Ses Dergisi Ocak

Page 1

Ses Dergisi Kültür-sanat-edebİyat

NURLANA MEEMMEDOVA

GOETHE'NİN"GENÇ WERTERİN ACILARI" İLE ANLATTIKLARI

ŞAPKALI DURAK

"Kitaplarımı nerede yayımlayabilirim?"

DİJİTAL YAYINCILIK ŞERİF AYDIN

Macera degil bizimkisi, ses olmaya geldik...

GUSMENA S.N.

61 ıyas 1202 -kacO


OCAK / 2021

Sayı 16

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER

Dosya

OCAK / 2021, SAYI 16

I EDİTÖR NOTU 16 Sayıda, "Neden böyle bir dosya çalışması?" Yazarlık Atölyesi" "Yeni katılan genç kalemler"

II DİJİTAL YAYINCILIK Ses Dergisi

Genç kalemlerin aşamadıkları engellerden biri haline gelen kitap yayınlama sorunu ve teknoloji çağında digital yayıncılık üzerine bir araştırma dosya çalışmasıdır.

Kültür-Sanat-Edebiyat

III

DENEMELER

Yeni yazarların kaleminden okuyacağınız kelimeler onların kalbine dokunmanıza yardım edecektir.

VI MEKTUPLAR

Betül Aydan, bu sayıda Muhteşem'e nasıl seslenmiş? Duygular ve özlemler nasıl? Mektuplar serisinin devamı.

VII ÖYKÜLER

V

Kitap Yorumu

KİTAP TANITIMI

GUSMENA S.N.

ESRA DOLUNAY

Bir romanın bugünle bağlantıları üzerine kafa yoran bir yorum.

Her sayıda bir kitap analizi veya tanıtı yapmayı sürdürüyoruz. İlgi ve dikkatle yazılmış bir kitap tanıtımı

16

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca 2

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

IV

Kurgusal öykülerin arttığı sayılara doğru gidiyoruz. Bu sayıda da birbirinden ilginç ve doyumsuz öyküler okuyacaksınız. Bazen kendinizi bir nineyle konuşurken bulacaksınız, bazen berber salonunda yaşanan tartışmada...


OCAK / 2021

Sayı 16

SES DERGİSİ EDİTÖR’den

Kültür - Sanat - Edebiyat

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi:

Bu sayımızda dosya çalışmamız genç kalemlerin çok önemli bir yarası ve aylardan beri de onunla ilgili çok mesaj ve email aldığım konunlardan biriyle alakalı: Kitap yayımlama. Kitap basmanın zorluğunu biliyoruz ama zor olan bu konunun kolay tarafını da biliyorum. İşte o kolay taraf veya kolaylaştıran imkan diyeceğim Batı dilinde Self-Publising diye adlanıdırılan Türkçe’ye de Öz Yayın diye aktarılan e-kitap uygulaması. Kısacası dijital yayın. Çok geniş bir araştırmanın ürünü olan bu dosya çalışmasının genç kalemlere bir yol olmasını diliyorum. Yazarlık Atölyesi çalışması tam hız devam ediyor. İki üç haftadır devam eden ısrarlara dayanamıyıp yeni bir sınıf daha açmış olduk. Bu yeni sınıfı da kısa sürede dolduran siz güzel dostlara ilgilerinden dolayı şükranlarımı sunuyorum. Yazmak okumak ve yazılanları paylaşmak benim için aşk seviyesinde bir hobi olduğu için zamanımın çoğunu alsa da seve seve yaptığım bir faaliyet. İşte bu faaliyeti iki sınıfa çıkarmakla kalmadık, iki haftada bir olan programı haftalığa döndürmüş olduk. Değerli kalemleri tanımak onların eserleri üzerinde konuşmak cidden çok güzel bir duygu. Bir diğer yeniliğimiz, derginin yayımlanacağı gün ve saatte o sayıda yazı ve şiirleri yayınlanan tüm arkadaşları zoom toplantısında buluşturup dergiyi yayımlama duyurusunu aynı anda birlikte yapıyor olacağız. O neşeyi birlikte yaşamak güzel olsa gerek. Yayın sonrası dergi üzerinde kısa bir değerlendirme ile bitirmiş olacağız yayını. Ve son bir konum. Dergimizde ilk defa Türkiye Türkçe’sinin dışında bir dille yazılmış bir öyküyü paylaşıyoruz. Okumakta belki zorlanabilirsiniz ama öykünün dilindeki tatlılık eminim beni çektiği gibi sizi de öykünün içine çekecektir. İyi okumalar...

Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Esra Dolunay

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ocak sayımız hem yeni yeni kalemlerle hem de özgün yazı çeşitleriyle yine dopdolu. Kalbe dokunan satırları kaleme alan tüm kalem dostların yürekten teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.

Şerif Aydın

Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay

Ses Dergisi

2021

’in ilk sayısı ile merhabalar güzel dostlar. Yılınızın hep güzel, hep mutlu geçmesi dileğiyle.

Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3


Sayı 16

OCAK / 2021

DOSYA

Genç Yazarların Önündeki Yayınevi Engeli

ve

e-kitap dijital Ses Dergisi

YAYINCILIK

Kültür-Sanat-Edebiyat

(SELF-PUBLISHING)

D O SYA

ŞERİF AYDIN

4

Draft2Digital’e tek bir yükleme ile kitabınız Amazon, B&N Press, Apple Books, Kobo ve hatta daha küçük perakendecilerde satışa sunulacak. Ardından, Draft2Digital’in arayüzüyle tüm bu perakendecilerdeki satışlarınızı takip edebilir ve ayda bir telif hakkı çeki alabilirsiniz.

K

itap yazmak kadar kitap yayınlamak da zordur. “Kitabımı yazdım ama yayınlayacak bir yayınevi bulamadım.” “Yayınevlerine gittim ama kabul etmediler.” “Aylardır kitabım bekliyor, ama yayınlamak için nasıl yol takip etmem gerekiyor bilmiyorum” gibi bir sürü email, mesaj aldım. Hayallerimiz, ideallerimiz var ama hayallerimizi bazen kabusa çeviren veya hayal kırıklığı yaşatan bir de engeller var. Kitap yazmak yazar ve şairler için hem tutku hem idealdir. Ama bu tutku ve idealin önündeki bariyer aylarca bazen yıllarca emek verdiği kitabını yayınlayacak yayınevlerini bulma sorunu olduğunu her kalem erbabı bilir. Yayınevlerinden kimileri eserinize hiç bakmazken kimi de eserinizi yayınlasa da reklamını tam yapmaz ve dar bir okuyucu kitlesiyle buluşturur. Sorun sadece yayınlayıp yayınlamamak da değil, tabi ki bunun yazara bir de gelir olurak dönüp dönmeyeceği sorunu da var. Yayınevlerinden alacağı olup aylardır telif ödemesi bekleyen yazar ve şairler de az değil. Durum böyle olunca kitap yayınlamak aşılmaz bir dağ gibi karşımıza çıkar ama çok da öyle değil aslında,


OCAK / 2021

Sayı 16 Simon & Schuster CEO’su Carolyn Reidy, e-kitap satışlarının 2020’nin ilk çeyreğinde % 13 arttığını ve ve toplamda satışların geçen yıl aynı zamana göre % 50’ye kadar arttığını duyurmuştu. Bu arada, dünya genelinde baskı satışları yani kağıt baskının Mart sonunda yavaşlamaya başladığını ve Nisan ayında büyük bir darbe aldığını da bilmekte fayda var sanırım. Tabi ki bu olayda pandeminin büyük etkisi var ama insanların dijital dünyayı keşfettikten sonra pandemi sonrası onu geri bırakması nekadar olasıdır bilemiyorum. Benim gözlemlerime göre bu dünyanın sosyal medya ile daha uyumlu, anında paylaşım ve anında erişim imkanı olması onu vazgeçilmez kılacaktır.

aktardığı bilgilere göre üçüncü çeyrekte, dijital satışlar, 2019 Bu kadar veri yeter sanırım. mali yılının üçüncü çeyreğindeki % 21’lik artışla yaklaşık Ne dersiniz, kendi kitabımızı kendimiz yayımlayalım mı? 91 milyon ABD doları ile Harper Collins’in satışlarının % Eğer cevabınız “evet” ise o zaman yeni aşamaya geçelim. 23’üne tekabül ediyor.

5

Ses Dergisi

Libby’nin desteklediği şirket olan Overdrive’ın 2020 Mart ayı verileri gayet ilginç. Overdrive e-kitaplar, sesli kitaplar, dergiler ve canlı yayın videoları alanında hizmet veren bir Amerikan dijital dağıtıcısıdır. Mart ayı ile ilgili verileri şöyle: “Geçen hafta dünya çapındaki halk kütüphanelerinden 10,1 milyon dijital kitap ödünç alındı ve geçen yıl aynı haftaya göre yaklaşık % 30 artış gösterdi. Overdrive, 1 ve Araştırma verilerine göre şu anda dijital yayınlar kağıt 22 Mart tarihleri arasında Anında Dijital Kart hizmeti yayınlarıyla nerdeyse at başı. Hızlı teknoloji ve internet aracılığıyla oluşturulan 25.000 dijital kitaplık kartını aktif dünyası okuyucuyu e-kitaba yönlendirdi. Türkiye ve Türkçe etti.” Büyük bir artış. yayınlarla ilgili e-kitap ve geleneksel yayınlarla ilgili güncel statistikler olmadığı için Avrupa ve Amerika merkezli The National Endowment for the Arts Verileri: platform ve yayınevlerinden birkaç örnekle konuyu açayım. National Endowment for the Arts şirketi yeni raporda Daha fazla e-kitap satmak için, yazılım ve donanım şirketleri e-kitap okuyan ve sesli kitap dinleyen yetişkinlerin bir yeni ürünleri duyurmaya başlarken mevcut modellerde yılda en çok kitap tüketen okuyucu kitlesi olduğunu ciddi oranda indirim yapmaya başladı. Amazon, dünya ortaya çıkardı: Kağıt okuma yerini e-kitap okumaya ve çapında Kindle Basic ve Kindle Paperwhite’da düşük sesli kitap dinlemeye bıraktığını iddaa ediyor. Yaptıkları ankette, yetişkinlerin % 44,5’i dijital formattaki kitapları fiyatlar uyguluyor. okuduklarını veya dinlediklerini ve yetişkinlerin sadece % Kobo, Kobo Forma ve Clara HD için indirimleri devreye 25,1’i basılı kitapları okuduğunu belirtti. İstatistiğin geri sokmaya başladı. Şirket ayrıca yakın zamanda Kobo Nia kalan kısmı ise hem dijital hem kağıt baskı okuduğunu adında yeni bir e-okuyucuyu da takipçileriyle buluşturdu. ifade ettiğini bildirdi. Barnes and Noble, Nooks’ta çok güzel imkanlar teklifler sunuyor. Onyx, Poke 2 ve Nova 2’yi piyasaya sürdü ve Issuu Verileri: Pocketbook, Haziran sonunda renkli bir e-okuyucuyu okuyucuların hizmetine soktu. Sadece bununla bitmiyor, Issuu yine dijital yayıncılıkta çok önemli bir yere sahip Dünyanın en büyük yayınevi şirketlerinden ve İngiliz olan bir platform. Günlük 24-30 bin döküman yüklenen dilinde eserler yayınlayan en büyük beş şirketten biri olan bu platform kendi sitelerinde şu bilgiye yer vermis. Eylül Harper Collins, yılın ilk üç ayında dijital satışlarının % 3 2020, Issuu üzerinden dijital yayın birimi satışları % 841 arttığını bildirdi. Finans direktörü Susan Panuccio, online arttı. Ayrıca yayınları başarıyla satan 700’den fazla yeni satışların da Mart ayından bu yana arttığını ifade etti. içerik oluşturucu ekledik. Ayrıca Issuu’da satış yapan tüm Good Reader’in yayın yönetmeni Michael Kozlowski’nin yayıncıların toplam geliri % 363’ün üzerinde artış gösterdi. gözümüzü o kadar da korkutmaya gerek yok. Yayıncılığı Geleneksel yayıncılık ile Dijital yayıncılık diye ikiye ayırmak lazım. Yukarda bahsettiğim sorunlar ve sorular Geleneksel Yayıncılık içindi, yani kağıt baskı. Eğer kitabınıza illa kağıt baskı istemiyorsanız o zaman size ikinci bir yol: Digital yayıncılık.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir başka ilginç veri paylaşayım.


Sayı 16

OCAK / 2021 Bu aşamanın, yani Diital Yayıncılığın da kendine göre zorlukları var ama işinizi biraz kolaylaştıralım.

Ses Dergisi

Kitabınızı kendi başınıza yayımlamaya karar vermek hem heyecan verici hem de sinir bozucu. Kitabınız düzenledikten ve bir pazarlama planınız hazır olduktan sonra, çalışmanızı nasıl yayınlayacağınızı ve dağıtacağınızı yine kendiniz bulmanız gerekir. Bir ön bilgi vermiş olayım: Mevcut seçeneklerin sayısı o kadar fazla ki, kendi başınıza araştırma yapmak sizin için biraz bunaltıcı olabilir. En önemli adım, bu türden yayınlar yapan şirketlerin içinde size en uygun olanı seçmek. Bu alanda hizmet kuruluşların tanıtıcı bilgilerini bulmak kolay. Bunların bazıları saygın, güvenilir organizasyonlar iken bazıları maalesef öyle değil. Size sektördeki en iyi 5 Self Publising (Öz yayın) şirketleri için rehberlik edelim ve hangisini seçeceğiniz konusunda size ipuçları verelim, belki bu sayede tünelin sonunda dünya tarafından okunmaya hazır güzel bir kitapla ortaya çıkmış olursunuz. Neden olmasın? Keşfedilmemiş nice hazineler var.

Kültür-Sanat-Edebiyat

En iyi Self Publishing yayın yapan şirket söz konusu olduğunda seçenekleriniz nelerdir? Self-Publishing imkanı sunan şirketler yayıncı değildir. Kitabınızı bilgisayarınızdaki bir klasörden çıkarıp insanların okuması için dünyaya dağıtmanızı sağlayan hizmetlerdir. Karmaşık gibi görünse aslında öyle değil. Şeyle ki: Bu hizmeti sizin için gerçekleştirebilecek birkaç şirket türü var. Bunların tamamını üç gruba ayırmak mümkün: Birincisi Amazon ve B&N Press gibi kitap perakendecileri olup, kitabınızın keşfedilip satılmasını sağlayan online kitapçılardır. Bunlar kitabınızı ayrı ayrı yüklemeniz için genellikle size markalı bir e-Kitap yayınlama platformu sağlarlar. İkincsi, Draft2Digital ve Smashwords gibi toptancılardır. Bunlar ise bir grup kitap perakendecisine aynı anda dağıtım yapmanıza izin veren platformlardır. Bunlar, büyük olasılıkla size zaman ve enerji tasarrufu sağlayacak ortamlar, ancak hizmetleri için ekstra bir ücret ödemeniz gerekecek şirketlerdir. Üçüncüsü ise İsteğe Bağlı Baskı Dağıtıcıları. Dağıtım seçeneklerinin yanı sıra isteğe bağlı kağıt baskı hizmetleri de içeren, tam kapsamlı Self-Publishing hizmeti sunan şirketlerdir. Doğal olarak, basılı bir kitap piyasaya sürmeyi planlıyorsanız bunlar sizin için yararlı olabilir! Bahsettiğimiz gibi, tüm bu süreç boyunca gerçekten kendi

6

yayıncınızsınız. Bu da, kitaplarınız üzerindeki tüm kontrolü elinizde tutmanız ve verilecek tüm kararları kendiniz vermeniz anlamına gelir. Genel olarak, kârın çoğunu siz alırsınız. (Çoğu kitap perakendecisi ve toptanıcısı, kitabınızın bir kopyası satılıncaya kadar sizden ücret almaz ama satıldıktan sonra telif ücretlerinden bir pay alırlar.) Şirketlerle ilgili bilgi vermeye geçmeden önce son bir şey: Bu platformlarda illegal kendi kendine yayın yapan şirketler olduğunu unutmayın! Kaçınmanız gereken tüm dolandırıcılık ve yayıncılık şirketlerine ilişkin derinlemesinie bilgi vermemiz zor. Ama aralarından seçim yapabileceğiniz en iyi Self Publishing yayın yapan beş şirketiyle ilgili bilgi verebiliriz.

2020’nin en iyi Self Publishing yapan şirketleri hangileri? Önce en önde gelen dört kitap perakendecisiyle başlayalım. Kitap perakendecileri, kitabınızı halka satacağınız mağazalardır. Self-Publishing yani “kendi eserinizi kendiniz yayınlama” hedefleriniz söz konusu olduğunda oldukça önemli olduklarını hatırdan çıkarmayın! Daha önce bahsettiğimiz gibi, her perakendeci, yazarların kitaplarını yüklemeleri için bir e-Kitap yayınlama platformu sunarlar. Farklı oldukları yönleri ise, telif ücretlerinizden ve programlarından ötürü sizden yaptıkları kesintidir.

1. Amazon KDP

Fiyatlandırma: Yüklemesi ücretsiz Telif hakları: e-Kitap fiyatı 2,99 ila 9,99 ABD doları arasındaysa % 70 VEYA 2,99 ABD dolarının altında fiyatlandırılmışsa % 35’tir. Baskı mı, e-Kitap mı? Her iki hizmet de veriliyor. Online kitapçıların devi Amazon, çoğu yazarın kitaplarını satmayı düşündüğü ilk perakendecidir. Ve bunun da iyi


OCAK / 2021

Barnes & Noble Press

Kindle Direct Publishing (KDP), Amazon’un Self-Publishing platformudur (geleneksel bir yayıncı gibi çalışan “Amazon Publishing” ile karıştırılmamalıdır). KDP, son zamanlarda CreateSpace ile birleşmesinden sonra daha da büyüdü. Her yazar KDP’yi kullanarak bir kitabı kendi kendine yayınlayabilir.

Barnes and Noble Press Self Publishing yayın yapan şirket.

Bir daha diyoruz, Amazon KDP’nin Amazon KDP Select ile aynı olmadığını unutmayın. KDP Select, Amazon’un kendi programıdır; yani, kaydolmayı seçerseniz kitabınızı yalnızca Amazon’da satabilirsiniz. Bu platformun promosyonları ve ayarlardaki esnekliklerinden istifade edebilirsiniz.

“Baskı mı, e-Kitap mı?” diye sorarsanız. Cevap: Her ikisi de.

2. Apple Books

Telif hakları: 2,99 ABD doları ile 9,99 ABD doları arasında değişen kitaplarda % 65 VEYA 2,99 ABD dolarının altındaki kitaplar için % 40’tır. Tahmin edebileceğiniz gibi, Barnes & Noble Press (eski adıyla NOOK Press), Barnes and Noble’ın Self Publishing yapan platformudur. Barnes & Noble Press, Amazon’a karşı pazar payı için oldukça başarısız bir performans sergiledi. Ancak, arayüzler söz konusu olduğunda, kitabınızı B&N Press’te yayınlamak kolaydır denebilir. Ayrıca diğer büyük perakendecilerde olduğu gibi kitabınızı yüklemek burda da ücretsizdir. Dahası, Barnes & Noble hâlâ kendi kitaplarını yayınlamak isteyen yazarlar için yenilikler yapmak ve yeni özellikler eklemek üzerinde çalıştığını da hatırlatmakta fayda var.

4. Rakuten Kobo

Apple Books Self Publishing (Öz yayın) yapan şirket

Kobo Self Publishing yayın yapan bir diğer şirket.

Fiyatlandırma: Yüklemesi ücretsiz

Fiyatlandırma: Yüklemesi ücretsiz.

Telif hakları: Çoğu kitapta % 70

Telif hakları: ABD’de 2,99 ABD dolarından fazla fiyatlı kitaplarda % 70 VEYA 2,99 ABD dolarından düşük fiyatlı kitaplar için % 45’tir.

Baskı mı, e-Kitap mı? Her ikisi de. Herkesin bilmesi gereken bir diğer büyük isim, Apple, kendi yayıncılık kolunu 2010 yılında kurdu. Apple Books’ta bir kitaptan para kazanmanın yollarını bulmak zor olsa da, aslında bir kitap yayınlamak çok daha kolaydır. Apple Books, yazarların kendi kitaplarını oluşturmaları için iBooks Author adlı bir platform sağlar. Kullanımı nispeten kolaydır ve yüklemek ücretsizdir!

3 .

“Baskı mı, e-Kitap mı?” soruna için cevap: e-Kitap. Rakuten Kobo, bilmeniz gereken son büyük perakendeci. Kanadalı bir şirkettir, (Japon e-ticaret devi Rakuten’in bir yan kuruluşudur) - bu nedenle, uluslararası e-Kitap pazarında güçlü bir erişime sahiptir. Bununla birlikte, her yıl büyüyen, ABD’de pazar payı açısından 5. sırada olan bir platform. Kobo Writing Life, Kobo’nun ücretsiz kullanımlı Self Publishing koludur - ve kullanımı oldukça basittir! E-Kitabınızı ABD dışındaki ülkelerde satmayı

7

Kültür-Sanat-Edebiyat

KU(Kindle Unlimited) ise üyelerin istedikleri kadar okumalarına olanak tanıyan Amazon’un okuyuculara yönelik abonelik hizmetidir. Bu çok popüler ve Amazon müşterilerinin büyük bir kısmı bugünlerde sadece KU’dan kitaplar okuyor.

Fiyatlandırma: Ücretsiz

Ses Dergisi

bir nedeni var: Çünkü dünyanın en büyük dijital e-Kitap satıcısıdır. 2020’te ABD’de satın alınan tüm e-Kitapların yaklaşık % 74’ü Amazon.com’dan satın alındı.

Sayı 16


OCAK / 2021 hedefliyorsanız, Kobo’nun uluslararası bilenen ve hizmet veren platform olması eserinize ilgiyi çekecek da tatlı bir bonus olacaktır. Kobo’da bazı özel promosyon fırsatlarına erişim imkanı buluyorsunuz.

Ses Dergisi

Yukarda toptancılardan bahsetmişken bir ara not ekleyeyim. Eğer kitabınızı tüm bu farklı kitap satıcılarına kendi başınıza tek tek yüklemek istemiyorsanız, işte o zaman toptancı platformlar yardımınıza koşar. Toptancılar tüm bu pazarları bir araya getirme yeteneğine sahiptir: Yani kitabınızı her perakendeciye göndermek ve hepsini tek bir satış raporunda toplama imkanı elde debiliyorsunuz. Örneğin, Draft2Digital’e tek bir yükleme ile kitabınız Amazon, B&N Press, Apple Books, Kobo ve hatta daha küçük perakendecilerde satışa sunulacak. Ardından, Draft2Digital’in arayüzüyle tüm bu perakendecilerdeki satışlarınızı takip edebilir ve ayda bir telif hakkı çeki alabilirsiniz. Bu hizmet karşılığında, tercih ettiğiniz online bir toptancı telif ücretlerinizden ek bir kesinti yapacaktır. Bu yöntem ise zamandan tasarruf etmek isteyen ve ekstra kesintiye uğramaktan kaçınmayanlar için iyi bir yoldur.

Kültür-Sanat-Edebiyat

5. Draft2Digital

Draft2Digital Self Publishing yayın yapan bir şirket. Fiyatlandırma: Satılan kopya başına kitabın perakende fiyatının % 10’u. Dağıtım yaptığı yerler: Amazon, Apple Books, Barnes & Noble, Google Play Books, Kobo, Playster, Tolino, OverDrive, Scribd, Bibliotheca Baskı mı, e-Kitap mı? e-Kitap. Bir toptancı kullanmaya karar verirseniz, önerebileciğimiz Draft2Digital’dir. Neden mi? Mükemmel müşteri desteği, kullanımı kolay bir kontrol paneli ve şık bir web sitesi tasarımı gibi birçok faktör. D2D’nin anlaşmaya dahil ettiği ekstra avantajlardan bahsetmeye bile gerek yok: Sizin için kitabınızın biçimlendirmesini yapıyorlar. D2D’de ayrıca: Yazarlara “Evrensel Kitap Bağlantıları” diye çevrilebilecek

8

Sayı 16 (UBL) veriyor. Adından da anlaşılacağı gibi, bu UBL’ler, yazarların kitaplarının her birine doğrudan müşterinin tercih ettiği kitap satıcısına giden bir bağlantı oluşturmasına izin vererek kitapları kolayca keşfedilebilir hale getiriyor. Uygulaması sayesinde farklı online platformlarda yeni yayınlanan diğer e-Kitabınızı otomatik olarak “Bu yazara ait” bölümüne ekler. Sevgili dostlar, bu alan üzerinde yazılması gereken daha çok yazı var ama bu kadarla yetineyim. Günlerdir süren araştırmaları bir araya getirmek zorlu bir süreç olsa da aynı zamanda zevkli bir çalışmaydı. Umarım bu çalışma genç yazarların kitap yayınlamada önündeki en büyük bariyerlerinden biri olan yayınevleri sorununu çözmede ufak dahi olsa bir fikir verir, bir katkı sağlar.


OCAK / 2021

Sayı 16

Kültür-Sanat-Edebiyat

SONSUZ BAŞLANGIÇLAR AKADEMİSİ Orçun GÜL

Sonsuz başlangıçlar akademisindeyim ben… En güzel kısır döngüme sen adını koydum. Ne zaman bir paradoksa sürüklensem

Ses Dergisi

Ben tükeniyorum, sen kalıyorsun… Sonsuz başlangıçlar akademisindeyim ben… Artık kendi mevsimlerimi oluşturuyorum. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı değilim. Ah! Bir de yüreğimi bilsen Orası hep sonsuz mevsim. Eski çocuk oyunlarını oynuyoruz ruhumla Bazen o saklanıyor, ben aramıyorum. Bazen ben kör oluyorum, o ebe. Birimiz mızıkçılık yaparsak. Bazen al satıyoruz, bazen bal. Sonsuz başlangıçlar akademisindeyim ben… İnsan kaybetmeden de yeniden başlar bazen. Mesela seni sevmeye her gün yeniden başlıyorum. Yarın bugünden daha çok seveceğim. Bil istersen…

9


Sayı 16

OCAK / 2021

TOY HİKAYECİNİN KAHRAMANI -2Esra Dolunay

Ses Dergisi

Yerdeki parçalanıp dağılmış kar küresini bir çift el üzüntü ve pişmanlıkla aldı. Toplayıp çöpe attı. Bir kaç adım sonra ayağına bir şey takıldı. Kar küresinin kahramanı.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yerden alıp koltuğun kenarına bıraktı. Koltuğunu pencereye çevirip oturdu. Zihnini de gökyüzüne. Bir kar tanesi uçuşan diğerlerinin arasından sıyrılıp cama yapıştı.

B

urası bir kar küresi belki bizler de figürleriz. ” -Kahramanın dünyası-

Zaten hikayemi anlatmışmış! Hani nerde anlattı ki? Onu orda bırakmam iyi oldu. Tasvirleriyle uğraşıp dursun. Esas hikayeyi yaşayan benim, ukala diyen kendisi. Ona söylemediğim sürece burada sadece ben ve benim hikayem var. Anlatılmayan şey hikaye oluyor muydu? Ona ihtiyacım yok zaten. Ben de anlatabilirim. Ne lazımdı? Kalem, kağıt... Burası iyice soğumaya mı başladı? ! -Yazarın dünyasıFazla üzerine gittim sanırım. Nereye gitti acaba? Böyle olmayacak. Onu bulmanın tek yolu var. Tüm zamanı, mekanı ve kahramanları hatta onların ne yapacağını ne

10

düşündüğünü ve düşünebileceğini bilen bir bakış açısı ile yazmak. İlahi bakış açısı... O zaman onun nerede olabileceğini de bileceğim. Ama bunun da bir bedeli olacak. Bu bedeli ise sadece o zaman öğrenebilirim. İyi ya da kötü , dönüşü olan ya da olmayan bir bedel bu. Bu, Ben’in son cümlesi o zaman. ... Bembeyaz karlarla örtülü, etrafı bir uçtan diğer uca


OCAK / 2021

Buz tutmuş kayanın arkasında bir kıpırtı belirdi. Titreyen kırmızı bir kapüşonun ardından ara ara sıcak bir buhar çıkıyordu. Sık sık ellerini ovuşturan bu kişi “ukala kahraman”dı. Kahraman, bir anda arkasını döndü. Soğuktan iyice solan yüzü duruluğundan bir şey kaybetmemişti. Kahraman, kayanın yanında bir tutam kuru dal ve bir kibrit görünce etrafına bakındı. “Burada kendiliğinden beliren bir şey varsa biri beni bulmuş olmalı” diye düşündü. İkinci seçeneği ise herkes gibi şansa attı.

kırmızı bir kapüşon... ... Yerdeki parçalanıp dağılmış kar küresini bir çift el üzüntü ve pişmanlıkla aldı. Toplayıp çöpe attı. Bir kaç adım sonra ayağına bir şey takıldı. Kar küresinin kahramanı. Yerden alıp koltuğun kenarına bıraktı. Koltuğunu pencereye çevirip oturdu. Zihnini de gökyüzüne. Bir kar tanesi uçuşan diğerlerinin arasından sıyrılıp cama yapıştı.

Kültür-Sanat-Edebiyat

dairesel uzanan bir ormanın tam ortasındaki açıklıkta bodur, çıplak bir ağaç ve ağacın hemen dibinde üstü buz tutmuş bir kaya parçası vardı. Ağacın dalına asılmış salıncak uzun süredir boş gibiydi. Ara ara hafifçe sallanıyordu. Günün belli zamanlarında bu hafif rüzgar hızını artırıyor, kar tanelerini toz gibi etrafa savurup, diniyordu.

Sayı 16

Kahramanın yaktığı kibrit, otları ve dalları tutuşturup çabucak büyük ve sıcak bir ateşe dönüştü. Bu sefer ateşin aydınlattığı salıncağa baktı. Üstünde bir şeyler vardı. Kalem ve kağıt...

Ses Dergisi

Salıncağa oturup tekrar etrafa baktı. Camdan bir gökyüzü, karlı ağaçlar, donmuş nehir ve arada bir çıkan rüzgarda uçuşan karlar dışında bir şey göremedi. Artık yazabilirdi. Kahramanın yazdığı satırlar, bu donmuş dünyaya inat sıcacık akıyordu: “Onu her gün görürüm. Çok güzel gülümsüyor. Ne kadar güzel gülümsediğini bilmiyor. Ben gökyüzüne vuran gülümsemesini gördüm. En iyi ben gördüm. Parıldıyordu. Buradaki donmuş nehirden de pırıltılıydı gözleri. Konuştuğunda tüm gök titriyordu. Karlı ağaçlar sessizce onu dinledi hep. Kimse tutmadı, ellerini. Ve kimse görmedi sakladığı nemli gözlerini. İşte! Yaklaşıyor... ” Karlı ağaçlar titredi. Donmuş gölde ışıltılı bir yansıma belirdi. Kahraman, yansımaya bakıyor, gülümsüyordu. Salıncak sallanmaya başladı. Ani bir rüzgar kısa sürede hızlandı ve karlarla beraber bir toz bulutu halinde etrafta dönmeye başladı. Bu kar bulutu ne varsa dağıtıyor, göz gözü görmüyordu. Kalem ve defter havalanarak döne döne ormanın arasına karıştı. Kahraman, iyice hızlanan salıncağa daha fazla tutunamayıp görebildiği tek şey olan kar fırtınasının ortasındaki beyazlığa karışıp savruldu. Başını kaldırıp yukarı baktığında kar bulutunun ardında kristali andıran gökten çıtırtılar geliyordu. Bu çıtırtıyı, gökyüzünde beliren ince çizgiler takip etti. Ardından gümbürtüyle yankılanan bir patlama tüm göğü paramparça etti. Şimdi karların arasında kristal parçalar uçuşuyordu. Kristal parçaların arasında ise

11


Sayı 16

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Taze kar kaplamış sokağımı izlemeye doyamıyorum, ilk kez görmüş gibi seviniyorum. Kar ne de güzel yakışmış sokağıma, “keşke kar yağarken sokağı yalnız bırakmasam” diye geçiriyorum içimden. Kar usul usul inerken, ellerime yüzüme değse, sokakla beraber sevinsek. Sahi çok şey mi istiyorum?

OCAK / 2021

12

Taze Kar Nurgül Öztürk

O

damın penceresinden gökyüzünde parlayan dolunayı görebiliyorum. Bu gece bana eşlik ediyor, yalnız değilim diye seviniyorum. küçüklüğümden beri yalnızlık Allah’a mahsus diye öğretmişler, bu yüzden yalnızlığı dünya üzerinde yaşayan hiç bir kula yakıştıramıyorum. Üzerine şairler nice şiirler yazmış, kimisi çok sevdiğini söylemiş öve öve bitirememiş, kimisi ölesiye kurtulmak istemiş, bazen huzur demişler adına bazen hüzün. Ben ikisinin ortasındayım ne huzur buluyorum ne de hüzün ama bana tarafını seç diyor. Ya beni sev, bas bağrına, kal bir başına ya da karış kalabalıklara bir daha uğrama yanıma. Çoğu zaman kavgalıyız arada bir barışırız, çok sevdiğim ama onunla da yapamadığım, yokluğunda çok özlediğim sevgilim gibi. Başımı kaldırıyorum yasladığım soğuk camdan, gözlerimi dikiyorum dolunaya, hep böyle güzel mi yoksa bu geceye has bir parlaklık mı var üstünde bilemiyorum hatta umursamiyorum, oysa geriye dönüp baksam çocukluğuma dair ilk hatıralarım geceleri bulutsuz gökyüzünü seyretmeyle başlar. Hele bu hatıralarıma, babamla birlikte izlemek eklenirse hiç içinden içinden çıkmak istemem. Bana sonsuz huzur veren bir kaç tanesini en ön sıralara özenle dizerim hafızamın raflarında. Yalnızlığıma ilaç olur hatırladıkça. Bomboş sokakları izlemeye devam ediyorum. Yalnızlığımı sokağın yalnızlığıyla özene bezene besliyorum, ikimizde gündüz ki kalabalığa rağmen gece olunca kimsesiz kalmışız gibi. Sokağın yalnızlığınına tek ortak benim, başka kimsecikler yok camlarda diye gururlanıyorum ama sokağa bunu sezdirmiyorum. Terkedilmişlik hissi ile

bir ürperti gibi iniyor omuzlarımdan, kendimi sarıp sarmalayacak bir şeyler arıyorum karanlıkta. Ruhumu saran yalnızlık hissi, bedenimi üşütmesin diye şevkatle sarmak istiyorum. Bu şevkati ruhuma da göstersem keşke diye geçiriyorum içimden. Odam soğuk değil ama ben yine de üşüyorum. Hemen manzarayı suçluyorum, sokağımı kaplayan taze kardandır, yalnızlıktan değil bu ürperti. Bir kelime zihnimde bu kadar dönünce bir kelime, üstüne düşünmeden geçmek istemiyorum. Hatta düşünmekle kalmasam, yalnızlık üstüne kurulan bütün cümleleri okusam, anlasam. Ne de olsa herkesin yalnızlığı kendine has, kurduğu cümleler sadece kendi yalnızlığını anlatır, adım gibi biliyorum. Peki ya ne hisseder diğer insanlar yalnız kalınca; üzgün mü, öfkeli mi, kırgın mı, çaresiz mi, huzurlu mu, güçlü mü? Öyle ya koskoca yalnızlık bir başına değildir herhalde. Mutlaka ona eşlik eden başka bir duygu olmalı. Taze kar kaplamış sokağımı izlemeye doyamıyorum, ilk kez görmüş gibi seviniyorum. Kar ne de güzel yakışmış sokağıma, “keşke kar yağarken sokağı yalnız bırakmasam” diye geçiriyorum içimden. Kar usul usul inerken, ellerime yüzüme değse, sokakla beraber sevinsek. Sahi çok şey mi istiyorum? Saat gecenin bilmem kaçı olmasa ya da yanımda biri olsa. Zihnim hemen dağılıp yalnızlığımla meşgul olan noktada toplanıyor; ki huzurla gelen bir his değil bu, hatta biraz öfkeleniyorum. Neden kimsem yok? Şimdi şu an burada benimle, gecenin bilmem kaçında, şehrin bütün sokaklarını adımlayacak, taze karı gördüğü zaman benden daha fazla sevinecek birini arıyorum. mutlu olduğumda gözlerimde ki ışıltıyı gözlerinde görebileceğim biri.Bu düşüncelerden apar topar vazgeçiyorum. Tek sığınağımı kendi dusuncelerimle yıkmak istemiyorum. Bu sefer ben barışmaya gönüllüyüm. Gecenin karanlığı beyaza kesmiş, yalnızlığıma sığınıyorum. Koskoca yalnızlık beni bir başıma bırakacak değil. Sokak lambasının ışığında usulca yere inen kar tanelerini görebiliyorum. Odam sıcak olsa da dışarıyı düşünmek bir kez daha ürpertiyor içimi. Hiçbir yaşayan kula yakıştıramadığım yalnızlığımı sarıp sarmalayıp, çocukken öğrendiğim haliyle Yaratıcıya emanet ediyorum. Ne de olsa O’na mahsus. Dolunay bu gece daha parlak, hava daha soğuk ama ben artık yalnızlıktan o kadarda şikayetçi değilim.


OCAK / 2021

Sayı 16

BAŞLANGIÇ GRAMERİ Tarih Dedektifi

Gel bir noktalama işareti olalım birlikte Kültür-Sanat-Edebiyat

Bütün duyguları anlatalım. Cümleler, kelimeler kıskansın bizi “Neden bu kadar mutlusunuz? ” desin soru işareti Şaşırsın ünlem “Anlatamadıklarımı anlatmaya mahkum musunuz? ” desin üç nokta İçten içe gülsün virgül

Ses Dergisi

Gel seninle çok zor dilin grameri olalım sevgilim Öyle bir başlayalım ki sohbete Noktalar bile bitiremesin cümlelerimizi… Bütün cümleleri devirelim. Varsın ikimizden başkası anlamasın bizi Öyle bir başlayalım ki birbirimizi sevmeye Seni seviyorum kelimesini Kimse telaffuz edemesin bizim gibi. Olurda yaşımız gelirse altmışa Bir şiir oluruz seninle sevgili Sen sona yaklaştık dersin, ben başlangıca Ömür dediğin neydi ki sevgili?

13


Sayı 16

OCAK / 2021

Şapkalı Durak (Şlyapalı Dayanacaq) Nurlana Meemmedova

Ses Dergisi

G

ünlərin bir günü, ayların şən ayı, illərin xoş günü, həftənin ilk günü İşığın nənəsi yuxudan ayılıb gördü ki, stolun üstündə yaşıl almalarla dolu meyvə qabına bir məktub söykənib. Nənə ipək şalını çiyninə salıb, eynəyini gözünə taxıb məktubu oxumağa başladı... “Nənəcan, sabahın xeyir! ”

Kültür-Sanat-Edebiyat

Mən sənin nağıllarda danışdığın görməyə gedirəm. Oranı tapan səni də özümlə ora aparacam. balkondakı pomidor şitillərimizə bağrıma basıram səni”.

Xoşbəxtlər şəhərini kimi qayıdacam və Mən qayıdanacan yaxşı bax. Öpüb

Nənə məktubu qatlayıb, yastığının altında gizlətdi. Boğçalı- axçalı İşıq hamar və nahamar yollarla xoşbəxtliyin izinə düşdü. O, çəhrayı şlyapası olan bir dayanacağa çatdı. Bir xeyli onun şlyapasına baxdı. Axı indiyənəcən belə bir dayanacaq görməmişdi. Dayanacaq bu təəccüblü baxışın sahibini gözlətməyib gülümsəyərək dedi: -Mən insanları yağışdan və küləkdən qorumaq üçün bu şlyapanı taxıram. Adi bir dayanacaq olsam da, insanları məmnun etməkdən zövq alıram. İşıq: -Sən xeyirxah sayılırsan? -Bilmirəm. Səncə? -Mən də bilmirəm. Ancaq Xoşbəxtlər şəhərinə gedən avtobusun nə vaxt buradan keçdiyini desən, sənə minnətdar olaram. -Hm, deməli, sən Xoşbəxtlər şəhərinə gedən avtobusu gözləyirsən... O, həmişə gec gəlir... -Eybi yox, mən gözlərəm. Hava da yaman istidi. İşıq

14

boynundakı sarı gülləri olan bəyaz ləçəyini dayanacaqdakı skamyaya qoydu, oturanda isə onun ayaqları azca yerdən üzülmüşdü. Dayanacaq dilləndi: -Nə deyirəm ki, səbrin çatırsa, gözlə. Mən də tək darıxıram. Bura adamlar gec gec gəlir. Gələndə də çox gözləməyə səbrləri çatmır və geri qayıdırlar. Ona görə də həmişə Xoşbəxtlər diyarına gedən avtobus bu dayanacaqdan adam yığmamış gedir. -Mənsə gözləyəcəm, o gələnə kimi gözləyəcəm. Nənəmə də məktub qoyub gəlmişəm. Yəqin, indidən başlayıb mənim üçün darıxmağa. -Hə, qocalar darıxan olur. Elə mən də qocalmışam. Şlyapam da daha dik durmur, sola əyilib. Elə


OCAK / 2021

Sayı 16

-Buludlar üstümüzə gəlir , dedi, İşıq. -Hə, yaxşısı budur, gəl sol tərəfdə dayan, onda heç islanmayacaqsan, indi leysan tökəcək. -Axı mən islanmaq istəyirəm, yağışdan islanmamışam.

həyatımda heç vaxt

Dayanacaq güldü, bu zaman onun şlyapasının ucları yuxarı qalxdı. Və buludlar düyü uzunluğundakı damlaları tökməyə başladı. İşıq yerdə yaranmış gölməçədə ayaqlarını şappıldadır və suyu onsuz da divarlarından su süzülən dayanacağın içinə sıçradırdı. Yağış damcıları qızın saçlarında, çənəsində, parıldayırdı. O, birdən əllərini qaldırıb dayanacağı dövrə vurmağa başladı. O qədər dayanacağın başına fırlandı ki, axırda yorulub oturdu. Dayanacağın da baş gicəllənməsi dayandı. Buludlar da ağarırdı yavaş yavaş. Dayanacaq güllü ləçəyi ilə yanaqlarını silən qıza dedi: -Noldu, necə idi yağışla güləşmək? -Mən sevincliyəm, nə yaxşı ki, yağış var, bax sən də tərtəmiz olmusan, şlyapan par- par parıldayır. -Onda sən bir az da səbirli ol və diqqətlə göy üzünə bax, çünki indicə göyqurşağı çıxacaq. -Mən heç görməmişəm onu. Nənəmin nağıllarından bilirəm ki, sehrli şamanın çıxdığı körpüdür o. Nənəm deyir ki, bir gün bütün uşaqlar göy qurşağından tutub göyün yeddinci qatına çıxa biləcəklər. Dayanacaq:

Bu vaxt isə uzaqdakı yolayrıcında iki dairəvi işıq yanıb söndü. Sonra bu işıq böyüdü və sürətlə yaxınlaşdı. Xoşbəxtlər ölkəsinə gedən avtobus onlara tərəf gəlirdi. İşıq tərəddüd içində idi o bilmirdi ki, göyqurşağıını izləsin, yoxsa avtobusa minib xəyalının dalınca getsin. Sizcə, o indi hansı qərarı versin, uşaqlar? Dayanacaq isə lal olmuşdu, bayaqdan danışan dayanacaq indi İşığın nə hislər keçirdiyini duymurdu elə bil. Bəlkə, elə bu soyuqqanlı xasiyyətinə görə illərlə burada beləcə dayanıb ötən zamanı təmkinlə izləyirdi. Bu vaxt göy əlvan rəngə çaldı. Qızın başının üstündə yeddi rəng bərq vurmağa başladı. İşıq ağzıaçıq bu gözəlliyi izləyirdi. Çox az davam edən bu möcüzə qurtaranda İşıq başını sola- sağa çevirdi və avtobusu görmədi. Axı o, avtobusu necə qaçıra bilərdi... -Ey, hara getdi axı bu avtobus , indicə yaxınlaşırdı... Dayanacaq dedi:

Kültür-Sanat-Edebiyat

İşıq gülümsədi, başını qaldırdı və doğrudan da, dayanacağın bir az sol tərəfə əyilmiş olduğunu gördü. Birdən yastıq kimi dolmuş boz buludlara gözü sataşdı.

yeddi rəngə tamaşa edəcəyik.

-Sən onu qaçırdın. -Bəs niyə demədin ki, ona gözləsin? demirdin ki, dostumsan?

Bayaq

-Axı sən onda heç vaxt görmədiyin göyqurşağını yenə görməyəcəkdin. -Mən onu Xoşbəxtlər şəhərində də görə bilərdim... sən hər şeyi bilirdin, ancaq mənə kömək etmədin. - Balaca, bəlkə də, o şəhərdə heç başını qaldırıb göydəki gözəllikləri görməyə imkanın olmayacaqdı. Ancaq sən yağışda çiməndə, göyqurşağını izləyəndə o qədər xoşbəxt görsənirdin ki, mən səni bu gözəlliklərdən ayırmaq istəmədim. Bəzən siz insanlar olduğunuz yerdə xoşbəxtliyi görmürsüz və onu tapmaq üçün yerinizi dəyişmək istəyirsiz. Sən bura yenə gələcəksən və o zaman da qərarı özün verəcəksən. Sənin xoşbəxtliyinə heç kəs mane ola bilməz. İşıq başını qaldırıb yenə səmaya baxdı və nənəsi üçün çox darıxdı. Dayanacaqla sağollaşıb, yola düşdü. Axşam o, pomidor ştillərini sulayanda nənəsinə həyəcanla öz hekayəsini, şlyapalı dayanacaqda başına gələnləri danışırdı.

-Əlbəttə... onu izləməyi qaçırmaq olmaz. Günəşin upuzun telləri su damlalarını yaracaq və biz möcüzəvi

15

Ses Dergisi

bilirdim, daha bu dayanacağa heç kim gəlməz. Amma sən gəldin, mən yenə xoşbəxtəm.


Sayı 16

OCAK / 2021

Betül Aydan’dan

MUHTEŞEM’e Mektuplar 7

S

evgili Muhteşem,

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

İçimden gemiler geçiyor. Bir deniz üzerinde mahkumiyetinden değil mahkumiyetine kaçan gizli duygularım var. Her dalga biraz daha sallıyor beni. Kimi annemin dizinde uykuya dalıyorum kimi bir depremden kaçar misali bir o yana bir bu yana koşmak istesem de koşamıyorum. Herkes susuyor herkesin gözlerinde korku... Titanic batmıştı ya hani ismini aldığı filmde. Dikkatimizi nasıl da çekmişti öyle hatırlıyor musun? Herkes gemiden kaçarken bir grup müzisyen eserlerini icra ediyordu hiç tereddütsüz. İşini son kez ama hiç yüksünmeden son anın tadını çıkara çıkara melodilerini gönderiyorlardı telaştan başka bir şey duyamayacak insanlara. Onlar, işlerini yapıyordu. Gerisini boşvermişlerdi. Kocaman telaşlarda, çığlık dolu seslerde küçük kalıyorlar kalabalıklarda küçülüyorlardı sanki. Aslında nasıl da büyüktü yapabildikleri. Sahi:” Büyüklük küçüklük de ne? Bazen bir gemi batar da küçük bir kayık kurtarır” diyordu bir düşünür. İçimden geçen gemiler var demiştim ya Muhteşem. İçimde giden ve gelmeyenler de var gelip dönemeyeceklerle bir. Hayatın ilmeklerinde bir yerden sesleniyorum sana. İp olmuşum sonra birinin parmak uçlarında dolanmış ve diğer ilmeklerin içinde bir yerde durmuşum. Bilirsin hem de hatırlarsın değil mi Muhteşem küçüklüğümüzde ilmek atılarak örülen o kazakları, hırkaları. Bazen tam da istemediğin yerden bir ilmek dışarı çıkar ahenk bozulur, bütün o uyumlu örgünün desenlerinin içinde bir düğüm gibi durur boğazda. Göze dokunur bu durum. İyi hissettirmez kendini. Kendim şimdilerde bir örülmüş bütünlüğün içinde üzerinde durduğum kişinin yüzüğüne takılıp da yerinden oynamış bir ilmek gibiyim. Takılıyorum galiba bir şeylere. Sonra bir asi gibi dik başım sivri bir tığla dokunulmasa boynunu eğmiyor. İğneli sözler gibi sanki bazı bakışlar, iğneyle kazılan kuyulardan çıkarabiliyor muyuz şimdi çocuklarımızı? Peki ya çocukluğumuzu? Sonra yenilik isteyince, yeni bir başlangıç için ipin ucunu

16

tutup elimizde o örülmüş giysi sessizce sökülsün diye uzaklara doğru koşuyor muyuz? Ya da ne bileyim bir şeyler yapmalıyım ama ne? diye soruyor muyuz kendimize? Zeze’yi hatırlarsın hani o görünmez renkteki iple yaptığı muzipliği de. Hatırladıkça gülümserim. Zeze’yle tanıştığım kitap kokusunu turuncu renklerde duyarım hep. İşte böyle bir tutunma macerasında renk renk ipler var örgü sepetimde. Bir de düşündüm de ipin ucunu kaçırmak, deyimi keçileri kaçırmaktan daha mı kolay ya da daha mı cevapsız Muhteşem? Muhteşem, Sana bu satırları üzerimdeki örgü kazağın dışa taşmış bir ilmeğine bakarak yazıyorum. Küçük damlaların göle dönüşmek için damladığını biliriz ya işte her örgü de şişte biriken bir damla adı ilmek olan. Kış getirdi bu örgülü cümleleri sana. Gemiler buz üstünde akıp gidemedi içimden. Geçen gün kardan adamın başına çocuklarımın


OCAK / 2021

içimizde gezsin. Uzaklardaki mavi deniz bize baksın biz üstümüzdeki gökyüzüne bakalım ve en iyisi gülümseyelim. Hoşçakal Muhteşem...

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

taktıkları örgü şapkaya bakıp gülümsedim. Kardan adam da bana gülümsedi. Kömürden değildi ağzı oyuncak nörf mermilerinin mavi uçlarından gülümsüyordu bize. Üzüldükçe daha dikkatle baktım ona. Bizim çocukluğumuzdaki kömür karasını ve küçük parçalarını düşündüm. Hem kömürü hiç bilmiyor en küçük oğlum galiba odunu da. Kaloriferli, kombili veya klimalı evlerde doğup büyüdü çünkü. O odun, kömürlü zamanlarımıza yetişmedi en azından köylerimizdeki sobalı evlerdeki sıcaklığı bile hissedemedi. Eskisi gibi değil ya artık hiçbir şey. Geçmişe hiç yakın değil çocukların gördükleri,

Sayı 16

oynadıkları. Oysa soğuk bir sabahta uyanmak ve üşümek de ne tatlıdır bilirsin. Sonra etrafı ısıtacak sobanın başında toplanmak... Ah Muhteşem, ah sevgili dostum! Senin için kalemi elime her aldığımda çocukluğum ve bu yaşım arasındaki basamakları yavaş yavaş çıkıyorum. Eteklerimizdeki güneş rengi her yaprakta el yazımızla yazdığımız kelimeler var. Sırlarımızı fısıldıyorlar bize. Bilmem ki hangi birinibhatırlarsın ya da unutursun? Hani bahçemizde erik ağacı vardı. Yaprakları yeşil, dalları kalın. Hâlâ o daldaki salıncakta sallanıyorum Muhteşem. Biliyor musun, karşımda gemiler var. Geminin güvertesinden üzerinde kalın örme kazaklı çocuklar el sallıyorlar bana. Hatta yanlarına çağırıyorlar. Ama ben uzaklara gitmeyi göze alamıyorum. Bırak, şimdilik gemilerimiz yalnız

17


Sayı 16

OCAK / 2021

Asuman Nur

Dair evimin nehirleri dolu ciğerim gri bulutlar önce, koyu bir sis yönünü şaşırdı gemiler uzakların gölgesi çöktü üzerime Ses Dergisi

devlerin ardında kaldı yeşil deniz

Kültür-Sanat-Edebiyat

güneş gölgelerin gırtlağına çökmüş

kayın kokusu karışmış çayları içiyoruz çekiliyor toprak usuldan

sofralar ve yorgun akşamlar süzülüyor ahşap evin kapılarından laneti zamanın geçmemek sanmıştım yanılgı dolu bir zihin ve dahası kalp başı eğik buğdaylara karıştım eriyen zamandan daha koyu, ‘dair ne varsa gönlümde ya Rab!

18


OCAK / 2021

Sayı 16

MUTLULUK Zeynep GÜR

Mutluluk uzaklarda değil Göğe bak Kültür-Sanat-Edebiyat

Dönüp kendi göğsüne bak Mutluluk kesinlikle uzaklarda değil Aç müziğin sesini dinle Yüreğinin ezgisini dinle Yeşil başlı ördek havalandı şuradan Dinle kanadında mutluluk var

Ses Dergisi

Barajın kapağını açtılar Koşuyor mutluluğa tüm damlalar Bak ! Mutluluk var Annesine kavuşmuş çocuğun gözlerinde Mutluluk öyle uzaklarda değil Rüzgar tenini okşuyor Dört nala süvarinin El ele yetmişliklerin Mutluluk uzaklarda değil Bir oyuncak dükkanında Barbie alırken Çamurdan bebeğine ottan saç yaparken Hisset Dur ve hisset hayatı Mutluluk aldığın nefeste Nefesi hissedişinde Alırken içine aldıklarını Verirken verdiklerini gör Mutluluk içinde bir yerlerde saklı

19


OCAK / 2021

Sayı 16

BİLMENİN BAŞKA ZAMANI Canan Duyuş

Ses Dergisi

İ

çinizde gezinen şiirler oluyordur sizin de. Hem aranızda nasıl bir yakınlık beliriyordur zamanla. Sanki, bu şiir hep yanımda olsun, diyen bir ruh hali. Okuduğunuz bir şiirin içinden hayata bakmak nasıldır bilirsiniz. Bazı dizeler yanınızda dururlar uzun süre. Dilinizde bir şarkı gibi söylenip dururlar sonra. Uzun zamandır kendini bana fısıldayan bu dize yanımda şimdi: “Bir yağmur bilirim bir de kaldırım”

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bilmek nasıl bir şey öyle? Hissetmenin katlanmış hali belki de. İnsan, bilirim dediği çok şeyi bilmez, bilemez aslında. Zira bazen hem hadiseler, hem de insanlar görünenden farklı manalar taşırlar. Tebessümün ardında acı, sert bir bakışın ardında yumuşacık bir kalp, gözyaşının içinde de mutluluk saklı olabilir. Ne çok gelen ve gidemeyen duygularımız var bizim. Anlık takılıp kaldıklarımız, kurtaramadığımız zamanlar sonra... Kendimize, o anki hislerimize uzaklardan bakışımız. Belki de kendimizi tanımakla başlamalıyız hayata bakışımızdaki iyileşmemize. Tanımaktan ince ince yol alıp bilmeye yürümek lâzım. İlim öğrenirken de önce kendimizi bilmekle başlamak ilimde alacağımız yolda bir yol haritası. Olmak veya olmamak arasında gidip gelmek. Yine hayatın gerçekliğinden mutlaka bir yerde duracağız koşuşturmalarımızda. Bu kendimizi bilme yolculuğumuzda değişiklik hissedeceğiz. İşte durdukça düşüneceğiz. Dıştaki yolculuk bizi içeriye doğru gönderecek bu duruşumuzla. Kendi içimize doğru aldığımız yolda hayrete düşeceğiz bazen de ürpereceğiz. Yeni gördüğümüz yanlarımızı, farkında olmadığımız hatalarımızı ve ne halde olduğumuzu göreceğiz. “İyi oluyor bu sana iyi oluyor!” diyeceğiz bir şiir dizesiyle . Alışkanlıklarımızın bizi çevrelediği dikenli tellerin altından geçeceğiz ya da üstünden atlamaya çalışacağız.

20

Canımız acısa da ruhumuzun gülümsediğini hissedeceğiz. “Sakın hiçbir şeye alışma! Donuk, yeknesak bir dünyada yaşamak istemiyorsan alışma hiçbir şeye!....” sözünü hatırlamak bile silkeleyecek bizi. Alışkanlıklarımızdan kurtulmak için harekete geçeceğiz. Atlamaya çalıştığımız tellerin dikenleri uyuşmuş yanlarımıza batacak kendimize biraz daha yaklaşacağız. Canımız acırken kendimize geleceğiz yavaşça. Demek ki bilmek başka, yaşayabilmek daha da başka. Alışkanlıklardan kurtulup tekdüzeliği bırakmak da bambaşka. Belki de işte o zaman öncelikle bilmemiz gerekenleri bileceğiz sonra da her fiilmizi bilerek isteyerek hareketlerimizle yaşayacağız. Ne zaman alışkanlıklarımızı terk edip “yeni” ye yol alırsak o zaman bulanmadan donmadan akmanın ne hoş olduğunu hissedeceğiz. Mevlana Hazretleri’nin:” .... Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” sözünü hissederken gülümseyeceğiz. Sahi şairin dizesiydi değil miydi bu yazıyı buralara taşıyan? “Bir yağmur bilirim bir de kaldırım.” Hangi şairin dediğini söylemeyeceğim. Belki bu dizeler hangi şairin hangi şiirinden acaba? diye merak edip alışkanlıklarını terk edip araştırıp yeni bir şiir okuyan okuyucular olacaktır. Bir alışkanlık terk edilirken böylelikle yeni bir biliş doğacaktır ümidini taşıyorum şimdi. Yağmur ve kaldırımdan mülhem. Sahi yağmuru da kaldırımı da biliyor muyuz? Sonra içinde yağmurun, kaldırımın geçtiği şiirleri?


OCAK / 2021

Sayı 16

Kızıl Ah Handan Tunç

Kızıl bir ah yükselir ince ince İs kokar gözyaşlarım, dumanın sırtında düşer toprağa. Kültür-Sanat-Edebiyat

Görünmeyen bir el uzanır bana, yabancı mektuplarda. Adresim kayıp İki dunya İki ülke İki dil İki ırk,

Ses Dergisi

İki sevda arasında. Kendimin gurbetindeyim. Bir poyraz çarpıyor yeşil ışığı olmayan Pencereme Kırmızı ışıkta asılı kaldı acılar Kuru ağaçların yeşil gölgesinde bekler olduk Ölümü Ayrılık ninnisi düştü payıma Kuşların kanadına takılı kaldı selamım Nuh tufanının kıyısında esarete boyandı duygularım Cümleler kurudu dilden habersiz Ulaşsın kelepçeli anaların bağrına Yavruların özlemi, İbrişim kıvrımında

21


Sayı 16

OCAK / 2021

Gazete Fuat Şahin

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Berber, tıraş ettiği müşterisine ara makas atarken, sanki benim televizyonu açmamı bekliyormuş gibi konuşmaya başladı. “Ya hocam ne pislik varsa bu doğudan çıkıyor. Bir rahat durun be! Bu Kürtlere ekmek bile vermeyeceksin hocam ekmek!” Kaşlarımı çatıp başımı hiçbir manaya gelmeyecek şekilde salladım. Annemin Kürt olması dışında bir sorun yoktu(! )”

S

açlarım uzadığında berbere gitmek pek adetim değildir. Ya uzun süre hiç dokunmam, veya evdeki makinamla kendim 3 numaraya vurur geçerim. Haliyle ayağımın alıştığı bir berber dükkanım da yok. Keyfim nereye isterse oraya giderim. Yine saçım pek bir uzamıştı. Artık iyice paçoz bir hal alınca kesmek iktiza etti. Fakat kirli sakal bırakmış olmadığım için 3 numaraya vurmak da içimden gelmiyordu. Bir berbere gidip sağdan soldan toparlatayım dedim. Evime yürüme 7-8 dakika mesafede olan bir mahalle berberi vardı. Önce telefonla arayıp randevu almayı düşündüm fakat sonradan bir mahalle berberinin muhtemel cevabı aklıma geldi “Tamam abi sorun yok ne zaman boşsan buyur gel.” Bundan mütevellit telefon etmeye içtinab edip üstüme iki parça bir şey giyerek yola çıktım. Berber dükkanına varınca kale kapısından biraz hallice olan camekanlı kapıyı güç bela ittirdim. Kapı açıldığı anda genzime keskin bir pudra kokusu hücum etti. Havada uçan milyon saç zerreciklerinin ciğerime dolduğunu hissettim. Her şeye rağmen rahatız edici değildi. Pudranın kokusu oldum olası hoşuma gitmiştir. İçeride sıra bekleyen dört müşteri vardı. En köşede şık giyimli bir delikanlı oturuyordu. Bahse varım taş çatlasa yirmi beş yaşındadır. Giydiği beyaz gömlek ve altındaki marka kot pantolonla özgüven patlaması yaşıyormuş gibi bir izlenim bıraktı bende. Hemen yanında saçı sakalı ağırmış, şalvar benzeri bol keten pantolon giyen, başında ponponlu yeşil takkesiyle mübarek çehreli yaşlıca bir amca vardı.

22


Beri tarafta ise orta yaşlı şişman bir adam koltuğa adeta yatar pozisyonda serili oturuyordu. Orta direk bir mahalleden olduğu anlaşılan adam gamsız gamsız etrafını kesiyordu. Bıraksanız 5 saat öyle kös kös oturur hani, öyle bir gamsızlık. En sonuncu müşteri ise uzun boylu, takım elbiseli, 30’larında bir gençti. Memur olduğunu tahmin ettiğim bu delikanlı ise 5 dakikada bir saatine bakıyordu. Acelesi olduğunu sanmıyorum. Saate sık bakıyor olması muhtemelen can sıkıntısındandı. İçeri girip selam verdim. Aynı anda 2-3 farklı kafadan cılızca “Aleykümselam” sesleri yükseldi. Belli ki sıra uzundu. Yanıma kitap almak aklıma gelmediği için kendime kızdım. Tekrar eve kadar gitgel yapmak da zor gelmişti açıkçası. Berber beni görünce ”Hoşgeldin hocam buyur otur” dedi. Yanındaki, yeri süpürüyormuş gibi yapan çırağına “Koş çay kap gel abine” diye seslendi azarlar bir tonla. İnsanların hiç tanımadığı kimselerin sadece yüzlerine bakarak ne meslek yaptığını anlamaları hep garibime gitmiştir. Gayet sıradan bir giyiniş tarzım olsa da, hangi esnaf dükkanına girsem bana hocam der, farklı bir teveccüh gösterirler. Trafikte çevirmeye takılsam, polis memurları gayet iyi muamele eder, uğurlarken “iyi günler hocam” derler. Belki onlarca yıllık tecrübenin getirdiği insan sarraflığıdır. Boş gördüğüm rastgele bir sandalyeye oturarak sıramın gelmesini beklerken önümdeki komidinde duran 6-7 farklı gazeteden rastgele birini elime alıp şöyle bir göz gezdirdim. Takip ettiğim bir gazete olmasa da maksat vakit geçsindi. Ne okuduğumun çok da bir önemi yoktu. Derken çaprazımda yayılarak oturan orta yaşlı adam “Hoca bu gazete kimlerin bildin mi? ” diye sordu. Bilmediğimi söyledim. “Bu gazeteyi okuma hoca. Düzenbaz bunlar. On haberin sekizi yalandır. Benden demesi. ” “Olabilir” dedim. Zaten içerik olarak da çok zayıf bir gazeteydi. Onu bırakıp bir diğerini aldım. Orta yerden rastgele bir sayfa açıp bakınmaya başladım. Magazin ağırlıklı bir gazeteydi bu sanırım. Şarkıcılar, oyuncular, fal, yıldız yorumu vs. gibi pek çok geyik vardı. Fakat bu sefer karşı tarafımda oturan hacı amca gazetenin resimlerinden rahatsız oldu. “Oğlum bu nasıl gastedir. Hiç utanma kalmamış. Cıbıldah cıbıldah garılar boy boy sayılarda. Bu hale nasıl geldik, Rabbim taş edecek sonunda o olacak.” diye söylenmeye başladı. “Haklısın bey amca, münasebetsiz şeyler bunlar. Çoluk çocuk da var hani” diyerek başka bir gazete aldım elime. Bu kez en bilindik gazetelerden birini seçmeye özen gösterdim. Bu gazetede de dindar mahalleye

yakın bir gazeteydi. Yanımdaki memur kılıklı genç burun kıvırdı bu sefer. “Bak şu gazeteye, ilmihal okumak istesek camiye gideriz değil mi? Gazete de bu kadar ayağa düşmez ki canım!” İyice hevesim kaçmıştı. Tek kelime etmeden bu gazeteyi de aldığım yere geri koydum. Boş beklemek insanın ruhunu bayıyordu. Duvara monteli halde duran televizyonun kumandasına erişip televizyonu açtım. Havadisler her zamanki gibi yine iç açıcı değildi. Urfada 2 aşiret taş ve sopalarla birbirine girmiş, 15 kişi de yaralanmıştı. Berber, tıraş ettiği müşterisine ara makas atarken, sanki benim televizyonu açmamı bekliyormuş gibi konuşmaya başladı. “Ya hocam ne pislik varsa bu doğudan çıkıyor. Bir rahat durun be! Bu Kürtlere ekmek bile vermeyeceksin hocam ekmek!” Kaşlarımı çatıp başımı hiçbir manaya gelmeyecek şekilde salladım. Annemin Kürt olması dışında bir sorun yoktu(! ) Artık bu son damla olmuştu. Sinirlerime daha fazla hakim olamadım. Hışımla ayağa fırlayıp kapıyı çarparak çıktım. Arkamdan omuz silkerek “Ne oldu sanki canım, ne dedik şimdi” dediklerine emindim. Kimisine göre Kürt, kimisine göre dinci yobaz, kimisine göre yoldan çıkmış bir sapkın, kimisine göreyse her türlü yalana inanan bir zavallıydım. Eve gidip saçımı sıfıra vurdum. Posta kutusunda beni bekleyen gazetemi alıp her harfini tadını çıkara çıkara okurken kapı çaldı. Gelen, elinde bir tabak kısırla karşı komşum Sıdıka teyzeydi. Daha kapıyı açar açmaz konuşmaya başladı “Ah kuzum seni kapı deliğimden gördüm. Bir derdin varsa bize neden söylemiyorsun. Bu hastalık illettir, saçı döker ama Allahın izniyle şifa bulursun. Bizim Nurtenin kocasının eski patronunun çocuğu da aynı bu hastalığa yakalanmıştı ama atlatıverdi. Sen moralini bozma çocuğum.” Daha fazla dinlemeye katlanamayarak kapıyı yüzüne kapattım. Sıdıka teyze hala söylenmeye devam ediyordu: “Nurten de dediydi zaten bu hastalık insanı asabi yapıyor diye. Neyse napalım başa gelen çekilir, Allah tez zamanda şifasını versin.” Gazetemi elime aldım, okumaya devam ettim.

23

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hacı olacak ki takke takıyor. Gerçi belli bir yaş haddini aşan tüm amcalar takke takıyor artık ama ben hüsnüzan etmiş bulundum.

Sayı 16

Ses Dergisi

OCAK / 2021


Sayı 16

OCAK / 2021

KAÇAK SURETLER İÇİNDE BELİREN SİMA

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Goethe’nin yakasına yapıştın ilkin... Hangi cenderede yazdın mefistoyu?… Faust neden hep kaybetsindi ki? Neden kazanamasındı? O sadece gülümsüyordu…

gözlerine bakıyordu.

24

SEYFULLAH SACİT

Z

aman yapraklarını döküyordu gözlerinde. Hiç bir tahayyül artık sonbaharın gelişine direnemiyordu. Direnmesinde zaten. Nehir gibi akıp gidiyordu gözlerinin önünde hayat ve sen sadece izleyebiliyordun. Bir gün diyordun içinden... Bir gün... Belki de göremeyeceğin bir gün...

Kafka’ya koştun bu kez. Zaman akıp gidiyordu geleceğe sen bu kez onun yakasına yapışıyordun. İçindeki en ezik anıları anlattığı için ona kızıyordun. İnsan neden insan gibi yaşayamasındı ki? Nerede isyan, nerede direnç, nerede yolları kesenlere meydan okuyan adam diyordun. Sarsıyordun tüm gücünle. O sadece donuk gözlerle sana bakıyordu. “Yapmak istedim. Beceremedim” diyordu. Dönüyordun... Ahmet Hamdi’nin evinin önünde bir gece vakti duruyordun. Huzur diyordun. Yazdığın romanda acıdan başka bir şey yok. Nasıl huzur bu diye bağırasın geliyordu. Ama susuyordun. Işığı kapanıyordu odası nın... Ayrılıyordun sakince oradan da…

Etrafında ağaçlar sana gözyaşı döküyordu. Sen içindeki ile savaşmaktan yorulmuştun. Bir tarafa savrulunca son darbede, gözlerini gökyüzüne Laleli’den aşağıya doğru inerken Atilla diktin. Sakince ve evet şimdi diyordun. Şimdi İlhan’la karşılaşıyordun. Sisler bulvarında mi o gün... bir gece vaktiydi. Şair yazdığı şiiri yaşıyordu. Görüntüler kaybolmaya yüz tutmuşken bir el Sen sadece uzaktan izlemekle yetiniyordun. uzanmıştı ellerine. Hayal meyal hatırlıyordun Ümidini kaybetmişçesine tüm düşünürlerden kim olduğunu o an. Sonrası kayıp... Yüzünde kaçıyordun. sade bir tebessüm kalmıştı sadece... Şimdi düşünüyorsun, hatırlamıyorsun suretini. Geçmiş zaman hikâyesiydi oysa yaşadığım diyordun. Suretler geçiyordu gözlerinden... Hiç birinde o tanıdık simaya rastlayamıyordun.

Orhan Veli karşılıyordu seni Aksaray‘da. Ruh halini görünce sakince yanına yaklaştı. Gülümsedi ardından. Başladı “Anlatamıyorum” şiirini okumaya. O an o kadar anlamlı gelmişti ki o şiir sana. Anlatamazdın…

Geçmiş zaman hikâyesi olarak algıladığın şey yoksa gelecekte miydi? Hayalinde mi yaşamıştın yoksa o olayı? Zaman olgusu kaosa sürükleniyordu. Elinden tutan sima hangi zaman boyutundaydı? Artık bilmiyordun…

Gezmekten yorulmuştun. Hangi surete uğrasan o surete benzese de bir şeyler eksikti simalarında. Hiç bir suret o suret değildi. Gerisin geri evine dönmek istedin. Çünkü, hepsinin simalarında bir belirsizlik hâkimdi. Susuyordun. Mekân kavramı kayboluyordu. Zaman rastlantısal bir hal alıyordu. Her şey değişiyordu. Geçmiş ve gelecek bir anda şimdi de birleşiyordu. Hepsinin birleştiği noktada eksikler tamamlanıyordu. Anlıyordun parça parça verilenleri toplaman gerektiğini. Ve anlıyordun parçalar birleşmeden o surete erişemeyeceğini...

Arayış içinde sessizce duruyordun. Goethe’nin yakasına yapıştın ilkin... Hangi cenderede yazdın mefistoyu?… Faust neden hep kaybetsindi ki? Neden kazanamasındı? O sadece gülümsüyordu… İki elin Tolstoy’un yakasında bu kez... İtirafların diye bağırıyordun. Yalan mıydı hepsi... O kuyunun içinden nasıl çıktığını neden söylemedin ki? Yoksa sende mi çıkamadın o kuyudan diye bağırıyordun. O sadece mahzun bir ruh hali ile


Sayı 16

GÖZLERİN MİHMAN

Kültür-Sanat-Edebiyat

Gözlerinde gördüm ilkin Sözlerinden döküldü avuçlarıma kalbin Susmak! Ne büyük cürüm o anda Gözlerin demeliydim Gözlerin ne kadar da derin Bir çay muhabbetinden fazlası olmalıydı Ellerin, o tutulası ellerin

Ses Dergisi

OCAK / 2021

Boşlukta kalmamalıydı Tutmalıydım, sakince, susarak Yağmur yağmalıydı Elin elimde yürümeliydim onca yolu Islak ıslak gülümsemeliydim gözlerine Ellerin, o narin ellerin Boşlukta kalmamalıydı Ya da gitmeliydim Zamansız rastlantılara inat Mekânsız duygular arasında Tanımak, bir anlık, sessizim Yalnızca yanından geçip gitmeliydim…

25


Sayı 16

OCAK / 2021

YOKUŞLARDA KAYBOLAN ANILAR Zehra Azize

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir gün tekrar bir Üsküdar ziyareti yaparsam, yine o yokuşları çıkarsam, yine o günleri hatırlarsam çevremde değişen onca şeye inat ve aralarsam türbenin kapısını, selamlarsam eski dostlarımı aşinası olduğum mezar taşlarını ve yeni müdavimleri olan kedileri oturur türbenin kenarına, o hep oturduğumuz ve ellerimizi kaldırıp başımızı eğdiğimiz, gönlümüzü konuşturup, ruhumuzu mutmain ettiğimiz günleri hatırlar ağlarım doyasıya.

26

Ü

niversiteyi kazandığım seneydi. İstanbul o yazdan kalma sonbahar sarhoşu günlerini yaşıyordu. Evde, annemlerde, yüreğimde tatlı bir telaş vardı, biraz da hüzün. Onlar belli etmese de özellikle babamın, gözbebeklerine hasretin buğusu çökmüştü. Babam ne çok severdi beni, öylesine severdi ki aradan geçen çeyrek asra rağmen hala onun sevgisi bitmek bilmeyen bir kaynak yüreğimde. Bense tüm korkuları rafa kaldırmış, sadece biraz ailemden, çokça İstanbul’un büyüsünden uzaklaşmanın hüznü, ama gençlik işte, kendime yeni bir hayat kurmanın, keskin sınırlara rağmen özgür olacak olmanın sarhoşluğuyla gün sayıyordum. Bende derin izler bırakacak o küçük ama mağrur Anadolu şehrinin kapısını aralamak için. Mutad olduğum üzere bir Üsküdar ziyareti yaptım. Güneş parlaklığını beyaz bulut kümeleri arkasına saklar ve deniz mavi çalkantılarını beyaz köpüklerle kıyıya vururken, bir Eminönü vapuru sessizliği yırtan düdüğünü hoyratça çalar ve telaşlı insanlar saniyeleri aşıp, son anda iskeleden gemiye atlarken, bir martı geniş kanatlarını açmış rüya gibi süzülürken, bir çingene rengarenk çiçeklerin içinde renksiz ve hoyrat hayatını yaşarken, o meşhur çeşmenin önünde beklerken bir aşık sevdasını, tam da o anda Mihrimah Sultan’ın minareleri çağrıya dururken, sokağa taşınmış babadan kalma ocağında leblebi kavururken bir esnaf ve

bu kokunun daveti yayılmışken buram buram etrafa, işte olağan bir Üsküdar gününden, olağan bir Üsküdar ziyareti, beni önce o yokuşa yönlendirdi. Üsküdar’da meşhurdur, dar sokaklar çıkar karşınıza ve bu sokaklar sizi keşfe çağırır. Bu keşfi zaferle noktalayabilmek için önünüze çıkan dik ve ritimsiz merdivenleri aşmanız gerekir. İşte böyle merdivenli bir yokuş ki, hayatıma girdiğinden beri bütünleşmiştir ruhumla, hüznümle sevincimle. İlk kez onun duvarlarında okudum. Ustalıkla çizilmiş, yer yer boyası silinmiş büyük, mavi, umut dolu bir yunus balığının altında, eğri büğrü harflerle ”Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey” satırlarını.


Sonra mezar taşları; çok eski, kavuklu, küçük, büyük, zamanının statüsünü günümüze taşıyan, yer yer kırılmış mezar taşları.. Eğer onları görme şansınız olursa dinleyin, dinlemeye çalışın. Size anlatacak hikayeleri vardır onların. Kiminin hüznü, kiminin zaferleri, kiminin mutlu hikayesi Aslında zaman geçse de değişmeyen hikaye başlıklarıdır hepimizin öyle ya da böyle sahip olduğu.. Benim hikayem, orada bulunan başka bir sakinle ilgili. Bir tesbih satıcısıyla.. Muntazam döşenmiş ve bir ayak üzerine oturtulmuş küçük bir tezgah. Üzerinde Erzurum işi kehribar, akik tesbihler. Tezgahın sahibi gibi görünen fakat türbenin manevi bekçiliğine namzed, her daim temiz, pak kıyafetleri; kısa yer yer kırlaşmış sakalı, muhatabına baktığı zaman çakmak çakmak yanan yeşil gözleri ve bu gözleri gölgeleyen kalın kaşları, uzun kirpikleri, davudi sesiyle, elinde hep bir ritme sahip kısa tesbihi ve uzaklara, hatta derinlere mıhlı gözleriyle yıllarca benim kahramanım, dertdaşım, dayanağım yeri gelince yardımcım olmuş Hacı amca. Gerçek adının çok sonraları Hüseyin olduğunu öğrendiğim emekli bir memur. Erzurumlu, kültürlü, saygılı.. Fakat, beni etkileyen yönü tasavvufi duruşu olmuştur. Benim henüz toy bir üniversite öğrencisi olduğumu ve makamı ziyareti mutad edindiğimi yaptığımız ilk kısa sohbette öğrenmiş oldu. O günden belki bugüne kadar dualarında olduğumu hissettirdi. Bu benim için büyük bir güçtü, zenginlikti. Anlaşılacağı üzere onunla çok sık görüşemedik, belki okul tatillerinde uğradıkça türbeye denk geldik bazen birlikte dua ettik, bazen dertleştik. Ama bir güçtü işte! Çok sonradan kıymetini, değerini anladığım.

kendimde- kızıyorum çünkü ona ulaşamıyorum, sesini duyamıyorum, yaşıyor mu bilemiyorum. Şu derbeder gurbet günlerimde sesinde güç bulmak istiyorum. Ama çoğu kez ona, onun duasına ve telkinlerine, tesellilerine ihtiyaç duyduğum zaman o orada, çakmak çakmak bakan yeşil heybetli gözleriyle karşımda durduğunu biliyorum sıcak bir Üsküdar ikindisinde. Eğer yaşıyorsa biliyorum beni unutmadığını, halen bana dua ettiğini. Ama yetmiyor bu bilmeler işte. İnsan duymak, yaşamak istiyor. Şimdi muhayyilemle birlikte bu küçük yazıda da yaşatıyorum onu. Kimler okur, kimler anlar halimi bilmeden, düşünmeden. Ama biliyorum ki yaşandı ve bitti dediğimiz anlar bitmiyor, yaşamaya devam ediyorlar bir yerlerde. Bir gün tekrar bir Üsküdar ziyareti yaparsam, yine o yokuşları çıkarsam, yine o günleri hatırlarsam çevremde değişen onca şeye inat ve aralarsam türbenin kapısını, selamlarsam eski dostlarımı aşinası olduğum mezar taşlarını ve yeni müdavimleri olan kedileri oturur türbenin kenarına, o hep oturduğumuz ve ellerimizi kaldırıp başımızı eğdiğimiz, gönlümüzü konuşturup, ruhumuzu mutmain ettiğimiz günleri hatırlar ağlarım doyasıya. Nicedir içime akıttığım gözyaşlarım belki yolunu bulmuş bir ırmak gibi çağlar gözlerimden. Hatırlarım o günlerin dokunulmaz büyüsünü, çıkarırım bohçalayıp sakladığım duygularımı belki gene o günlere dönerim. Ve onu görürüm gene tezgahı başında, hangi alemlerde dolaştığı ayırd edilemeyen o davudi bakışlarıyla.. Ruhumun yaşayacağı bir şehrayin hayaliyle sabırsızlanan duygularım o günleri beklemekte bu gurbet ellerinde.

Bana hep kıssalar anlatır ve onlardan çıkaracağım hayat düsturlarını özetlerdi. Mezuniyet sonrası memuriyette, evliliğimde, gurbetlerimde, babamın vefatında ve son garip gurbet yolculuğumda hep kılavuzum oldu. Bir ara izini kaybetmiş, sonra bulmuştum. Şimdi sadece muhayyilemde ve gönlümde yaşıyor. Bazen ona kızıyorum –onu babam gibi gördüğüm için, ona kızma hakkını buluyorum

27

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bu satırlarla sonraları bir Livaneli şarkısında buluşunca ne çok heyecanlanmıştım. Yokuşu tırmanırken ruhum derviş yönüne teslim olmuş, az sonra gideceği mekanın, makamın mistik havasına hazırlanmaktaydı. Adımlarım beni müdavimi olduğum türbeye ulaştırdı. İnsanlar akın akın o meşhur zatı ziyaret eder, umutlarını, korkularını O’na emanet etmenin rahatlığıyla çıkıp giderlerdi. Fakat o mekanda kalan, o mekanın müdavimleri vardır hep. Kediler mesela, mekanın sahibi olma rahatlığıyla bir gölgede uyuklayan veya tembel adımlarla yeni ziyaretçilere sırnaşan kediler..

Sayı 16

Ses Dergisi

OCAK / 2021


Ses Dergisi / Ocak 2021 OCAK / 2021

Sayı 16ı

KAYIP ŞEHRİN İNSANLARI FOZ

Bir evi olsun ister insan, Akşamları oturabileceği tahta bir sandalyesi, Okuyup yazacağı bir pencere önü, Hemen yanında küçük bir masanın üzerinde, Cam bir vazonun içinde çiçekler,

Ses Dergisi

Bir mavi lale yada bir tane karanfil olsun ister. Bir kitaplığı olsun, İçinde sevdiği yazarların kitapları,

Kültür-Sanat-Edebiyat

Etrafinda, okuduklarını paylaşabileceği, Kitaplardaki şehirleri birlikte dolaşabileceği, İçten ve sıcak dostları olsun ister. Bir yandan da kanatlanıp, hedeflerine ulaşmak ister. Yaşadığı şehirde ve evde kendini yabancı hisseder. Etrafındaki her ayrıntıdan kurtulup Kendini oralı hissedeceği, bir yerler aramaya başlar. Hemde gideceği yerin, kaldığı yerden farkını bilmeden. Hızlıca koşup uzaklaşmak ister. Giderken yanında götüreceği, üç küçük eşyadan fazla olamayacak bir gidiş bu. İçine umutlarını koyacağı bir bavul bile fazladır. Kayıp şehrin insanlarının aradığı yerdir yurttur. Kocaman evrende bir yeri olmaz mı insanın? İnsan bir yerli olmak ister. Dener her renk toprak kokusunu, Zihniyle uyuşan, gönlüne sinen bir yer ister. Kıta kıta, ülke ülke dolaşır her yanı, Belkide ruhu gezgin ve göçmen ruhlar arasına karışmıştır artık. Artık istese de bir yere sığdıramaz kendini.

28

28

Sayı 16


OCAK / 2021 Ses Dergisi / Ocak 2021

Sayı 16

Sayı 16

Ufka aşina göz, yerde ne arar? İstese de artık inmez ruhunun kanatları. Gözleri soğuktan donan göçmen kuşların, Güneşi görünce kör olma pahasına ona doğru gidişi gibi, Hiç düşünmeden ufka doğru devam eder bu yolculuk. Kayıp şehrin insanları, Zaman zaman aradıkları yerin rüzgarlarına rastlarlar. Kültür-Sanat-Edebiyat

Her gördükleri yolcuya sorarlar, Kayıp şehrin yerini. Hepsi aynı yeri işaret eder Elleri sol tarafda kalplerinin hemen üstünde. Karşılaştıkları yaşlı bir yolcu, son cümleyi söyler; “huzur bulacağın yerdir” orası der.

Ses Dergisi

Kayıp şehrin insanları; Ne beklerler? Ne isterler? Onlarda bilmezler, Gittikleri yere kendilerini götüreceklerini. En güzel, en huzurlu şehrin kendi yüreklerinde olacağını anlarlar sonunda. İç dünyalarına aradıkları şehrin ışıklarından asarlar. İçi pırıl pırıl bir insan, Nereye gitse daralmaz, bunalmaz ruhu. Ey kayıp şehrin insanları Yüreği güzel insana, Kainatta her yer yurt olur. Gidelim ve kuralım yuvalarımızı, Diğer güzel insanların gönül kıyılarına.

29 29


OCAK / 2021

Sayı 16

GERİDE KALANLAR Zehra Azize

Sardunyamın susuz kalmasıydı göç, Konsolun tozlanması hatıralarla,

Alınmayan badem şekeri, taze kahveydi, Mendil arası bayram parasının çocuksuz kalışı

Ses Dergisi

Sabah güneşinin evde yalnız dolaşması

Bayramsız diyarlardı göç

Dolunayın yalnız tamamlaması her ayı

Annemin akmayan gözyaşının inciye evrilmesi,

Acele hazırlanmış bir bavul İçi dolu bir meçhul

Kültür-Sanat-Edebiyat

Vedasız vedalar İnkısar yükü bakışlar Ve geriye kalanlardı göç. Mutfakta bulaşıklar, askıda çamaşırlar Anlayamadı günlerce bırakılmışlıklarını Sardunya daha da susuzdu gün geçtikçe Susuzluğun adıydı göç Durakta minibüs bekleyen kadın, Akşam pazarında kıvırcık limon satan adam, Pencereme konan martının ekmek bulamayışıydı göç Ayaklarıma dolaşan misafir telaşlarım Duvarlara sinen neşeli anlarım Çocuğumun düşmeyen ateşi Komşumdan aldığım ödünç tuz Kapıcının bıraktığı gazeteydi Bıraktıklarımdı göç Sokak başında kurulan iftar sofrasında Yorgun ve sabırlı bakışlardı Minareden süzülen çağrıydı göç Bayram öncesi Mısır Çarşısı

30

Dudaklarında sessiz kıpırtılardı göç Çayımın soğuması bardakta Dostlarımın yarım kalışı hayatta Islanmadığım nisan yağmurları Koklamadığım papatyalar Bakışımın değmediği erguvanlardı göç Mihrabat sabahı bülbüllerinin Eşliksiz kalışıydı Hepsi kaldı, kalmaktı göç İçime doğru varılmayan bir yolculuktu benimkisi, Çıktım! Yalnızlık renginin hüzün tonuydu elbisem, Giydim! Ardımda bıraktıklarımdı göç, Bıraktım! Dönüp bakmadım, bakamadım Kaldılar hepsi arkamda Yol yol, diyar diyar özlemler büyüttüm Kalanların özlemiydi göç Yaşıyorum şimdi, bir yanım eksik Yarım kalan hayatlardı Hep kanayan kesiklerdi göç


OCAK / 2021

O ZAMANLAR

Sayı 16

Aslı Kaya

Aydınlık olmayan kaldırımların, Telefon tellerinin elektrik direğine bağlı zamanlarındaki, Damlardan kar sarkaçlarının sarktığı devirlerdeydik biz… Ben ve çocukluğum. Masum ve tatlı. Çirkin ama güzel.. Kaf dağları hemen evimizn balkonundan gördüğümz dağlardı Kültür-Sanat-Edebiyat

Anka kuşları, incir ağacında yuva yapan kuşlar. Hayallerimiz o kadar yakın ama o kadar uzaktı.. Aydınlık olmyan sokakların çocuklarıydık biz.. Saklambaç oynadığımız duvar diplerindeki ateş böcekleriydi ışığımız. Komşunun bahçesindeki erik ağacındaydı salıncağımızın ipi. Gözü ağacın dalı kırılmasın diye bakan yaşlılar,

Ses Dergisi

Kalbi salıncağımızı çözmesin diye bekleşen çocuklar yaşardı o zamanlar. Piknik sepetimizin içindeki beyaz peynire burun kıvıracak, Kırmızı domatesleri yemeyecek Özlemler, Gülcanlar. Muratlar yoktu o vakitlerde. ‘Soğuk suu’ diye, avludaki tulumbadan doldurduğu suyu, Kırmızı elma diye, bahçesindeki ağacın dalındaki elmaları toplayıp satan, Sattığı parayla aldığı dondurmayı, dünyanın hiçbir şeyine değişmeyen, Çok zengin- çok masum- çok yakışıklı- çok güzel çocuklardık biz… Her gece elektrik gitmesini bekleyen. Lüks ün ışığıyla ders yaparken, kapılarda misafir gelsin diye bekleşen! Gölge oyununu acemice yaparken, kendiyle gurur duyan babaların çocuklarıydık. Yırtık ayakkabısına bakmadan, evladına ayakkabı alan babaların… Günde birkaç saat uykuyla, bir düzine insanın hizmetini yapan anaların! Masum Anadolunun, masum analarının masum çocuklarıydık biz. Dün ve bugün... Hisler gerçek… Hatıralar gerçek… Geçmiş gerçek… Çocuklar gerçek...

Ya bugün…

31


OCAK / 2021

Sayı 16

SEÇİM Mine Akdemir

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Ah sen, çocuk! Ne çok şeyi mahvettin!... İçimde umuda, güvene dair, senin gibilere rağmen tazecik ideallerimi, her şeyi. Seni ömrümce affetmeyeceğim. Seni, damarlarında kaynattığın deli kanını, fesatlığa teşne olan aptal gençliğini, ve Ufuk için yarım yamalak bıraktığın her şey için… Ve kendimi. ”

A

nnemle yaptığım her telefon görüşmesi ruhumu yormaktan öteye gitmiyor. Ben aynı savunmayı yapmaktan çok sıkıldım, ama o aynı sitemkâr tavrından hiç bıkmadı. Bazen hak veriyorum ona, onca yılın koşturmacasında, fedakârlığında onun emeği büyük elbet. Ancak, benim de hayatımla ilgili karar verme hakkım var, ve bu şekilde olunca haklı olarak canını acıtıyor, ne diyeyim? Bu gürültülü şehre gelişim hiç kolay olmadı. Amcamın, patronum olduğu muhasebe bürosundaki ikinci yılımı çalışıyorum. Aslında ben bir öğretmenim, yani öğretmendim.

32

Bu sıfatı bedenimde ve ruhumda birkaç yıl taşıdım. Taşıdığım en güzel ağırlıktı. Okul müdürümün masasına istifa dilekçemi bıraktığımda, bede- nimdeki yük gitmiş, ruhuma katlarca eklenmişti. O zamanlar, bir savaşçı gibi görüyordum kendimi. Bilgim, özgüvenim, yapmayı planladıklarım, benim mücadele mekanizmam ve yakıtımdı. Kılıcını, kalkanını kuşanmış bir Amazon kadını gibiydim. Şimdiki hayatımda ise hiçbiri olmazsa olmazım değiller. Birkaç yıl sessizliğe, dinginliğe öylesine alışmışım ki, burada sanki beni son sesine kadar açık


İlk görev yerime(ve son)gidişim pek telaşeli olmuştu. Annemin, babamın gururla çeşnili o buruk sevinçleri, kardeşimin odama konmak adına gizlemeye çalıştığı saadetini hiç unutamam, ergen çakal. Babamla birlikte okulumu görmek ve ev ayarlamak için gidişimiz, günlerce alış veriş, bavul ve erzak hazırlama faslı, nasihatler, öneriler…Hepsi yeni hayatım içindi. Sıra dışıydı elbet bize göre… Aileden, hatta sülaleden ilk kez bir öğretmen çıkmıştı. Kimsenin herhangi bir fikri yoktu, ilginç gelmişti herkese. Gideceğime yakın en büyük sürprizi de babam yapmıştı bana. Eski de olsa, emekli olduktan sonra aldığı ikinci el arabasını bana vermeye karar vermişti. Oralarda lazım olur diye. Kendisine nasıl olsa sıfırını alacaktı. Ne kirli çıkıdır o! . Başta endişe ettim. Ne de olsa araba masraf demekti. Sonuçta bir holding ceo’su olmayacaktım, ve görüntüsü de pek öyle havalı sayılmazdı. Ama, daha da büyük sürpriz, kaportası yeniden boyanmış, lastikler ve cantlar, koltuk döşemeleri değiştirilmiş gıcır gıcır bir halde anahtarı avucuma konduğundaydı. Her ne kadar evriminden önceki halini bilsem de çok sevinmiştim. Beş yıllık sürücüydüm ve bunu İstanbul gibi bir yerde yapıyor olmak, uzun yola ilk göz ağrısı kızının arabayla çıkacak olması, babacığımın güven duyması için yeterli bir referanstı. Yalnız, arabanın çok özel detayları ne zaman hatırlasam beni gülümsetir. Görev yerime yaklaşırken gördüğüm ilk oto tamircisinde, babamın “Gece karanlıkta seni daha iyi görürler, güvenli olur” deyip, arka cama çepeçevre taktırdığı ve her frende ışıldayan minik renkli led lambaları söktürmüştüm. Annemin “Arabayı gece kulübüne çevirdin” serzenişi de etkili olmuştu. Ayrıca, annemin aynı cam için yünle ördüğü karpuz dilimini de torpido gözüne tıkıştırmayı ihmal etmedim. Ah benim tontiş tavşanlarım, özür diliyorum. Sizin bu masum detaylarınızla gittiğim yerde ciddiye alınmam mümkün müydü? Okulum ilçenin üç farklı lisesinden biriydi. Öğrencileri genellikle çevre köy ve beldelerden gelen çocuklardı. Sabah minibüslerle gelir, akşam dönerlerdi. Öğlen yemeklerini de okulda yiyorlardı. Yemek dediysem sıranın üzerine yaydıkları örtülere dizilen mısır ekmeği, peynir, domates, haşlanmış patates ve yoğurttan, mevsime göre de

meyveden ibaret bir sofraydı. Zaman zaman öğlen okulda kaldığımda ikram edilen o mısır ekmeğinin kokusunu ve lezzetini hiç unutamam. Onda anlaşılmaz bir şey vardı sanki, market reyonundan alsan o tadı veremeyecek bir şey. Bana ilginç gelen ve sevinç duyduğum şey de, çoğunun okumaya karşı hevesleriydi. Başlangıçta bu durumun sevinci, zamanla anlamaya çalıştığım bir hüzne dönüşmüştü bende. Çünkü okumak, onlara göre bu mahrumiyetten bir çıkış yoluydu. Şartlara göre kendilerine hazırlanıp biçilen, ya da zorunlu olarak ebeveynlerinin kadim hayatını yaşamak yerine, başka ufuklara yelken açmaktı hayalleri. Kaçı başardı bilemem? Ya da başarıdan çıkarılan anlam bu muydu? Gün boyu cevabını bulamayan, veya cevabı olup da güç yetirilemeyecek sorularla hırpalanan zihinlerimiz, akşama doğru eve dönmenin güzelliğiyle nefes alırdı. Ev, çocukluğumdan beri hep sığınağımdı benim. Aslında güzel bir çocukluk yaşamıştım ama, duygusal öğretilerim öyleydi. İlk bekâr evim de öyle oldu. Orada tanıştığım ilkokul öğretmeni arkadaşımla aynı evi paylaşıyorduk. Evimiz, şartlara göre fena sayılmazdı. Arkasında küçük bir bahçesi olan iki katlı bir binaydı. Üst katta ev sahiplerimiz oturuyordu. Hüseyin Amca, eşi Sıdıka Teyze, küçük kızları Kübra, oğulları Tekin, ve yaşlı nineleri Mübeccel Teyze. İyi insan- lardı. Özellikle Sıdıka Teyzenin gözlemeleri, ve bol kısmetli kahve falları unutulmazdı. Hüseyin Amca adeta ağabeyimiz gibi korur kollardı bizi. Elinden her türlü tamir işi gelirdi ki, bu durum sıkça bozduğumuz ütü, fırın gibi şeylerde pek makbule geçerdi. Lise son sınıf öğrencisi olan Tekin benim öğrencimdi. Onunla ilgili fikrim pek iç açıcı değildi. Gerek okulda, gerekse dışarıda sıkıntılı bir gençti. Babasına bu konuda gözlemlerimi söy- lemekte hep zorlanırdım. Öylesine iyi bir adamın Tekin gibi bir evladı olması nasıl bir talihti? Bazı akşamlar, komşu hanımlar ziyaret ederdi bizi. Onlarınki daha çok merak odaklıydı. Tabii, içlerinde bekar oğlu ya da yeğeni olanları da yok değildi. Ev arkadaşımla misafirlerimizi gönderdikten sonra gülerek acaba hangimiz favoriyiz diye değerlendirmesini yapardık. Hepsi çok sevimliydi. En tatlı misafirimiz de küçük ev sahibemiz Kübra’ydı. Bebeğini kucağına alır, kapımızı çalardı. Onun için her zaman çikolatamız ve çöreklerimiz olurdu. Çoğu zaman, sobanın yanındaki minderde uyuyakalır, kucaklayıp yukarı çıkarırdık. Bazen de ona kıyamaz, yatıya misafir ederdik. Tabii gecenin bir vakti anne diye

33

Kültür-Sanat-Edebiyat

müzik kolonuyla bir kavanozun içine koyup kapağını sıkıca kapatmışlar. Gerçi, o sessizlik de hayatımın en gürültülü kararını verdirtmişti bana. Pişmanlık duyuyor muyum? Hayır. Sadece, keşkelerim her gün değişiyor, ama yine dönüp dolaşıp verdiğim kararı onaylamakla noktayı koyuyorum. Hiçbir şeyi değiştirmemiş ve değiştiremeye- cek olsa bile.

Sayı 16

Ses Dergisi

OCAK / 2021


OCAK / 2021

Sayı 16

tutturmazsa.

minderlerimizde başka boyuta geçmiştik. Kâğıtlardaki rakamları çoğu zaman “şudur galiba” diye tahmin etme çabam, Edebiyat öğretmeni arkadaşımı hatırlatır, gülümserdim. Bir keresinde bana “Sen yine yazılı okuma konusunda şanslısın, şikâyet etme. Ben o harfleri çözebilmek için ne işkence çekiyorum bir bilsen? Hatta bir keresinde, kâğıtlardan birkaçını çarşıdaki eczacı komşuma götürdüm bana tercüman olsun diye. Adam reçete okumaktan Kaligrafi uzmanı olmuş. Doktor yazıları malum”demişti. Ben o işi eczacılara taşımak yerine, ev arkadaşımın yardımına, veya diliyorum ki öyledir diye göz kararıma bırakmıştım, yine de yaşasın rakamlardı!...

Ses Dergisi

Tekin’e gelince, okulda dışarıda da devam eden bir grup arkadaşlığı vardı. Bu konudaki seçimi benim için hiç sürpriz olmamıştı “Acaba bu durumla ilgilensem mi, ya da kendi haline mi bıraksam?” şeklinde beni bile ikilemde bırakan tavırları çoğu zaman babasının başını öne eğdirirdi. En anlam veremediğim ve beni en-dişelendiren şeylerden biri de aynı sınıftaki Ufuk’un da onun arkadaş grubunda oluşuydu. İyi bir çocuktu ve derslerinde de çok başarılıydı. Anne ve babası ilçenin belediyesinde memur olarak çalışıyor, ve ellerini daima üzerinde tutuyorlardı. Ancak her ergende, ne kadar ilgili ve sevgi dolu bir ebeveyn de olsa, kendi koyduğu bir sınır illâki vardı. Ve ancak o izin verdiği ölçüde aşılabiliyordu maalesef. Bu durumda Ufuk’un, böyle küçük bir alanda arkadaş tercihinde fazla seçeneği olmayabiliyordu. Ya içlerinde olacak, ya da yalnız kalacaktı. Gönlüm razı olmasa da anlamaya çalışıyordum.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bu gözden çıkarılamayacak çocuğu Tekin’in öfkeli ve arsız bakışlarına, tavırlarına muhatap olma pahasına katlanarak, defalarca ikaz etmişliğim vardı. Hiçbir işe de yaramamıştı. O, tercihini belki çok gönüllü olmasa da, bu ele avuca sığmaz gruptan yana yapmıştı. Okul içinde pek takılmazdı onlara. Örnek bir öğrenci profili çizerdi hep. Öyleydi de. Dersine giren diğer meslektaşlarım da aynı fikirdeydi. Özellikle, üniversite sınavında ondan çok ümitliydik. Küçük yerleşim alanlarında, bu sınavdaki başarı oranı, büyük kentlere göre, ayakta kalabilme, fark edilme, rüştünü ispatlama açısından çok daha önemlidir. Çünkü asla eşitlenemeyen şartlar, mahrumiyet, herkesten daha çok çabalamayı gerektirir. Başka çareniz de yoktur. Bu kaygılar, Ufuk gibi bir avuç öğrenciye bel bağlamak, destek olmak için zaten zor olan şartları daha bir zorlar. Yani, çabamız en iyiyi yakalamak şöyle dursun, eldekiyle olabileceğin en iyisini yapmaktı. Zaten kolay olan ne vardı ki? Ben bunu ancak orada öğrenmiştim. Bir şey daha vardı öğreneceğim, o da ne kadar az şey bildiğim. Ve o yaşıma kadar düz biri olarak hiçbir ayak direten kararım olmayan ben, bir ilki yaşamıştım. İlkin başlangıcı, Mübeccel Teyze’nin hastalandığı geceydi. Yoğun bir günün ardından, ev arkadaşımla akşam yemeğimizi yedikten sonra, kapımızın hiç çalmaması temennisiyle köşemize çekilmiştik. O, ertesi günün dersini gözden geçirirken, ben de yazılı kâğıtlarımı almıştım. Uzunca bir süredir oyalayıp duruyordum çocukları, ve bunun bedeli olarak da yazılı kâğıtlarından oluşan bir yığınla başa çıkacaktım. Arkadaşımla sadece ara sıra bir şeyler atıştırmak dışında, sobanın etrafındaki

34

Hep gülümseten şeyler yaşamadık elbet. O gecenin geç bir saatinde, merdivenden inen telaşlı ayaklar kapımızın önüne kadar gelip hızla kapıyı çaldıklarında her şeyi bırakıp koştuk. Gelen Hüseyin Amca ve Tekin’di. Mübeccel Teyze fenalaşmıştı, hastaneye götürülmesi için arabaya ihtiyaç olmuştu. Ambulansın gelmesi zaman alabilirdi. Belki şehre de götürmek gerekebilirdi. Yedek anahtarımı Hüseyin Amcaya verdiğimde, kapıda bir araba olmasının ne kadar isabetli olduğunu düşünmüştüm. O gece için öyleydi. Mübeccel Teyze üç gün kadar şehirdeki hastanede kalmıştı. Eve getirdikleri zaman kadıncağız çok bitkindi. Kontrol ediliyordu ama ara sıra kötüleşiyordu. Tedbir olarak, arabanın anahtarını almamıştım. Hüseyin Amca, herhangi bir durum olursa anayola çıkmak kolay olsun diye arka bahçedeki kapıya çekmişti. Dolayısıyla pencereden görmem mümkün değildi. Göremediğim ne çok şey vardı? Bazen hızlı karar vermeniz gerektiğinde, sadece o anki duruma odaklanıyorsunuz. Sanki hele o anı kurtarsın, sonrası ehemmiyetsiz, ya da sonra bakarız gibi. Yaşlı kadının durumu elbet önemliydi, ancak Tekin gibi bir ergenin olduğu babaya araba anahtarını gözü kapalı emanet etmek. Ne o anın, ne sonrasının telafi edilemeyecek bir hata olduğu gerçeğini kurtaracak bir şey yoktu. Jandarma gecenin geç saatinde kapımıza dayandığında anlamıştım. Tekin’in arkadaşlarıyla, babasından gizlice aldığı arabamla yaptığı gece gezisinin pahası, kendisi de dahil olmak üzere birçok hayatı altüst etmekti. Hurdaya dönen arabamda birkaç kırıkla atlattıkları gecenin kaybedeni Ufuk olmuştu. Gezinin zorunlu gönüllü kurbanı bu çocuk, günlerce yoğun bakımda kaldı. Pes ettiğinde, suçlu aramayı, artık sorgulamayı çoktan bırakmıştım. Çünkü bulmuştum. Takip eden günlerde, sınıfımda ve öğretmenler odasında maruz kaldığım, kelimelere dökülmeyen, usulen selamlaşmalar, boş kalan yerleri benim doldurduğum


OCAK / 2021

Sayı 16

kaçamak bakışlar, sessizlik doğru ya da abartılı olduğunu hiç sorgulamadığım kararımı hızlandırmıştı. Yaşananlarda kimin payı ya da boşluğu olduğu umrumda değildi, hiç sorgulamadım. Sıkça duyduğum empati, öngörü gibi olması gereken eğitimci sıfatları bende yoktu. Başaramadım. Ben sadece kendi kalemimi kırdım. Fildişi kulemin bütün burçları birer birer yıkılmıştı ve altında ben kalmıştım.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir hafta dayanabildiğim süreci, müdürümün masasına bıraktığım, istifa dilekçemle bitirdim. O günlerdeki duygularımın tahlilini yaptığımda, mesleğe orada ya da başka bir yerde devam ediyor olsaydım da değişen bir şey olmayacaktı. Önyargılar, ve daha da önemlisi, tedbirsizliğimden, Ufuk gibi bir gencin sönen pırıltısından dolayı hissettiğim vicdani sıkıntı benimle gelecekti, yeni hayatımda bile benimle olacaktı hep.

Ses Dergisi

Yeni hayat? Neye göre yeniyse artık. İnsan, ömrü boyunca kaç kez yeniden başlar? Bütün başlangıçlar bir öncekinin külü, yığıntısı üzerine değil miydi? O zaman neden adı “yeni”dir? Tıka basa doldurulmuş, incinmiş zihinlerin kaçış için sığındığı korunak mı? Ne çok soru var, cevabı muallaktadır. Belki açıktır, ama ötelenir bir şekilde. Benim sorularım yok. Sebeplerim var. Ve hiçbiri çok da ötede değil.

35


OCAK / 2021

SÜRGÜN AZATLILAR

Ş

Sayı 16

u koca alemde onca halk edilmişin arasında yaratılmışlardan bir yaratılmış var ki bütün alemin çekirdeği olur kendisi. Ervah-ı alemin en kadim yolcularından, en kıymetli misafirlerinden, en unvanlı isimlerindendi. Öyle kadim bir yaratılıştır ki bu cevherini kendi içinde saklayan. Kıymetli cevheri farklı kılan diğer halk edilmişlerin aksine dıştan değil özden olmasıydı. İç aleme can veren öz; farkındalıkla parlar, aşkla coşar dururdu. Evet… insan diyor ve ekliyorum. Bir yazının başlığı gibidir bazen. İçerisindekileri tamamıyla anlatmaya gücü yetmeyen/

Mehtap SEVİNÇ

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Bilinen alemin bir garip yolcusuydu şu beşer. Uzak diyarların sürgün azatlıları idi. Hatta bazen eski bir sandıktan çıkmışçasına öylesine naftalin kokulu öylesine antika ve kıymetli azatlılar idi… yetemeyen ama tek başına asil duran… Onca sayfanın anlatamadığını iki cümlenin asilliğinde saklayan. Bütün anlamlandırılmışlığına rağmen anlam peşinde koşmaktan geri durmayan bezm-i elest yolculuğunun en şaşkın yolcusu. Böyle başlamıştı yaşlı çiftin bu akşamki konuşması. Yaşlanınca dünya, ya daha fazla anlam taşır veyahut elden ayaktan düşer gibi iyicene anlamsızlaşır bizlerin ona verdiği kıymet. Her ne olursa olsun değerini de değersizliğini de anlama yükleyen bizler oluyoruz. Normalde bu akşam hep erteledikleri bir türlü konuşmaya fırsat bulamadıkları konuları konuşacaklar idi. Ama konu bir anda farklı bir mecraya kaymış, altmış yıllık hayat arkadaşı farkına varmadan ya da olanca farkındalığıyla -ki

36


Yaşlandıkça anılara daha fazla sarılır olmuşlardı, yıllardan yaş alıp ömür terkilerine hak vaki oluncaya kadar zaman dolduran bu ihtiyarlar. Çünkü anılar biz insanoğlunun umutlarının çiçekleriydi. Ha bire o çiçeği sulamak isterlerdi, ömür nimetinin bu coğrafyasına demir atmış fanileri. Ha bire diri dursun ister, tıpkı bir çiçeğin serpilmesi için gerekli ilaçları vererek büyütmek gibi… sanki böyle yapınca anılar dirilip de adeta “bakın ben anı değilim, şu an yaşanılan hali hazırım.” diyecek. Hep taze ve her an hortlayacakmışçasına da diriydi. Öyle ya da böyle uzak diyarların sürgün atlılarını bu yaşanmışlıklar ayakta tutuyordu. Onlar kimseye bel bağlamaz kimsenin umuduna tenezzül etmezlerdi. Görünüşe bakılırsa tenezzül ettikleri tek şey anıları ve umutlarıydı. Kim bilir… belki onlar da kedilerini bu şekilde iyi hissediyorlardı. Onlar böyle kâh konuşup kâh düşünedursunlar yatsının vakti gireli epey olmuştu. Anılara bezenmiş yaşlı ve yorgun bedenleri usulca kalkıp abdest almaya yöneldi. İkisinin de kemiklerinden ses geldi kalkarlarken. Yaşlılık birden bastıran lapa lapa kar gibi çöküvermişti onlara da. Yatsıdan sonra uyudular.

kapısını, penceresini açıp eve huzur içirirler. Bir kış yanlarına ziyarete gelen akrabaları kışın soğuğunda neden böyle yaptıklarını sorunca “sabahları melaikeler Allah’ın izniyle rızık dağıtmaya çıkarlar. Eğer ev sahibi kapısını bacasını açıp eve sabahın nurunun girmesine izin vermez ise o ev; rızıktan, günün bereketinden binasip olur.” Cevabını vermişlerdi. Bu durumu tam olarak bir mantık çerçevesine yerleştiremese de önemli olanın niyet olduğunu düşünmüştü meraklı misafirleri. Evet önemli olan da zaten niyet değil miydi? Başta bir mana veremese de misafirleri, marifet, niyetlere mana giydirmek, umutları hakikate büründürmekti aslında. İşte o zaman taşlar yerine oturacaktı. Önemli olanın kıssa imbiğinden düşen hissenin sindirme olduğunun farkına varacaktı. İhtiyar çiftin, ihtiyarlık libası bedenlerine yerleştiğinden beri her şeydeki farkındalıkları daha çok artmıştı. Gençlikte günler hızlı seneler yavaş; kocalıkta günler yavaş seneler hızlı geçiyordu. “Duvarları çatlak Tavanı dökülmeye hazır, Temelinde bitlerin, karıncaların ince bacaklı böceklerin

Ses Dergisi

ikinci seçenek kuvvetle muhtemel- ona bunlardan bahsetmeyi uygun görmüş olacaktı. Yaşlandıkça böyle konuları daha çok konuşur olmuşlar, eski neşeli konular yerini felsefi anlamlı ağır başlı konulara devretmişti. Seksene merdiven dayamış Enise Hanım bazı bazı konuşmaya eşlik etse de çoğu kez aktif dinleyici durumunda kalmayı tercih eder bazen de “ne gereği var da bunları anlatıp can sıkıyor acaba? ” diye içinden geçirdiği de olmuyor değildi hani. O da kendini böyle avutup gün dolduruyordu işte, n’apsındı? Besbelli yalnızlık onun da canını sıkıyor, sıktıkça da çenesine vuruyordu Asım Bey’in. Böyle böyle birbirlerine can yongası oluveriyorlardı, çocuklar yuvadan uçtuklarından beri.

Sayı 16

Kültür-Sanat-Edebiyat

OCAK / 2021

gezindiği İhtiyar evlerde Zamanı çekip üstümüze Örtüyoruz kirli ve açık yerlerimizi. Bir şey mi var sandık diplerinde saklanan, merdiven altlarında unutulan? Ahır köşelerine atılmış paslı çivilerine asılmış duvarların Nedir bizi bağlayan bütün bunlara ve geçen zamana? Siz oturdunuz mu hiç kıldan ince uçurumlarda? Biz yatıyoruz her gün beli bükülmüş duvar diplerinde. Uykumuz ürkek ceylanlara benziyor Bazen yorgun taylara…” Bilinen alemin bir garip yolcusuydu şu beşer. Uzak diyarların sürgün azatlıları idi. Hatta bazen eski bir sandıktan çıkmışçasına öylesine naftalin kokulu öylesine antika ve kıymetli azatlılar idi. *Adil Erdem BAYEZIT

Sabahın çok erken saatlerinde uyanıp günün bereketini yakalamak karı-kocanın en güzel ve en eski adetlerindendi. Güneşin doğmasına iki saat kala uyanırlar bahçedeki çeşmelerinin buz gibi suyundan abdest alıp gelip üst katın balkonunun

37


Sayı 16

OCAK / 2021

BİTMEYEN AÇLIK DİLEK KARA

S Ses Dergisi

Yedikçe açlığı azalacağı yerde daha da artıyordu. Hala eksik bir şeyler vardı asla yerine koyamayacağı. Neden karnı doyduğu halde bu kadar aç hissediyordu kendini? Aslına bakarsanız bu sorunun cevabını pekala biliyordu. Cevabını hiçbir zaman bilemeyeceği asıl soru ise; dolan midesine oranla her geçen gün artan açlığının ne zaman biteceğiydi…

Kültür-Sanat-Edebiyat 38

abahları asla erken uyanamazdı. Göz kapaklarının üstüne kamp kuran şişman teyzeler her gece fenerleri geç söndürdüğü içindi hep. Yoksa köy yerinde hele de bir kız çocuğunun saat dokuzlara kadar uyuduğu nerede görülmüştü? Annesinin her sabah onu uyandırmak için gösterdiği insanüstü çaba takdire şayandı doğrusu. Asla pes etmezdi kadıncağız, hiçbir faydasının olmayacağını bildiği halde. Annesinin uyandırma operasyonu başarısızlıkla sonuçlanınca takviye ekip devreye girerdi. Önce o tok ve sert sesiyle bir iki seslenir sonra da kızını kollarından tuttuğu gibi yataktan yere indirirdi, bir çuval gibi. Babasının bu en sevimli kızgın hali onun için ‘’uykuya devam’’ emri gibiydi. Halıda uyumak tabi ki yatağında uyumaya benzemezdi ama sonuçta sabah uykusu bu, öyle kolay ayrılamıyordu onun sıcak ve yumuşak kollarından. Ta ki kurulan kahvaltı sofrasından gelen çay kaşığının ince belli bardakla söylediği şarkıyı duyana kadar… Ah o ses yok mu o ses, bütün hücrelerine kadar işler, göz kapaklarında miskin miskin uyuyan şişman teyzelere bile halay çektirirdi. Tüm çalar saatlerin kulak tırmalayıcı sesine mukabil müziğin en güzel notalarının bir araya gelerek oluşturduğu kusursuz bir ahenkti… Ona göre kahvaltı sofralarını bu kadar lezzetli yapan işte bu sesti. Çay kaşığının davetkar sesini duyduğu o anda, yattığı yerden bir anda banyoya fırlar, yüzünü buz gibi bir suyla yıkar ve balkona kurulmuş kahvaltı sofrasına otururdu hemen. Yazın ortasında bile sabahın bu saatlerinde yanaklarına ‘’günaydın’’ öpücüğü konduran serin bir hava olurdu hep. İnce belli bardağına dökülen çayın dumanını seyreder, içine bir buçuk kaşık şeker ekler ve başlardı karıştırmaya. Ruhunu bu nağmeyle doyurduktan sonra bardağı dudağına yaklaştırır ilk yudumun boğazından ince ince akışını, geçtiği yerlere götürdüğü yaz sıcağını duyumsar, sabahın serinliğini unuturdu böylece. Kahvaltının baş köşesi her zaman tere yağı ve çökelek


çiftine ayrılırdı. Sakın ha tere yağını öyle sütten yapılanlarla karıştırmayın! Annesi, çeyizinden kalma yayık makinesine iki koca tencere yoğurdu ve evlerinin aşağısındaki çeşmeden getirdiği buz gibi suyu ekler ve başlardı makineyi çalıştırmaya. Makinenin içindeki keskin bıçaklar döndükçe bir taraftan yağı yoğurttan ayırır diğer taraftan da onu sabah uykusunun sıcacık kollarından… Koca göbekli ve yaygaracı bu yayık, iki koca tencere yoğurttan ancak yarım kilo kadar yağ verirdi onlara. On litre ayranı da promosyon olarak vermese kimse kurtaramazdı yayığı onun elinden. Çökeleğin yapımı bu kadar zahmetli değildi Allah’tan. Bir tencere kaynar süte az miktar yoğurt ekleyince hızlı bir ayrışma gerçekleşir, üst kısımda topaklanma olur ve annesi de onu temiz bir tülbentten geçirip bir güzel tuzlardı. Ama ona asıl tadını veren sadece o yöreye has bir tür baharattı. Demem o ki; kavurmalı yumurta, her sabah açılan bazlama, anne yapımı köy peyniri, bazlamaya sürülen kayısı reçeli, taptaze ev yapımı yoğurdun bir parmak kalınlığındaki kaymağı, tarladan yeni toplanmış mis kokulu salatalık ancak bu ikiliyle anlam kazanır ve o zaman sofra, gerçek bir kahvaltı sofrası olurdu.

Sayı 16 çeşitli ve farklı bir masa sunardı ailesine ancak bu kadar özenmesine rağmen hiç de lezzetli değildi yedikleri. Oysa ki marketten en kaliteli tere yağını ve en iyi Türk marka çökeleği de bulmuş, onları yine baş köşeye oturtmuştu. Yedikçe açlığı azalacağı yerde daha da artıyordu. Hala eksik bir şeyler vardı asla yerine koyamayacağı. Neden karnı doyduğu halde bu kadar aç hissediyordu kendini? Aslına bakarsanız bu sorunun cevabını pekala biliyordu. Cevabını hiçbir zaman bilemeyeceği asıl soru ise; dolan midesine oranla her geçen gün artan açlığının ne zaman biteceğiydi…

Kültür-Sanat-Edebiyat

OCAK / 2021

Ses Dergisi

Özlemin içini kavurduğu bu son günlerde yangınını dindirmek için ne de sık gider oldu köydeki evine. Yeni hayatına başladığı bu yerlerde de sabahın serinliği yüzüne çarpıyordu ama bir bıçak keskinliğinde. Hala sabah uykularını çok seviyordu ve bu sefer o şişman teyzeleri anne veya babası değil, iki küçük yavrusu kaldırmaya çalışıyordu göz kapaklarının üzerinden. Her iki kolundan tutan yavrucuklar bu kez onu bir çuval gibi yere indiremiyordu. Arada bir hinlik yapıp su dökmeye çalışırlardı ama bu hamle, inatçı uykuyu kovmalarına değil daha da yerleşmesine sebep olurdu. Bazen kocası uyandırmaya çalışırdı asla babasına benzemeyen sesiyle. Mutfakta kahvaltı hazırlayan annesi de yanında değildi artık. Hele çay bardağının kaşıkla yaptığı sabah şarkısı… Çoktan unutmuştu. Çünkü o da çayı şekersiz içenler kervanına katılıp sınıf atlamış ve kaşıkla bardağa ayrılık acısı yaşatmıştı yıllar önce. Buraya geldiğinden beri ince belli bardağın yerini alan kupalar, çaya sondan bir önceki darbeyi indirdi. Dökme çay yerine kullanılan sallama çaylarsa son darbeydi. Her sabah bir zamanlar annesinin yaptığı gibi mutfağa giriyor, çocuklarına güzel bir kahvaltı hazırlıyordu. Taze sıkılmış portakal suyundan, bol kaşarlı ve sucuklu tostlara, marketten alınan en organik yumurtadan en kaliteli markanın beyaz peynirine, tahininden pekmezine, hazır yufkadan yapılmış patatesli böreğe… Ne isteseniz vardı masada. Birbirine benzer kahvaltılıkları üst üste en fazla iki kez görürdünüz. Her seferinde bol

39


OCAK / 2021

Sayı 16

SÜNDÜZ APARTMANI’NDA VİRÜS TUBA SİNA

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ölüm! Yakın bir zamanda aile içinde ölüm, hastalıklar olacak. Bu kelimeler hayretle, kekeleyerek dökülmüştü Rukiye’nin ağzından. Hipnoz olmuş gibi telvede gördüğü dev kazanları, harlı ateşleri bir bir anlattı bana. Donup kaldım.

1. Bölüm

P

azar sabahı, ezan vakti. Kalın perdeyi hafifçe araladım. Şimdi de, haftanın beş gününde korna seslerinden uyuyamadığım caddeyi seyrediyorum. Çevre yolunun üzerine aralıklı düşen sokak lambalarının parıltısından başka görebileceğim ışık yok. İyi ki sokaktaki köpeklerin, kedilerin bağrışmaları var. Yoksa bu saatte içimin kıyametini bastıracak sesleri nereden bulabilirdim ki? Ah şu ilaçlar! Yurt dışından geliyor olmaları beni bu saatte

40

pencere önlerine itti. İlaçlarım bitti. Yenisini sipariş ettim ama kargolarda şu sıralar sıkıntı varmış. Birkaç gün daha beklememiz gerekiyormuş. O süre zarfında bende patlak veren her şey normalmiş: Uykusuzluk, iştahsızlık, sinir bozukluğu, vs. Ama ben normal değilim. Yaşadıklarım hiç normal değil. Normal geçen günlerime en yakından tanıklık eden Rukiye ile geçen yıla kadar aynı apartmanda, Sündüz Apartmanı’nda oturuyordum. Beş yüz elli bin liraya iki otobüs durağı ilerisinden yeni bir daire almıştık. Haliyle, Rukiye ile aramıza mesafeler girmişti. Ama arayı açmıyorduk. Haftanın bir günü ya o bende, ya da ben ondaydım. Bir araya geldiğimizde, dedikodu kazanlarını odun ateşinde kaynattıkça kaynatırdık. Laf eski komşulardan açıldı mı şeytan dilimize bal sürüyordu. Hatırlıyorum da son buluşmamızda Rukiye’deydim ve aldığım haberler bir biri ardına şöyleydi: Yıldız Abla’nın kaportacıya kaçan kızı, kocasıyla birlikte bayramda el öpmeye gelmiş, ama Yıldız Ablalar kızlarını eve kabul etmemişler.


OCAK / 2021

Kapıcı Hüseyin’in karısı, Ayşe Teyze’nin evini paspaslarken ayağı kaymış, düşmüş. Ayşe Teyze temizliğin geri kalanını yapmadı diye kadının gündeliğini kesmiş. Apartmanda, Kapıcı Hüseyin’in de dahil olduğu saç saça, baş başa kavga çıkmış... Bu dedikoduların her birisinde ya kahkaha atıyor, ya “Vay canına!” deyip yorum üstüne yorum geliştiriyorduk. Yanında kısır, poğaça ve pandispanyalı pasta ile birlikte, Allah bilir kaç demlik çay bitirmiştik. Tabi o gün sadece kikirdemelerle günü bitirmemiştik. Sonrasında lafı döndürüp dolaştırıp yine Nesrin’e getirdik. Peşi sıra ikimiz de boğucu bir atmosferin içine düştük. Benim sesim titriyordu, Rukiye’nin ise telefonun tuşlarına dokunan parmakları. Bunca kasvetin sebebi, geçtiğimiz hafta Sündüz Apartmanı’ndan bir cenaze aracının kalkmasıydı. Geride dört yaşındaki yetimin, ona bakan yaşlı bir anneannenin ve bir de tutuklu annenin var olduğunu bilmekti. Evet, vefat eden Nesrin’in kocasıydı. Pazartesi günü, vefat haberi duyulur duyulmaz, Nesrin’i cezaevinden alıp apartmanın önüne getirmişler. O gün apartmanın önü cezaevi ve cenaze aracı ile kapanmış. Bütün komşular merakla balkonlara doluşmuş. Rukiye ve neredeyse apartmandaki herkes, tabutun cenaze aracına konuluş anını balkonlardan kameraya çekmişler. Hiç birisi inmemiş aşağı. “Ne olur ne olmaz bu adam zaten koronadan öldü, bi de evdekilere bulaştırmıştır falan. Ha bir de Nesrinler’in yanına zaten yaklaşmamak gerekir(!)” diye konuşup durmuşlar kendi aralarında. Ama çektikleri videoları apartmanın Whatsapp grubunda ard arda paylaşmayı da ihmal etmemişler. Rukiye de bana dakikalarca telefonundan, bu tabutun videolarını izletti. Rukiye: -Bak bu da Güler’in çektiği... Şu da Vildan’ın ki” diyerek hepsini bir bir gösterdi. Videolarda tabuttan ziyade, en çok Nesrin’in hallerini izledim. Jandarmaların arasında petrol mavisi eşarbıyla varlık yokluk mücadelesi veriyordu. Nereden baksan yirmi kilo vermiş, iğne ipliğe dönmüştü garibim. Bileklerindeki kelepçeyle tabutun

- Taziyeye giden olmuş mudur?

-Sence? Dört yıldır kim gitti sanki evlerine?

Küçük bir sessizlik olmuştu. Rukiye’nin omuzları düştü. Gücendiğinde ya da hayal kırıklıklarında yaptığı dudak mimikleriyle sözlerine devam etti: -Ama Döndü Teyze bu aralar bayağı bir beklenti içinde. Birilerini beklediğine eminim. Bu hafta birkaç defa dış kapıyı açıp eşiğe çömeldi. Kapı dürbününden izledim. Baygın baygın merdivenlere bakıyordu. Üç gün önce yine eşikte beklediği vakitler, açık kapının gerisinden Elif’in bağırma seslerini duyduk. Suat da beş karış suratla daha yenice kapıdan içeri girmişti. Biliyosun ya, Suat’ın seninkiyle birlikte haftalık halı saha maçları var. Bu hafta moralleri sıfırdı, yenilmişler. Suat avanaklığından kalesine atılan dört topu kurtaramamış. Bir de eve gelip çocuk ciyaklaması duyunca “Ben apartman yöneticisiyim lan! ” diye bağırıp çağırdı Döndü Teyze’ye. Döndü Teyze “Daha üç günlük yetim, kıymayın bu yavruya,” falan dedi. Valla üzüldüm Necla. Ne diyeyim ben sana? Hiçbir şey demesine gerek yoktu. Zaten Nesrin’i çağrıştıran her hikaye vicdanımın paslanmış yerlerine yeterince Porçöz döküyordu. Vicdanım azıcık parıldasa ben eriyip tükeniyordum. Ama gel de Cengiz’in, Suat’ın vicdanlarına laf anlat. Ağlamaklı oldum. Rukiye’ye göz ucuyla baktım. Halinden anlattıklarına pişman olmuşluk sezmiştim. Elbette ki kim olsa misafirini üzmek istemezdi. -Ay Necla ağlamaya mı geldik? Hiç sormuyosun bizim kahveleri. Yapayım da bi içelim karşılıklı. Sonra da neyse halim, çıksın falim. Son cümlesini söylerken gözlerini kırpıştırdı. Ardından göz açıp kapayıncaya kadar kahveleri yapıp getirdi.

2. Bölüm –

Ölüm! Yakın bir zamanda aile içinde ölüm,

41

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sinem’in oğlu deneme sınavlarında Kübra’nın oğlunu hep geçiyormuş. Kübra hırsından hap içmeye başlamış. Beş vakit namazının arkasından Allah’a her gün yalvarıyormuş: “Sinem’in oğlu üniversite sınavında kaydırma yapsın.” diye.

üzerine kapanışını, kadın askerin onu oradan çekmeye çalışmasını izledim. Döndü Teyze’nin kucağındaki Elif’e baktım. Nesrin’in Elif’i kucaklamaya çalışırkenki kısmına gelince ise, artık yüreğim dayanmıyordu. Aklıma, bu konudaki tüm sevimsizliğiyle Cengiz düşmüştü. Rukiye’nin aklına da Suat’ın düştüğüne emindim. Konuyu değiştirsem iyi olacaktı ama şunu da sormazsam içim rahat etmeyecekti:

Ses Dergisi

En alt kattaki Sivaslı karı-kocanın evine, Esra Erol ekibi hâlâ gelip gidiyormuş. Onlar o programa katılalı altı ay olmuştu. Çocukların DNA testi sonuçlandıktan sonra adam iyice kafayı oynatmış. “Ben inanmıyorum bu teste. Bu çocuklar benden değil” diyormuş.

Sayı 16


Sayı 16

OCAK / 2021 hastalıklar olacak. Bu kelimeler hayretle, kekeleyerek dökülmüştü Rukiye’nin ağzından. Hipnoz olmuş gibi telvede gördüğü dev kazanları, harlı ateşleri bir bir anlattı bana. Donup kaldım. -“Nasıl olur bu? Allah Allah! Nerden çıktı bu kız?” diye sorunca Rukiye anca uyanıp toparlandı. Tedirgin, sapsarı olmuş yüzüme baktı. Dudaklarını ısırdı. Bu kadar çok ürkütücü, asab bozucu kehanetlerle misafirinin canını nasıl sıkabildiğine inanamıyordu. Yüz ifadesi bir kez daha pişmanlıkla doldu. Az önceki sözlerini örtbas edebilmek adına, ağzında bir şeyler geveledi:

Ses Dergisi

-Ay Necla! Bu fala inanılır mı Allah aşkına? Bir gün tutar, bir gün tutmaz. Hem zaten gözlerim şu aralar iyi görmüyo. Benim gözlüğün numarasının değişmesi lazımdı. Fincanda daha iyi şeyler varmıştır da ben görmemişimdir. Sen boş ver şimdi bu fal işini.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Böyle diyordu da ağzından çıkanlara kendisi de inanmıyordu. Baltayı taşa vurduğu için, içinden kendisine küfürler ettiğine emindim. Daha fazla oturmadım. Çantamı omzuma alıp dışarı çıktım. O kadar kasvet yüklenmiştim ki, o çok beğendiğim pandispanyalı pasta tarifini yazan kağıdı dahi almayı unutmuşum. Apartman kapısında gözüm Elif’le Döndü Teyze’ye takıldı. Kadıncağız eğilmiş, kızın bisikletini dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Yardım etmek istedim. Seve seve kabul etti. Beklemiyordu bu iyiliği, biliyorum. Nesrin’i sordum. Önce kollarını üzerindeki kırçıllaşmış montta kavuşturdu. Sonra da kaşları inip kalktı, gözlerini Elif’ten yana oynattı. Tahmin ettiğim gibi, hemen ardından işaret parmağıyla dudağında “Sus!” işaretini gösterdi. Çocuğun yanında tutuklu annesi sorulur muydu? Benimki de patavatsızlıktı işte. Çıkarıp cebimden para versem mi vermesem mi bilemedim, ama sonra “Cengiz’in kulağına falan gider,” dedim. Para meselesinden hemen oracıkta vazgeçtim. Sündüz Apartmanı’nın kapısından ayrıldıktan bir saat sonra eve gelmiştim. Akşam yemekten sonra çocuklar odalarına çekildi. Ders başındalar mı yoksa telefonun başındalar mı hiç bilmiyordum. Cengiz internette LCD ekran televizyon kampanyalarını inceliyordu. Ben de mutfak bulaşığına daha elimi sürmeden, “Yemek takımlarında kampanya fırsatları ne zaman?” diye Google’da habire bir şeyler arattırıp duruyordum. Sonra bir de baktım, kabir videolarına gelmişim. İki milyon kez görüntülenen sekiz dakikalık

42

videoyu izledim. Tansiyonum fırlamıştı. Videodaki adam Nesrin’in rahmetli kocasına ne kadar da çok benziyordu. “Cengiz görmesin, ” dedim içimden. Çünkü ağzından köpükler çıkara çıkara, saçıp savuracağı şeyleri iyi biliyordum. Görse kesin şunu derdi:

-Tevfik domuzunun tıpa tıpı işte!

Yemekte zaten yeterince esip gürlemişti.

-Tevfik için sosyal medyada ayaklandılar. Ne oldu sonra? Elinin körü. Tahliye ettiler herifi. Adam iki ay geçmedi. Koronadan geberdi. Bana bak Necla, ne diye gittin sen şimdi eski mahalleye? Ne malum sana da virüs bulaştırmadıkları. Ya hepimiz toptan korona olduysak? Bu sözlerin hiçbirine cevap yetiştiremedim. Yine huysuzluğu üstündeydi. Her cümlesinde yumruklarını daha şiddetli sıkıyordu. Çocukların yanında duymadığım hakaret kalmamıştı. Korona meselesi olunca ister istemez çocuklar da babalarını haklı gördüler: -Anne nasıl olur da koronalı apartmana gidersin? dediler. Suçluluk duygusuyla mutfağa koşup bir sigara yaktım. Yediğim tokat gibi sözlerin dumanı için mutfağın bütün pencerelerini açtım. Haliyle biraz üşüdüm. Peki kalbim kaç santigrat dereceye düşmüştü? Hiç bilmiyordum. Nabzım pandemi yasaklarındaki İstanbul sokakları gibiydi, tık yoktu. Kahve falından beri kalbime gelenler, Cengiz’in dilinden dökülenlerdi: de!

–Korona oldun sen korona. Bizi de yaktın, kendini

Bu sözler, beni gece yatağıma götürmedi. Çocukların üzerini örtmeye gitmiştim. Alışkanlık ya, gayri ihtiyari kafamı onların yanaklarına doğru azıcık eğmiştim ki, vazgeçtim. Bu geceden tezi yok, öpüşmelere yasak getirmeliydim. O gece ve diğer geceler hep salondaki kanepede uyumuştum. Ertesi sabah altı civarında, Rukiye’nin ard arda attığı mesaj sesleriyle uyandım. Gece ikide attığım mesajların karşılığını anca gönderiyordu akıllı. “Ay Necla hakikaten niye düşünmedik? Faldaki bu cenaze koronayı mı gösteriyo yoksa kız? Ay bak şimdi elim ayağım dolaştı.... Görüşürüz yine.... Bir şey olursa ara... ” Bir şey olmadı. Bir hafta, iki hafta, üç hafta... Telaşımızla, gerginliğimizle, karantinamızla, negatif test sonucumuzla pandemi virüsünü fihristimizden silmiştik. Burada duralım. Silinen sadece pandemi. Virüsün kendisiyle tanışıklığım henüz yeni başlayacaktı.

3. Bölüm


OCAK / 2021

Biz sırada beklerken; üç dört jandarma, bir infaz koruma memuru arasında tanıdık bir eşarp gözüme çarpmıştı: Nesrin’in eşarbı. Aylar sonra onu tekrar görünce ister istemez heyecanlandım. Üstüne başına baktım. Kıyafetlerinin rengi tıpkı yüzünün rengi gibi soluktu. Cenaze videosundan daha da zayıf görünüyordu şimdi. Yanındakilerle birlikte koridorun en başından bize doğru adım adım geldi. Aramızda nereden baksan yirmi metre mesafe kalmıştı ki, soldaki Dahiliye Polikliniği’ne geçtiler. İçimden “Umarım Cengiz Nesrin’i fark etmemiştir,” dedim ama geç kaldım. Cengiz çoktan Nesrin’i görmüş bile. Vakit kaybetmeden, ağzında laf değirmenini döndürmeye başladı: -Necla, yatıp kalkıp dua et şu kadına. Bu kadın ve kocası olmasaydı şimdi ben dördüncü derece emniyet müdürü olabilir miydim? Suratına ters ters baktım. Dirseğimden, deminkilerden daha şiddetli bir dürtük geldi: -Valla doğru Cengiz. Suat’la ikiniz kafa kafaya verip hem onu hem kocasını ihbar ettiniz; sadece onu değil, konu komşu kim varsa. Aslında bu performansınızla size birinci derece müdürlük vermeleri gerekiyor. Peki bu ihbar işlerinizden sonra ne oldu? Herkesle kötü olduk. Eski mahalledekiler size korkularından, Nesringil’e de yardımcı olmadılar. Geride Nesrin’in annesiyle bir tane çocuk kaldı. Ne yer, ne içerler bildiğimiz yok. Hallerini desen hiç sorduğun yok. Devam et sen. Burda beklerken de boş durma. Bu hastane koridorundan şöyle on kişiyi daha

Her zamanki gibi gerisi gelmeyen sözlerimi söylemiştim. Cengiz avını dişler gibi atıldı: -Kes sesini! Yoksa seni de yazarım listeye. Allah senin belanı...

-Necla Ateş burda mı?

Neyse ki hemşirenin seslenmesiyle ayağa kalktık. Cengiz’in kalp atışımı fazlasıyla arttıran ses tonu bir anda kesildi. Çantamdan alelacele nüfus cüzdanımı çıkarıp hemşire hanıma uzattım. Tahlil sonuçlarında nihayet sıra bana gelmişti. Ancak doktorun odasına girdikten sonraki dakikalarımı nasıl anlatabilirim, bilemiyorum?

4. Bölüm Doktorun masasındaki isimliği hiç unutamıyorum. Orada altın renklerinde ‘Dr. Hasan Sönmez’ yazıyordu. Dr. Hasan Sönmez’in anlattıkları birazdan ömrümün geride kalan tüm elektrik lambalarını söndürüp geçecekti. Kırmızı deri koltukların olduğu muayenehanede yirmi dakika kadar oturduk. Doktor sordu, ben cevapladım. Sonra teşhis ettiği hastalığı söyledi. Doktorun söylediğini duyar duymaz tırnaklarımla deri koltuğa zarar verdiğimi hatırlıyorum. Anlamaya çalışıyordum:

-Nasıl yani? Mümkün mü böyle bir şey, dedim.

-Mümkün, dedi.

Adamcağız utana sıkıla virüsün bulaşma yollarını sıraladı. Sözleri ilerledikçe ben ve Cengiz’deki vücut dilini daha detaylı izliyordu. Benim Cengiz’i parça parça eden gözlerimi, Cengiz’in aynı bir sığır gibi burun deliklerini büyütüp küçültmesini seyretti. Son sözlerini mesleğinin verdiği tecrübelerle toparladı ve odadan çıktık. Doktor ardımızdan kimbilir neler düşünmüştü? Peki ya yanı başındaki hemşirenin aklından geçenler neydi acaba? Kapıdan çıktıktan sonra önce çığlık atmak istedim. Ama hayır, rezalet çıkartmamaya and içmiştim, sustum. Aslında o esnada, değil hastaneyi, tüm şehri ateşe verecek nükleer bombaydım. Cengiz’le birlikte, beş dakika içinde koridordan hastanenin çıkış kapısına doğru ilerledik. Pimimi evde mi, yoksa yol kenarında bir yerde mi çekeyim diye düşünüyordum. Cengiz geçerken sağ tarafımızda bir

43

Kültür-Sanat-Edebiyat

-“Sabırlı ol Necla. Bir daha ki sefere yanında Cengiz’i getirmezsin olur biter,” diye telkinde bulunuyordum.

listene koy. Bakarsın bir gün içişleri bakanı olu...

Ses Dergisi

Üniversite hastanesinden beş ay sonrasına anca sıra bulabilmiştik. Ciğerlerimin adam gibi kontrol edilmesi gerekiyordu. Geceleri yan odadaki çocuklar bile öksürüğümden rahatsız oluyorlardı. Cengiz’in “Rahatsız oluyorum,” deyişlerini zaten hesaba katmıyordum. “Yanı başımdaki horultusuna bunca yıl ben katlanmıştım. Biraz da o benim öksürüğüme katlansın,” diyordum. ‘Katlanmak’ sözcüğüne gelmişken; düşünüyorum da o vakitler bu sözcük sırf benim benim için tasarlanmıştı sanki. Öksürmekten kendimi alamıyordum ama asıl büyük imtihanım, her seferinde hastaneye benimle birlikte gelen Cengiz’in çıkardığı rezaletlerdi. Hastane kuyruğunda her şeyi yıkıp indiriyordu. O gün de aynı şeyleri yaptı. Kuyrukta gözünün tutmadığı herkese, gömleğinin ön cebinden çıkarttığı polis kimliğini, bir de ceketinin altındaki beylik tabancasını gösterdi. Hastabakıcılar, hemşireler illallah etmişti resmen. O kadar öksürüğümün arasında dürtüklemeye çalışıyordum da nafile. Kendi kendime:

Sayı 16


Sayı 16

OCAK / 2021 tuvalet görmüş. Elini yüzünü yıkayacağını söyledi. “İyi tamam. ”, dedim. Beklerken elime telefonu aldım. Tam Whatsapp mesajlarını görüntüleme derdine düşmüştüm ki, bir silah sesi geldi. Hastane bir anda karıştı. Yanımdakiler bana baktılar, ben onlara baktım. İleriden güvenlikçilerin bağırışları duyuluyordu. Birkaç adam tuvaleti işaret etti.

–Abim, silah sesi burdan geldi! Çabuk olun.

Üst kattan, alt kattan, yan taraflardan, her taraftan kafalar eğildi, kalktı. Herkes kafasını bizim kata benim bulunduğum tarafa doğru döndürüyordu. Cep telefonlarının kameraları çoktan açılmıştı. -Anlaşıldı, dedim. Akşama SHOW Haber’in konuğuyum.

Ses Dergisi

Şov gibi hayat işte. Nereden nereye. Cengiz’i iyi kötü öbür tarafa yolcu etmiştik. Cenaze namazını beş on kadar insan kılmış. Ben ancak bir ay sonra -klinik sonrasıcenaze videolarını izleyebildim. Rukiye telefonuma cenazeden iki üç hafta sonra mesaj çekmiş:

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ay Neclacım çok geçmiş olsun kardeşim. İnan, o kadar çok üzüldüm ki. Sorma bizim de başımıza gelenleri. Sizin bu mesele duyulunca Suat’ı da bir telaş aldı. Aldı beni, götürdü hastaneye. Hem kendine hem bana test yaptırmaya. “Ne yapmaya çalışıyorsun? ” diye iyice sıkıştırınca ağzındaki baklayı çıkarmak zorunda kaldı. Meğerse bunların halı saha maçı hikayeymiş be kardeşim. Bizi iyi uyutmuş bu şerefsizler. Rus, Moldovalı, Özbek, Kırgız... Tanımadıkları kadın kalmamış. Bunları duydum ya, durur muyum artık o evde? Çoluğu çocuğu toplayıp, annemin evine taşındım. Boşanma işlemlerini de başlattım. Çok iyi bir avukat varmış, onunla anlaştım. Neyse geçelim şimdi bunları. Ah be Necla’m ya! Bizde çok şükür AIDS virüsüne rastlanmadı da sana çok üzüldüm. Yok mudur ki bir hâl çaresi.. Doktor ne diyor? Nasıl bir tedavin olacak? Bir şey olursa, ara beni olur mu? Aramadım. Konuşmaya gücüm yoktu. Onun yerine parmaklarımın kikirdemesi, merakı , ricası gezindi harflerin üzerinde: Kız Rukiye! Ölmedim de, ölmeye alıştırıyorum kendimi. Sana da geçmiş olsun. Artık görüntülü arama yaparak fal bakarız biz de. Rukiyem, bu dünyadan ayrılmadan senden üç tane ricam var. Kabul eder misin kardeşim? Birincisi; avukatınla Nesrin konusunda görüşür müsün? Nesrinler’in davalarıyla ilgileniyor muymuş, bir sorsana. “Bu kadının muhakkak hapisten çıkması gerekiyor,” de. Para kısmını hiç düşünmesin. 44

Ne kadar istiyorsa ben karşılıycam. İkincisi; eski evine uğramazsın biliyorum bilmesine de, en azından n’olur Döndü Teyze’lerden habersiz bırakma beni. Bir ihtiyaçları var mı yok mu bilelim. Üçüncüsüne gelince... Pandispanyalı pastanın tarifini hâlâ yollamadın bana. Ağzım sulandı bak. Bekliyorum ha, ona göre... Canım sıkıldı mı bu mesajları okuyorum. Zaten konuşamıyordum, şimdi yazmaya da gücüm kalmadı. Yarım saat geçti. Ben aralık perdeden dışarıyı seyretmeye devam ediyorum. Sokağın lambaları ise hâlâ sönmedi. Apartmanlara bakıyorum da yanıp sönen koridor ışıkları haricinde hâlâ karanlıktalar. Muhtemelen Sündüz Apartmanı da öyledir. Bu virüsten sonra aydınlanır mı ki acaba? Belki Nesrin gelir, kimbilir?


OCAK / 2021

Sayı 16

BİR ÇAY İKİ ŞEKER YASEMİN BOZKURT

bir çay iki şeker biz eder Kültür-Sanat-Edebiyat

bir çay masada duruyor dumanı tüter üstünde denize karşı iki şeker atarız içine birde deniz havası biz eder Gemlik sahiline karşı. rüzgar eser inceden inceden hafif uçuşur saçlarım sen tutarsın belimden denize karşı Gemliğe bakarız

Ses Dergisi

bir çay iki şeker biz eder ey sevgili…

45


OCAK / 2021

Bırakmak AŞKIN

Öylece, kendini bırakabilir misin? Karın soğuğuna aldırmadan, yüzüne yüzüne yağanla dost olarak.. Öylece kendini bırakabilir misin? Hadi dene!

Ses Dergisi

Bu da mı, bunu da mı , bunu ben mi hakettim.. Deme!.... Olmaz yapamam,

Kültür-Sanat-Edebiyat

Affedemem, Vazgeçemem, Değişemem, Terkedemem, Alışamam, Başaramam, Dediğin anda... Sığın, sığın tüm soğuğa rağmen, İçindeki çocuğa, sıcağına... Bak nasıl da kendini bırakıyor.. Var oluyorsun..

46

Sayı 16


Sayı 16

Gölge Kültür-Sanat-Edebiyat

ELİF COŞKUN

Sokak lambası altında dalıyorum hayallere Yağmur çiseliyor bir yandan yüreğime Bakıyorum yere yansıyan gölgeme Anlamaya çalışıyorum ne ara geldik bu hale diye Annemin gölgesi yansıyor gölgemin gerisine Dönmeye korkuyorum kaybolacak diye

Ses Dergisi

OCAK / 2021

Sarılmaya çalışıyorum karşıya bakar halde Uzatıyorum elimi gölgesine ısınsın diye Sabaha kadar bekler miydim böyle Elim annemin gölgesinde Ah güzel kokusu gelse bir de Seve seve beklesem çeksem doyasıya içime Hayaldi biliyorum yağmurlu bir gecede Olacaktı gerçek vuslat bir gün elbette Sarılacaktım hayaline değil gerçek anneme Ah kokusunu hiç söylemeyeyim bile

47


Sayı 16

OCAK / 2021

YENİDEN VAROLUŞ MERYEM ŞENER

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Kadın gelip beni alıyor ve benim gibi artık işe yaramayan onlarca cam kırığının içine atıyor. Günler sonra birinin aklına geliyoruz. ilk gittiğim cam atölyesi gibi bir yere geliyoruz. Yeniden vücut bulmaya. Eritiliyorum yeniden ;ama bu defa o kadar da acıtmıyor. Sonunu bildiğim bir hikayeyi dinliyorum sanki. Sabırla ve biraz da ümitle bekliyorum. Acılar kimi zaman kendimden geçmeme sebep olsa da ölmek için yalvartacak boyuta gelmiyor. Yeniden ruh üfleniyor cılız bedenime ve yeniden bir aşka kapılmak için yelken açıyorum hayatın akılalmaz sularına...

48

G

öz kamaştıran, ruhu doyuran güzellikte bir okyanusun kıyısında var oldum. Gündüzleri güneşin tüm cömertliğine şahitlik ediyor, geceleri de dalgaların coşkulu dansında binlerce defa yıkanıyorum. Yükselen her dalgada daha fazla aranıyor ruhum. Bu ritüel hayatımın anlamı şimdilik . Kimimiz okyanustan biraz daha gerideyiz. Bu yüzden sadece okyanusun esintisini duyabiliyoruz ya da o eşsiz kokusunu alabiliyoruz . Daha şanslı olanlarımız ise üzerimizden geçen bir kaplumbağanın ayağına tutunup kendinizi okyanusun en derinliklerine bırakıyor. Dalgaların sakin olduğu gecelerde yıldızları seyrediyorum. Tıpkı bizler gibi milyonlarcasının varlığı, görkemli oluşları, muntazam dizilişleri, içime işleyen ışıltıları, bu kalabalığın içinde kapıldığım yalnızlık hissini az da olsa dindiriyor. Bazı günler insanlar geliyor yanımıza. Üzerimizde mutluluk çığlıkları atarak koşuyorlar, yerlerde yuvarlanıyorlar, bizi oradan oraya savuruyorlar coşkuyla. Küçük çocuklar bizi hayallerine katip kaleler inşa ediyorlar. Bambaşka bir şeye dönüşüyoruz bir süreliğine ama dalgaların kıskanç dokunuşları, bu serüvenin uzun sürmesine izin vermiyor ve yeniden kavuşuyoruz sevgiliye. Yine alışageldiğimiz normalleri yaşamak için başlıyorum güne; ama bugün sıradanlıktan çıkıyor hayatım ve bir insan beni söküp alıyor yasadigim bu yerden. Üzerimizde koşuşturan insanların savurmalarına benzemiyor bu. Beni bir kutuya koyuyor ve üstümü kapatıyor. Bu, içimde tarif edemediğim ama defalarca yasadigim bir hissi yaşatıyor bana. Kara bulutlar üzerimize kaplayıp yıldızlar ile aramıza girince, bird aha onları göremeyeceğimiz anlardaki gibi olsa keske. O devasa bulutlar her defasında beni korkutsalar da bir zaman sonra dagilacaklarini ve gok yüzüme tekrar kavuşacağını bilirdim her zaman. Ya değilse? Ya kaplumbağalarla birlikte okyanusun derinliklerine gidip bir daha dönmeyen arkadaşlarımın gidişi gibi bir gidişse bu? Ya o kara bulutlar


hep aramızda kalırsa? Fark ediyorum ki bu koparış diğerlerine hiç benzemiyor.

şahitliği ile anlatsam da... Bir kısmı çaresizliğinde o kadar boğuluyor ki beni duymuyorlar bile...

Herkesi, her şeyi geride bırakma hissi… Bununla nasıl başa çıkılır onu bile bilmiyorum. Yüreğim paramparça bir halde, ayrılıyorum yasamayı tek bildigim yerden. Bu uğursuz el olmasaydı şu an mutluluk dolu hayatıma devam edecektim . Yüreğim o kadar büyük acılarla dolu ki yok oluyorum sanki.

Bize şekil veren insan her ne kadar işini sabır ve itina ile yapsa da bazen camlar istediği şekli almıyor. Ve işleme tekrar baştan başlamak zorunda kalıyor. Yine eritiyor , yine acı veriyor. Acından ders almazsan sonsuza kadar o acıyı yaşamaya mahkumsun der gibi.. Sonra yardim eli uzanıyor. Tekrar üflüyor; tüm bunların sorumlusunun uyumsuz ve inançsız kum taneleri olduğunun farkında olmadan.

Ben karmakarışık hislerin içinde çaresizce çırpınıyorken çok uzun bir yolculuk çoktan başlamış oluyor. Bir süre sonra bana oldukça yabancı bir yere geliyoruz. Her taraf çok sıcak. Yoksa sahilime mi kavuştum? Ne büyük saadet.. Birden kendimi kumsalında hissediyorum. Zerrelerime kadar isiniyorum. Tipkı güneşimin beni o sıcacık kollarıyla sarıp sarmaladığı gibi ama o da ne? Bu sıcak benim güneşimin sıcağına hiç benzemiyor. Benim güneşim beni ısıtıyorken bu sıcak beni yakıyor, kavuruyor. Hem de beni ben olmaktan çıkaracak bir şekilde. Keşke ölsem diyorum. Bu kadar acı çok fazla, keşke ölsem diye çığlık atıyorum; beni işitmeyen kulaklara... Ama ölmek yerine eriyorum yavaş yavaş . Bu o kadar ağır geliyor ki ruhuma, kendimden geçiyorum. Bir süre sonra ılık bir esinti beni kendime getiriyor. Yoksa sevgili okyanusumun yosun kokan nefesi mi bu? Etrafımı hissetmeye çalışıyorum. Beni kendime getiren şeyin, beni buraya getiren insanın nefesi olduğunu fark ediyorum. Öyle bir üfleyişi var ki, çamura ruh üfler gibi... Şekillenmeye başlıyorum. Ölmemiştim; aksine olmuştum. Bittiğini sandığım, hatta umduğum hayat, başka bir ben hediye etmişti bana.. İhtişamlı bir güzellikle ikinci bir hayata merhaba demeye hazırlanıyorum farkında olmadan. İnsanın istediği şekli alınca özenle bir rafa yerleştiriliyorum, benim gibi onlarcasının arasına. Tam olarak neye donuştuğumu ve ne işe yaradığımı bilmediğim için etrafımdakilerden bir çıkarımda bulunmaya çalışıyorum. Karşı tarafta duranlar o kadar güzel görünüyorlar ki, gıpta ile bakıyorum onlara. Okyanusumun üzerinde gezinen dev gemilerin minik olanları var içlerinde. Hasret ve özlemle onlara bakıyor ve ümit ediyorum. Bir şey dikkatimi dağıtıyor. Daha aşağılarda başka başka kumsallardan getirilmiş yığınla kum taneleri görüyorum. Hepsi çığlık çığlığa, ne yapacağını bilmez haldeler. Sesimi duyurmak için var gücümle bağırıyorum. Başımdan geçenleri anlatmaya çalışıyorum . Bir süre sonra bana kulak vermeye başlıyorlar ;ama inanmıyorlar. Bir kumun nasıl olur da cama dönüşebildiğini anlamıyorlar, yanımdakilerin

Beni dinleyen kum tanelerinin yeni hayata başlamaları uzun sürmüyor. Tek bir ıkınma ile ana rahminden çıkıyorlar ve ilk nefeslerine çok hızlı ulaşıyorlar. Her biri benim gibi raftaki yerlerini alıyorlar. Atölyeye bir adam giriyor. Hepimize tek tek inceledikten sonra bende karar kalıyor. Beni sahilimden koparan kutuya benzer bir kutuya bırakılıyorum ama bu defa daha itina ile... Etrafımda olup biteni göremiyorum ama benimle birlikte başkalarının olduğunu da fark ediyorum. Fısıltılar duyuyorum, kime ait olduğunu bilmediğim. Uzun süren bu karanlıkta kalıyorum. Bir süre sonra hassas bir ruha sahip olduğunu sonradan öğreneceğim bir kadının ellerine bırakılıyorum. Beni boğan karanlığın içinden özenle çıkarılıyorum. Sahildeyken üzerimizde dolaşan bebeklerin yumuşacık ayaklarının dokunuşlarına benziyor dokunuşları. Beni öyle özenle tutuyor ki yüreğimin heyecanla atmasına sebep oluyor. Sonra biraz su akıtıyor içime. Sevgili okyanusumdan bir parça sanıyorum onu. Heyecanla yudumluyorum kokusunu; ama yeniden yanılıyorum. Bir daha bir araya gelmemek üzere ayrıldığımızı fark ediyorum. Artık kum tanesi değilim. Yanlarına dönsem de benim ben olduğuma inanmayacakları biriyim ben. Bambaşkayım. Ağlıyorum içten içe. Bir süre sonra acı bir tecrübe ile ne işe yaradığımı öğreniyorum. Canından koparılmış başka canlara kısa süreliğine de olsa hayat vermek... Kadın evin ortasında duran masanın üzerine bırakıyor beni dikkatlice. Etrafıma bakıyorum ve dakikalarca birlikte yolculuk ettiğimiz fısıltıların sahibi ile birlikte... Yüzünü şimdi görebildiğim muhteşem buketle tanışıyorum. Renklerinin parlaklığı kokusunun eşsizliği başımı döndürüyor adeta. Kadın açtığı buketten aldığı gülleri teker teker can suyuma yerleştiriyor. Her bir gül dalı ruhumu canlandırıyor adeta.

49

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sayı 16

Ses Dergisi

OCAK / 2021


OCAK / 2021 Hayatıma bir amaç sunuyor cömertçe. Sonsuza kadar bu şekilde yaşayabileceğimi düşünüyorum. Ne kadar mükemmel bir duygu. Kadın bizi evinin en güzel köşesinde yerleştiriyor. Yalnız kaldığımızda konuşmaya, tanışmaya başlıyoruz. Buraya nasıl geldiğini anlatıyor bana . Ben de ona anlatıyorum. Dost oluyoruz. Öyle ki yaralarıma merhem dertlerime derman bir dost... Öyle ki artık hayatımı onsuz düşünemiyorum artık.

Ses Dergisi

Kendimize o kadar kapılmışız ki etrafımızda olup bitenleri fark etmiyoruz. Birkaç gün sonra gülümün yapraklarının solmaya başladığını fark ediyorum. O bunun, onun yazgısı olduğunu söylüyor; ama ben buna inanmak istemiyorum. Ona kendimin de yok olacağımı sandığımı ancak şimdi ne durumda olduğumu, onun da muhakkak böyle bir yolculuğunun olmaması gerektiğini söylüyorum; ama onu da kendimi de ikna edemiyorum. Usulca gözlerimin önünde yok oluşunu izlemek beni kahrediyor.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kadın yanımıza geliyor. Bir süre bize baktıktan sonra beni bir kere daha amaçsız bırakan bir şey yapıyor. Onu benden alıyor, güllerimi, hayatımı, tesellimi benden çalıyor. Lütfen onu bana geri ver diye bağırıyorum duymayan kulaklarına. Son zamanlarında onunla kalmama izin ver diyorum , en azından bu kadarına hakkım var diyorum, sağırlığa doğru. Kadın gidiyor. Savaşmaya çalıştığım yalnızlığım içinde çıldırmak üzere iken az da olsa bir teselli arıyorum. Oh nihayet... Gülümün kokusuna ve suyuna sahibim. En azından bu şekilde ona yakın olmaya devam edebilir, az da olsa mutlu olabilirim. Var gücümle kokusunu içime çekiyorum. İliklerime kadar onu hissetmek istiyorum, veda bile edemeden giden gülüme vefa göstermek istiyorum. Kadın yine geliyor. “Neyim kaldı ki zaten, her şeyimi aldın” diye bağırıyorum ama o hiç beklemediğim bir şey daha alıyor gülümün kokusunu , suyunu ve beni bomboş, yapayalnız bir şekilde yüreğimde actigi boşluğa bırakıyor. Yine ölmek istiyorum. Gülümün acısı günlerce içimden çıkmıyor ve sürekli ölmek için yalvarıyorum. Ben acılarımla bir başımayken kadının mutlu hallerini görüyorum. Arkadaşlar ile kahkaha atıyor, gülüyor, eğleniyor oysa ben kahrolmuşum ve yine ölmek için yalvarıyorum. Yanımdan geçen birine çığlığımı duyurmuş olacağım ki irkiliyor birden ve bana çarpıyor . Yere düşüyorum. Paramparça oluyorum bir daha asla eski halime dönemeyecek kadar paramparça.

50

Sayı 16 Kadın herkesi dikkatli olmaya davet ediyor; ancak bana dokunur dokunmaz irkiliyor. Onun canını acıtabileceğimi fark ediyorum. O an içimde bir alev harlanmaya başlıyor. Onun canını daha fazla acıtma isteği... Yeni tanıştığım bu his beni alıp hayatımın başladığı yere götürüyor bir anlığına, belki de düşünmeden yapacağım yanlış hareketimin bana pişmanlık getireceğini hatırlatmak ısıtıyor. Sahildeki hayatım gözümün önüne geliyor. Anneler, gözlerinden sakındıkları bebeklerini üzerime koyarken hiç de kaygılı değiller, hiç de zarar göreceklerini düşünmüyorlardı. Oysa şimdiki halim bir insanı öldürebilecek kadar güçlü ve tehlikeli. Kadın tekrar yanıma yaklaşıyor . Dikkatle parçalarımı toplamaya çalışıyor. Ben son kozumu oynuyorum. Hiç beklemediği bir anda en keskin tarafımı gösteriyorum o incecik parmaklarına. Pamuktan parmağı birden gülümün rengini alıyor. O an ruhumun zevkle derin bir nefes aldığını hissediyorum. Birkaç dakika sonra amaçsızlığımı destekler gibi bir kenarda yığıntı olarak bekliyorum. Beklediğim bu yeri daha önce görmediği fark ediyorum. Sahildeki atmosferi hatırlatıyor bana. Paramparça vücudumla alabildiğim kadar derin bir nefes alıyorum. İçimi dolduran koku bir an tanıdık geliyor ve etrafıma bakınca gözlerime inanamıyorum. Kadının güllerime yeniden can verdiğini görüyorum. Kahroluyorum bir kez daha. Kendi ellerimle mutluluğumu bitirişime ağlıyorum. Oysaki sabırlı olsaydım birkaç zaman sonra gülüm ile tekrar buluşabilirdim. Gözlerini henüz açmamış olan gülümün bize yaptığımı görmemesine şükrediyorum bir yandan; ama ağlıyorum acınacak halime. Kadın gelip beni alıyor ve benim gibi artık işe yaramayan onlarca cam kırığının içine atıyor. Günler sonra birinin aklına geliyoruz. ilk gittiğim cam atölyesi gibi bir yere geliyoruz. Yeniden vücut bulmaya. Eritiliyorum yeniden ;ama bu defa o kadar da acıtmıyor. Sonunu bildiğim bir hikayeyi dinliyorum sanki. Sabırla ve biraz da ümitle bekliyorum. Acılar kimi zaman kendimden geçmeme sebep olsa da ölmek için yalvartacak boyuta gelmiyor. Yeniden ruh üfleniyor cılız bedenime ve yeniden bir aşka kapılmak için yelken açıyorum hayatın akılalmaz sularına...


OCAK / 2021

Sayı 16

TALAS’TA DÜŞ SAATLERİ Müzeyyen Gümüş Yalnızlığın ufkunda yürüyen bir ben Kaç rüzgâra orak biçti şu aman gönlüm Gün gelir uzaklarla sarılan Gün gelir buz kollardan sıyrılan gönlüm Kültür-Sanat-Edebiyat

Talas’ın dağları kadar yalnızlığım İçimde savrulan kar fırtınaları Kâh gökyüzüne asılı kalmış gönlüm Kâh yeryüzünden azade gönlüm Devrilip giden zaman, susmuş saatler

Ses Dergisi

Yakın bildiklerimden sonsuz bir ırak An olur doğar karlı ufuklardan eflatun bir düş An olur batar kızıl ufuklara kırık bir düş Kocaman bir yalnizligim kaldı sende Talas, Sende durulmayan gözyaşlarım “Ey Sevgili” diye yakardığım geceler Sende, memleket sabahlarına uyanan hayali gözlerim...

51


OCAK / 2021

KİTAP TANITIMI

Sayı 16

Dönüşüm - Franz Kafka

Eserin Diğer İsimleri: Değişim , Metamorfoz

ESRA DOLUNAY

Orijinal Adı: Die Verwandlung (Almanca) Çeviren: Gülperi Sert Tür : Uzun öykü (Novella) Yazım yılı: 1912

Ses Dergisi

İlk yayımlanma yılı: 1915 Sayfa sayısı: 67

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” “İnsanı büyüklüğe götürecek yol, ancak onun küçüklüğünden geçer.” “İçtenlikten uzak, asla sürekliliği olmayan insan ilişkileri. Hepsi yerin dibine batsın!” “Müzikten böylesine etkilendiğine göre, bir hayvan olabilir miydi?” “Bir noktadan sonra geri dönüş yok! İşte tam o noktadayız.” “Son zamanlarda başkalarını bu denli az düşünmesine hemen hiç

52


OCAK / 2021

İlk cümleden itibaren, okuyanları dünyasına çeken bu eser, Kafka’nın en popüler eseri olarak sayılıyor. Öyküde, başkarakter Gregor Samsa bir sabah böyle uyanıyor. Ortalama 50 sayfayı bir solukta okuduktan sonra, edebiyata, insanlığa, topluma bakışınız değişiyor. Varoluş kaygısını, insan ve toplum eleştirisini, aynı zamanda yeni bir edebi bakışı, 50 sayfalık çarpıcı bir öyküye sığdırmış yazar. Eleştirmenlerin bu eser hakkında 130 farklı açıklaması var. Herkesin okuması gereken eserlerden biri. Metafor, sadece şiirde kullanılmaz elbet. Bu eserde de böcek metaforu ile, alegorik anlatımla yoğrulmuş, toplumsal bir eleştiri görüyoruz. Kitabın kahramanları ise; Gregor Samsa, annesi, babası, kızkardeşi, patronu, üç kiracı, evdeki hizmetçi ve hizmetçiden sonra gelen temizlikçi kadın. Gregor’un uykusundan bir böcek olarak uyanmasıyla beraber, onun gözüyle çevreyi ve insanları görüyorsunuz. Aslında, Gregor’un dönüşümüyle beraber en yakını sayılan ailesinin hatta daha sonra kendi dünyasının da dönüşümüne şahitlik ediyorsunuz. Aileden ve toplumdan dışlanış, yabancılaşma hatta kendine olan yabancılaşmasını izliyorsunuz. En yakın arkadaşı olan kızkardeşinin, dönüşümün ardından yavaş yavaş nasıl kendinden uzaklaştığını, sevgiyi ve nefreti kısaca sayfalar döndükçe dönüşümü yaşıyorsunuz. Anne merhametinin bile dönüşüme direnemediğini, herkesin iğrendiği bir canlıya dönüştükten sonra kendini de artık unutmaya başlayan bir kahramanın yaşantısına şahitlik ediyorsunuz. Tüm kitap boyunca her şey bir kabus ya da rüya gibi geliyor. Kahramanın aynı yatakta normal şekilde uyanmasını bekliyorsunuz. Sonuç mu? Bunu kitabı okumak isteyenlere bırakmak gerek.

Alıntılar : “Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” “İnsanı büyüklüğe götürecek yol, ancak onun küçüklüğünden geçer.” “İçtenlikten uzak, asla sürekliliği olmayan insan ilişkileri. Hepsi yerin dibine batsın!” “Müzikten böylesine etkilendiğine göre, bir hayvan olabilir miydi?” “Bir noktadan sonra geri dönüş yok! İşte tam o noktadayız.” “Son zamanlarda başkalarını bu denli az düşünmesine hemen hiç şaşmıyordu; eskiden düşünceli oluşuyla gururlanırdı.” ————————-

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu.”

Şimdi, eserden bir kaç alıntı ile tanıtımı sonlandıralım. Kitabı okumayı düşünenlere iyi okumalar dilerim.

Ses Dergisi

B

ir sabah kendinizi, yatağınızda kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulsaydınız, ne yapardınız?

Sayı 16

Kafka, kitabı için yayımcıya “Lütfen kapağına hamamböceği gibi bir şey çizmeyin” demiştir. Aslında “böcek” olarak çevrilen kelimede, Kafka’nın tanımlayamadığı bir şeye dönüşmüştür kahraman. Bunu da belki en iyi, “böcek” kelimesi ile ifade etti. Bu öyküyü okuyunca kişisel düşüncem şu oldu; sembolizm ve soyut düşünceyle örülmüş bir öykü yazmak mümkün. Hatta sanılanın aksine bu tip bir öykünün çok okunması da mümkün. Tabi ki bunu Franz Kafka yaparsa. Ayrıca, ister kendi hayatını, toplumu ve ya tüm varoluşu, her neyi eleştiriyorsa eleştirsin, her okurun zaman zaman toplumda bu hisse kapıldığını hatırlayabileceği bir eser.

53


Sayı 16

OCAK / 2021

KİTAP YORUMU

GENÇ WERTHER’İN ACILARI GUSMENA S.N.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Karamsar ve fazla melankolik giden romanın aslında tek bir amacı vardır. “Werther’den ders alın! Hayat her şeyi yaşayabileceğiniz kadar uzun değil. Tecrübe edinin başkalarının hayatından! Kendinize yol bulun ‘Hadi bir kere daha!’ diyebilmek için,” ama bu sefer yine bir soru gelir. Kolay mı? Elbette değil.

K

itabın kapağında bizi karşılayan mektuplara pek de şaşmamak gerekir. Rüzgâr gülünden horozuna, balkon köşelerinden ay ve yıldızlara kadar her yeri sarıp sarmalayan mektuplar bize aslında romanın nasıl gideceği, işleyeceği, ‘Fırtına ve Coşku’yu nasıl vereceğine dair ipuçlarıdır. Elleri ceplerinde, üzerinde uzun paltosu ve fötr şapkası ile sol

54


Zamanın Almanya’sında birçok okur ve de özellikle genç kesim tarafından çok yanlış anlaşılmış ve değerlendirilmiş bir roman, Genç Werther’in Acıları, koca bir ‘Werther Salgınına’ sebep olmuştur maalesef. Burada biraz önce de bahsettiğimiz gibi asıl neden, “yanlış anlaşılma ve değerlendirmedir.” Kitabın gidişatı her ne kadar klasik eser olarak bakılsa da, modernizmin etkilerini de göstermektedir. İç dünyadaki Fırtına ve Coşku’nun 1771’deki harika dışavurumudur. Kitabın başında geçen 4 Mayıs tarihli mektubun ikinci paragrafı bize bütün romanı açıklarken aynı zamanda işlenilecek olan ana tema ve önermeye de ışık tutmaktadır. “Evet dostum, gerçekten haklısın. Eğer insanlar zihinlerinde hep geçmiş acıları canlandırmasalar -niye böyledirler, Tanrı bilir- ve hallerinden memnun olacaklarına, geçmişin hesabına dalarak sürekli sıkıntıları tazelemeseler, kuşkusuz şimdiki gibi acı duymazlar.” ( 4 Mayıs) Bu paragraf bizi, aslında, başka bir soruya yönlendiriyor. ‘’Kolay mı?’’ Yani o kadar kolay mı acılara göğüs germek? Geçmişi akıldan çıkarıp, kalpten söküp atmak, hayallerine dahi getirmemek, getirmemeye çalışmak, o kadar kolay mı? “Biliyorum ki, biz insanlar, hepimiz aynı değiliz ve olamayacağız da.’’ ( 15 Mayıs) Çünkü; “Düşünüyorum: İnsanların gücü ve yaratıcılığı avuç içi kadar bir çerçeveye sıkışmış; ellerinden fazla bir şey gelmiyor. Dikkat ediniz, bizim tüm gücümüzle savaşımız geçinmemize ve barınmamıza yarıyor. Yani mahrumiyetlerle geçen şu uğursuz hayatı uzatmaktan başka bir şey değil yaşamak. İçimizin rahat olduğunu hissettiğimiz zamanlarda bile, bu rahatlık başımıza geleceklere karşı Tanrı’ya sığınmamızdan kaynaklanıyor. Zindanların duvarlarına hoş resimler, iç ferahlatıcı manzaralar çizen tutuklulara benziyoruz…’’ (22 Mayıs) 1771’de yazılan bir eserin hala canlılığını muhafaza edip 21. yüzyılın günümüz zamanlarında da daim etmesine nedense şaşmıyoruz, şaşamıyoruz. Zaman, farklı; insan, aynı. Gerek yaşam koşulları biraz daha iyi gibi gözükse de insanları bir uçurumun kenarında, “Buradan atlasam n’olur ki?’’ düşüncesiyle yaşanılan bir çağdır her iki dönem de. Elbette çağ(lar)ın kabahati yok. İnsanlar maalesef ‘aynı.’

Karamsar ve fazla melankolik giden romanın aslında tek bir amacı vardır. “Werther’den ders alın! Hayat her şeyi yaşayabileceğiniz kadar uzun değil. Tecrübe edinin başkalarının hayatından! Kendinize yol bulun ‘Hadi bir kere daha!’ diyebilmek için,” ama bu sefer yine bir soru gelir. Kolay mı? Elbette değil. “Fakat tüm bu işlerin ucunun nereye dayanacağını sezip anlayan, sade, kibirsiz biri… …İşte o kişinin ruhu da huzura kavuşur ve o da kendince bir insan olduğu için şanslıdır; gücü ne denli ölçülü olsa da, içinde özgürlüğün tatlı duygusunu besler ve bilir ki, bu duyguyla istediği zaman, kendisini yaşam zindanından dışarı fırlatabilecektir.’’ (22 Mayıs) Aynı zamanda yaşamın, hayata tutunmanın ‘Nasıl?’ını ve ‘Neden?’ini bize göstermektedir kitap. Küçük bir çocuğun sadece bir çocuk olarak kalmadığını 29 Haziran tarihli mektubunda anlarız. Dik başlılığın belki de güçlü bir kişiliğe; afacanlıkların ise bu uçurumdan atlatmayacak olan neşeli bir yaratılış olduğunu; çekirdek gibi, tohum gibi haznesinde neler neler sakladığını, ‘Geleceğin’ gerçekte, ‘Geçmiş ve Şimdi’den ibaret olduğunu anlarız. 1 Temmuz’da bize, gençlik günlerini nasıl değerlendirmemiz gerektiğinden dem vurur. Bir daha ele geçmeyecek o ‘deli kanlı’ çağların ne kendilerine ne de bütüne faydası olan şeylerle değil de lüzumsuz şeylerle dertlenilip, yitirildiğinden yakınır Goethe. Bunun içinde çözüm yolları vardır elbette. Ve bunu da farklı bir soruyla değerlendirir yazar; ‘’ ‘Burada sorun, içimize bir sıkıntı çöktüğünde ondan kurtulmak için bir yol aramanın olanaklı olup olmadığıdır,’ diye karşılık verdim. ‘Ancak hiç kimse gücünü bir kez sınamadan onun ölçüsünü tayin edemez. … İşin esası aranırsa bu geçimsizlik biraz da kendi kendimize karşı memnuniyetsizliğimizden kaynaklanmıyor mu? Kendi önemsizliğimizi anlıyoruz; ancak içimizde delice bir ihtişam tutkusu var. Bunlar yan yana gelmiyor…’’ (29 Haziran) İnsanların mutlulukları kurdukları hayalleri ile şu anki yaşadıkları hayat şartları arasındaki mesafeye bağlıdır. İçte yanıp tutuşan ihtişamı dıştaki çöplük desteklemiyorsa, maalesef bu da bizi daha başka konulara ve sorulara yönlendirir. Çözüm; “…Tanrı’nın bize karşı davranışı nasılsa, biz de çocuklarımıza (kendimize*) karşı öyle davranmalıyız…’’ (6 Temmuz) (*yorumcunun sözü) Mutluluk sadece yüreğimizde midir peki? Başkaları ile hiç mi ilgi, alakası yoktur? Bir iş yapıldığında diğer

55

Kültür-Sanat-Edebiyat

köşede bizi karşılayan yakışıklının baktığı elbette biz değiliz. Sağ tarafta binanın ikinci katında korku ve ümitle bekleyen Lotte’dir. Aslında Lotte’nin de Werther’i mi yoksa Albert’ı mı beklediği de muammadır ya, neyse.

Sayı 16

Ses Dergisi

OCAK / 2021


OCAK / 2021 insanların ‘Hayır! Olamaz!’larının hiç mi önemi yoktur? Bir olayın “Neden?, Niçin?”ini derinlemesine araştırıp, soruşturmadan hemen ‘Bu kötü/iyi!’ demek mümkün mü? ( Dikkat! Fazla gerçek ve acı içerir!) Düşünün ki bir anne, evinde, çocuklarını ısıtacak kömürü, ısıtıcısı, parası olmadığı için, çocuklarına saç kurutma makinesini verip onları öyle ısıtmaya çalışırken, kendisi öbür odada boğazında bir iple ‘İntihar’ ediyorken gerçekten de ‘Kötü müdür?’ Sebep ne? Suçlu kim? Ya da bir evin babasına, karısı ‘Evde yiyecek, içecek malzeme kalmadı. Para lazım.’ diye kocasının yanına gittiğinde, kocasının onu ‘Sen git, ben geliyorum.’ dedikten sonra, banyoda av tüfeği ile boğazına dayayıp intihar etmesinden sonra cebinde sadece 1 lira 50 kuruş Türk Lirası bulunun adama mı ‘Kötü!’ denir? Sebep ne? Suçlu kim?

Ses Dergisi

Goethe aslında bize bunun cevabını vermek istiyor gibidir kitapta. Acı nedir? Nereye kadar dayanılır? Sebepleri nelerdir? Suçlu kimdir? Fail nerededir? Zaman ve mekân mevhumunu okurken yitirdiğimiz kitapta geçen cümle dikkate şayandır.

Kültür-Sanat-Edebiyat

‘’ İnsanın sevdiğinde azaba ve işkenceye direnmesinin bir sınırı vardır; bu sınırı aşınca artık buna dayanamaz ve yay kırılır. Sorun bir insanın yiğitliğinde değil, belki maddi ve manevi acılara direnemeyeceğindedir. Kendini yaşamaktan yoksun bırakan bir zavallıyı diline dolamakla, ateşler içinde yanıp kavrulan bir hastayı nihayet öldüğü için kınamak arasında bir ayırım göremiyorum.’’ (12 Ağustos) 15 Ağustos tarihli mektubunda işlerin artık tersine dönmeye başladığını görüyoruz. 15 Ağustos’a kadar her şeye rağmen umudunu hiç kaybetmeyen Werther, kafanıza bir şey bir şekilde yerleşti mi, artık onu oradan çekip çıkarmaya güç yetmez, diyerek ölüme doğru gidecek olan mektuplar silsilesini haber vermektedir. Varlık mevhumunun sorgulanmaya başlandığı, insanı hem acı hem de neşe veren ‘hayatın’ yitip gitmesine şahitlik ederiz. Eğer kendinizde küçücük bir eksiklik görürseniz bunun koca kâinata nasıl aksettiğine şaşıp kalırsınız, diyor ayrıca Werther. Ve ölüm düşüncesinin, sevdiğinden uzakta olmanın vereceği ıstırabın ilk sinyalleri ikinci bölüme geçmeden verilmiş oluyor. “ … Aman Tanrım! İnsan, dünyada en çok sevdiği varlığın (*inancı, ümidi…) elinden alınmasına nasıl tahammül edebiliyor?’’ (10 Eylül) (*yorumcunun sözü) ( Devam Edecek…)

56

Sayı 16


Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

OCAK / 2021 Sayı 16

57


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.