Nisimazine
Istanbul Film Festival 2015
17 Nisan 2015 Cuma 17th April 2015
sayı 5 edition 5
Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır a festival gazette published in the framework of a workshop for young critics by NISI MASA - European network of young cinema
Taksi
sayfa 5
Lynn Klein (Luxembourg)
Voice Over
sayfa 3
Teresa Pereira (Portugal)
Forever
İranlı sinemacı Jafar Panahi’nin film çekmesi teknik olarak kendi devleti tarafından yasaklandı. Ne var ki, yine de ülkesine dair baş döndürücü bir film çekmeyi, festival çevrelerine göndermeyi, hatta bu seneki Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı kazanmayı bile başardı. Taksi, izleyiciyi...
sayfa 5
Lucía Ros Serra (Spain)
No Land's Song
The Goob
70’lerde İran’daki sınıflar arası ayrımın büyümesi, ekonomik kriz ve İran’da yönetimi demokratikleşme çağrıları dünyanın ilk İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Şüphesiz ki bu devrim 20. Yüzyılın dönüm noktalarından biriydi ve binlerce yıllık bir kültürün birçok değerinin yasaklanması ve yok sayılmasıyla sonuçlandı. Müzik ve kadın sesi ise bunlardan sadece ikisi. Devrimden sonra kadınların şarkı söylemesi yasaklandı, sadece erkeksi sesi bulunan kadınların İran’da şarkı söyleyebileceği belirtildi ve kadınların karma bir seyirci önünde sahne alması yasaklandı. İranlı kadın sanatçıların eserlerine ise sadece karaborsadan ulaşılabiliniyordu.
The Goob hakkında ilk bahsedilen, İngiltere kırsallarında yalnız bir kasabayı kendine merkez alması, hatta tam olarak Norfolk adında sınırları yok gibi görünen bir bölgede geçiyor olması. Belli ki bu bölge, dümdüz uzanan sarı/yeşil tarlalar ve apaçık engelsiz gökyüzüyle şehir hayatının tüm kısıtlayıcı unsurlarından uzak, fakat kırsal hayatın kendine özgü “buradan kaç kurtul” dedirtebilen tekdüzeliğinden de bir o kadar muzdarip. Bu sonu görünmeyen tarlaların arasına serpiştirilmiş sezonluk işçilerin geçici varlıkları, ve Norfolk'un yerel halkının yalnızlığı The Goob'un dramatik hikayesinin arka planını oluşturuyor diyebiliriz. Filmin yönetmeni Guy Myhill'in, neden bu bölgede geçen bir hikaye anlattığı sorulduğunda verdiği cevap basit: “çünkü orada yaşıyorum”. Yaşadığı bölgeyi ve coğrafyanın toplumsal kültürü etkileme şeklini çok iyi tanıdığını, bölgenin sunduğu görsel melankolizm ve anlattığı “coming-ofage” hikayesindeki insanların yalnızlıkları arasında kurduğu katmanlı paralellikten hissedebiliyoruz. Guy Myhill, bu ilk uzun metraj filminde, odağına koyduğu genç erkeği çoğunlukla tarlada, motorsikletinin üstünde tarlaları bölen ince yollarda tek başına, insanlara uzaylı gibi bakar ve genellikle etrafında olup bitene sessiz kalırken göstererek, genç erkeğin bir çeşit kırsal hayata ve toplumsal etkilerine “maruz kalma” halini anlatıyor. Yönetmen, bu ergen pasifliği ve başıboşlığu ile estetik bir noktadan uğraştığı kadar, karakterini ödipal bir travmanın ortasına atarak psikolojik bir gerilim yaratma çabasında aynı zamanda. Guy Myhill'in kendi deyimiyle bu film, genç bir erkeğin annesinin başka erkeklere olan ilgisinin kendisine olan ilgisinden fazla olduğunu idrak ettiği dönemi anlatıyor. Kurduğu anlatıda, annesinin sevgilisi olan karakteri son derece zorba, fiziksel şiddete düşkün ve sadakatsiz bir çerçeveye oturtarak bu spesifik ergenlik travmasının dramatik etkisini olabildiğince arttırma çabasında. Annenin başka bir erkeği arzuladığını idrak etmek başlı başına kompleks bir drama yaratabilecekken, yönetmen işin içine “üvey baba” figürünün şiddetli zorbalığını katarak hikayeyi maskülen bir güç gösterisinin etrafında şekillendirmeyi seçiyor. Filmin en çarpıcı ve benzersiz noktası ise, bu güç gösterisiyle mücadele etmek zorunda bırakılan genç erkeğin “uzaylılığı”: ergen karakterin bu zorbalığa karşı elinde olan tek silah adeta. Gerçek adını bilmediğimiz “Goob”, (karakterin Türkiye'deki adı muhtemelen “Garip” olurdu), genelde büyük bir kısmını çıplak gördüğümüz ince uzun ve beyaz bedeni, boş bakan pasparlak gözleri ve içinde olduğu çevreyle arasındaki uyumluluk ve uyumsuzluk arasında gidip gelen bir boşgezen aslında. Yönetmen, karakterinin kırsal topraklara uzaydan inmiş bir garipliliği olmasını isediğini ve baş rol oyunucusunu bu fiziksel ve duygusal “gariplik” hissini yaratabilme potansiyeline göre seçtiğini söylüyor. İlk oyunculuk deneyiminde, başroldeki Liam Walpole, çok sakin bir performansla bu hissi tüm filme yayabilmiş. Oyunculukarın otantikliği, yönetmenin estetik duyarlılığı, filmin odağındaki anne-oğul-üvey baba üçgenindeki çıkışsızlık ile birlikte The Goob, kendine has bir sinematik melankoli yaratıyor.
Ayat Najafi (Germany, france, IRAN)
Editorial
P
olitics and cinema go often hand in hand. It is an inevitable relationship and a testimony to the power of filmmaking as a form of artistic expression for the masses. The current “scandal” that has transformed this edition of the Istanbul Film Festival into a hub of discussion about censorship is undoubtedly an opportunity to debate change at a local level, but perhaps equally important, especially from a more international perspective, it is also a chance to re-think the protest strategies available to filmmakers. It is ironic that despite all the political vibe felt across the event, the screening of Jafar Panahi’s Golden Bear winner, Taxi (see page 5), is not being frequently used as an example. His immense talent aside, if there is one aspect about the Iranian filmmaker that truly makes him one of a kind, is his endless creativity when it comes to finding solutions to produce and distribute his films. Unlike what has happened here in Istanbul, Panahi’s main objective is to get his film shown, ignoring state pressure at all costs, including his own safety. The main winner is the audience, which is rarely deprived of his films in the end of the day. He may be far from winning his battle against censorship, but in many ways he has the upper hand. Now that the dust has settled in, I can’t help thinking that as Alin Tasciyan, president of Fipresci (see page 6) told us, being merely reactive is not always the best solution. The return of many Turkish productions to the festival’s screening rooms is the proof that some of them are having second thoughts. Keeping their hard work away from the audience, and most important, the media and potential distributors, will have an equally damaging effect to the future of the Turkish film industry. Confrontation, creative disobedience and downright ballsy action are often more effective strategies when dealing with such problems. Emotional immediate reaction can easely be confusing with 'much ado about nothing', transforming a serious issue into a circus like phenomenon. Fernando Vasquez (Portugal)
www.nisimazine.org www.nisimasa.com
Editörden S
iyaset ve sinema genellikle yan yana ilerler. Aralarındaki kaçınılmaz bir ilişki olmakla beraber, sinemanın kitlelere ulaşan sanatsal bir ifade aracı olarak gücüne de bir kanıt oluşturur. Bu seneki Festivali, sansür tartışmalarının odak noktasına dönüştüren mevcut “skandal” yerel düzeyde değişimin tartışılması için kuşkusuz bir fırsat sunuyor. Aynı zamanda, belki de uluslararası açıdan eşit derecede önemli olan başka bir nokta da sinemacıların protesto stratejilerini yeniden düşünmesi için bir şans sunması. Tüm etkinliği sarmalayan siyasi yaklaşımda, Jafar Panahi’nin Altın Ayı kazanan Taksi’nin (bakınız sayfa 5) pek sık örnek olarak gösterilmemesi de ironik. Muhteşem yeteneğini bir kenara bırakacak olursak İranlı yönetmeni nevi şahsına münhasır kılan yanı, mesele film çekmek ve dağıtımını yapmak için çözüm bulmak olduğunda sonsuz bir yaratıcılığa sahip olması. İstanbul’da olanların aksine Panahi’nin asıl amacı, kendi güvenliği de dahil ne pahasına olursa olsun devlet baskısını görmezden gelerek filminin gösterilmesini sağlamak. Bu durumun asıl kazananı da filmlerden mahrum kalmayan izleyiciler oluyor. Sansüre karşı savaşı kazanmaktan çok uzak olabilir ama birçok açıdan avantajı elinde bulundurduğu açık. Ortalık biraz durulmuş olsa da Fipresci Başkanı Alin Taşçıyan’ın sadece tepkisel davranmanın her zaman en iyi sonucu vermeyeceği sözlerini (bakınız sayfa 6) düşünmeden edemiyorum. Türkiye yapımlı filmlerin birçoğunun festival salonlarına geri dönmesi bu sinemacıların akıl karışıklığına da bir kanıt oluşturuyor. Üzerinde çok çalıştıkları işlerini, seyirciden ve en önemlisi medyadan ve olası dağıtımcılardan saklamak, Türkiye sinema sektörünün geleceği için eşit derecede zarar verici bir etki yaratacaktır. Yüzleşme, yaratıcı itaatsizlik eylemleri, dobra ve cesur hareket etmek böylesi sorunlarla başa çıkmak için daha etkili stratejiler olabilir. Olay anında verilen duygusal tepkiler ise kuru gürültüyle karıştırılabilir ve ciddi bir meseleyi kolaylıkla baştan savılabilecek bir karmaşaya dönüştürebilir. Fernando Vasquez ( Portekiz )
www.facebook.com/nisimazine www.facebook.com/nisimasa
Halen devam eden bu tüm bu yasaklara ve yok saymalara rağmen piyanist ve besteci Sara Najafi 2012’de bir yolculuğa çıkıyor. Fransa’dan ve Tunus’tan 3 kadın müzisyeni de İran’a davet edip, hep birlikte bir konser vererek kadın sesini İran’a yeniden hatırlatmak istiyor. Yolculuğu sırasında bizi aynı Emek Sineması gibi devlet politikalarıyla dönüştürülen/ başka amaçlar için kullanılan ve tahrip edilen mekanlara götüren Sara 20’ler ve 60’ların muazzam İranlı kadın sanatçılarının izlerini gösteriyor. Ve bunu yaparken durumun “vehametine” kapılıp üzülmüyorsunuz çünkü karşınızda dimdik duran bir kadın ve onun cesur arkadaşları var. Sara’nın bu yolculuğu sırasında kadın sesinin günah olduğunu söyleyen din adamlarıyla, son ana kadar sabit bir karar veremeyen Kültür Bakanlığı’yla başa çıkmaya çalışıyor. Filmin kesinlikle en ilginç yanlarından biri Fransız müzisyenlerin ve Arap Baharı sırasında Tunus’ta söylediği politik şarkılarla tanıdığımız Emel Mathlouthi’nin de olaya dahil olması. Müzisyenler hikaye boyunca birçok “Batılı olmayan” sorunla karşı karşıya kalıyor. Vizeleri çıkmıyor, İran’daki Fransız konsolosluğundan uyarı yazıları alıyorlar ama olayları kesinlikle çok yumuşak ve saygılı bir biçimde idare ediyorlar. Müzisyenler hiç bilmedikleri bir kültürde, bilmedikleri bir dilde müzikle bir bağ kuruyorlar. Müzik onların en güzel çevirmeni oluyor. Birbirinden farklı sesleri, hikayeleri, enerjileri olan 6 kadını dayanışma birleştiriyor. Sansürün, engellemelerin çokça yaşandığı İran için oldukça cesur bir belgesel olmasının yanısıra militan bir belgesel de değil. Belgesel söylemek istediği her şeyi şarkılarla söylüyor ve bizi hiç bilmediğimiz İran’ın politik şarkılarıyla tanıştırıyor. Karakterlerin iletişimi, konunun bütünlüğü ve işlenişi bakımından sınırları iyi belirlenmiş ve bu çerçevede görüntüler çok güzel kurgulanmış. Umarım Ayat Najafi’nin bu belgeseli ülkesinden daha çok kişiye ulaşır ve bu öykü bir “masal”dan ibaret kalmaz. Beril Toper ( Türkiye )
Guy Myhill (UK)
Temmuz Süreyya Gürbüz ( Türkiye )