Nisimazine
18 Nisan 2015 Cumartesi
Istanbul Film Festival 2015
18th April 2015
sayı 6 edition 6
Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır a festival gazette published in the framework of a workshop for young critics by NISI MASA - European network of young cinema
Çekmeköy Underground
sayfa 5
Zuzanna Grajzer (Polonya)
İçimdeki Balık
sayfa 3
LucÍa Ros Serra (İspanya)
Listen Up Philip
Gentrification is a process that touches most of the major cities nowadays. The neighborhoods change, rents go up, old inhabitants can’t afford their own apartments anymore. It’s especially visible in Istanbul, where the old and the new crash on almost every street; where old...
sayfa 3
Lynn Klein (Luxembourg)
Kar Korsanları
Şiddet
Faruk Hacıhafızoğlu ( Türkiye )
Jorge Forero ( Kolombiya, Meksika )
U
U
Snow Pirates
lusal Yarışma kapsamında gösterilmesi planlanan dönem filmi Kar Korsanları’nda kara kömür ve beyaz karlar art arda konarak bir tezat oluşturulmuş. Dondurucu bir sonu olan filmde, Faruk Hacıhafızoğlu temel ihtiyaçlardan yoksun, yavaş ve sessiz bir dünya yaratıyor. Filmdeki üç çocuk elindekilerle yetinmek zorunda. Ne yazık ki filmin kendisi de film için gerekli odaktan uzakta kalmış.
Editorial
Editörden
S
B
ome may think these Nisimazine special editions here in Istanbul, in particular its editorials, are quickly becoming slightly politically heavy. It is particularly difficult to avoid the issue when everyone is talking about what happened. More so when every day you receive loose pieces of information that shed much needed light on the issue that has led the festival to divert through rocky territories. The more I find out and the more opinions I hear about what really happened, the less secure I feel about what position to take. Is it just me or is there not some logic behind film certificates? The answer to that question is apparently no, I am not alone, as you’ll be able to recognize in on both our interviews with Ertan Velimatti Alagöz, (see page 2) and with Rolf de Heer (see page 6). Both filmmakers see the obvious needs behind such system, protecting vulnerable sectors of society, particularly young audiences, from content that is bound to have dangerous results. The libertarian in me fights against this idea all the time, but the older one gets the more obvious it becomes that not everyone is capable of watching content and understanding it should not be replicated. Not to mention that as a festival organizer I know exactly how annoying, pointless and time consuming any kind of bureaucracy tends to be. I am well aware the problem here is deeply different, and with endless untied knots that only create a wider and more fertile ground for speculation and conspiracy theories. The content in question, a film documenting three camps of the PKK, was always going to be controversial. Equally relevant, and to be fair, the real factor of the week, few have doubts that if the certificate had been requested the Turkish authorities would most likely refuse it. As such, censorship, and its many sometimes hidden mechanisms, are still a key in all this issue. Nevertheless, the lesson I seem to be taking from this experience is that black and white reactions are a lot more colourful and confusing then they appear to be at first. Fernando Vasquez (Portugal)
www.nisimazine.org www.nisimasa.com
azılarınız Nisimazine’nin İstanbul özel sayılarının özellikle de Editörden bölümlerinin hızla siyaseten yüklü hale geldiğini düşünebilir. Herkes olan bitenden bahsederken bu meseleden kaçınmak özellikle zor. Ayrıca her gün, festivali zorlu bir sürece götüren meseleyle ilgili aydınlatılması gereken daha fazla bilgi elimize ulaşıyor. Olanlarla ilgili daha fazla bilgi edindikçe, daha fazla yorum duydukça, nasıl bir konum alacağım konusunda kendime güvenimi biraz daha kaybediyorum. Yani bu belgenin alınması aslında mantıklı bir hareket değil mi, sadece ben mi böyle hissediyorum? Görünüşe göre bu sorunun cevabı, hayır. Ertan Velimatti Alagöz (bakınız sayfa 2) ve Rolf de Heer (bakınız sayfa 6) ile yaptığımız röportajlarda da görebileceğiniz gibi böyle düşünen yalnızca ben değilim. Her iki sinemacı da, zararlı sonuçlar doğurabilecek içeriklerden toplumun hassas kesimlerinin özellikle de genç seyircilerin korunmasını sağlayan böyle bir sistemin bazı ihtiyaçları karşıladığının farkında. İçimdeki özgürlükçü adam, bu fikre her zaman karşı çıksa da, insan yaşlandıkça herkesin her içeriği izlemesinin ve gördüklerinin tekrarlanmaması gerektiğinin farkında olacak kapasiteye sahip olamadığını daha iyi anlıyor. Ayrıca kendim de bir festival organizatörü olarak, bu bürokratik işlerin ne kadar sinir bozucu, anlamsız ve zaman alıcı olduğunu da çok iyi biliyorum. Buradaki sorunun içten içe çok daha farklı olduğunun ve spekülasyona ve komplo teorilerine çok geniş ve verimli bir ortam yaratacak şekilde sayısız düğümle birbirine bağlı olduğunun farkındayım. Söz konusu içerik, yani PKK’ye ait üç kampı belgeleyen bir film, her zaman tartışma yaratacaktır. Konuyla eşit derecede ilgili olan bir başka nokta da, dürüst olmak gerekirse, belge talep edilmiş olsaydı Türk yetkililerin başvuruyu reddedeceğinden neredeyse herkesin emin olması. Aynı şekilde sansür ve bazen başvurduğu gizli mekanizmalar bu meselenin temelinde yatan sorun. Yine de bu deneyimden aldığımı düşündüğüm ders şöyle: siyah-beyaz tepkiler ilk anda göründüklerinden çok daha renkli ve kafa karıştırıcı. Fernando Vasquez ( Portekiz )
www.facebook.com/nisimazine www.facebook.com/nisimasa
Türkiye’deki darbeden hemen sonra 1980-1981 kışında geçen film, kuzeydoğuda Kars şehrinde yaşayan üç çocuğu anlatıyor. Ordu bütün kömür stoklarına el koymuş. Halk sokakta bulabildiği kadar kömürle idare etmeye çalışıyor. Fakir halkın tutunabileceği fazla bir dal yok ve üç arkadaş asker korkularına rağmen ellerinden geldiğince ailelerine yardım etmeye çalışıyorlar. Serhat, kafayı kaymakla bozmuş; çok fazla televizyon izliyor ve kurgusal olaylara gerçekmiş gibi bağlanıyor. Seyircinin ailesini gerçekten gördüğü tek karakter o. İbo ve Gürbüz ise pek de zeki olmayan basit çocuklar; ama fazladan kömürü nerede bulabileceklerini biliyorlar. Bu da kış vakti için asıl önem taşıyan bilgi. Ailelerine yardımcı olmak için kömür arayan genç yetişkinliklerden kız peşinde koşan ve karda çocuk oyunları oynayan çocuklara dönüşüveriyorlar. Rejime karşı çıkmayı başaramayıp anlamsız saçmalıklarla vakit harcıyorlar. Film asıl konusu olan kara kış ve üç arkadaştan sapıp ara sıra başka hikayelere odaklanıyor. Mesela Kars halkından bir öğrenci, ısınmak için kitap yakmanın tek seçenek olduğunu düşünüyor; tutuklanıyor ve görünüşe göre işkenceye uğruyor. Askerlerin varlığından ve ordunun kömüre el koyduğundan bahsedilse de filmde bu konuya sadece şöyle bir değiniliyor. Bu konulara kısaca el atılması sonra da öylece bırakılması biraz amaçsız kalmış gibi görünüyor. Siyah ve beyazla oynanması, kışın kömürün önemi vurgulayacak şekilde açılı kamera çekimleri filmi görsel açıdan ilginç bir deneyime dönüştürüyor. Mesela bir noktada, kamyondan düşen bir parça kömüre saniyelerce odaklanılarak, bu maddenin hayati önemi vurgulanıyor. Kömür bölge halkının aklını çeliyor; çünkü değeri altının değerini bile aşıyor. Beyaz kar da tam tersini simgeliyor: soğuk, umutsuzluk ve nihayetinde ölüm. Karın etkisi köyü kontrol eden askeri cuntayla aynı düzeyde. En sonunda ise mavi gökyüzü film boyunca ilk kez filmin renk paletini değiştiriyor. Belki de havadaki değişime (ya da bahara belki?) işaret ediyor. Filmde neredeyse hiç müzik yok. Bu da teorik olarak filmin aktarmaya çalıştığı sessizliğin altını çiziyor. Gerçekte ise, filmin bazı noktalarına yerleştirilen müzik iletmek istediği çetin kış koşullarının yarattığı etkiyi yok ediyor. Amatör olduklarını da hesaba katacak olursak oyuncular muhteşem bir performans ortaya koymuşlar. Çocuklar, o yaştaki çocukların yapacağı şeyleri yapan dürüst karakterler ve bu kasvetli filmde seyirciyi ikna edebilecek gerçekçi karakterler. Yine de film, bir fikirden diğerine atlamak yerine, sunulan fikirlerden birine odaklanarak daha başarılı olabilirdi. Lynn Klein ( LÜksembourg )
Violence
zunca bir süre orman sesleri eşliğinde gösterdiği karanlık planla bizi karşılayan, bu uzun karanlık sayesinde daha ilk sahnesinden, ismi dolayısıyla da, bir şiddet görselliği beklentisine sokan film, üç episodik bölümden oluşuyor. Bu üç farklı bölümdeki karakterler birbirleriyle hikayesel olarak bağlı olmasalar da, Kolombiya'da yaşanan rastgele asker şiddetinin farklı taraflarının deneyimlerine odaklandıkları için tematik olarak bağlanıyorlar. İlk bölümde, orman içinde zincirle bağlanarak tutsak edilmiş, asker görünümlü insanlar tarafından zorla bir takım faaliyetlerde bulundurulan bir adamı izliyoruz. İlk açılan uzun karanlık sahnenin durağanlığı ve yarattığı beklenti hissiyle, bu insanın tutsak hayatına seyirci olmanın pasif deneyimi içinde karanlıkta kalıyoruz. Neden bu insanın tutsak olduğu, neden askerlerin ona zorla bir şeyler yaptırdıkları hakkında film bize bir fikir vermeyi ya da bir neden-sonuç ilişkisi kurmayı seçmiyor. Daha sonraki bölümlerle birlikte düşünüldüğünde, Kolombiya'daki şiddet olaylarının lineer bir hikayesini anlatma gibi bir çabası olmadığını da anlıyoruz. Tamamen gösterdiği karakterlerin bedensel deneyimine odaklanan, uzun ve son derece az sayıda planlarla (filmin sadece 57 plandan oluştuğu söyleniyor*) bekleyiş içinde bırakan bir tanıklık sunuyor. İkinci bölümde şehirde genç bir erkeği, arkadaşlarıyla parkta, ailesiyle evde ve tek başına iş ararken sokaklarda izliyor, kameranın inatçı sabitliği ve karakterin yanından ayrılmaması yüzünden adeta bu insanı takip ediyoruz. Bu gencin kandırılarak askeri kampa götürülmesini, kampa ulaştıklarında “yanlış olan bir şeyler” olduğu hissedilmesine rağmen gençlerin çaresizce bir pasiflik içinde kalmasını ve sonunda öldürülmesini izliyoruz. Öncesinde takip ettiğimiz karakteri tanımanın, yaşamsal sıkıntılarını takip etmenin ardından hiçbir açıklama olmadan öldürülmesi, şiddetin kişilerin karakterlerinden bağımsız bir rastgelelik taşıyabildiğini düşündürüyor. İlk bölümde bedensel tutsaklığın ve acının tanığı edilirken, ikinci bölümde şiddetin rastgeleliğine odaklanan film, son bölümde şiddeti uygulayanların hayatına giriş yaparak, bir çeşit şiddet empatisi kurma çabasında gibi görünüyor. İlkinde bir “tutsak”, ikincide rastgele öldürülen bir “kurban”, üçüncüde ise tutsak ve kurban etmeyi hayatının rutini haline getirmiş bir “komutan” izliyoruz. Bu anlamda Şiddet filmi, genelleştirilebilir ve tanımlanabilir bir şiddetten değil, temel olarak şiddetin normalleşebilir, nedensizleşebilir ve rastgele olan çeşidinden bahsederek, izledikçe değişen ve gelişen bir şiddet sineması sunuyor. * “Berlinale 2015: Violencia” by Maximilien Luc Proctor, The Focus Pull: A Weekly Published Film Journal: Feb 23, 2015 Temmuz Süreyya Gürbüz ( Türkiye )
DÜZELTME VE ÖZÜR Gazetemizin dünkü sayısında Kerem Ayan röportajı yanlış fotoğraflarla basılmıştır. Kerem Ayan'dan özür dileriz. Gazetenin yeniden düzenlenmiş halini http://issuu.com/emiliep 'dan bulabilirsiniz.
Röportaj/Interview CREDITS/ Künye NISIMAZINE ISTANBUL, 12-19 APRIL 2015 N°6, Edition of Saturday, 18th April 2015 Sayı 6, 18 Nisan 2015 Cumartesi A magazine published by NISI MASA in the framework of a film journalism workshop for young Europeans. Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır. EDITORIAL STAFF / Editör Kadrosu Director Fernando Vasquez Turkish Editor Emrah Kolukisa Logistic Manager Luisa Riviere Writers/ Yazarlar Fernando Vasquez, Lynn Klein, Temmuz Süreyya Gürbüz, Lucía Ros Serra, Zuzanna Grajzer, Beril Toper Translator/ Çevirmen Sinem Şekercan Photographers Martin Monk, Segolene Davin Layout/ Tasarımcı Francesca Merlo Special Thanks to Azize Tan, Elif Obdan, Zeynep Seyhun, Sezer Kari NISI MASA European Network of Young Cinema 99 Rue du Faubourg Saint-Denis 75010, Paris, France +33 (0)1 48 01 65 31 europe@nisimasa.com www.nisimasa.com www.nisimazine.org
Ertan Velimatti Alagöz
With the support of the Youth in Action of the European Union. This project has been funded with support from the European Commission. This publication reflects the views only of the author, and the Commission cannot be held responsible for any use which may be made of the information contained therein. Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Projeleri desteğiyle. Bu proje Avrupa Komisyonu desteğiyle finanse edilmiştir. Bu yayın sadece yazarın görüşlerini yansıtır ve Komisyon burada yer alan bilgilerin herhangi bir şekilde kullanımından sorumlu tutulamaz.
İçimdeki Balık ( TÜRKİYE, Avustralya, YUNANİSTAN )
Ertan Velimatti Alagöz’ün ilk solo filmi İçimdeki Balık bu yılki Türkiye Sineması bölümünün en umut verici filmlerinden biriydi. Her zaman zorlayıcı bir konu olan bipolar bozukluğu ele alan filmde yönetmen samimi bir dünya yaratmayı başararak gelecek filmleri için beklentimizi de yükseltiyor. Nisimazine olarak “sansür” konusuyla ve tabii ki kendi eseriyle ilgili fikirlerini almak için konuştuk.
İçimdeki Balık, Bakur/Kuzey’le dayanışma için festivalden çekilen filmlerden biri oldu. Bu kararı nasıl verdiniz? Öncelikle şunu söylemeliyiz ki hepimiz sansüre karşıyız. Bir yargıya varmadan önce durumu her iki taraftan da değerlendirmemiz gerekiyor. Sanıyorum bu konuda bizim de kafamız biraz karışık. Önce filmi çekmeye karar verdik. Sonra bu sabah (14 Nisan) tekrar gösterilmesine karar verdik. Sizde bu belge var mı? Süreç nasıl işliyor? Evet. Belgeyi almanın çok da kötü bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Bence bu, yalnızca filmleri sansürleyen bir sistem değil, aynı zamanda filmleri ve haklarını da koruyan bir sistem. Bu sertifikanın alınacak olması Türkiye’de filmleri etkileyecek mi? Hayır, zannetmiyorum. Türkiye sinema sektörünün gösterdiği tepkinin sistemi değiştirmek konusunda bir fırsat yaratacağını düşünüyor musunuz? Gerçekten bilmiyorum. Öyle umut ediyorum. Galiba bekleyip neler olacağını göreceğiz. Sonuçları görmek için henüz çok erken.
2
Türkiye’de filmler nasıl fonlanıyor ve çekiliyor? İlk filmimi kız kardeşimle birlikte çektim. Buna kıyasla bütçesiz bir filmdi; bir açıdan çok kolay ve farklıydı. Bu film için ise Kültür Bakanlığı’ndan destek aldık. Yunanistan ve Avustralya’dan iki sponsorumuz vardı. Bu açılardan, bu film için ilk profesyonel filmim diyebilirim. İhtiyacımız olan tüm bütçe elimizde değildi. Bu yüzden asıl zorluk, yaratmak istediğimiz atmosferi sınırlı bir bütçeyle yaratmaktı. Film çekmek kolay bir şey değil; çünkü çok katmanlı bir iş. Yardım alabileceğiniz alan kısıtlıyken bu katmanların her birinin üstünden teker teker geçiyorsunuz ve sorunlarınızı çözmek için işi yaparak öğreniyor ve yolunuzu buluyorsunuz. Ama pek de kolay olmuyor. Suyun altında film çekmek kolay olmasa gerek. Ekiple özellikle de görüntü yönetmeninizle nasıl çalıştınız? İki görüntü yönetmenimiz vardı: biri su altındaki sahneler için, diğeri de filmin geri kalanı için. Nasıl çekim yapacağımızı planlamamız gerekti. Elimizdeki bütçe, çekim sırasında sadece iki kişiyi suyun altına indirmemize yetiyordu. Bu sahneler genellikle zordur. Bazen de oldukça tehlikeli olabilir; çünkü doğanın kurallarına bağlısınız.
Ana karakter yaz aylarında kendini mutlu hissederken, kış ayları boyunca tamamıyla depresif hissediyor. Bu da eğlenceli bir zıtlık yaratıyor. Bununla neyi anlatmak istediniz? Eğlenceli bir yanı olduğuna katılıyorum. Bipolar bozukluğu ve mevsimlerin yarattığı bu hassasiyeti göstermek istedim. Bu bozuklukla yaşayan insanlar kışları çok içe kapalı hissederken, yazları komik olacak derecede mutlu ve dışa dönük hissederler. Bu zıtlığı göstermek istedim; bu yüzden filmi “Kış” ve “Yaz” bölümlerine ayırdım. Deniz ortamında bu zıtlığı ilk gördüğümde aklıma gelen şey dalgaların hareketi, deniz seviyesinin düşmesi ve yükselmesi oldu. Ben hiç böyle düşünmemiştim ama mümkün tabii. Aslında durum çok ilginç. Araştırma yaparken denizle bağlantısı hayli fazla olan insanlar olduğunu fark ettim. Bu insanların denize yakın olmaları gerekiyor. Hatta duygularını dengede tutmak için deniz suyunu kullanıyorlar. Yani evet, dediğiniz doğru. Lucía Ros Serra ( İspanya )
Yorumlar/Reviews
İçimdeki Balık The Fish In Me Ertan Velimatti Alagöz ( TÜRKİYE, AVUSTRALYA, YUNANİSTAN ) )
olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Çalışmalarına ve katıldığı hipnoz seanslarına rağmen karanlık ve depresif kışlarla, enerjik ve parlak yazların önüne geçemiyor. Babasının eski teknesiyle çıktığı uzun bir yolculukta, yıllar önce tanıştığı, serbest dalış yapan genç aktivist Deniz’le karşılaşıyor. Deniz’in denizle kurduğu derin ilişki Barış’ın hem bilimsel hem de duygusal olarak çok ilgisini çekiyor. Fakat bilim ve aşkın her zaman yan yana durması o kadar da kolay değil. Bu sebeple, çok geçmeden Deniz, kendini Barış’ın deneylerinden biriymiş gibi hissetmeye başlıyor.
Bazıları denizle öyle özel bir ilişki kurar ki hayatta kalabilmek için denizle bir şekilde bağ kurmaları gerekir. Ertan Velimatti Alagöz’ün bipolar bozukluk yaşayan bir adam ve çevresiyle kurduğu ilişkiyi analiz eden ilk solo filmi İçimdeki Deniz’de sığındığı mazeret bu. Film mükemmel olmasa da, bu psikiyatrik bozuklukla yaftalanan insanları, yaşadıkları iniş-çıkışları, topluma uyum sağlayamamalarına sebep olan ekstrem duygularını anlamamıza yardımcı olacak ilginç bir yaklaşım sunuyor.
Film, bipolar bozukluğun özelliklerini takip ederek iki bölüme ayrılmış: “kış” ve “yaz”. İlk bölüme, psikoloji seansları hakim. Psikologun sorduğu sorular ve onlara cevaben gelen flashback’lerin birbirleriyle iç içe geçmesi ilginç bir yapı oluşturuyor. Karakterin geçmişini de böyle öğreniyoruz: Annesiyle kurduğu sorunlu ilişkiyi, babasının denizin ortasında bir fırtınada kaybolmasını ve balık takıntısını. İstanbul’daki kış, karanlık ve mutsuz çizilmiş. Barış’ı açık alanlarda neredeyse hiç göremiyoruz. Sanki kendini yalnızca şehirdeki akvaryumun koridorlarında yürürken güvende hissediyormuş gibi görünüyor. Bu da seyirciyi kısa zaman sonra yazın getireceği ışıkla değişecek olan güzel bir melankoliye sokuyor.
Film, 30 yaşlarında, elinde annesi ona hamileyken kullandığı ilaçlardan dolayı malformasyon görülen bipolar deniz biyologu Barış’ın hikayesini anlatıyor. Barış, psikolojik ve fiziksel kusurlarını yenmek için mücadele ediyor, evrim teorisini anlamak için akvaryumundaki balıklar üzerinde deney yaparak balıklarla çok sayıda ortak noktasının
Annesi öldükten sonra, hipnozun da yardımıyla kış depresyonun üstesinden gelmeye, akvaryumdan ayrılmaya, denizde özgürce yüzmeye ve yazın sıcaklığını hissetmeye hazır hale geliyor. Denizle kurduğu doğrudan ilişki (filmin en güzel sahnelerinden birinde Barış teknenin güvertesinde etrafında balıklarla yatıp kendini onlardan biri
Listen Up Philip Bana Bak Philip Alex Ross Perry (USA)
In Alex Ross Perry’s third feature film Jason Schwartzman shines as angry writer who flees the city, and is absorbed in a self-made world of self-pity and loneliness. Starring Schwartzman, Elisabeth Moss, Krysten Ritter and Jonathan Pryce, it was set to compete in the International Competition at IKSV. Philip Lewis Friedman (Schwartzman) is just about to have his second novel published. A slightly choleric person, he goes on a rampage one day, telling people from his past what he really thinks of them. Enjoying the freeing feeling that comes with a proper rant, Philip loses all sense of what it means to be a decent person, and becomes an intolerable, selfdeprecating egotist, breaking off all ties to the people he used to care about. Philip
leaves the city and his girlfriend Ashley (Moss) for the country house of his idol, writer Ike Zimmerman (Pryce). The characters are introduced to the audience by an omniscient but invisible narrator who sets the fast pace that dominates most of the film. Quickly telling us who Philip is and what he does, he has an insight into the characters that they themselves do not have, yet he speaks in a distanced tone, relaying facts without any emotional connection. Philip is not particularly likeable, leaving his girlfriend, alienating his friends, and all of that for no apparent reason or goal. But Jason Schwartzman gives a great performance as the angry writer to the point that one starts to empathise with him. He is fast-paced and blunt, perfectly incorporating the writer’s mix of cheek, emotion and arrogance. In his selfishness, he keeps repeating himself, while the people around him are not even responding. Whenever people are having a deep, meaningful conversation, an unimportant detail is thrown in. As the title suggests, Philip fails to listen to his peers. The film luckily doesn’t take itself too seriously. It criticises the mythical writer figure that Philip embodies by not only portraying him in this negative manner, but commenting it. The narrator tells us that Philip knows what his problems are, and that up to a certain point he simply doesn’t care, as long as his career is okay. The irony is palpable as he follows in Zimmerman’s footsteps.
gibi hissediyor) onu daha güleç ve âşık olabilecek kadar sosyal hale getiriyor. Statik çekimler ve baskın mavi tonları kullanarak yazdan kışa geçiş çok keskin görünebilir. Aynı şekilde aslında temiz hava almışız gibi hissettirmesi gereken ama hatalı bir şekilde güvensiz ve süreksiz olarak tarif edilen Barış’la Deniz arasındaki ilişkinin gelişimi de öyle. Bu kısmın kurgusunun hızlı yapılması da, hipnoz seanslarındaki görüntüleri şiirsel göstermeye çalışan yönetmenin çabaları da pek yardımcı olmuyor. Eliptik bir yapıya sahip bu ikinci bölüm, filmi her Amerikan romantik komedisinde gördüğümüz temel ve yüzeysel klişe bir sona doğru götürüyor: Aşk her şeyi iyileştirir. Daha kompleks başka bir final Velimatti’nin filminde bipolar bozukluğun daha derin bir resminin çizilmesini ve insan davranışının genel bir analizinin yapılmasını sağlayabilirdi. Lucía Ros Serra (İspanya)
Festival Agenda & Tips / Festival Ajandası & Öneriler
Ajanda # 6 18/04/2015 11.00 Wild Life Institut Français 13.30 Letter to the King Atlas 16.00 Charlie’s Country Atlas 19.00 A Few Cubic Meters of Love Atlas 2 21.30 Tigers Beyoğlu 24.00 It Follows Atlas
19/04/2015
The camera follows its subjects very closely, focusing on little details in their expression, especially when they are having a heated conversation. Perry plays with focus-pulling a lot during these moments, which emphasises the struggle that each and every character is going through. Unfortunately, the plot loses itself after the first half, when it diverges away from Philip and starts focusing on the supporting characters; first following Ashley, then his idol Ike and his daughter Melanie, and briefly even his love interest Yvette. Although finding out what these characters do is interesting, the complete absence of the protagonist is irritating. The score of the film is another vehicle that pushes the characters’ speed. The jazzy tunes, heavy on the saxophone, underline the characters’ emotional mood.
11.00 Barbarians Beyoğlu 13.30 Taxi Feriye 16.00 Behaviour Atlas 19.00 These Are the Rules Rexx 2 21.30 The Salt of the Earth Atlas 2
Listen Up Philip, although slightly flawed in terms of narrative, is a worthwhile examination of relationships and creativity. It is an enjoyable indie film that greatly benefits from its accomplished cast. Lynn Klein (Luxembourg)
3
pic of the day
4 Š Martin Monk
Reviews/Yorumlar
Çekmeköy Onur Underground Pride Aysim Türkmen (TURKEY)
Matthew Warchus ( BİRLEŞİK KRALLIK )
Gentrification is a process that touches most of the major cities nowadays. The neighborhoods change, rents go up, old inhabitants can’t afford their own apartments anymore. It’s especially visible in Istanbul, where the old and the new crash on almost every street; where old run down town houses reflect in the windows of a nearby glass skyscraper. Aysim Türkmen’s first fiction film “Arabesque underground” concentrates on one particular neighborhood in the Asian part of Istanbul, Çekmeköy, which experienced some radical changes in the last few years.
1984 yılında Büyük Britanya tarihinin en uzun soluklu ve en güçlü greviyle karşılaştı. Margaret Thatcher’ın neo-liberal politikalarına ve maden ocaklarını kapatmasına karşı madenciler greve giderek büyük bir direniş başlattı. 80’lerde kendisine muhalif olan kesimlere şiddet uygulamaktan çekinmeyen Thatcher bu grevle tüm gücünü madencilere yöneltti. Bu sırada 1984 Londra’sında bir grup eşcinsel kendilerine uygulanan şiddetin kendilerinden madencilere doğru yöneldiğini fark ederek madencilerle dayanışmak için bir grup kurar. Fakat bir sorunları vardır topladıkları yardımları hiçbir madenci, sendika kabul etmez. Yardımları çoğaltmak için de diğer eşçinsellerden destek bulamazlar. Ta ki madencilerin kalbi konumundaki Welsh’deki bir sendikayla görüşene kadar. Dayanışmayla birbirlerinin önyargılarını kırarak müthiş bir direniş göstereceklerdir!
Çekmeköy was until recently a slum neighborhood that developed rapidly as some condominiums were built there. Resulting in people of different backgrounds and social classes living very close to each other, but divided by walls, wires and CCTV cameras. The main character, Tarik, is a typical boy from the hood. He works in a car wash, although his real passion is music, Arabesque rap. Arabesque culture and music became extremely popular in Turkey in the 70s and 80s. Being a culture of migrants from the rural areas to the cities, the songs told stories of the hardships and suffering of this social class, working in the factories and living in slums, feeling lost in the city. Arabesque rap derives from cultural phenomenon, but on the other hand it’s also inspired by the experiences of the young people as well as the Western hip-hop videos. Türkmen follows her characters with a moving camera almost like in a documentary. She has a good eye for frames, but apart from some beautifully stylized scenes, where Tarik dances drunk or smokes weed, her style remains rather realistic. In my opinion, her biggest asset as a director is how observant she is. Through a group of very different characters, she created a diversified portrait of the neighborhood and managed to show the relationships and conflicts between the rich and the poor, the locals and the German-Turkish re-migrants. The film’s problem is that sometimes it moves dangerously close to clichés. Who hasn’t already heard a story of a suburban boy, who is passionate about rap, but gets into trouble by dealing drugs? The female characters are problematic too. The film seems very manly, it concentrates on men and relationships between them: friendship, brotherhood, rivalry… But women seem to have been put aside. For example, about Berfin, Tarik’s girlfriend, we don’t know anything apart from the fact that she just came back from Germany. We don’t know, if she’s working, going to school, if she has any hobbies. This female character is portrayed as nothing more than the subject of a man’s obsessive love, but we never get to know her side of the story. I found it rather disappointing to see such stereotypical portrayal of women in a story co-written and directed by a woman. Finally, “Arabesque underground” is a quite strong debut, which manages to tell a story that’s both local and universal, as it tackles issues present in modern Europe. In this context, I’m looking forward to seeing where will the director go next, I only wish, she dared to go further and look deeper for less typical stories and characters.
Film kesinlikle sadece bir LGBT filmi değil. Dayanışmanın, beraber mücadelenin önemini anlatan kolektif bir film. Filmdeki her karakterin ayrı bir hikayesi var. Filmle çok güzel iç içe geçmiş bu hikayeleri ve karakterlerin gelişimini hayranlıkla izliyorsunuz. Özellikle filmdeki Welsh’deki kadın karakterlerin ataerkiyi küçük sorularla fark ettirmeden sorgulayışları bize filmin çok yönlülüğünü hatırlatıyor ve filmin oyuncuları kesinlikle bize filmin enerjisini aktarıyor. Hiçbir oyuncu rolünün içinde eğreti durmuyor ve oyunculukları birbirinin önüne geçmiyor. Film gerçek direnişe ve dayanışmaya saygısızlık etmiyor. Filmi bir “show”a dönüştürmüyor, içine komediyi katarken seyirciyi ana fikirden uzaklaştırmıyor.. Aynı şekilde çok fazla “dram”a da yer vermiyor. Her şey çok yerinde, kıvamında gidiyor. Filmin gerçek aktivistleriyle de filmden sonra sohbet ettiğinizde hepsi aynısını söylüyor: “İlk başta korkmuştuk, ama korktuğumuz gibi olmadı. Yönetmenimiz güvenimizi kazanmak için çok çalıştı.” Aslında konuya biz bu dayanışmaya çok da uzak değiliz. Gezi Parkı; sosyalistleri, Antikapitalist Müslümanlar’ı, LGBT grupları, anarşistleri herkesi bir araya toplamıştı. Şu anki pratiklerimize nasıl yansıdığı tartışılır fakat en azından bunu yapabildiğimizi görmüştük. Ezber bozan dayanışmalar yılların pratiklerinden daha etkili oluyor. Filmden sonra biraz LGSM’i araştırdığınızda bunun gerçekten sadece bir “film” olmadığını görüyorsunuz. Ekip Türkiye’deki Soma faciasından sonra da Türkiye’de de oldukça aktif çalışmış. Hatta Somalı kadınlara yeni bir iş gücü yaratmış, şu an onların desteğiyle Somalı kadınlar salça, erişte üretmeye başlamış. Ekip film için Türkiye’ye geldiğinde de bu yazının yazıldığı gün itibariyle grevlerinin 245. gününde olan BEDAŞ işçileriyle dayanıştı. Sanırım bu tip aktivist filmlerde ihtiyacımız olan gerçek “umut” bu. Film yakında Türkiye’de de vizyona girecek. Soma’nın yıldönümüne yaklaşırken ihtiyacımız olan dayanışmayı hatırlamak dileğiyle… Beril Toper ( Türkiye )
Zuzanna Grajzer (Poland)
5
© Segolene Davin
© Segolene Davin
Interview with
Rolf De Heer © Martin Monk
RĂśportaj/Interview
Rolf de Heer is one of Australia's most accomplished filmmakers. His latest work, Charlie’s Country, is an profoundly touching portrayal of one aboriginal elderly man who never forgot his ethnic identity. Despite a strong sense of his own roots he falls in the common trap so many of his piers seem unable to overcome: alcoholism. We sat down with the director to discuss his work and his part in the now dissolved International jury role here in Istanbul.
In Charlie's Country you worked with David Gulpilil, a true icon of Australian cinema. How was that experience? I've known him for a very long time. I've worked with him before. Yes, as you said he is an icon of Australian filmmaking. But that is because he is such a wonderful actor. So in this film we had already a very established relationship, which became very close during the project because we needed to spend a lot of time together, to write the project and for David to emerge from the troubles he had been in. When we first began talking about the film he was in jail. On set I knew what he was thinking and he knew what I was thinking. He understands the subtlety of my body language and my tone of voice. So we could work very closely together in a very special way. And of course his performance is a very special thing about the film. How difficult was it to work with a group of actors and a culture so different from yours? How did you work in a way that would
not misrepresent their culture? Working with David and working with other aboriginal actors are very different experiences. David is a very experienced actor. With the others it was different. I had worked with most of them once before on Ten Canoes, but that was the only thing they had ever done. So the approach with them was quite different. In fact the approach with each one had to be different. In terms of the culture I trusted them. They wanted their culture to be represented accurately, so they would control each other. Some spent a great deal of time on the set making sure everyone portrayed their culture appropriately. For the rest of it we just have a relationship built over the years, meaning that there is trust between us. And that is the main thing regarding working with an actor. Why did you choose to focus on the problems of alcoholism within aboriginal communities? It was not something that I thought about beforehand. If you make a
contemporary film about aboriginal people of David's age and that region, inevitably you have to deal with that. When I began talking to him about working together he wanted to speak of his issues. He had just given up alcohol. It came as much from David as it did from the general situation that aboriginal people up there find themselves in. The relationship between Charlie and the policeman was quite interesting, close but worlds apart? What were you trying to say with that? When I write I never try to say anything. The moment I try and say things it goes wrong. It follows a process that is to do with the way I write, where a story and characters are drawn out of material. In retrospect, one of the things that happens is that the police are not all bad. People on the left, like myself, tend to think policeman are all bastards. But it is not true. Many of them go into the job meaning well, but are ignorant. What happens is their behaviour changes over time as they don't cope
7
with the situation they are in. While researching I experienced a policeman in the region that meant well but I could see he had no idea of what was going on or how to hear what the locals were saying. And he would terrify them. For instance, people with almost no English are asked questions such as “When did you get your car license”, and they answer “Last year”. Last year for them means simply some time ago. It can mean 3 weeks or 5 years. When the policeman finds out the right date he will ask: “Why did you lie to me?” So the model I had was, in a way, policemen who mean well but don’t have the proper cultural training. Northern police does not have the resources to train people that way. So they live and work with no understanding of the culture they are in, and that is when things go wrong. And that is what happened in Charlie’s country. Towards the end Charlie ends up living outdoors with a small group of alcoholics in the city… They call that in the long grass. It is a very common thing. In the city of Darwin you see groups of aboriginal people living like that. They are homeless. It is almost a sort of parody of the way they lived before white people came. They camp around and scavenge for food. They camp near a source of alcohol. They feel like it is their land so they do that. And then police will try to move them on. How have Australian audiences been reacting to the film? Very well. It is wonderful because the film moves them and touches them in the way that it touches international audiences, except it is a different
effect, because it is about us. It seems like it will have some lasting value. It is going into the school curriculum quite quickly. As a film whose issues are to be studied. You were the head of the international jury, yet pulled out after so many Turkish filmmakers decided to withdraw their films in protest against the cancellation of the documentary North. How and why did you come to that decision? From a personal point of view, I tried to balance several things. First, I am a guest of Turkey and I must respect that. Secondly, I do feel solidarity with Turkish filmmakers. But I am also a guest of the festival. To try and balance all those things is not easy. I think that each decision to pull out films is valid, and the same goes for the ones that decided not to. I am part of a jury that decided that under these circumstances the best thing we can do is to stop judging the films. Not to say don't show them, because there is a responsibility towards the audiences. In dealing with my film, my first instinct was to withdraw it, because of the politics in question. But I spoke briefly to David, his desire is to find audiences; he wants the film to be seen. After balancing all of this I made my decision. Did the jury met as soon as you heard the news? Well, the International jury was the last jury to make the decision. When it happened everybody got very excited. I thought that was the worst time to make a decision. I said to the festival that we will meet the day after, once the first competition film had its scheduled screening. But then we
found that the film was cancelled and we had the time to considerall options in-depth. We sat and talked about all the issues each one of us had, and we came to an agreed collective decision that this was what we needed do. Now that the dust has settled some people believe the Turkish filmmakers’ decision to pull their films out of the festival was a bit too fast. Do you agree?
difficult questions, because the whole notion of censorship is a difficult one. It is not straight forward. I have some sympathy for certain sorts of limitations. I don’t call it censorship. For instance snuff films. Where do you draw the line with violence that is projected towards children? Even towards adults. We don’t know for sure what it does, but we are pretty sure it is not great. So they are difficult questions.
In so far I refused to make a decision straight away I can agree with you. That does not invalidate the decision. For some people is as simple as that. They don’t need to consider. We had different issues. This is not to judge the politics of it one way or the other, not to make a call on what is right or what is wrong. But this has a history. There was a ruckus at a previous festival and already it started to happen there. If the reaction is not bigger at the next festival you are going backwards. And the festival itself was very fair, as they were not doing anything to encourage or discourage. They allowed the facts to be simply shared, in a very even way. Just facts, no emotion. They never suggested people what to do. I was asking for guidance, not so much as a jury but as a filmmaker with a film here. There will be many different opinions. In a jury of four (the fifth member of the jury was still on his way to Istanbul) we came to a consensus and we formulated our own statement so no one else could talk for us. It is very complicated.
Have you seen the film in question (North)?
Have you ever had to deal with censorship back in Australia?
Fernando Vasquez (Portugal)
Yes, in minor ways, but not directly, only indirectly. These are always
Lynn Klein (Luxembourg)
No, I heard there was a press screening and I decided I should stay away from it because I did not want it to be about the politics of that film. I don’t know enough about the PKK to make calls like that. What was obvious to me was that there was a process that had gone bad. And that process should be fixed so it does not damage the festival again. And that is what it is about for me. It is not about the PKK, yet at least. But are interested to watch it? Do you think what happen will draw international attention to it? Of course, I was very interested to see it. But I made a decision that in terms of my position here, I should not see it right now. I would think that this will attract attention to the film. And perhaps that was a mistake somebody made when they decided to do it this way.
© Segolene Davin