Nisimazine Istanbul 2015 5th Edition

Page 1

Nisimazine

Istanbul Film Festival 2015

17 Nisan 2015 Cuma 17th April 2015

sayı 5 edition 5

Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır a festival gazette published in the framework of a workshop for young critics by NISI MASA - European network of young cinema

Taksi

sayfa 5

Lynn Klein (Luxembourg)

Voice Over

sayfa 3

Teresa Pereira (Portugal)

Forever

İranlı sinemacı Jafar Panahi’nin film çekmesi teknik olarak kendi devleti tarafından yasaklandı. Ne var ki, yine de ülkesine dair baş döndürücü bir film çekmeyi, festival çevrelerine göndermeyi, hatta bu seneki Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı kazanmayı bile başardı. Taksi, izleyiciyi...

sayfa 5

Lucía Ros Serra (Spain)

No Land's Song

The Goob

70’lerde İran’daki sınıflar arası ayrımın büyümesi, ekonomik kriz ve İran’da yönetimi demokratikleşme çağrıları dünyanın ilk İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Şüphesiz ki bu devrim 20. Yüzyılın dönüm noktalarından biriydi ve binlerce yıllık bir kültürün birçok değerinin yasaklanması ve yok sayılmasıyla sonuçlandı. Müzik ve kadın sesi ise bunlardan sadece ikisi. Devrimden sonra kadınların şarkı söylemesi yasaklandı, sadece erkeksi sesi bulunan kadınların İran’da şarkı söyleyebileceği belirtildi ve kadınların karma bir seyirci önünde sahne alması yasaklandı. İranlı kadın sanatçıların eserlerine ise sadece karaborsadan ulaşılabiliniyordu.

The Goob hakkında ilk bahsedilen, İngiltere kırsallarında yalnız bir kasabayı kendine merkez alması, hatta tam olarak Norfolk adında sınırları yok gibi görünen bir bölgede geçiyor olması. Belli ki bu bölge, dümdüz uzanan sarı/yeşil tarlalar ve apaçık engelsiz gökyüzüyle şehir hayatının tüm kısıtlayıcı unsurlarından uzak, fakat kırsal hayatın kendine özgü “buradan kaç kurtul” dedirtebilen tekdüzeliğinden de bir o kadar muzdarip. Bu sonu görünmeyen tarlaların arasına serpiştirilmiş sezonluk işçilerin geçici varlıkları, ve Norfolk'un yerel halkının yalnızlığı The Goob'un dramatik hikayesinin arka planını oluşturuyor diyebiliriz. Filmin yönetmeni Guy Myhill'in, neden bu bölgede geçen bir hikaye anlattığı sorulduğunda verdiği cevap basit: “çünkü orada yaşıyorum”. Yaşadığı bölgeyi ve coğrafyanın toplumsal kültürü etkileme şeklini çok iyi tanıdığını, bölgenin sunduğu görsel melankolizm ve anlattığı “coming-ofage” hikayesindeki insanların yalnızlıkları arasında kurduğu katmanlı paralellikten hissedebiliyoruz. Guy Myhill, bu ilk uzun metraj filminde, odağına koyduğu genç erkeği çoğunlukla tarlada, motorsikletinin üstünde tarlaları bölen ince yollarda tek başına, insanlara uzaylı gibi bakar ve genellikle etrafında olup bitene sessiz kalırken göstererek, genç erkeğin bir çeşit kırsal hayata ve toplumsal etkilerine “maruz kalma” halini anlatıyor. Yönetmen, bu ergen pasifliği ve başıboşlığu ile estetik bir noktadan uğraştığı kadar, karakterini ödipal bir travmanın ortasına atarak psikolojik bir gerilim yaratma çabasında aynı zamanda. Guy Myhill'in kendi deyimiyle bu film, genç bir erkeğin annesinin başka erkeklere olan ilgisinin kendisine olan ilgisinden fazla olduğunu idrak ettiği dönemi anlatıyor. Kurduğu anlatıda, annesinin sevgilisi olan karakteri son derece zorba, fiziksel şiddete düşkün ve sadakatsiz bir çerçeveye oturtarak bu spesifik ergenlik travmasının dramatik etkisini olabildiğince arttırma çabasında. Annenin başka bir erkeği arzuladığını idrak etmek başlı başına kompleks bir drama yaratabilecekken, yönetmen işin içine “üvey baba” figürünün şiddetli zorbalığını katarak hikayeyi maskülen bir güç gösterisinin etrafında şekillendirmeyi seçiyor. Filmin en çarpıcı ve benzersiz noktası ise, bu güç gösterisiyle mücadele etmek zorunda bırakılan genç erkeğin “uzaylılığı”: ergen karakterin bu zorbalığa karşı elinde olan tek silah adeta. Gerçek adını bilmediğimiz “Goob”, (karakterin Türkiye'deki adı muhtemelen “Garip” olurdu), genelde büyük bir kısmını çıplak gördüğümüz ince uzun ve beyaz bedeni, boş bakan pasparlak gözleri ve içinde olduğu çevreyle arasındaki uyumluluk ve uyumsuzluk arasında gidip gelen bir boşgezen aslında. Yönetmen, karakterinin kırsal topraklara uzaydan inmiş bir garipliliği olmasını isediğini ve baş rol oyunucusunu bu fiziksel ve duygusal “gariplik” hissini yaratabilme potansiyeline göre seçtiğini söylüyor. İlk oyunculuk deneyiminde, başroldeki Liam Walpole, çok sakin bir performansla bu hissi tüm filme yayabilmiş. Oyunculukarın otantikliği, yönetmenin estetik duyarlılığı, filmin odağındaki anne-oğul-üvey baba üçgenindeki çıkışsızlık ile birlikte The Goob, kendine has bir sinematik melankoli yaratıyor.

Ayat Najafi (Germany, france, IRAN)

Editorial

P

olitics and cinema go often hand in hand. It is an inevitable relationship and a testimony to the power of filmmaking as a form of artistic expression for the masses. The current “scandal” that has transformed this edition of the Istanbul Film Festival into a hub of discussion about censorship is undoubtedly an opportunity to debate change at a local level, but perhaps equally important, especially from a more international perspective, it is also a chance to re-think the protest strategies available to filmmakers. It is ironic that despite all the political vibe felt across the event, the screening of Jafar Panahi’s Golden Bear winner, Taxi (see page 5), is not being frequently used as an example. His immense talent aside, if there is one aspect about the Iranian filmmaker that truly makes him one of a kind, is his endless creativity when it comes to finding solutions to produce and distribute his films. Unlike what has happened here in Istanbul, Panahi’s main objective is to get his film shown, ignoring state pressure at all costs, including his own safety. The main winner is the audience, which is rarely deprived of his films in the end of the day. He may be far from winning his battle against censorship, but in many ways he has the upper hand. Now that the dust has settled in, I can’t help thinking that as Alin Tasciyan, president of Fipresci (see page 6) told us, being merely reactive is not always the best solution. The return of many Turkish productions to the festival’s screening rooms is the proof that some of them are having second thoughts. Keeping their hard work away from the audience, and most important, the media and potential distributors, will have an equally damaging effect to the future of the Turkish film industry. Confrontation, creative disobedience and downright ballsy action are often more effective strategies when dealing with such problems. Emotional immediate reaction can easely be confusing with 'much ado about nothing', transforming a serious issue into a circus like phenomenon. Fernando Vasquez (Portugal)

www.nisimazine.org www.nisimasa.com

Editörden S

iyaset ve sinema genellikle yan yana ilerler. Aralarındaki kaçınılmaz bir ilişki olmakla beraber, sinemanın kitlelere ulaşan sanatsal bir ifade aracı olarak gücüne de bir kanıt oluşturur. Bu seneki Festivali, sansür tartışmalarının odak noktasına dönüştüren mevcut “skandal” yerel düzeyde değişimin tartışılması için kuşkusuz bir fırsat sunuyor. Aynı zamanda, belki de uluslararası açıdan eşit derecede önemli olan başka bir nokta da sinemacıların protesto stratejilerini yeniden düşünmesi için bir şans sunması. Tüm etkinliği sarmalayan siyasi yaklaşımda, Jafar Panahi’nin Altın Ayı kazanan Taksi’nin (bakınız sayfa 5) pek sık örnek olarak gösterilmemesi de ironik. Muhteşem yeteneğini bir kenara bırakacak olursak İranlı yönetmeni nevi şahsına münhasır kılan yanı, mesele film çekmek ve dağıtımını yapmak için çözüm bulmak olduğunda sonsuz bir yaratıcılığa sahip olması. İstanbul’da olanların aksine Panahi’nin asıl amacı, kendi güvenliği de dahil ne pahasına olursa olsun devlet baskısını görmezden gelerek filminin gösterilmesini sağlamak. Bu durumun asıl kazananı da filmlerden mahrum kalmayan izleyiciler oluyor. Sansüre karşı savaşı kazanmaktan çok uzak olabilir ama birçok açıdan avantajı elinde bulundurduğu açık. Ortalık biraz durulmuş olsa da Fipresci Başkanı Alin Taşçıyan’ın sadece tepkisel davranmanın her zaman en iyi sonucu vermeyeceği sözlerini (bakınız sayfa 6) düşünmeden edemiyorum. Türkiye yapımlı filmlerin birçoğunun festival salonlarına geri dönmesi bu sinemacıların akıl karışıklığına da bir kanıt oluşturuyor. Üzerinde çok çalıştıkları işlerini, seyirciden ve en önemlisi medyadan ve olası dağıtımcılardan saklamak, Türkiye sinema sektörünün geleceği için eşit derecede zarar verici bir etki yaratacaktır. Yüzleşme, yaratıcı itaatsizlik eylemleri, dobra ve cesur hareket etmek böylesi sorunlarla başa çıkmak için daha etkili stratejiler olabilir. Olay anında verilen duygusal tepkiler ise kuru gürültüyle karıştırılabilir ve ciddi bir meseleyi kolaylıkla baştan savılabilecek bir karmaşaya dönüştürebilir. Fernando Vasquez ( Portekiz )

www.facebook.com/nisimazine www.facebook.com/nisimasa

Halen devam eden bu tüm bu yasaklara ve yok saymalara rağmen piyanist ve besteci Sara Najafi 2012’de bir yolculuğa çıkıyor. Fransa’dan ve Tunus’tan 3 kadın müzisyeni de İran’a davet edip, hep birlikte bir konser vererek kadın sesini İran’a yeniden hatırlatmak istiyor. Yolculuğu sırasında bizi aynı Emek Sineması gibi devlet politikalarıyla dönüştürülen/ başka amaçlar için kullanılan ve tahrip edilen mekanlara götüren Sara 20’ler ve 60’ların muazzam İranlı kadın sanatçılarının izlerini gösteriyor. Ve bunu yaparken durumun “vehametine” kapılıp üzülmüyorsunuz çünkü karşınızda dimdik duran bir kadın ve onun cesur arkadaşları var. Sara’nın bu yolculuğu sırasında kadın sesinin günah olduğunu söyleyen din adamlarıyla, son ana kadar sabit bir karar veremeyen Kültür Bakanlığı’yla başa çıkmaya çalışıyor. Filmin kesinlikle en ilginç yanlarından biri Fransız müzisyenlerin ve Arap Baharı sırasında Tunus’ta söylediği politik şarkılarla tanıdığımız Emel Mathlouthi’nin de olaya dahil olması. Müzisyenler hikaye boyunca birçok “Batılı olmayan” sorunla karşı karşıya kalıyor. Vizeleri çıkmıyor, İran’daki Fransız konsolosluğundan uyarı yazıları alıyorlar ama olayları kesinlikle çok yumuşak ve saygılı bir biçimde idare ediyorlar. Müzisyenler hiç bilmedikleri bir kültürde, bilmedikleri bir dilde müzikle bir bağ kuruyorlar. Müzik onların en güzel çevirmeni oluyor. Birbirinden farklı sesleri, hikayeleri, enerjileri olan 6 kadını dayanışma birleştiriyor. Sansürün, engellemelerin çokça yaşandığı İran için oldukça cesur bir belgesel olmasının yanısıra militan bir belgesel de değil. Belgesel söylemek istediği her şeyi şarkılarla söylüyor ve bizi hiç bilmediğimiz İran’ın politik şarkılarıyla tanıştırıyor. Karakterlerin iletişimi, konunun bütünlüğü ve işlenişi bakımından sınırları iyi belirlenmiş ve bu çerçevede görüntüler çok güzel kurgulanmış. Umarım Ayat Najafi’nin bu belgeseli ülkesinden daha çok kişiye ulaşır ve bu öykü bir “masal”dan ibaret kalmaz. Beril Toper ( Türkiye )

Guy Myhill (UK)

Temmuz Süreyya Gürbüz ( Türkiye )


Röportaj/Interview

Kerem Ayan Kerem Ayan son birkaç günün tüm hararetini üzerinde hissediyor. Festivalin Direktör Yardımcısı ve ana organizatörlerinden biri olarak verdiği tüm emek, Bakur/Kuzey’in iptali ile ortaya çıkan kargaşayla neredeyse bütün önemini kaybedecekti. Halihazırda gösterimde olan filmlerden oluşan etkileyici festival programıyla birlikte seçim süreçlerini ve bu skandalın süreci nasıl etkilediğini daha iyi anlayabilmek için Kerem Ayhan’la konuştuk.

2

İstanbul Film Festivali için nasıl ve ne zaman çalışmaya başladınız?

Festivali’nden Direktör Yardımcılığı teklifi aldım ve kabul ettim.

Üniversitedeyken, festivalde rehber olarak çalıştım. Daha sonrasında Paris’e taşındım ve sinema okumaya başladım. Cannes Film Festivali ve diğer organizasyonlarda çalışırken 17 yıl orada yaşadım. Sonrasında, 2005-2007 arasında bir arkadaşımla birlikte Barselona’da Uluslararası Politik Filmler Festivali’ni yarattık. Yedi yıl önce, İstanbul Film

Bu yıl biraz özel olsa da seçimleri yaparken belirlediğiniz kriterleri ve attığınız adımları anlatabilir misiniz? Cannes Film Festivali sırasında çalışmalara genellikle mayıs ayında film seçimiyle başlardık. Aynı şeyi diğer festivallerde de yapıyoruz. Uluslararası Yarışma’nın bir teması oluyor; sanata ya da sanatçıya göre.

Sinemada İnsan Hakları Yarışması’nın da kendine özel bir teması oluyor. Son olarak da her tür filmi kapsayan Türkiye Sineması Yarışması oluyor. Ekim ayında Filmekimi adında başka bir festival organize ediyoruz. Daha küçük bir festival ama oldukça iyi çalışıyor. Genellikle Cannes Film Festivali’ndeki önemli filmleri gösteriyoruz. Çünkü bu filmleri göstermek için bir yıl beklersek, çok gecikmiş oluruz. Nisan ayında İKSV için filmleri Cannes’dakine paralel bölümlerde


tutuyoruz. Temel olarak, İstanbul Film Festivali yeni film ve yönetmenleri keşfetme amacı taşırken Filmekimi daha temkinli hareket eden bir festival. Dünyadaki her festivale katılamadığımız için başka ülkelerden danışmanlarla çalışıyoruz. Her yıl biraz daha fazla tanınıyoruz ve daha fazla başvuru alıyoruz.

Bu durum, yasa değişikliğinin tartışılması için bir fırsat yaratabilir mi?

Sizce festival mali olarak nasıl etkilenecek?

Evet, ama aynı şeyi geçen sene de yaptılar ve çok bir şey değişmedi. Fakat tam tersine bu sene filmlerin festival çekilmesiyle olay daha da büyüdü. Bu sebeple umuyorum ki dinleyecekler.

Türk sinemasından bahsetmişken, sizce şu an nasıl bir konumda?

Festival gelecek yıllarda da aynı durumun yaşanmasının önüne nasıl geçecek?

(Gülüyor) Bu ara pek iyi değil (tekrar gülüyor). Türkiye sinemasının uluslararası anlamda giderek daha fazla tanındığını düşünüyorum. Birkaç yıl önce ve geçen yıl tekrar Altın Palmiye kazanan Nuri Bilge Ceylan sayesinde, insanların ilgisi arttı. Birçok genç yönetmen onun üslubunu taklit etmeye çalıştı. Fakat şu anda sinemacı yepyeni bir jenerasyon var. İstediklerini yapıyorlar ve sonuçta yeni ve ilginç filmler ortaya çıkıyor. Bu yıl festivalde çok sayıda yeni ve farklı türde film vardı; ama sizin de bildiğiniz gibi bazıları festivalden çekildi. Türkiye’de çok daha farklı bir durum var. Gösterdiğimiz filmler genellikle sanat filmleri ve bu filmler vizyona girdikten sonra bir hafta gösteriliyor. Öte yandan, komedi alanında Türkiye sinemasında büyük bir üretim var. Ülkedeki durum kötüyken daha fazla komedi filmi izlemek istiyoruz. Şu anda o komedi dönemindeyiz ve bu filmler gayet de güzel iş yapıyor. Büyük Amerikan filmleriyle gişede kapışan çok sayıda Türk filmi var. Sanıyorum ki dünyanın geri kalanında da durum bu. Festivallerde yer almayan başarılı komediler var ve kapalı gişe oynuyorlar.

Mesele şu ki yasa değişmezse biz bu yasadan kaçacak bir yol bulamayız. Bundan sonra her filmin bu belgeye sahip olması gerektiğini ve belgesi olmayan filmleri artık gösteremeyeceğimizi söyleyebilirler. Ya da tamam, yasayı değiştiriyoruz ve sizi muaf tutuyoruz diyebilirler. Tabii ki biz ikinci çözümü tercih ederiz fakat eğer birinci çözüm tercih edilecek olursa, herkesin durumu kabulleneceğini zannetmiyorum. Daha fazla tartışma, daha fazla sorun ve bir sürü başka şey olacaktır. Fakat yasayı gerçekten de değiştireceklerini umut ediyoruz.

Bu durum tabii ki sponsorlarımızı da etkileyecektir. Örneğin Türkiye sineması bölümünün tek bir sponsoru var. Bölüm tamamen gitti; şimdi ne olacağını hiç bilmiyoruz. Bu yılın sponsorlarından bazıları Festival’den paralarını geri çekti. Tabii ki, bunun iyi bir etkisi yok. Ana sponsorlar kaldı ama gelecek yıl neler olacağını göreceğiz. Durum sadece bizimle de sınırlı kalmıyor. İki hafta sonra Ankara Film Festivali başlayacak ve Bakur/Kuzey orada da gösterilecek, yani ne olacağını bilmiyoruz. Lucia Ros Serra (İspanya)

CREDITS/ Künye NISIMAZINE ISTANBUL, 12-19 APRIL 2015 N°5, Edition of Friday, 17th April 2015 Sayı 5, 17 Nisan 2015 Cuma A magazine published by NISI MASA in the framework of a film journalism workshop for young Europeans. Bu dergi, NISI MASA tarafından ‘Genç Avrupalılara yönelik Sinema Yazarlığı Atölyesi’ çerçevesinde yayımlanmıştır. EDITORIAL STAFF / Editör Kadrosu Director Fernando Vasquez Turkish Editor Emrah Kolukisa Logistic Manager Luisa Riviere Writers/ Yazarlar Fernando Vasquez, Beril Toper, Temmuz Süreyya Gürbüz, Lucía Ros Serra, Teresa Pereira, Lynn Klein Translators/ Çevirmen Sinem Şekercan Photographer Beril Toper, Haluk Baysal, Martin Monk Layout/ Tasarımcı Francesca Merlo Special Thanks to Azize Tan, Elif Obdan, Syhun Zeynep and Sezer Kari NISI MASA European Network of Young Cinema 99 Rue du Faubourg Saint-Denis 75010, Paris, France +33 (0)1 48 01 65 31 europe@nisimasa.com www.nisimasa.com www.nisimazine.org With the support of the Youth in Action of the European Union. This project has been funded with support from the European Commission. This publication reflects the views only of the author, and the Commission cannot be held responsible for any use which may be made of the information contained therein.

Sizce Bakur/Kuzey skandalı Türk sinemasının gelişimini nasıl etkileyecek? Bakur/Kuzey için söz konusu olan mesele, bir filmin ticari olarak ya da festivallerde gösterilebilmesi için bir izin belgesine sahip olmasını gerektiren yasa. Biz ise festivallerin yabancı filmlerde olduğu gibi bu belgeyi almadan filmleri gösterebilmekte özgür olmasını istiyoruz. Yasa yıllardır yürürlükteydi fakat daha önce hiç uygulanmamıştı.

Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Projeleri desteğiyle. Bu proje Avrupa Komisyonu desteğiyle finanse edilmiştir. Bu yayın sadece yazarın görüşlerini yansıtır ve Komisyon burada yer alan bilgilerin herhangi bir şekilde kullanımından sorumlu tutulamaz.

Voice Over

Festival Agenda & Tips Festival Ajandası & Öneriler

Cristián Jiménez (SPAIN)

17/04/2015

Cristian Jiménez had his debut feature Bonsai at Un Certain Regard in 2011. Now he returns with Voice Over, which premiered at Toronto, starting a promising career at the festival circuit. This film comes to confirm the very prolific phase of contemporary Chilean cinema, growing and becoming more stronger. As such, this film joins works like Pablo Larraín's No or Sebastián Lelio's Gloria, putting Chilean cinema back on International map. Sofia is a divorced young mother, with two kids and a dead career as an actress. Her sister lives in Paris but, now, with a new-born child, she decides to come back to Valdivia. Both sisters are confidant of each other, in spite of being complete opposites. Divorced from a sikh, Sofia doesn’t eat meat, uses cell phones nor internet. Ana is a confident working women with no time to waste. These two will share the sudden discovery about their father, at the same time they witness their parent's divorce. This is a story about the dramas in the relationships of an apparently normal family, portraying divorces, beliefs and lies, mixed with an obsession for eating meat, stepping on nails and playing tennis. Cristian Jiménez does this with his characteristic kind of comedic satire. Starting with an explicit birth image, probably to emphasize the most ancient

11.00 Hippocrates Feriye 13.30 Behavior Rexx 16.00 Yearning Atlas

and tight kind of bound that exists: the mother and son bound. Then, the curiosity is seeing how the three mothers act with their children. Sofia seems the most fragile and sweet one but actually she ends up being very strict with her beliefs, passing them to their decedents. Then there's Ana, a very quiet and disconnected mother, letting the husband assume the maternal role. Finally there's Matilde, starring Paulina Garcia, the actress of the prestigious Gloria, has their mother. She's a kind of a day dreamer, the last one to know everything, almost a daughter to her single child. And we can't forget Mamy, the great-grandmother who combines the best of the two worlds: making cookies and talking on skype with her greatgrandchildren. This fact will result in some confusion, making one of the funniest and, at the same time, most touching moments in the film. The father figure, between so many women, doesn't fade away, on the contrary, he's one the most amusing characters.

Jiménez's style flows naturally, we almost don't feel the camera movements except when he deliberate wants to emphasize them. But the most notable fact is the editing, that at some strategic and well chosen points, mixes the narrative with some unexpected images. All covered, of course, with Sofia's kind voice. Despite serving it's proposes, and being a well constructed film which will appeal to a lot of people, when the film is over we can't help but feel that something is missing. Something beyond, a deeper way to approach the characters and situations. Jiménez makes us question: how far can we stick to our beliefs and where's the point when we are just being stubborn? Then, in a beautiful and astonishing ending scene, he gives us an answer: is never too late to change your mind. Teresa Pereira (Portugal)

16.30 Lone Scherfig Master Class BOUN Mithat Alam Film Centre 24.00 Fil'm Hafızası Midnight Party Cosmique Room

18/04/2015 11.00 Life in a Fishbowl Beyoğlu 13.30 A Blast Beyoğlu 19.00 Nabat Rexx 2 21.00 Tigers Beyoğlu 24.00 It Follows Atlas

3


pic of the day

4 Š Haluk Baysal


Reviews/Yorumlar

Forever

Taksi

Margarita Manda (GREECE)

Jafar Panahi (IRAN)

B

eing a woman filmmaker in Greece must be a difficult task and it's probably very hard to name only ten Greek female filmmakers. Margarita Manda knows about this struggle but still has become one of the directors trying to rise her own voice, breaking prejudices about genre roles. She debuted in 2009 with Gold Dust, but she can proudly claim to have been the right hand of late Theo Angelopoulos working as his assistant director. From him, she has inherated the precise staging and love for nostalgia. Forever is her second feature film and it proves that she is a worthy disciple of Angelopoulos with this hopeful story about love and loneliness. In an Athens represented as a ghost town, Kostas, a metro driver, is secretly in love with a woman he sees everyday in his train. Her name is Anna and she sells tickets for the ferry. She has never noticed Costas, but when he is diagnosed with an unespecified illness that requires a complicated treatment, he decides to not waste his life being alone and will try to get to know her, following her and creepingly stalking her but, surprisingly, always keeping the hope for love alive even when she turns him down. Both, middled-aged Kostas and Anna, are two lonely souls in a dying city, routinary and resigned to a life lacked of love where surprises are not expected anymore. Margarita Manda transforms the city of Athens in a metaphor of loneliness, and the perfect souless companion for these two characters. She dares to use very minimalistic camera movements, a meticulous composition of shots and even an almost black and white tone to point out the decay of the streets and the people (the only clear people we see apart from Kostas and Anna are vagabonds) of the city. This helps to transform the movie in an accurate and subtle portrayal of the social, political and economic situation in Greece.

Manda focuses in the lack of love around the isolated city to stand out the evolution of the relationship between Kostas and Anna and the renewed hope of authentic romantic love when he realizes he has nothing to lose. Tunnels, train tracks and even roads are strategically shown to make us understand that this two lonely souls will find each other sooner or later. Forever is composed by long shots showing life passing by, a good exercise to highlight the simple and empty life of the characters. Unfortunately, some of them may seem too long and too unprovided of content that the viewer can be easily bored and get him out of the story. The almost total absence of dialogue (they only exchange few words and we can only perfectly hear his voice through a recording where he tells a mythical description about the ancient rivers covered by the train tracks, keeping the ghosts stuck there forever), doesn't help the rhythm to be lighter and dynamic. This kind of rhythm and story requires the subtle performance of its actors. Here is where Kostas Filppoglou and Anna Mascha come into play with their phantasmagoric portraits of loneliness wandering in the city. While Kostas seems willing to change his way of life in order to finally be happy, Anna's character is more settled down in her emptiness, scared to be hurt in any way, which makes her refuse Kostas. A contrast that is perfectly and simply resolved by Manda with an efficient and poetic final scene that involves, conveniently, a train track and shared smiles and that lead us to a peaceful and hopeful feeling. Lucía Ros Serra (Spain)

İ

ranlı sinemacı Jafar Panahi’nin film çekmesi teknik olarak kendi devleti tarafından yasaklandı. Ne var ki, yine de ülkesine dair baş döndürücü bir film çekmeyi, festival çevrelerine göndermeyi, hatta bu seneki Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı kazanmayı bile başardı. Taksi, izleyiciyi gerçekten de Tahran’ın hareketli sokaklarında bir gezintiye çıkarıyor. Panahi’nin kendisi taksi şoförü gibi giyinip direksiyonun arkasındaki yerini alıyor. Müşterilerini ve müşterilerle yaptığı sohbetleri kaydetmek için gösterge paneline bir de kamera yerleştiriyor. En başta, ortam biraz iyimser hatta sıkıcıymış gibi duruyor. Tahran sokaklarının özellikle ilgi çekici bir yanı yok. Neyse ki yolcular konuşmaya başlıyor ve bu konuşmalar tüm yönleri ve sorunlarıyla İran toplumunu yansıtıyor. Bir öğretmen kendini hırsız olarak tanımlayan bir adamla fakirliği tartışıyor; batıl inançları olan ve yanlarında balık taşıyan iki kadın günün belli bir vaktinde balığı kuyuya atmaları gerektiğine inanıyor ve bir avukat mevcut hukuki durumları tartışıyor. Film sadece ortalama bir kişinin kafasındaki fikirleri yansıtmıyor, aynı zamanda sokaklardaki dramayı da gözler önüne seriyor. Özellikle de taksi ambulans olarak kullanıldığında. İllüzyon, kaçınılmaz olarak yolculardan biri Panahi’yi tanıyınca yıkılsa da yolcu çalıştığı sektörle ilgili başka bir konu açıyor. Sonuç olarak, insan o görüntülere ne olduğunu merak ediyor. Çünkü arabaya bazı sahtekarlar zorla giriyor ve bu da Panahi’nin durumunun belirsizliğini yansıtıyor. Film, hızlı diyaloglar, kendi sorunlarını taksiye taşıyan yolcular ve tek başına sessizce aracı kullanan Panahi’yle birlikte rahat bir hızda ilerliyor. Panahi, kendisi hakkında çok bilgi vermeden nazik ve

sessiz bir taksi şoförü olarak kalıyor. Yine de, İran’ın günlük yaşantısını açığa vurmadan yolcularını belirli bir yola doğru yönlendiriyor. Yolculara göre taksi kamusal alan ve özel alan arasında var olan bir yer. Bir noktaya kadar akıllarındaki her şeyi burada söyleyebiliyorlar. Film sonunda jenerik olmadan bitiyor. Çünkü filmde yer alan kişiler, var olmasına bile izin olmayan bir filmde riskli bir konumda yer alıyorlar. Gösterge panelinde yer alan tek bir kamerayla çekim yapmak çerçevelendirme açısından sorun yaratıyor. Panahi, bu sorunu, aracı kullanırken konuşan kişiye elle odaklanmak yoluyla çözmüş. Panahi’nin çektiği görüntüler, okuldan aldığı yeğeni Hana’nın çektiği görüntülerle tamamlanıyor. Hana’nın ödevi için bir kısa film çekmesi gerekiyor. O da amcasının taksisinde gördüklerini çekiyor ve böylece İran’da film çekme tartışmasını tetikleyen ilgi çekici bir karaktere dönüşüyor. Filmdeki tüm konuşmalar, Panahi’nin film çekmesinin yasaklanmasına sebep olan tüm konuları özenle özetliyor. Geçmişte maruz kaldığı gözaltılar ve aldığı hapis cezaları düşünüldüğünde oldukça cesur bir hareket bu. Filmin güzelliği işte tam da bu noktada yatıyor. Taksi kadar basit bir ortamda modern İran toplumuna yönelik büyük tartışmalar yapılıyor. Filmde müziğe pek de ihtiyaç yok. Tek bir kamera (yeğeninin kamerası hariç) ve yolcularının konuşmalarına pek de müdahale etmeyen Panahi. Seyirci, taksiden hiç ayrılmadan şehre dair bir fikir edinebiliyor. Bu sebeplerle Taksi yalnızca yabancı bir şehirde yapacağınız manzaralı bir yolculuk değil. Panahi’nin de kesinlikle filmi çekerken aklında olan entelektüel yaklaşımla bu film, aldığı tüm övgüyü hak eden çok katmanlı ve harika bir film. Lynn Klein (Luxembourg)

5


Š Haluk Baysal


Röportaj/Interview

Alin Taşcıyan

How do you interpret all that is going on here at the festival? Oh well I think we are over doing everything as usual. This is our attitude, when there are much more important matters we always focus on what’s important for us in our little environment. I’m afraid we have to learn to look deeper into things, think better about them and react in a more efficient way. Our reactions are far too superficial. If you have a problem with the system, which has been existing for a while, you don’t wait for the system to break up, you continue systematically to work against the system. These kind of small reactions, which end up punishing the audience, according to me, are totally useless. I mean, why are we fighting? Why are we against any kind of censorship, why? So we can freely show our films. Right? So why are we banishing our own films? Why not try to go into the cinema and show this film against all kinds of oppressions? What is the worst that can happen? Will the police show up with their water canyons? Well, they do that everyway for this or that reason, so I don’t think it is anything new, or anything scarier. If this is supposed to be civil disobedience, we have to be really disobedient. Just talking and talking non-sense without really knowing what we are talking about to me is totally a waste of time. What is the position of FIPRESCI on this? Is there a protocol for these kind of situations? Our jury is responsible in this case, they

With so many accusations of censorship since the withdrawal of North from the program, we embarked on a quest to feel the pulse of the journalism community present. It did not take much time until we found Alin Tasciyan, who just happens to be president of FIPRESCI. As the most significant representative of film journalists there was little doubts we had found the right person. Yet we were in for a ride, since Tasciyan proved to have no problems whatsoever in expressing her opinion, which turned out to be quite surprising. made a declaration that we are against censorship and that they are withdrawing. The competitions are cancelled, the jury has to withdraw, of course, what are you going to do? But is still important and wise to make a declaration stating that we are in solidarity with the Festival and the filmmakers. I think they made the correct choice, and they have a reasonable text. FIPRESCI is a federation, meaning an association of associations. We don’t have any protocols but we have principles. For any filmmaker or journalist is wise and correct to be against censorship. We have this principle, but under that we don’t have any written protocol because situations vary a lot from country to country. Whenever there is a reaction from one of our national associations asking for solidarity, we do support them. If they have a declaration to publish, we distribute it to whomever we can. What would be the best conduct for a critic in a situation like this? Is there any sense in keeping on reviewing these films? To whom is the film critic referring to? The filmmakers? No. We refer to the audience. So if you choose not to show your film, whatever I write for the audience is useless. The audience has to wait until there is an opportunity to watch the film. That is why I am saying that we are really punishing the audience. The question is right. As a film critic, if I am answering to my audience I’m saying look dear readers, there is this nice or important film, but you will have to wait until it is released.

You will have to wait for another year or festival. Or am I supposed to tell them to find it and download it? Of course not. Unfortunately, this is a dead end. Reviewing or not reviewing it has not to do with the content, but whom you are answering to. Do you think in certain situations it is better for a journalist to boycott the Festival? Journalists cannot boycott anything, otherwise we stop the freedom of information: If we don’t inform people, who will inform people? There are wars going on, I think there is nothing more correct than boycotting a war. But if a journalist boycotts a war how are we supposed to learn about it? There are three main principles of journalism: To inform; reflect the public opinion; and Help, develop, improve or make the public opinion. If you don’t inform people about what is going on, in an objective and correct way, then you are not doing your job. Does censorship affect the way films are made? In film history some of the best films have been done under totalitarian regimes. These regimes have pushed filmmakers into a corner where they have become more creative, learning subtler ways of expressing their ideas. Look at post-war Eastern European cinema, incredible censorship but amazing films. They are wonderful, with all these metaphors and refined forms. If you look at it this way, unfortunately censorship is great for creati-

7


vity. Iranian cinema was born under one of the most totalitarian regimes in the world, but they have found creative ways to impress us with their ideas, resisting against censorship with better films. Think about Chinese cinema, they have created masterpieces, still under censorship. If there is any kind of censorship, authoritarianism or oppression and you are capable of producing films against it, and they are being accepted, then you are a good filmmaker, who resists and is political. Like Abbas Kiarostami, who is a wonderful filmmaker that has been able to do this. Is the same true in Turkey? In our case it has not even been submitted to the committee. If it is an attitude of saying no, I’m not going to submit my film, this is civil disobedience. What I am trying to say is why are we not really fighting with the system and not meditating on the subject? Why are we always trying to walk around these things instead of breaking them up? It is a mystery to me. We have to think it better and find better ways. This (reaction) is not a way to resist; this is not the way to change things. If you want to this law changed, which has been there since 2004, you did not have to wait 11 years and something like this to happen to react. Could you explain how does this process actually work? How is this sort of “censorship” enforced? It is a classification by the way, this law has changed censorship. There is no way that they can banish your film. The law doesn’t allow a total banishment. Total banishment is only applicable for pornography or violence. There have been two cases, one of them was Lars von Trier’s Nymphomaniac. The law doesn’t contain anything, no political idea. The correct way to do it (fighting it), is going to ask for your certificate. If they don’t give it then this is a declaration. Then you can go to the court (and dispute it). Let’s do it in a legitimate way. Laws are disputable, legality is disputable, but legitimacy is not. What do you reckon will be the impact of all of this on the Festival? Nothing, nothing and nothing. The film festival will end without competitions. Who cares? People will go on watching films, I will go on watching films and then who loses in the end? The government? Yes sure (smiles in irony). Even if you confront them we don’t even have any concrete proofs saying that this is censorship. We can only say it but we could have it in our hands to prove it. Do you see any chances of change in the future? After this is over, if we again think smart and work on it, yes. We can propose a new law, for example. But I am afraid we have many other scary things in front of us. Before we can fight about cinema or culture and arts, we have to deal with the 1st of May demonstrations, where I hope there won’t be any bloodbath. Then there is going to be the anniversary of the Soma Tragedy on the 13th of May, and then, hopefully, we will have the elections. Did you actually have a chance to watch North? Are you curious about it? No, I haven't because I'm the kind of person who wants to go to the cinema to watch things, you know. I think they did the press screening, I thought they wouldn't even do the press screening, so it was silly of me to not go. Çayan Demirel, the director, who is in a coma now, is a filmmaker I admire very much. So I was already curious about the film. The co-director, Ertuğrul Mavioğlu is a journalist. We were in the same group and I admire him very much too. So, I'm sure that the film has a certain objectivity, a very human approach, because they are the kind of filmmakers that you are not going to expect any kind of bad inappropriate attitude. I'm sure they have done a documentary which is really worth watching. Who wouldn't be curious to see all these PPK camps, the guerrilla and everything? It was going to be the first one. In terms of history it's an important documentary. Do you think that after all this controversy the film has a bigger chance to make it internationally? Probably, simply because in all these years none of our documentaries have been able to make any kind of international opening. I have to admit that documentaries are the weakest link in Turkish cinema. This new wave of Turkish cinema has been very successful in many ways. Maybe this is an opportunity for them (local documentaries) to capture attention. Fernando Vasquez (Portugal) Lynn Klein (Luxembourg) Beril Toper (Turkey)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.