ARALIK / 2020
Sayı 15
SES DERGİSİ
İÇİNDEKİLER ARALIK 2020, SAYI 15
I EDİTÖR NOTU 15. Sayıda Kanadalı yazar Yann Martell, 2020 yılı ve yazarlık atölyesi çalışmalarını konuşuyoruz.
II YANN MARTELL Ses Dergisi
Kanadalı ödüllü kurgu yazarı Yann Martell'in Kanada edebiyatındaki yeri ve okuyucu kitlesi için onu farklı kılan yazım tarzını okuyacaksınız.
Kültür-Sanat-Edebiyat
III
Kapak
ÖYKÜLER
Kimi kurgusal öykü yazdı, kimi tarihi bir temayı satırlara taşıdı. Hayallerini ustalıkla satırlara döken öykü yazarlarıyla tanışacaksınız.
VI ŞİİRLER
Kimi ikinci yeniler gibi soyut şiiri yazdı, kimi toplumsal şairlerin poetikasıyla sosyal sorunu şiire taşıdı.
VII DENEMELER
fİLM ANALİZİ Zehra Azize
V Kitaplar ve Barbarlar
15
MECİT ÖZ
1965 yapımı siyah beyaz bir Kitapların Türkiye'de ve dünyadaki kaderini filmin ilgi çekici ve merak okuyacaksınız. uyandırıcı bir analizi.
sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca 2
KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT
IV
Bu sayıda ikinci ağırlıklı tür denemeler oldu. Yazarların birbirinden farklı konuları özgün bir tarzda ustaca ele alışını okuyacaksınız.
ARALIK / 2020
Sayı 15
EDİTÖR’den
SES DERGİSİ Kültür - Sanat - Edebiyat Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın
Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital
Her sayıda olduğu bu sayıda da değerli şiir ve yazılarını bizimle paylaşan kalem dostlarına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Dijital adres: www.issuu.com/enesengin
Aralık ayındaki kapak çalışmamız Kanadalı kurgu yazarı Yann Martel. Neden bu isim? Yazarlık atölyesinin son iki kursumuzda kurgu çalışmaları üzerinde durmuştuk. Kurgu yazarı olan Martel, Life of Pi isimli romanıyla Man Booker tarafından İngilizce yazılmış yılın en iyi romanı ödülüne layık görülmüş bir kalemdir. Atölye çalışmamıza paralel bir ismi sizinle tanıştırmak istedik.
iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres:
Son olarak, Yazarlık Atölyesi’nin üçüncü haftasında yazarlık mutafığımızda kalemler ürün vermeye başladığını söylemek istiyorum. Kurgu öykülerini yazmaya çalıştığımız bu iki haftada çalışmalarını paylaşan yazarlara teşekkür ediyorum. Önümüzdeki sayıdan itibaren tekrar ortak öykü ve denemelere başlamış olacağız. Şimdiden bol okumalı, yazmalı günlerde buluşmak dileğiyle.
Şerif Aydın
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ve dostlar, 2021 yılının arefesinde 15. sayıyla karşınızdayız. Nasıl diyeyim bilmiyorum ama şunu bilin ki tarifsiz bir duygu içindeyim. Neden “tarifsiz” dedim? Çünkü dergi yayıncı için annenin evladı, fırıncının yeni çıkan ekmeği, bahçıvanın açan gülü gibidir. İçinizi sımsıcak sarar. Her sayının apayrı öyle bir heyecanı var ki tarifi imkansız. O ayda yazar ve şairlerimizin duygu düşüncelerini derginin sayfalarına serpiştirirken aynı gemide yol alıyor gibi oluyorum. Bu sayı da onlardan biri oldu.
Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın
Ses Dergisi
S
evgili okurlarımız, öncelikle yeni yılınızı kutlar, sağlık esenlik dolu, koronasız bol ilhamlı günler diliyorum. Acısıyla tatlısıyla bir yılı geride bırakmış olduk. Dergi çatısı altında emeği geçen tüm kalem dostlarına yürekten teşekkür ediyorum. 2020 yılında dergi çatısı altında ortak öykü, ortak şiir, ortak deneme gibi çok güzel çalışmalara imza attığımız kadim yazı ekibimizde olan sevgili Yasemin Tatlıseven, Seyfullah Sacit, Sadık-ı Meva, Handan Tunç, Mavi, Zeynep Gür, Sinem Der Ki, Esra Dolunay, Rüveyda Gül, Acemi Seyyah, Şemsi Turan, Katre ve Canan Duyuş’a özellik teşekkür ediyorum.
Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.
3
Sayı 15
ARALIK / 2020
KAPAK
KANADA
Kanadalı Kurgu
Ses Dergisi
YANN Yazarı Martel ŞERİF AYDIN
D O SYA
Kültür-Sanat-Edebiyat 4
Sayı 15
Y
ann Martel 2002’de İngiltere’nin en prestijli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Man Booker Ödülü’nü ‘kurgu’ dalında kazanan Kanadalı yazar. “Yann Martel” denince dostlarına kitap okumaları noktasındaki şu ısrarı ile zihninizde kalsın: “Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir.” Ona ün kazandıran romanını yazma öyküsü oldukça ilginç. 1996 yılına kadar az bilinen iki kitabı olan sert bir yazar olarak Hindistan’a yola çıkar. Bu dönemi, seküler dünya görüşünü reddedip inanca aşık olduğu dönem olarak tanımlar. Sade bir hayata sahip mütavazi yaşayan, ama en az romanı kadar Kanada başbakanı Stephan Harper’a 4 yıl boyunca her Pazartesi kitap göndermesiyle tanınan biri. Yazdığı romanını dünya konuştu. 13 milyondan fazla sattı, 40’tan fazla dile çevrildi. Sadece ona değil, filme çevrilince filmin yönetmeni Ang Lee’ye de Oscar kazandırdı. Ama bu ün
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Ağaç dikmek, bulaşık yıkamak, güvenlik görevlisi olarak çalışmak gibi kısa süreli işler yaptım, bu işlerin kalemimin önüne geçmesine asla izin vermeden... Hikayeler gönderdim. Bir keresinde 16 farklı edebi incelemeye 16 farklı hikaye gönderdim, 16 ret aldım.”
onun hayatında bir değişiklik yapmadı “New York, Londra ve Pariste yaşayıp isminin başına ilk harfi büyük Y(azar) (W-riter) ile yazılmış bir yazar olmak istemiyorum” der bir röportajında. İçkiden ve sigaradan uzak, maddi şeyleri çok umursamayan bir porter olarak bilinir Martel. Her durumda çocukları onu alçakgönüllü tuttuğunu dile getirip çocukları ve ailesiyle ilgili ilginç bir anektdot naklediyor. “Booker ödülünü kazanmamdan etkilenmediler, Pi’nin Yaşamı’nı yazdım diye etkilenmediler.” diyor. Röportajı yapan The Guardian gazetesi yazarı Paul Laity bir anlık bir sahne olayı paylaşıyor ve diyor ki “Bana güzel görünümlü çocuklarının bir fotoğrafını gösterip “Babalık böyle dini bir coşku gibidir,” dedi. Ödül almadan önce orta halli bir Kanadalının hayatını yaşar Martel. Pi’nin Yaşamı’nı bitirmeden iki yıl önce aylık 4000 bin Kanada dolarıyla yaşayan biri. “Sadeliği sevdim” diyor röportajında. The Facts
5
Ses Dergisi
ARALIK / 2020
ARALIK / 2020 Behind the Helsinki Roccamatios isimli kitabının yeniden yayınlanan baskısına şöyle bir not düşüyor. “Ailemle yaşadım, ya da daha doğru bir ifadeyle onlar üzerinden yaşadım. Kira ödemedim, yemeklerini yedim. Ağaç dikmek, bulaşık yıkamak, güvenlik görevlisi olarak çalışmak gibi kısa süreli işler yaptım, bu işlerin kalemimin önüne geçmesine asla izin vermeden... Hikayeler gönderdim. Bir keresinde 16 farklı edebi incelemeye 16 farklı hikaye gönderdim, 16 ret aldım.”
Ses Dergisi
1993 yılında yayınlanan kitabı iyi karşılanır, ancak birkaç kopya satar. İlk romanıydı SELF. Self, cinsiyet ve cinsiyetin deneysel bir keşfiydi. Bunu Woolf’s Orlando ile karşılaştırıyor: 18. doğum gününde kadına dönüşen bir adam; yedi yıl sonra tekrar geri döner. Martel, erkeklerin aslında kadın olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda çok meraklı olduklarını söylüyor. “Feminist klasikleri okudum ve ayrıca gözlerimi kapattım ve kendimi bir kadın olarak hayal etmeye çalıştım.” diyor ve arkasından endi kendine “neredeyse hiçbir şey satmadı” diye ekliyor.
Sayı 15 birçok hayvanının farkına vardı: Maymun Hanuman, fil başlı Ganesha, boğa Nandi, kartal Garuda vb.” Tanrılar ve hayvanlarla ilk kez karşılaştığında, İkisini de ciddiye alır… “Bhagavad Gita’nın ve İncillerin bir kopyasını satın aldım. İneklerin yakınında kamp kurdum ve onları uzun uzun gözlemledim. Ayinlere, pujalara ve Cuma namazlarına katılmaya başladım.” der Martel. Hindistan sadece “Tanrıların ve hayvanların bol olduğu ve omuz omuza olduğu” değil, “tüm hikayelerin mümkün olduğu” bir yerdi,” diye ekler. Filme çevrilen romanı onu finansal olarak oldukça rahatlatır.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sonra mı? Sonra uğraşına değiyor ve kurgu alanındaki uğraşı Life of Pi isimli kitabıyla onu edebi bir yıldız haline getiriyor. Martel bu başarının verdiği şaşkınlığı şu sözlerle özetliyor: “Heathrow’da pasaport memuru bana İngiltere’yi neden ziyaret ettiğimi soruyor. Bir an duruyorum. “Booker ödülünü kazanmak için buradayım,” diyorum ona. Kazanırsam beni hatırlayacağını, arkadaşlarına dönüp “O adamın içeri girmesine izin verdim” diyeceğini düşündüm. Ve eğer kaybedersem, beni unutmuş olacak.” “Kim?” diyecek. Martel, ardından ödül aldığı geceyi anlatıyor: “Sonra, gece, o anda kazanan açıklanır ... “Evet!” diye çığlık atıyorum ve havaya sol yumruğumu kaldırarak zıplıyorum. İki kolu da kaldırıyorum. Cehennemdeki üç gününü tamamladıktan sonra İsa Mesih gibi hissediyorum, Everest’in tepesine çıkan Sir Edmund Hillary gibi hissediyorum kendimi.” Pi’nin Yaşamı kitabında Hindistan’a yaptığı gezinin büyük etkisi var. The Guardian yazarı Paul “İnancı keşfi, başka bir uyanışla bağlantılıydı” der. “hayvanların harikasına. Hindistan’da her yerdeydiler, “sadece bariz kutsal inekler ... ya da yüksek sesle haykıran kargalar ya da maymun kabileleri değil,” Ziyaret ettiği tapınaklarda “Hinduizm’in
6
Ün yapan romanından sonra bu sefer de yayıncısı onun peşini bırakmaz ve üç milyon dolarlık bir avans vererek bu kitabın devamını yazmasını ister. Life of Pi’nin devamını büyük bir merakla beklemeye başlarlar. Ancak Martel’in önerdiği konu onlarda biraz tedirginlik meydana getirir.
ARALIK / 2020
Haklı mı? Bence haklı. Eleştirmenler onun yeni romanını eleştirse de okuyucular bu yeni romanını da sevdi. Pi’nin Yaşamı romanında önemli bir figür olan Kaplanı seçen Martel hayvanlar ile inançlar arasında karşılaştırmalar yaparken der ki “Dinler hakkında bir şeyler okurken, dini figürlerde belirli bir nitelik fark ettim. Birincisi şu anda tam burada olma duygusu. Budizm tamamen şu anda olmaya çalışmakla ilgilidir, ama bunu (Hz) İsa’da görüyoruz. Hayvanlar şimdi anı yaşıyor. Öte yandan insanlar her zaman geçmişleriyle uğraşıyor ve gelecekleri için endişe ediyorlar, şimdiki an fark edilmeden kayıp gidiyor.” Martel, kurgu alanında dini ve hayvan figürlerini ustalıkla eserlerine yansıtan güçlü bir kalemdir. Batı dünyasında kurgusal öykülerin çok rağbet gördüğü, fantastik öykü ve filmlerin geniş bir kitle tarafından rağbet gördüğü gerçeğine bakınca Martel kaleminde olan yazarların bu dünya için ne kadar önemli olduğunu bir daha anlıyorsunuz.
2014 Coventry Inspiration Book Award 2004 Deutscher Buecherpreis 2003 La Presse Prix du Grand Public 2003 Boeke Prize (South Africa) 2002 Asian/Pacific American Award for Literature 2002 Commonwealth Writers Prize (Eurasia Region, Best Book) 2002 Man Booker Prize for Fiction 2001 Governor General’s Literary Award for Fiction (Canada) 2001 Hugh MacLennan Prize for Fiction (Canada) 1996 Chapters/Books in Canada First Novel Award (Canada) 1993 Journey Prize (Canada)
Türkçeye çevrilen eserleri: Portekizin Yüce Dağları Beatrice ve Virgil Pi’nin Yaşamı Diğer Kitapları Self The Facts Behind the Helsinki Roccamatios 101 Letters to a Prime Minister: The What is Stephan Harper Reading?
7
Kültür-Sanat-Edebiyat
Martel ise eleştirilere kendi bakış açısını koruyarak cevaplar verir. “Kimi insanlar onu sevdi kimi ondan nefret etti.” der ve ekler “Holokost’un özgün tedavileri için henüz hazır değiliz.” Yazar, tekrar tekrar, “kurgunun salt gerçeklerden daha büyük bir gerçeğe ulaşabileceğini” söyler. Onu tarihi gerçekleri ele alış tarzını eleştirenlere karşı “Romancılar, hiçbir tarihçinin veya gazetecinin ulaşamayacağı yerlere gidebilir” der.
Aldığı Ödüller:
Ses Dergisi
Kitap Yahudilerin Hitler Nazisi tarafından uğradığı büyük zulmü anlatan kurgu olacak alegorik bir araç olarak da hayvanları kullanacağını söyler, Martel. Planı, “Dehşet” olarak adlandırılan bir felakette bir maymun ve eşeğin çektiği acılarla ilgili Beckettili “kavramsal oyun” içeren bir “flip-kitap”tı. Martel diğer insanların tarihsel gerçeklere baktığı açıdan biraz farkla bakıyordu. “Holokost(Yahudi soykırımı) aşıkları nerede?” “Holokost komedileri nerede?” diye soruyordu. Flip-kitap teklifi reddedilir ve romanda büyük oranda değişiklikler yapılıp Beatrice and Virgil ismiyle yayınlanır ama üzerine çokça eleştiri de çeker.
Sayı 15
ARALIK / 2020 By Grand Central Station I Sat Down and Wept (Elizabeth Smart ile ortak yazım) Dog Boy (Eva Hornung ile ortak) We Ate the Children Last The Moon Above His Head
Pİ’nin YAŞAMI
Ses Dergisi
‘Pi’nin Yaşamı’ fabl türünde yazılan, inanca dair bir macerayı konu alıyor. Kitabın kahramanı Pi Patel, Hindistan’ın Pondicherry kentindeki hayvanat bahçesini idare eden bir ailenin 16 yaşındaki oğlu olarak karşımıza çıkıyor. Doğru inancı yakalamak uğruna tüm dinleri incelemeye ve cemaatlerinin mensubu olmaya çalışan Pi, bu durumu ailesi ve dini liderler fark edene kadar sürdürüyor.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Romanın okuduğunuzda bir süre sonra yönünün, Pi’nin babasının yeni bir yaşam beklentisiyle Kanada’ya göç etmeyi istemesiyle değiştiğini görüyorsunuz. Talihsiz bu sırada başlar ve aileyi Kanada’ya götürecek yük gemisi, sefer esnasında Pasifik Okyanusu’nda alabora olup batıyor. Roman, bu noktadan sonra ise okuyucunun daha fazla dikkatini çekmeye başlıyor: Kazadan sekiz metrelik bir filikayla kurtulan Pi’nin dışında, aynı filikada 300 kiloluk bir Bengal Kaplanı da bulunuyor! Kaplan romanın önemli bir figürü. Kitap, Pi’nin kaplanla geçirdiği 227 günün muhteşem öyküsünü okura sunar. Pİ ile 227 günü yaşıyor gibi oluyorsunuz. Kurgusu muhteşem olan kitabın öyküsü anlatan yazar aç kaldığı sırada bu romana başladığını kitabın önsözünde ifade eder.
8
Sayı 15
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
ARALIK / 2020 Sayı 15
9
Sayı 15
ARALIK / 2020
TOY HİKAYECİNİN KAHRAMANI Esra Dolunay
B Ses Dergisi
ir kar tanesi uçuşan diğerlerinin arasından sıyrılıp cama yapıştı. Bir diğeri de hemen yanına. Bu sessiz ve dingin gecede pervazlara düşen pamuk taneler parıldıyor ve pencerelerde yanıp sönen renklere karışıyor. Pembeye çalan gri gökyüzü buğulandıkça, beyaz karlar etrafa saçılıyor. Kışın serin kokusu, şehrin tümünü bürümüş. Bu kadar parlak mıydı caddeler? Renklerin oynadığı kıpırtılı pırıltılı pencereler... Neyi kutluyorlar? Hiç birbirine karışmıyor mu kar taneleri? Ne zaman yandı ışıklar? Hangi ayın hangi günündeyiz? Düşüncelerim de kar taneleri gibi ordan oraya uçuşup duruyor.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Koltuğumu cama çevirip oturdum. Zihnimi de gökyüzüne. Ne güzel anlatıyordu kar taneleri, birbirine zarar vermeden yaşamanın mümkün olduğunu. Bu sözü nerede duymuştum? Bitiremediğim şu kitap yine yanıbaşımdaydı. Bana duyulmamış bir hikaye anlatabilir misiniz kitaplar? Zaten hepsi yazılmadı mı? Yaşananlar, yaşanmayanlar... Peki ya ne kadarı gerçek, ne kadarı kurguydu? Ya kitaptaki kahramanlar... Onları, yazarları duymuş muydu? Ben de seni, kahramanımı duyabilir miyim? Bana sesini duyurabilirsen, konuşuruz belki. Biliyorum. Kimseye söylemediğin bir hikayen var senin. - Sss! Otobüs mü durmuş yine. Her saat bir “pıss” sesi durakta yankılanıp, yolcuları topluyor ve hep aynı döngüde böyle sürüp gidiyor. - Suss! diyorum ne “pıss”ı suss! - Sensin! Demek benle konuşmaya karar verdin. - Konuşmaya karar vermedim. Düşüncelerinden başım şişti! Biraz sus! - Peki (...) Sanki sesini duymuşum, senle yüzyıl önce konuşmuş gibiyim. - Seni tanımıyorum dedim!
10
- Bal gibi de tanıyorsun işte! Hatta beni çok iyi biliyorsun. - Bilmiyorum! - Neden cevap verdin o zaman bana? Seni anlatabilecek bir yazar arayıp durdun değil mi? Şimdi de beni deniyorsun. Sen bilirsin! - Hikayemi dinlemeye hazır değilsin sen. Toysun! - Sen de ukalasın! - Neyse ki toy bir hikayeciye ihtiyacım vardı. - Bu ne demek şimdi? İroni mi?
ARALIK / 2020
Sayı 15 Hey! Bırak şunları. İçim şişti ya! Bu edebi kaygı nedir! Bir sal! Benim hikayemi dinle artık! - Senin derdin ne? Bir kahramanla konuşma fikri hiç düşündüğüm gibi değilmiş. Pişman oldum hakkaten. - Öyle mi? Bu ukala kahraman(!) hikayesini anlatmak için bu yazarı bekleyip durdu. - Bu toy hikayeciyi mi (!) - Benim hikayemi ne zaman anlatacaksın? - Zaten anlattım.
Ses Dergisi
Havadaki bu ağır sis, yılın son ayının alışılmış atmosferi miydi, yoksa pırıltılı ışıkların gözü yoran bulanıklığı mı bilinmez. Tıpkı kar tanelerinin yere düşerken çıkardığı sesi kimlerin duyup , kimlerin duyamadığını bilemeyeceğimiz gibi.
- Sadece “Toy Cesareti” bunu yazabilir. “Bana sus deyip kendi gevezelik ediyor. Merak edip hikayesini anlatması için yalvaracağımı sanıyor. Bu ara kitaplardan uzaklaşıp doğaya mı dönsem, ya da herkes gibi gündelik dertler peşinde mi olsam? Bıktım bu ukala kahramanlardan!” - Düşüncelerimiz ortak bir alan paylaşıyor, seni duyabiliyorum. Farkındasın değil mi?
“Resmen kahramanımla tartışıyorum.”
- Az önce ne zırvalıyordun. Pencereden bakarken hani! - Zırvalamak mı? Etrafa bakıp düşünüyordum. - Neyi? - Madem zihnimdesin neden soruyorsun? - Tamam tamam. Gel anlaşalım. Benim bir hikayem var ve seni duydum. Toy olduğunu anladım ve...
“Hala toy diyor!”
- Ve anlatmaya karar verdim. - Sağol, beni seçtiğin için. Şimdi izin verirsen yazıma döneceğim. Seninle sonra ilgilenirim. Havadaki bu ağır sis yılın son ayının alışılmış atmosferi miydi, yoksa pırıltılı ışıkların gözü yoran... -
Kültür-Sanat-Edebiyat
- ...
11
Sayı 15
ARALIK / 2020
KİTAPLAR VE BARBARLAR 10 Mayıs 1933 akşamı başlayan kitap yakma eylemi tüm Almanya’ya yayıldı. Gasp edilen kitapların yakılması birbirinin benzeri törenlerle gerçekleştirildi. Kitapların yakılışı şehirdeki üniversite öğrencilerine izlettiriliyor, kitaplar yanarken yalnızca Naziler değil profesörler de Alman kültürünü zararlı düşüncelerden arındırıldığına dair heyecanlı nutuklar atıyordu. Berlin’de 70 bin izleyici bandonun çaldığı marşlar eşliğinde 20 bin kitabın yakıldığı töreni izledi. Ses Dergisi
MECİT ÖZDEMİR
Kültür-Sanat-Edebiyat
K
itaplar ve kütüphaneler medeniyetten bihaber barbarların, cehalet yobazlarının dahası kendi fikrinden başka doğruların varlığına inanmayanların, farklı fikirlere tahammülsüz iktidarların düşman olduğu varlıklardır. Barbar kitaba düşmandır. Cahil kitaba uzaktır. Her ikisi de ilmin, kitabın, okumanın erdeminden yoksundur. Öyle olduğu içindir ki barbarlar girdikleri şehirleri yağmalamanın, yakıp yıkmanın yanında bin bir emekle yazılmış, toplanmış kitapları da ateşe vermekten çekinmemişlerdir. 1258 yılında Bağdat’ı yağmalayan ve Abbasi iktidarına son veren Moğolların Abbasi halifelerinin yahut ilme kıymet verenlerin bin bir zahmetle var ettiği kütüphaneleri yakmaktan; nice emeğin, birikimin mahsulünü yok etmekten çekinmemişlerdir. Yalnız barbarlar mıdır kitaba düşman olanlar? Tabi ki hayır... Bu konuda yalnız değiller.Bir baskı ve dikta rejimi inşa etmek isteyenler de fikrin ve düşüncenin düşmanı oldukları kadar düşünce mahsulü olan kitabın ve kütüphanenin de düşmanıdırlar. Onların hükümran olduğu dünyada düşünceye zincir vurulmuş, fikre sansür getirilmiş, yazılması yasak konular, kelimeler belirlenmiş, kitaplar sakıncalı olanlar yahut makbul olanlar diye sınıflandırılmıştır. Eeee.... Bu durumda sakıncalı kitapların kaderi acıdır. Yakılmak,
12
yok edilmek... Halka ulaşmasına mani olmak... Bu suretle iktidar için zararlı düşüncelerin yayılmasına, halk yığınlarına ulaşmasına, uyuyan yığınların uyanmasına mani olunmalıdır. Bu düzende yasaklı kitaplar ve sakıncalı yazarlar listesi vardır. Basılması, satılması, taşınması, evde bulundurulması yasaklanan, sakıncalı görülen kitaplar... Ve böylesi kitaplar genelde muhalif olanların elinde elden ele dolaşır, kütüphanelerinde rafları doldurur... Olası bir suç, şüphe kastı durumunda yapılacak ev aramalarında öncelikle aranacaklar listesinde yer alır böylesi kitaplar... Bulunması bir suç delilidir. Suçluluğun kanıtıdır. Despot iktidarların düzeninde böylesi durumlar sayılamayacak kadar çoktur ve dünyanın her devrinde ve her yanında benzer örneklerine rast gelinebilir. Böylesi düzende bir kitap gerektiğinde toptan tüfekten daha yıkıcı, bombalardan daha tahrip edicidir. Kurdukları düzeni yerle bir edecek patlamanın ilk nüvesidir. Hitler’in Almanya’sında, Mussolininin İtalya’sında, Stalin’in Rusya’sında ve benzerlerinin olduğu her yerde bir kitap katliamı yapılmış, kitaplar en büyük suç delili olarak algılanmış, sakıncalı kitaplar ayıklanmıştır. Fırınlar hamamlar, sokaklar yanan kitapların ateşiyle ısınmış, dumanıyla islenmiştir, nehirler atılan kitapların rengiyle boyanmıştır. Kuruluşundan bugüne Cumhuriyet Türkiye’sinde resmi ideolojiye, iktidara hâkim olan zümrenin düşünce yapısına muhalif olan her türlü düşünce tehlikeli görülmüş, bu düşüncenin mahsulü olan kitaplar yasak konusu olmuş, yazarları da takibata uğramıştır. Yasaklanan, toplatılan, yakılan kitapların listesi o derece kabarıktır ki say say
İstiklal marşının şairi Mehmet Akif’ten, Türkün Ateşle İmtihanı’nın yazarı Halide Edip’e, kominizim bayraktarlığı yapmakla suçlanan Nazım Hikmet’ten şeriatçılıkla suçlanan Necip Fazıl’a; Sabahaddin Ali’den Nihal Atsız’a sosyalist, milliyetçi ve İslami düşünceye mensup olan yazarlar düşüncelerinden yazdıklarından ötürü cezalandırılmışlardır.
ÜLKEMİZDEN VE DÜNYADAN YASAKLI KİTAPLAR Rejimin sakıncalı listesinin başında gelenlerden biri Bediüzzaman Said Nursi’dir. Ömrünü iman davasına adayan Bediüzzaman bazı kuran ayetlerini yorumlayarak iman hakikatlerini açıkladığı Risale-i Nur adlı eserleri nedeniyle ömrünü memleket mahkemelerinde, zindanlarında yahut sürgünlerde geçirmek zorunda kalmıştır. Risale-i Nurlarda yazıldığı günden itibaren, uzun yıllar boyunca yasaklı ve sakıncalı kitaplar arasında yer almıştır.Bu kitapları okuyanlar ya da evlerinde bulunduranlar rejim düşmanlı ve irtica suçlamalarıyla yargılanmışlardır. İnançlarından dolayı zorluklara maruz kalmış bir insanı
konu alan 1967 tarihli Minyeli Abdullah bir dönem yasaklı kitaplar listesinin başında gelmektedir. Hekimoğlu İsmail tarafından yazılan roman en çok baskı yapan ve okunan romanların başında gelmektedir. 1948 yılında yayınlanmış, ardından İnönü döneminde yasaklanarak toplatılıp yurt dışına çıkarma yasağı konulmuştu. 1976 yılında Adalet Ağaoğlu imzasıyla yayımlanan kitap 12 Eylül Darbesi sonrasında 4. baskısındayken askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif” gerekçesiyle yasaklanır ve toplatma kararı alınır. Yasaklama sonrası açılan dava iki sene sürer ve bu süre sonunda yasak kalkar. 13. yüzyıl istilacılarından Moğollar ele geçirdikleri birçok yerde olduğu gibi Alamut Kalesi’ndeki Bâtıni kitaplığını ve Bağdat’taki el yazmalarını yakmışlardır. 15 yüzyıl da İspanyol Engizisyonu Arap Endülüs kitaplığını yakarak eşi ve benzeri bulunmayan eserleri yok etmiş, kalanıyla Rönesans meydan gelmiştir. 16. yüzyılda Amerika’yı istila eden İspanyol ordusunda yer alan Piskopos Diego de Landa, şeytanın yalanlarını içerdiğini söyleyerek binlerce yıllık Orta Amerika uygarlığına ait tüm yazmaları yaktırır. Kamboçya diktatörü Pol Pot okul ve kitap düşmanlığı ile öne çıkan liderlerden biridir. Naziler iktidara geldikten kısa süre sonra sevilmeyen yazarlara karşı harekete geçtiler. Örneğin “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı savaş karşıtı romanıyla ünlenen Erich Maria Remarque’a yönelik eşi benzeri olmayan bir
13
Kültür-Sanat-Edebiyat
bitmez. Aynı şekilde düşünceleri ve yazdıkları nedeniyle takibata uğrayan, mahkeme salonlarında sorguya çekilen, zindanların soğuk duvarları içinde yaşamaya mahkûm edilen yahut bütün bunların yaşamamak için yurtdışına gitmek zorunda kalan yazarlarımızın sayısı da kitapların sayısından az değildir.
Sayı 15
Ses Dergisi
ARALIK / 2020
ARALIK / 2020
Sayı 15 1984… 1949 tarihli politik roman 1950’de Josef Stalin tarafından SSCB’de yasaklandı. Stalin romanda hicvedilenin kendi iktidarı olduğunu düşünmüştü... 1945 tarihli fabl tarzındaki siyasi roman HAYVAN ÇİFTLİĞİ Stalin’i ve ülkesini hicvettiğinden ötürü ABD ve İngiltere 2. Dünya Savaşı sırasındaki müttefikleri Stalin’i gücendirmemek için savaşın yıllarında kitabın basımına izin vermediler. Afrika’da yozlaşmış bazı liderler kitapta anlatılanları üzerlerine alındığı için 1991’de Kenya’da da yasaklandı.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
kışkırtma kampanyası başlatıldı. Alman sinemalarında romandan uyarlanan filmin gösterimi yasaklandı. Naziler 6 Mayıs’ta kitapçıları ve kütüphaneleri basarak ayıklanan binlerce kitap kamyonlarla yakılacak meydanlara taşınıp törenler eşliğinde ateşe verildi. 10 Mayıs 1933 akşamı başlayan kitap yakma eylemi tüm Almanya’ya yayıldı. Gasp edilen kitapların yakılması birbirinin benzeri törenlerle gerçekleştirildi. Kitapların yakılışı şehirdeki üniversite öğrencilerine izlettiriliyor, kitaplar yanarken yalnızca Naziler değil profesörler de Alman kültürünü zararlı düşüncelerden arındırıldığına dair heyecanlı nutuklar atıyordu. Berlin’de 70 bin izleyici bandonun çaldığı marşlar eşliğinde 20 bin kitabın yakıldığı töreni izledi. Kitap yakmakla yetinmeyen Hitler yönetimi yayımladığı ‘yasaklar listesi’ ile 524 yazara ait ‘zararlı’ dedikleri toplam 3600 eserin Almanya’da yayımlanması ve okunmasını yasakladı. Alman aydını ve basının bir bölümü bu vahşete alkış tutarken geri kalanlarında sesi soluğu çıkmadı.İnsanlık tarihinde kara bir leke olarak bu kültür cinayetine onay verdiler. “Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya’nın yeniden uyanışının bir simgesidir,” diye yazan köşe yazarları oldu.
14
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
ARALIK / 2020 Sayı 15
15
Sayı 15
ARALIK / 2020
Betül Aydan’dan
MUHTEŞEM’e Mektuplar 6
S
evgili Muhteşem,
Yeni bir mektupla sana gülümsüyorum. Ne güzel değil mi? Hayat hızla akıp giderken durup bir düşünme ve bir gülümse vakti benim için mektuplarım. Ara ara duruyorum, durulduğumu hissediyorum ama yine de Muhteşem, ben zamana yetişemiyorum.
Ses Dergisi
Zamansız mı desem kendime? Zamanının akışında çayda eriyen şeker gibiyim sanki. Her gün bir yerlerden göçmek iyi de her gün bir yerlere konamamak ne kötü.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Kocaman bir yolun muhasibi gibi şimdi düşlerim, düşüncelerim. Şu bir yılda hayatıma doğanlar, hayatımdan düşenler... Beni sobeleyen çok şey ve saklananlar... Arayış ve buluş sonra arayış ve hala kayıp olanlarla yaşadığım bir yıldı bu geçen günlerim. Şükür ki yazılar var Muhteşem. Ve mektuplar var bir arzuhalci gibi duygularımı göz ve gönül muhakemene sunan. “Bugün Allah için ne yaptın? Ne yaptın Allah için? Ne diktin yeryüzüne? Yeni doğacak çocuklar için” En sevdiğim dizelerdendir şairini unutsam da. Her gece başımı yastığa koyunca hatırlamak istediğim. Bunu kocaman bir yıl için sormak istiyorum kendime. “Nazire” diyorduk değil mi Muhteşem? Bir şairin dizelerine nazar edip de benzerini kendi kelimelerinle yazmak... İşte ben böyle kelimeleri seviyorum Muhteşem. Her kelime, ismin gibi başka kelimeye bağlıyor beni. Hayatım boyunca da hep öyle oldu. Kelimeler arasında kalbimin ritimlerini dinliyorum. Yavaşlama isteği duyuyorum tüm bu koşturmacalarda. Sonra merdivenleri ağır ağır çıkmak, Ahmet Haşim’in o meşhur “Merdiven” şiirine nazar etmek... Ağır ağır çıktığım her basamakta eteklerimdeki güneş rengi yapraklarda taşımak yaşadıklarımı,
16
yaşattıklarımı. O güneş rengi yaprakların kimi gün doğumu, kimi gün batımı benim için. Ama hepsi ne çok şey anlatıyor içime bir bilsen? Gerçi, sen biliyorsun Muhteşem. İnsan kendini bilirse mektup yazar, kendini bilene söyler içindeki sözlerini: “Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında Yekpare geniş bir anın
ARALIK / 2020
Bilmiyorum Muhteşem, nasıl zamanlardan geçiyoruz. Evlerimizdedolanan yalnızlık, içlerimize işlemiş gibi. Yalnızlık türküsü söyleyen sazlar ellerde şimdi. Dillerde başkalarının şarkıları söyleniyor. Hatırlıyor musun Muhteşem birlikte söylediğimiz şarkıları? Sonra, birlikte susup etrafımızdaki her sözde bizi sevindirecek ifadelerle kalplerimizi beslediğimiz zamanları hatırlıyor musun? “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” demiştin bana en son. Eskisi gibi değiliz artık, ben de biliyorum. Ama olsun! Eskiler de yeni olan her şeye bir miktar kendini katmıyor mu? Hani bazen buruk bir tat olur içimizde. Hani bilmediğimiz bir zamanda yaşadığımız ya da yaşattığımız şeyler yeniden doğar, büyür ve yanımızda belirirler. Kimini hatırlama, kimini de şaşkınlıkla “Sanki bunu daha önce yaşamıştım” deriz. Belki de unutulanın kendini gözümüzde yeniden yaşatmasıdır bu hal. Beni Unutma Çiçekleri’ni bilir misin Muhteşem? İsmi de senin gibi, dostluğumuz gibi hem. Aynı şehrin sokaklarında yürüdüğümüz zamanlarımız vardı hani. Sen mübarektin Muhteşem, ben deli dolu... Bir gün bana demiştin ki, “Senin bu kadar çılgın olduğunu bilmezdim!” Oysa ben yaşadığım şehrin elimden tutması için neler vermezdim? Nerede han, külliye, sergi, tarih ve nerede tiyatro, gösteri varsa, oradaki kalabalıkların bir öznesi olmayı çok severdim. Sen buna çılgınlık derdin, ben mutluluk. Hem bazen insanın çılgınlar gibi gezmeye de ihtiyacı var. Mesela, gökyüzüne ulu bir dağın tepesinden bakmaya. Geceleyin yıldızlara dokunacakmış gibi olmaya da ihtiyacı var insanın. Sıradan bir zamanı dışarı taşıyıp bir teleferikle belki de katını ölçse de, bilmemek yüksekliğinin seyrini.
Peki sen ne dersin Muhteşem? Sen neresindesin farkındalık anlarının. En son neyi fark ettin senden gidip de dönmeyen, sana gelip de gitmeyen? Farkında mısın Muhteşem? “Zaman ne de çabuk geçiyor Monna” dediği gibiyiz şairin. Sen bu mektubu okurken hislerin eser mi içime, cevaplarını duyar mıyım sorularıma verdiğin? Ama olsun, sen fark ettiğin bir şeyi bile paylaştığında ben gülümserim sana. Hem öyle bir gülümserim ki Muhteşem, bulutlar gider üstümden. Ve gökyüzünün başka renklerini de görürüm böylelikle. Hep şairler değil ya gökyüzünün başka rengini görecek, sonra taşın sert olduğunu fark edecek! Biz de varız işte bu duygu dünyasında. Harflerden ilmek ilmek mektuplar ördüğümüz anlarımızın şahididir okuyan her göz. Selam olsun mektuplarımıza şahit her muhteşem okuyucuya! Mektuplarımız, bizi bize taşıyan farkındalık duygularımızın şahidi... Muhabbetle kal Muhteşem. Adın gibi daim olsun dostluğumuz...
Bazen ışıl ışıl güneşe gülümsemek, bazıakşamlar inadına bütün lambalarını kapatmak evin. Sokak lambaları da kararsın diye dua etmek... Neden biliyor musun bu çılgın tercihler Muhteşem? Neden aykırı olmak yaşanılan sıradanlığa! Farkında olmak için. Mutlaka sana okumuşumdur bu sözü: “Hiçbir şeyin farkına varmadan yaşıyoruz. Unutturuyor yıldızları lambalar...”
17
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ah ‘’Zaman Şairi’ ruhumun. Ahmet Hamdi, bu şiiriyle adeta anlatamadığım,anlayamadığım zamanı anlatmış bana. Dilimde bu şiir dizeleri, garip rüya renklerinden yeni elbiseler arıyorum ruhuma göre biçilmiş. Zamanın terzileri ne zaman biçecek bilmiyorum.
diyordu bir düşünür. Işık da bazen bir kir oluyor demek ki, gözlere değen ışıkla ruhu karartan. Haklı değil mi o zaman bu sözü söyleyen? Hem farkındalık önemli bir sanattır psikolojide derler, hatırladın mı?
Ses Dergisi
Parçalanmaz akışında…”
Sayı 15
ARALIK / 2020
Sayı 15
İHTİYAR DURDU OZAN
Ses Dergisi
Y
Kültür-Sanat-Edebiyat
üzüne ikindi güneşinin sarı rengi vurmuştu. Yaşlılıktan mı, hastalıktan mı bilinmez, elleri titriyordu. Yalnızdı, her zamanki gibi dalgın. Onu hep aynı yerde görürdüm. Aynı yerde karşılaşır, karşı karşıya duran iki banka otururduk. Ne düşünürdü hakkımda, beni fark ettiği olmuş muydu bir gün olsun bilmem. Oysa, ben onun hakkında çok şey düşünürdüm. Çok şey merak ederdim desem, daha doğru olur. Hiç bitmeyecekmiş izlenimi veren onunla ilk karşılaşmam, uzun bir kış mevsimindeydi. Ayazın yüzümü jilet gibi kestiği soğuk bir kış günüydü. Ellerimi cebimden çıkaramazken, deri eldivenlerimin altında donmuş et parçaları halindeki parmaklarımı hareket ettirmekte zorlanırken o, bir ipi tutmuş kendine doğru çekiyordu. Soğuktan gözlerimi zor açıyordum. Ağzımdan çıkan buhar, kaş ve kirpiklerimde buza dönüşmüştü. Biraz dikkatli bakınca, ipin ucunda hareket eden bir şeyin olduğunu fark ettim. Kirden rengi değişmiş, normalde beyaz, ama şimdilerde gri bir köpekti bu. Rengi, kömürden dolayı griye dönen şehrin gökyüzüne benziyordu. Yaşlı, kirli, hastaydı. Kirden o beyaz tüyleri keçeleşmiş, top top olmuştu. Yaşamakla yaşamamak arasında kararsızdı sanki. Eskilerin “meyyit-i müteharrik” dedikleri bu olsa gerek. Hareket eden ölüydü. İtaat etme niyetindeydi. Ama o kısacık mesafeyi adımlamaya mecali yoktu. Öyle bedenini taşıyamayacak iri bir köpek de değildi. Aksine küçük, zayıf, çelimsizdi. Sahibi önde, o arkada yavaş yavaş girdiler apartmanın kapısından. Bakakaldım arkalarından öylece. Unuttum ayazı. Unuttum parmaklarımı. Yıllar önce Ruslar tarafından inşa edilen yüzlerce binadan
18
birindeydi dairemiz. Kirli beyaz rengi, uzun ve kıvrımlı yapısı, insanın midesini kaldıran ağır kokusuyla klasik yapılardandı bu bina. Neredeyse değişmeyen planı, hatta merdiven renginin aynılığıyla beni her defasında şaşırtan, geçmişin canlı şahidiydi. Yaşlı kadın ve köpeğiyle, aynı eskimişlikte yaşıyorduk yani. O, devasa binadaki onlarca ‘padiyez’den birinde yaşıyordu. Benim evim ise birkaç giriş ötedeydi. Uzaktan komşu sayılırdık. Onlarca ilginç komşum vardı ama hiçbiri beni onun kadar etkilememişti. Durup dururken aklıma geliyor, tam uykuya dalacağımda ya da uykudan kalktığımda zihnime düşüveriyordu. Peki neydi onu bu kadar hayatıma dahil eden şey? Yalnızlığı mı dokunurdu, yaşlılığı mı, suskunluğu mu? Yürüdüğünde fark ettiğim şey, bir ayağının sakat oluşuydu. Zorlanıyordu yürürken. Uzun uzun yürürken görmedim hiç. Belki de yürüyünce ağrıyordu ayağı, kim bilir? İlginç bir şekilde köpeği de aynı şekilde sakattı. Sağ arka ayağının üzerine hiç basamıyordu. Onların binadan usulca çıkışlarına, çok az dolaşıp çoğunlukla kapıya en yakın bankta oturmalarına ve kimsesizliklerine alışıyordum yavaş yavaş. Bir gün kapı önünde gördüm ihtiyarı. Köpek yoktu yanında. Elinde tahta bir kaşık, bir kase süt vardı. Başını bir tülbentle bağlamıştı. Dudakları kıpır kıpırdı. Güneşe döndü. Hafifçe eğildi. Güneşi selamladı. Bir süre kendince dua etti. Sonra tahta kaşığı daldırdı kâseye ve süt saçtı yedi yöne. Yukarıya doğru serpti sütü. Kendi etrafında kaç defa döndü saymadım. Dönüyor, sütü saçıyor ve mırıl mırıl bir şeyler
dibine uzanmış köpeğe ilişti. Kafasını ön ayaklarının üzerine koymuştu. Bedeni hafifçe yana kaymıştı. Gözlerinden süzülen yaşlar, gölden çıkıp sazlıklar arasında kaybolan bir patika gibiydi. Bal rengi gözleri kıpırtısız, bakışları sabitti. Baktığı yere baktım, ilgimi çeken bir şey göremedim. “Çok halsiz duruyor hasta olmalı,” diye düşündüm. İşi gücü unuttum. Bu ruh haliyle işe gitsem de bir şey yapamazdım zaten. Ne yapmalıyım diye çok düşünmedim. Yapılacak ilk iş bu biçareleri içeri götürmekti. Isıtmak, açsalar doyurmak, hastaysalar bakımlarını yapmaktı. Belli ki kimseleri yoktu. Etrafıma baktım yardım edecek kimse var mı diye. Bir Allah’ın kulu yoktu! Önce köpeği taşıyayım içeriye, sonra yaşlı kadını deyip elimi köpeğe uzattım. Uzatmamla çekmem bir oldu. Kadın inledi, hareketlendi dokunma der gibi. Ama ben tutmuş bulundum köpeğin boynundan. Buz gibi soğuk ve kaskatıydı. Çoktan ölmüştü. Kanımın çekildiğini hissediyordum. Her şey birkaç dakikalığına durdu. O ilk şaşkınlığım geçince gayriihtiyari yaşlar süzüldü gözlerimden. söylüyordu. Tanrısına ibadet şekliydi, derinlemesine vakıf olmasam da biliyordum. Sütün onun inancında kutsal olduğunu öğrenmiştim. Her sabah arabamın camından süt lekeleri silmem bu sebeptendi. Bu ritüeli aşağı inmeden camdan yapanlar yüzünden bazı sabahlar pencerelerden süt yağardı. O ise, o yaşlı haliyle bu soğukta dışarıdaydı. Etkilenmiştim. Şehri gri bir dumanın sarıp sarmaladığı, her nefes alışımda kesif bir kömür kokusunun genzimi yaktığı bir kış sabahıydı yine. Henüz sarıya evrilmemiş bir mavilik geziyordu sokaklarda. Herkes işine gücüne gidiyordu. Soğuk demek yeter mi bilmiyorum, buz gibi bir hava vardı. Nefes alırken burun kemiklerim sızlıyor, acıdan gözlerimden yaş geliyordu. Ayaklarımda kalın, içi tüylü kışlık ayakkabı vardı. İki yün çorabı üst üste giymiştim. Ellerimi içi yün, deri eldivenlerim ısıtıyordu. Üstüm lahana gibi kat kattı. Yorgan gibi kalın, neredeyse topuklarıma kadar uzanan montumu atkım ve berem tamamlıyordu. Üşümüyordum bu halimle ama yürümek dışında pek de çevik hareketlerde bulunamıyordum. Kapının önünden geçerken fark ettim bizim ihtiyarı. Ben ne kadar sıkı giyinmişsem o, o kadar korunaksızdı. Ne eldiveni vardı, ne atkısı, ne beresi. Üstündeki mont, bu havada giyilecek mont değildi. Ağlıyordu. Uzun uzun ağladığı gözünün kızarıklığından, şişmişliğinden ve göz altındaki mor halkalardan belliydi. Öyle umutsuz bakıyordu ki, o bakışa muhatap olmaktansa ölmeyi yeğlerdi insan. Üşümüştü ama hali, ‘acıdan daha büyük değil ki üşümek’ der gibiydi. Gözlerim ayaklarının
Zaten açık olan kapıdan bin bir zahmetle içeriye soktum ihtiyar kadını. O kadar üzülmüştüm ki hallerine, ne evin içler acısı hali ne de sefaletin kokusu şoka uğratmadı beni. Yorgun bedenini eski bir karyolaya uzatıp, kirli yorganı örttüm üstüne. Ne yiyecek bir şey vardı, ne yemek yapacak malzeme! O yoklukta yemek hazırlamanın imkansızlığını görünce bir koşu eve gittim. Ne varsa elime geçirdiğim topladım; ekmek, meyve suyu, tabak, kaşık... Akşamdan kalan yemeği ısıtıp bir kaba koydum. Ne kadar çabuk olunursa o kadar çabuk döndüm yanına. Uyumuştu. Uyandırdım. Yemeğini yedirdim. Dinlenmesi için tekrar yatırdım. Köpeğiyle ilgilenmem gerekti. Kısacık bakışmamız anlaşmamıza yetti. O, gözlerini kaparken ben ayrıldım yanından. Köpeği, büyükçe bir çöp poşetine koyup arabamla gömebileceğim bir yere götürdüm. Gömdüm ve mezarı kaybolmasın diye yerini güzelce işaretledim. O günden sonra ara ara yemek götürdüm ihtiyar kadına. Az konuşarak anlaştık. Çok söz sarf etmeden sohbet ettik. Havalar biraz ısınınca köpeğinin mezarına götürdüm. Ben yanlarından uzaklaştım. İki dostu baş başa bıraktım. Sonraki ziyaretlerimde gözlerindeki memnuniyeti okudum. Minnet sezdim ellerimi tutmasında. Titrek elleriyle çay kasesini tutuşunda, kokuyu içine çekişinde özlemi ve saadeti hissettim. Bazı zamanlarda çok az kelimeyle duvardaki fotoğrafların hikayesini anlattı. Bazen kalın fotoğraf albümlerine baktık birlikte. Ağladı, ağladık. Dalıp giderdi bazen. Uzun uzun susardı. Hiç üstelemedim, hiç
19
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sayı 15
Ses Dergisi
ARALIK / 2020
ARALIK / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
yadırgamadım, hiç yargılamadım. Bu geliş gidişlerimde evini temizledim. Eskimiş dağılmış duvar kağıtlarını yeniledim. Atılacakları attım. Evi temizlerken gördüklerim acımı öyle derinleştirdi, içimi öyle yaktı ki anlatamam. Diplomaları, ödülleri, gittiği ülkelerden aldığı küçük küçük hatıralar... Müzik aletleri vardı bir köşede unutulmuş, tozlanmış. Hele bir zamanlar büyük bir konservatuarda hoca olduğunu duymak beni derinden sarstı. Çok şey öğrenmek istemedim hayatına dair. Öğrendiğim her şey ruhumu yaralıyordu. “Eşin, çocuğun, akraban yok mu?” demedim. Bir yaraysa kabuk bağlamış, kanasın istemedim. Olsaydı bir köpeğe bu kadar bağlanmazdı her halde diye düşündüm. Kolilere koydum hatıralarını, kullanmadığı eski eşyalarını. Ona yeniden umut verebilecek şeyi düşündüm kendimle baş başa kaldığımda. Aklıma müziğin büyülü gücü geldi. Müzik aletlerini getirip koydum önüne. “Hadi!” dedim. “Hadi!” masum bir bakışla kendime acındırarak. Elini uzattı, aldı, gözlerini kapattı. Elleri titriyordu. Önce bir tereddüt yaşadı. Galiba beni üzmekten korkup tereddüdünden sıyrıldı ve çaldı. Her şey değişti o an. Zaman, mekân, ben ve o. O ağlayarak çaldı, ben ağlayarak dinledim. İşe giderken kapısının önünden geçmeyi adet haline getirdim. Ve her geçişimde zaten birinci katta olan evinin penceresinden o enfes melodileri duydum. Mırıldandığına şahit oldum bazı zamanlar. Pencereye çıkıp selam verirdi ara ara. Bakışır, tebessüm ederdik birbirimize. Dışarının soğuğuna rağmen ısınıverirdi içim. Düşünmeden edemezdim, ben onun neyiydim o benim neyim? Uzun süren kışın ardından, nihayet ısınmıştı havalar. Kalın montları çıkarıp kabanlarımızı giydiğimiz günlerdi. Eldivene, bereye ve atkıya veda etmiş, kışlık montla birlikte kaldırmıştık evin en kuytu köşesine. İşe gitmek ve giderken o pencerenin önünden geçmek vazgeçilmezim olmuştu. Sair zamanlarda uzaktan hafiften duyulurdu musikinin sesi ve yaklaştıkça yükselirdi. Kaçıncı adımda ne duyacağımı bilirdim. O gün sesi duyamadım. Pencerenin dibine geldim, yine ses yok! Perdeler kapalıydı. Cama tıkladım. En ufak bir hareketlenme göremedim. Uyuyor olabileceğini düşündüm ama içim rahat etmedi. Bir göreyim düşüncesiyle kapıya gittim. Zile bastım. Yine bastım. Açmadı. Bana verdiği yedek anahtarı buldum çantamdan hızlıca. Kapıyı titreyen parmaklarımla ittirip doğruca odasına geçtim. Yataktaydı. Elinin birini yanağının altına koymuş öylece hareketsiz yatıyordu. Yaklaştım, seslendim, dokundum. Uykusunda göçmüştü bu alemden. Kapıcıyı ve polisi çağırdım. Birkaç dakika içinde ambulans geldi. Adli tıp görevlileri, ölüm sebebine kalp dediler. Polis memuru yaptığı telefon görüşmesi neticesinde onun kimsesi
20
Sayı 15 olmadığını öğrendi. Eşi ve çocuğu uzun zaman önce bir araba kazasında ölmüş. Cenazenin ne yapılacağı konuşuldu sonra. Ya yakılacak ya götürülüp bir yere bırakılacaktı kurdun kuşun yemesi için. İçime dokundu. Dinimiz farklı olsa da onu öylece bırakmak istemedim. “Gömmek için alabilir miyim?” dedim. Birkaç resmi evrak doldurdum ve ihtiyarı teslim aldım. Güzel elbiselerini giydirdim. Birkaç dostun da yardımıyla sadık dostu köpeğinin yanına götürüp gömdük. O yokken evine girmek ağır gelse de son kez uğrayıp toparladım evini. Kokacak veya bozulacakları attım. Salonda, birlikte suladığımız, iki iken üçüncümüz olan çiçeğe takıldı gözlerim. Burada kalırsa kuruyacaktı. Eve götürmeye karar verdim. Saksıyı tutup kaldırınca bir zarf gördüm. Üzerinde ismim yazıyordu. Kısa bir veda mektubuydu. Ölümü çok yakınında hissettiğini ve şükranlarını yazıyordu özetle. Kimsesi olmadığından her şeyini bana bıraktığını yazmıştı. Hemen orada karar verdim, hepsini onun adına hayır kurumuna bağışlayacaktım. Beni en çok etkileyen, mutlu eden kısım ise şöyleydi: “O kazada kaybettiğim eşim, çocuğum ve geleceğe dair umutlarımdı. Ayağım değildi o gün sakatlanan. Hayat topal, gönlüm topal, zaman topal kaldı o günden sonra. Ama seninle kanatlandım. İnandığın ve benim adını bilmediğim Tanrı dileğini versin sana. Belki bir yerlerde, yeniden, ben çalarım sen dinlersin. Hoşçakal.” Aradan geçen onca zamana rağmen anılar hala dipdiri. Hatıralar okuyup bitirdiğim ama rafa kaldıramadığım kitap tadındalar. Şimdi parmaklarımın kavradığı kalem, satırlar arasında gidip geliyor. Yüksekçe bir tepede, yaz meltemi saçlarımın arasında dolaşırken onun melodilerini duymaya çalışıyorum. Onunla çaylarımızı yudumlarken, köpeğin bembeyaz tüyleriyle etrafımızda koşturduğunu hayal ediyorum. Akşamın melali çökerken uzaktaki şehre, üzerini beyaz ve mor çiçeklerin süslediği iki küçük mezarla vedalaşıyorum.
ARALIK / 2020
YAĞMUR
Sayı 15
HANDAN TUNÇ
Yağmur... Hastanem Doktorum Reçetem Eczanem İlacım Yağmur... Çayhanem Kültür-Sanat-Edebiyat
Çaydanlığım Çayım Şekerim Kaşığım Yağmur… İç yanım
Ses Dergisi
Kavgam Sırlarım Huzurum Yağmur… Sığınağım Mağaram Karanlığım Aydınlığım Yalnızlığım Yağmur… Yazarım Kalemim Şiirim Romanım
21
Sayı 15
ARALIK / 2020
YOKUŞ
Bazen hayat yokuş gibi Pembe hayaller ile binersin bisiklete Pembe hayallerin yetmez Çıkmak için vites düşürürsün
Zeynep GÜR
Nefes nefese her pedalda hissederek tüm hücrelerini Kaçmaz gözünden yol kenarındaki papatyalar Boynunu bükmüş gelincikler İhtişamıyla boy gösteren sümbüller Hatta bazen laleler, güller İşte şurada, kondu papatyaya bir arı Sümbülden laleye zıpladı bir çekirge
Ses Dergisi
Güle sevdalı bir bülbül de uçtu şimdi Adını bilmediğim niceleri Bisiklet yolunun hemen yanından Geçti tozu dumana katarak bir Porsche
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ondan ne eksiğim var diyerek Mercedes Kendisiyle yarışan bir Opel Hepimizin bu yol ne farkeder kim önde kim arkada diyerek Audi Yokuşu çıkmak zor da inmesi kolay mı sanki Vitesleri yükselteceksin İnerken hızlanacak hızlanacak hızlanacaksın Ara sıra bastığın fren yavaşlatsa da kısa süre İnişler hızlı olur kanun böyle Çıkarken bin bir zahmetle Ne gördüysen yok artık gözünde Sadece yüzünde hissedersin rüzgarı Şansın varsa ılıktır Yoksa çatlatır dudakları Hayat bir yokuşa benzer
22
ARALIK / 2020
Sayı 15
EY YAR! ZÜLEYHA
Müptelayım aşkına ey yar! Hali ahvalim cümle aleme ağyar. Kültür-Sanat-Edebiyat
Kalbim dem vurur durur aşkından, Eyleme beni an olsun tahtından. Divaneyim zaruri nefesimin darlığına, Kabzın ruhumun zincirlerini boğuyor. Dimağım kurudu aklım noksan,
Ses Dergisi
Felaha erdirip, yanına alsan. Bıktım, yoruldum, yandım demekten, Şekvaya yelken açıp la edepten. Titriyor varlığım maşukuma nazımdan, Niyazım tükendi fersiz kahrımdan.
23
ARALIK / 2020
Sayı 15
AYNAYA VURAN IȘIK Ses Dergisi
DİLEK KARA
Kültür-Sanat-Edebiyat
İ
şe gitmek zorunda olmadığı bir pazar sabahı banyodaki aynaya uzun uzun bakarken buldu kendisini. Burdaki yansıması hiç de iç açıcı değildi, güne yeni açılmış şiş gözler, göz altı morluklarının yüzündeki diğer renklerle uyumsuzluğu, henüz havadaki atmosferletam anlamıyla öpüşemeyen cansız dudaklar... Yetmezmiş gibi banyodaki ışığı engelleyen banyo dolabının geniş çıkıntısı... Ilık bir duş aldı, yatak odasına geçti, giyinip güzel bir pazar kahvaltısıyla kendisini ödüllendirecekti. Boy aynasının karşısına geçti. Her gün işten döndükten sonra da onun karşısına geçer, onu olduğu kişi olmaktan uzaklaştıran kıyafetleri çıkarır, yüzündeki maskeleri atardı. Onu gerçek haliyle gören hiç kimsenin bilmediği kusurlarına şahitlik eden tek gözler bu aynaya aitti. Bütün kusurlarını olduğu gibi yansıttığı için onu pek sevmiyordu. Sanırım insanlar da sevilmek için kusurları gizlemek gerektiğini aynalardan öğrenmiști. Allahtan yatak odasının loş ışığı, aynanın onun vücuduna ait ince detayları yansıtmasına izin vermiyordu da, geceleri mutlu bir şekilde uyuyabiliyordu. Kahvaltısından sonra makyajını yaptı, telefonunu ve arabasının anahtarını aldı. Dışarı çıkıp kusursuz(!) arkadaşlarıyla kusursuz bir pazar
24
gününün keyfini çıkaracaktı. Koridordaki aynanın önünde durdu, kendine son kez bir çekidüzen verdi. Onu evden uğurlayan tek dostu bu aynaydı. Herhalde evden çıkmadan güzel göründüğünü teyit eden tek ayna o olduğu için dost olmuşlardı. Onun karşısında daha parlak, canlı ve mutlu hissediyordu. Vedalaștı dostuyla ve evden çıktı. İș stresinden ve tüm sorumluluklardan uzak harika bir pazar gününün ardındaneve girerken de onu, koridordakibu ayna karşıladı. Ancak sabahki dostluktan eser kalmamıștı. Işığı açtığı zaman anladı, yüzünün bu kadar güzel olması aynanın değil, ışığın geliş açısının eseriydi. Hayal kırıklığıyla yüzünü iyice inceledi. İki zaman dilimi, aynı kiși, iki farklı yüz... Ayna dürüst davranmıștı aslında, zaten hiçbir zaman yalan söylememiști ona. Sadece elindeki malzemeye farklı tatlar katan bir ışıkla beraber çalıșıyordu. Șimdiye kadar nasıl olur da fark edememiști? Özellikle bu aynaya yansıyan güzelliğini, sabahları dinç olmasına ve tabi ki yaptığı makyaja bağlıyordu. Tüm bunları düşünürken ıșıkla ișbirliği yapmış ve suçüstü yakalanmıș bu aynanın karşısında çakılıp kaldı, pazarın tatlı yorgunluğunu çıkarması gerekirken. Eve girişindeki mutlu halinden eser kalmamıștı ve zaten kusurlarını sayıp döken yatak odasındaki aynanın karşısına bu haliyle hiç çıkamazdı. Kendini yatağa bıraktı, onun
ARALIK / 2020
Sayı 15
yumuşak ellerinde șefkat aradı. Baharı andıran tertemiz kokulu çarșafının kokusunu içine çekti, bu yumuşak ve güzel kokulu eller onu biraz daha rahatlatmıștı. Bu gevșemeyle aynaları suçlamayan farklı bir düşünce belirdi zihninde. Hayatın şu ana kadar ona verdiği tüm güzel ve çirkinlikler de onun bakış açısının eseri olabilir miydi? Aslında onlara bu tanımı veren kendisi olamaz mıydı? Tabi ya aynı kiși, benzer olaylar, farklı zamanlar, farklı sonuçlar...
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
Aklına çok önceden okumuş olduğu ancak kime ait olduğunu hatırlayamadığı bir söz takılıverdi. “Güzel bakan, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Güzel düşünmek... Bu, ancak bakıș açısının değişimiyle mümkün. Ayna aynı ama ışık farklı. Dolayısıyla görüntü de ıșığa bağlı. Aslında bildiği ama sanki ilk defa ayrımına vardığı bu farkındalık, sabahki enerjisini de geri getirmiști. Șimdi daha iyi görüyordu geçmişine tuttuğu ıșıkla. Hayatı boyunca yaşadıklarını değerlendirirken olumsuz olanları bağrına basmıș, besleyip büyütmüș; olumlu olanları ise elinin tersiyle itmiști. Başaramadığı zamanlarda “Müstehak sana!” demeyi ihmal etmediğini, başarılı olduğu anlar için de “Talih, yüzüme güldü,” deyip kendini görünmez kıldığını anımsadı acı bir tebessümle. Nasıl da bunca zaman kendisine bu kadar acımasız olmuştu? Aslında başarılı bir işi ve mutlu olduğu anları da içinde çokça barındıran bir hayatı vardı. Belki de geçmişte yaşadığı acıların hatırda sadece lezzeti kalmıştı da ondan mutlu olduğu anların çok olduğunu düşünüyordu. O acıların yaşandığı anlara odaklandı. Bazılarında ölmeyi bile istemişti. Şimdi hatırlayınca “Çok da ölünmeye değer değilmiş” diyerek geçmişteki yaralarını anne şefkatiyle okşamaya karar verdi. Yolun yarısına az kalmıştı ne de olsa. Yatağından kalktı, aynaya yansıyan yüzüne bir kez daha baktı. Karşısında gördüğüyüzün güzelliğini,borçlu olduğu ışığın açısını artık hayatına tutma vakti gelmişti. “İnsanın bakış açısını değiştirebilmesi öyle çok da kolay olamaz.” İçindeki ses yine olumsuz konuşmaya başlamıştı işte. Ona tam cevap verecekken birine verilebilecek en etkili cevabın onu görmezden gelmek olduğunu hatırladı. Biliyordu. O sesi çoğu zaman duyacaktı ama dinlemeyecekti. Bu belki de bakış açısını değiştirmenin ilk şartıydı... Ve nice güzel pazar günlerine başlayıp, aynı şekilde bitirmenin de...
25
Sayı 15
ARALIK / 2020
YAŞAMAK EMILY YARAMIŞ
K Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
im bilir geleceği? Kim bilir geçmişin insana neler kattığını. Kim bilir kıymetli ya da kıymetsiz işler yaptığını, ecelinin yaklaştığını kim bilebilir ki! Kahraman ya da korkak, asil ya da ezik, deli ya da akıllı! Kim bilir bunları! Kendi içinde çırpınışlarından kim haberdar ki! Kime söyleyebiliyorsun ben kayboluyorum, çaresizim, kimsesiz kaldım! Kim anlıyor ki bu isyankar serzenişlerini! Hem halimi tasvir ediyorum diyor hem de haddini aşmaktan korkuyorsun. Kim bilir içindeki sarmaşık algıları. Hesap verme korkusu deyip de hesapsız attığın adımların çetelesini tuttuğunu! Gece ve gündüz, kış, yaz ve baharlar içinde varlığa aşık olduğun halde elimden kayar gider diye, kaybederim diye sevdiklerini, kalbin titreyerek özlediğini! Yanma vakti diyorlar ya hani! Sen o ateşle o vaktin başı ve sonu olmadığını nasıl anlatabilirsin ki! Yanmanın bir vakti olmadığını! Hep ve hiç olmanın keşifli ya da keşifsiz yaşandığını! Kim bilir içindeki çocuğun zindanlarda çürüdüğünü ve ona ulaşmanın imkansızlığını derinin etinden sıyrılırcasına, etinin lime lime parçalanırcasına ve kemiklerinin tek tek kırılırcasına ve testereyle ikiye bölünenlere söylenenlerin sana da söylendiğini ve yine emre itaatte beceriksizliğini ve aslında yakin olmanin şartlarını bildiğin halde, tüm bu sorumlulukların ve zorlukların katlanılmaz acılara dönüştüğünü kim bilebilir ki! Kim bilir bu benim düzenim, benim kurallarım derken kuralsızlıklara, dengesizliklere düştüğünü! İyinin sembolü olayım derken kötülüğü mübah saydığını! Ve kim bilir sessiz dünyasından çıkmak için kelimelerin nasıl çıkacağını bilmeyen evladının çığlıklarının zihninde cehennem azabına dönüştüğünü! Ve yok olmayı istemenin bu kadar kolay olduğunu kimbilir! Mücadeleyi, azmi, kararlılığı ve sabrı tükenmişliğe terkettiğini kim bilir! Kim bilir ki kelimelerin koynunda raks
26
etmenin cazibesini! Bir bakışla, manasız yargılamalarla benliğinin esaretinde ezik, beceriksiz, karamsar bir yabancıya dönüştüğünü! Ve ‘ezik’ kelimesini ne kadar çok kullandığını düşünerek kendine güvensiz haller sergilediğini savunan iç sesine kocaman bir yumruk atarak, bırak da kendimi olduğum gibi kabul edeyim, öyle olur ki bir aslan gibi güçlü, öyle olur ki bir kedi gibi kendi halinde, naif olayım. Kim bilir iç çatışmaların çok yorucu olduğunu! Gökyüzü ve yeryüzünün birbirine hasret aşıklar olduğunu ve hasrettten kavrulduklarını ve kavuşmayla ikisi arasındakilerin yok olacağını bildikleri halde bu sevdadan neden vazgeçmediklerini kim bilebilir ki! Varlık var olmanın sırrını keşfetmek için tüm varlığını ortaya koymuştur belki! Kim bilebilir neler bulacağını ve bulduklarını nasıl kullanacağını! Kim bilir varlığın aslında kim olduğunu?
ARALIK / 2020
Sayı 15
Kültür-Sanat-Edebiyat
Gemi
Ses Dergisi
Münzevi
Gemi ufuktan gelirken ilk görünen bacadır Bu dünyada herşey boş, her şey aldatmacadır Herkes kendini serapta kaptan-ı derya bilir Pusulasız gemide hiçe dümen çevirir Leventler cenk eder, geberir gider yalan! Kendini öldüm sanır her sıcakta bayılan Martıya simit atan çok iyilik yaptım sanır Sonra ertesi gün keklik avına çıkar Dürüstlük ve letafet beş para etmez burda Herkes bir iyilik bulur, yaptığı her kusurda İki yüzlü olanı yer bitirir yüzsüzler Arsızlar baş üstüdür, garibandır öksüzler Herkes bir yere gitti birşeylerin izinde Gemi karaya vurdu sahtelik denizinde
27
ARALIK / 2020
Sayı 15
30 SANTİM UZAK FUAT ŞAHİN
T
renle yolculuk edeniniz var mı? Ben çok severim. Bazen hiçbir yere gitme amacım olmasa da trene bindiğim olur. Sadece trende yolculuk yapmak, dışarıyı seyretmek, okumak, yazmak... Gayet güzel bir aktivite bence. Hatta ziyadesiyle lüks bir hobi olduğu bile söylenebilir.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Trende iken sık sık, ölümle ne kadar yakın olduğumu düşünürüm. Dingin tren ortamı içinde dakikalar boyu upuzun ovaları, uçsuz bucaksız dağları, kafamı cama dayamış bir şekilde seyrederken, bir anda karşı raylardan gelen trenin, hızla yanımdan korkutucu bir uğultuyla geçmesi ürpertmiştir hep beni. Yalnızca 30 santim... Ölümle aramda yalnızca 30 santim olduğunu hissederim. Ufak bir yalpalanma, milimetrik bir mühendislik hatası, esecek şiddetli bir rüzgar... O an feci şekilde can vermem için yeterli ufacık sebeplerden birkaçı sadece. O tren yanımdan geçip gidince, eski rehavetime tekrar dönerim. Ta ki bir sonraki tren gelinceye kadar. Ve her seferinde o ani ürperme hissini yaşarım. Bebek arabasında otururken elindeki oyuncağı defalarca düşüren çocuk gibi, ben de usanmadan her seferinde yaşarım bu ürpertiyi. Ölümün ne kadar yakın olduğunu iliklerime kadar hissetmiş olmama rağmen unutuveririm hemencecik bu gerçekliği. Bu, bir şeyi çabucak unutma yetisi, iyi bir şey mi kötü bir şey mi, hala çözümlemiş değilim. Trenin yanımdan son hızla geçtiği yaklaşık 7 saniyelik sürenin ardından büyük bir boşluk hissi çöker üstüme. Ne zaman ve nasıl öleceğini bilmemenin verdiği bu boşluk hissi, sanki sonsuza kadar içinden çıkmak imkansızmış intibasını uyandırır bende. Ölümün her an hercai bir kurşun gibi gelip vücuduma saplanabileceği belirsizliğinin altında benliğimin ezildiğini hissederim. Benliğimi ezip adeta özsaygımı parçalayan bu acziyet hissi de geçicidir. Unuturum onu da. Her ne kadar bu garip muğlaklık tarafından aşağılanmış da olsam da, geçip gitmiştir işte. Trenden inince tüm bu düşünceler kaybolur gider. Tekrardan hayatın bana sunduğu sahte bir ciddiyet hissinin akıntısına kapılmış
28
halde bulurum kendimi. Hiç farkında olmadan, çok önemli bir şey yapıyormuş gibi hayata tutunurum. Ölüm çıkıp gitmiştir hayatımdan. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi,tüm ezikliğimi unutarak, cüretkarca ciddiye almaya başlarım hayatı. Halbuki 10 dakika önce, nasıl öleceğini bile tahayyül etmekten uzak, özsaygısını yitirmiş müflis bir kimse idim. Belki de unutmak, tüm bu yıkılmışlıktan kurtulup, yaşamımızda bir şeyleri başarmamızı sağlayan, bize bahşolunmuş bir nimettir. Belki de unutmanın getirdiği aldanmışlık hissi ile bütün perişanlığımızdan sıyrılıp, yüzsüzce kendimize önem atfederek riyakâr hayatımıza dört elle, asla terketmemek üzere sarılıyoruzdur. Ölümün bizden yalnızca 30 santim uzakta olduğunu unutarak.
ARALIK / 2020
KARINCA MAYMUNLARI
Sayı 15
Sadık-ı Mevâ
Merhamet musluğu dili Gerçeğin soluğu öpsün Taşlar kulağıma eğilin Hangi dilin cahiliyim Kültür-Sanat-Edebiyat
Mana tokmağının yabancısı Kalabalık karıncaların İşçisiyim Taşlar haydi İşleyin harabeyi
Ses Dergisi
Yaprak iliklerine Kıstırılmış nefesim Boğazın delice Akan manzarası Hislerimi dağıtan Beyaz saçlarıma Sıkıştırılmış yalnızlığım Karınca eşliğinde Birbirine karışmış Nefesim eziliyor Bencilce Issızlığın Kızıl mührüyüm Maymunların eziyet gülüşü Kabuğuma örülen taş
29
ARALIK / 2020
Sayı 15
“Vee… Böylesi hayaller kurup durur beyaz kır papatyası. Ta ki bir sabah mevsim değişmiş, göç ağırdan başlamış, kırağı gelip kapısına dayanmıştır. İki yaprak düşmüştür vücudunun en görkemli yeri olan çiçeğinden… onun da hazanı başlamıştı...!”
KIRAĞI Ses Dergisi
MEHTAP SEVİNÇ
Kültür-Sanat-Edebiyat
A
celeyle koşturan seslerin, geldiği yöne doğru gövdesini doğrulttu. Üşümüştü gece boyu. Nemli ve ıslak hissediyordu. Bunlar soğuğa yakın serin havalarda sabaha karşı yapraklarında oluşan şebnemlerdi. Çiğ taneleri… Tüm bunların hepsiyle bir bütünü oluşturuyorlardı. Ayrı bir güzellik katardı. Şu koskoca kırların İçinde ufacık da olsa bir hacmi olan bedenine. Evet kabul ediyordu çok iddialı bir varlığı yoktu. Bir gül u rana ya da su yüzeyinde gösterişli Mısır melikesi gibi duran bir nilüfer veya baştan başa endamıyla varlığının altını çizen bir orkide de değildi. İddiasız, sıradan, herkeslerden bir herkes gibi kendine dünyanın hallerinden bir hal edinmiş, sıfatsız, basit, düz, sade bir kır papatyasıydı kendisi. Mutlu ya da değildi. Meselenin felsefesinden ziyade hayatın nimet olduğu yönüyle ilgilenirdi. Her doğan günü nimet sayanlardandı beyaz kır papatyası. Yeni gün demek yeni hareketlikler demekti. Hayatın manası yaşamayı bilmekten, yaşamayı bilmekte olumsuzlukların gaflet haline dönüşmesine fırsat vermeden def edilmesinden geçerdi. Fıtratıyla ters olan bir huyu varsa o da ıslak ve nem sevmemesiydi. Belki hafif şiddette esen rüzgar sevebilirdi. ılık bahar havası seviyordu. Estikçe taç yapraklarını şefkatle okşayan ılık ilkbahar havasını… Soğuk tabiatlı bir yerde neşet etmek istemezdi eğer ona sorulsaydı
30
nerede yaşamak istediği. Eğik başını iyice doğrulttuğunda yakınından geçmekte olanları tanıdı. Bunlar daha önce de buraya spor yapmak için gelen koşuculardı. Gürültüleri rahatsız ediciydi. Ne var ki onlara da buradan başka bir alan bırakılmamıştı. Görünen o ki, beyaz kır papatyası da mecburen bu gürültüye bir zaman katlanmak durumunda kalacaktı. “Keşke köklerimi yürütebilseydim.” dedi içinden. “O zaman serpilip büyümek için tabiatın en güzel köşelerinden bir köşe seçerdim kendime. Sıcacık bahar havası gibi bir yere salardım köklerimi, özgürce… Ne ses ne de soğuk rahatsız edemezdi beni.” Ve daha bular gibi nice emeller, hayaller, istekler, temenniler içinde tekrar boynunu büküp, kaderine razı olmanın verdiği teslimiyetle kendisine ayrılan süreyi dolu dolu olmasa da en azından eleştirmeden, sorgulamadan kullanmaya karar verdi. Fazla gösterişli olmayan beyaz bir kır papatyasıydı. Oldukça sade, narin ve de sıska bir papatyaydı. İnsanlar kendisini niye bu adla isimlendirmişti bilmiyordu. Bazen çok seviyordu ismini sanki daha bir incelik katıyordu kendisine. İsmiyle müsemma bir varlıktı. Farkındaydı. Yalnız anlayamadığı bir şey vardı. İnsanları da kendisine benzetiyordu ya da o mu insanlara benziyordu acaba? Bu soru tam cevabını
ARALIK / 2020
Sayı 15 hem itme hem çekme kanununu aynı anda vazife başındaymış gibi kullanan, anlamsız, bitmek bilmeyen sonsuz arzuları olan, denge kurayım derken şirazesini tam ayarlayamayan, dünya hallerinden bir elbise giyen karmaşık silsileler topluluğuydu sanki. Etrafında tanıdığı, bildiği, gördüğü, canlılara nazaran zahmetliydi doğrusu zahmetli ve de zahmetin getirdiği rahmetin de müptelasıydı. Çıkarcılıktı bu ona göre. Bir yerde zahmet varsa, gözü hemen arkasından gelecek olan rahmeti arar. Yürüyor olabilmeyi çok isterdi beyaz kır papatyası. Toprağını, suyunu, havasını sevmediği bir yer mi var, hemen başka yerlere sürgün salmanın hayalini düşler dururdu. Kültür-Sanat-Edebiyat
Yürümek… Yürüyemeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak Havaları boydan boya yarıp ikiye Karanlığın gözüne bakarak yürümek Yürümek… Dost omuz başlarını omuzlarının yanında duyup,
Ses Dergisi
Kelleni orta yere Yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek bulmuş değildi. Normalde papatyalar cılız nazenin de olsalar her türlü ortama uyum sağlayabiliyorlardı. Sıcak havaya, kendisi hiç sevmese de soğuk havaya, katlanmak zorunda kaldığı gürültülere… Tüm bunların hepsi kendisi için bir imtihan kabilinden olsa da uyumluluk noktasında başarılıydı kendince. Tahammül de denilebilir tabi. Her şeye rağmen doğan her gün onun için ayrı bir sürpriz demekti. Her günün neler getireceğini bilemezdi elbette tıpkı insanlar gibi. Her batan gün içindekilerle birlikte veda etse de sonrasında yeni doğacak olan günün sürprizleri farklı farklıydı. Bugün sporcuların ayak seslerine uyanmıştı. Dün de sabah kahvaltılarını yapmak için gelen çiftin çocuklarının neşeli kahkahalarıyla uyanmıştı. Kahvaltı sofrası tam da yanı başına kurulmuştu. Böylelikle sanki ailenin beşinci kişisi gibi hissetti kendini. Bir ara sofralarını estetik olarak tamamladığını bile düşündü. Her ne kadar az daha çay termosunun altıda kalarak ezilme tehlikesi geçirse bile. Önceki gün de bir sevgiliye verilmek için koparılacaktı az daha. Ne garip bir canlıydı insanoğlu. Sevgisini belli etmek için başka bir canı hiçe sayabilecek tuhaflığa sahipti. Beyaz kır papatyasının mümkünler alemini bazen namümkün hale getiren insanoğlu için düşünceleri elbette bu kadar değildi. Bir kere dipsiz kuyular diyarıydı insanın içi
Yürümek… Yolunda pusuya yattıklarını Arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek Yürümek… Yürekten gülerek yürümek…** Vee… Böylesi hayaller kurup durur beyaz kır papatyası. Ta ki bir sabah mevsim değişmiş, göç ağırdan başlamış, kırağı gelip kapısına dayanmıştır. İki yaprak düşmüştür vücudunun en görkemli yeri olan çiçeğinden… Onun da hazanı başlamıştı! ** Nazım Hikmet
31
ARALIK / 2020
BENİM MAHALLEM KEMAL CENGİZ Hayali şehirler biriktiriyorum karanlık hücremde Semtler çiziyorum kendime
Ses Dergisi
Bir büfe yerleştiriyorum mesela Hiç yaşamadığım sokağıma Bir ağaç dikiyorum ellerimle Uzun ince yollarımın kenarına
Kültür-Sanat-Edebiyat
Çocuklar koşuşuyor çığlık çığlığa El ele, boyun boyuna Güneş, ne yakıyor sıcak yüzüyle adımlarken tenimi Ne de üşütüyor bulutlar, kaldırımlarımı ve bedenimi. Bir park yeşeriyor Mutlu çatılarımın tam ortasında Ve kuşlar uçuşuyor En nazlı kanatlarıyla Rengarenk uçurtmalar gökyüzünü yalıyor bir anda Kelebekler ölümsüzcesine avuçlarıma dalıyor. Bilmem bu kaçıncı bahar düşü Hülyalarımı çalıyor. İşte bir hayal daha Karanlık hücremde uyanıyor.
32
Sayı 15
ARALIK / 2020
Sayı 15
YAĞMUR FIRAT’ın ŞAİRİ
Yağmur, Damlayan her bir damlanda saklı bir nur Kültür-Sanat-Edebiyat
Üstüne düştüğün her canlı gibi beni de vur Yağmur, Dantela güzelliğinde sesinin her bir gizemi Bir başka aralıyor sesin, daralıp duran sinemi
Ses Dergisi
Yağmur, Mukaddes bir bestenin hoş nağmeleri Sırlı perdeleri aralayan, ilahi mesaj taneleri Yağmur, Esrarengiz bir davetin en müthiş çağrısı Bütün kederlere düşen, merhamet ağrısı Yağmur, Gök ile yer arasında akan nazlı bir nehir Varlığın bağrına inen, hayat dolu panzehir Yağmur, Damlayan her bir damlada gizli bir nur Üstüne düştüğün her canlı gibi beni de vur
33
Sayı 15
ARALIK / 2020
UMUT HER ŞEYDEN MUAFTI Seyfullah Sacit
Ses Dergisi
S
Kültür-Sanat-Edebiyat
esinin kısıldığı vakitlerde kelimelere sığındın. Kâğıda kaleme sarıldın. Zaman, zemine uyum gösterirken, tüm umutlar her şeyden muaftı bu yüzden. Zihnin kelimelerle dolu değildi oysa. Belki de gönlünde hissettiğin onca duyguyu haykırma isteğine ket vuran, bu dar dağarcığındı. Bilmiyordun acının nasıl anlatıldığını kelimelere sığınana kadar. Sevginin nasıl tarif edildiğini… Zıtlıkların ortasında bir yön tayini yapamıyordun. Tecrübe etmeliydin hepsini. Anlatmanın en kolay yolu tecrübeden geçiyordu çünkü. İdrak etmiştin kelimelerle. Yazdıklarını önce sen yaşamıştın. Ama okuyanlar bunu bilmiyordu. Bilmesin de… Korkuların, Bizans surlarını döverken Osmanlı topları, Ayasofya’ya sığınan insanların korkuları gibiydi. Titrerken dudakların içinden yalnızlık şarkıları besteliyordun. Korkularından kelimelere kaçıyordun kimse bilmiyordu. Oysa az değildi yok olma isteğin… Hiç hatırlanmamak için silik bir resim gibi kalma istemin. Lakin kelimeler seni geleceğe taşıyordu. Sense görüntülerin aldatıcı dünyasından kaçıyordun. Seslerin boğuculuğundan kurtulmak istiyordun. Dünya ruhunu kaybediyordu. Sen bu ruhsuzlaşmaya yüz tutmuş dünya da kendine bir yer ayrılmasını istemiyordun. Günün her dakikası Marx’ın sözleri yankılanıyordu kulaklarında… “Katı olan her şey buharlaşıyor. Dünya ruhunu kaybediyor.” Bunca çelişki içinde yine de halkıma söyleyeceklerim var diyordun. Kelimelere sığınmıştın bir kere. Kalem
34
kâğıtta akıp gidiyordu.
“Sokrat, idam sehpasına çıkarılıyordu gözlerinin önünde… Ey halkım! Herkes hain diye bağırıyordu, sen sessizce izliyordun. Söylesene bağıranlardan ne farkın vardı! Oysa biliyordun Sokrat’ın masum olduğunu… Seyyit Nesimi taşlanırken de oradaydın. Masum olduğunu bilmene rağmen bir taşta sen atıyordun. Korkuyordun onun gibi hınca uğramaktan. Hallac-ı Mansur idam edilirken de ön saflarda izliyordun tüm olan biteni. Pir Sultan Abdal idama götürülürken emir üzere herkes taş atarken sen de oradaydın. Vicdanın el vermedi. Gül attın belki… Oysa asıl o gül dağlamıştı kalbini Pir Sultanın… Dememiş miydi sana; “Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz. Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz. Şu ellerin taşı hiç bana değmez. İlle dostun bir tek gülü yaralar beni.” Zaman geçse de değişmiyordun ey halkım. Beşiktaşlı Yahya
Sayı 15
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
ARALIK / 2020
Efendi’nin sözleri de çınlamıyordu kulaklarında… Oysa bir belde de mazlum ahını sadece taşlar duyuyorsa, o beldenin yıkılmasını beklemeyecek miydik?...” Daha nice kelime ve cümle... Haykırıyordun! Gözlerinin görmeyeceğini bilsen de güzel günleri… Umut her şeyden muaf değil miydi? Varsın görmesindi gözlerin, duymasın kulakların şehrayinleri. Yaptığın şey savaşın ortasında okul okumak gibiydi belki… Kelimelere sığındın. Sesleniyordun geleceğe... Kulaklarında Hristiyan mahallelerinden yükselen feryatlarla Neron’un Roma’sı. Gözlerinde tarihin içindeki zamansız gerçekler. Bir isyan bayrağı taşıyordun elinde tüm acımasızlara karşı…
Zamana meydan okuyordun. Hangi zirveden isterse sevgili, orada yazacaktın aşk şiirlerini… Oradan okuyacaktın bağıra bağıra… Ne bir kahramandın ne de kahramanlıklara övgüler yağdıran bir şair. Sadece insandın ve biliyordun… Umut her şeyden muaftı…
35
ARALIK / 2020
Sayı 15
ZAMAN Gülhanım Anulur
Z Ses Dergisi
şansı verir bize zaman. Geçmişi bize örnek, geleceği ufuk aman, bitmemiş şiirler gibidir; yaşayan ve yazan niteliğinde tek. Muhteşem geçmişin güzellikleri hatıralarımızda farklı olsa da konuları hep aynıdır. canlanır, ruhumuzda onların soluklarını hissederiz yeniden. Bazen çağlayan nehir, bazen sakin deniz, bazen de Belkide o yüzden zamanın da çeşitleri vardir. İnsanın duygu su gibi akıpgider. Göçmen kuşlar gibi uçar görünmeyen durumu gibi sürekli değişkenlik gösterir, her bir zaman dilimi bizlere başka manalar yüklememize olanak sağlar. ufka doğru.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Zaman, okunmamış kitap gibidir; başında geçmiş hayatlar, Geçmiş zaman modelleri ile bizlere geleceğin rengarenk ortasında şimdiki yaşayanlar. Ve sonunda gelecek umutlar, kostümlerini sunar. Gelecek ise derya deniz genişliginde mevzuları analiz etmede bize bağrını açar. Şimdiki zaman ise bu bir de hiç yazılmayan sayfalar var. iki zaman arasında mekik yapar, gelir gider ve örümcek aği gibi İki tırnak içine alıp önemine binaen yaşanır zaman, sarar. herkese göre farklılık gösterir. Kimine göre ateşten gömlek Bizi yumuşak kolları ile saran geniş zaman, ölümsüzlüğü kimine göre beraberinde uçuruverdiği kelebek. dillendirir uyuyan hislerimizde. Zaman ile ayna sanki kardeştir biraz daha yaşlı gösterir Zaman, her şeyin ilacı derler unutturur insana yaşadıkları insanı her seferinden. kabusları ya da ögretir onunla başa çıkma yollarını. Peki yok Zamanın bazen altın dilimi bazen de çıldırtıcılığı mudur bu ilacın da zararları? boy gösterir. Sevdiklerimizle bir arada hemhal olmak ve değerini derinlemesine yaşamak paha biçilmez Bazen elimizden kayar sabun gibi, tutamayız zamanı. Bu boğucu sis ve duman içinde kendini keşkelerin içinde saklar. Tesellisi değerindendir zamanın. olmayan geçmiş artık çoktan geçmiştir. Bizim payımıza düşen Bazen derinlemesine ruhumuzda yaşadığımız acılar de dünya cazibesinin tesirinden uzak, bizi uzaklaştırmadan zamanın çıldırtıcılığı olarak onu şımarıklığa boğar. kendimizden ders çıkarmaktır bu büyülü sandıktan. Bazen de yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler ve saniyeler Gelin geçmişler içindeki olumsuz ne varsa bırakalım kış durur zaman uzarda uzar… mevsiminin zemherisine. Şimdi ne yaşarsak yaşayalım geçmişten Ama bazen de bahar bulutları gibi anlık belirir ve almış olduğumuz ufukla birlikte sergileyelim bütün hünerlerimizi. kaybolur,gökkuşağı gibi renklerini yansıtır bir umut Geleceğe dogru baharın o eşsiz güzelliklerinde ilerlerken bu hayat bekleyen yüzlere. Saatleriniz saniyeler değerindedir, ve her sarmalında. Tenimiz güneşe erişsin keşkelerden sankındırsın şey mutluluk sarmalına kayar. Zaman izafidir mutluluk bizleri. Zamanı değersizleştiren neler varsa koyalım noktalarını vakti uzun sürsede kısaymış gibi algılanır. ve yeni temiz sayfalar açalım. Gelecek için mutluluklar inşa Asırlardır hep benzerlik gösterir zaman, değişen etme yolunda yürüyelim. Geçen her saniyeye inat, değerinde sadece rakamların kendi aralarında oyunlarıdır, yaşayalım kıymet verdiklerimizi… sayılarınçocukluğundan kalmış kırıntılarını taşır üzerinde. Kimine göre hiç geçmeyen, kimine göre durmak bilmeyen bir nesnedir. Dünü bugün ile bugünü de yarınla bir arada kavrayabilme
36
ARALIK / 2020
Sayı 15
İÇİMDEKİ BEN Elif Coşkun
H
erkesin kendisine içten seslendiği bir benliği vardır. O ses, hemen her gün konuşur aslında. Kültür-Sanat-Edebiyat
Ama bazı günler bu konuşmanın ötesine de
geçebilir.
Otobüste yollardayım her gün aynı saatte. Ses yine
seslenir kendime. Neredesin? Burası neresi? Etrafında gördüğün insanlar da neyin nesi? Gurbet ellerdesin diyorum, içimdeki Ben’e. Burası hemen her gün geçtiğim
Ses Dergisi
yollar ama neden bazen yabancı gibi hissettirir bilmem. Sanki ilk defa görmüş gibi. Buralardan hiç geçmemiş, buraları hiç görmemiş hissi neden? Kendi ülkende her gün geçtiğin yollar ne kadar tanıdıktı oysa... Fakat, orada daha yabancı hissetmiyor muydum? İnsanlar birer maske takmış halde üzerime gelmiyor muydu? Evet, kendi ülkem bana yabancı gelmeye başlamıştı aslında. Tatlı bir rüzgar eser de, şarkı fısıldar yüreğimdeki hiç susmayan sese. Gurbet yabancı hissettiğin yerdir. Kendi ülkende hasret kalmak doğruluklara gurbettir aslında. Özgür yaşadığımız yer olmalıydı memleket. Fısıldıyorum anlatıyorum yol boyunca kendim olan arkadaşıma. Durağı kaçırıyorum bazen laf anlatmaya çalışırken kendime. Hadi kalk! diyorum. Doğrul, yapacak çok işin var memleket gördüğün gurbette. Biraz olsun o yorgun ama sitemkar sesi dindirebiliyorum. Bir gün mutluluk çığlıkları atacağız birlikte biliyorum. Bir bedende iki ayrı görüşten kurtaracağız birbirimizi. Bir bütün olacağız. Aynı melodiyi fısıldayacağız. Söyleyeceğiz şarkılarımızı özgürlüklere...
37
ARALIK / 2020
Sayı 15
SON TREN Mine Akdemir
Ses Dergisi
G
Kültür-Sanat-Edebiyat
ünün en sevdiğim saatleri bu vakitlerdir. Herkesi işe, okula gönderip, yorgunluk kahvemle balkonumda sardunya saksılarımın arasındaki koltuğuma oturmak. Şu an fincanımı sehpaya bıraktım ve içimde yoldan hiçbir aracın geçmemesi, bir işgüzarın radyonun sesini kapatmaması dileği var. Binanın alt katındaki işyerinden, derinden gelen türküye kulak vermeye çalışıyorum. Sanki benim için seçilmişçesine manidar geldi. Kahve ve ıhlamur ağaçlarının kokusunu içime çekmenin, koşturmacalı bir sabahın ardında yalnız ve sakin kalmanın hazzından rahatsızlık duydum. İçimi susturdum.
“Yazımı kışa çevirdin
Kar yağdırdın başa Leyla
Mevlam ayrılık vermesin
Gökte uçan kuşa Leyla”
Bu türküyü ilk kez ve sonrasında defalarca teyzemden dinlemiştim. Ne güzel sesi vardı. O söylemeye başlayınca her şey sanki aslı hilkatine döner, her şey susardı. Kuşlar, rüzgar, sokak satıcılarının, çocuklarının bağırışları, yan odada dikiş diken anneannemin makinesi, duvar saatinin tik takları, kalp sesimiz, her şey hepsi susardı. Çocuktum. Bana hep öyle gelirdi. Bazen düşünürüm de, öyle türküler var ki, devlet onlar için özel bir yasa çıkarsa “Bu türküyü falancadan başkasının söylemesi yasaktır”diye. Ben bu ayrıcalığı sadece iki kişiye verirdim. Biri Neşet Ertaş, diğeri teyzem. Sadece onlar... Dedem Şefik Efendi, yaşadığımız beldenin istasyon şefiydi. Burası herkesin birbirine aşina olduğu, gözden gönülden uzakta, kuşun lutfen uçtuğu, kervanın geçmeye gerek bile duymadığı bir yerdi. Dedem, anneannem ve teyzem, istasyon binasının üst katında otururlardı.
38
Cumhuriyetin ilk zamanlarında Alman mühendislerin yaptığı bu bina, onca zamana rağmen eniyi direnen taştan kale gibiydi. Biz öyle görürdük. Her ne kadar istasyon dediysem de öyle çok hareketli bir uğrak yeri sayılmazdı. Gün boyunca posta trenleri ve yakınımızdaki kömür ocaklarından çıkarılanları taşıyan katarlar gelip geçerdi. Sadece haftanın bir günü bunlardan birinin arkasına eklenen küçük bir yolcu vagonu olurdu. Kardeşim Mesude ve benim asıl merakla yolunu gözlediğimiz de oydu. Ön cephedeki taş söveli pencere girintisine oturur, ayaklarımızı demir parmaklıklarından aşağı sarkıtıp seyrederdik yolcuları. Arkalarında takatsizce sürükledikleri bavulları, torbaları, yanlarında ağlaşan çocukları çekiştire çekiştire telaşla bir o yana, bir bu yana yürüyüşlerini, sarılanları, uğurlananları... Bizim dingin ve sürprizsiz hayatımıza göre ne çekici gelirdi, o sadece haftada bir tanık olduğumuz hengame. Heyecanla beklerdik o günü ve saati. Meğer biri daha varmış bekleyen. Gerekçesi farklı
İnsan doğduğu yeri niye sever? Belki mayası orada çalınmıştır diye, belki de başka seçeneği olmadığından. Sebebi ne olursa olsun severdik beldemizi. Hiç kötü hatıram yoktur. Ya da olanı silmişimdir sevgimin hatrına binaen. Her şey eğlence vesilesi olabiliyordu bu ufacık dünyada. Gündüzleri komşu gezmeleri, akşamları soba başında büyüklerin çoğunu anlayamadığımız muhabbetleri... Çok olanla yetinen eğlencemiz yoktu ama, televizyonu olan komşunun kapısındaki ayakkabı terlik kalabalığı görülmeye değerdi. Akşamları açılır, birkaç saat sonra da kapanırdı yayını. Benim okuduğum ilkokulun koridoruna da kurulmuştu bir tanesi. Akşam olunca gider, arka arkaya dizili sıralara oturup izlerdik. O siyah beyaz, ne çok renge bürünürdü gözümüzde! En çok sevdiğim bölüm de kapanacağında İstiklal Marşı çalarken, biz bütün çocuklar ayağa kalkıp hazırola geçmemizdi. Haftada bir gün belediye sinemasında “bayanlar matinesi” olurdu. Bazen teyzemle, bazen de komşu teyzelerle giderdik. Kötü adamları yuhalar, esas oğlanı alkışlardık. Rahmetli Erol Taş, gıyabında ne çok ah almıştır! O küçük dünyada hiçbir gencin hayaline girmedik. Esas oğlanla esas kız yoktu. Oğlanlar sigarasını Kartal Tibet gibi atar, kızlar saçını Filiz Akın gibi sarıya boyardı. Hatta anneannem komşu oturmalarında “Türkan Şoray’ın kirpiği”diye bir örgü örneği bile öğrenmişti. Biz, hayal kurmayı onlardan öğrenmiştik ve nasıl yıkıldıklarını çok sonraları öğrenecektik.
ağabeyin kardeşimle bana aldığı pamuk şekerler, tahta çubuğa sarılı renk renk macun şekerleri, toz leblebilerdi. Bir de bunları verirken, cebime bıraktığı özenle katlanmış kağıtları teyzeme vermemi de tembihlemesiydi. Zaten, ne zaman teyzemle dışarı çıksak onu illaki bir yerde görürdük. Ah gençlik!.. Annemle babam çalıştıkları için kardeşimle ben, akşama kadar dedemlerde kalırdık. Bizi teyzem büyüttü. Onu çok severdik. Annem kadar güzel sayılmazdı ama pek marifetliydi. Çok güzel nakış işlerdi. Çevrede, çeyizine onun elinin değmediği gelin yoktu. Hatta civardaki köylerden bile gelirlerdi ona çeyiz için. Sadece yaptığı işlemelerle değil, sesiyle de bilinirdi teyzem. Kına gecelerinde, gelin almalarda onun ilahileri dinlenirdi. Bizim oralarda düğünden önce gelin kızların çeyizleri baba evinin bir odasında, adet üzerekonu komşuya gösterilirdi. Odanın duvarlarına boydan boya gerilmiş iplere yan yana renk renk oyalı yemeniler, el dokuması peşkirler, sırmalı seccadeler, kanaviçe takımları, hamam takımları, çamaşırlar, terlikler, kokular, akla geldik gelmedik hepsi asılırdı. Hatta bebek takımları, patikler, örme bebek yelekleri,
Kültür-Sanat-Edebiyat
olsa da...
Sayı 15
Ses Dergisi
ARALIK / 2020
Çocukların bir eğlencesi de trenlerdi. Yolcu treni geleceği vakit, rayların kenarına dizilir beklerlerdi. Bazıları pencereden atılacak gazetelerin peşindeydi kağıt niyetine satmak için. Bazıları da simit, şekerleme işindeydi. Komşumuzun torunu da simit satanlardandı. Bir gün trenin istasyondan çıkarken duraksadığı bir anda, atlamış vagona. Belki o arada birkaç simit daha satarım diye. Ama tren aniden hareket edince inememiş. Akşama bir sonraki istasyonda inip, köyün minibüsüyle dönmüştü. Anasından yediği dayağı, trenden inemeyince korkusundan ağlayıp kendisine acıyan yolcuların bütün simitlerini satın almaları, bir de üstüne bahşiş vermeleri unutturmuştu. Bir güzellik de sonbaharda kurulan panayırdı. Ara sokaklar, istasyonun arkasındaki çayırlık, renk renk çadırla ve tente ile dolardı. Akla gelebilecek her şeyi bulunurdu. Hele çayıra kurulan salıncaklar… Bunlar, üstüne aynı anda yedi sekiz kişinin oturabileceği devasa sal görünümündeydi. O günlerden hafızamda kalan birçok şeyden biri de, komşumuz Nazife Teyzenin oğlu Hikmet
39
Sayı 15
ARALIK / 2020 hırkalar bile olurdu. Anneannem bu son grubuniyeyse hep ayıplardı. “Tövbe estağfurullah! Doğmamışa don biçmek...” derdi. Adet olmuş işte. Bütün bu şıngır şıkırdak şeylere nazardan korunsun diye, çörekotu, lavanta serpilir, tütsü yakılırdı. Kardeşimle benim en çok hoşumuza giden tarafı da, ikram edilen güllü lokumla peksimetlerdi. Hem kendimizinkileri yerdik hem de teyzeme ikram edilenleri. O da bunu bildiği için ikişer tane alırdı. Konu komşunun cebimize tıkıştırdıkları da cabası.
Ses Dergisi
Çoğu kız, teyzemin sesi ve emeği ile gelinlik giymiştir burada. Ama biz onu hiç gelinlikle göremedik. Kendisi için bir şey ne yapmış ne de almıştı. Olanı da sağa sola dağıtırdı. Bazen, çocukça sahiplenmek istediğim o sırmalı işlemeleri, oyalı yemenileri, telkârileri, köylü kızlara verirken onları deli gibi kıskanır, ondan nefret ederdim. Ne diye kendine saklamazdı ki, ya da bana veya Mesude’ye? Gerçi,ikimizin çeyizini daha bebekken elleriyle dizmeye başlamıştı. Yine de kıyamazdım başkalarına dağıttığı işlemelerine.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Şimdi düşünüyorum da, şayet her şeyden önde tuttuğunuz tek bir şey varsa, gerisi ikincil ya da sıralamaya bile koymadığınız ehemmiyette oluyor. Belki o da, biriciği, aslolanı her neyse, diğerlerine kapıyı kapatmıştı. Ben ve Mesude gelin olup çoluğa çocuğa karıştık. Teyzem için o kapı ölene dek hiç aralanmadı. Bu konu evde bazen seslerin yükselmesine neden olurdu. Anneannem “Kaç yaşına geldin! Gelenleri çevirip kimseyi beğenmiyorsun. Bir zaman sonra herkesin ayağı kesilecek. Kuruyup kalakalacaksın bu evde. Biz ölünce ne olacak? O vakitten sonra senin gibi sinamekiyi kim ne yapsın!” derdi. Asıl endişe ettiği taraf “El alem ne der? Bu kızın bir kusuru mu var da evlenmiyor?” gibi düşüncelerin olabileceğiydi. Anneanneme göre, olması gereken doğal ritüelin dışına çıkmak kabul edilir bir şey değildi ve bu konu daha çok evin dışındaki dünyanın kurallarını geçerli kılıyordu. Sıkıntısı buydu. Ne de olsa onun hem annelik ve hem de olmazsa olmazı sürdürmek gibi bir misyonu vardı. Teyzem hep geçiştirirdi bunları. Dedem hiç karışmaz, onu kendi haline bırakırdı. O, kaderciydi. “Nasip, kim bilir nerede? Elbet vakti gelince Hint emiri de, Yemen valisi de icazet verir, bulur sahibini.” derdi. Annemin anlattığına göre o, her görücü faslında çekimser kalmış, her ne kadar baba da olsa meselenin dışında olmayı yeğlemişti. Baba kız arasında adı konmamış, kelimelere dökülmemiş, saygı duyulan, ikisinin de diğerinin bildiğinden habersiz olduğu bir anlaşma gibiydi. Çocuk aklımla anlayamadığım, yıllar sonra annemden aslını dinlediğimde kavradığım bir anlaşma. 40
Zahireci Fevzi Amca ile dedemin, birinin kızı, diğerinin oğlu için kavilleştiği, teyzemle dedem arasında edep çerçevesinde asla dillendirilmeyen, hayra isnat edilen bir anlaşma. Ve teyzemin ölünceye kadar vefa gösterdiği, mürekkebini hiçbir vakit kurutmadığı, mührünü sandıklara kilitleyip deryalara attığı anlaşma. Ve dedem, o kırmızı kurdeleyi teyzemin beline hiç dolayamadı. Onu türkü söylerken dinlediğimde hep mutlu olduğunu düşünürdüm. Eline kasnağa geçirdiği atlas nakışını aldı mı, geçerdi pencerenin önüne, başlardı söylemeye. Mesude ve ben, onun yanına sedire oturur, anneannemin elimize tutuşturduğu bazlamaları kemirirken, sessizce dinlerdik. Ne çok türkü bilirdi. Uzun havasından tut, bozlağı, ağıtı, ninnisi, manisi, sevdalısı, öfkelisi, yakası açılmadığı... İçlerinden bir tanesi vardı ki, onu sadece yolcu treni yükünü atıp gittiği vakit söylerdi. Elindeki nakışını bırakır, pencereye daha bir yaklaşırdı. O türkü yalnız o güne, o trenemahsustu sanki. Ya sahiden öyleydi, ya da rastlantıydı. Hiç bilemezdik. Nakaratı daha bir titrek olurdu.
“Mevlam ayrılık vermesin Gökte uçan kuşa, Leylam” Sıkıntılı zamanlardı. Her ne kadar, o yaştaki bakışımızın masumiyeti bastırsa da, hissederdik farklı bir şeyler olduğunu. Akşamları karanlık çökmeye başladığında hiçbir ışık yanmazdı evlerde. Sokaklar boşalır, perdeler sıkıca kapanır, arabaların, kamyonların farlarına koyu renkli grapon kağıtlar bağlanır, radyo geç saatlere kadar açık kalır, dedemin değimiyle “acans” dinlenirdi. Benim en çok merak ettiğim de, peş peşe çalan kahramanlık türküleri arasında “Ayşe tatile çıktı” anonslarıydı. Ayşe de kimdi? Onun tatili niye bu kadar önemliydi de radyodan ikide bir duyuruluyordu? Biz de tatile çıkardık ama kimsenın umurunda olmazdı. Dedem, bunun o günlerde güvenliğimiz için bir parola olduğunu, bu alışılmadık durumun sebebini sorduğumda “Karartma var, suyun karşı yakasına yakınız.” derdi. “Kıbrıs”diye bir yerin varlığını ilk kez o zaman duymuştum. O yıl, mahallemizden bir çok genç askere alınmıştı. Onlardan biri de, zahireci Fevzi amcanın oğlu Hikmet ağabeydi. Davullu zurnalı uğurlanmışlardı istasyondan ve aralarında orada son kez göreceklerimiz de vardı. Zahireci Fevzi’nin Hikmet’i gibi. Teyzeme yıllarca perşembe treninin hiç gelmeyecek yolcusunu bekleten ve o türküyü söyleten, teyzeme verilmek üzere son birkaç satırı karaladığı küçük
ARALIK / 2020
Sayı 15
kağıdı, o zamanlarki can arkadaşı babamın eline tutuşturan Hikmet gibi… Çocuklukta hayatı anlamlandıran şeyler genellikle kişisel ihtiyaçların karşılanması etrafındadır. Varsa mutlu, yoksa mahsun. İlaveten, sevgi ve mukaddesat kavramı, ilahi ve milli, ana baba, doğa, hayvan gibi ucu kapanmamış bir çemberiçinde verilir size. Ömrünüz elverdiğince genişletir, ya da daraltırsınız. Teyzem de 1974 yılının yazında o çemberi bir daha hiç açmamacasına sımsıkı kapatmıştı.
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
Aşkın tanımlanması ne beyhudedir. Niçin kalıba sokulur? Tensel miydi ki, Mecnun Leyla’dan geçti? Ya da Aşil’i Helena için Truva’yı kana bulayacak kadar hayatın biriciği miydi? Ne büyük, ne cüretli gözükara hayatlar... Benim jenerasyonum için sözüm tükenir bu noktada. Mecnun dünyasını semavata, Aşil aldığı ölümcül riskearmağan etmiş. Biz ne zaman, ne ara tükettik aşkı? Kaç kürek toprak attık üstüne. Ne ara verdik salasını, talkımını? Sevgiliye “Siz” diye hitap edilen “bal ettim, şerbet ettim seni, sözümü kesesin diye” gibi nahif, pamuklara sarılı ürkek serzenişli şarkılardan, hoyrat, saygısız sitemlere, ahlara ne ara geldik? Cevabını verecek olanlar zaten cevaplarını da yanlarına alıp gittiler. İyi ki gitmişler. *** “ Esma’m! Sana bu mektubu Cemal’le gönderiyorum. Yarın birliğime teslim olacağım. Trenle şehre gideceğiz. Meydandan otobüs alacak bizi. İstasyon kalabalık olacağı için görüşmek mümkün olmaz. Ama merak etme. Gidince hemen yazacağım. Bir yolunu bulup ulaştırırım sana. Dün babam, Şefik amcayla konuştu. İznimde hayırlı iş için kapınıza geliriz. Tezkeremi aldığımda da tamamlarız inşallah. Beni merak etme. Son trenle salimen döneceğim. Allaha emanet ol.
Hikmet”
41
Sayı 15
ARALIK / 2020
KİTAP AN
“MAHUR BESTE” ÜZERİNE
Zehra AZİZE
Ses Dergisi
M
Kültür-Sanat-Edebiyat
ahur beste, tıpkı bitti sanılıp kenara kaldırılmış, boşlukta öylece asılı duran aşklar gibi, bitmemiş bir roman. Kitapla ilgili bu yazım bir Tanpınar aşığı olarak çok objektif olmayacak ihtimal. Üstelik Eylül’ü karşılarken romanın atmosferinde yaşamak bunu daha da güçleştirecek. Eylül gelişiyle şiir gibi cümleler kurmaya mecbur ediyor insanı adeta. Tanpınar eserlerinde kendine has o müthiş üslubuyla doğu batı sentezini daima ustalıkla yapmış ve karakterlerine bu dönem özelliklerini başarıyla sindirmiş bir yazardır. Bu eserinde de bunu görmek mümkündür. Tanpınar’ın ilk romanı olan bu eser, 1944 yılında tefrika edilmiş, 1975 te basılmış ve kimbilir kaç kez Tanpınar’ın o titiz nazarlarından geçmiş ve yer yer değiştirilmiş. Sonraki yıllarda Mahur Beste’yi bir roman kahramanı gibi diğer romanlarında da kullandığını görmek mümkündür. Kitabın sayfalarında saklı ve açıklanmayan bir aşk hikayesi Mahur Beste. Buna rağmen bu bitmemiş kitabın, yazarın diğer eserlerinde bir ruh gibi dolaştığını görmek mümkündür. Öyle ki Huzur’da Nuran’ın musiki ilgisiyle bağlantılı olarak, onun mevlevi muhibbi olan dedesinin başından geçen talihsiz bir hikaye üzerine yaptığı bir beste olarak karşımıza çıkar. ‘’Gittin amma ki kodun hasret ile canı bile, istemem sensiz geçen sohbet i cananı bile’’ dizeleri Neşati’nin ünlü bir gazelinin ilk beyitidir. Bu dizelerin bestesi mahur beste adıyla aslen nihavent makamına tekabül eden bir kahraman kimliğiyle karşımıza çıkar. Mahur bestenin konu edildiği aşk hikayesi müphemliğini daima korur ve kitap bitiminde hani nerede diye insanın elini boş bırakacak cinste bir bilinmezlik ve merak hatta tamamlanmamış hikayelerin ruhta uyandırdığı derin
42
bir acı bırakır. Bu müphem aşkın gölgesinde büyüyen bir hayat bahşediyor Tanpınar ilkin. Fakat kitabın sonunda kahramanı Behçet Bey’le yaptığı münakaşadan da anladığımız üzere ne mahur beste ne de zavallı Atiye’nin macerası bir aşk hikayesi uzviyeti gösteremeden öylece sönüp gidiyor. Taki efsununu Sahnenin Dışındakiler ve Huzur’da sürdürebilmek için. Tanpınar’ın eserlerinde işlediği kadın motiflerine her zaman hayran olmuşumdur. Çünkü bu kadınlar daima entellektüel, zeki, güzel sanatlara, hususen musikiye yatkın ve ruhlarının tekamülleriyle birleştirdikleri efsunlu bir güzelliğe sahip kadınlardır. Ekseriyetle kaderin bir cilvesiyle hayattan sille yemiş olsalar da (Huzur romanında Nuran’ın kendisine hiç uymayan bir kimyaya sahip olduğunu düşündüğü kocasıyla ve Atiye’nin zavallı Behçet Bey’le evlenerek hayatını adeta bir kumar masasında kaybetmiş biçare, fakat bu biçareliğin verdiği dayanılmaz güçle hayatlarını idame eden güçlü kadın tiplemesinde olduğu gibi) yazar daima onlardan yanadır. Hatta roman tekniği açısından çok farklı ve özgün olduğunu düşündüğüm kitabın sonunda Tanpınar’ın Behçet Bey’le atışmasının geçtiği bölümde Tanpınar açıkça ifade eder Atiye’den taraf olduğunu. Mahur Beste eserlerinde
tüm Tanpınar görebileceğimiz
bir tasvir fevkaladeliği sunar bize. Karakterler itinalı ve ruhi özellikleriyle tamamlanan bir fiziki görünüşle ete kemiğe bürünür. Tüm canlılıkları, vehimleri, maceraları, mizaclarıyla kitap boyu hayatlarına teklifsiz girme hakkı verirler okuyucuya. Bu betimlemeler öylesine güçlüdür ki yazarın da ifadesiyle olay Behçet Bey’in ve saatlerinin ve hatta zavallı karısı Atiye’nin hikayesi olabilecekken hiç hesapta olmayan bir sürü tanıdığın, eşraftan insanların, akrabaların tekeline geçer ve böylece eksik bir roman olarak raflarda yerini alır. Yazar bu durumdan Behçet Bey’i sorumlu tutsa da, Behçet Bey tüm ahmaklığı ile garip ve pek sevilmeyen mizacını kitaba sirayet ettirmiş ve yazarla olan atışmasında masumiyetini ilan etmiştir. Mahur Besteaslında eşiyle kimyası uymayan bir kadının aşığıyla kaçış hikayesi ve bunun üzerine yapılmış bir bestedir ki kitap boyuna cüzzamlı bir olay gibi daima üstü örtülmeye çalışılır. Okuyucu Atiye’nin hayatında da bu olayı görmeye hazırlanmıştır. Lakin, okuyucuyu bahsini ettiğimiz kişi tasvirleri karşılar ki bu durum keyifli anlar sunmakla birlikte yarım kalmış aşk hikayeleri bir eksiklik duygusuyla başbaşa bırakır. İşte bu yarım kalmışlıklar belki de kitabın büyüsünü arttırmaktadır.
bahseder ki burada ister istemez Tanpınar’ın saat ve zaman ile alakalı diğer eserleri aklımıza gelir. Bunu yanısıra dönemin İstanbul tasvirlerive yaşantısı, devlet erkanı işleyişi, boğazda yapılan meşk geceleri, gelenekler, kadın hayatı tüm canlılığıyla bizi o döneme götürür. Kitabı bir sesli kitap uygulamasından dinledim. Bu bende tıpkı çocukken dinlediğim radyo programlarını anımsattı. Bir arkası yarın heyecanı yaşattı. Fakat kitaba temas edememek hiç alışkın olmadığım bir duyguydu. Tıpkı görmeden, dokunmadan yürekte yaşatılan sevdalar gibiydi kitabın atmosferi. Sonuç olarak bol tasvirli, akıcı, sonu olmayan güzel bir Tanpınar eseri Mahur Beste. Hele Tanpınar’ın Eylül’e, hüzne çok yakışan bir yönü var ki.. Meraklılarına Eylül yeni bitmişken tavsiyemdir. Keyifli okumalar.
Kültür-Sanat-Edebiyat
NALİZİ
Sayı 15
Ses Dergisi
ARALIK / 2020
Kitapta hatırı sayılır bir bölüm Behçet Bey’in saatlerinden
43
FİLM TAHLİLİ
ARALIK / 2020
Sayı 15
Sevmek Zamanı ( Bir surete
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Zehra Azize
1965
yapımı siyah beyaz bir Metin Erksan filmi. Tam manasıyla bir klasik. Boyacılık yapan Halil’in Meral’in resmine aşık olması ve bir sene boyunca resme duyulan aşkın Meral tarafından keşfedilmesiyle hikaye başlar.Meral Halil’in kendi resmine duyduğu derin aşktan etkilenir ve o da Halil’e aşık olur. Halil ise onu reddederek kendi içinde büyüttüğü mistik aşka sadık kalmayı tercih eder.Filmin ölümsüz replikleri bu duyguların özetidir. Halil:’’Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun? Resminle ilk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. İnanamadım… İkinci kez zorlukla baktım resmine. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde. Nihayet değişmezi bulmuştum. Resmin benim içime bakıyordu. Benim kendimi görüyordu, bana hep dostlukla, iyilikle, sevgiyle baktı.” Meral: “Sen beni görmeye çalışmadın. Ama sen istesen de istemesen de ben varım Halil.”
44
Aslında çok fazla olay ve replik içermeyen bir film. Doğu batı sentezinin yoğun işlendiği filmde Itri yi ve Bach’ı birarada görmek mümkün. Halil’in Meral’i reddedip sadece onun resmine duyduğu delice sevgi ise aslında divan edebiyatında ve tasavvufi anlamda karşımıza çıkan mistik aşkı temsil eder. Halil Allah dostu anlamına gelir ve aşkını kendi iç dünyasında derinlemesine tek
ARALIK / 2020
Sayı 15
Film
sıradışı konusu dönemin klişelerinden uzak diyalogları gibi nedenlerle ilk başta gösterimini ve dağıtımını yapmaya kimse yanaşmamış fakat sonra film, Türk sinema tarihinde bir kült olarak yerini almıştır. Çok düşük bir bütçe ve sınırlı sayıda teknik ekiple çekilmiş olması da ayrıca hayranlık uyandıran bir konudur. Filmde statü farkları karakterlerin sosyal konumları çok başarılı imgelerle ifade edilir. Filmin başında Halil’in yüksek bir duvardan atlaması sosyal olarak kendinden daha yüksek bir statüde kıza aşık olmasının ve o dünyaya girmesinin bir sembolüdür. Ayrıca Meral’in film boyunca cam arkasından görüntülenmesi onun ulaşılmazlığının bir göstergesidir. Halil ud eşliğinde Itri besteleriyle Meral’in resmine duyduğu aşkı yaşarken Meral Back dinleyerek bu aşka teslim olur. Aşk burada tamamen kişinin kendi içinde yaşadığı bireysel ve kutsal bir duygudur ve kahramanımız için bu yeterlidir. Zira aşık olduğu kadına kavuşmak bu kutsal duyguya zarar verecektir. Bu yüzden defalarca Meral’i redddeder. Filmin sonunda Meral Halil’in aşkının ssembolü olan kendi resmini ve gelinlikli mankeni suya atar. Az sonra gelinliğinin kendisine kefen olacağından habersiz kayıkta Halil ile kavuştukları o anda ölürler. Filmin bütününe hakim olan metaforlardan
biridir kayık. Kahramanalar bu kayıkla sonsuzluğa giderler. Senarist gerçek aşkın kavuşulmayan aşk olduğu gerçeğiyle seyirciyi başbaşa bırakır. Halil ise suretten sirete geçen ve içinde kutsal bir değer atfederek yaşadığı aşkı, ete kemiğe büründüğü ve mistik yönünü kaybettiği anda gerçek aşka yani ölüme yürüyecektir. Kesinlikle izlenmesi gereken bir film olduğu kanaatindeyim. Hatta sanatsal öğelerin ve aşkın mistik yönünün kavranması açısından belki birkaç kez izlenmeli. Zira aşk kavramının ve sanatın aslında unuttuğumuz kutsallığını hatırlatan bir yapım. Tutku sevda veya adı ne olursa hepimizin bir sevmek zamanı vardır ve hepimiz muhatabımızda kendimize ait özellikleri görür ve bu özelliklerle aslında biraz kendimize aşık oluruz. Muhatabımız kendimizi yeniden keşfettiğimiz boş bir ayna gibidir. Ve bu keşifte karşımızdakinin rengini gördükçe yani kendimizden uzaklaştıkça aşkı eskitir, yıpratır, alışkanlıklara, ülfete kurban ederiz. Anlarız ki gerçek aşklar kavuşamadıklarımız, yani kendimize ait keşiflerimizdir. O halde aşk enel-hak mıdır, yahut koca bir yalan mıdır?
45
Ses Dergisi
başına yaşama savaşı verir.Meral ise güzel gözlü dişi ceylan demektir ki karakterin bu özelliklerle karşımıza çıktığını görürüz. Filmde mistik anlamı pekiştiren ve aşkın, maşukun ulaşılmazlığını vurgulayan bir çok kamera tekniği kullanılmıştır. Filmi efsanevi hale getiren en büyük özelliklerden birisi de görsel zenginliğidir. İnanılmaz sanatsal karelerin her biri ödüllü bir fotoğraf karesi değerindedir. Özellikle İstanbul’un, adaların o zamanki el değmemiş güzellikleri film boyunca bize enfes bir gezi imkanı sunar. Müşfik Kenter ve Sema Özcan’ın başrollerini paylaştığı filmin replikleri felsefik ve tasavvufi manifestolar bütünü gibidir.
Kültür-Sanat-Edebiyat
e aşık olmak)
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
46
Sayı 15 ARALIK / 2020