, yani rivayet edicisinin adını zikretmeden bir hadis-i şerifi okuduğu zaman, bunun sahih bir hadis olduğundan kimse şüpheye düşmezdi çünkü şöyle söylerdi; 34


İhlas “Ben bir hadis okudum, rivayet edenini anmadım mı bilin ki onu mutlaka babamdan duymuşumdur. Babam da babasından, babası da ceddim Resulullah’tan duymuştur.” Hz. İmam Muhammed Bakır’ın zamanları, Ümeyye oğullarından Mervan oğlu Abdülmelik ile oğulları Velid ve Süleyman'ın, Abdülaziz oğlu Ömer’in ve yine Abdülmelik’in oğullarından Yezid’le, Hişam’ın saltanatlarına rastlar. Abdülmelik öyle bir kişiydi ki, kendisine saltanat müjdelendiği zaman, okumakta olduğu Kur’an’ı Kerim’i; “Bu seninle son görüşmemiz” deyip elinden bırakmıştı. Abdülmelik saltanata oturunca, amcasının oğlunu saltanatta kendisine rakip gördüğü için sarayına konuk çağırmış ve onu kendi eliyle öldürmüş sonra da Şam mescidinde minbere çıkıp; “Bundan böyle, kim benim yaptığım işe dair bir soru sorar veya itiraz ederse cevabını ancak kılıçla alır” demişti. Hz. İmam Muhammed Bakır’ın imamlık makamına oturduğu zamanda, Şam saraylarında fesat ve ahlaksızlık son haddini bulmuştu. Hz. İmam Muhammed Bakır çekilmiş olduğu ilim ve fazilet dolu köşesinden bu manzarayı hayret ve hatta dehşet içinde seyrediyordu. Muaviye’nin soyundan, Mervan’ın soyuna geçen bu sahte Emîr’ül müminlik, halka zorla kabul ettirilmek isteniyordu. Bunlar; Şam saraylarında hükümdarlar gibi yaşıyorlardı ve her çeşit sefahat hayatının içine adeta gömülmüşler, boğulmuşlardı. Bunlar; emirlerini ancak kılıç kuvveti ile gördürebildikleri için sadece buna tapıyorlar, bütün varlıkları ile sadece bunu benimsiyorlardı. Bunlarda; fazilet, doğruluk, adalet gibi kelimeler çoktan unutulmuş, iş düpedüz bir rezalet, ahlaksızlık ve zulme dökülmüştü. Şam saraylarında, Ümeyye oğulları rezalet ve sefahat içinde hayat sürerlerken, Hz. Ali’nin torunları ise Medine’de büyük bir fazilet içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Bu halifelerin içinde yalnız Mervan oğlu Abdülaziz’in oğlu Ömer, bir istisna teşkil ediyordu. Bu zat Hicret’in 99. yılında saltanata gelir gelmez ilk iş olarak; Muaviye’nin koyduğu pis ve kötü bidatı, Cuma günleri hutbelerde Hz. Ali’ye haşa, zem edilmesini kaldırdı ve yerine; Kur’an-ı Kerîm’deki Nahl suresi 90 ayetinin okunmasını emretti. “Gerçekten de Allah adalet ve ihsanla muameleyi buyurur ve yakınları görüp gözetmeyi emreder; kötü olan, yapılmaması buyrulan şeylerden ve azgınlıktan isyandan nehyeyler; düşünüp anlamanız içinde size öğüt verir.” Abdülaziz’in oğlu Ömer, daha sonra Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmalarından sonra Hz. Fatıma’nın elinden alınan Fedek hurmalığını, Hz. Fatıma’nın soyuna geri verdi. Sonra Ümeyye oğullarının gasp ettikleri şeyleri tekrar onlardan aldı, Beyt’ül mal’e iade etti ve hak sahiplerine de devlet hazinesinden verilen payda, eşitliğe riayeti şart koştu. Ümeyye oğulları, Abdülaziz oğlu Ömer’in yapmış olduğu bu hareketlerini hoş görmediler ve onu zehirlettiler. Abdülaziz oğlu Ömer, bu zehirlenme sonucunda Hicret’in 101. yılında vefat etmiştir. Arap milliyetçiliği, Arap olmayan Müslümanların aşağı görülmesi, gayr-i Arap olanları büsbütün incitmedeydi. Halifelerin sorumsuzluğu yahut adalet sahibi olsun, olmasın, onlara itaatin lüzumu Hakk’ındaki rivayetler, artık söyleyenlerin dillerinde ve yazılmış sahifelerde kalıyordu. Hz. İmam Hüseyin’in, mazlum olarak din, iman adına, ümmetin selameti ve İslam’ın, insanlığın özgürlüğü uğruna şehadeti unutulmuyor, yer yer ayaklanmalarla, intikam almaya kalkışmalarla yeniden yeniye canlanıyordu.

35


Dembir Hicret’in 120.yılında, Hz. İmam Muhammed Bakır’ın tasvip etmemesine rağmen, Hz. İmam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd, zamanın yönetimine karşı ayaklanmış; fakat onu şehit etmişlerdir. Hicret’in 125.yılında da Zeyd’in oğlu Yahya ayaklanmış; fakat o da şehit edilmiştir. Bütün bu olaylar halka bir ibret olmuyordu. Kerbela faciasını, Resulullah’ın oğlunun şehadetini, “Ehl-i Beyt’in” esaretini, Muhammed evladına reva görülen zulümleri unutmayanlar için bir hatırlatma oluyordu. Kendilerine, Resulullah’ın halifesi ve müminler emiri lakaplarını takanların safahatları, zulümleri, bu hatırlatmayı, en azından hoşnutsuzluk haline getiriyordu. Ümeyye oğullarının kendi aralarında da hoşnutsuzluklar, hatta ayaklanmalar başlamıştı; zulüm temelinin üstüne kurulan bu saltanat, artık çöküyordu. Hz İmam Muhammed Bakır, Ümeyye oğulları saltanatının son zamanlarında yaşamışlardır. Hz İmam; hükümetin bir yandan dıştaki, bir yandan içteki muhaliflerle uğraşmasından faydalanmışlar ve İslam’ın gerçek esaslarını, ilmi, hikmeti yaymışlardır. Sahabeden olup Hz. İmam’ın zamanına ulaşanlardan ve tabiinden birçok kişi, kendilerinden faydalanmışlar, rivayetlerde bulunmuşlardır. Hz. İmam Muhammed Bakır, Hicret’in 114. yılı (Miladi 733) Zilhicce ayının 7. günü Hakk’a kavuşmuştur. Hz. İmam Muhammed Bakır, Ümeyye oğulları tarafından zehirlettirilerek şehadet makamına ermişlerdir. Ömürleri 57 yıl, 5 ay, 7 gündür. Hz. İmam Muhammed Bakır vasiyetleri mucibince, Hz. İmam Caferi Sadık tarafından yıkanıp teçhiz ve tekfin edilmişler, namazları da Hz. İmam Cafer Sadık tarafından kılınmıştır. Hz. İmam Muhammed Bakır, Medine-i Münevvere’deki Baki mezarlığında, babaları Hz İmam Zeynel Abidin’in yanına defnedilmişlerdir. Kendilerinden sonra imamet, oğlu Hz İmam Cafer, Sadık’a intikal etmiştir.

36


İhlas

Gizli bir nur idim Suphi ezelde, Cilveler gösterip ayana geldim. Feyz-i aşk ilham eden güzelde, Kelam-ı sır idim beyana geldim. Ervah-ı ezeli tek vücut idi Âşıklar hem sacid hem mescud idi. Görünen bu kesret feyz-i câd idi, Ben bu cilvegâha bir tane geldim. Kendimi gizledim her bir gönülde; Bin eda gösterdim bir gonca gülde, Aşk ile nalekâr olan bülbülde Vatan hasretiyle efgane geldim. Kalmadım ta ebed şekli müphemde; Arz-ı cemal ettim veçhi âdemde. Ahsen-i takvim e erdiğim demde Erkânı bezeyip insana geldim. Her şeyle beraber, her şeyden ayrı, Gizli ve aşikâr yok benden gayrı. Kazayı ezelde hayr ile şerri Takdir etmek için vicdana geldim

37


Dembir

ALINTI BÖLÜMÜ Hoş geldin ansızın çekip gidişin ardından. Bıraktığın gibi değilse bu beden hoş gör. Yıprattı zaman elim de olmadan. Yüzümdeki tebessümü takındığım alaycı tavır sanma sakın. Gelişine duyulan mutluluk… Umarım hoş bulmuşsundur. İrfaniyet Penceresinden Yapılan seyir ile Cümle tecelliler de Hak görülür, Cihanı Hak kaplar Sarhoş Olmak için, Elde tutulan Kadehin İçilmesi gerekir

Ey sevgili canan! Hakk’a ulaşmış oluyor Sen işitince zikrimi. Tebessümün, Sevdiğinin göstergesi Gülüşüne kaldırıyorum kalbimi, haydi sevdam, Aşk’ına! Bir dikişte içelim bakışlarımızı, yarınlara dair konuşmalarımız mezemiz olsun. Ne güzel yakışıyor sevdalık sana! Anlattıklarının görünmüyorsa, sözlerin ruha ulaşamaz.

hali

sende

Âdem, Cenab-ı Allah’ın tecelli ettiği halk halidir. Deryaya girmek için soyunmak gerekir. Elbiselerinle girersen, helak olursun. Kalpler ancak Hakk’ın zikriyle huzur bulur, Hakk’ı zikretmeyenler âşık mı olur? Zikrine boyanmayan, fakirliğe dalmayan, lezzetini tatmayan âşık mı olur? Deryasına varmayan, halkaya katılmayan, dünyadan soyunmayan, âşık mı olur? 38


İhlas * Canda Cananımsın sevgili yârim Meydandaki aşkım zuhurda şahım Edep huzurundur ayna varlığım Bilinmek istedin bilmek muradım. Afakın bu beden faili sensin Cümle görülenler kendini zikrin Beli ya Rab deme gayretindeyim Bilinmek istedin bilmek muradım. Eda hizmet eri kabul edersen Secde eylediğim Halil elbisen Arif olmak sana kendi nefsimden Bilinmek istedin bilmek muradım.

* Bundan sonra varacağı menzil, gerçek kulluk makamı olan, Hazret’ül Cem makamına vasıl olmaktır. Hazret’ül Cem makamının diğer ismi de, Rububiyet olup, Rububiyet denmesindeki sebebi hikmet ise halk Hakk’ın hüviyeti konumuna geçilmesidir. O kul Hak ile Hakk’ı görür, Hak ile Hakk’ı işitir, Hak ile Hakk’ı zikreder, Hak ile Hakk’ı bilir, Haktan ayrı müstakil bir varlığı yoktur. Ancak Hak iledir. Allah için yaşamak güzeldir lakin Allah ile yaşamak güzelinde güzelidir. İşte burada Hak ile yaşamaya başlar. Halk, Hakk’ın hüviyeti oldu. Çünkü burası Abduhu makamı olup, verasetül enbiya makamı da denir. Bir ismi de Kurbu Nevafil makamıdır. Kurbu Nevafil denilmesindeki hikmet ise, varlığın gerçek sahibini tanır ve tefekkür ibadetine başlar. Mearic suresi 23. ayet: Onlar daim salat üzeredir. Beyanındaki gerçeğe erer. İbadetten maksat da zaten, Hak ile daim olmaktır. Kul Hakk’ın hüviyeti olup, namına sıfatullah denilmiştir. Bu makamda halk zahir Hak batındır. Bir evvelki makamda kul yok idi, ancak Hak var idi. Burada Hak, halkın kuvvesi ile aşikâr etti kendisini. Halkı kendisine alet ile halkın batını oldu. Bir evvelki makamda tenzih ile bulundu, şimdi bu makamda teşbih ile bulunmaya başladı. Halkın zahiri idi, şimdi burada halkın batını oldu yani, halk esmasında gizlendi. Bu makam arifi billah makamı olup, Mısri Niyazi Hz. bu hususu beyanında, Arifin her nazarda gördüğü Hak imiş, Her görüşte nice ihsan eylemiş. Sözleri bu anlamı taşır. Resulullah efendimizin, Ya rabbi bana eşyanın Hakikatini göster. dediği cümle, burada aşikâr olur. Çünkü eşya Hakkın aleti olup, mazharı billahdır. Çünkü buraya fark makamı denilmiştir. 39


Dembir * BEN KENDİMDEN ÇIKTIM YOLA Ben ibaresi noktanın kendi varlığına vurgu yapmasıdır. Noktanın tafsilatı olan sıfatlarının esma ve suret giyinerek zuhura çıkışı olan eşyanın, noktadan ayrı olarak kendi varlığının noktanın zahiri olduğunu göremeyip, kendisine varlık verip, bu varlığa ben deyişi şirk olur. Noktanın bu varlıktan yani, zahirindeki eşyadan ben demesi şirk değil, imandır. Mansur Hz’nin Ene Hak demesi, noktanın Mansur esması alışıyla kendisini beyan etmesi olduğundan şirk değildir. Noktanın kendisinden yola çıkması beyanıyla anlatılan, noktanın cümle varlığın özü olduğu, varlık dediğimiz eşyanın, noktanın zahiri olduğu, hangi eşyaya bakarsanız bakın gördüğünüz benim demesidir. Bir ağacın çekirdeğinin o ağaçtan, ben kendimden yola çıktım demesi gibi. Mısri Niyazi Hz Bu hususu şöyle beyan etmiştir. “Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın Ol okur kim seyri evtan eylemiş” Bu yolculuk, Cenab-ı Allah’ın bilinmeyi istemesi ile nokta beyanında anlatılan Muhammedi nur olarak zuhura gelmesi ve cümle diye tabir ettiğimiz halkın bu nurun sıfat olarak tecelliye çıkışıdır. Furkan suresi 2 Ayette: O, göklerin ve yeryüzünün mülkü kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir. denilmektedir. Ayeti Kerimede O ibaresi ile anlatılan Cenab-ı Allah, göklerin ve yeryüzünün sahibi olandır yani, o mülk ile tecelliye gelendir. Noktanın kendisinden yola çıkması. Çocuk edinmemesi ise yaratılanın kendisinden ayrı değil bizzat kendisi olması manasında kullanılmaktadır. Her şeyi ölçüye göre yaratması, her yaratılanın Cenab-ı Allah’ın bir sıfatı olması ve hangi sıfat zatın hangi özelliği ise o özelik olarak esma ve suret giyerek o özelliği ile Cenab-ı Allah’ın kendisini muhabbet edişidir. * Tecelli eyledikçe ol saray-ı sırr-ı ahfada Bu suret âlemi eçre satu bazar olur peyda (Tecelli eyledikçe sultanın gizli sırrı bu suret âleminde pazarlarda satılır.) Beyitte bahsedilen Sultan’ın gizli sırrı nedir? “Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur.” Kutsi hadisi bu sırrın ne olduğuna ışık tutmaktadır. Cenab-ı Allah varlığı ile zatında teklikteydi. Yaratılmış olan âdem, zat-ı ilahîsinde bâtın idi. İşte bâtın olan âdem, yaratıcı olan Allah’ın ilk yaratılan nur olan Muhammedî nurun yani sıfatların, bu sıfatların bâtın iken Allah’ın zâhir olmasını dilemesi, fiil tecellisi olarak âdemin var olmasıdır. Yaratılan, eserdir ve eser, müessiri görmek içindir. Allah, âdem ile zâhir olarak vücudlanmaktadır. Âdem tecelli hâlidir, esma ve suret giyişidir. Cenab-ı Allah, Bakara suresi 30 ayeti kerimesinde, Hani, Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti. Onlar “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti” derken bu sırrı zâhir edeceğim demektedir. Halife, temsil eden demektir. Ayette “Allah bir halife yaratacağım.” buyuruyor. Bu halife, kendisini yaratan Allah’ı temsil edecektir. Temsil etmek ise temsil ettiğinin özelliklerinin sende bulunmasıyla mümkün olur. 40


İhlas * Keşke kalsaydım pişmanlığını ve üzüntüsünü yaşıyordu, annesiyle konuşuyor oluşunun rahatlatmış olmasına rağmen. Sonra, bir işi aklındayken yapacaksın felsefesiyle aklındayken yöneticisi Serdar beyi aramak için telefonu çıkarttı cebinden. Telefonu sessizde olduğu için aramaların ve gelen mesajların hiç birisini duymamıştı. Telefonun ekranına baktı annesinin bakışları arasında. Ekran cevapsız arama çağrıları ve mesaj uyarılarıyla doluydu. Önce gelen aramalara baktı, arkadaşları aramıştı hem de birden fazla. Başın sağ olsun yapabileceğimiz bir şey var mı diye aradıklarını düşünmüştü. Sonra mesajlarına baktığında düşüncesinin doğruluğunu gördü. Telefonuna ulaşamayanlar mesaj atmıştı düşündüğü gibi. Hepsini silip telefonun rehberinden Serdar beyi bulup arama tuşuna bastı, arayıp izin almalıydı birkaç gün nede olsa o, onun yöneticisiydi. Kendisiyle konuşarak izin aldı birkaç gün daha. Talip telefonunu kapatıp annesine döndü. Annesi, yaptığı telefon konuşmasından oğlunun burada kalacağının mutluluğu ile -

Sıkıntı olmasın senin için? Yok, anne. Sıkıntı olmaz. Başka neler anlattı babam! Senin için bir dosya yazdığını, dosyanın dolabın altında kapaklı yerde olduğunu söyledi. Bana mı yazmış? Evet, sana yazmış. Bu dolabın içindeymiş.

Talip, oturduğu yerden kalktı büyük bir heyecanla. Dolabın önünde yere oturup daha önceden çok defa içinde bulunanlara bakmak için açtığı kapakları açtı. Dolabın içinde, eski oldukları her hallerinden belli kitaplar, üzerleri yazılı kâğıtlar, kâlemler bulunuyordu. Gözleri kendisine yazılı olduğu söylenen dosyayı arıyordu.

* Ol gece durmadı cevlan eyledi Şöyle kim eflaki seyran eyledi Hemen yolculuğa başladı ve gökyüzünü seyran etti. Talip ulaştığı yokluk zevkini anlamaya ve bu zevke ait sunulan irfaniyet muhabbetiyle kendi yokluğunda varlığının aslını kendisinde asıl olanın özelliklerinin görünmesiyle seyretmeye başladı. Kendisinde kendisini gerçekten perdesiz görmeye başladı. Her birinden türlü hikmet gördü ol Ta ki vardı Sidreye erişti ol Her birisinden tevhidin bir güzelliğini görüp kendisini göremez oldu. Kendisinde görmeye başladığı Rabbin kendiliği olarak zuhur edişinde zan perdesiyle örttüğü Allah gerçekliğine şahit oldu. Bu şehadet onu varlığın nispet edilişinin tövbesi olan tevhit secdesine götürdü. Cebrail’in durağıdır ol makam Dokuz felek ta kim tutar nizam Mürşid-i Kamil durağıdır bu makam, kimindir irfaniyet bu nizam. Mürşid-i Kamil ledün ilmini idraklere göre sunan, bilgiyi sunulanın kendisinde ispat edendir. Kendisi de, bilgi de, bilgiyi bilmeklik de tümü zatın kendisini bilmeklik olduğundan zat tecellisinde sıfat zatta batın olur. Zatında, zatından gayrısı kalmaz, Zat-ı Hak yine zatında seyirdedir. 41


Dembir * Soru: Muhittin Arabi Hz. Şeriatı ikiye ayırıyor; Nübüvvettin Şeriatı yani Şeriat-ı Suğra, Velayetin Şeratı yani Şeriatı Kübra. Bu tabirleri nasıl anlamalıyız? Nübüvvetin şeriatı ve Velayetin şeriatı birbirlerinden ayrı olgular mıdır? Cevap: Nübüvvetin şeriatı ile bu gün anlatılmak istenen şeriat olarak nitelendirdiğimiz ibadetlerdir. Bunlar, namaz, oruç, hac, zekât, kurban ve kelimeyi şehadettir. İslam’ın 5 şartı olarak nitelendirilir. Bu ahkâm şeri ibadetin erkânıdır. Bu erkân hakikatin görülür hali olan zahiridir. Şeri ahkâm hakikatin köprüsüdür. Namazın günde kaç vakit olduğu ve nasıl kılınacağı, orucun ne zaman nasıl tutulacağı, hac ve zekâtın nasıl gerçekleşeceği, kelimeyi şehadetin nasıl çekileceği peygamber efendimiz tarafından belirtilmiştir. Müslümanlığın şeri kısmı nübüvvetin şeriatıdır. Nübüvvet görülen elbisedir, velayet ise elbiseyi giyendir. Nübüvvet zahiridir, velayet batınıdır. Her şeri ibadetin kendisinde barındırdığı hakikat vardır ve tevhit işte o hakikattir. Nübüvvetin hakikat kısmı, velayettir. Velayetin şeriatı, nübüvvetin batınında taşıdığı hakikatin anlamıdır ve gerçek tevhit o hakikatin yaşanmasıdır. Namaz, namaz kılanı Allah’ta fena buldurup Allah ile var ediyor ise o, velayetin namazıdır, Oruç, tutanı halk görmekten Hak görmeye yüceltiyorsa o, velayetin orucudur, Hac, tavaf edeni tavaf edilene mekân yapıyorsa o, velayetin haccıdır, Zekât, mülk olan varlığını sahibine teslim etmek ise o, velayetin zekâtıdır, Kurban, nispet varlığını yani, nefsine olan kulluğunu kesiyorsa o, velayetin kurbanıdır. *

Bağlılık “İnsan, sevdiğine bağlanır” Akbaş, başından itibaren yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlattı Narintüy’ün şaşkın, meraklı bakışları ve heyecanlı dinleyişi eşliğinde. Sonra birlikte avlanıp tekrar yuvaya geldiklerinde önce karınlarını doyurup, su içtiler sonra, Narintüy, “Bunları bana da öğretir misin?” diye sorduğu esnada Akbaş, Narintüy’e bakıp “Ne kadar genç ve güzel bir kartal. Neden yalnız yaşıyor ki?” diye düşünüyordu. Narintüy’ün sorusuyla kendisine gelip, “Yarın sabahtan başlarız” dedi ve istirahate çekildiler. Sabahın ilk ışıklarıyla Narintüy büyük bir heyecanla Akbaş’a “Günaydın! Hadi başlayalım” dediğinde Akbaş açtı gözlerini ve karşısında yerinde duramayan, havalanıp havalanıp konan, durduğu yerde kanat çırpan güzel bir kartal gördüğünde önce şaşırdı sonra toparlandı ve hatırladı nerede kiminle olduğunu. “Günaydın” diye karşılık verdi. Narintüy, “Hadi, canlan biraz çok işimiz var” dedi gülerek ve gülmesi devam ediyordu neşeyle sözü bittiğinde bile. Akbaş, “Tamam, hadi başlayalım” deyip havalandı. Havada birlikte uçarlarken Narintüy’e “Burada deniz yok maalesef onun için sana sadece nasıl yapacağını ve nelere dikkat edeceğini anlatacağım ama diğerlerini önce anlatıp, sonra uygulayıp sonra senden yapmanı isteyeceğim” dediğinde Narintüy, “Sabırsızlanıyorum” dedi sevinçle. Akbaş anlatacaklarını anlattıktan sonra Narintüy’e, “Şimdi beni iyi izle” dedikten sonra dalış yapmaya başladı. Dalışı bitince tekrar yukarı uçup Narintüy’ün yanına gelerek, “Şimdi benimle birlikte yap sende” deyip yine saldı kendisini aşağıya, yanında Narintüy. 42


İhlas * Kur’an ilahileşin diyor, ilahlaşın demiyor, yücelin yükselin demek istiyor. İşte bu seyri sülük bize yeni bir idraki, yeni bir anlayışı, yeni bir görüşü sunuyor. Bu yüz kişiye sunulur da beş kişi bunu kavrar, beş kişi yaşayabilir, bir kişi yaşayabilir, hiç yaşayan olmayabilir, bilemeyiz. Ama yaşanması isteniyor. İnsan düştüğü yerin, bulunduğu yerin Allah’tan gaflette, cehalet ve ihanette, münafıklıkta buralarda olduğunu fark etmezse kurtuluşu talep etmez ki. Evvela bunu fark edecek, eyvah deyip yanacak. İnsan sevdiğinden ayrı düşmedikçe sevdiğine olan aşkı yanması alevlenmez. Mecnun Leyla ile aynı sarayda büyüdü ama aşk nedir sevgi nedir bilmiyorlardı. Arkadaş gibi oynuyorlardı. Ne zaman ki Leyla Mecnun’un sarayından uzaklaştı başka diyara gitti mecnun o zaman tutuştu, eyvah dedi. İşte insan da böyle, insan gerçek dosttan, gerçek sevgiliden ayrı düştüğünü fark ederse yanar. “Firkatin ateşi yaktı bağrımı” diyor beyitte. Bu ayrılığın ateşi yaktı beni kül etti diyor. Aşk orada doğuyor işte, gerçek sevgi ve muhabbet, aslına yöneliş burada başlıyor. “Bana seni gerek seni” burada başlıyor, “Ben giderim yane yane” burada başlıyor. O gerçek sevgiliye özlem ayrı düştüğünü fark ettiğin zaman başlıyor. Bunu fark etmezsen ne aşk ne sevda ne talep, hiçbir şey oluşmaz. Almanya’dan gelip uçaktan inince ah vatanım diye toprağı öpüyorlar. O hasretle bulunmuş Almanya’da yirmi sene. Türkiye’de yaşayan toprağı hiç öpmüyor, nasıl olsa buradayım ne öpeceğim diyor. Bir ayrı düşte o zaman anlarsın! Zaten aşk ve sevda oluşsun diye Allah bu ikiliği oluşturdu. Her şey Allah’ın birliğinde ve vahdaniyetindeydi, ne aşk vardı ne sevda, ne de muhabbet vardı. * 7- Andolsun ki, pek çoklarına Hak söz ulaşmıştır ama onlar imana gelmezler. Ey insan! Varlığı Bizim varlığımız olduğundan habersiz olanlara, varlığı sahiplenerek kendisini ilahlaştıranlara, ikilik çıkarttığı için kendisinde ve âlemde iki gördüğü için kendisini ve Bizi ayırıp kendisini nefsinden ibaret, Bizi kendisinden ötede zannederek aslından gafil olanlara Hak söz ulaşmıştır ama onlar imana gelmezler. Söz haktır çünkü Bizim varlık âleminde kelam, fiil olarak gözle görülür, kulakla işitilir, akılla fikredilir ispatımızdır. Bizim Kendimizi idraklere sunuşumuz, anlayacağın şekilde apaçık Kendimizi anlatışımızdır. İman olan insanca tevhit üzerine yaşamı, yaşamın içinde yaşayarak, tecelli edişimizle gösterişimizdir. İnsan dediğimiz, kemal sıfatlarımızın tecellisiyle insanın nasıl olduğunu hem o insandan Kendimizi muhabbet edişimiz hem de hal yönüyle muhabbetimizi ispat edişimiz, “Nefsaniyet giyinmiş bir halde dünyada dünyadan olanlara ihtiyaç duyuyor oluşum benim bu imanı oluşturmama imkân vermiyor, bunu başarmak mümkün değil” diyemeyesin diyedir. Zorluk, nefsin ilahlaşmayı seviyor oluşundan dolayı bu ilahlığı bırakmak istemeyişindendir. Nefsin emmare boyutunda emre itaat etmek yerine emreden olması ve senin nefsinin emrine boyun eğmen, nefsini ilah olarak benimseyip nefsinin kulu olmandır kendine gafil, kendine zulmediyor oluşun. Nefsin isteklerine göre yaşaman, nefsini sevmen, nefsini zikretmen varlığı nefsinle tevhit edip varlıkla tecelli edeni nefsin sanıp kendini nefsinden ibaret zannetmendir. Nefsinin esaretinden kurtulup, varlığı nefsinle değil Bizimle tevhit edip varlığında Bizi zikrederek Bizimle olup, Bizi sevmen olan iman üzerine yaşamaya dönmelisin. Kendisi tecelli olanı, tecelli eden zannetmekten geçmelisin. İnsan, kendisinde Bizimle tecelli eden Bizi görendir. 43


Dembir * Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya Yakanı al elinden kim seni sonra kılar rüsva (Uyan, yanılgı içerisinde olan habersiz, seni aldatmasın dünya Yakanı elinden almazsan, yerin olmaz erenlerin katında.) Evet, Araf suresi 179 ayeti kerime, bizlere kalp ile Allah’a ulaşmamanın, göz ile Allah’ı görmemenin, kulak ile Allah’ı işitmemenin gaflet olduğunu ve bu tip insanların, iman ehli olamayacağı için gafil olarak ömürlerini şirk ile tükettiklerini anlatmaktadır. İman, kalben Allah’a ulaşmak demek olup, iman için iki şahit gerekir. Bu şahitlerin birisi görme, diğeri işitmedir. Bizler, Cenab-ı Allah’ı görmedikçe ve işitmedikçe kalp ile Allah’a ulaşamadığımızdan asla Hakikatte iman ehli olamayacağız. İslam tevhit dinidir ve kabul ediş, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resulü. diyerek, kelimeyi şehadet getirmektir. Adı üstünde kelimeye şahit olmak, yani Allah’tan başka ilah olmadığını görmek, Peygamberimiz Hz. Muhammedin kulu ve resulü olduğunu görmek. Görmek için neyi nasıl göreceğimizi işiterek tanımak lazım. İnsan tanımadığını göremez. İşte gaflet, imansız olup bu sayede Allah’ı ötelerin ötesine atma sonucu Allah’sız yaşamaktır. İnsanın gaflet çukurunda, şirk içerisinde yaşamaktan arınmasının yolu, Mürşid-i Kâmil’e teslim olup, kendisine telkin olunana hizmet ederek gafletini terk ederek arınmasıdır. Bu konuda Cenab-ı Allah, Araf suresi 205 ayeti kerimede, Siz Rabbinizi içinizden gizli olarak kalp ile sayı ile kayıt tutmadan sessizce hiç gaflete düşmeden her nefeste zikredin. buyurarak, bizlere bu gerçeği anlatmakta ve uyarmaktadır. Ey can. Kendisine Hakikat sırları açılan vahdet sarayının anahtarı sunulan, gerçeklerle aranda en büyük perde olan nefsinden arınma yolu anlatılan gönül haneni dolduran putların kırılmasında, cehalet karanlığından aydınlığa çıkılmasında el uzatılan. Lütuf, en güzel olan, apaçık ayan beyan kendisini gözlerinin önüne seren, sana tüm yüz gösteren efendindir. Hâlâ, nedenlerle, sebeplerle uğraşma aklın körlüğünden çık artık. Sana seni bildirmekteler, yerinin insan makamı olduğu bildirilmekte dünya isteklerinin gelip geçici olduğunu anla, bildirilene iman et ki hayvaniyetten kurtulasın. Erenlerin katına yücelesin sende aynı ilimle şereflendin, aynı zikrullahla şereflendin, zikrini talim et, ilmi hale dönüştür, Hak’ta ifna ol. Erenler bunu başaranlardır. Azmin gayretin eksilmesin. Bu azim, bu gayret seni dünyanın yani nefs-i emmarenin elinden kurtaracak, seni özgür kılacaktır. Özgür olmadan iman ehli olamazsın. İman ehli olmadıkça da rüsva olmaktan yani, onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadır beyanındaki halden arınamazsın. Kuranı kerimin Nahl suresi 27 ayeti kerimesinde, Sonra kıyamet günü, Allah onları rezil rüsva edecek ve diyecek ki, “Uğrunda mücadele ettiğiniz ortaklarım nerede?” Kendilerine ilim verilenler ise şöyle derler, “Şüphesiz bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kâfirlerin üzerinedir.” İşte, kâfir hakikati örtendir. Hakikati örten ise, gaflet içerisinde gafil olarak, Cenab-ı Allah’a değil, dünyaya yani nefs-i emmaresine kul olanlardır. Eren, kendi nefsinin ilahlığını Allah’ta fena bulmak sonucu Hakk’a ermiş olandır. Eren, nefs-i emmareden arınma sonucu köleliğinden kurtulup hür olandır. Eren, kalp ile idrak eden yani Hak ile Hakta olandır. Eren, gözüyle Hakk’ı görendir. Eren kulağıyla Hakk’ı işitendir. Eren Hakikati örten kâfir değil, Hakikati ispat edendir. Eren zikir ehlidir. Eren, tevhit olan İslam üzerine yaşayandır. Hu…

44


İhlas

BİTİM Değerli okuyucu, Emek Yayınevi, Dembir dergisinin 2017 yılı sekizinci, toplam otuz ikinci sayısını okuduğunuz için emeği geçenler olarak hepinize çok teşekkür ederiz. Umarız okuduklarınızın İhlas’a olan bakışınıza katkısı olmuştur. İhlas, kişinin kalbini Allah’tan gayrılara kapatıp, temizlemesi olduğundan kalp amelidir ve Allah, kalbinde kendisini gördüğüne insan ve kulum diyerek zikredip değer verir. Allah’ın nazargahı kalp olduğundan Allah, dildekine değil kalbindekine bakar. İman boyutunda, dilde ne olduğu değil kalpte ne bulunduğu önemlidir. İşte kişi kalbini ihlas ile arındırıp temizlediğinde ancak insan ve kul olabilir. Bunun yolu ise, Cenab-ı Resulullah efendimizin o kalbe girip arındırması sonucu İhlas suresini kendi varlığımızda okumamızla mümkündür. Hu… Bu sayımızı, Emek Yayınevinden yakında yayınlanacak olan, Özkan Günal’ın kaleme aldığı, düzenlemesini Emine Aytül Erol’un yaptığı, Dembir 2 isimli eserle noktalıyoruz.

* Cenab-ı Allah yüce Kur’an’ı Kerimde oku emrini Alâk suresinde vermektedir ve surenin bütünlüğünde bize neyi nasıl okumamız gerektiğini işaret etmektedir. Cenab-ı Allah, Alâk suresinde, Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir alaktan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, kâlem ile insana bilmediklerini öğretti. Doğrusu, insan azıp şirk eder kendini ilah görmekle, oysa muhakkak ki dönüş Rabbinedir. Gördün mü o engelleyeni; bir kul Allah’a muhatap olurken. Gördün mü? Ya Allah’a muhatap olan doğru yol üzerindeyse ve kötülüklerden sakınmayı emrederse? Gördün mü? Ya engelleyen de yalanlayıp yüz çevirdiyse. Allah'ın görmekte olduğunu bilmiyor mu? Hayır, eğer o gerçekten vazgeçmezse şirkinden, mutlaka Biz, onu perçeminden yakalarız o yalancı ve günahkârların perçeminden. Haydi, yardımcılarını çağırsın, Biz de zebanileri çağıracağız. Sen, asla ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş! diyerek hitap etmektedir. Öncelikle okumanın Kendisiyle yapılması gerektiğini beyan ederken, Kendisiyle okunması gerekenin insan olduğunu söylemektedir. “Rabbin sonsuz kerem sahibidir” yani kerem olan Rabbin Kendisine ait Kendisini bildiği bilgiyi öğreteceğini ifade etmektedir. Biz Rabbimizle insanı okumaya niyet edersek, bize okumayı gerçekleştirmek için öğrenilmesi gereken Rab alfabesini öğreteceğini söylemektedir. Kâlem ile bize bilmediğimizi öğrettiğini söylemesi, kâlem olan Kendisinin varlık ile varlık âleminde zahir oluşuyla bu öğretmenin gerçekleştiğini buyurmaktadır. Okunulacak olan insanla okumayı öğretmektedir, yani bize yine bizimle kendisini anlattığını ifade etmektedir. Şimdi bu pencereden bakıldığında görülen odur ki, Nefsini Rabbinle okursan nefsinden Rabbine arif olacağın, yok, nefsini nefsinle okursan nefsinden nefsine arif olacağındır. Daha sonra Mevla, işte nefsini nefsinle okumak olan kendimize müstakil varlık vererek aslında Rabbin karşısında ikinci bir varlık çıkartarak Rabbe kafa tutmak şirkine işaretle “Doğrusu, insan azıp şirk eder kendini ilah görmekle, oysa muhakkak ki dönüş Rabbinedir” demektedir. Rabbin adıyla kendimizi okuyarak iman sahibi olmamızı ve Rabbimizle Rablık iddiasında bulunmamamız gerektiğini anlatmaktadır ki bir gün, Kendisinden geldiğimiz için dönüş yine Kendisinedir ve bu kaçınılmaz sondur bizim için.

Gönlümüz, gönüller sultanı, Melami Mürşid-i Kâmil’i, Damperli İbrahim, Halil İbrahim Baki Hz. ile beraberdir. Üzerimizdeki Nur-unun bizi aydınlatması, gönlümüzdeki yanan kandil oluşu, daimi olsun.

Allah Allah 45


Dembir

46


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.