Nisimazine Istanbul 2015 2nd Edition

Page 1

Nisimazine

13 Nisan 2015 Pazartesi

Istanbul Film Festival 2015

Monday 13th April 2015

sayı 2 edition 2

Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır a festival gazette published in the framework of a workshop for young critics by NISI MASA - European network of young cinema

Hungry Hearts

sayfa 5

Lucia Ros Serra (Spain)

Lost River

by Robyn Davies (UK)

sayfa 3

Catch me Daddy

by Andrei Şendrea (Romania)

sayfa 3

Editorial

Editörden

S

İ

urely for the locals Istanbul hides few secrets. While walking around the gorgeous streets of such a glorious, rich and intense city you probably struggle to find it out of the ordinary. In some extreme situation you may even find it banal in a weird sort of way. We at Nisimazine have the fortunate chance of traveling to many exotic and privileged locations. Throughout the years we have paraded around the Croisette in Cannes; felt our spinal cord being stretched by the polar cold of Potsdammer Platz during the Berlinale; savoured endless delicious chocolate ice creams at the Lido of Venice; and timidly mixed with camels and sheiks in the private beaches of Abu Dhabi. But believe me when I say that Istanbul is the cherry on top of our cake; the prize at the end of the horizon; and many other euphemisms I can’t mention due to the dictatorship of the word count. Nevermind the glamour and luxury of the events that every year captivate the attention of the film world. We are all about passion, and if there is one thing Istanbul is drowning in is exactly that. We are thirsty to embark on your cradle of ideas, culture and artistic expression and we expect nothing but to be amazed and have an enlightening time. Sure we will probably look a bit foolish, confused and even intimidated at points. But trust me, very soon we will fit right in. Fernando Vasquez (Portugal)

www.nisimazine.org www.nisimasa.com

It happens sometimes that I go to watch films without knowing anything about them. Hungry Hearts, by Italian Saverio Costanzo, was one of them. The only information I had was its 71st Venice Film Festival selection and that its actor, American rising star Adam Driver and Alba Rohrwacher, won ...

stanbullular için şehir çok fazla sır barındırmıyor elbette. Böylesi muhteşem, zengin ve yoğun bir şehrin güzel sokaklarında dolaşırken sıradışı olanı görmekte zorlanıyorsunuzdur. Hatta bazı aşırı durumlarda bir banallik bile görebilirsiniz. Biz Nisimazine’dekiler pek çok egzotik ve ayrıcalıklı yerlerde bulunma şansına sahip olduk. Yıllar içinde Cannes’daki Croisette’de dolandık; Berlinale sırasında Postdammer Meydanı’nda kutup soğuğunun omuriliğimize işlediğini hissettik; Venedik’in Lido’sunda leziz çikolatalı dondurmaları tattık; ve Abu Dabi’nin özel plajlarında utangaç bir şekilde develer ve şeyhlerle kaynaştık. Ama inanın bana İstanbul pastanın kreması demek bizim için; ufukta bizi bekleyen ödül; ve sayamayacağım kadar çok başka güzel niteleme. Her yıl sinema dünyasının ilgisini çekmeye talip onca gösterişi ve lüks etkinliği bir kenara bırakın. Bizim için önemli olan tutku ve İstanbul’da bizi bekleyen de bu işte. Kültürünüze, sanatsal ifadelerinize ve fikirlerinizin beşiğine demir atmaya hevesliyiz ve hayran olmaya, aydınlanacağımız bir zaman geçirmeye hazırız. Muhakkak biraz aptal görüneceğiz size, kafası karışık ve hatta çekingen zaman zaman. Ama inanın bana, çok kısa sürede uyum sağlayacağız. Fernando Vasquez ( Portekiz ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )

www.facebook.com/nisimazine www.facebook.com/nisimasa

Casanova Variations

Gűeros

Michael Sturminger ( Fransa, Avusturya )

Alonso Ruiz Palacios ( MEKSİKA )

S

B

on San Sebastian Film Festivali’nde ilk kez gösterildiğinde söylenene göre en çok röportaj talebi gören kişi dünyaca ünlü bir İspanyol yıldız değildi. Jürü başkanı da değildi. Hatta Benicio Del Toro ( Escobar’ın prömiyeri için gelmişti ) bile değildi. Hayır, 2014’te San Sebastian’ın en çok arzulanan kişisi John Malkovich’di. Hayat sanatı taklit eder derler ve Casanova Variations’ı izledikten sonra bunun ne kadar yerinde olduğunu gördük – filmdeki Malkovich, baş karakter ve kendisi olarak, fena halde revaçtaydı. Ama peşindekiler gazeteciler değil, kadınlardı… çok sayıda hem de. Bay Malkovich’i arzulamak meselesi o kadar çok vaktini aldı ki herkesin, yönetmen Michael Sturminger filmiyle ne söylemek istediğini ve filmi kimin için çektiğini bile unutmuş olabilir – zira biz izleyiciler kendimizi bir hayli sersemlemiş hissettik. Tahmin edebileceğiniz gibi film büyük çapkın Gicomo Casanova’nın hikayesini anlatmaya yelteniyor ve birçok romantik macerasını ayrıntılarken, yalnızlık ve ölüm korkusunu da gözler önübe seriyor. Yaşamının sonlarına yaklaşırken güzel bir barones tarafından ziyaret ediliyor, ki aynı zamanda bir yazar olan kadın onun anılarını kaleme almak istemektedir. Bu kurgu Lizbon’da Sao Carlos Operası’nda bir izleyici grubunun önünde sahnelenen bir tiyatro gösterisinin yanı sıra gerçekleşiyor. Buna ilave olarak üçüncü bir anlatı daha var ki burada da oyuncular sık sık dördüncü duvarı yıktıkları bir nevi ‘meta’ senaryoyu oynamakta ve sahne gerisinde konuşmakta. Bütününde bir kaos etkisinin hakim olduğu film tam bir karmaşa ve gerçek bir anlam ifade etmeyecek kadar dağınık. Sturminger’ın geçmişteki işleri düşünülürse şaşırmamız gerekir. Sadece bir sinemacı değil, aynı zamanda bir tiyatro ve opera yapımcısı da olduğundan ondan böylesi unsurlar beklemek normal. Türleri karıştırmaktaki amacının sinemasal yapıdaki özgürlüğü ifade etmek olduğunu açıklamıştı, ama dürüst olmak gerekirse bu daha ziyade bir mazeret gibi duruyor. Sanki Sturminger sahneleyeceği oyunu daha geniş bir izleyiciyi kitlesine ulaştırmak istemiş ve bunun en iyi yolunun da bir sinema uyarlaması olacağına kanaat getirmiş. Ama sahne yapımlarının sinema uyarlamalarına gitgide daha sık rastlansa da ( Ulusal Tiyatro Canlı mesela ), Casanova Variations gibi bir melez için böylesi bir girişime pek gerek varmış gibi durmuyor. Zaman zaman çok eğlenceli olduğu tartışma götürmez. Malkovich neredeyse Shakespeareyen denilecek mükemmel bir tarzla söylüyor repliklerini ve tiyatro gösterisi de alabildiğine görkemli. İşin içinde bol miktarda komedi de var ve çoğunlukla da kendisiyle dalga geçen bir komedi bu ( ki eğlenceli oluşu da bu yüzden olsa gerek ). Ama son kertede her şey o denli sığ ki izleyiciyi gerçek anlamda içine çekmiyor ve sonda yazılar akarken aklımıza filmin en güzel repliklerinden biri düşüyor: “Bazen sadece bittiği için duydukları minnetten alkışlarlar.” Robyn Davies ( Birleşik Krallık ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )

u da neyin nesi böyle? Berlinale’nin Panorama Bölümü’nde en iyi ilk film olarak ödüle layık görülen Güeros başladığında aklımıza ilk gelen bu oluyor. Ve inanın, uzun zamandır izlediğimiz en şaşırtıcı film bu. Bu heyecan verici filmde Alonzo Ruizpalacios bize eşek şakaları yapmaya bayılan Santos adında bir çocuğu tanıtıyor. Ama annesi o kadar bıkmış ki biraz sakinleşsin diye ağabeyinin yanına yolluyor onu. Ağabeyi Sombra arkadaşı Tomas ile birlikte kaotik bir apartmanda oturuyor. Kardeşler hiç geçinemiyor belki ama ortak bir tutkuda birleşiyorlar: ulusal rock müziğinin kurtarıcısı olarak kabul edilen ve babalarının da severek dinlediği Epigmenio Cruz’un müziği. Gençliğin doğal tembelliğiyle komşularını delirtmek arasında gidip gelirlerken çok sevdikleri ikonlarını görmek için Mexico City’ye bir yolculuk yapmaya karar veriyorlar. Yolda bir öğrenci boykotunda mola verip Sombra’nın sevgilisi Ana’yı da yanlarına alıyorlar. Kanaatler ( ya da onların yokluğu ) hakkındaki bu film gençlerin kendilerini, yaşadıkları şehri ve ikonlarını keşfetmelerine dair harika bir hikaye anlatıyor. Ruizpalacios’un ilk filmi büyüme filmlerine son derece taze ve olağanüstü bir yaklaşım getiriyor. Beyaz tenli ve sarı saçlı biri anlamına gelen Güeros karşıtlıkları ele alan bir komedi: Kardeşler arasında, idealler arasında, beklentiler ve gerçekler arasında. Hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, iyi çalışılmış bir reji sayesinde her karede yeni bir sürpriz bekliyor bizi. Tüm bunlara yer var mı acaba ve hepsi birden yürüyor mu diye sorabilirdik ama yanıt sadece olumlu olmakla kalmıyor, mizah da yerini buluyor filmde. Ruizpalacios’un Epigmenio Cruz’un müziğini iletme yolu mükemmel. Beklentilerimizi son ana kadar yükseltiyor; sanatçının kendisiyle karşılaştığımız ana kadar. Nihayetinde, hayal gücümüzden daha güçlü ne var ki? Müzik en güçlü unsurlardan biri ve tercih sebebi ne olursa olsun siyah beyaz görüntülerle birleşince her şey yerli yerine oturuyor ve filme zamansız bir aura veriyor. Karakterler arasındaki bağlar çok sayıda ayrıntı ve tam yerini bulan mizahi dokunuşlar sayesinde aklıda kalıcı bir hal alıyor ve tümü arasında dokunaklı, süregiden bir ilişkiye dönüşüyor. Alonzo Ruizpalacios’un Güeros’u beklentileri o denli aşıyor ki, sonda filmin kırılganlıklarını tespit etmek çok zorlaşıyor. Ortalara doğru temponun biraz düştüğünü söyleyebilirdik, en azından başına kıyasla ama karakterlere derinlemesine eğilmek için bu gerekli de bir yandan. Ve çok da önemli değil doğrusu, biz sadece hikayeyi izlemeye devam edip bir sonraki sürprizi beklemek istiyoruz, hiç ummadığımız anda karşımıza çıkacak olan. Teresa Pereira ( Portekiz ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )


Röportaj/Interview CREDITS/ Künye NISIMAZINE ISTANBUL, 12-19 APRIL 2015 N°2 Edition of Monday, 13th April 2015 Sayı 2, 13 Nisan 2015 Pazartesi A magazine published by NISI MASA in the framework of a film journalism workshop for young Europeans / Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır. EDITORIAL STAFF / Editör Kadrosu Director Fernando Vasquez Turkish Editor Emrah Kolukısa Logistic Manager/ Lojistik Müdürü Luisa Riviere Layout/ Tasarımcı Francesca Merlo Writers/ Yazarlar Fernando Vasquez, Robyn Davies, Teresa Pereira, Andrei Şendrea, Lucia Ros Serra, Matthias Van Hijfte Translators/ Çevirmen Emrah Kolukısa Cover Picture Istanbul ahmetertem (deviantart.com) NISI MASA European Network of Young Cinema 99 Rue du Faubourg Saint-Denis 75010, Paris, France +33 (0)1 48 01 65 31 europe@nisimasa.com www.nisimasa.com www.nisimazine.org With the support of the Youth in Action of the European Union. This project has been funded with support from the European Commission. This publication reflects the views only of the author, and the Commission cannot be held responsible for any use which may be made of the information contained therein. Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Projeleri desteğiyle. Bu proje Avrupa Komisyonu desteğiyle finanse edilmiştir. Bu yayın sadece yazarın görüşlerini yansıtır ve Komisyon burada yer alan bilgilerin herhangi bir şekilde kullanımından sorumlu tutulamaz.

Daniel Wolfe Daniel Wolfe’nin geçtiğimiz yıl Cannes’da Yönetmenlerin Onbeş Günü’nde gösterilen ilk filmi Baba Beni Yakalasana dünyanın dört bir yanındaki film kuyruklarında konuşulur oldu. Çokça tanınan bu müzik videoları yönetmeniyle bir araya geldik ve estetik tercihlerinin arkasında yatan hikayeyi araştırdık.

Filmin sonuyla başlayalım: sinir bozma potansiyeli bir hayli yüksek bir son. İzleyicinin tepkisini düşündünüz mü? Farklı insanlar bu sonu farklı şekilde okuyorlar. Benim istediğim sonunda babayla kızını bir odada, yüzyüze görmekti. İzleyiciyi bu imgenin yalınlığıyla ama aynı zamanda karmaşıklığıyla bırakmaktı, o ikisinin arasındaki büyük boşlukla. Ve bir çeşit uzlaşma umudu vermek istedim: baba, mahvolmuş bir adam ve kızı, neredeyse bir bebeğe dönüşmüş. Çok başlarda bir kaç arkadaşımı filmi izlesinler diye davet ettim. John Sayles’in Limbo filmini çok severim. Adı gibi izleyiciyi bir boşlukta bırakır… ama bunda öyle bir son yok bence. İlk gösterimlerde iyi bir tepki aldık böyle devam etmeye karar verdik. Politik bir film değil bu, ama taksi şoförü sahnesinde öyle bir ima var, sanki hepsi olup bitenleri biliyor da, bilmezden geliyorlar gibi. Benim için en ilginç karakterlerden biri o çünkü kendi kavram ve önyargılarını yansıtan klasik tiplemelerden biri. Bizim için taksi şoförü iyi bir adam, bir çıkış yolu öneren ve bir an için kızın bağ kurabildiği biri. Erkek arkadaş ise paranoyak, aşırı tepkiler veriyor ve zor yolu tercih ediyor. Bazıları filmi okuyacak ve “o da bu yolun yolcusu” diyecektir. Ve aslında insanların materyale nasıl karşılık verdiklerini görmek açısından ilginç ama filmde onlara yardım edebilecek tek kişi de o. Anlatıdaki müphemlik bilinçli bir tercih miydi? Sinemada çok fazla açıklama yapılmasını sevmiyorum, insanlar uğraşsın istiyorum, anlamak için çaba sarf etsinler. Yavaş

2

yavaş ilerlemek istedik ve izleyici parçaları birleştirsin dedik. Durumlar hakkında ipuçları var ama kızın saflığını da göstermek istedik. Her şeyi tam anlamıyla anlamıyor, babasını seviyor. Sanki oyun oynuyorlar sadece ve bir gün kız eve gidecek. Sekiz ay boyunca sokaktan oyuncu seçtiniz, bu hikayenizi nasıl etkiledi? Hikaye o sokak seçmeleri sırasında bir hayli evrildi. Böyle hikayeler oluyor tabii, küçük hikayeler ama aynı zamanda çok sayıda insanla tanışınca kaçınılmaz olarak karşınıza çıkan hikayeler. Bir kızla tanıştık, başrolü oynamak için çok yaşlıydı ama o da ailesinden kaçıyordu ve bir evde sevgilisiyle yaşıyordu. Bütün bir öğleüstü onlarla çay içtik ve hikayelerini dinledik. Diyaloglara çok yardımı oluyor bunun, otantikliğine, dünyayı tanımaya. Kovalamaca sahnelerinde kafanızda belirli bir görsel estetik var mıydı? Her şey olabildiğince gerçekçi olsun istedik. Bir gece kulübünde kavga çıktığında örneğin çok uzun sürmez, korumalar gelir ve olay biter. Gerçekçi bir duygu uyandırmak istedik: çalılıklarda yürüyorsunuz ve ayağa kalktığınızda bir şey görmüyorsunuz. Her gece yürüyerek dönüyorduk eve ve fenerimizi unutmuşsak hiçbir şey görmüyorduk. Bunlar bir gerilimin mecazları ama biz öyle büyük gösterişli sahneler istemedik. Araba takip sahnesi bile çok düşük oynandı, bir hayli hızlı gitti ve farlarını da söndürdü. Sadece belli bir inandırıcılık peşindeydik. Gerçekçilik demek hoşunuza gitmiyor ama bu filmde belli otantiklik var. Aynı zamanda anlatısal müzik de kullanmıyorsunuz. Biçeme dair bir damga

mı bu, yaptığınız her şeye koyduğunuz? Hayır ve ilginç bir nokta aslında, çünkü genelde beni çeken filmler anlatısal olmayan müzikler kullanmıyor ve açıkçası biz de bu yoldan gideriz sanıyordum. Ama kardeşimle birlikte çalıştık, filmi birlikte yaptık. Kendisi bir müzisyen; ben de müzik videoları yönetiyorum ve çok fazla müzik dinliyorum. Bir müzik videoları yönetmeni değişim geçirir ve film de müzik videolarına benzer, bunu da yapmak istemedim. Mekanları araştırmaya başladığımızda arabada müzik dinliyorduk ve montaj aşamasında da bir müzik yaratmak istedik ve müziği kardeşim Daniel Thomas Freeman ile birlikte besteledi. Bazı şarkılar o duyguyu çok iyi yakaladı; güzel bir karışım oldu ama aslında kodein etkisi taşıyan bir müzik sonuçta. Andrei Sendrea ( Romanya ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )


Yorumlar/Reviews

Festival Agenda & Tips / Festival Ajandası & Öneriler

Lost River Ryan Gosling, USA When it was announced that Ryan Gosling would be showing his face in Cannes this year, not as an actor but as a director, the questions on everyone’s lips were A) What does he have to say as a filmmaker? and B) Will he be any good? As the credits rolled following the afternoon premiere of Lost River, it’s safe to say that we’re still none the wiser. Dripping with surrealism, it’s often difficult to decipher what’s real and what isn’t in this strange and somewhat sad fictional town to which we’re introduced. A community that has long since been abandoned by all but a few, its houses are rapidly being demolished. Single mother Billy (Christina Hendricks) is desperate to hang on to her own home that she grew up in with children Bones (Ian De Caestrecker) and little Franky (who gives the most adorable performance you’ll see all year). To keep up with her loan repayments, she takes on a job at a fetish club while Bones seeks out scrap metal to sell and becomes increasingly obsessed with a sunken city at the bottom of the reservoir. There’s a constant sense of threat throughout the film that has quite a mesmerising effect, and one of the main contributors to this is the character of Bully (Matt Smith). He patrols the town shouting distorted and bizarre statements (“look at my muscles, look at my muscles!”) through a microphone - at once bewildering and terrifying. Violent

Ajanda # 2 13/04/2015

and unhinged, he keeps the characters and the audience on edge. Sadly, the threatening atmosphere is one of the only things that is constant. The narrative is incredibly jumpy and incoherent with scenes thrown together seemingly at random, and at times it’s abstract to the point of being inaccessible, which will lose the attention of some. We can never be sure of Gosling’s intentions or what the film is trying to comment on, despite some subtle inferences at the state of the economy, and it suffers from this lack of a solid focal point. As to whether he’s any good as a director, there’s no denying that he knows how to make a film look beautiful. His use of colour is masterful, contrasting bright neons against the gloom and despair, and the repetitive symbol of fire is totally hypnotic. He utilises an interesting filming style that has an almost voyeuristic feel to it, often situating a shaky camera behind the characters to make us feel in uncomfortably close proximity to the action (and therefore the threats). The

sound design is also hugely impressive, expertly contributing to the atmosphere with jarring juxtapositions and music that lingers long after the end. It’s probably fairly reasonable to propose that had this film been made by somebody less high profile, it wouldn’t have caused quite as much of a stir. Gosling’s celebrity status, along with his recent association with Winding Refn, created a certain buzz that almost predetermined people’s expectations – good or bad. And it’s this that has perhaps hindered the new director’s success, because it’s not a film that comes across as concerned with satisfying anyone. It’s self-indulgent and self-aware, a vision inside Gosling’s mind which lacks that concrete backbone to allow audiences to grasp onto it as well. But confusing as it may be, it’s an intoxicating trip that everyone should take at least once. Robyn Davies (UK)

Baba Beni Yakalasana

Pakistanlı genç bir kız erkek arkadaşıyla birlikte evden kaçar ve onun akrabalarıyla parayla tutulmuş bir grup beyaz serseri onu bulmak üzere Yorkshire kırsalını taramaya başlarlar. Film hiç acele etmeden, ivmesini yavaşça kuruyor ve karakterlerini teker teker toplayarak konuya ustaca iliştiriyor. Karavanda yaşayan kokain bağımlısı yalnız adam; küçük kızını götüren tehlikeli görünüşlü, dikkatli Ortadoğulu baba; bir karavan parkında yaşayan farklı ırklara mensup genç bir çift. İzleyici bu insanların kim olduğunu ve neyin onları bir araya getirdiğini düşünürken yaptığı yolculuğun hızlandığını fark etmiyor bile. İlk sinema deneyimi sorulduğunda filmin başrolündeki genç kadın oyuncu “Sevdiğim şeyi yapıyorum, kaçıyorum” demişti. Filmdeki herkes kaçıyor, kovalıyor ya da kovalanıyor, otomobille ya da yayan

13.00-15.00 Sinema Dersi SABUN PARÇALARINDAN ŞARYO YAPMA KÖprÜde BuluŞmalar Yer: Akbank Sanat 15.30-17.00 Sinema Dersi Bİ ŞEY Mİ UNUTTUM?: PAZARLAMA! KÖprÜde BuluŞmalar Yer: Akbank Sanat 19.00 Lost River Yer: Rexx 21.30 Barbarians Yer: Rexx 2

14/04/2015 11.00-13.00 Panel DAĞITIM, İZLEYİCİ KATILIMI VE FİNANSMAN YÖNTEMLERİNDE YENİ AKIMLAR KÖprÜde BuluŞmalar 13.30 Casanova Variations Yer: FKM

Daniel Wolfe ( BİRLEŞİK KRALLIK ) Sinemaya gitmek bazen yolculuk gibidir. Bazı yönetmenler otomobili sizin kullanmanıza izin verdikleri gibi gitmek istediğiniz yöne ya da görmek istediğiniz şeye karışmazlar. Bazılarıysa tam bir kontrol sağlamak isterler ve size sadece görmenizi istedikleri şeyi gösterirler. Baba Beni Yakalasana işte bu ikinci kategoriden. Bariz bir şekilde kontrollü bir deneyim ama burada sürücü, Daniel Wolfe, ne yaptığını kesinlikle biliyor. Film/ otomobil yolculuğu metaforu burada çok yerinde zira Wolfe’nin ilk filmi Baba Beni Yakalasana, adından da anlaşılacağı üzere bir saklambaç oyunu ve içinde bir namus cinayeti sürprizi barındırıyor.

11.00-12.40 Gösterim 96' MOTÖR: KOPYA KÜLTÜRÜ VE POPÜLER TÜRK SİNEMASı (YÖNETMEN CEM KAYA) KÖprÜde BuluŞmalar Yer: Akbank Sanat

19.00 Catch me Daddy Yer: Feriye 21.30 Words with Gods Yer: Atlas

15/04/2015 ve çabalarının fizikselliği filmin altını çizdiği önemli bir nokta. Yorgunlukları, al al olmuş yüzleri ve kesilmiş nefesleri izleyiciye maharetli bir el kamerası kullanımı, doğal oyunculuk ve ışıkla yoğun bir müziğin kombinasyonu yoluyla aktarılıyor. Daniel Wolfe’nin müzik videoları yönetmekte büyük tecrübesi var ve Baba Beni Yakalasana gerçekçilikle ( oyuncuların çoğu sokaktan seçildi ve film doğal ortamda çekildi ) anlatısal olmayan müziğin sıradışı bir kombinasyonu olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekten de geri planda müziğin olmadığı bir otomobil yolculuğu pek bir şeye benzemez ve yönetmen film müziğini iki şekilde kullanıyor: karakterden izleyice doğru tensel bir transfer için ve çoğu amatör olan oyuncularının performanslarını artırmak için. Müzik deneyimsiz oyuncuları doğru bir ruh haline sokuyor ve onlar da karmaşık, güçlü ve son derece duygusal performanslar sunmayı başarıyorlar. Prömiyerden sonra yönetmen senaryonun zaman içinde nasıl evrildiğini, diyalogların bilgi vermekten ziyade nasıl bir doku oluşturduğunu, amatör oyuncularla çalışmanın nasıl

bir şey olduğunu ve gerçek senaryonun sette nasıl oluştuğunu anlattı. Kısacası, doğaçlama önemli bir rol oynamış ama her kare, aksiyon, sözcük ve müzik tam olması gerektiği yerde ve hiç bir şey gereksiz, zorlama ya da sığ değil. Bu da Baba Beni Yakalasana’nın sağlam yapısı sayesinde oluyor. Filmin yapısı son derece zekice planlanmış noktalama teknikleriyle şekillenmiş ve bu da filme nefes almaya uygun bir ritim veriyor. Şiddet yüklü kovalamacanın hızı müzikle ayarlanıyor ve komik motif prensipleri uyarınca işlenmiş müthiş sekanslar bunlar. Handiyse sürreel hayvan imgelemleri filmdeki karakterleri farklı hayvanlarla eşliyor ( kılıksız uyuşturucu satıcısının sarı bir yılanı var örneğin ). Wolfe’nin ustalıklı kurgusu ve müzik tercihi yolculuğu alabildiğine keyifli kılıyor ve hiç bitmeyecekmiş hissi yaratıyor. Yine de film sona eriyor ve bizce Wolfe’nin izleyiciyi sertçe otomobilden dışarı fırlatması herkesi ikiye bölecek gibi duruyor.

10.00-12.30 Panel ORTAK YAPIM MARKETLERİ VE EĞİTİM PROGRAMLARI İLE TANIŞMA KÖprÜde BuluŞmalar 13.30-16.00 Panel FONLARLA TANIŞIN KÖprÜde BuluŞmalar 14.30 ARA KÖprÜde BuluŞmalar 16.30-17.30 Sinema Dersi SENARYO DANIŞMANLIGI ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ KÖprÜde BuluŞmalar

16/04/2015 11.00 Tigers Yer: FKM

Andrei Sendrea ( Romanya ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )

3


pic of the day

“...many events are happening during the festival, but sometimes is good to search for the peaceful spot.�

4 Š Benek Ozmez


Reviews /Yorumlar

Hungry Hearts Barbarians Saverio Costanzo, Italy

I

t happens sometimes that I go to watch films without knowing anything about them. Hungry Hearts, by Italian Saverio Costanzo, was one of them. The only information I had was its 71st Venice Film Festival selection and that its actor, American rising star Adam Driver and Alba Rohrwacher, won the Copa Volpi for Best Actors. That’s it. This misinformation can be very beneficial as one doesn’t know what kind of film is about to watch: a comedy, a thriller, a disheartening drama: who knows? It turned out to make me feel as I was being slapped in the face and in the good way (if that is even possible). Hungry Hearts first scene may be one of the best and funniest opening scenes of 2014. Mina is an Italian girl waiting in the restroom of a Chinese restaurant in New York. When Jude, the occupant with stomach problems, goes out, they find out that the door is locked and they have to share a little and poorly ventilated space. Hardly being able to stay conscious because of the smell and after a light fight, they start to laugh about the situation and discover (surprise!) that they are attracted to each other. A hilarious opening scene that, in another film, would make us think that we are about to see a surreal romantic comedy, but surprisingly it’s a shaking drama, sometimes thriller, about parenthood and the limits of madness. After that funny encounter, Costanzo doesn’t let us laugh anymore. The relationship evolves fast: they move together, Mina gets pregnant and they celebrate a romantic wedding. A problem during the pregnancy and a visit to a psychic that predicts that she’ll have a very special child, makes Mina reconsider the ways of modern medicine and begins to embrace the ‘natural’ and veganism raising of the baby without realising the risks it could bring to the growth of the baby. Jude soon realizes that his child is not going to survive with that diet and his overprotective mother, so he desperately will try to save his child.

Ivan Ikic, Serbia

Without losing the indie look, the film uses a very good narrative evolution and Costanzo manages to transform his film from a funny romantic comedy to a drama, followed by a thriller to end up with another drama. It is a brilliant way to play with genres where its character start growing together to finish following opposite paths, corresponding to their respective ideas about raising a child. When Mina craziness begins, the apartment where they live soon becomes this isolated and dense space where common sense seems to have disappeared forever. Even if at some point we buy the desperate attempts of Jude to save his marriage and family, trying to manage by himself the craziness of his wife, the fact that he tries so hard and doesn’t look for help until almost the end of the film, still doesn’t seem very realistic for the audience. Why he doesn’t react when finds out that his wife is feeding his baby with an oil that avoids the proteins from the meat he gave the child secretly?

B

Fortunately, the brilliant work of the actors make us forget about this unrealistic side of the story. While Italian Alba Rohrwacher portrays her scary and yet overwhelming Mina, it’s Adam Driver (the guy everybody wants now), his gawky look and the way he becomes this desperate and sweet father, who wins all the credits.

The Kosovars, the majority of the inhabitants living in the neighbourhoods, are simple just not important; if the herd of young football fans don’t cause anyone too much problems, nobody really cares about, they are almost non-existing. You see that this fact weighs on Luca, he leaves his traces in the streets in the form of empty bottles of alcohol and infuriated people. He tries to avoid problems but his best friend Flash is not really helping him, pushing him towards hooliganism and jealousy. Henceforth, the girl he fancies - and with whom he goes a bit further than flirting- is dating with the star of the football team. This obviously creates a tension that has to burst out in one way or another.

Hungry Hearts accomplishes to build a committed and extreme speech about parenthood, family and psychological stability and how the overprotection and this veganism trend can be very dangerous in its extreme. Lucia Ros Serra (Spain)

arbarians is another well pointed addition to what some call The Yugoslav Black Wave, a movement that doesn’t shy away from harsh and agitating subjects. Not that the film is evenly grim as Srdjan Spasojevic’s A Serbian Film for instance, but the protagonist’s behaviour is definitely provoking. The title actually says it all, and it could easily be extended with a few synonyms such as Brutes, Beasts, and Vandals. Our main character, Luka, is one of these hooligans. He cannot handle the forlorn condition of contemporary Serbian society, where values seem to be shattered to pieces. He does not only belong to a lost generation but also belongs to a lost society. From the president of the small local football team to the rich owner of a bar, they are all part of a system that breeds toughness and macho like behaviour. Moreover, there is an unwillingness to give the people in the poor suburbs a real chance in life.

despair that Luka has to carry with himself can be identified in the eyes of Zeljko Markovic, the non-professional actor that stars in Barbarians, a born and raised Kosovar and whose simultaneously firm, raw, and yet vulnerable presence in the film is impossible to go unnoticed. Director Ivan Ikic really found the perfect actor to approach such issues. Equally important is the fact that the filmmaker also deserves a lot of praise for the choice of giving a local gang of the suburbs of Belgrade a chance to put all their frustrations on film. Using a sober way of filming in the industrial setting of Serbia’s messy wasteland, he follows his restless main character from behind. Despite the fact that such a restrained style is unquestionably effective, the narrative is not fully working at all levels, leaving us with a lot to ponder about but also longing for more emotional cues. Such a phenomenon misses out on creating a forceful tension. Still, I am curious to see more from Ikic in the future because Barbarians is nuanced and shows a window to a world we don’t often see. And let’s not forget, all this through the eyes of the young people who are often depicted in the news as just ‘the scum of the earth’. Matthias Van Hijfte (Belgium)

Yet, this is not the main issue with Luka. In the patriarchal style society system in which Serbia is still immersed in, the absence of his father really seems to leave him in fragments that neither his mother nor the social worker following him can glue back together. All this

5


An interview with / ile rรถportaj

Danis Tanovic director of Tigers


Röportaj

Danis Tanovic is a different person since he won the Oscar, back in 2001. As he says his children have changed him and in his newest film, “Tigers”, Tanovic triumphs in touching everyone on an emotional level, in particular parents. In the process he exposes multinational corporations that limit themselves in their methods to reach their profitable goals. Once again we had the opportunity to sit down with the director to find out more about his work and process. You said once that if someone asks you what filmmaking really is, you would say that is about waiting. You waited 8 years to make it but you did it. Yeah (laughs). Yeah, you know, in this case it was not only waiting. I did other films, but filmmaking is about waiting. You write a script, you send it and you have to wait for other people to read it, then you wait for money, then for the sets. There is a lot of waiting. But you learn to do other things meanwhile. I often read or listen to music, so I can entertain myself. Do you feel your filmmaking style changed in this movie? The war is no longer a background, although there is an emotional war. I think my style changes all the time. For me, the story decides how I will shoot. I couldn’t shoot this movie like, for example No Man´s Land. It wouldn’t make sense. This film is totally different, it’s a David vs Goliath film, so for me, I find the best way to tell a story, I always discuss with people a lot about the shooting, how to make each scene. How do you deal with the cultural differences when shooting a film in India but set in Pakistan? This is my sixth film. I filmed in Bosnia, Slovenia, Spain, Ireland, India, etc.. I travel, you know, I am a lucky guy, it is not very often a director can travel the way I do. I go to places, I live there, and I shoot there. Filming in a language I don’t speak, its crazy (laughs). You said in the press conference that you were constantly surrounded by five people that spoke their language, knew their culture. How was it to trust in such people to make your film?

see something that don’t exist, you know, the cultural differences are everywhere. You have to be careful when shooting. There is some shocking scenes that people don’t think about, like in the end of the film, when he is saying goodbye to his wife, people asked me why they didn’t kiss. Well because, in real life, they don’t kiss. I know it's astonishing to you but, in Pakistan, they don’t kiss. I already made it a little more romantic than it would actually happened, but they would never kiss in the street. And for this things, you need to have these people that you trust. Because I would have made an enormous romantic scene (laughs). You didn’t want to give a happy ending because, I believe, there isn’t one. Right? Yes, there isn’t one. What is a happy ending? Happy ending is that we made the film and Emraan still cries whenever he sees the movie. He had been through a lot, this movie changed his life. Is it one of the many purposes of this movie to make people report situations like this whenever they happen in their corporations? You know, we are all humans. I mean, he lost his job, he had his wife, his kids and parents to feed. And still, he was in this battle, a David vs Goliath fight. Even I questioned myself and what the hell was I doing shooting a movie in India, in the middle of nowhere, where I didn’t know anything about. We all have our doubts, we are only humans. I really want to do the right thing, knowing if I die tomorrow, I would´ve done something that matters to me, and hopefully to the world. Bruno Cunha (Portugal)

I have to trust. It’s like a marriage, you have to choose people that you trust. Because I hate people that go to somewhere to make a film and after a few scenes, they feel bad. Why? Because they

7


InFocus/Odakta

Gods on the Big Screen The fashion of ensemble productions, with enviable lists of filmmakers joining hands to share ideas on particular subjects or locations, is far from being a new phenomenon. You can’t help but think that in most cases there are financial and political ambitions behind that inevitably taint the final result. But fortunately there are exceptions and none more obvious and successful as Words with gods. As the Istanbul Film Festival gives its audience a unique chance to witness the views on religion and spirituality by an impressive list of authors, our reporter Vicky Griva took her time to dig in deep this extraordinary group of short films.

R

eligion is part of human history. People always try to define their lives through the temporary answers religion offers. Words with Gods though, deals with multiple questions without falling in the trap of giving ultimate answers. It has managed to convey different universal and cultural aspects of human religions creating a respectful and divine whole. Writer and director Guillermo Arriaga gathered nine acclaimed directors and gave them a mission: to depict their thoughts on spirituality and their perception of God through different religions. Every director chose the religion he/she felt closer to without imposing or manipulating. The purpose of this mosaic was to show truthfully, through a series of diverse stories, the relationship with God. This film is innovative on how it approaches its subject, without escaping being ‘heavy’. Every short story is connected visually by the amazing animations of Maribel Martinez and is escorted by the breath taking score of Peter Gabriel. Those 9 short stories were put in order by Nobel Prize winner writer Mario Vargas Llosa confirming the project’s ambition to be remembered beyond the film festival circuit. With intense cinematography, the first story begins with a pregnant woman walking alone in the Australian desert, in order to find the perfect place to give birth. Having no dialogue, True Gods by Warwick Thornton talks about Aboriginal Spirituality and the strong relation between humans and Earth, expressing how divinity is evident more than ever when the miracle of birth occurs and that true gods are those who have the gift to create those wonders. After being beaten, a woman gathers her clothes and runs out of the house. Her husband will not hunt her down. He will sit on the couch unable to cope with the fact he lost

everything. Wandering in the streets of São Paulo, he seeks comfort in his own existence. He has become a lonesome traveller searching for the meaning in life when he discovers a local group of Umbanda and loses himself. In The Man Who Stole a Duck Hector Babenco has managed to give graciously a story about grief and solitude, enhancing the importance religion has when it comes to human suffering. A big wealthy family has just bought a big apartment in Mumbai, arguing over who is getting which room, doubting about where God’s room should be. Light and colourful, in God’s Room Mira Nair talks about Hinduism through the eyes of a young boy, who has trouble synchronizing with his family’s disputes. He sees through their pretentious behaviour the truth about God residing everywhere around but mostly deep inside us. Japan 2011. A fisherman has lost his entire family in the destructive tsunami. He is struggling to make amends with why God didn’t choose to take him instead of his family. During a conversation with a Shinto Buddhist monk – the strongest scene of the film – he doubts God himself, raising questions of death and loss in the heaviest and most emotional story of all by the hands of horror master Hideo Nakata. Perhaps the only politically charged film, Book of Amos of Amos Gitai, explores, through passages from the Hebrew Bible, Israel’s current state in contrast with its past. Words of social balance and equality are said during a fight between soldiers and civilians in a passionate one shot film, on an attempt to represent divinity and define its essence. Dark humour and witty dialogues infuse the story of a ruthless hit man who manages to escape from a failed mission only to be captured

by destiny in a self-discovery misfortune. Examining the idea of sin and forgiveness, this tale handles Catholicism without falling into ridiculousness. Comic and smart, Alex de la Iglesia’s film offers loads of discussion. A Christian Orthodox priest living in the Serbian countryside takes on a journey of atonement by cleansing himself from all sin. Carrying bags full of stones, he starts climbing on a hill under the hot sun in order to purify himself from the world’s suffering. On his way up he will encounter evil, but mostly himself, realizing the necessity of suffering in order to survive. Kusturica purely elaborates on Christian faith, strengthening the importance of torture and distress for achieving grace. The struggles of conjoined twin brothers on finding a solution between their different desires are shown in an intelligent and divided way in Ghobadi’s film. One is craving a sexual relationship with a woman while the other is devoted to Islam, contrasting lust and faith on a tale about duty and human nature. The last chapter of Guillermo Arriaga’s, God’s Blood, ends with Death in a poetical depiction of atheism, leaving us with mixed feelings. While the group of the directors has managed to explore courageously their own creativity, it would be useless to even try to compare them. Whether you believe or not and whatever your cultural and religious background is, you will find yourself wandering about what you saw and coming back to various aspects of this film only to realize the vibrant conversation it manages to open for humanity. Vicky Griva (Greece)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.