EYLÜL SAYISI

Page 1


SES DERGİSİ

Eylül / 2020

Sayı 13

İÇİNDEKİLER EYLÜL 2020, SAYI 13

13. Sayıda Alman şair Jan Wagner, yazarlık atölyesi, ortak hikaye ve Eylül yazıları ile ilgili değerlendirme.

II JAN WAGNER İLE RÖPORTAJ Zeynep Gür, röportajında Wagner'a şiirden ilhama, sevdiği yemeklerden, okuduğu kitaba kadar birçok soru sordu.

III

Ses Dergisi

YEDİ YAZAR, BİR HİKAYE

YAZARLIK ATÖLYESİ Eylül ayı sayımızda yedi yazarla bir öyküye çalışıldı. Kurgu türündeki öyküde gizem had safhada. Kasabadaki Yabancı kim?

II

JAN WAGNERRöportaj VI EYLÜL YAZILARI

Eylül sayısı birbirinden güzel Eylül yazı ve şiirleriyle dolu. Yaprak yaprak düşüşünü okuyacaksınız...

VII DENEME "ŞERİF AYDIN

IV AYLA Yasemin Tatlıseven Bu ayki sayıda AYLA filmini analiz eden Yasemin Tatlıseven'in kaleminden tatlı bir yazı okuyacaksınız.

V Kitap ve Analiz HÜSEYİN ODABAŞI Eylül sayısında kitap olarak George Orwel'in Hayvan Çiftliğinin hem özetini hem değerlendirmesini okuyacaksınız

HIZIR PAŞALARA PİR SULTAN SÖZÜ Kendine aydınlar(!), kendi mahallesine aydınlar(!), kendi fikrine, zevklerine aydınlar(!) var benim ülkemde.Suskunluklarına kızmıyorum, utanıyorum sadece.Bizi utanmak zorunda bıraktıkları için kızıyorum.

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

2

13 KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Kültür-Sanat-Edebiyat

I EDİTÖR NOTU


Eylül / 2020

EDİTÖR’den

SES DERGİSİ

Sayı 13

Kültür - Sanat - Edebiyat Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

E

Yayın Editörü Sinem Der Ki Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın

Kültür-Sanat-Edebiyat

Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Ses Dergisi

ylül ayından merhabalar, sevgili dostlar... Sadece dergi hayatımızın bir yılını geride bırakmadık, bir baharı da geride bıraktık. Eylül, yaprak dökümü diye hatırlanır ama Eylül’ü görev teslim ayı diye görmek de mümkün. Bahar gibi bir mevsim yaşarsınız ve sonra Eylül bir veda ile bir dönem sessizliği yürürsünüz. Ses’in sessizliği ne zaman olacak bilmiyorum ama bahar gibi bir dönem geçirdiğimizi söyleyebilirim. Bu baharda dergide emeği geçen yazar, şair, okuyucu ve takipçi tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Daha önce de duyurduğumuz üzere, her seferinde farklı dil, kültür ve coğrafyalardan bir şair veya yazarı dergimize konuk etmeyi planlıyoruz. Eylül sayımızda ünlü Alman şair JAN WAGNER’i konuk ettik. Bu röportajı gerçekleştirmek için olağanüstü gayret gösteren sevgili Zeynep Gür hanıma ve değerli şair sayın Wagner’e dergimiz adına teşekkür ediyorum. Keyif alarak yaptığımız bu röportajı keyifle okuyacağınızı umuyor, şimdiden iyi okumalar diliyorum. Eylül sayısındaki kitap analizleri bir önceki sayılara göre daha çok. Bu durum aslında arzuladığımız bir şey. Kitaplar okunsun ve okumakla kalınmayıp paylaşılsın altılı çizili satırlar. İşte bu altı çizili satırları sizlerle paylaşmış olduk. Dergimiz için önemli bir yenilik olarak gördüğümüz Yazarlık Atölyesi’nin ürünü olarak yeni bir hikaye okuyacaksınız. Yedi yazarımızın kaleme aldığı “KASABADAKİ YABANCI isimli kurgu hikayesi gizem dolu bir hikaye. Yazar arkadaşların neşe içinde yazıp birbirlerine yorumlar yapa yapa nihayi şekli verdikleri bu öyküyü heyecanla okuyacağınızı düşünüyorum. Bir diğer konu, atölye çalışmaları. Yazarlık Atölyesini iki haftada bir Pazartesi günleri yapma kararı aldık. Şimdilik yayın ekibinin katıldığı bu çalışmayı önemsiyoruz. Peki neden atölye? Tecrübelerin paylaşımı yapılacağı ve Batı perspektifinde yazı çalışmalarının konuşulacağı atölyede hem dergi adına ortak dili yakalama hem de yazar kadrosunun kalemini güçlendirme adına bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Bu arada atölye çalışmasını ileriki günler veya haftalarda geniş kitleye açmayı planlıyoruz. İlgilenenler sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirler. Severek hazıladığımız bu sayıyı sevmeniz dileğiyle.

Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3


Eylül / 2020

Sayı 13

KAPAK

Almanya

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür’den JAN WAGNER

JAN WAGNER

Ses Dergisi

Çeviren: Salih Tınmaz

4

Jan Wagner, genç neslin en önemli Alman şairlerinden biridir. Şiirleri, kesin dili, uyumlu imgeleri ve formlarla zahmetsiz oynamasıyla sık sık ödüller alan bir şair.

Söyleşisi


Eylül / 2020

Sayı 13

Jan Wagner 20.06.2017 tarihinde Der Tagespiegel Gazetesine verdiği röportajda bunu şu şekilde açıklıyor; “Neukölln’de eksik olduğumuz şey bir bahçe. Kasaba ve taşra arasında, Schleswig-Holstein’ın güneyindeki Ahrensburg’da büyüdüm, ailem hala orada yaşıyor. Bahçe benim için çocukken önemliydi. Orada olan neredeyse ikonik şeyler. Eski erik ağacının bana sihri var. Ya da mutfak penceresinin önündeki budaklı elma ağacı: düşerse ve kesilirse, onu acı bir şekilde özlersiniz. Yeni kitabım “Rain Barrel Variations” da başlık şiirinin

olduğu yağmur varilini de çocukluk ile ilişkilendiriyorum. Her bahçede bu büyülü, karanlık ve daha az ziyaret edilen köşeler vardır - kompost yığını aynı zamanda kokusu, bayat ve küfüyle ve hala canlı olan şeylerin çürümüş olduğu, her şeyin kendi içine battığı garip ölümden sonraki hayatının bir parçasıdır. ……….. Bu çocukluk bahçesini asla unutacağımı sanmıyorum.”

Kültür-Sanat-Edebiyat

E

ylül ayında röportaj konuğumuz olan Jan Wagner’i anlatmak için İnn Nehri kenarına oturdum. Hamburg’da doğmuş olan Jan Wagner’i anlamak için çevreme biraz daha derinlemesine bakmam gerektiğini düşünüyorum. Yeşilin bin bir tonunun göründüğü Almanya coğrafyasında, şair şiirinde her nesneyi yazılmaya değer buluyor. Bahçeli bir evde ailesiyle mutlu bir çocukluk geçirdiği için, bunun şiirlerine de etki ettiğini görüyoruz.

Ses Dergisi

“Şiir yazmanın güzel yanı, süreci hemen hemen her şeyin başlatabilmesidir - bir kelime, sadece bir ses, bir görüntü, bir otobüste duyulan bazı cümleler, tarihi bir figür veya çay poşetinden elektrikli testereye ve mantara kadar her küçük şey; sonuçta, her şey, tüm büyük meseleler bu sadece görünüşte sıradan nesnelerde gizlidir.”

Görüldüğü gibi bir yağmur varilini bile yazmaya değer bulan şair, her nesneye bir anlam yükleyip, bir canlı gibi kabul ediyor. Bunu da aşağıdaki cümleleriyle açıklıyor; “Bir nesneye, bitkiye veya hayvana gelince, olabildiğince sabırlı olmaya ve özellikle dilsel olarak ona akla gelebilecek tüm açılardan bakmaya, içinde ne olduğunu, örneğin etimolojide düşünmeye çalışıyorum. Uzun zamandır birliktelik kuruyorum. Acele etmekten daha kötü bir şey yoktur. Mümkün olduğu kadar uzun süre tatminsiz kalmak, kapıyı çok çabuk çarpmamak ve şiirde uykuda olan fırsatları kaçırmamak istiyorum.” (Der Tagespiegel/20.06.2017- Jan Wagner) 5


Eylül / 2020

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Türk Edebiyatında İlhan Berk; “Ben varlığımı, çevremi anlatmadan doğrulayamam. Yerleştiğim gidip gördüğüm yerler, yaşadığım bu dünya, onu ben var etmedikçe, kendimi de var edemem” (Kanatlı At 45). İlhan Berk kendini merkeze koyup, çevresindeki nesneleri şiirlerinde yeniden anlamlandırmıştır. Jan Wagner bir çivi, bir tespih böceği, bir kuyu gibi görünüşte küçük ve bayağı nesneleri şiirine konu edinirken, İlhan Berk, Kül kitabında, pipo, dana ve kurşun kalem gibi nesneleri kullanmıştır. C. Schmidt tarafından “... kuşağının en iyi lirik şairi ve çağdaş Alman edebiyatının en güçlü ve en özgün seslerinden biri.” (Zeitung, (13.03.15) olarak tanımlanan Jan Wagner 2015’te Regentonnevariationen (Yağmur Varili Çeşitlemeleri) şiir kitabı ile Leipzig Kitap Fuarı Ödülünü kazandı. Kazanılan bu ödülle Almanya’da ilk kez bir şiir kitabı bu ödülü almış oldu. 2017’de Almanya’daki en önemli edebiyat ödülü olan Georg Büchner ödülünü aldıktan sonra daha çok tanındı. Şair aynı zamanda Amerikan ve İngiliz eserlerinden çeviriler yaparak edebiyata katkıda bulunuyor.

Sayı 13

Zeynep Gür: Öncelikle Jan Wagner’i okuyucularımıza tanıtmak istiyoruz çünkü bir yazar veya şairin hayatında onun eserlerine yansıyan çok önemli izler olduğunu düşünüyoruz. Bize biraz Jan Wagner’dan bahseder misiniz? Jan Wagner: Tabi ki. Tüm ineklerin siyah veya beyaz olduğu ve ineklerin en yoğun olarak bulunduğu bir kırsal kesim olan Hamburg’un kuzeyinde büyüdüm. Güneş daha doğmadan bile geniş tarlalarının ışıldamaya başladığı bir yerdi. Yetiştiğim bahçeli ve kitaplarla dolu evde, şevkli birer okuyucu olan ebeveynlerim beni edebiyat dünyasına dalmaya teşvik ettiler. Ben de on altı yaşında şiirler yazmaya başladım. (Sanırım herkes böyle başlıyor.) Alman romantik ve dışavurumcu şiirlere (Trakl ve Heym gibi) bakıp hayranlıkla adeta parmaklarımı ısırırken, okulumdaki ufuk açıcı ve tutkulu öğretmenlerimden birisi sayesinde İngilizce şiirlerin etkilerinden haberdar oldum. Amerikan ve İngiliz edebiyatındaki modern şiir klasiklerini öğrenme imkânı buldum. Netice itibariyle Hamburg, Dublin ve halen yaşamakta olduğum Berlin’de İngiliz edebiyatını öğrendim. İlk şiir koleksiyonum 2001’de çıktı. Bunu yedi tane daha koleksiyon takip etti. Bunlara da antolojiler ve birçok tercümeler eklendi. (Charles Simic, James Tate, Simon Armitage, Matthew Sweeney, Sujata Bhatt, Jo Shapcott, Robin Robertson ve bunlar gibi daha birçok...)

Jan Wagner son zamanlarda yeni bir başarıya imza atarak Federico Italiano ile birlikte 46 dilde yaklaşık 1000 şiir içeren bir antoloji yayınladı. Bu çok kıymetli antolojide Kıbrıs’tan Arnavutluk’a , İzlanda’dan Fransa’ya kadar tüm Avrupa’daki genç şairlerin şiirlerinden bir derleme yaptı. Bu eserde hem şairlerin kullandığı orijinal ulusal Zeynep Gür: Şiir yazmaya nasıl başlıyorsunuz? diller, hem de Almanca çeviriler bir arada verilerek, orijinal aslı korunmuş ve çevirisi yapılarak daha fazla kitleye ulaşması sağlanmıştır. Biz de bir söyleşiyle şairi Jan Wagner: Şiir yazmanın güzel yanı, süreci hemen hemen her şeyin başlatabilmesidir. Bir kelime, sadece size daha yakından tanıtmak istedik. İyi okumalar… bir ses, bir görüntü, bir otobüste duyulan bazı cümleler, tarihi bir figür veya çay poşetinden elektrikli testereye ve mantara kadar her küçük şey; sonuçta her şey, tüm KAYNAK: büyük meseleler, sadece görünüşte sıradan olan bu Akgün, Ali, İlhan Berk Şiirinde Nesne Sonesnelerde gizlidir. runu, https://www.google.com/url?sa=t&-

Zeynep Gür: Bir şiiri bitirmek ne kadar sürer ve yeni bir şiire nasıl yeniden başlarsınız? Sizi yazmaya teşvik eden sebepler nelerdir? Jan Wagner: Bir şiiri asla hızlı yazmam, fakat sanırım bir elin parmakları kadar olan saatler ya da çok daha 6


Eylül / 2020

kısa bir sürede (örneğin birkaç saat) ortaya çıkan şiirleri de sayabilirim. Genelde birkaç olası şiir üzerinde aynı anda çalışıyorum, onları düşünüyorum, aklımda evirip çeviriyorum, bu şekilde bekleyip gidiyorum ve bir şiirin bitirilebilmesi aylar hatta bazen bir yılı buluyor. (Tabi gerçek manada bitirebildi isem.) Bir şiirin ortaya çıkartılması özgün bir haz uyandırıyor, özellikle bu süreç mucizevi bir hız ve neşe ile devam ederken şairin kendi şiiri karşısında şaşkınlığa düşmesi - ki bence işte bunun herkesin beklemekte olduğu bir mucize olduğu kanaatindeyim.- En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum.

Jan Wagner: Merak ve en küçük olguya bile hayranlık duymanın hiç bitmeyen yeteneği. (Sonuçta, bizi çevreleyen her şey ve bizler gerçekten çok tuhafız; bu gerçeğe alışabilmemiz garip). Elbette dağ kulübesinden hiç ayrılmamış bir şair, bir deniz kaptanının bakış açısından yazabilir ve bir derin deniz dalgıcı üzerine en çarpıcı şiiri yazabilirdi. Şiir bir insan teşebbüsü olduğundan ve hiçbir zaman aşk ya da acı yaşamamış hiçbir insan düşünülemediğinden dolayı. (Sadece bir şiir ya da romanda olabilir.) İkinci soru bana oldukça teorik bir soru olarak geliyor. Sonuçta, insan hayal gücünün çarpıcı yanı bu, değil mi? Ayak parmağını bir taşa vuran ya da çocukken arı tarafından sokulan herkes bu deneyimlerden faydalanabilir, bunları genel olarak acıya yansıtabilir, onlardan soyutlayabilir, büyütebilir, çeşitlendirebilir ve böylece acı, kayıp ve yaraların diğer türleri hakkında yazabilir. Bunun başarıyla yapılıp yapılmadığı sorusu tamamen ayrı bir konudur.

Zeynep Gür: Şiiri temel bir ihtiyaç olarak görüyorsunuz. Bu fikirden biraz bahseder misiniz? Jan Wagner Zeynep Gür: Sizinle ilgili araştırma yaptığımda, açısından şiir nedir ve şiir sizin için ne ifade eder? https://www.poetryinternational.org adlı bir web Jan Wagner: Çoğu şiir, dili günlük kontekste kul- sitesinde bir röportaj buldum. Aslında sözlerinizden lanılandan farklı bir şekilde kullansa da, herşeyden etkilendim. ‘Küçük, görünüşte sıradan nesneler sonra geriye şiirin materyalinin, hepimizin her gün hakkında yazmayı seviyorum: bir çivi, bir sabun ekmek satın almak ya da taksi çağırmak için kullandığı pastası, kolayca gözden kaçırabileceğiniz, ancak dil olduğu gerçeği kalır. Böylece herkes özel bir teknik şiirde birdenbire büyük güçleri açığa çıkaran ve soyut öğrenmeden şiir okuyabilme imkanına sahip olur. olanı anlaşılır ve somut hale getiren şeyler hakkında Dahası, şiirin kullandığı stratejiler çocuklar tarafından yazmayı seviyorum’ dediniz. Şiirlerinizdeki belirgin bile bilinir; aslında metafor, benzetme vb. şeyler, nesneler veya duygular hakkında yazarken, bunları dünyayla erkenden anlaşmak, bir şeyleri anlamak ve küçük ayrıntılarla tasvir ediyorsunuz. Bu sizi diğertanımlamak için hepimizin kullandığı özelliklerdir. lerinden ayırıp “özgün” yapan en büyük farkınız mı, Dört yaşındaki yeğenim Max fırtınayı duyup “Bugünkü yoksa bilmediğimiz başka özellikleriniz de var mı? gök gürültüsünün dev ayakları var.” dediğinde şiirin ne olduğunu tam olarak biliyordu. Şiire olan ihtiyacı ve ondan alınan zevki unutma eğiliminde olsak da aslında hepimiz bunu biliyoruz. Aslında şiirin takipçilerinin sayısının haddi hesabı yoktur, birçok şiir takipçisi bunu anlayamasa, bilemese bile bu böyledir.

Jan Wagner: Her şeyin bir şiir için uygun olduğu gerçeği, elbette her şeyi demokratik olarak şiir alemine kabul etme geleneğine sahiptir ve şiirlerinde, çoğunlukla gözden kaçan nesneleri memnuniyetle karşılayan, hayran olduğum, uzun bir şairler listesi sayabilirim. Tabii ki bunlar hiçbir şairin kabul etmeyi 7

Kültür-Sanat-Edebiyat

Jan Wagner: Şiirlerde pek çok farklı duygunun ele alındığından emin olsam da (içinde kayboluş, zevk, muamma), bir şeye karşı olan genel bir merak veya şaşkınlık duygusu şiirleri oluşturuyor. Bu duygular ve kelimelerle oynamanın hazzı onları meydana getiriyor - ya da ben öyle olduğunu umuyorum.-

Zeynep Gür: Sizce şair olabilmek için, kişide hangi insanî niteliklerin üstün olması gerekir? Örneğin, hiç aşık olmamış birisi aşk hakkında yazabilir mi, empati kuramayan biri acı hakkında yazabilir mi? Olmazsa olmazlar nelerdir?

Ses Dergisi

Zeynep Gür: Şiirlerinizde hangi duygular ön plana çıkıyor? Sizi uyuyamaz hâle getiren satırlar / cümleler var mı? Varsa, bizimle birkaç cümle paylaşma imkanınız var mı?

Sayı 13


Eylül / 2020 reddetmemesi gereken gerçek hazinelerdir. William Carlos Williams ve Francis Ponge bu şairlerden sadece ikisi, ama yine de hayâti önem taşıyan şairlerdi.

Sayı 13 okumuş, bilgili okuyuculardan oluşan bir grup - size, evet, yazdığınız şeyin bir başarıya sahip olduğunu işaret ederse, bu bir destek ve büyük bir teşvik olabiliyor. Bu açıdan özellikle Büchner Ödülü beni çok etkiledi ama Zeynep Gür: “Canlı Kelebek Gösterisi’nde olduğu gibi” anlatabildiğim kadarıyla yazma ve düşünme tarzım şiirlerinizde de mizah ve ironi kullanıyorsunuz. Şiirde ve kendimi algılayışım anlamına gelen hayatım, hiç mizah ve ironi zor bir iştir. Bunu nasıl başarıyorsunuz? değişmedi.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Jan Wagner: Zor iş mi? Bunun sadece şiir yazmayı Zeynep Gür: 2015 yılında ilk kez bir kitap Leipzig Kitap sevdiğim gerçeğinden kaynaklandığına ve mizahın Fuarı Ödülü’nü aldı. Bu, siz ve diğer şairler için yeni dünya ve içinde bulunduğu durumla başa çıkmaya fırsatlar anlamına mı geldi? Bu ödülün şiire katkısı ne yardımcı olduğuna, inanmayı tercih ederim. oldu? Zeynep Gür: Pek çok eseri İngilizce’ye çevirdiniz. Federico Italiano ile hazırladığınız Grand Tour antolijisinden bahseder misiniz? Fikir, tüm Avrupa’yı kapsayan bir antoloji oluşturdu. Çevirmen olmanın bu kararı vermedeki etkilerini anlatır mısınız?

Jan Wagner: Eminim ki geniş bir dinleyici kitlesi, belki ilk kez, her şeye rağmen yeniden biraz şiir okumanın ve Almanya’daki geniş genç şiir sahnesine, o şiirlere bir göz atmanın, iyi bir fikir olabileceğini düşündü. Şimdiye kadar olması gerektiği gibi genel olarak şiirin, özellikle de genç neslin şiirinin, fuardan sonra ilgiden daha fazla Jan Wagner: Federico ve ben, Fransa, Polonya pay aldığını düşünüyorum. veya Kuzey İrlanda’dan, bazı genç Avrupalı şairleri okuduğumuzu hem de onlardan zevk aldığımızı çabucak Zeynep Gür: Kötü yazılmış şiirlerin çoğunun ortak anladık. Şiirler henüz gelmemiş olsa da diğer ülkelerde noktası nedir? kendi neslimizin eserlerini takip etmeye çalışıyoruz. Bu şiirlerin İtalyanca veya Almanca tercümeleri de yok. Bu Jan Wagner: Kısaca söylemek gerekirse (belki çok nedenle, tüm Avrupa dillerinden ve ülkelerinden, daha kısaca); Kullandıkları klişelerden isteyerek habersizler genç şiirleri sunan, kapsamlı bir antoloji oluşturma ve kendilerinden şüphe duymuyorlar. W.H. Auden’in fikri hızlı bir şekilde tasarlanmış oldu. Doğal olarak, dediği gibi: “Hiçbir şey, harika olması amaçlanan kötü önümüzdeki dört yıl içinde ne kadar fazla çalışmanın bir şiirden daha kötü olamaz.” olacağını anlayamamıştık, ancak kitabı bir araya getirmenin karmaşık sürecine rağmen (İtalyanca olarak Zeynep Gür: İnternet ve sosyal medya şiirin gelişimine Çek şiirlerini okumaya çalışmak, Fransızca çeviriyle katkıda bulunuyor mu? Fince şiirini okuma girişimleri de dahil olmak üzere), başladığımız büyük maceranın tadını çıkarmayı hiçbir Jan Wagner: Her türlü şiirin yayılmasına katkısı noktada bırakmadık. Federico ve ben, şiirin hem muhakkak; kalıcılık, yalnızca yazmaya devam eden iyi şairleri hem de çevirmenleriyiz ve bir şiirin gerçekten şairlere bağlıdır. çevrilebilir olduğu, şiir çevirisinin (yaygın ve ünlü olarak inanıldığı gibi) sadece bir kayıp değil aynı zamanda ve Zeynep Gür: Sosyal medyada aktif misiniz ve okuyucudaha da önemlisi, bir kazanç olduğuna inanıyoruz. larınız sizinle etkileşim kurabiliyor mu? Zeynep Gür: Georg Büchner Ödülü’nü almak hayatınızı Jan Wagner: Korkarım değilim. E-posta kullanıyorum, değiştirdi mi? Ödüller sizin için ne ifade ediyor? ancak genel olarak akıllı telefonlardan ziyade postacı güvercinlere yöneliyorum. Yine de, halka açık okumalar Jan Wagner: Basitçe ifade edersek, örneğin ödüle para sırasında, konuşmalardan hemen önce ve sonra iletişim ödülü eşlik ediyorsa, alıcının işini bir süre daha mutlu ne kadar güzel! neşeli yapmasını sağlıyor. Bununla birlikte, daha genel olarak konuşursak, bir jüri - sonuçta yüksek eğitimli, iyi 8


Eylül / 2020

Sayı 13

Jan Wagner: Fennel Risotto veya Cacio e Pepe makarnası hazırlamak boşluğu doldurabilir. Zeynep Gür: Şu anda hangi kitabı okuyorsunuz? Jan Wagner: David Keplinger’in “The Long Answer” adlı eseri. Zeynep Gür: En sevdiğiniz yemek nedir? Jan Wagner: Enginar veya spagetti aglio ile risotto, olio e peperoncino da olabilir. Zeynep Gür: Gününüzün en iyi bölümü nedir? Jan Wagner: Her günüm farklı bir en iyi bölüm. 9

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Yazmadığınız zamanlarda ne yapmaktan hoşlanırsınız?

Ses Dergisi

Zeynep Gür: Çalışmanızı paylaştığınız bir yazı grubu (Rutinden kaçınmak için) veya yazar topluluğunuz var mı? Varsa, onlar kimler? Zeynep Gür: Hiç spor takımında bulundunuz mu? Jan Wagner: Yıllar önce, diğer Berlin şairleriyle Eğer öyleyse, hangi spor? tanışmak ve en son şiirlerimizi okuyup onlar hakkında konuşabilmek için kullandığım bir grup Jan Wagner: Uzun yürüyüşleri tercih etsem de, vardı ama üzülerek söyleyeyim, şu anda yok. Yine bazen başka şairlerle basketbol oynadığım da oluyor. de arada sırada şiir hakkında sohbet ettiğim yakın (“Dichter & Dunker”) arkadaşlarım var. Zeynep Gür: Favori sanatçınız ve en sevdiğiniz şarkı nedir? Zeynep Gür: Okurlarınızdan çok şey duyuyor musunuz? Neler söylüyorlar? Jan Wagner: Resim değil, popüler müzikse, Tom Waits ve belki de “Sword fish trombones” diyebilirim. Jan Wagner: Tüm dedikleri şeyler tam anlamıyla eğlenceli olmasa da birçoğu öyle. Çoğunlukla Zeynep Gür: Tanıdığınız veya hayran olduğunuz şairler, kitaplar, konular ve daha ilginç şeylerden bir Türk yazar veya şair var mı? Türk edebiyatıyla haberdarlar. Söyledikleri şeyler arasında, yanımda tanıştıysanız bu nasıl oldu? eve götürmekten çok mutlu olduğum ilginç şeyler var. Jan Wagner: Elbette akla Nâzım Hikmet ve Orhan Pamuk geliyor ve Grand Tour antolojisindeki Zeynep Gür: Yazı yazmak, duygusal olarak yorucu ve çalışmalar sayesinde Bejan Matur, Gonca Özmen, Efe stresli bir arayış olabilir. Gelecek vaat eden yazarlar Duyan ve diğerleri gibi genç şairlerle tanıştım. Ancak için herhangi bir ipucu? okuduğum son Türkçe kitap, Ahmet Altan’ın son derece etkileyici ve heyecan verici “Dünyayı Bir Daha Jan Wagner: (Kelimelerle) Oynamak. Görmeyeceğim” kitabıydı.


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat Eylül / 2020

10

Sayı 13


Sayı 13

Sinem Der Ki

Eylül / 2020

Eylülde Geldin

Her mevsim yeniden çiçeklenirim usanmadan. Her bahar tazelenir umudum tükenmez. Her gece efkar dolar ruhuma Her sabah doğan günle yeniden dirilirim Ve her Eylül sil baştan birdaha severim “ben” Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir de “sen” varsın, akşam güneşi gibi seyirlik Ve bir nefes gibi ömürlük... Bazen deniz köpüğü kadar telaşlı ve hırçın Bazen bir nehir kadar huzurlu. Bir orman gibi hayat dolu yuvasın Ve rüzgarın coşkulu melodisisin “Sen” Bir de Eylül var, sen ve beni toplayıp “biz” eden... Bizi yoktan var edene şükrettiren. Kainatın yazdığı şiiri; “sonbaharı” müjdeleyen, Eylül gibi, benim de en güzel şiirimsin sen... Sen Eylül’de geldin, ben Eylül’de sevdim. Eylül fırtınası gibi baştan aşağı sen oldum ben... Sana su dedim, yağmur gibi vazgeçilmezdin. Can dedim, ezelden alıp toprakta yeşerttim, Topraktan ebede canıma ekledim… Kainatın döngüsü gibi ilmek ilmek yüreğime işledim.. Her Eylül renk renk seni yeni baştan sevdim ben... Her Eylül “bizi” büyüttüm yaprak yaprak yeniden…

11


Eylül / 2020

HIZIR PAŞA’lara

Şerif Aydın Kültür-Sanat-Edebiyat Ses Dergisi

Sayı 13

PİR SULTAN sözü

“Kendine aydınlar(!), kendi mahallesine aydınlar(!), kendi fikrine, zevklerine aydınlar(!) var benim ülkemde. Suskunluklarına kızmıyorum, utanıyorum sadece. Bizi utanmak zorunda bıraktıkları için kızıyorum.”

A

rkadaşlar! Dışarda bir şeyler oluyor, farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?” diyen Yılmaz Güney’in bu serzenişinin üzerinden kaç gece geçti, bilmiyorum ama bugün aynı sözü söylüyorum: O, uykuda olanları, ölü taklidi yapanları uyandırın. Fil dişi kulelerinde oturanları uyandırın. Camii minberlerinden cennet dağıtanları, meclis koltuklarından nutuk okuyanları uyandırın ama önce aydınları... Toplumun kaymağıyla büyüyüp, bugün topluma kambur olan kişileri uyandırın. Kendine aydınlar(!), kendi mahallesine aydınlar(!), kendi fikrine, zevklerine aydınlar(!) var benim ülkemde. Suskunluklarına kızmıyorum, utanıyorum sadece. Bizi utanmak zorunda bıraktıkları için kızıyorum. Herkesten korku gömleğini yırtmalarını beklemek tabi ki hakkımız değil ama fildişi kulelerinde oturmanın bir bedeli olduğunu hatırlatmak hepimizin hakkı. Keşke cesarete ihtiyaç duymayan bir dünyada yaşasaydık ama yok bugün o dünya. Keşke herkesin birbirini sevmeye izin vereceği bir toplumda büyüseydik ama bugün o toplum da yok. Bizden öncekilerin korkuları ve akılsızlığı bizi cesur olmak zorunda bıraktı. Hapishaneleri dolduran kalemler, sürgünlerde biten hayatlar, iffet ve izzetiyle oynanan insanların durumu bizi cesur olmak zorunda bırakıyor.

12

Pir Sultan’la yedi buçuk yıl yol arkadaşlığı yapan Hızır’ın, saraya kapak atıp Hızır Paşa olduktan sonra yaptığı zulümler, bizi Pir Sultan olmaya, “Yürü bre Hızır Paşa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın / O da bir gün devrilir” demeye zorluyor. Baskıcı rejimin son beş yılında nehirler gibi gözyaşı aktı. Şimdi bu göz yaşının her damlası kristal


Eylül / 2020

Grup yorumun üyelerinden Helin ve arkadaşları, kendilerine dayatılan hapishane kurallarına karşı çıkarak, açlık grevinde, tükenişlerini anbean acıyla hissederek ölmüşlerdi. Tozlanmış gitarlarına dokunsunlar, bekliyorum. “Sürecin yükü artık sizin omuzlarınızda...” demişti, Helin. “Yük bizde artık” deyin. Biliyorum, taşlanacaksınız Pir Sultan gibi, kimliğinizi gizleyip, ellerine taşlar verip toplumun, taşlatacaklar.

13

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yakalandıktan sonra bir dağ köyündeki boş ilkokulda tek kurşunla vurularak öldürülen Che Guevara’nın yalvaran bir sözünü duymamıştı hiç kimse, bunları yaparken de en az Che kadar dik dursunlar. Yapabiliyorsa, doğruyu doğru olduğu için savunsunlar? Korku en çok insana yakışmaz. Ayıp kelimesini en iyi insan bilir çünkü. Ayıptır ey insanlar, ayıp... Korkularına yenilip hakkı konuşanları kucaklayamamak ayıp. Sokakta vurulduğu fotoğraftan zihnimde kalan altı delik ayakkabısı ile Hrant Dink’i, ama’sız savunamamak ayıp değil mi? Kutsadığımız askeriyenin bir rütbeli ferdi bir kızın ırzına geçti, kız intihar etti. Irzı ayaklar altına alan kutsadıklarımız olduğu için sessiz kalışımız ayıp. Bu ayıplar yeter, yeter bence... Şimdi alın kalemi elinize ve Pir Sultanl’a birlikte Hızır Paşaların yüzüne söyleyin türkünüzü. “Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın O da bir gün devrilir.”

Ses Dergisi

kâselerde korunmalıdır. Bugün “O dünyada nerede bulutlar, hasretler ve insan gözyaşları varsa ben oradayım” diyen insanların, yarın taşıyacağı kristal kâseler. 14 ay boyunca Berlin kadınlar hapishanesinde savaş karşıtı konuşması nedeniyle hapis yatarken, arkadaşı Mathilde’den onun için çiçek toplamasını isteyen Rose Lüxemburglar’ın taşıyacağı kâseler... Rose gibi Benim de size söylemek istediğim binlerce şey var daha. Bu kirli dünya düzeni bugün var, yarın da var olacak, biz de bugün varız, yarın da var olacağız. Yobaz kafaların insiyatifine bırakılmış her özgürlüğün, kocaman bir esaret olduğunu biliyoruz. Ve yaşıyoruz… Cesaretlerinden ötürü hapislerde esaret yaşayanlar adına önce aydınlar cesur olmalı. Olmalı ki Karl Kraus’un dediği gibi “Küstahlıkta sınır tanımayan gürûh daha küstah olamasın, salt keyif hakkına sahip olanların cemaati... en azından kâbusla yatağa girsin! Ki, kurbanlarına erdem öğretme zevki kursaklarında kalsın.” Toplumun gece fenerleri olan aydınlar cesur olsun önce… Sustukları için utanıyorum onlardan ve bizi utanmak zorunda bıraktıkları için de kızıyorum. Tam özgürlük, tam aydınlık, korkularını yenemedikleri için zor geliyor onlara. Ne korkusudur bu? Ölüm mü? Eğer korktukları ölümse en çok korktukları şeyin elbisesine, yani ölü taklidine neden giriyorlar ki? Ölmekten çok yaşamaktan korkuyor çoğu suskunlar. Yaşamanın bir bedeli olduğunu bildikleri için ölü taklidi yapıyorlar. Yanıltsınlar beni istiyorlarsa. Hayır korkmuyoruz desinler, buyursunlar, onları dinliyorum. Mahallelerinin korkusunu yaşamadan, kutsadıkları devlet denen despotizmin tepelerindeki kılıcını umursamadan, ötekileştire ötekileştire şeytanlaştırdıkları kesimi kucaklarken, kendilerine yenilecekleri, günaha girecekleri, suç işleyecekleri korkusuna girmeden konuşsunlar, dinliyorum. Fransız İhtilali’nin liderlerinden Danton, başını giyotin bıçağına uzatmadan önce celladına, ‘Bu kafayı halka göster, bunu hak ediyor!’ dediği gibi desinler, bekliyorum.

Sayı 13


Eylül / 2020

Sayı 13

Yedi Yazar Bir Hikaye

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

KASABADAKİ YABANCI

G

ünlerdir uykusuzdu. Gecenin bir yarısı, aklına müthiş fikirler geliyor, unutmadan yazmak için alt kattaki çalışma odasına iniyordu. Yazmaya başlayınca da zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmıyordu. Sabahın ilk ışıkları penceresine vurmaya başlayınca saatine baktı. İstemeye istemeye kalemi masaya bırakıp, karalama defterlerini kabaca masanın kenarına kaydırdı. Son yazdıklarını kaydetti ve her ihtimale karşı taşınabilir hafıza kartına yedek aldı. Laptopun kapağını aşağı indirdi, ışığı söndürüp yatak odasına çıktı. Pencereden dışarıya şöyle bir göz attı. Yazın son demleri olmasına rağmen, güneş bütün güzelliğiyle gökyüzünde yükselmeye devam ediyordu. Bahçesindeki yeşil çimlerin üzeri bembeyaz kırağı kaplıydı. Kalın perdeleri içeri ışık geçirmeyecek şekilde kapattı. Uyanınca önce güzel bir kahvaltı yapar, ardından kasabadaki kafeye gidip orada çalışmaya devam edebilirdi. Bu kesinlikle güzel bir fikirdi. Artık iki üç saat de olsa uyumalıydı. (Y.T) Uyumalıydı ama gözlerini kapatsa zihni susmuyor. Zihnini sustursa gözlerini açık buluyordu. Koyun mu saysaydı? Dışarıda yeterince meleyen koyun vardı zaten. Bu kasabaya hikaye taslağını bitirmeye gelmiş. Aylardır evden de pek çıkmamıştı. Belki kasabadaki kafeye gitmek bu yüzden iyi bir fikirdi. Aklı son yazdığı bölümdeydi. Bu bölüm de bitmişti bitmesine ama artık öyle bütünleşmişti ki onlarla... Kurgu ve gerçek... Gerçekliği kurgusu mu olmuştu? Özellikle de kahramanlarından biri... Fazla düşünür olmuştu onu, bir türlü belli sona ulaştırmak istemiyordu. Yüzüncü koyun meledi. Gözleri de zihni de kapalıydı... -Thomas! Şapkamı ver. -Çıkınca kendin alırsın. 14

-Bak! Yengeç var. Hah nasıl da korktun! Şaka şaka... Alarm sesi… Gülüşmeler… Alarm sesi… Gülümsemesi... (E.D) Gözlerini zorlanarak araladı. Oda loştu ama etrafın dağınıklığını görebiliyordu. Geceden kalan yemek tabağı komidinin üzerindeydi. Ütülenmeyi bekleyen çamaşırlar bir yığın halinde sandalyenin üzerinde duruyordu. Köpeği Tedy’nin o uyurken dağıttığı köpek oyuncakları odanın dört bir tarafına saçılmıştı. Derin bir nefes aldı. Yatakta gerindi. Perdeyi açmak için ayağa kalktı. Oyuncaklara basmamak için ayak uçlarında dikkatlice yürüdü. Kahverengi kalın perdeleri açtı. Büyük bahçeyi inceledi. Öğlen olmuştu ve ay çiçekleri yüzünü güneşe dönmüştü. Hafif esen rüzgarla kafaları bir insan kafası gibi sallanıyordu. Bahçenin alt kısmında kavak ağaçları rüzgarla dans ederken harika sesler çıkarıyordu. Evin iç kapısından büyük beyaz dış kapıya kadar uzanan taşlı yolda Tedy’nin çamurlu pati izleri görülüyordu. Çamur mu? Tedy patilerini nerede çamura buladı acaba? Tedy havlayarak üzerine atladı. Ne güzel bir selamlama. Hikayesini yazmak için geldiği günden beri tek dostu. - Hadi bakalım Tedy gel seninle kahvaltı yapalım. Belki patilerini nerede çamur yaptığını bana anlatırsın. Ne dersin? Kahvaltıya çok özenmedi hemen bir yumurta kırıp yemek ve hikayeye geri dönmek istiyordu. Ne olacak kahraman, ne yapacak? Bitmek bilmeyen sorular. Yumurtayı pişirip masaya koydu. Tedy alt kattaki çalışma odasından ağzında


Eylül / 2020

Sayı 13

Ses Dergisi

-Daha dün gece buradaydılar. Nereye gider ki onca yazı?

Kültür-Sanat-Edebiyat

bir kağıtla koşarak yanına geldi. Thomas hemen kağıdı Tedy’nin ağzından aldı. Bu boş bir kağıttı. Önemsemedi, boş kağıdı masanın kenarına bıraktı. Tedy koşarak alt kata gidip tekrar boş bir kağıt ile masaya döndü. Onu da masanın kenarına bıraktı. Yumurtaya baktı sarısı dağılmış beyazı çok pişmişti. Oysa ki yumurtayı az pişmiş seviyordu. Ekmekler de bayatlamıştı. “Aşağıdan hikayemi alıp kasabadaki kafeye gideyim. Böylece hem yazarım hem de bir şeyler yerim” diye düşündü. Gıcırdayan eski merdivenlerden aşağıya indi. Masası dağınıktı. Masasını hiç dağınık bırakmazdı. -Ah Tedy çok dağıtmışsın, dedi kendi kendine. Sonra sayfalarını topladı. En son yazdığı yeri tekrar okumak istedi. Bütün gece heyecanla yazmış. Yazdıklarını çok beğenmişti. Defterini açtı ve Tedy’i korkutan bir çığlık attı. - Bu defter boş! Ama nasıl olur? (ZG)

diye söylendi. Kasabaya geliş amacı olan hikayenin, el yazısı ile yazdığı sayfalarıydı aradığı. Sonra Tedy’nin bir bir getirdiği kağıtları hatırlayınca, onları Tedy’nin almış olabileceğini düşündü. Etrafa dikkatlice göz attı. Evin heryerini didik didik aramasına rağmen kağıtları bulamayınca sinirlendi. -Unutmadan kalan kısmı laptopa aktarayım bari, diye düşündü ve masaya doğru yöneldi; fakat hikaye metni laptoptan da silinmişti. Bir şeylerin ters gittiğini ve bunu Tedy’nin yapamayacağını şimdi anlamıştı. Daha sonrasında kontrol ettiğinde yedeklediği bellekte de hikaye metninden tek bir iz bile yoktu. -Aman Allah’ım bu da ne demek şimdi? derken çalan telefon sesi ile irkildi. -Günaydın Thomas. Bugün nasılsın ? -Günaydın anne. Biraz meşgulüm seni sonra arayayım mı? -Tabi tatlım senin için yapabileceğim birşey var mı? Sesin iyi gelmiyor. -Teşekkür ederim annecim. Üzerinde çalıştığım hikaye 15


Eylül / 2020 metninde bazı gariplikler var. Anlamaya çalışıyorum ben de. -Gariplikler mi? Ne gibi gariplikler Thomas? -Evet garip çünkü ne el yazılı metni, ne de bilgisayara aktardığım yedekleri bulamıyorum. Hepsi buhar olup uçtu sanki. -Buhar mı? Hayır Thomas. Evrende hiç birşey kaybolmaz unutma. Sen eğer onu bulamıyorsan, hikayen gelip seni bulacaktır evladım üzülme…

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Annesi Thomas’a bunu söylediğinde, ikisinin de aklına aynı şey geldi; Tom…(SNM) Telefonu kapatıp, aceleyle evraklarını sırt çantasına attı. Tedy’e bir kap mama bırakıp, bisikletine atladı. Oki Gölü’nün kenarındaki yokuştan kasabaya inecekti. Gölün yanından geçerken, eski bir kayığın içinde, oltasını göle salmış şapkalı adamın kendisine el salladığını gördü. Bisikletin ziline basarak karşılık verdi. Kafeye geldiğinde, güneş tam tepedeydi. Neredeyse öğlen olmuştu. Köşedeki masaya oturup, yanına gelen garsona bir kahveyle sandviç söyledi. Notlarını çıkardı, çalışmaya baştan başlayacaktı. Belki aynı cümleleri kurması zor olacaktı ama yazdıklarının birçoğu aklındaydı. Siparişi geldiğinde garson kız muzip bir gülümsemeyle, “Yazmak için her zaman aynı duyguyu yakalamak zor değil mi?” diyerek, elindekileri masaya bırakıp uzaklaştı. Bu kız yazdığını veya duygusunu nereden biliyordu? Garson kızdan bakışlarını çevirdiğinde, karşı masada oturan adam kendisine gülümseyerek el salladı. Başıyla küçük bir selam verip, sandviçine odaklandı. Bir anda adamı hatırladı, bu adam demin gölde balık avlayan adamdı. Kafasını tekrar kaldırdı, adam masada yoktu, gitmiş olmalıydı. Ortalıkta dolaşan garson kızı yanına çağırıp adamım kim olduğunu sordu. “Tom mu?” dedi kız, “Tom kasabanın balıkçısıdır. Her sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte gölde yakaladığı balıkları karşıdaki markete getirir. Hakkında kimse başka bir şey bilmez. Geçmişinden kaçıp bu kasabaya saklandığını söyleyenler var.” Tom- balıkçı- geçmiş, dün gece yazdığı satırlara ne kadar benziyordu. Aklını iyiden iyiye kurcalamaya başlayan bu işin peşini bırakamazdı. Hesabı ödeyip kafeden çıktı. Karşıdaki markete gidip Tom hakkında bilgi toplamalıydı. (Y.T) Hızlı adımlarla markete doğru yöneldi ve zihninde cevap bekleyen bir çok soru vardı. Yazdıklarına ne olmuştu, hikayesinde ki karaktere benzeyen Tom’da kimdi ve neden tanımadığı halde sanki onu çok iyi tanıyormuş 16

Sayı 13 gibi içten bir el sallamıştı? Sabahtan beri yaşadığı olaylarda ki gariplikleri ve annesinin sözlerini düşünmeye başladı. Zihninde kendi kendisiyle konuşurken markete geldiğini fark etti. Küçük şirin kasabanın pek de küçük sayılmayan tek bir marketi vardı. İçerisi fazla kalabalık değildi. Hemen kasiyer delikanlıya yönelip markete gelen balıklarla kimin ilgilendiğini soracaktı ki delikanlı tebessüm ederek -Oo hoşgeldiniz biz de sizi bekliyorduk, deyince neye uğradığını şaşırdı. Bu kasiyer genci ilk defa görüyordu; fakat tipi, kıyafetleri, tavır ve davranışlarındaki rahatlıklar sanki onu daha önceden tanıyormuş hissi veriyordu. Balıkları getiren Tom’u tanıyıp tanımadığını sordu. Kasiyer genç tebessüm ederek “Az önce buradaydı ve eğer beni soran birileri olursa aramaktan vazgeçmesin çünkü, bulacağına inanarak aranınca hayatta her şey mümkün... Yeter ki bulacağına inansın!” dediğini söyledi. Thomas, “Aman Allahım galiba kafayı yiyorum!” diye düşünerek Tom’u aramak için dışarı çıktı. Küçücük kasabada ne kadar uzağa gidebilirdi ki? (AS) Marketten hızlıca dışarı çıktı. Gölün ne tarafta olduğunu anlamaya çalıştı. Bu hayatta her şey mümkün mü? Diye geçirdi içinden. Hiç tanımadığın birini aramak ve bulmak! Bütün bunlar bir hayal miydi, rüyada mıydı? Birazdan ter içinde yatağından fırlayıp “Oh! Hepsi kabusmuş’’ mu diyecekti? Klol saatine baktı. Heyecandan terlemiş elleriyle bileğine dokundu. Derin bir nefes aldı. Gözlerini sımsıkı yumdu ve kocaman açtı. Hayır! Her şey gerçekti. Değişik bir heyecan içini kapladı. Garip bir şekilde gülümsedi. Acaba, dedi. Acaba okuduğum şu mistik kitap mı beni fizik ötesi hayallere daldırdı? Göremediğini görmeye mi çalışıyordu? Elleri titreyerek çantasında taşıdığı okuma kitabının işaretli sayfasını açtı. Kaldığı yerde: “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.’’ yazıyordu. Marketteki o adamın ‘’Aramaktan vazgeçmesin…’’ sözlerine nasıl da yakındı. -Bütün bunlar da ne oluyor? diye sesli bir şekilde kendine sorduğu soru nedeniyle yanından geçenler durup ona baktı. O etrafındakilere aldırmadan yürümeye devam etti. Neydi şimdi bütün bu olanlar? Dün gece boyunca yazdıkları, sabaha karşı bir iki saatlik uykuyla nereye gitmişti? Sonra Tom… Yazarken varlığını düşündüğü karakter… Şimdi bir kitap sayfalarına dönüşmeden artık etrafında mı geziyordu? Dün gece başka ne olmuştu? Her zamanki yazdıklarından farkı neydi yazılanların da bu


Eylül / 2020 garip olayları yaşıyordu? Okuduğu kitap ve yaşadıkları , yazı yazarken dışarıda duyduğunu hissettiği karanlık bir ses hepsi ne demek oluyordu?

17

Kültür-Sanat-Edebiyat

-Dikkat et ! -Aa afedersiniz. -İyi misin ? -İyiyim teşekkür ederim. Tutmasaydınız göle düşecektim. -Önemli değil, kolunu acıttıysam üzgünüm. -Sorun değil. Sağolun. -Seni buralarda görmedim daha önce, birine ziyarete mi geldin. ? -Aslında pek sayılmaz. Ben geçici süreyle burada kalıyorum. -Geçici mi, neden ? -Evet çünkü bir kitap yazıyorum ve bu yüzden burada inzivaya çekildim. -Demek bir kitap yazıyorsun, peki konusu nedir? -Konusu... Şeydi... Iıı... -!? İşte yine aynı şey olmuştu. Artık gittikçe daha sık olmaya başlamıştı. Sanki bir an uzay boşluğuna gidip geliyor, sonsuzluk içinde hiçliğe karışıyordu. Kısacık bir an da olsa yaşadığı her şeyi ama her şeyi unutuyordu. Hemen toparlanıp ayrılmalıydı buradan, kimse bu halini fark etmeden gitmeliydi. -Afedersiniz benim gitmem lazım. Dedi telaşla. Koşar adımlarla oradan uzaklaştı. O an oraya neden gittiğini, nerden geldiğini, kim olduğunu bile hatırlayamıyordu. Bir ağacın dibinde kendine geldiğinde gün akşama dönmüştü. Eve doğru ilerlerken, yine bazı insanların ona baktığını gülümsediğini ve selam verdiğini görünce şaşırdı.

Ne aradığını biliyordu! Hemen her hikayesinin baş kahramanı olan, kayıp ikiz kardeşi Tom’u arıyordu. Hikayelerinde bazen Tom bir bankacı oluyor, bazen bir gezgin, bazen bir mucit ve en son romanındaki gibi, bazen de bir balıkçı… Bu sefer garip olan, hikayelerindeki tüm karakterlerle gün içinde karşılaşmak ve hatta yazdığı olayların içine girmesiydi. Sanki yazdığı kitabın içine hapsolmuştu. Sırt çantasından defterini çıkardı, artık ne yazması gerektiğini biliyordu. Bütün gece boyunca çalışıp, hikayesini bitirdi. (Y.T) Bir müddet kenarları yırtılmış, renk atmış eski kanepeye oturup öylece bekledi sonra perdeyi bir daha araladı bir taraftan etrafı dikkatlice kolaçan ediyor diğer yandan belli belirsiz mırıldanıyordu” “Ne olursa olsun bu gece bunu çözmeliyim. Bu iş bu gece bitecek...” Aklına bir fikir geldi, “uyumuş numarası yapmalıyım o zaman belki onu yakalayabilirim” diyerek gıcırdayan koyu renkli tahta merdiveninden yatak odasına doğru ağır ağır ilerlerken; yüzünde avını yakalamış tilkinin pişkin gülüşü vardı...(H. T) Saat gece yarısını geçince hareketlenme başladı. Yanında yatan köpeği Tedy sahibinin uyuduğundan iyice emin olduktan sonra yatak odasından çıktı. Thomas usulca Tedy’i takip etti. Tedy çalışma odasından ağzında bir tomar kağıtla çıktı. Yeni hikayesi Tedy’nin ağzındaydı ve bu kağıtları nereye götüreceğini biliyordu çünkü az önce kendisi yazmıştı. Tedy kağıtları alacak, bahçenin köşesine gömecekti. Tedy aynısını yaptı. Kendisi de kahve makinesini çalıştırıp şekersiz bir kahve yapacaktı. Tıpkı hikayesindeki gibi… Kahvesini alıp verandaya

Ses Dergisi

Kendince anlamsız adımlarla uzun süre yürüdü. Artık gölün kenarındaydı. Balıkçı teknelerine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Çantasını da sımsıkı tutuyordu. Sanki yazdıklarındaki diğer kahramanlar ortaya çıkacaklar, hemen yanı başında belireceklerdi. Garip sesler işitir gibi oldu. Kocaman kuşlar başının üstünde hızla dönüyordu. Hem de ona değişik bakıyorlardı. O da başı yukarıda güneşten gözlerini korumak isteyerek eli alnında o büyük kuşları takip ediyor, farkında olmadan onlarla beraber dönüyordu. O kadar hızlıydı ki her şey, başı döndü. Gözlerini yumdu. Dik durmaya çalıştı. O sırada ayağına bir şey takıldı. Sendeledi tam düşecekti ki bir el kolundan tuttu. Her şey susmuştu bir anda. Kolunu tutan el çok güçlüydü. Canı yanıyordu. Gözlerini açmaya korkuyordu şimdi. (Canan)

Sayı 13 Herkes ne kadar da tanıdık geliyordu. Bir an sabahtan beri yaşadıkları gözünün önünden film şeridi gibi geçti. O an beyninde bir şimşek çaktı çünkü bu olanların hepsi aslında kitabının bir parçasıydı ve onu tanıyan herkes aslında kitabın kahramanlarıydı. Peki ama bu nasıl oluyordu? Kitabın içeriğini hatırladı. Kaybolan sayfalar yağmurla toprağa, toprakla suya karışıp kasabadaki hayata dönüşüyordu. Kitabın ana kahramanı, yaşamak istediği her şeyi sihirli sayfalara yazıyordu fakat bunlar sadece bir kurguydu. Nasıl olur da gerçeğe dönüşürdü? Kim fark edip yapmıştı? Bunu anlamanın tek bir yolu vardı. Kitabın gerçekten gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini anlamak için yeniden yazmalı ve tıpkı kitabındaki gibi toprağa bırakıp yağmuru beklemeliydi fakat bu kez, yıllardır hep kitaplarında aradığını, gerçekte bulmak için yazacaktı, belki de Tom’un marketçi çocuğa söylemeye çalıştığı da buydu... Şimdi o kitapta neler yazdığını unutmadan hatırlamalıydı... (Sinem)


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Eylül / 2020 çıktı, fincanın sonuna yaklaştığında yağmur başlayacaktı. Acele etmedi, kahvenin tadını çıkardı. Yağmur damlaları yere inmeye başladığında fincanı elinden bıraktı. “Hadi Tom, hadi artık gel!” Kaybolan sayfalar Tedy sayesinde önce toprağa karışmıştı, şimdi yağmurla birlikte suya karışacaktı. Sabah olduğunda da hayata… Kendisi de yazdıklarının bir parçasıydı, birazdan gün ağaracak ve kendi yazdığı cümleler hayata dönecek, gözlerinin önünden bir bir akacaktı. Bu sefer güzel bir son yazmıştı. Veranda da üşüyerek güneşin doğmasını bekledi. Yağmur dinmiş bulutlar dağılmaya başlamıştı. “Hadi Tom, nerede kaldın?” Madem yazdıklarını yaşıyordu, madem yazdığı karakterler hayatının içindeydi, o zaman Tom’a kavuşmak onun kaleminin ucundaydı. Buna kimse engel olamazdı. Birazdan siyah bir Volvo kapıya yanaşacak ve içinden yıllardır özlemini duyduğu kayıp ikiz kardeşi Tom inecekti. Mutlu sonu kendisi yazmıştı. …… Siyah Volvo kapıya yaklaştı. Gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Bir gariplik vardı. Volvo’dan annesi indi. “Ah Thomas bunu yapmamalıydın tatlım!” Böyle olmayacaktı. Annesinin adı bile geçmemişti hikayesinde, annesi nereden çıkmıştı, Tom neredeydi? “Tatlım, Tom’la hemen her hikayende hasret gideriyordun. Yazdıklarınla onunla buluşuyordun. Tom’la kavuşmayı yazmasaydın, bu böyle devam ederdi. Artık Tom’la vedalaşma vakti geldi! Bu hepimiz için en iyisi” dedi ve eliyle Oki Gölü’nü işaret edip birden gözden kayboldu... Thomas “Neler oluyor… Hayır, hayır Tom lütfen gitme” diye bir yandan ağlıyor, diğer yandan göle doğru koşuyordu. Gözyaşları yuvarlanıp aktıkça yanaklarında soğuk izler oluşuyor, canı yanıyordu. Her şey tıpkı, küçükken Tom’la yüzmek için gittikleri nehirdeki gün gibiydi. Yıllar önce o gün birlikte nehre girmişler, Tom bir anda kaybolmuş ve nehirden bir türlü çıkmak bilmemişti. Thomas karanlık çökünceye kadar nehrin kenarında bir o tarafa bir bu tarafa ağlayarak koşup durmuştu. Yanakları ıslandıkça o günkü acıyı tekrar yüreğinde hissetti. Gölün kıyısına geldiğinde, boş kayığı fark etti. Tom bunca yıldır, onun hikayelerinde yaşamıştı ve Thomas’ı hiç yalnız bırakmamıştı ama bugün son kez veda vaktiydi. Kayığın içine dikkatlice baktı, bir tomar kağıt vardı. Bunlar kendi yazdığı ve kaybettiği hikayesiydi. Kayığın kenarına asılmış hasır şapkayı başına taktı. Artık hikayelerinde Tom’un ruhunu serbest bırakacaktı. Onu duyduğuna inanarak ona söz verdi… 18

Sayı 13 3 AY SONRA… Thomas, Seattle Edebiyat Klübü’nün ödül töreninde kürsüdeydi. “Ödülümü, kardeşim Tom’a armağan ediyorum. Bu hikayede Tom’dan hiç bahsetmedim çünkü, o böyle isterdi. Ben cevabı aradım ve buldum. Teşekkür ederim.” Davetlilerin alkışları arasında kürsüden inerken, çıkış kapısına yakın oturan hasır şapkalı birini fark etti?! (Y.T)

YAZARLAR: ZG: ZEYNEP GÜR YT: YASEMİN TATLISEVEN HT: HANDAN TUNÇ SNM: SİNEM DER Kİ AS: ACEMİ SEYYAH ED: ESRA DOLUNAY CANAN


Sayı 13

Gülhanım Anulur

Eylül / 2020

EYLÜL Şimdi her yerde altın saçlı ağaçlar boy gösteriyor Umut ve sevgi yıldızlı bir uykuya dalıyor beraberce Gökkuşağına inat renk cümbüşü ile sararıyor yapraklar Belki ölümü andıran bir son gibi ama her sonun yeni bir başlangıcıdır Eylül Hicran demine denk, ümitler dünyasında tül tül… Bir büyülü kevser suyu gibi yudumladıkça hayat veriyor yeniden Hava ayrı bir yekpare, bambaşka koku yayıyor etrafa Ses Dergisi

Ağaçların dillerinde ölümsüzlük türküsü yeniden canlanmaya hazırlanıyor Sonbahar değil sanki nevbahar… Yeni hayata uyananlarda ne hazan endişesi ne hafakanlar

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kuşlar başka diyara göçüyor yeni başlangıçlar için Rüzgarın nağmeleri ile her şey dans ediyor Bu iklim mutluluğun çehresinde ince ince perdeleniyor Yağmuru ve rüzgarın içinde hissedilen sımsıcak bir yaz gibi Kuğuların süzülerek yol aldığı sularda Mor pembe şafaklar tülleniyor ard arda Gökyüzü gülümseyerek göz kırpıyor uzaktan Suyu sakinleşen dere içten içe gürül gürül Toprak misafirperverlikte hat safada Tohumlar evlerini bulmak için birbirleri ile yarışta Bilmezler geceyi gündüzü meftunlar toprak altında Kainat bir döngü içinde onun sahibinin elinde… Yeşil renkler uzun sürecek saklambaç halinde şimdilerde Bu latif mevsimin örtüsü altındaki yaşayacak olan bizler! Her eylül bir başlangıçtır Unutmayın! Sonbahar yeni baharlara gebe Ruhumuzu saran bu güzelliklerde yeni başlangıçlara merhaba diyelim birlikte…

19


Eylül / 2020

Sayı 13

Canan Duyuş

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

AYLARDAN EYLÜL ŞİİRL

M

evsimler… Biz küçükken çocukluk hislerimizle yaşama sevinci duyduğumuz ve tadına doyduğumuz zaman dilimleri... Mevsimlerin adını da tadını da yaşayarak bilirdik biz. Yazın sarı sıcağını, sonbaharın sarı yapraklarını; kışın beyaz karını, ilkbaharın da beyaz bulutlarını tanırdık renklerinden. Gözlerimizle seyrederdik her mevsimi. İliklerimize kadar kış, iliklerimize kadar yaz olurduk. Baharları ilkiyle de sonuyla da severek karşılardık. Bizim çocukluğumuz ne de güzeldi öyle. Günlüktü, güneşlikti. Göklerde uçurtmalar kuyruğunu sallardı bize. Biz de uçurtmalara el sallar gözlerimizi

20

kısarak gökyüzüne gülümserdik. Güneş bazen bizimle köşe kapmaca oynardı. Bulutlar köşeleri olurdu onun. Yağmur yağacakmış sanıp evlerimize koşardık. Yağmur yağmaz diye gittiğimiz evimizden uzaklarda oyunlar oynarken sırılsıklam ıslanırdık. Ne olursa olsun her halimize gülerdik. Mevsimler bize gülücükler taşırlardı geldikleri diyarlardan. Bu yaşımla beraber yeni bir güz mevsimine gülümsüyorum şimdi. Çocuklukla gözümde beliriyor mevsimler. Her birinde biraz daha büyüdüğümüz, her yenilenişinde hayatın içine karıştığımız zamanlardı mevsimlerin her ânı.


Sayı 13

Eylül / 2020

LERDEN GÜZ

‘’Eylül’ olsun isterim ey sevgili, sevdiğim her şey…’’ Eylül’’le bilirim sevdiğim her şeyin kalbimin misafiri olduğunu, yapraklarının renginin solduğunu, susup susup konuştuğunu, bitenle yeniden başladığını bilmek isterim. Benimkisi nasıl bir pervasızlık öyle? Her an ‘’Eylül’’ diye bakmak, sevdiğin her şeye. Düşünüyorum şimdi eylülle hayatımın anlamını. “Her dem yeniden doğan” Yunus’a selam verirken hislerime bir inşirah doğuyor eylülde. Ümit Yaşar’ı okuyorum içimden:

Yazdan kalan her şeyin belli bir zaman sonra kendini özleteceğini biliyorum ben de. Eylül, o zaman bir değişim değil de ne? İnsanın tekdüze yaşantısından, aynı renklerden hayata hep aynı bakmasından kurtulması değil mi öyleyse eylül? Gözlere çekilen bir sıcak perdenin serin serin aralanması ve olanın yeni renklere ve şekillere teslim olması… Sevmeye geç kalmanın önünde güçlü bir kaledir hem bu ay, bu güz vakti. Hep var olacak sandıklarının yeniden doğuşa yürümesi, yeşilin solması, sıcağının ılık bir tebessümle üşütmesi, gözlere değen renklerin yavaşça gizlenmesi, alışkanlıklarının değişmesi… İnsanın bir düşünüp kendine gelmesi, kendini bilmesi sonra kendini bilenin de Rabbini bilmesi ve bu bilmeyle Yaradan’a teslim olması değil midir bu halin ruha bakan yönü? Rilke! Rainer Maria Rilke… Ne güzel anlatmıştır ‘’Güz’’ şiirinde benim satırlarıma ve sayfalara sığdıramayacağım o uhrevi hâli: Düşer yapraklar düşer sanki uzaklardan Gökyüzünde uzak bahçeler mi bozulmuş ne Düşerler gönülsüz doğanlar gibi Düşer geceleyin ağır yeryüzü de Yalnızlığa bütün yıldızlardan 21

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ağaçlar, yapraklar, gökyüzü ve telaşlar selama durdu şimdi. Aylardan eylül, mevsimlerden sonbahar. Her insan ismini yaşar mı bilmem fakat ben bir veda programında bir eylül akşamında bir taziye ortamında duydum bunu. Hazan… Eylülde gitmişti Hazan. Adını yaşamış yaşatmıştı. ‘’ Eylülde melül oldu gönül soldu da lâle Bir ka’küle meyletti gönül geldi bu hâle’’ der şair neveser makamında bestelenmiş şiirinde. Şimdi onu dinliyorum. Ah bu şarkılar… Eylül gibi onlar da hüzünlü, sararan solan, sakinlik veren ruha, dinginlik... Hatırlanmak var ama nasiplerinde ne mutlu onlara. İşte ben de her eylülde bu dizeleri hatırlarım. Laleler solar, ağaçlar yapraklarını bırakırlar yere. Mecalsiz anlar vardır ayrılıklarda. Hayatın bahçelerinden tarumar değer gözlere. Hayatın rengi solar gibi olur. Bir durgunluk vardır etrafta. Yazdan kalan hızı yavaşlatan bir oluşuma şahittir bakan her göz. Görme duyusu daha bir kalbe meyleder. Düşünür insan, düşünceli zamanlardan geçerken. Adın

Ses Dergisi

“Bir eylüldü başlayan içimde Ağaçlar dökmüştü yapraklarını Çimenler sararmıştı Rengi solmuştu tüm çiçeklerin Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı Katar gidiyordu kuşlar uzaklara Deli deli esiyordu rüzgâr Dağılmıştı yazdan kalan ne varsa…”


Eylül / 2020 Biz hepimiz düşeriz. Düşer bu el bak. Gör başka şeyleri de bu hepsinde

Gökyüzünde bozulan uzak bahçelerdendir, evet düşen yapraklar. Yeryüzü yıldızlardan yalnızlığa bırakır kendini. Yalnızlık var olmanın bir ikinci halidir. Ve nahif bir düşüştür hepimizin yaşadığı. Bu düşüş, tezatın en hakiki halidir yükselişle beraber. Düşmeyi ellerinde sonsuz tutandır Yaratıcı. Mevsimleri devşiren, düşeni kaldıran, kuruyanı yeşertendir. Daha sayamayacağım her oluşun var edicisidir. Güz şiirini okurken ‘’Eylül’’ e nazar etmem bu durup düşünmemin hatta düşüp de kalkabilmemin sevincindendir. İçime eğilmem, göklerde seyrana davet görmemdir.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ama var biri bu düşmeyi ellerinde Tutar sonsuz yumuşak Rainer Maria Rilke

22

Sayı 13


Sayı 13

Hayrullah Sarmaşık

Eylül / 2020

SEMAVER

Ses Dergisi

Ne bir uçak ne çekirge Yok gecede Saat 01.51 Sus sende Cızır cızır sızlayan Hiçliği haşlayan semaver Ya da çayımda erittiğin hayalleri geri ver

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ne ateş gerçek ne ışık Ne leyla gerçek ne âşık Bir kahpeliğin Bir nankörlüğün vurduğu Atışına küstüğünüz kalbinizin Sizi kemiren kudurmuşluğu Bunların tadına bakmayıverin En derin noktanızı hayal edin En büyük korkunuzu Yahut en korkunç kabusunuzu Cennetiniz sanırsınız bunu yaşasanız Ne canınız yaşıyor ne de çalışmıyor aklınız Sırığa sarılmış fasulye gibi öylece duruyorsunuz Böyle yaşayıp öleceğiz...

23


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Emol

Eylül / 2020

B

Sayı 13

BİSİKLET YOLUNDAKİ SIR

ugün güzel bir gün geçirdim. Arkadaşımla ikindi çayı buluşmamızda, eski, yeni tüm hatıraları tazeledik. Biraz tarihten biraz ebeveynlikten biraz şiirden bahsettik. Akşam üzeri kızlarımla yola çıktık. Kızlarım, canım kızlarım... Öpmeye kıyamadığım, kokusuna doyamadığım kızlarım. Büyük bir sitede oturuyoruz. Yol boyunca sitenin kenarında bisiklet yolu var. Bisikletlileri izlemek çok hoşuma gidiyor. Site kapısına varmadan az önce bir görüntü ilişti gözüme. Bisiklet yolunda bir sürü valiz… Kırmızı bir valizin üzerinde küçük bir kız, üzerinde onu öpmeye çalışan kişiye direniyor. Yanlış görmüş olmalıyım. “Ah bu gençler artık çok rahat davranıyorlar. Tüh, küçücük kızlarım görmeseydi keşke!” deyip arabayı sitenin dışına parkettim. Bu görüntü beni rahatsiz etti. Ya gerçekten oradaki küçük bir kızsa ve istemediği bir şeye zorlanıyorsa? Sitenin kapısına geldim. Güvenlik kapıyı açtı. O an tekrar gördüğüm bir kaç saniyelik görüntü, gözümde canlandı. Beyaz tişört, siyah tayt giymiş, kısa saçlı bir kız. Gri bir tişört ve kot pantolan giymiş bir erkek. Kız ayaklarıyla erkeği itmeye çalışıyor. Görevliye, “Hemen polisi ara. Şurada istismara uğrayan bir çocuk var. Çığlık çığlığa yardım istiyor,” dedim. Hızlıca çantamdan telefonumu çıkarıp ambulansı, itfaiyeyi aradım. Bu arada kızın çığlıkları kulaklarımı deliyor. Ağlıyor, çırpınıyor, kurtaramıyor minicik bedenini üzerindeki devden. Daha 4 yaşlarında küçük 24

bir kız. Ne yapabilir ki üzerine çullanmış şehveti gözünü karartmış bir caniye. Dokunduğu bedenin bir kız olduğunu hissediyor yalnızca. Onun için bir meta, o kadar. Bir annenin bebeği, bir babanın kalp sızısı, minik bir beden olduğunu düşünemiyor, gidemiyorum yardıma, koşuyorum koşuyorum, yetişemiyorum. Aramızda görünmez duvarlar var. Çığlıklarım göğü inletiyor ama beni kimse duymuyor. Yanlarından geçen insanlar bakıp geçiyor. Biri babası sanıyor, biri abisi, birisi dayısı sanıyor birisi amcası... Akrabası olması haklı kılıyor mu onu diye düşünen yok. Polisin siren sesiyle kendime geldim. Ne de çabuk insanlar toplanmış öyle! Az önce çığlıklarımı duymayan duygusuz topluluk, meraklı gözlerle etrafımızı sarmış. Polis, jandarma, itfaiye, ambulans hepsi buradalar. “Kızı kurtardınız mı memur bey?” diye soracaktım ki memur benden hızlı davrandı: “Polisi itfaiyeyi ambulansı jandarmayı çağıran siz misiniz?” -Evet benim. Şuradaki çocuğu kurtardınız mı? -Hanımefendi kardeşiyle oyun oynayan bir çocuk. Ne istismarı? Bu kadar, olayı büyütecek ne vardı? Devletin memurunu boş yere meşgul ettiniz. Buyrun karakola! - Tabi memur bey, gelirim. Koşa koşa, sevinçle gelirim. Hiç düşündünüz mü ya gerçek olsaydı?


Sayı 13

Eylül / 2020

Zeynep Gür

Mahalle senfonisi Uzaktan gelen çocuk sesleri Sanki çocukluğuma götürür beni Bir akşamüstü kapı önünde mahallenin tüm ahalisi Kadınların çay muhabbeti eşliğinde çekirdekleri çıt çıt Ses Dergisi

Bir top peşinde koşan oğlanların gool çığlıkları Kızlar sek sek oynar nazenindir duruşları

Kültür-Sanat-Edebiyat

Uzaktan bir kumrunun yavrusuna seslenişi Gözlerini kapat dinle mahalle senfonisini Mahallenin kabadayısı nara atar duyulur aşağı mahalleden Kahveden gelir okeyin taş sesleri Manav amca inletir sokağı: “patates, biber, patlıcan “ Çınar altından yükselir bizim mahalle senfonisi Karanlık basarken duyulur ezan sesi İşten gelen babaların ellerinde bakkal poşeti Esnafın kepenk sesleri eşliğinde Seslenir bir anne : Yemek hazır! Tüm sokakta eve dönüş telaşı Böyledir mahallede senfoninin kapanışı

25


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Rümeysa N. Ç

Eylül / 2020

K

Sayı 13

YARININ YIKILIŞI

ırılmış kalbimle yıkılmış duvarlarım arasında yürüyorum. Her adımda yeni bir hüzün ve karmaşanın içindeyim. Umudumu kime bağlamalıyım? Kim kurtaracak beni? Ayak bastığım cam kırıklarında kanayan ayaklarımdaki acı, hatalarım kadar acı vermiyor bile... Neyi bekliyorum? Düne kırgınım yarından korkuyorum bugünü yaşayamayan bir çocuk gibiyim kime sığınmalıyım? Hangi limana demirleyeceğim? Hangi limandan kaçacağım? Rüzgârın sesinde hissediyorum cevapları duyamıyorum. Belki rüzgârda duymuyordur benim çığlıklarımı sessizliğin ölümle ilgisi var mı ? Adımlarım yavaşladı, ne çaresiz kalmışım meğer, nasılda ışıkları kapatmışım kendime karanlığın beni almasını beklediğim her saniye. Yıkıldı duvarlarım. Arasında kalmaktan kurtulmaya çalışıyorum sessizce. Umutlarım için birine ihtiyacım var mı? Ne bağlanmışım meğer birilerine nasıl yorulmuşum tutunmaktan! Kanayan yaralarım için ilacımı kimden isteyeceğimi düşündüm ben. Rüzgar hangi cevapları veriyorsun bana? Asıl korkumla ne yapmalıyım hangi silahın sesinde saklı kaçışlarım ya da hangi müziğin ritminde saklı mutluluğum? Ne bekledim kendimden? Sadece mutlu olmayı diledim ben... Melisa.... Melisa’nın ilk haberini aldığında istemsizce nefesimi tuttum. Sonrada Twitter’dan paylaştığı yazılara baktım okuduğumda gözyaşlarına hakim olamadım. Bir kızın sığınacağı liman babasıdır. O limandan ayrılacağı kendi iradesi ile yelken açacağı yarınları olur, ama Melisa’nın sığınacağı limanı müzikler olmus. Tesekkurler en azından müziklerin bir süre de olsa mutlu etmesine yardım ettiği kız için. Bir müzik her zaman dinlemesem de bende güzle duygular uyandıran müzik, bir çok insanın yaşam umudu ve baba... Kelimelerim kayboldu.

26


Sayı 13

KATRE

Eylül / 2020

yeşile. Savursak acıları ardısıra rüzgardaki şarkının. Ağaçların şakaklarına düşen özlemlerde büyüsün sevdalar, yine hasretle yoğrulsun varsın gidişlerin telaşı, yine serin essin rüzgar. Ne gam! Değil mi ki ufukta bu eylül kavuşmak var.

Kültür-Sanat-Edebiyat

ir anne özlemi düşerdi ağaçların şakaklarına ve gidişlerin sesleri vururdu kalemime bir ikindi telaşında. Üşümüş parmaklarıma inat, mürekkep kanım kadar sıcak ve dosttu serin Ankara akşamlarında. Cebimde alınteri damlayan harçlığım ne az ne çok, elimde bir kaç jeton… Bir telefon kulübesi önünde sıra beklemekti eylül, hasretti, özlemdi… Bilmem bu kaçıncı sonbahar…? Yüzümde hala hasret yüklü gözlerin izi var, hala her köşe başında dost bir yürek arıyorum. Yaprakların yanağına düşen vuslat arzusu sarar yüreğimi. Buruk bir sevda dolanır başımda. Uçuşan yapraklara karışır gitgide büyüyen uzaklığım. Kalabalık sokaklarda bir hayalet gibi dolaşır yalnızlığım. Yazının, mektubun hükmünü yitirdiği hengamda, cılız sesimden kaç nota duyulur bilmem şimdi. Kaç selam ulaşır soranlara? Nabzımda atar kuşların kanatlarındaki göç heyecanı. Ayaklarımsa zincirini taşır demir kapıların, üşürüm. Renkler büyülerken gözlerimi, tuvalim baştan başa yaprak dökümü… Türkülerim bağ bozumu akşamları kadar yorgun. Eylül beni vurur, ben Eylül’e vurgun. Sayfa aralarında kurutulmuş yapraklar kan kırmızısı çiçek açsa bu eylül. Hasretlimiz gelse kapıya ansızın. Ayaklarını okyanuslar okşasa ve güneş gözlerinden doğsa o sabah. Saçlarından sıla kokulu yağmurlar dökülse ve eteklerinden eylül yaprakları. Yaşanmamışlıkları eritsek yazdan kalma günlerde. Avuçlarımızda mevsimler büyütsek, yüreğimizde bahar. Vuslata uzansa bu eylül bütün yollar. Hiç söz etmesek ayrı geçen günlerden. İnce sızılarla kıvrandığımız geceleri boyasak sarıya ve

Ses Dergisi

B

Bu Eylül

27


Eylül / 2020

Sayı 13

Betül Aydan’dan

MUHTEŞEM’e Mektuplar 4

S Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

evgili Muhteşem,

Yine bir mektup yazan halimle selamlıyorum seni. Çocukluğumuzun, gençliğimizin mektuplarını hatırlar mısın? Mektuplarımıza: “Sevgili … Nasılsın iyi misin? Beni sorarsan ben çok iyiyim.’’ diye başlardık. O zaman kişisel gelişim kitapları da yoktu okuduğumuz, onlara gerek de yoktu zaten. Hakikaten biz mutlu çocuklardık. Kendini iyi hisseden gençlerdik. Aldığımız temiz hava, toprağa yalınayak basışlarımız ve belki de çocukluğumuzu doyasıya yaşamışlığımız ve zamanla barışık yaşamamızdı bize bu iyiliği hissettiren. Şimdi ben sana soruyorum: Sevgili Muhteşem, Nasılsın iyi misin? Beni sorarsan… Üzgünüm ama çok iyiyim diyemeyeceğim. Bilmiyorum neden? Bu sabah kalkınca içimde bir şeyler donuktu. Güneşli havada üşür gibi bir histi benimkisi… Perdeleri açmadım. Pencereden bakmadım. Güneş sabahı buyur etse de evin içine, ben ona selam vermekle uğraşmadım. Nasıl batıp giden şeyleri sevmiyorum. Belki de o yüzden yarım olsa gün bitecek güneş bizden uzağa kendini atmayacak kalmış çok duygum var, kararan güneşli günler, ay ışığının mıydı? Sonra geceyi düşündüm. Ayın gecede anlattıklarına terk ettiği geceler… Ve içimde hep hüzün var. Neyim varsa yorumlar yaptım içimden. Yıldızlara göz kırptım. Onlar da geçici bir renk gibi olduğunu biliyorum. Kimi parlayan, geçip gideceklerdi nasıl olsa! “Onun için mi yanıp sönüyor kimi solan, dağılan, kimi de kaybolan renkler… gibiler sürekli?” diye de düşünmeden edemedim. Sevgili Muhteşem, güneş tüm ihtişamıyla doluyor odama. Peygamber çiçeğini kokladım hayalimde. Aydınlıktı her Bedenimin kalp odasında tereddüt yaşıyorum. Sevmeli yer. Karanlığa inat bir aydınlıkta buldum kendimi. Bugün miyim onu, buyur etmeli miyim yaşantıma? Ne oldu günlerden… Ne çok şey var artık böyle ifade edilen. da birden güneşli bir sabahta karanlık hislerle açtım Teknolojinin ellerinden yeni günler sunuluyor duyularımıza… Her günün “Muhteşem… bir ismi var herkesin önceliğine göre Sana yazdıkça içimdeki huzura yaslanmaya belirlediği. İçimden sana mektup başlıyorum. Bazen içimde bir şey aksiyle yansıyor yazdığım bugüne bir isim vermek etrafıma. Bazen de dışımdan alıyorum içime geliyor. Ben bu günümün ismini duygularımdan mülhem sözleri.” ‘’Güneş ve Ay‘’ koyuyorum. Bu mektubu da ‘’Güneş ve Ay Üstüne’’ gözlerimi? Güneşi özleyenlerin türküsünü mırıldanıyor yazıyorum Muhteşem. İsmin gibi ne muhteşem varlık onlar içim ve “Çocuklar inanın inanın çocuklar…’’ diye diye öyle. Bugün varlık ve yokluklarıyla tanımak istiyorum onları güneşli günlerin güzel günler olduğuna inandırıyorum anlayamasam bile sana kendi gözlerimden anlatmak… kendimi. Nâzım’ın dizelerinden Edip’in sesiyle çocuklara Güneşe ve aya bakıyorum perdeleri çekik odamdan. Güneşin gülümsüyorum. Gülümsemeyi özleyivermişim hemen şu ve ayın gölgesinde oturduğum zamanlara geriye döne döne hislerimin içinde. Biliyorum, biliyorum ‘’Hüzün ki En nazar ediyorum. Çok Yakışandır Bize” diyen Hilmi Yavuz’a eşlik ederken Hz. İbrahim’i düşünüyorum. Onun gibi hissetmeye çalışıyorum tebessümün de yüzlere yakışan en güzel ifade olduğunun bir an. Ben de 28


Eylül / 2020

Sayı 13 Sevgili Muhteşem, sana sevgi dolu, özlem dolu mektuplarıma bugün bu satırlar düşüyor. Ama biz her halimizle severiz birbirimizi değil mi? İçimizdeki hüzünler de sevinçler de sevgiler de ilmek ilmek, harf harf nakşoluyor işte satırlara. Sözlerimiz içimizdeki özleme şahit. Gözlerimiz aynı gökyüzünün altında uzaklardan aynîleşen bakış açımıza şahitlik eder. Her mektupta biraz daha yakın oluruz hem. Yakında olup uzak kalanlara acı bir tebessümdür sunacağımız. Onlar için de üzülürüz elbette. Yazdıkça incelen ruhlarımız bencillikten uzaktır şükür ki...

Kültür-Sanat-Edebiyat

29

Ses Dergisi

da farkındayım. Tebessüm sadakaydı değil mi Muhteşem? Sadaka sâdâkatti, vefaydı, sevdiğine bağlılığın bir yansıması değil miydi hem? Onun için sadaka sâdık olmaktı. Seninle aramızdaki vefalı dostluktan doğan böyle satırlardan biriydi belki de… Sevgili Muhteşem, seninle beraber uğurladığımız güneşli günleri hatırlıyorum. Arkasından su yerine dualar devşirdiğimiz... Başka bir güneşli günde buluşmak dileğimiz olur, biz gecede kaybolan güneşe davetiyeler gönderirdik. Bazen de ay ışığında balkon demirlerine dayanıp başımız yukarda gökyüzüne bakardık. Yıldızlar göz kırpardı bize. Hayatın koşuşturması içinde durabilmek, kimi zaman güneşe kimi zaman da aya bakabilmek ismin gibiydi ‘’Muhteşem’’di. Bak, bir de güneş ve ayı mektubuma çağırınca gökyüzü de gelmez mi sandım ne? Oysa o geniş gönüllü gökyüzü bana bakıyor tüm samimi halleriyle. Bulutlu, sisli, kuşların uçtuğu, uçakların geçtiği gökyüzü… Gece ve gündüz de ay ve güneş de yıldızlar ve kuşlar da hepsi geziniyor sırasıyla gökyüzünde. İçimde şarkılar var Muhteşem. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, güneşe yıldızlara sorulan sevgililer, güneşin doğuşu batışı farksız diyenler... Hepsi yine de varlıklarına sitem ediyorlar yitip gidenlerinin, gün doğarken gün batarken hissettiklerinin.

Muhteşem… Sana yazdıkça içimdeki huzura yaslanmaya başlıyorum. Bazen içimde bir şey aksiyle yansıyor etrafıma. Bazen de dışımdan alıyorum içime duygularımdan mülhem sözleri. Mesela, dün akşam üzeri dikkatimi çeken komşunun bahçesindeki ağaca ne olmuştu öyle? Birden yeşilin rengi uçmuş, yaprakları dalından yerlere düşmüştü. Üzülmüştüm. Şimdi anlıyorum sabah güne uyandığımdaki ruh halimin sebebini. Sonbaharın nice yeni sonlara taşıdığı yeni bir günü görmekten kendimi uzağa atmaktı maksadım. İçimin sıkıntısını güneş ve ayla attım galiba ve duygularımı sana yazarak. Şükür ki yazmak var Muhteşem. Bak ben sana yazıyorum sen bilmiyorsun; ama hissediyorum ki hissediyorsun aklımda olduğunu. Sonra sen bana yazacaksın ben bunu anlayacağım. Belki etrafımda yaşanan muhteşem bir halde seni anacağım o an. Belki bir yıldızı kayarken göreceğim belki de aya bakarken gülümseyeceğim. ‘’Bir ay doğuyor fıstıkların arkasından’’ dizesiyle parmak uçlarından bir mektubun doğduğunu hissedeceğim. Olsun ne sonbaharlar gelir gider nice ilkbaharın önünden. Her son nice ilklere bir önsözdür ya, bu mektup da yeni bir mektubun önsözü olsun istiyorum. Sen bu mektubu okurken o kocaman gökyüzünde güneş mi olacak, ay mı? Hangisi olursa olsun sen de benim için onlara bak olur mu? İster perde çekili bir camın ardından, ister bir ağacın dibinde otururken istersen de bana mektup yazarken bak onlara. Ben senin onlara bakıp gülümsediğini hissederim. Bir ay düşlemesi veya bir güneş hecelemesinde seninle buluşuruz. Onlar da şahit olurlar bu dostluk nişanesine. Mektuplarımıza... Ne demiştik Muhteşem, biz nasıl bir muhabbet isterdik hep? Geçici olmayan ve yaprakları solmayan, solsa bile yeniden yeşillenen bereketli bir ağaç, mümbit bir toprak gibidir muhabbetimiz. Baki Muhabbetle...


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

LAEDRİ

Eylül / 2020

Sayı 13

Kahve Bahane

M

ahalleli yaka silkmişti huysuzluğundan. Ne paylamadık çocuk bırakmıştı, ne patlatmadık top. Eskaza bahçesine kaçsa, yine bütün hiddetiyle, elinde bastonuyla çıkagelirdi tel örgülü hapishanesinden. Sadece mahalleliye bağırmak için çıkardı oradan ve sadece ozaman görürdük o asık, o hep sinirli ve öfke dolu yüzünü. Kimine gürültü yaptınız diye söylenirdi. Kimine yemek kokunuz evime doldu diye bağırırdı. Muhabbet kuşuna bile tahammülü yoktu. Aç kalıp azıcık fazla ötse kuşcağazlar, korkudan hemen beslerdi sahipleri. Yine kapıya gelmesin diye bastonlu deli. Evet adını böyle koymuştu ahali ama, içten içe herkes merak ediyordu evini düzenini ve derdini. Kimi kimsesi de yoktu. Bir çalışanı vardı arada gelip bahçeyi temizleyen, hanımının ücretli yaptığı bir kaç kap yemeği getiren, çarşı pazar işlerini gören. Başka da geleni gideni yoktu. O da nasıl dayanırdı bu huysuz ve yaşlı ihtiyara hiç anlamazdık. O zamanlar, yeditepeli İstanbul’un gerçekten yedi tepeden ibaret olduğu zamanlardı. Mahalle ve mahalleli kültürü etle tırnak gibiydi. -Şimdi aynı apartmanı bırak, aynı evde yaşayanlar bile bîhaber birbirinden ya, neyse.Ne diyordum? Nasıl da sevinmiştik henüz yeni yeni çıkan renkli televizyonları duyduğumuzda. Biz duyunca hayal bile edemezken, huysuz ihtiyar hemen aldı evine bir tane. Çocuklar bir sevinçle bahçe duvarına tırmanıp izlemek istediklerinde Zeliha’nın ortanca oğlan düştü duvardan. Kırılan kolunun acısıyla feryat figan ağlarken, o yine kapıya çıkmış bastonu havada, söylendikçe söyleniyordu canı yanmış, korkmuş sabiye. -Ne işiniz var bahçemde, ne işiniz vaar! Hadi evinize. Mahalledeki bütün çocukların ödü kopardı ondan. Anneler çocuklarını onunla korkuturlardı. Öyle biriydi işte bizim bastonlu deli... Mahallenin top sahası denilen toprak alanın dibindeydi evi. Bu yüzden toplar kaçıp duruyordu ya bahçesine. Üşenmeden patlatıp geri atardı hepsini hışımla. Sanki top düşmanıydı mübarek. El mahkum eve gidince bir de evdekilerden azar işitirdik. Malum kıt kanaat zamanlar. Top alabilmek bile büyük lüks.

30

Buralarda ki en büyük ev bizim delinindi, en geniş bahçe de. Hatta “bahçesinde salıncak bile var,” dediydi bizim sucu Rıza’nın eşi. Onu da hiç anlamamıştık; çocuklardan bu kadar nefret eden bir adam bahçesine niye salıncak kursun ki? Hem gelen giden bir çocuk da yoktu. Delidir dedik işte. Ne bilelim... Bir gün mahallenin okuluna çiçeği burnunda, cici bici bir öğretmen tayin oldu. Tatlı dilli, güleryüzlü, herkese cana yakın, gencecik, heyecanlı bir kızcağız. Bir gün bizim taze öğretmen, öğrencileri yakından tanıyabilmek için birer kompozisyon yazdırmış. “Korkularınızı yazın” demiş çocuklara. “En çok korktuğunuz şeyleri kaleme alın.” Çocukların ekserisi korku diye, bizim bastonlu deliyi yazınca, öğretmeni sarmış bir telaş ve merak. Soluğu muhtarın yanında almış. Durumu izah etmiş. Muhtar bu çiçeği burnunda öğretmenin hevesi kırılmasın diye usulca dinlemiş. Daha sonra; “-E iyi de hocahanım, biz napçaz ki? Elimizden ni gelir?


Sayı 13

Eylül / 2020 Adamın kendi evi, tapusu, bahçesi. Atıvercek değiliz ya tapulu yerinden, imza toplayıp. Sen en iyisi analarına birer not yazıver, evde konuşsunlar bi güzel çocuklarla. O delidir doludur, arada çıkar bağrınır, etekleriynen dövüşüp durur ama zararı yoktur kimseye.” demiş. Öğretmen muhtarın yanından hayal kırıklığı ile ayrılırken, bir bir gözünün önüne gelen kompozisyon sayfalarının etkisiyle ve birazda çocuksu bir merakla soluğu bizim

-Be..ben mi? Tamam tamam ben alırım. Genç öğretmen, bastonla kovulacağını düşündüğü kapıdan, içeri davet edilmenin şaşkınlığı içindeydi.

Yine cevap yoktu. Safiye öğretmen uzun koridorda ilerledikten sonra odadan geçerken, gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. -Bunlar da kim?

bastonlu delinin kapısında alır aniden. Kendi bile inanamazken çalmıştır, sorup bulup çalmıştır bile kapıyı. -İyi günler amca kahveniz var mı? -Sen kimsin! -Biz yeni taşındık bu mahalleye ismim Safiye, şu köşedeki beyaz evde oturuyoruz. Annemle temizlik yaparken pek yorulduk. Kap kacak varda, kahveyi bulamadık. -Safiye mi? -Evet. -Var. -Efendim? -Kahve istemiyo musun sen? Var dedim. -Haa tamam. -Ama veremem. -!? -Gel içeri kendin al.

Evin bütün duvarları mutlu aile fotoğrafları ile doluydu. Yaşlı adam, neredeyse hiç boş yer bırakmaksızın resmetmişti duvara hayatını. -Bu siz misiniz ? Yaşlı adam sorulardan kaçarcasına: -Ne çok soruyon sen? Kahve mi istiyon, teftişe mi geldin? Genç kız bir yandan ürküp bir yandan da fırsat bu fırsat diye düşünürken bulduğu cesarete sıkıca sarıldı ve gözlerini sıkıca kapayıp birden; “-Ben aslında sizi merak ettiğim için geldim.” Dedi. Tek çırpıda ağzından çıkan bu cümleyle, hem kendini hem de yaşlı adamı hayrete düşüren Safiye Öğretmen, titrek bir sesle sözüne devam etti. -Bana

kızmayın.

Ben

mahalle

mektebinin

yeni

31

Kültür-Sanat-Edebiyat

-Kendiniz mi yetiştiriyorsunuz? -Emanet onlar dokunma. -Emanet mi, kimin emaneti?

Ses Dergisi

Bahçeden içeri adımını atar atmaz, özenle büyütülmüş rengarenk çiçeklerin kokusu, boy boy meyve ağaçları ve bir de sevimli bir kedi karşılamıştı onu. “Ne huzurlu bir yer. Bu adam burada yaşayıp nasıl bu kadar sinirli olabiliyor ki ?” diye geçirdi içinden. Bahçeden eve doğru kıvrılırken, kapının kenarına dizilmiş iki çift ayakkabı çekti dikkatini. Birisi bayan, diğeri kız çocuğu. -Misafiriniz mi var? Ben rahatsız mı ettim? Yaşlı adam cevap vermeden kapıyı açtı. Safiye öğretmen biraz ürkmüştü. Hayalinde canlandırdığı, kalın perdeleri sıkı sıkıya kapalı, sessiz ve ruhsuz evden düşünde bile korkmuştu; ancak daha evin kapısından içeri girer girmez mis gibi fesleğen kokusu içine huzur vermişti.


Eylül / 2020

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

öğretmeniyim. Öğrencilerimi yakından tanımak için onlara bir kompozisyon yazdırdım, korkularını sordum ve neredeyse hepsi sizden çok korkuyorlar. Bu kadar güzel bir bahçede, bu kadar huzurlu bir evde, böyle anılarla dolu, çiçek kokularıyla kaplı bir odada yaşayan biri nasıl bu kadar sinirli olur da çocukların kâbusu olur, sizi tanımaya, anlamaya çalışıyorum. Beni mazur görün ama öğrencilerim için bunu yapmak zorunda hissettim kendimi. Sizde onların ruhunda bir yara izi gibi kalmak istemezsiniz değil mi? Yaşlı adam olduğu yere çöküverdi elinde bastonuyla. Ne bağırmaya ne de sinirlenmeye dermanı kalmamıştı. Kahve almak için geldiğini söyleyen -üstelik adı da Safiye olan- bu kızcağız, yıllardır üstünü örttüğü geçmişi, farkında olmadan tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Uzun süren sessizlikten sonra hayret içinde kalan yaşlı adam; -Yara izi demek haa?... Çocukların hepsi benden mi korkuyorlar, benim gibi kendi kızını bile koruyamamış bir beceriksizden? -Nasıl yani ? -Onun adı da Safiye’ydi. -Kimin? -Yaşasa belki senin yaşlarında olacaktı, ama o kahrolası top yüzünden bir arabanın altında can verdi. Benim kızımdı. Her kahve içtiğimde kuş gibi kucağıma tüneyip, “babacığım bir yudum da ben içebilir miyim?” diyen beyaz güvercinimdi. -Başınız sağolsun çok çok üzüldüm. Peki ya eşiniz? -Safiye ölünce üç yıl daha yaşadı hanım. Kanser oldu üzüntüsünden. O da gitti aniden. Hangisine üzüleceğimi şaşırdım. Sanki bütün dünya üzerime yıkılmıştı. Tam yirmi yıl geçti üstünden. Köşe bucak kaçtım gölgelerinden. -Bu çok büyük bir acı sizi anlıyorum. Allah sabır versin. -Sokakta top oynayan çocuk gördükçe, mutfakta kaynayan tencere kokusu duydukça onları hatırladım. Hatırladıkça olmayışlarına hayıflandım. Başka çocuklar ölmesin diye bulduğum bütün topları parçadım ama senin gelişinle anladım ki, ben yara izimi kapatmak için, o çocukların hepsini yaraladım. Çok yanıldım Safiye kızım, çok yanıldım. Söyle talebelerine, artık benden korkmasınlar. Onların bir kabahati yok. Kabahatli olan benim. Bu huysuz yaşlı ihtiyarı affetsinler. Safiye öğretmen duyduğu bu acı hikaye karşısında gözyaşlarına hakim olamamıştı. Yaşlı adamın öfkesinin altındaki derin ve yıllanmış

32

Sayı 13 kederle yüzleşmek onu da sarsmıştı. Genç öğretmenin ellerinde, yaşlı adamın gizli yarası ve öğrencilerinin korkulu rüyası, tıpkı tebeşir tozu gibi uçup gitmişti. Kırk yıllık hatrı kalan kahve bahanesi, bu kez ise kırk ömürlük bir acıdan kalanları dökmeye muktedir olmuştu...


Sayı 13

Ömer Tahir

Eylül / 2020

Ölülerimiz bizden önce vardı gidilecek yere. Biz geriden onlara yetişme telaşında. Yürüdük. Artık şaşırmıyorduk eskisi gibi. Şaşkınlık, toy insan hasleti. Gün görmemiş çocuk haliydi biraz. Biz onu çoktan yitirmiştik. Her şeyi tevekkülle karşılıyor, öpüp başımıza koyuyorduk. Yürümeye devam… Ümitlerimizin hepsini -Elhamdülillah- kırdı Yaradan. Bir tek kendisine bağlı olanlar baki. Dünya acılaştıkça ve küçüldükçe minik avuçtaki misket gibi, içimizde bir şey büyüyor artık. Ona dair. Onun için. Ondan ötürü. …

33

Kültür-Sanat-Edebiyat

nce bir çizgi ayırıyordu bizi diğerlerinden. Yağmur bize de yağıyor, güneş ısıtıyordum, ama herkesin üstünden akıp giden damlalar bizim mahzenlerimizde birikiyor, güneş çatlaklarımızdan sızıp içimizde yer ediyordu. Gülmek uzak bir ülkenin masallarda kalan hasletiydi. Bazen yeri gelse de ar ediyorduk dostlardan. Çok güneş çatlağı olan, çok su birikintisi taşıyanlardan. Gülüşler de eksik oluversindi. Güzel günler de yarında… Mutlu zaman dilimleri de yaşanmayıversindi bu sıralar. Yeter ki sürsündü yolculuk. Elbette bir gün, elbette, yüzümüze sığmaz gülüşlerimiz olacaktı bizim de. Bir İbrahim hikayesi değil miydi her şey? Bir kuyu hikayesi… Uzak şehirlerin hep aynı şeyi söyleyen minareleri gibi, biz de uzak çağların, aynı kaderi paylaşanlarından değil miydik? Yalnızdık, yalnızlığın kendi içine yankılanıp duran sesinden anlıyorduk kimsesiz olmadığımızı. Her şey ilmek ilmek bir düğüme doğru gidiyordu. Omuzlar, ağır yüklerin altında nasır bağlıyor, ama taşınamaz denenler yine de taşınıyordu. Her sabah bir kışa uyanıyor, her öğlen bir kışa çıkıyor, her akşam usulca bir kışın karanlığına giriyorduk da hayallerimizdeki o bahar hiç renk atmıyordu. Tüm bunlardan da anlıyorduk kimsesiz olmadığımızı. İçimizi bir sıcak tutan vardı. Yükümüz hafif. Niye korkacaktık ki ve de korkmadık zaten. Yürüdük. Öldük. Ölülerimizi gömdük. Yürüdük.

Ses Dergisi

İ

YÜRÜYÜŞ


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Esra Dolunay

Eylül / 2020

Sayı 13

BİR TUTAM UMUT

K

“Bu manzarayı ilkokulda çizdiği bir resme benzetmişti. Ne tuhaf şimdi kendi resminin içinde gibiydi.”

öy yolunun bitimindeki tepenin başında tek başına duran, boyası dökülmüş biraz da yıpranmış küçük ama şirin okul binasına uzaktan şöyle bir baktı. Demek burasıydı. Tüm umutlarını yitirdiği anda beliren ışık, bu okul gibi küçük ama değerliydi. Sık zeytin ağaçlarının uzandığı yolu takip edip bahçeye ulaştı. Köşede iki kız öğrenci yere çizgi çiziyor; diğer köşede ikinci sınıflar ip atlıyor; az ileride biri saklanan arkadaşını arıyordu . Bu manzarayı ilkokulda çizdiği bir resme benzetmişti . Ne tuhaf şimdi kendi resminin içinde gibiydi. Az sonra zil sesi duyuldu. Çocuklar ürküp kaçan serçeler gibi içeriye koşuşuyordu. En sonuncu da içeri girdiğinde bahçeyi az önceki cıvıltının aksine sakin bir sessizlik bürüdü. Rüzgarın uğultusunu daha net duyuyordu şimdi. Yavaş yavaş okul binasına yürüdü. Eski merdivenleri çıkıp öğretmenler odasına girdi. Ne de olsa kendisi dışında iki öğretmen daha vardı. Onlar da derse girmişlerdi . Tereddütle tedirginlik karışımı bir duyguyla kitaplarını alıp sınıfına yürürken,

34

“değer mi?” diye düşündü. Burada olmasına değecek şey neydi? “İdare et” demişti idareci! En fazla bir dönem idare etmek için mi buradaydı? İdare etmek... zaten çoğu bunu yapmıyor muydu? Herkes bir şeyleri idare ediyor, idrak etmeye çalışmıyordu. .. Sınıfın kapısını açarken duyulan gıcırtı içerideki uğultuyu bir anda kesmişti. Meraklı gözler aynı noktaya dikilmişti. “Günaydın” derken öğrencilerin gözlerinde sabahın ilk ışıkları dökülmüştü. Sanki güneşlerini hepsi kendi içinde taşıyordu. Ve bu güneşler gözlerinden etrafa taşıyordu.. Değer mi? Değecek olan bir şey varsa o da bu ışıltı olmalıydı . Az sonra masasında duran bir tutam yaban gülüne gözü takıldı. Her şeyin sararıp döküldüğü bu mevsimde açan çiçeğe tekrar baktı. “Değermiş...” derken kendi güneşinin doğuşunu içinde hissetmişti ...


Sayı 13

Eylül / 2020

EYLÜL’ÜN KAYIP PARÇALARI YAKAMOZ

Ses Dergisi

Biz Eylül’ün kayıp parçaları Ne yan yana takıldık Ne apayrı yer aldık. Biz Eylül’ün boşluğuna, tam oturtamadık başka parçaları; Hep bir kenarımız açıkta kaldık. Ne tamamlandık Ne tam anladık ...

Kültür-Sanat-Edebiyat

Biz Eylül’de biz kalamadık Eylül’ün boşluğunda iz kaldık En güzel parçası olamadık Bütünün Köşesine bile tutunamadık Resmi tamamlayamadık Manzaranın tam ortasında eksik kaldık Sonra eğretice yamaladık Gözden kaçmaya çalışırken Göze takıldık ... Biz Eylül’de yarım kaldık Bütünü yakalayamadan Yarısında tökezleyip Parçalara ayrıldık Eylül’de düşen ilk yapraklara karıştık Yap’ılmışı görmeden Boz’ulmuşa atıldık. Tamamlanamadan Yarımlandık...

35


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yasemin Tatlıseven

Eylül / 2020

S

Sayı 13

EYLÜLDE MUHASEBE BAŞKADIR

on baharın ilk adımlarını duymaya başladığımız şu günlerde… Diye başlayan cümleler kurmak isterdim size… Üzgünüm! Sonbahar demek masraf demektir. Bir muhasebeci olarak “Eylül” dendiğinde beynimdeki hesap makinesinin tuşlarına basmaya başlıyorum. Yağmurdan ıslanmış çocuk parkı, terk edilmiş izlenimi veriyor. Ağaçlardan dökülen yapraklar kızılın bin bir tonu… Eylül yağmurlarından bulanık akan nehrin yanındaki patika yolda yürürken, kurumuş yaprakları hışımla eziyorum. Ayaklarımın altından çıkan çıtırtı sesleri bana, kışın sobada yanan odun-kömürü hatırlatıyor. Her ay gittikçe artan doğal gaz faturaları gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor. Finansal işlerle uğraşan biriyseniz, bu faturaların kümülatif toplamını almadan, bu kareyi aklınızdan kovamazsınız. Şayet zihninizin açık olduğu bir anda iseniz, m3’üne kadar hesap yapıp, bu kış gereksiz yanan petekleri kapayalım gibi radikal kararlar bile alabilirsiniz. Kaynak arayışına girebilir, ek iş düşünebilirsiniz ya da kendinizden feragat edip, ısınma ihtiyacınız için mini bir bütçe oluşturabilirsiniz. Tüm eğitim hayatını Türkiye’de geçirmiş biri olarak Eylül demek, camış gibi yattığımız üç aylık yaz tatilini bir solukta bitirip, “Daha dün karne almıştık ya, ne ara bitti bu tatil?” nâraları arasında okula dönüş yaptığımız ay demektir. Eski arkadaşlar özlenmiştir. Bazen yeni bir okul, yeni başlangıçlar girer hayatımıza… Yepyeni heyecanlarla tazelenir, diriliriz. Bu ayın olmazsa olmazları arasında, kırtasiyelerde oluşan

36

uzun kuyruklar, taze kitap kokusu ve geleneksel kitap-defter kaplama haftası yer almaktadır. Beynimdeki hesap makinesi çevrimiçi hale geçiyor ve sonbahar romantizmine bir türlü izin vermiyor. Kırtasiyede iki çocuk için yapılan harcamaların toplamını alıp, bir sene önceki kırtasiye masrafıyla kıyaslayıp, size yılık enflasyonu söyleyebilirim. Geçen yıldan bu yıla ne kadar artış olduğunu göz önüne alarak, önümüzdeki yıl beklenen kırtasiye giderlerinin ne kadar olduğunu açıklayabilirim. Bunlara okul kayıt ve önlük-forma giderlerini de ilave edip, bütçe planlamanızı yaparken, Eylül ayına ekstra ayırmanız gereken meblağı bildirebilirim. Finansal işlerle uğraşan biriyseniz eğer, kaynak arayışına girebilirsiniz. Geceleri taksiye çıkmayı düşünüp, yaz sonu sezon indirimleriyle gitmeyi düşündüğünüz, kredi kartına

24 ay taksitli tatil planınızı iptal edip, buna ayırdığınız kısmı okul masraflarına kaydırabilirsiniz. Şayet zihninizin açık olduğu bir anda iseniz, geçen sene bugünlerdeki dolar ve euro fiyatlarını hatırlar, dövizde bir sene içinde meydana gelen iniş ve çıkışları, beyninizde grafiklerle şekillendirebilirsiniz. Sonbahar mahalle pazarlarına bir başka güzel yansır. Her mevsimin kendine özgü sebze ve meyveleri tezgahlarda yerlerini alır. Beynimdeki hesap makinesi yine aktif hale geçiyor. Bin yıldır erişte kesip, tarhana kurutan nenelerimizin bize devrettiği bu bayrak yarışını asla yarıda


Eylül / 2020

Kültür-Sanat-Edebiyat

limon satmayı düşünmekten başlayıp, “Bu sene sonunda memlekete gitmeyiveririz.” gibi sonuçlara ulaşabilirsiniz. Zihniniz açık ise eğer, A şehrinden B şehrine, benzin masrafı, otobüs bileti veya uçak gibi yol giderlerini kıyaslayıp, “Bu sene de babamları çağıralım, onlar geliversinler” gibi radikal sonuçlara varabilirsiniz. Yağmur ipil ipil yağarken, aklınızdan geçen ilk şey, “Bugünü de kendime ayırayım, güzel bir kafeteryaya gidip, dumanı üstünde bir kahve söyleyip, cam

kenarında yağmurun sesiyle birlikte kitabımı okuyayım.” olabilir. “Eylül’ün tüm güzelliğini bütün hücrelerime kadar hissedeyim” diyebilirsiniz. Daha kapıdan ilk adımınızı attığınız anda yeni botlara ihtiyacınız olduğunu fark edebilir, üç senedir giydiğiniz montunuzun da deforme olduğunu hatırlayıp, kış alışverişi yapmalıyım gibi radikal kararlar alabilirsiniz. Hesap makinesi güneş panellerini açıyor(!) Beynim ortalama dört kişilik bir ailenin çizme, kaban, atkı, şapka, içlik gibi tüm harcamalarını alt alta yazıyor. Toplamda çıkan rakamı görseniz, eve geri dönüş yapıp, yün patiklerinizi ayağınıza geçirip, bir bardak çay eşliğinde, pelüş battaniyeye sarılıp, kitap okumayı tercih edebilirsiniz. Finansal işlerle uğraşan biriyseniz eğer, kafeye gitmeyip evde kalmakla kaç lira tasarruf ettiğinizi anında hesaplayıp, bu kazançla mutluluktan dört köşe olmuşken, beyninizde aniden beliren bir kare resimle alt üst olabilirsiniz. Uzaktan kuzeninizin, Eylülün son haftasındaki düğün davetiyesi kafanızda şimşek gibi çakabilir. 24 ayar altının gramını alıp, ortalama bir bilezik için kaç gram kullanıldığının doğru orantısını kurup, içler dışlar çarpımıyla, sonuca ulaşabilir, çeyrek altındaki yükselişi, sütun grafiklerle yıllara göre şekillendirip, altın borsasını tahlil edebilirsiniz. Zihniniz açıksa eğer, bir altın madenindeki yıllık ciroyu hesaplayabilir, kaç işçiyle rantabl verim alınabileceğini çıkarabilir, gereksiz istihdamın ülke ekonomisi üzerindeki dezavantajlarıyla ilgili makale yazabilirsiniz. Düşüncelerinizi tekrar topladığınızda, kendinizi sürekli gülücükler saçan kuzeninizin takı kuyruğunda çaresiz bir suratla görebilir, “Annemden bir tane ödünç çeyrek altın isteyeyim de rezil olmayayım” gibi radikal kararlara varabilirsiniz. Beyniniz size, “Altın işinde de çok para var!” gibi subliminal mesajlar gönderirken, yağmurunda etkisiyle gözlerinizi yavaş yavaş kapatıp sıcacık bir uykuya dalabilirsiniz. Uyandığınızda hayatınızın Walt Disney stüdyolarında çekilmiş bir romantik komedi olmadığını hatırlayıp, gerçeklerinize geri dönersiniz. Eylül demek, “Masraf ” demektir!

Ses Dergisi

bırakmamalıyız. Geleneklerine bağlı bir millet olarak turşu, salça, reçel ve marmelatları da işin içine dahil edip, “Bu kış kıtlık olur da biz aç kalırız(!)” endişesiyle, camekan yaptırıp odaya dahil ettiğimiz balkonlara kavanoz kavanoz stok yapabiliriz. Finansal işlerle uğraşan biriyseniz eğer, halden alacağınız bir kasa domatesten kaç kilo salça çıkaracağınızı düşünüp, bir çuval unla kaç aylık erişte kesebileceğinizi hesaplayabilirsiniz. Zihninizin açık olduğu bir anda iseniz, ekstra bir derin dondurucuya olan ihtiyacınızı göz ardı etmez, 72 aylık ödeme planı çıkarıp, aybaşına düşen giderinize bu masrafı da ilave ettikten sonra, internetten online bir siteden “satın al” butonuna basıp, dondurucunuzu ertesi gün teslim alabilirsiniz. Boş dondurma kaplarına bastığınız menemenliklerden sonra, altı aylık pazar harcamanızı tek seferde yaptığınız için, kaynak arayışına girebilir, pazarda

Sayı 13

37


Mecit Özdemir

Eylül / 2020

S

Sayı 13

İKTİDAR KOLTU

İDAM S

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

adi Borak’ın İktidar Koltuğundan İdam Sehpasına adlı eseri ilginç, bir o kadar da trajik hikâyelerle dolu. İttihat ve Terakki devrinin acı olaylarından, bu olaylara sebebiyet veren şahıslardan, İttihat Terakki’den Cumhuriyete uzanan süreçten ve bu süreçte vaktiyle hatırlı zatlar iken, yaptıkları nedeniyle yahut da uğradıkları komplolar nedeniyle idam sehpasında biten hayatların kısa ve trajik hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyeler insana “ne oldum delisi” olarak değil “ne olacağım” endişesiyle yaşaması gerektiğini hatırlatıyor. Dün şartların elvermesiyle ikbal yollarında hızla tırmanan ve iktidarın verdiği güçle türlü işlere bulaşan insanların iktidardan düşünce yahut zaman ve şartlar değişince ikbal günlerinin idbar günlerine dönüşeceğinin örneklerini veriyor. İlk hikâye İttihat ve Terakkinin gözü kara fedaisi ve tetikçisi Yakup Cemil ile başlıyor. İttihatçılık ve vatanseverlik uğruna İttihatçı karşıtlarını gözü kapalı vuran, Babıâli baskınında yer alan, Enver’i harbiye nazırı yapan, ele avuca sığmayan komitecidir Yakup Cemil. Birinci Dünya savaşı yıllarında yüzbaşı rütbesiyle bulunduğu Irak’ta komutanlarıyla anlaşamaz. Başına buyruk hareketleri nedeniyle komutanlarınca istenmemekte ancak şöhreti nedeniyle kendisine dokunulamamaktadır. Halep’te görüştüğü Enver Paşa’dan kendisine bir tümen komutanlığı vermesi talebinde bulunur. Rütbesinin buna müsait olmadığını söyleyen Enver Paşa’ya “rütbem müsait değil ise paşalığa terfi ettir,” der. Enver Paşa’nın teklifini kabul etmemesi üzerine “...Seni şu makama oturtan ben değil miyim? Ne çabuk unuttun bunları?” diyerek onun için yaptıklarını hatırlatır.

38

Enver Paşa’nın Yakup Cemil’e karşı muhabbeti daha çok da minneti vardır. Onun için bütün hırçınlıklarına göz yummakta, onu korumaktadır. “Hele sen bir İstanbul’a git, orada beni bekle...” diyerek gönlünü almaya çalışır. 1916 yılında savaşın kötüye gitmeye başladığı günlerde memlekette Almanlardan ayrılıp ayrı bir sulh yapma düşüncesi ortaya çıkınca Yakup cemil bu düşünceyi benimser ve vatan için yararlı görür. Hükümet bu düşünceye yanaşmayınca da hükümeti devirip Cemal Paşa yahut Mustafa Kemal liderliğinde yeni bir hükümet kurma teşebbüsüne girişir. Ancak eyleme geçmeden dağılırlar. İşte bu gerçekleşmeyen teşebbüsü sonunu hazırlar. Sadrazam Talat Bey onun hırçın ve delidolu halini


Sayı 13

Eylül / 2020

UĞUNDAN

Sephasına

Yakup Cemil’in idam sehpasında can vermeden evvel ki son sözleri: “Memleketimi felaketten kurtarmaya çalıştım. Memleketi mahvedenlerin yakın zamanda benim akıbetime uğrayacaklarını görüsünüz” olur. Ve öyle olur. Bu komployu kuran Talat Paşa ve ekibi ile oyuna gelen Enver’in ömürleri de çok sürmez, Talat Paşa Tiflis’te bir Ermeni komitacının kurşunlarıyla can verirken ekibinden İsmail Canbulat ve Kara Kemal 1926 yılında Mustafa Kemal’e suikast teşebbüs ile suçlanıp hainlik damgası yiyerek idama mahkûm olurlar. Bu komploya göz yumarak ondan vazgeçen Enver Paşa ise dört yıl sonra Türkistan’da can verir. *** İktidar koltuğundan idam sehpasına yürüyen bir başka önemli şahsiyet ise Damat Ferit hükümetlerinde içişleri ve eğitim bakanlıklarında bulunmuş olan milli mücadele karşıtlığı ile de ünlenen Ali Kemaldir. Ali Kemal ismi cumhuriyet tarihi boyunca hayırla anılmamış, bilakis lanetle yâd edilmiştir.

davada yolundan dönmezdi. O vatanının sulh ile kurtulacağına inanmış, Anadolu hareketini ittihatçı, sulha mani bir kalkışma gördüğünden, başarısız olacağına inandığından karşı çıkmıştır. Cumhuriyet tarihçilerinin vatan haini, İngiliz işbirlikçisi olarak tanıttığı Ali Kemal maarif nazırı olduğu günlerde Şemsettin Günaltay’ı üniversiteden uzaklaştırdıktan sonra bakanlık personelinden İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun ricası üzerine görevine yeniden iade eder ve “ Haber gönderin, Şemseddin’i kürsüsüne iade ettim. İhbar ediyorlar. İttihatçı imiş. İttihatçının da itilafçının da Allah belasını versin. Bana vatan lazımdır,” der. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin İ. Hakkı Baltacıoğlu’nun koyu ittihatçı olduğunu söyleyerek görevden alınmasını isteğini ise daha sonraki günlerde gazetede yazdığına göre “İsmail Hakkı’yı işinden nasıl

39

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Kitapta benim asıl dikkatimi çeken, yaşadıklarıyla yaşadıklarımı özdeşleştirdiğim Nusret Bey’in hikâyesi idi. Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak idam edilen Nusret Bey’in hikâyesi, daha doğrusu onu idama mahkûm eden mahkemenin öyküsü. “

Ses Dergisi

sevememekte, bu halini tehlikeli bulmaktadır. Hele hükümeti devirme teşebbüsünü affedememektedir. Talat Bey ve ekibi ondan kurtulmak için bu baskın teşebbüsünden istifade ederler. Bu teşebbüsünden ve sonrasındaki faaliyetlerinden bir komplo kurup kendisini öldüreceğini söyleyerek Enver Paşa’yı da ikna ederler. İçinde bir şüphe olsa da Yakup Cemil’in haşarılıklarından bunalan Enver Paşa bu komploya sessiz kalarak Yakup Cemil’i himaye etmekten vazgeçer. Sonrasında da divanı harbe verilir ve idam olur. Talat ile Enver Paşa arasındaki rekabetin kurbanı olan

Meşrutiyet devrinde İttihat Terakki muhalifliğiyle bilinen Ali Kemal yaptığı İkdam’daki yazılarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti ile hükümetlerinin aleyhinde yazdığı yazılar nedeniyle 31 Mart vakası sonrasında öldürülme korkusuyla yurt dışına kaçar. İttihatçıların iktidar olduğu günlerde iyi gün görmediğinden ittihatçılara düşman kesilir. Milli mücadele yıllarında Damad Ferit Paşa kabinesinde Dâhiliye nazırı olarak Anadolu hareketini Paris’te başlayan sulh görüşmelerini baltalayacak bir girişim olarak gördüğünden Kuvâyi Milliye aleyhine ve Mustafa Kemal’in azline dair valiliklere tamim gönderir. Nazırlıktan istifa ettikten sonra çıkardığı Peyâm’da (14 Ağustos 1919) Kuvâ-yi Milliye aleyhindeki tavrını sürdürür. Nihai zafere kadar milli hareketin başarıya ulaşacağına inanmaz. Nihayet Yunanlıların bozguna uğraması üzerine düştüğü hatayı kabul ederek, 10 Eylül 1922 tarihli “Gayelerimiz Bir İdi ve Birdir” makalesinde yanıldığını itiraf eder. Ankara hükümetinin isteğiyle İstanbul’dan kaçırılarak Ankara’ya gönderileceği sırada İzmit’te Nûreddin Paşa’nın emriyle linç edilerek öldürülür. (6 Kasım 1922). Sadi Borak’a göre Ali Kemal vatanseverdi. İnandığı


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Eylül / 2020 uzaklaştırabilirim. İster ittihatçı olsun isterse itilafçı... fakat her şeyden evvel o benim en büyük yardımcımdı, diyerek reddeder. Devlet kurumlarının eş dost, akraba, ahbap ilişkisine göre liyakat gözetilmeden doldurulduğu bu günlerde “Bana vatan lazımdır” diyerek liyakate sahip çıkan Ali Kemal’in bu anlayışına ne kadar muhtacız. *** Kitapta benim asıl dikkatimi çeken, yaşadıklarıyla yaşadıklarımı özdeşleştirdiğim Nusret Bey’in hikâyesi idi. Ermeni tehcirinden sorumlu tutularak idam edilen Nusret Bey’in hikâyesi, daha doğrusu onu idama mahkûm eden mahkemenin öyküsü. Öyküyü okuyunca nasıl da tanıdık gelecek size hikâye. Tarihin âdete tekerrür ettiğini göreceksiniz. 1915 yılında doğuda Ruslarla birlik olan Ermenilerin katliamları ve ihanetlerine bir tedbir olarak Tehcir kanunu çıkarılır. Bu kanun mucibince Ermeni ahali ayrım yapılmadan savaşın olmadığı bölgelere zorunlu olarak göç ettirilir. Bu kanunun uygulanışında acı olaylar, suiistimaller, hukuksuzluklar, zimmete geçirmeler yaşanır. Dış dünyada Tehcir kanunu ve uygulanmasındaki kötülükler Ermeni katliamları olarak adlandırılır ve işgal yıllarında işgalciler bunları yapanların cezalandırılmasında ısrar ederler. Damat Ferit iktidarı hem İngilizlere yaranmak hem de İttihatçı düşmanlığından olaya hızlı başlar. Sorumlu gördüklerini kurdukları divanı harplerde yargılar ve cezalandırır. Yargılananlardan biri de Urfa mutasarrıfı olan Nusret Bey’dir. Nusret Bey hükümetçe vazifesinden azledilerek tevkif edilir. İstanbul’a getirilerek Hurşit Paşa’nın divanı harbinde yargılanır. Suç delili bulunamadığından beraat ederek serbest bırakılır, ancak bu serbestlik İngilizlere yaranmak isteyen hükümetin hoşuna gitmez. Bu defa Kürt Mustafa Paşa başkanlığında yeni bir divanı harp teşkil edilerek Nusret Bey evinden alınıp Bekirağa bölüğüne hapsedilir. Nusret Bey önceki mahkemede berat ettiğinden dolayı rahattır. Bir yanlışlık olduğunu yine berat edeceğini düşünmekte ve böyle teselli bulmaktadır, fakat mahkeme aylarca uzar, dinlenen şahitlerden Nusret Beyi suçlayacak ve ceza verecek delil elde edilemez. Mahkeme başkanı Kürt (Nemrut) Mustafa, Nusret Bey’i mutlaka cezalandırmak amacındadır. Bu nedenle şahitlere kızmakta, her şeyden suçlamaya yarayacak ipuçları aramaktadır. Aradığını bulamayınca bu defa gazetelere ilan vererek Bayburt Ergani bölgesindeki tehcir meselesinden mağdur olan Ermenilerin, belirtilen tarihte divanı harpte hazır bulunmalarını istemekten geri kalmaz. Sonunda Ermeni Patrikhanesin’de yardımlarıyla 40

Sayı 13 İstanbul’dan bir kaç tane Ermeni şahit bulunur ve mahkeme günü bu sahtekâr şahitler filan gün filan yerde diyerek birbirleriyle çelişen ifadelerle Nusret Beyi suçlarlar. Nemrut Mustafa aradığını bulmuş, amacına ulaşmıştır. Şahitlerin anlatımlarını heyecanla dinleyerek zapta aldıran Nemrut Mustafa Nusret Bey’in haklı itirazlarını ise dinlemez. Mahkeme her şeyi senden daha iyi tetkik eder diyerek onu susturur. Mahkeme sonrasında Bekirağa bölüğündeki koğuşuna dönen Nusret Bey bu defa kurtuluş olmayacağına inanarak ümidini yitirir. “Bu herifler beni hiç olmasa bir seneye mahkûm edecekler, göreceksiniz yakamı bırakmayacaklar” diyerek endişesini dile getiren Nusret Bey’i cezaevi arkadaşları teselli etmeye çalışır. Aylar süren duruşmalar sonunda mahkeme biter ve hüküm verilir. Çağrıldığı merkez kumandanlığına kendisini bekleyen İngiliz teğmeni: “Sizin Malta’ya sürülmenize karar verildi.” diyerek verilen hükmü açıklar. Bu sırada odaya giren Nemrut Mustafa İngiliz teğmeni bir kenara çekerek idama karar verdiklerini, hükmün yarın yerine getirileceğini, bu nedenle Malta’ya sürmenin lüzumu olmadığını söyleyerek teğmeni Malta sürgününden vazgeçirir. Mahkeme sonucuna göre Nusret Bey 15 yıl hapse mahkûm olmuştur. Ancak mahkeme başkanı karardan memnun değildir. Bu nedenle mazbatanın yazılması geciktirilir. Bu arada Nemrut Mustafa, mahkeme üyeleri içinde kendisine muhalefet eden divan azalarından Ferhat Bey’i “Sen bizim işlerimize mani oluyorsun, seninle işbirliği yapamam” diyerek divandan aldırır ve yerine alınan Niyazi adındaki üye için yeniden mazbata düzenlenir, bu yeni sahte mazbata ile Nusret Bey’in 15 yıllık cezası idama çevrilir ve idam edilir. Damat Ferit hükümetince uydurma zabıtlarla hayattan koparılan Nusret Bey, devrin iktidarının İngilizlere hoş görünme ve İttihatçı düşmanlığına kurban gider. Yalnız bu mu? Bir de mahkeme başkanı Nemrut Mustafa’nın şahsi kinine... Nusret Bey Ergani mutasarrıflığı sırasında Kürt Teali Cemiyeti’nin şubesini kapatmış, Nemrut Mustafa’nın bu hadise nedeniyle Nusret Bey’e düşmanlık ve kini olduğu söylenmektedir.


Sayı 13

Fuat Şahin

Eylül / 2020

Cahil Her taraf cahil dolu ufaklı ve büyüklü Cahilden de beteri okumuşu cahilin Eşek bu sanki, sırtı altın küpü yüklü Eşek yine eşektir önemi yok zahirin Milyon sıfırın olsun, boş, olsun sade bir birin Ses Dergisi

Hadi salla bakalım belki bir dediğin tutar Köpeklere kemik atsan hepsi havlar birbirin Ahmağa bir yalan atsan onu yalayıp yutar

Kültür-Sanat-Edebiyat

Gavurda dahi gördüm insanlık emaresi Ancak cahilde o yok, komşusun bile satar Bunlardan daha zeki kavalcının faresi Öküz bile cahilden mânâlı bakış atar Suratı da ekşidir sanki yemiş ham vişne Laf anlatmayasın ha, zamanını çöp eder Daha manidar olur git de martıya kişne Olur dile gelir de kalkar nasihat eder

41


Eylül / 2020

Sayı 13

MİNE AKDEMİR

BEYAZ SABUN “Ninenin odası özerk bölgeydi. Evin en iyi güneş alan, polenlere karşı en korunaklı ve bahçeye en mesafeli odası ona ayrılmıştı. Fanusuna kendisiyle birlikte bütün aileyi de almıştı.”

Ç

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

ok sürmeden kucakladı beni uyku. Telaşlı ya da rutin sabahlara taşıyan, kimi zaman kaçış, kimi zaman başlangıçların ön kapısı uyku. Kendi tercihlerimde hiç ayak diretemediğim, çarelerin onlarca kilide vurulduğu, unutmaların tatlı kısa molası ve teslim olduğum tek zaman dilimi uyku... Ta ki, dalgın karanlığında gözlerimi aralayana dek. Her şey susmuştu. Milyonluk ve hayatın seherden gecenin fecrine kadar hiç durmadığı bu şehirde her şey susup bekliyordu. Ne bir ışık ne bir ses. Bir an, Penceremdeki tülü uçuşturan rüzgâr seslendi, yanına çağırdı beni. Takip et beni dedi. Ama odam devasa bir yapının yükseklerinde idi. Çağrısını yineledi. İtaat ettim gönülsüz. Ayaklarım çiğden ıslanmış soğuk otlara gömüldü, yerle gök birleşti, yürüdüm ardınca. Kurşuni ve ıslak bir bulut inmişti yerlere, saklıyordu her şeyi gözlerimden. Üşüdüm. Ne kadar yürüdüm bilmem? Rüzgâr uçuşturdu saçlarımı. Sonra başka rüzgarlar geldi. Etrafımı sarıp sarmaladılar. Hepsi avuçlarını açtılar, gördüm. Birinde çöven, diğerinde sidr, bir başkasında kâfirun vardı. Bir diğeri rüzgarında bembeyaz atlasları savurdu başımdan... Soydular beni incitmeden. Tıpkı annemin beni kucağına aldığı ilk anki gibi. Gri soğuk bir bulutun üstüne yatırdılar. Ilık sular önce saçlarımı ıslattı, sonra usul usul bedenimi. Titredim, korktum, şaşırdım. Ve o koku doldu genzime, sonra da bedenime sarındı… Sabun kokusu!..” * “Sanki koca bir sürü sırtımın üstünden ezip geçmiş gibi. Bütün eklemlerim ağrıyor. Hiç

42

böylesi bir hafta geçirmemiştim. Zaten, son bir ay tadilatla uğraştım. Ustaların performansı fena değildi ama, neyse ki vaktinde yetiştirdiler. Mekân sahibi, kira konusunda az mücadele etmişim gibi, tadilat için bile sorun çıkardı. Bir önceki kiracısından ağzı yandığından, bende yoğurdu üfleyecek. Asıl iş sonrasıydı. Tadilat bitimi temizlik, salon düzenlemesi, açılan onlarca koli, yüzlerce küçük şişenin yerleştirilmesi. O da sıkıntılıydı. Kırılacaklar diye diken üstündeydim. Eli değen herkes gözümün hapsindeydi. O şişeler beni hem büyük bir borcun hem de büyük beklentilerin altına sokmuştu. Olsun, ben büyük oynamayı severim. Bu gözü karalığımın, sınırı olmayan cesaretimin kaynağı, en büyük müttefikim olan babacığımdır. Çocukluğumdan bu yana “benim kızım yapar” şeklinde, iyi mi kötü mü ettiğini hiç sorgulamadığım desteğine borçluyum. Hiçbir zaman ufkumu kapatmadı, sınır koymadı. Kötü karne getirdiğimde, komşu ve okul şikâyetlerinde, babaannemin akşamları su bardağına koyduğu takma dişlerini çöpe attığımda, ağabeyimle, o hiç kanımın ısınmadığı sözlüsünün arasını bozduğumda, nişanlımın işleri bozulup yüzüğü avucuna bıraktığımda o hep arkamda durdu. Anneme gelince bir zaman sonra küskün suskunluğuna kapandı. Ağabeyim de ondan farklı değildi. Kısacası ben babamın kızıydım, ağabeyim de annemin oğlu. Aldığım destek kabartılıp beslenirken, birçok omuzu ezip geçtiğim hırsımla, henüz yirmili yaşlarımın sonunda hayallerimi gerçekleştiriyordum nihayet. Bugün başkalarının ürettiği parfümleri satacağım, ama bir gün kendi markam olacak bu raflarda ve bir de yaşadığım sürece bulunduğum hiçbir mekânda asla beyaz sabun olmayacak.


Eylül / 2020

43

Kültür-Sanat-Edebiyat

Salona kurdurduğum ikram masaları için egzotik çiçekler ısmarlamıştım. Eh, iddialı bir açılış için de karanfil olmaz tabii. Reklamcıları da aramalı. Son dakika bir aksilik olmasın. Ben garanticiyim, buzlu cam ardında muallakta kalan şeyleri sevmiyorum. Faturaların, çalışanların sigorta belgelerinin de gözden geçirilmesi gerek. Maliyecilerle sıkıntı yaşamanın sırası değil. Reklamcılara ayrı bir özen lazım. Tanıtım için açtığım internet sitesini daha aktif hale getirmeliyim. Bu yüzden onlarla iyi geçinmeli. Telefonumu ve saatimi kurmalıyım. Annemi de tembihledim, ola ki alarmları duymazsam bana seslenecek. Artık yatmalıyım. Vakit gece yarısına yaklaştı. Yarın büyük gün. Her şey kusursuz olmalı… Olacak!..” * Nasıl? Okurken bile zihnin yoruldu değil mi? Bir de onu düşün. Peki senin hayatın ne kadar dingin? Ya da beklentilerin, hırsların kaçıncı boyutta? Onlar için neleri gözden çıkarabilirsin? Aslında çok keskin farklılıklar yok. Sen fark etmesen bile, gün içinde olmadık an ve yerlerde geçmişin mütalaasını, yapacak ve yapıyor olduklarının planlamasını aktarıp döndürmez misin? Geçmişe hayıflanıp, geleceğe kararmaz mısın? Yemek yerken, kitap okurken, arabada, duşta, işte, ibadette, düğünde,

Ses Dergisi

Her neyse, yapacak çok iş var. Açılışta çok şık olmalıyım. Sabah ilk iş kıyafetlerimi hazırlayacağım. Ayakkabılarıma verdiğim paraya inanamıyorum. Aslında dolabımda henüz giymediğim birkaç çift aynı işi görürdü ama vitrindeki sanki “beni al” diyordu. Her şeyi eksiksiz planlamış olduğumdan hala emin değilim. Yatmadan önce tekrar bakmalıyım. Elemanlar umarım gecikmez. Hepsine sıkı sıkı tembihledim: “Üstünüz başınız itinalı olsun, sabah erkenden mekânda eksiksiz olacaksınız, aksi takdirde gözünüzün yaşına bakmam!’’ İlk günden beni hayal kırıklığına uğratanı yanımda tutmam diye. Ortalığın son bir kez toparlanması, davetlilerin ikramlıkları, çiçekler. Salon düzeni, temizlik… Görsellik olmazsa olmazım. Bu arada davetlilerim de öyle sıradan insanlar değiller. Çoğunun yurtdışı bağlantıları var. Şehrin en gözde kozmetik üreticileri ve bayileri. Bunların dışında yabana atılmayacak potansiyel müşteriler. Ben insanların zaaflarına hitap etmeyi tercih ediyorum. Bu sektöre girdiğimden beri öyle şeylere tanık oldum ki, içlerinde tanınmış bir markaya asgari ücretin bilmem kaç katı parayı gözden çıkaranlar bile oldu. Ha, unutmadan, açılış için kuaförden randevu almıştım, kontrol etmeliyim. Ancak hazırlanırım, daha bunun makyajı var. Üstümü dükkânda giyerim, akordeon körüğü gibi kıyafetle çıkmak istemem onca insanın karşısına, kırışmasın. Çiçek kısmını da unutmayayım.

Sayı 13


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Eylül / 2020

cenazede? Duyduğun ses, koku, ya da anlık bir görüntü, detay seni taşır onlara. Zayıf anını yakalar, makul olmak önemsizdir. Yaparsın, bir yerlere sıkıştırırsın, planlarsın, düzenlersin, öne alır ya da ertelersin. Sanki sana sınırsız bir zaman ve güç teminatı verilmiş gibi. O da öyle bakıyor hayata. Masumane başlayıp büyüttüğü ne varsa tamamlamak… Pahasını umursamadan. O, hayatının lise yıllarına dek olan kısmında dede toprağındaydı. Düzayak, etrafı meyve ağaçlı, sebze ekimi için ayrılmış küçük bir bahçe ile çevrili evde, anne, baba, ağabey ve dedesinden yâdigar ninesi ile beş kişilik “eh işte” bir hayat. Baba çift çubuk, anne de geri kalan her şeyi kotarırdı. Ağabey okumamış, bir konaklama tesisinde garson olarak çalışmayı seçmişti. Hayatı ile ilgili seçimlerinde zorlanacağı sınırlar koymamış, ne ise şeklinde tercih yapmıştı. Kız kardeşi gibi değildi. Düz bir adamdı ve zararını da görmemişti, yararını da. Nineye gelince, kaçıncı yılını kendisinin de bilmediği, çoğu yaşıtı gibi “bağ bozumu vaktiydi” tarzında tanımlayan, sürekli hasta bir kadındı. Çocukluğundan kalma ağır seyreden astımı, onun kadar ev halkına da kısıtlamalar getirmişti ister istemez. Her türlü koku ve toza karşı aşırı duyarlılığı vardı ninenin. Evde düzen onun bu hassasiyetine göre kuruluydu. Temizlikten bulaşığa, çamaşıra kadar hiçbir kimyasal içeri girmezdi. Bir şey hariç. Beyaz sabun… Her şey sabun kokuluydu hayatlarında. Teneffüs ettikleri hava, giysileri, dokundukları her şey. Öyle ki, artık başka esintilerin ehemmiyeti kalmamıştı, ya da hiç yoktular. Bu durumun sıkıntısını en çok anne yaşardı. Haftanın bir günü rutin olarak sabun rendelemeye ve kurutmaya ayırırdı. Yemek pişirirken hava nasıl olursa olsun mutfak pencere ve balkon kapıları açılır, kapısı sıkı sıkıya kapalı olurdu. Ninenin odası özerk bölgeydi. Evin en iyi güneş alan, polenlere karşı en korunaklı ve bahçeye en mesafeli odası ona ayırmıştı. Fanusuna kendisiyle birlikte bütün aileyi de almıştı. Sessiz, mülayim bir kadındı. Özellikle gelinine karşı muhabbetli bir minnet duyardı. Bu da verdiği zahmeti yumuşatırdı. Sadece evin küçüğü tek kızı, hiç sevmemişti onu. Mecbur kalmadıkça odasına girmezdi. Çocukluk masallarının kara mağarası o oda, ev içinde sınır belirlediği, yok 44

Sayı 13

saydığı bir alana dönüşmüştü. Nine figürü, hiçbir zaman sevecen olmamıştı ona. Oda, pirinç arkalıklı bir metal karyola, tek kapılı ahşap elbise dolabı, üzerine ninenin ilaçlarını, kurmalı eski saatini ve dua kitaplarını koyduğu küçük bir komodin, yaz kış hiç kaldırılmayan küçük bir odun sobası ve üzerinde Şahmeran figürleri olan teneke bir sandıktan ibaretti. Sandığın içi, rendelenmeyi bekleyen sabunlarla doldurulurdu. Ağabeyi ile birlikte sadece söyleyecekleri, ya da dinleyecekleri bir şey olduğunda girerlerdi oraya. Bir de bayram sabahları el öpmeye. Yaşları ne olursa olsun, nine biri mavi biri pembe mendile sardığı güllü lokumu ve harçlıklarını sunardı onlara ve anne, her bayram sabahı pembe mendile sarılı lokumu çöpte bulurdu hep. Evin hırçın kızının hissettiklerini ifade etmesinin tek yolu buydu. Ve o, kozasından çıktığında, üniversite yıllarında kelebeğe dönüşümü başlamıştı. Nefreti, başka rayihalara kokulara ilgisini artırmıştı. İşe, okul arkadaşlarının eline tutuşturduğu kataloglarla başlamış ve bir parfümeri bayiinde iş bulmuştu. Kısa zamanda hırsı ve kokular konusundaki zevki ile kozmetik firmalarının dikkatini çekmişti, ancak yetmedi. O, olmazsa olmazı hedefini tiksindiği sabun kokulu küçük evde zaten çoktan belirlemişti. Kararlıydı, hayatı boyunca yaşadığı hiçbir mekânda o koku asla olmayacaktı. * “Artık yatmalıyım. Vakit gece yarısına yaklaştı. Yarın büyük gün. Her şey kusursuz olmalı… Olacak!..” * Onun planladıkları ile yattığı yorgun gecenin sabahında, sorgulamanın, nedenlere ve nasıllara cevap aramanın anlamsız olduğu anı yaşıyorlardı üç kişi. Çok değil, birkaç saat öncesine kadar, bu bodrum katının soğuk metal dolapta baktıkları solgun can pare içindi bütün nedenler, nasıllar? Enerjisi hiç bitmeyen, pes etmeyen genç bir hayat, sabahında onca büyük beklentileri olan, hiç uyanması olmayan uykuya yenik düşmüştü.” Her şeyi olduğu gibi bırak ve gel” hükmünce.


Sayı 13

Meyra

Eylül / 2020

-BizSabır pınarının suyundan içen Rahmet denizini boylayan geçen Dostun sinesinde goncalar açan Gönüller bağının gülleriyiz biz. Çöllerde Mecnun’uz, Mecnun’da Leyla Birdendik bir olduk gönül yanmakla Manada ummanız, hilkatte damla Çağlayan kalplerin selleriyiz biz. Ses Dergisi

Çiçek biz, bahçe biz, bahçıvan biziz. Toprak biz, taş biz, asuman biziz Arı biz, bal biz, hem kovan biziz Şu kamu varlığın halleriyiz biz

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yazılmış deftere aşık adımız Rab cemalin görmek tek muradımız Gezeriz alemi yok kanadımız Gül kokan seherin yelleriyiz biz Aşk ile ağlayan aşk ile pişen Sular gibi coşan, coştukça taşan Hak üzre hak olup Hakk’a erişen Ehli gönüllerin dilleriyiz biz Şu yüce Mevla’nın kullarıyız biz..

45


Eylül / 2020

UYANAMIYORUM…

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bayramları Yasaklanan Babalar, Analar ve Emzikten Koparılan Yavrular İçin…

U

yuyakaldık yine bir bayram sabahına. Parçalanan umutlarımızın savurduğu günleri unutarak… Uyanamadık girmiş olduğumuz o derin uykulardan. Saklandık, sanki kendimizden bile. Yıllar geçti özledik bayram sabahlarında pür heyecan tam bir metafizik gerilim içinde üzerimizden sımsıcak yorgun yorganları atıp abdeste koşmaya. Öyle ya bayramsa ben neden uykudayım? Çıkmaza saplanmış, arafta kalmış rüyaları kovalıyorum. Ah gözümü bir açsam! Bir kaldırsam başımı kendimi bayram yerinde bulacağım. Neden iki rekât namaz bana gelmiyordu? Bayram yolunda saf tutmak için benim adımlarım neden geri geri duruyor? Bayram yamaçlarında yeldire yeldire niçin gezemiyorum? Efil efil esen asırlık bayram meltemlerinde başım dik, yüzüm Rabbe dönük duaya duramıyorum? Beni bu gaflete düşürecek hangi günahları işleme küstahlığında bulundum? Neden etrafımda kimse yok? Hâlbuki ailem, çocuklarım bir telefon kadar yakın arkadaşlarım var. Yoksa ben öldüm de haberim mi yok? Hani benim bayramlarım ya da bayramlar mı bana dargın, kırgın? Uyanamadıysam nerelerdeydim? Sanki kelepçe vurmuşlar da benliğime, yüreğime, bedenime… Kapılar sürgülü derin zindanlardayım. Bir yalan uğruna apar topar paketlenip kodeslere mi tıkıldım ki? Üzerimde tonlarca ağırlık ve ben altında eziliyorum. Ruhumu örseleyen esaret yurdundayım belki de. Kuş uçmaz, kervan geçmez ıssız çöllerde, kilitli hanlardayım herhalde. Ümitlerimi lime lime edip parçalayan beklenti koridorlarındayımdır kim bilir? Kim bilebilir ki belki de henüz dünyaya yeni teşrif etmiş küçük bir yavrunun daha annesinden kopamadan emziği koparılıp atılan masumun sessiz ağıtına takılıp kaldım. Azıcık insanlıktan nasibi olanlar yapar mı bunca canavarlığı? Küçük bir sabiye çok gördüler ana merhametinden, şefkatinden kopup gelen emziği. Emzik bile tutamayan üç beş aylık yavruların zindan duvarlarına çarpan ağlama seslerine mi takılıp kaldım sanki? Takılıp kaldım; dünyaya adımlarını bile atamamış sabinin bir anda anasız ve babasız kalmanın derin matem çığlıklarının buhranlı anaforunda…

46

Sayı 13

Selman Mellioğlu Minik elleriyle zindan duvarlarına tutunup ellerinin keskin tellerin ellerini kanatmasına aldırmadan gözyaşı seline boğulup ana kucağını arayan kundaksız körpenin çığlığına takılıp kaldım. İnsan olan insanın yapmaya vicdan erdiremeyeceği bu insafsız tutuklamalarda, bir körpenin ana kucağından koparılıp alındığına şahit oldum. Öyle şahit oldum ki bayram sabahına uyanamadım. Yavrusunu kurda kuşa kaptırmış gibi, feryat eden ananın duyulmayan, duyulmasına bile izin verilmeyen sancılı duruşuna mı takılıp kaldım da bayram sabahlarına uyanamadım? Bir körpenin emzik hakkı kime emanet? Emziğinin hakkını kim, nasıl verecek? Emziği verene yapılmış bir saygısızlık değil de nedir bu?

Öyle ya ben neden bayram sabahında bayram güllerini koklayamadım? Bana mübarek olmadığı, insanlığa unutturulduğu, insanca yaşamanın olmadığı derin kuyularda mıyım? Gül dalında saksağanlar öter olmuş, benim bülbüllerim nicedir. Kuyunun da bir sahibi var, kuyuya atanların hali nicedir. Evlatlarını kaybetmiş bir babanın kodes penceresinden elbisede bir yama kadar görebildiği gökyüzüne karşı feryadını mı duyamadım da uyuyakaldım? Gaflet uykusunun, insafsız adalet düşkünlerinin, pervasız kalem sallamalarından mütevellit, kırgın gönüllerin bitmeyen çilesi mi beni bu karanlığa sürükledi. Bayram sabahım, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi boynum bükük, dudaklarım ağlamamak için tir tir, gözlerimden yaş gelmesin diye gözyaşlarımı içime akıtıp, sıkıp suyunu yaban ellere yağmur olarak gönderdiğim


Eylül / 2020 hüzün günlerim. Bayram sabahlarında baba bekleyen yavrular var. Babam bu bayram da yok. Hâlbuki ne hayaller kurmuşlardır yavrucaklar. Babalar bayram sabahlarına sığdırılmayan, bayram saatlerinde diz indirtilmeyen, bayram ellerinin öptürülmeyen bayramların yasaklandığı babalar, analar ve emziği zorla elinden alınan sabiler. Bayramlar nasıl öksüz olmasın ki; gelmeyecek babaların gelmeyecek bayramları var olduğu sürece. Anlamsız rüyalar ikliminde gezinip, olmadık hülyalar peşinde koşmasaydım yıllanmış karların altında kalmazdı uykularım. Azıcıkta olsa bir ışık görse, eriyip, kaybolur giderdi Kaf dağına kadar birikmiş karlarım. O zaman ben de bayrama koşardım. Özlem ile hasretin vuslatını doya doya seyre dalardım. Öyle ya kavuşmalar hep hüzünlüdür. O an sadece gözler konuşur sevinç damlacıklarıyla. Ama heyhat ben başka vadilerde bayramlar başka vadilerde.

47

Kültür-Sanat-Edebiyat

yutan, yavrularımı alıp benden koparan, eşleri birbirinden acımadan parçalayıp ayıran nehrin yanında ne yapıyorum diye soran gözlere mi rastladım ki uyanamadım? Ne olurdu Musa gelse vursa asasını yine. Köşeye sıkışmış, her şeyleri elinden alınmış, gidecek başka yeri kalmamış, sığındıkları sadece ve sadece Rableri olan mazlumları asasının açmış olduğu yoldan geçirip sahili selamete ulaştırsa. Yarılsa nehirler tekrardan, mazlum coğrafyalardaki mazlumlar çıksa ummadıkları düzlüklere. Ne olurdu sanki? Bayram nasıl bir şeydi? Ardından güller mi atılırdı ki Tuna boylarında dolanırsın? Ejderhaların alev püskürten öfkesinden mi kaçarsın ki, ana yurttan ayrılırsın, bir bilinmeze? Sahipsiz mi kaldın ki can evinden canlarını alıp uzak diyarlara hicret soluklarsın? Hem de Necaşi’nin yurduna sığınır gibi. Neredesin ey Necaşi’nin yurdu, sana kutlu peygamberin yolcuları göründü almaz mısın içeri? Peşinden akbabalar mı kovalar bulanık sulara gözünü bile kırpmadan dalarsınız ey asrın garipleri ve garibeleri! Heyhat yine derin uykulardayım hem bayram sabahına uyanamadım hem de boş hayaller diyarında savsaklanıp durdum. Bayram acının tatlı diye yutturulmaya çalışıldığı melankoli ruh haletine büründü. Yıllardır dikenli tellerin, gözleri kestiği ve keskinleştirdiği, hafakan ovalarında ayaklarına dolanan yaban otlarına aldırmadan yön arayan garipler sor bayram sabahına uyanamamayı. Nasıl uyansın analar, babalar bayram sabahına? O sabahlar o kadar uzaktalar ki sanki masal diyarında efsunlaşıp kalmışlar gibi. Ve bazı uykular ne yazık ki bayram sabahına hiç uyanamayacak. Belki de bulmuştur ya da içine düşmüştür hayal bile edemeyeceğimiz bayramlarımıza kim bilir? Şu an bayram zehirli bir ok gibi kalbimin tam orta yerine saplanmış can çekiştire çekiştire ve kötülüğün zevkten zevk çıkardığı yalancı bir yakamoza dönüştü. Aldatma çağının aldanma argümanları küstürmüş anaları, babaları. Açar elbet bir gün İbrahim misali ateş içinde güller. Vurur okyanuslar içindeki insanlık emanetini sahil kenarına. Yarar asalar en azgın nehirleri, geçirir mazlumları emanete teslim eder. Bir örümcek ağı saklar en kutlu misafirleri. Uzakta bizim yakın da kavuşur ayrılanlar kim bilebilir belki çok yakında? Uyanır elbet bir gün babalar, analar ve emzikten koparılan yavrular o en kutlu bayram sabahına… Ve en yeni urbaları kuşanıp, sevinç gözyaşlarına gark olup, cennet asa bir ömür sürerler en sevdikleriyle, en çok sevilenleriyle ve En Sevgiliyle… Bayram o bayram ola…

Ses Dergisi

Cinnet koridorlarında, çıkmaza saplanmış tekerlek misali, balçık tutan zihniyetin yaralamış olduğu zavallı kocalar. Kocalar diyorum: sor bakalım kocasının amansız hastalığa yakalanıp günden güne hapis hücrelerinde eriyişini (eritilişini) gören (belki de sultacılar öyle istiyor) eşine bayramlar kaç gün ya da bayram onun lügatinde bilmem kaç bin fit derinlere gömülmüş sadece bir kelimeden ibaret olduğunu. Onu da hatırlarsa tabi… Hiçbir bayram “kavuşulamayacak” olunması, günlerin dikenli bir tel gibi içinden geçip gittiğini düşün. Bayram sabahına uyanmak mı, bayram mı varmış? Uyuyakalmışım uyandırılmayan bayramlara. Yoksa azgın nehirleri karşısına alıp birkaç kulaçlık mesafenin uzayıp uzayıp derin vadilere dönüştüğü, gözlerinde ümitlerin gel git yaşadığı, sancılı ağrıların bıçak gibi saplanıp saplanıp çıktığı bedenden, aklına takılan; ben bu azgın insan

Sayı 13


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hüseyin Odabaşı

Eylül / 2020

Hayvan Ç Sayı 13

(Özeti Ve Yorumu 2)

N

epoleon bir gün, “İhtiyaçlarımızın giderilmesi için istenmeyen(prensip olarak yasak olan) ticareti, fedakarlık yaparak kendi omuzlarına aldığını” ilan etti. Fakat bu durum prensiplere aykırı olduğundan çiftlikte yaşayan hayvanların içine pek de sinmedi. Mesleği avukatlık olan Whimper ticaret yaparken dış dünya ile irtibatta yardımcı olacak, komisyon alacaktı. Hayvanların gazını almak için ise Squealer(domuz), sıvacı ve boyacı olarak devreye girdi. Konuyu onlara yedire yedire anlatarak meseleyi kavramalarını sağladı. **Hemen her diktanın prensip ve kurallara uymayan veya hatta bi dediği bideğine tutmyan uygulamalarını akla yakın mazeretlerle izah eden sıvacı ve boyacılık görevini üstlenen konuşmada hünerli hatipleri vardır, propaganda şefleri mevcuttur. Itiraz veya isyanlar bu metodla yatıştırılır. Bu tür bir cerbezeyle de yığınlar maalesef aldatılır ve kandırılır. * Diğer taraftan çiftlik sakinleri, yel değirmeninin yapımında çok büyük zorluklarla karşılaşsalar da Boxer gibi hayvanlar “Napoleon daima haklıdır” diyerek motive olurlardı. Bir pazar sabahı emir almak için hayvanlar toplandıklarında diğer çiftliklerle alışverişe girileceğinden bahsetti Napoleon. Diğer 4 genç domuz bu emire itiraz edecek oldular ancak köpeklerin hırlaması onları susturmuştu. Bir de bunun üzerine koyunlar “dört ayak iyidir, iki ayak kötüdür” nakaratını tutturunca konu unutulup gitti. Hayvanlar bundan huzursuz oldular. Ticaret yapmama, para kullanmama Jones’in kovulmasıyla yapılan zafer konuşmasında alınan karar esaslarından biri değil miydi? Hayvanlar hafızalarını gözden geçirdiklerinde bu kararı hatırladılar. Garip ama bir kez daha düşününce sanki artık hatırlayamadılar. Toplantıda sessizliği sağlayan Napoleon hiçbir hayvanın insanlarla irtibata geçmesinin prensip olarak mümkün olmadığını ancak bu alış veriş konusunda kendisinin fedakarlıkta bulunacağını 48

ifade etti. **Evet prensiplerin ve kanunların yine o kanunları ihdas eden liderler ve güçlüler tarafından delindiğini görüyoruz, her zaman olduğu gibi. * Hayvanların beyninde oluşan şüpheler karşısında Squealer çiftlikte gezinmeye, hayvanlarla sohbet etmeye başladı. Bazı hayvanların şüpheleri karşısında kurnazca sordu: “Böyle bir şeyi rüyanızda görmüş olmayasınız yoldaşlar! Acaba insanlarla ticaret yapılamazın bir yerde kaydı var mı? Bir yerde yazılı mıdır?” Böyle bir madde hiçbir yerde yazılı, kayıtlı olmadığı için hayvanlar yanılmış olduklarına inandılar. **Yazılı olmayan kültürlerde diktatörlük daha çok yaşam alanı bulur. Çünkü yazının olmadığı, anlaşmaların içine giremediği ilişkiler ağı büyüdükçe şeffaflık ve hesap verebilirlik kaybolur. Gerçi yazılı kanunlara bile her fırsatta menfaatleri gereği uymayan diktatörlerin yazılı olmayan beyan, söz ve kurallara ise itibar etmeleri mümkün değildir. Onlar ancak gücün ve kuvvetin dilinden anlarlar. * Diğer taraftan domuzlar çarçabuk çiftlik evine yerleşip orada ikamet etmeye başladılar. Hayvanlar “ev” de yaşamayı yasaklayan bir kararın olduğunu anımsadılar ama


Eylül / 2020

ÇİFTLİĞİ bu sefer de Squealer, onlara yanlış hatırladıklarını kanıtladı. Domuzların yataklarda yatma meselesi de aynı şekilde halledildi. **Yine kandırma, yine aldatma. Maalesef aşırı hüsn ü zan

**Liderleri(devlet) tarafından hedef gösterilen iyi insanların zamanla kendi arkadaşları ve dostları tarafından bile nasıl düşman olarak görülebildiğini gösteren bir durumla karşı karşıyayız. Bir zamanların parmakla gösterilen Snowball’i her kötü olayda karalana karalana; suçlana suçlana şimdinin en kötü insanı hatta haini olmuştu. *

49

Kültür-Sanat-Edebiyat

Acı ve soğuk bir kış geçiyordu. Bütün mesailerini hayvanlar yel değirmeninin yapımına verdiğinden tarla bağ bahçe işlerini ihmal etmişlerdi. Haliyle yiyecek bir şeyleri de kalmamıştı. Fakat bu tür aksaklılar, zaaflar dışarıya karşı saklanmalıydı. İnsanlar ne derdi sonra! Dışarıdaki işlerine yardımcı olan komisyoncu Avukat Whymperi çiftliğe ziyaret için davet ettiler. Avukatın duyacağı sesle hayvanlar kendi aralarında konuşuyormuş gibi yaparak yiyeceklerin fazlalığından öğünerek bahsettiler. Ayrıca depodaki boş kaplara kum dolduruldu, üstlerine elde kalan buğday ve mısır taneleri serpiştirildi. Bir bahane ile depoyu dolaşan Whymperi gerçekten aldandı ve Hayvan Çiftliği’nde yiyecek kıtlığının olmadığını defalarca dışarda anlattı da anlattı. **Propaganda yine ve daima propaganda… Diktatör devletler dışarıya karşı ya kapalıdırlar olumsuz bilgi sızdırmazlar veya her şeyin mükemmel tıkırında gittiğine dair bilgiler sızdırırlar. Bundan dolayı diktatör tıynetli hiçbir idarecinin raporlarına inanmamak ve güvenmemek gerekir. Tahkikat şarttır. * Napeleon vaktini çoğunu evinde geçiriyor. Dışarıda da nemrut suratlı köpeklerin koruması ile geziyor, resmi takılıyordu. Artık pazar sabahı toplantılarına genellikle domuz Squealeri vekaleten gönderiyor, emirlerini iletiyordu. Yumurtalarının tümünün satışa çıkarılması karşısında “soyumuzun devamı açısından bu cinayet olur” gerekçesiyle tavuklar, isyana benzer bir ayaklanma başlattılar. Başlattılar ama Nepoleon onlara bu sefer yem verilmesini yasakladı. Sonunda çaresiz tavuklar yuvalarına dönmek zorunda kaldılar. **Diktatörlerin en meşhur terbiye etme, yola getirme metodudur; yemi kesmek, maaşı kesmek rızkınıza engel olup sizi KHK’lı haline getirmek...*

Ses Dergisi

da bu aldanmaya zemin hazırlıyor. * Bir akşam üstü öyle bir rüzgâr esti ki ağaçları bile kökünden söktü. Kiremitleri yerinden oynattı, fakat bu esnada öyle bir şey oldu ki hayvanlar duyduklarına inanamadılar. Yel değirmeni yıkılmıştı. Hep birden enkaza doğru koştular. Her zaman vakur adımlar atan Napoleon bile hayvanların önüne geçmiş hızla koşuyordu. Napoleon suskun ortalıkta dolaşıyor, ara sıra toprağı koklayıp dümdüz kuyruğunu bir oyana bir bu yana keskince oynatıyordu. Birdenbire olduğu yerde durdu: “Yoldaşlar” dedi alçak sesle, bunun sorumlusunun kim olduğunu biliyor musunuz? Gece gelip yel değirmenimizi yerle bir edeni tanıyor musunuz? Ve gök gürültüsünü andıran bir sesle haykırdı: Snowball! Suçlu bulunmuştu: Snowball derhal ölüme mahkûm edildi. Suçun failinin Snowball olduğunu öğrenen hayvanlar bu sefer ayrı bir şaşkınlık yaşadılar. Haksızlığa karşı öfke duyan hayvanlar eğer Snowball geri gelirse onu nasıl yakalayacaklarını düşünmeye başladılar. Çeşitli izler takip eden Napoleon “kaçmış” dedi. İşimize dönelim ve o haine kolay pes etmediğimizi gösterelim.

Sayı 13


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yasemin Tatlıseven

Eylül / 2020

AYLA FİLM

Sayı 13

ELEŞTİRİSİ

FİLM ADI : AYLA YÖNETMEN : CAN ULKAY SENARİST : YİĞİT GÜRALP YAPIMCI/ YAPIM YILI: MUSTAFA USLU / 2017 TÜRÜ : DRAM / SAVAŞ

H

asılat getiren gişe komedilerinin arasında, Türk sinema tarihinde, 6 milyonu geçen gişesi ile dram türünde en çok izlenen film olmuştur. Oscar’a aday gösterilmesine rağmen başarılı olamasa da Uluslararası birçok film festivalinden ödülle dönmüştür. Bir puanlama yapsam 4 yıldız ve 8 puan verirdim. 1950-1953 yılları arasında, Kuzey ve Güney Kore arasında iç savaş çıkmıştır. Amerika, Rusya ve Çin’in de dahil olmasıyla savaş uluslararası bir hal almıştır. Rusya ve Çin’in desteklediği Kuzey Kore, Güney Kore’ye saldırmış, Birleşmiş Milletler’in çağrısıyla, dönemin hükümeti askerimizi Güney Kore’ye göndererek, ABD ve BM müttefiki olmuştur. Üç yıl süren savaşta 741 şehit, 2068 yaralı, 163 kayıp ve 244 esir verdiğimiz, Wikipedia da yazan rakamlardır. Bana, izlediğim süre boyunca, “Mehmetçiğin Kore’de ne işi vardı?” diye sorgulatan bir film oldu. 1950 yılında İskenderun’da görev yapan, Astsubay Kıdemli Başçavuş Süleyman Dilbirliği ve Koreli Eunja Kim’in gerçek hayat hikâyesi, tam 65 yıl sonra beyaz perdeye aktarılmış. Yapımcılığını Mustafa Uslu’nun üstlendiği filmin bazı sahneleri Güney Kore’de çekilmiş. Dönem filmlerini seven biri olarak, 1950’lerde geçen bu filmin nostaljik yönü bana gore çok kuvvetliydi. O yılların İskenderun’u ve sokakları, bisikletlerle işe gidip gelme, dönemin arabaları ile zamanda geriye doğru bir yolculuk yaptığımı söyleyebilirim. O yıllara özgü, insanlar arası ilişkilerdeki huzur da başarılı bir şekilde seyirciye yansıtılmış. 50

Oyuncu kadrosu geniş bir prodüksiyon olmuş. Çetin Tekindor, Altan Erkekli, Nilgün Kasapbaşoğlu, Meral Çetinkaya gibi tecrübeli oyuncuların yer aldığı filmin süresi 2 saat 5 dakika. Baş rollerinde ise İsmail Hacıoğlu(Süleyman) ve Kim Seol (Ayla) oynuyor. Süleyman Kore’ye gideceğini


Eylül / 2020

Sayı 13

- Geri geleceğim kızım. - Söz mü? - Söz... Babalar evlatları için mücadele eder, onlara verdiği sözler için yaşar!

51

Kültür-Sanat-Edebiyat

yapılmış. Filmin başında giren “Sevdim bir genç kadını” şarkısı, iki gencin arasındaki muhteşem aşka tanıklık etmemizi sağlıyor. Güney Kore’de ki Türk şehitliği ve Ali’nin vurulduğu sahneler yürek burkuyor. Ayla’nın “Baba” deyip Süleyman Astsubaya sarılması ve tüm birliğin küçük kıza sahip çıkması, onun için birşeyler yapması gözlerimizi nemlendiriyor. Filmin son yarım saati, Ayla’ya resmi yollardan ulaşma çabalarıyla geçen bir ömrü anlatıyor. Savaş sahneleri yetersiz kalmış, özellikle Er Ryan’ı Kurtarmak filmini izledikten sonra hiçbir savaş sahnesi bana artık gerçekçi gelmiyor. Puanlama yaparken 10 üzerinden 8 puan vermemin nedeni basite kaçan savaş sahneleriydi. Yaşanmış hikayelerin filmini, kötü de çekseniz, seyirciye geçen duygu yüksek oluyor. Ayla filminin başarılı olmasının en büyük nedeni de bu yaşanmışlık hissi ve etkili hikayesi olmuş. Üç defa seyrettiğim filmi izlemezseniz çok şey kaçırırsınız. Süleyman Astsubay’ın kızı Ayla’ya verdiği sözle satırlarımı sonlandırmak istiyorum; - Geri geleceğim kızım. - Söz mü? - Söz... Babalar evlatları için mücadele eder, onlara verdiği sözler için yaşar!

Ses Dergisi

öğrendiğinde, “Ta oradaki insanlar benim ülkeme ihtiyaç duymuşlar, ülkemde bana ihtiyaç duymuş kaçılır mı bundan?” diyerek, ardında sevdiklerini bırakarak gönüllü bir şekilde yola çıkıyor. Bir ay süren gemi yolculuğunda, Üstteğmen Mesut’un (Murat Yıldırım) odasındaki karınca sahnesi oldukça ilgi çekici. Üstteğmen odasına dadanan karıncaları öldürmek ister, Süleyman ise “Birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” diyerek karıncaları besler. Komutan “Daha karıncayı incetemeyenler, savaşa gidiyor” diyerek bir gerçeği dile getirir. Süleyman (İsmail Hacıoğlu), savaşta kimsesiz kalmış 5 yaşındaki Koreli bir kız çocuğuna sahip çıkıyor. Küçük kıza isim arayışları ve sonunda “Ay ışığında bulduk, ay gibi yüzü var zaten, adı Ayla olsun” diye karar vermeleri, eğlenceli sahnelerden biri. Savaş filmi olmasına rağmen tüm senaryo bu ikili üzerine kurulu. Leyla ile Mecnun dizisinden belleklerimizde yer eden Ali Atay (Ali) , Süleyman’ın en yakın arkadaşı, keskin nişancı ve bir Marilyn Monroe hayranı. Günlerini askeri birlik içinde geçiren Ayla (Kim Seol), yaşadığı şokun etkisiyle uzun sure kimseyle konuşmuyor. Süleyman Astsubay bir çatışmada yaralanınca, baygın yattığı süre boyunca, Ayla başucundan ayrılmıyor. Gönül bağı kurdukları, müthiş bir baba kız hikayesi. Ayla, ilk ne zaman konuşmaya başlayacak? Türk askeri peyderpey Kore’den çekilmeye başlayınca Ayla’ya ne olacak? Valize sığdırdığı küçük kızla Süleyman Astsubay Kore’den ayrılabilecek mi? Geri döndüğünde ardında bıraktığı sevdiğini bulabilecek mi? Merakla izliyoruz. Filmden de anladığımız üzere, Ayla gibi bir sürü çocuk Türk askerleri tarafından koruma altına alınmış. Türkler tarafından desteklenen Ankara Okulu’nda Koreli çekik gözlü çocukların hep bir ağzıdan “Ankara Ankara güzel Ankara” diye şarkı söylemeleri gülümsetiyor. Müzikler, Fahir Atakoğlu tarafından başarılı bir şekilde


Handan Tunç

Eylül / 2020

Sayı 13

Şairlerin Meşalesi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sevda destanlarının gizemli kahramanı, Kalplerin derununda uyuyan güzel. Sokak lambalarının büyülü ilhamı, Her bir duygunun perçemine mühür sallayan … Keder çemberinden; kader limanına götüren yolda, Bir sen varsın bir de gönül deryası.

Ses Dergisi

Seyyahların sır aynasında ki seyrangahı, Hayatın nefes penceresi. Her bir insanın hayat romanında, ayrı cümle, ayrı paragraf, ve dize... Şairlerin meşalesi Bir sen varsın bir de gönül deryası. Düşlerin en uç noktasında sallandın bir bayrak gibi, kimisi için şiir oldun, kimisinin de ulaşılmaz sarayının özel misafiri. Nasıl başardın kendini renk renk anlatmayı… Bazısı ayların en solgunu görür seni, kapından geçmek istemez; kimi de senden alır can suyunu Senin kadar konuşulmadı arkadaşlarından hiçbiri, hepsi mevsimlere ayrıldı. Bir tek sen sivrildin sıfatlardan mevsimlerden... Narin körpe kız ellerinden motif motif işlendin patiskaya... Dar sokaklar da ikindi güneşine vurgun gönüllerin heyecanı, kapı önü muhabbetlerin en çok sevildiği zaman dilimi… Ağaçlar en güzel ziynetlerini sarı kefenle toprağa verirken, “Siyah kaşlı, zeytin gözlü” kız çocuklarına isim oldun, meyve verdin… Yeniden doğdun... Eylül; senenin içindeki gonca gül Bir sen varsın bir de gönül deryası.

52


Sayı 13

NESRİN ÖZDEM

Eylül / 2020

EFSUNLU EYLÜL Doludizgin yaşarken tüm tatlı telaşları bu yorgun gönül, Hayat serüveninin ortasında yerini aldı, kambur virgül, Tüm hücrelerimde hiç alışkın olmadığım bir sürü tebeddül, Sanki koca bir yılı devirmeye çalışan o efsunlu Eylül.

Ses Dergisi

Hayat serüveninin ortasında yerini aldı kambur virgül, Tüm yaşanmışlıkları kapladı birden hem karanlık hem de kül, Hayalimde kaldı sadece bir çift kara göz ve savrulan kakül, Farklı bir dirilişin habercisi mi acaba bu sarı Eylül.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Tüm hücrelerimde hiç alışkın olmadığım bir sürü tebeddül, Gönlümün bahçesindekiler ne aynı gül ve ne de aynı bülbül. Ne olur ümidim, göz alıcı nurunla sen hep ruhuma süzül, Hoş geldin deyivereyim sana, koynunda bahar saklayan Eylül. Sanki koca bir yılı devirmeye çalışan o efsunlu Eylül, Bu devrin ne leylasında ne mecnununda kaldı artık tahammül. Seninle gelsin bütün gönlü yaralılara sürur, üfül üfül, Gurbet akşamlarının son durağı ol, müjde ver bize Eylul!

53


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gezer

Eylül / 2020

G

GURBET

urbet; bir uçurumun ıssızlığını yaşamak yüreğin her zerresinde. Gurbet; el olduğun diyarlarda, sen olmaya çalışmak. Gurbet; iki ucu ıstıraplı mızrak biri senin gönlünde, diğeri vatanın. Gurbet uzaklık, iki damla gözyaşı, gönül yarası, dermansız sızı… Gurbet sen, gurbet biz, gurbet ben. Ben gurbetin bağrına doğmuş bir garip yolcu, emeklemeden koşmaya çalışan bir yabancı, yüreğim koşarken aldığı yaralardan yorgun, şimdilik geçici bir handa dinlenen fukara. Ben hasret taşında öğütülen bir tane, göz yaşlarıyla ıslattığım hamurumu ezerek kıvam vermeye çalışan bir işçi, hamlığımı özlem ateşiyle gidermeye uğraşan bir usta. Ben gelen her bulut vuslatımı görüp gelmiştir diye onlara hayran bir çift göz, işten dönen babalarına koşarak sarılan çocuklardan bir çocuk, ateşlenince anne diye sayıklayan bir hasta ve ben kaç yaşına gelirsem geleyim özlem kokan, gurbet soluyan bir evlat. Ben gurbette büyümüş bir bedbaht, şimdi iliklerime kadar özlem doluyum. Ben her gün hayalleri ufuklarda tüllenen bir göçmen, ben ki bir Anka kuşu misali yandıkça yaşayan, küllendikçe savaşan. Umut rüzgarları kesse de esmeyi tüm karayellere direnen, durup soluklansa da kimi zaman kısa, kimi zaman uzunca ama yürümekten asla pes etmeyen ben yorgun düştüm son zamanlarda. Keşkelerle verdiğim imtihanda savruldum dört bir yana, gurbette eklenince bu imtihana yandım kül oldum bu defa, küllerim uçuştu rüzgarlarda. Sanki benden geriye aciz bir beden kaldı bu defa, her nefes bir yük sanki omuzlarımda. Şimdi benden geriye ne savaşlarım kaldı ne hayallerim ne de umutlarım. Benden geriye bir yabancı şehir, bir de ağır hüzün kaldı gözyaşıyla harmanlanmış. 54

Sayı 13

Benden geriye bir yüreğimin ıstırabı kaldı bir de karayelin acımasızlığında harlanmış yürek yangınlarım. Ben ince bir çizgide hapsoldum iki yanı uçurum. Kalkıp koşsam muhtemel güzel günler çok yakın ama ben korkularından başını kavuğundan çıkaramayan bir ürkek gibi kalakaldım bir süre olduğum yerde. Koşamasam da emeklemeye karar vermem zaman alsa da akıp giden hayatta durmak olmazdı. Belki de bu kararda en önemlisi doğan her güneşin umut olduğunu anlamamdı. Sabah ışıkları Can Yücel’in mısralarını haykırıyordu sanki; Haydi şimdi kalk bakalım Silkin şöyle bir At üzerinden hayatın yorgunluğunu,

Vakit zannettiğinden daha az Haydi kalk bakalım, Şimdi YAŞAMAK ZAMANI...

“Ben her gün hayalleri ufuklarda tüllenen bir göçmen, ben ki bir Anka kuşu misali yandıkça yaşayan, küllendikçe savaşan”


Sayı 13

Ahmet Aziz

Eylül / 2020

sen

Ses Dergisi

Bugün güzel bir telaşın var başın gökyüzü Benim de bir telaşım var boğuyor yeryüzü Önümde çay ve çaydanlık biri boşalıyor Biri doluyor

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bugün güzel bir telaşın var başın gökyüzü İçimde bir sen varsın bir de çay közü Aklına geldiğim doğru mu Şahidin kuşlar mı gecede yıldızlar mı Bügun güzel bir telaşın var başın gökyüzü İndi mi karasular da ayakların Bir yanda sevinç bir yerde hüzün Hatırına gelirse düşer mi o gök yüzün Bugün güzel bir telaşın var başın gökyüzü Bu az hatırayla ne kadar birikmiştir O telaşın hayali ekmeğin kutsallığıyla aynıdır O telaşın hali Neyse ki gece güzelmiş Ve bugün güzel bir telaşın var başın gökyüzü

55


Eylül / 2020

Sayı 13

MEHTAP SEVİNÇ

Kültür-Sanat-Edebiyat

ORHAN PAMUK ‘UN SESSİZ EV ROMANI ÜZERİNE BİR İNCELEME

Ses Dergisi

“Hayata o bir seferlik araba yolculuğuna, bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa , ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun o kitap bittiği zaman , anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin, değil mi Fatma?”

*Haziran 2019, 9.baskı, YKY (Yapı Kredi Yayınları) , İstanbul 1. ROMANIN OLAY ÖRGÜSÜ Romanın olay örgüsü, 1900’lü yılların başında siyasetle uğraştığı ve bunun için de İstanbul’da oturması Talat Paşa tarafından artık istenmeyen Doktor Selahattin (sonradan Darvinoğlu soyadını alacaktır.) ve onun oğlu Doğan’dan olan üç torununun Cennethisar’daki babaanneleri Fatma’yı ziyaretleri ve burada yaşadıkları oluşturur. Torunlarının babaannelerini ziyaretleri her yaz olan rutin bir ziyarettir; fakat bu seferki ziyaret, önceki ziyaretlerden biraz farklı geçecektir. Fatma hanımın torunlarından biri, tarihle alakalı aynı zamanda içkiye de hatırı sayılır bir derecede müptela olan Faruk bey, diğeri devrimci Nilgün, bir diğeri de zenginlik düşünceleri olan Metin’dir. Babaannelerinin yanında, onunla birlikte yaşayan, onun hizmetini görüp 56

ihtiyaçlarını gideren bir de cüce Recep vardır. Recep küçükken aldığı şiddetli darbelerden dolayı boyu kısa kalan, bu nedenle uzayamayan bir cücedir. Torunların bu bir haftalık tatillerinde genellikle aynı rutin şeyler vuku bulmuş, aynı konuşmalar olmuş kısacası herkes kendi dünyasında kendi çevresiyle veya


Eylül / 2020

2. BAKIŞ AÇISI VE ANLATICISI Romanda kahraman bakış açısı ve anlatıcısı kullanılmıştır. Eser, daha öncede belirttiğim gibi başlıklar halinde bölümlemelerle okuyucu karşısına çıkarılmış ve her bölümü okuyucu, ilgili roman kahramanının gözü ve üslubuyla değerlendirebilme imkanı bulabilmiştir.

3. ZAMAN Romanda modu moduna bir tarih algısından söz edemeyiz ancak olayların gelişiminden, devamından ve yaşanılan olgulardan yola çıkılarak aşağı yukarı bir roman zamanı tesbit etmek mümkün olabilir. Söz gelimi doktor Selahattin beyin İstanbul’dan siyaset hasebiyle uzaklaştırılmak istendiği zamanlarda okuyucu Talat Paşa ismiyle karşılaşır. Buna da itibari metindeki şu paragrafı örnek olarak verebiliriz: ‘‘Artık İstanbul’da oturmayacağız Fatma! Neden Selahattin diye sormadım ama anlatıyordu ve eli kolu dengesiz bir çocuk gibi oynuyordu. Artık İstanbul’da oturmayacağız Fatma, bugün beni Talat Paşa çağırdı ve böyle dedi: “Doktor Selahattin, sen İstanbul’da oturmayacaksın ve siyasetle uğraşmayacaksın!..’’ (s.20) Bu ifadelerden romanın bu kısmında geçen vaka zamanının 1908-1918 yılları arasında geçmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir çünkü Talat Paşa’nın siyasette etkin olduğu yıllar bu zaman dilimlerini kapsar. Bu itibarla roman zamanının bir kısmı 1900’lü yılların başıdır diyebiliriz. Bir diğer vaka zamanı ise romanda genel anlamda romanın anlatma zamanı olan sağ-sol olaylarının aktif bir şekilde yaşandığı 1970-1980’li yıllara tekabül eden yıllardır. Örnek olarak romanda Hasan sağ görüşlü olarak okuyucu karşısına çıkar. Buna en büyük örnekte Nilgün’ün aldığı Cumhuriyet Gazetesi’nin onu savunduğu davaya ters düşmesidir çünkü Cumhuriyet Gazetesi sol görüşlü insanların tercih ettiği bir gazetedir. “Bir gazete istiyorum, Cumhuriyet!” dediğinde çok şaşırdım. Aptal aptal baktım: gazetesini alıp rahat rahat kapıdan nasıl çıktığına bakıyordum ki, elimde şişeyle ben koştum. “Demek sen komünist gazetesi okuyorsun!’ dedim. ‘ efendim? ‘ dedi. Nilgün. Yanlızca bir şey anlamak isteyerek baktı ve sonra anladı benim ne 57

Kültür-Sanat-Edebiyat

*çalışmada eserin bu basımından yararlanılmıştır.

Eserde kullanılan kahraman bakış açısı ve anlatıcısına parçadan alınan şu cümleler örnek olarak verilebilir: ‘Sabah olunca, erkenden çıkar yürürüm. Belki gene Hasan’ı görürüm, konuşuruz, belki beni dinler! Güzel konuşabilseydim bari! O zaman dinlerlerdi. Faruk bey derdim o zaman, çok içiyorsunuz, bu gidişle babanız gibi dedeniz gibi, Allah korusun, mide kanamasından öleceksiniz!..” ( s.147) Romanda kahramanlar bu şekilde kendilerine ayrılmış başlıklar altında anlatıcı konumundadırlar.

Ses Dergisi

kendi dünyasıyla ilgilenmiştir. Romanda Faruk beyi eşinden ayrılmış olarak görürüz. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere kendini alkole vermiş, aynı zamanda tarihi vakalara hobisi olan bir karakter olarak okuyucu karşısına çıkar. İtibari dünyanın kurmaca bir karakteri olarak okuyucu karşısına çıkan diğer kişi ise Nilgün dür. Nilgün’ü ise devrimci kimliği ile karşımızda buluruz. Genellikle kendi halinde olan bir kızdır. Çocukluk arkadaşları Hasan vardır. Hasan sağ görüşlü bir gençtir ve Nilgün’e ilgisi vardır. Bir gün Nilgün’ü bakkaldan Cumhuriyet Gazetesi alırken görür. Bu Hasan için çokta iyi olmayan içinde bulunduğu ve savunduğu davaya tamamıyla zıt bir durumdur. Bir gün Nilgün’le tartışır ve bu esnada Nilgün darbe alır, ertesi gün ise torunların, babaannelerinin yanındaki günleri dolduğundan dolayı İstanbul’a hareket edecekleri gündür ama başından darbe almış olan Nilgün beyin kanamasından hayatını kaybeder. Romanın bir diğer kahramanı ise Metin’dir. Metin’in yaşıtlarından oluşan bir arkadaş çevresi vardır ve eserde genellikle onu bu çevrenin içinde, arkadaş grubunun peşinde, değişik çılgınlıkların içinde buluruz. Bu eser için aslında bilinen hemcinslerinden ziyade belli bir vaka örgüsü ve onun etrafında o vakaya bağlı tali olay örgüsünden söz edemeyiz. Daha çok başlıklar halinde ve her başlık ilgili kişiler hakkında bir örgü oluşturmuş vaziyettedir. Yani esas itibariyle eserde birden fazla olay var. Roman başlıklar halinde sunulmuş okuyucuya ve bu ilgili başlıklarda okuyucu aynı zamanda, romanda dekoratif kişi ya da kişiler diyebileceğimiz, eseri doğrudan etkilemese de dolaylı olarak hakkında bilgi sahibi olmakta fayda görülen, bazı dekoratif kişilerle de karşılaşabiliyor. Bu durum da aslında bir nevi, okuyucunun da ara ara roman kişileri arasında neden sonuç ilişkisi kurup muhakeme yapabilmek dürtüsünü kamçılıyor.

Sayı 13


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Eylül / 2020

dediğimi ve irkildi ve bir şey söylemeden çekip gitti.’’ ( s.113 ) İtibari metinde geçen bu cümleler örnek olarak verilebilir. Romanda vaka zamanı olarak tam kestiremediğimiz zaman dilimleriyle de ara ara karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. Yazarın kahramanlarına geriye dönük anımsatmalar yaptırdığı zaman dilimleri okuyucu tarafından tam kestirilemeyebilir. Söz gelimi Fatma hanımın evlenmeden önceki hatıralarını, geçmişe dair yaşadıklarını özlemle hatırladığı şu cümleler duruma örnek verilebilir mahiyettedir. “İstanbul’da bahar olmuş ve ben on dört yaşında genç kızım ve biz yarın öğleden sonra gezmeye gidiyoruz. “Nereye gidiyorsunuz bakalım?” “Şükrü Paşalara gidiyoruz, baba. Kızları Türkan, Şükran ve Nigan var ya onlarla ben çok eğleniyorum, hep gülüyoruz, piyano çalıyorlar, taklit yapıyorlar, şiir ve bazen benim için çeviri roman bile okuyorlar, ben onları çok seviyorum.’’ Burada roman zamanı 1900’lü yıllardan ziyade 1800’lü yılların sonu da olabilir çünkü Fatma hanım o zamanlar on dört yaşında olduğunu söylüyor. Dolayısıyla tam tarih vermek biraz güçleşmektedir. 4. MEKAN Romanda açık mekanlar ve kapalı mekanlar kullanılmıştır. Açık mekan olarak İstanbul, Fatma hanımın evinin bulunduğu Cennethisar örnek verilebilir. Roman kahramanlarından Nilgün’ün düzenli olarak uğradığı plajda açık mekana örnek verilebilir. Parçada açık mekanların yanında olayların vuku bulduğu kapalı mekanlarda geçmektedir. Babaanne Fatma hanımın yaşadığı konak kapalı mekandır, Hasan’ın ailesiyle birlikte yaşadığı ev kapalı mekandır, Metin’in arkadaşlarıyla eğlenmek için katıldığı partiler de keza kapalı mekanlarda vuku bulur. 5. ŞAHIS KADROSU Eser, şahıs kadrosu itibariyle genel olarak yardımcı tip ve karakterleri de hesaba katacak olursak kalabalık bir organizasyon içerir. Parçada olay örgüsünün doğrudan bağlı olduğu ana şahısların 58

Sayı 13

yanında içinde bulunulan olaylarda yardımcı kişi veya kişiler rolünde sayılabilecek şahıslar da elbette mevcuttur. Romanın ana şahısları şunlardır: Fatma Hanım: Romanda ekseriyetle babaanne rolünde okuyucu karşında durur. Doktor Selahattin ile evlenmiştir. Bu evlilikten Doğan adında bir oğlu olmuştur. Fazla soru sormayan çok konuşmayan bir yapısı vardır. Eserde yer yer geriye dönüşlerle çocukluğuna dair anıları özlemle hatırladığını görürüz. Kocası Selahattin’in aksine dini yönden biraz daha müsbet bir yapıya sahiptir. Doktor Selahattin: Önceleri İstanbul’da yaşarken Talat Paşa tarafından siyasete bulaştığı gerekçesiyle uzaklaştırılan bir doktordur. Romanda daha çok gelenekselliğe ve muhafazakarlığa baş kaldıran yapısı ile karşımıza çıkar. Tamamıyla batı geleneği ve kültürü çerçevesinde düşünceleri vardır. Bu nedenle doğunun herşeyine tepkili ve mesafelidir. Asla muhafazakar değildir. Dini değer ve kaideleri reddeder benimsemez. Karısı Fatma’ya bu noktada da sık sık karşı çıkar, onun muhafazakar oluşuna asla tahammül edemez. Yazıp bitirmeyi planladığı bir ansiklopedisi vardır ama bu eser bir türlü bitmek bilmez amacı doğu insanına kılavuz olmaktır bu eserle. Faruk: Selahattin ile Fatma’nın torunudur. Tarihi olaylarla ve vakalarla ilgilenmeyi sever. İçkiye düşkün bir kişidir. Nilgün: Faruk ve Metin’in kız kardeşleridir. Romanda aldığı Cumhuriyet Gazetesi’nden onun devrimci bir kişiliği olduğunu anlarız. Metin: Fatma hanımın torunlarından biri de Metin’dir. Romanda onu genellikle arkadaşlarıyla vakit geçirdiği çılgınca partilerin içinde görürüz. Öte yandan onu zengin olma düşünceleri içinde gördüğümüz de olur. Recep: Fatma hanımın hizmetlerini yapan evin cüce uşağıdır. Fatma hanım kendisini çok sevmez. Hasan: Romanda sağcı kesimi temsil eder. Kendince düşünceleri vardır ve kendince davasına da sadık olduğunu düşünür. Çocukluktan arkadaş oldukları Nilgün’e ilgisi vardır ama Nilgün’den umduğu ilgiyi göremez. Bir gün Nilgün’ü bakkaldan Cumhuriyet Gazetesi alırken görür ve bu durum hiçte hoşuna gitmez çünkü bu durum davasına ve inandığı değerlere zıt bir durumdur ona göre. Eser sonunda Nilgün’ü darp ettiği için onun ölümüne sebep olur. Bunlar dışında romanda tali kahramanlar olan romanın


Eylül / 2020

Sayı 13

akışını değiştirmeyen Fatma hanımın torunlarının annesi Gül ve babaları Doğan’da vardır. Onun dışında eserde dekoratif unsurları tamamlayıcı karakterler olan şahıslar da bulunur. Bu kişiler ve yaptıkları işler roman zamanı, mekanı ve eserin işleyişi hakkında okuru yaptıklarıyla aydınlatan, fikir veren kişilerdir. Söz gelimi Hasan ve arkadaşları dönemin sağ-sol çatışması ve işleyişi hakkında okurun bilgi sahibi olabilmelerine yardımcı olan tiplerdir. 6. DİL VE ÜSLUP Eser, dil ve uslup açısından açık ve anlaşılır bir yapıdadır.

Ses Dergisi

Roman incelemesinin sonunda ana düşünce olarak şunu söyleyebiliriz. Yazar aslında kitabın ana fikrini en son paragrafta vermiştir. “Hayata o bir seferlik araba yolculuğuna, bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin, değil mi Fatma?”

Kültür-Sanat-Edebiyat 59


Eylül / 2020

ÖZGÜRLÜK HER ZAMAN VE YALNIZCA, FARKLI DÜŞÜNENE TANINANDIR."

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

ROSA LUXEMBURG

60

Sayı 13


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.