Nisimazine
13 Nisan 2015 Pazartesi
Istanbul Film Festival 2015
Monday 13th April 2015
sayı 2 edition 2
Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır a festival gazette published in the framework of a workshop for young critics by NISI MASA - European network of young cinema
Hungry Hearts
sayfa 5
Lucia Ros Serra (Spain)
Lost River
by Robyn Davies (UK)
sayfa 3
Catch me Daddy
by Andrei Şendrea (Romania)
sayfa 3
Editorial
Editörden
S
İ
urely for the locals Istanbul hides few secrets. While walking around the gorgeous streets of such a glorious, rich and intense city you probably struggle to find it out of the ordinary. In some extreme situation you may even find it banal in a weird sort of way. We at Nisimazine have the fortunate chance of traveling to many exotic and privileged locations. Throughout the years we have paraded around the Croisette in Cannes; felt our spinal cord being stretched by the polar cold of Potsdammer Platz during the Berlinale; savoured endless delicious chocolate ice creams at the Lido of Venice; and timidly mixed with camels and sheiks in the private beaches of Abu Dhabi. But believe me when I say that Istanbul is the cherry on top of our cake; the prize at the end of the horizon; and many other euphemisms I can’t mention due to the dictatorship of the word count. Nevermind the glamour and luxury of the events that every year captivate the attention of the film world. We are all about passion, and if there is one thing Istanbul is drowning in is exactly that. We are thirsty to embark on your cradle of ideas, culture and artistic expression and we expect nothing but to be amazed and have an enlightening time. Sure we will probably look a bit foolish, confused and even intimidated at points. But trust me, very soon we will fit right in. Fernando Vasquez (Portugal)
www.nisimazine.org www.nisimasa.com
It happens sometimes that I go to watch films without knowing anything about them. Hungry Hearts, by Italian Saverio Costanzo, was one of them. The only information I had was its 71st Venice Film Festival selection and that its actor, American rising star Adam Driver and Alba Rohrwacher, won ...
stanbullular için şehir çok fazla sır barındırmıyor elbette. Böylesi muhteşem, zengin ve yoğun bir şehrin güzel sokaklarında dolaşırken sıradışı olanı görmekte zorlanıyorsunuzdur. Hatta bazı aşırı durumlarda bir banallik bile görebilirsiniz. Biz Nisimazine’dekiler pek çok egzotik ve ayrıcalıklı yerlerde bulunma şansına sahip olduk. Yıllar içinde Cannes’daki Croisette’de dolandık; Berlinale sırasında Postdammer Meydanı’nda kutup soğuğunun omuriliğimize işlediğini hissettik; Venedik’in Lido’sunda leziz çikolatalı dondurmaları tattık; ve Abu Dabi’nin özel plajlarında utangaç bir şekilde develer ve şeyhlerle kaynaştık. Ama inanın bana İstanbul pastanın kreması demek bizim için; ufukta bizi bekleyen ödül; ve sayamayacağım kadar çok başka güzel niteleme. Her yıl sinema dünyasının ilgisini çekmeye talip onca gösterişi ve lüks etkinliği bir kenara bırakın. Bizim için önemli olan tutku ve İstanbul’da bizi bekleyen de bu işte. Kültürünüze, sanatsal ifadelerinize ve fikirlerinizin beşiğine demir atmaya hevesliyiz ve hayran olmaya, aydınlanacağımız bir zaman geçirmeye hazırız. Muhakkak biraz aptal görüneceğiz size, kafası karışık ve hatta çekingen zaman zaman. Ama inanın bana, çok kısa sürede uyum sağlayacağız. Fernando Vasquez ( Portekiz ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )
www.facebook.com/nisimazine www.facebook.com/nisimasa
Casanova Variations
Gűeros
Michael Sturminger ( Fransa, Avusturya )
Alonso Ruiz Palacios ( MEKSİKA )
S
B
on San Sebastian Film Festivali’nde ilk kez gösterildiğinde söylenene göre en çok röportaj talebi gören kişi dünyaca ünlü bir İspanyol yıldız değildi. Jürü başkanı da değildi. Hatta Benicio Del Toro ( Escobar’ın prömiyeri için gelmişti ) bile değildi. Hayır, 2014’te San Sebastian’ın en çok arzulanan kişisi John Malkovich’di. Hayat sanatı taklit eder derler ve Casanova Variations’ı izledikten sonra bunun ne kadar yerinde olduğunu gördük – filmdeki Malkovich, baş karakter ve kendisi olarak, fena halde revaçtaydı. Ama peşindekiler gazeteciler değil, kadınlardı… çok sayıda hem de. Bay Malkovich’i arzulamak meselesi o kadar çok vaktini aldı ki herkesin, yönetmen Michael Sturminger filmiyle ne söylemek istediğini ve filmi kimin için çektiğini bile unutmuş olabilir – zira biz izleyiciler kendimizi bir hayli sersemlemiş hissettik. Tahmin edebileceğiniz gibi film büyük çapkın Gicomo Casanova’nın hikayesini anlatmaya yelteniyor ve birçok romantik macerasını ayrıntılarken, yalnızlık ve ölüm korkusunu da gözler önübe seriyor. Yaşamının sonlarına yaklaşırken güzel bir barones tarafından ziyaret ediliyor, ki aynı zamanda bir yazar olan kadın onun anılarını kaleme almak istemektedir. Bu kurgu Lizbon’da Sao Carlos Operası’nda bir izleyici grubunun önünde sahnelenen bir tiyatro gösterisinin yanı sıra gerçekleşiyor. Buna ilave olarak üçüncü bir anlatı daha var ki burada da oyuncular sık sık dördüncü duvarı yıktıkları bir nevi ‘meta’ senaryoyu oynamakta ve sahne gerisinde konuşmakta. Bütününde bir kaos etkisinin hakim olduğu film tam bir karmaşa ve gerçek bir anlam ifade etmeyecek kadar dağınık. Sturminger’ın geçmişteki işleri düşünülürse şaşırmamız gerekir. Sadece bir sinemacı değil, aynı zamanda bir tiyatro ve opera yapımcısı da olduğundan ondan böylesi unsurlar beklemek normal. Türleri karıştırmaktaki amacının sinemasal yapıdaki özgürlüğü ifade etmek olduğunu açıklamıştı, ama dürüst olmak gerekirse bu daha ziyade bir mazeret gibi duruyor. Sanki Sturminger sahneleyeceği oyunu daha geniş bir izleyiciyi kitlesine ulaştırmak istemiş ve bunun en iyi yolunun da bir sinema uyarlaması olacağına kanaat getirmiş. Ama sahne yapımlarının sinema uyarlamalarına gitgide daha sık rastlansa da ( Ulusal Tiyatro Canlı mesela ), Casanova Variations gibi bir melez için böylesi bir girişime pek gerek varmış gibi durmuyor. Zaman zaman çok eğlenceli olduğu tartışma götürmez. Malkovich neredeyse Shakespeareyen denilecek mükemmel bir tarzla söylüyor repliklerini ve tiyatro gösterisi de alabildiğine görkemli. İşin içinde bol miktarda komedi de var ve çoğunlukla da kendisiyle dalga geçen bir komedi bu ( ki eğlenceli oluşu da bu yüzden olsa gerek ). Ama son kertede her şey o denli sığ ki izleyiciyi gerçek anlamda içine çekmiyor ve sonda yazılar akarken aklımıza filmin en güzel repliklerinden biri düşüyor: “Bazen sadece bittiği için duydukları minnetten alkışlarlar.” Robyn Davies ( Birleşik Krallık ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )
u da neyin nesi böyle? Berlinale’nin Panorama Bölümü’nde en iyi ilk film olarak ödüle layık görülen Güeros başladığında aklımıza ilk gelen bu oluyor. Ve inanın, uzun zamandır izlediğimiz en şaşırtıcı film bu. Bu heyecan verici filmde Alonzo Ruizpalacios bize eşek şakaları yapmaya bayılan Santos adında bir çocuğu tanıtıyor. Ama annesi o kadar bıkmış ki biraz sakinleşsin diye ağabeyinin yanına yolluyor onu. Ağabeyi Sombra arkadaşı Tomas ile birlikte kaotik bir apartmanda oturuyor. Kardeşler hiç geçinemiyor belki ama ortak bir tutkuda birleşiyorlar: ulusal rock müziğinin kurtarıcısı olarak kabul edilen ve babalarının da severek dinlediği Epigmenio Cruz’un müziği. Gençliğin doğal tembelliğiyle komşularını delirtmek arasında gidip gelirlerken çok sevdikleri ikonlarını görmek için Mexico City’ye bir yolculuk yapmaya karar veriyorlar. Yolda bir öğrenci boykotunda mola verip Sombra’nın sevgilisi Ana’yı da yanlarına alıyorlar. Kanaatler ( ya da onların yokluğu ) hakkındaki bu film gençlerin kendilerini, yaşadıkları şehri ve ikonlarını keşfetmelerine dair harika bir hikaye anlatıyor. Ruizpalacios’un ilk filmi büyüme filmlerine son derece taze ve olağanüstü bir yaklaşım getiriyor. Beyaz tenli ve sarı saçlı biri anlamına gelen Güeros karşıtlıkları ele alan bir komedi: Kardeşler arasında, idealler arasında, beklentiler ve gerçekler arasında. Hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, iyi çalışılmış bir reji sayesinde her karede yeni bir sürpriz bekliyor bizi. Tüm bunlara yer var mı acaba ve hepsi birden yürüyor mu diye sorabilirdik ama yanıt sadece olumlu olmakla kalmıyor, mizah da yerini buluyor filmde. Ruizpalacios’un Epigmenio Cruz’un müziğini iletme yolu mükemmel. Beklentilerimizi son ana kadar yükseltiyor; sanatçının kendisiyle karşılaştığımız ana kadar. Nihayetinde, hayal gücümüzden daha güçlü ne var ki? Müzik en güçlü unsurlardan biri ve tercih sebebi ne olursa olsun siyah beyaz görüntülerle birleşince her şey yerli yerine oturuyor ve filme zamansız bir aura veriyor. Karakterler arasındaki bağlar çok sayıda ayrıntı ve tam yerini bulan mizahi dokunuşlar sayesinde aklıda kalıcı bir hal alıyor ve tümü arasında dokunaklı, süregiden bir ilişkiye dönüşüyor. Alonzo Ruizpalacios’un Güeros’u beklentileri o denli aşıyor ki, sonda filmin kırılganlıklarını tespit etmek çok zorlaşıyor. Ortalara doğru temponun biraz düştüğünü söyleyebilirdik, en azından başına kıyasla ama karakterlere derinlemesine eğilmek için bu gerekli de bir yandan. Ve çok da önemli değil doğrusu, biz sadece hikayeyi izlemeye devam edip bir sonraki sürprizi beklemek istiyoruz, hiç ummadığımız anda karşımıza çıkacak olan. Teresa Pereira ( Portekiz ) Çeviri: Emrah Kolukısa ( Türkiye )