Ekim - Kasım / 2020
Sayı 14
SES DERGİSİ
İÇİNDEKİLER EKİM - KASIM 2020, SAYI 14
I EDİTÖR NOTU 14. Sayıda şair Safiye Can, Rosa Luxemburg ve yazarlık atölyesi konuları özetleniyor.
II SAFİYE CAN İLE RÖPORTAJ Ses Dergisi
Zeynep Gür'ün röportajında Can'a sorulan şiirden ilhama, sevdiği yazarlardan atölye çalışmalarına kadar ilgi çeken sorular ve ilgiyle okunası cevaplar var.
Kültür-Sanat-Edebiyat
III
Röportaj
ROSA LÜXEMBUR
"Bütün dertleri tokların vicdanına yüklemek istiyorum" diyen özgürlükçü ve mücadeleci bir kadın öyküsü.
VI MEKTUPLAR
Muhteşeme Mektuplar yazı serisine yeni mektuplar eklenmiş. Bu sayıda birbirinden değerli iki mektup daha okuyacaksınız.
VII ÖYKÜLER
Bir Kitap Notu Hatice Yaman Batı'da en çok satanlar listesine giren INTO THE WILD kitabının üzerine yazılmış bu not sizi kitaba götürecek.
V Kitap ve Analiz MECİT ÖZ
14
Bir liderin tarihe not düşülecek sözleri ve günümüze ışık olabilecek önemli detaylar.
sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca
2
KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT
IV
Birbirinden değerli öykülerin yer aldığı bu sayıdada modern öykücülük örneklerinden Anadolu motifli öykülere kadar birbirinden farklı öyküler yer alıyor.
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
SES DERGİSİ
EDİTÖR’den
S
Kültür - Sanat - Edebiyat
Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın
Bu ayki kapak ve dosya çalışmamız solun tarihteki en önemli üç isminden biri olan Rosa Lüxemburg’tur. “Neden Rosa?” diye sorarsanız, iki sebeple özetleyeyim: 1. Kapakta ifade ettiğimiz gibi hayat piyanosunda bütün parmaklarını kullanan bir portredir Rosa. 2. “Özgürlük” kelimesinin bile mahkum olduğu böyle bir devirde “Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür.” ifadesiyle önce çıkan ve hayatıyla bunu gösteren biridir Rosa. Bu portrenin birçokları tarafından çok tanınmadığını düşündüğümüzden kapak ve dosya çalışmamıza taşımış olduk. Her sayıda gelenek haline gelen değerli bir yazar veya şairle röportajımız bu sayıda da var. Sevgili Zeynep Gür’e bu özverili çalışmasından dolayı ve sevgili Safiye Can’a dergi olarak bize bu fırsatı verdiği için teşekkür ediyoruz. Gerçekten keyifli, harika bir röportaj okuyacaksınız. Dergi bünyesinde başlattığımız Yazarlık Atölyesi bir diğer yeniliğimiz. Hem genç kalemlerle buluşma imkanımız, hem de Batılı kaynaklarından profesyonel yazarlık tecrübelerini paylaşma imkanımız oluyor. Şimdilik iki haftada bir olarak düşündüğümüz bu çalışmanın ilerde nasıl bir seyir alacağını birlikte göreceğiz. Son olarak, güzel dostlar şimdiye kadar yazdığınız gibi bundan sonra da yazmaya devam edin, diyorum. Rosa Luxemburg gibi özgürlüğü herkes için isteyen kelimelerle seslenin. Gerçekten köhneleşen mahalli dil ve şiddeti ve artan jakoben söylemleri sizler bitireceksiniz. Sizlerle yazmak da güzel okumak da... Sizleri yürekten seviyoruz...
Şerif Aydın
Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay
Kültür-Sanat-Edebiyat
Bir ay arayla tekrar sizinle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Yazmak, çizmek hayatımızı bir parçası gelince ara verdiğimiz Ekim ayını yaprak dökümü gibi uğurladık. Kışa girerken dopdolu bir sayıyla dönüş yapıyoruz. Yazıları ve şiirleriyle destek olan siz kalem aşıklarına yürekten teşekkür ediyorum. Yazı seçimi için gönderdiklerinizi okurken bazen tebessüm ettim, bazen “Vay beee” dedim, bazen de hüzün boğazımda düğüm oldu, takıldı. Satırlarınız gerçekten kalbi ve kafayı etkileyen kelimelerle dolu.
Web dizayn: Enes Aydın
Ses Dergisi
evgili kalem dostları,
Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.
3
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
KAPAK
Almanya
Zeynep Gür’den
Ses Dergisi
Safiye Söyleşisi Can SÖYLEŞİ
Kültür-Sanat-Edebiyat 4
Sayı 14
M
erhabalar sevgili Ses Dergisi okurları,
Bu ayki röportajımla yeniden sizlerle buluştuğum için çok mutluyum. Pandemi döneminden dolayı yüz yüze röportaj yapamıyoruz. Bazen yazar ve şairlerimizin özel tercihlerinden dolayı yazılı olarak röportajlarımızı gerçekleştiriyoruz. Bu ay da yine yazılı bir röportaj oldu. Ekim sayımızda sizleri çok kıymetli bir şairle tanıştırmak ve buluşturmak istedim. Açıkçası onunla irtibat kurmak ve sizlere bu röportajı ulaştırmak epey zaman aldı ama kesinlikle her zahmete değdi. Kimden bahsediyorum? Ödüllü şair, yazar ve çevirmen Safiye Can. Kendisi Türk asıllı bir Almanya vatandaşıdır. Türkçeyi çok güzel kullanmasına rağmen, zor olanı, Almanca yazmayı tercih etmiş. Bunu şöyle ifade ediyor: “Türkçe cidden şiire çok yatkın, yazma dili olarak muhteşem bir dil. Almanca’nın getirdiği zorluklar var, örneğin kurduğunuz cümleler çok uzayabiliyor. Hem artikel kullanmak zorundasınız, hem de kişinin cinsiyetini mutlaka belirlemiş olmanız gerekiyor. Bu da şiiri kısıtlıyor. Almanca yazmak kendi tercihim. Şiirlerimi paylaşabilmek, tartışabilmek ve dinleyiciye ulaştırmak istedim. Çünkü şiirlerim okurlarımın.” Safiye Can, “Gül ile Bülbül
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ekim - Kasım l / 2020
‘aşk şiirleri’ (Rose und Nachtigall Liebesgedichte)”, “Kayıp toplumun çocukları ‘şiir’(Kinder der verlorenen Gesellschaft Gedichte)”, “Bu durağı ben kendim yaptım ‘şiir’ (Diese Haltestelle hab ich mir gemacht Gedichte)”, “İki yarım iki tam ‘öykü’(Das Halbhalbe und das Ganzganze Erzählung)”, “Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver ‘çeviri şiir’ (Im Herzen ein Kind in der Tasche ein Revolver Gedichte)” kitaplarının sahibi. Gördüğünüz gibi şair kimliğinin yanında Türk şairlerimizden Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini Almancaya kazandırdığı TürkçeAlmanca çift dilli bir çeviri eseri de var. Başka dillerden Almanca’ya ve Türkçe’ye yapmış olduğu çeviri eserler de mevcuttur. Yukarıda eser isimlerinde görüldüğü üzere şair bir de öykü kitabına sahiptir. Ayrıca Die Hören Edebiyat, Sanat ve Eleştiri Dergisinin Ekim 2018’deki 271 ve 272 sayılarında somut ve görsel şiir üzerine olan çalışmada Jürgen Krätzer ile editörlük yapmıştır. Size somut ve görsel şiirlerinden kısaca örneklerle bahsetmek
5
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020 isterim. Çünkü benim çok hoşuma gitti. “Kayıp toplumun çocukları ‘şiir’(Kinder der verlorenen Gesellschaft Gedichte)” kitabından “Integration” (Entegrasyon) ve “diye Garten”(bahçe) isimli şiirleri ve “ es ist all vergänglich “ isimli çalışması bir kelebek görseli ile dizayn edilmiş görsel şiir örneklerinden ve benim en çok beğendiğim oldu.
de tabiki kitap fuarlarıdır. Ancak pandemi döneminin etkileri burada da görülüyor. Dünyanın en önemli kitap fuarlarından Frankfurt Kitap Fuarı bu sene bir çok etkinliği online yaptı. Bu nedenle fuar her zamankinden çok sakin geçmiş. Safiye Can etkinlikler kapsaminda fuardaydı. “Şu an pandemiden dolayı Frankfurt Kitap Fuarında çok az etkinlik var, fuar alanında hiçbir yayınevi standı yok. Normalde fuar dönemi felaket yoğun geçer. Şu an etkinliklerin bir kaçına dahil olmak bir ayrıcalık ve uzun zaman sonra okurla kavuşmanın heyecanını yaşıyorum.” diyerek bize fuarın bu seneki halini özetliyor. Fuar dönüşü bu röportaj sorularını yanıtlaması bizim için çok anlamlı oldu. Pandemi dönemi şiir okumalarına şairler de online çözümler buluyor. Safiye Can’ ın evinde yapmış olduğu dinlemenizi tavsiye ettiğim şiir dinletilerinden birini https://youtu.be/oURO853GUu4 adresinde bulabilirsiniz.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
https://youtu.be/rs1KgcyR-AM adresinden Safiye Hanım’ın hem bu bahsettiğim somut şiirini görebilir hem de muhteşem şiir okuyuşunu dinleyebilirsiniz. Almanca bilmeseniz de dinlemenizi tavsiye ediyorum. Ayrıca şiirde kolaj çalışmaları da çok başarılı ve Umut Balcı’nın Safiye Can’ın şiirlerinde biçim analizi çalışmasında örneklerini bulabileceğiniz gibi şairin eserlerinde de alırsanız okuyabilirsiniz. Burada bir temenni de bulunmak istiyorum. Safiye Can’ın şiirlerinin Röportajda ödüller hakkında ne düşündüğünü sorduğumuz Türkçe’mize kazandırılması edebiyatımız için önemli bir şair, 2016’da Alfred Müller Felsenburg Dik edebiyat Ödülü konu diye düşünüyorum. Umarım değerli şairlerimizden ve yine bunu önümüzdeki günlerde yapan olur. 2016’da Else Lasker Schüler Şiir Ödülü sahibidir. Almanya’da şairler sık sık okuma turnelerine çıkar okuyucularla buluşur. Bu şiir buluşmalarının en önemlileri Daha söylenecek muhakkak çok söz var. Ben ağzınıza bal çalmak istedim. Geri kalan okuma ve dinlemeleri size bırakıyorum. Safiye Can’ a buradan tekrar teşekkür ediyor ve sizlere iyi okumalar dileyerek sizi röportajla başbaşa bırakıyorum. Kaynaklar: http://www.safiyecan.de/tr/ana-sayfa/ https://youtu.be/rs1KgcyR-AM https://youtu.be/oURO853GUu4 ht t p s : / / w w w. r e s e a r c h g at e . n e t / p r o f i l e / Umut_Balci2/publication/SAFIYE-CAN.
6
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Zeynep GÜR: Göçmen edebiyatının Avrupa’da çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Her şair veya yazar hangi ülkede yaşarsa yaşasın yazdıkları biraz kendi toplumunun kültürünü ele veriyor. Siz şiirlerinizi Almanca yazdığınız için soruyoruz, sizin şiirlerinizi bir teraziye koyarsak hangi kültür ağır basar, Alman kültürü mü Türk kültürü mü? Safiye CAN: Benim kuşağım genelde Almanya’da doğduğu için göçmen edebiyatı yazmıyor ve Alman yayınevleri tarafından o köşeye sıkıştırılmak istemiyoruz. Şiirin bir kültürü olur mu bilmiyorum. Sonuçta aşk her yerde aşktır, keza aşk şiiri de öyle. Ama söylediğiniz de doğru. Yazarlar kendi yaşamışlığından yola çıkarak yazar, dolayısı ile benim terazimde Türk kültürü ağır basıyor. Zeynep GÜR: Birçok şairin ilk şiiri veya şiirleri ya bir aşk veya bir acının şiiridir, Safiye Can’ın şiirleri nasıl başladı? Safiye CAN: Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir kitabı ile şiire başladım. Liseye gidiyordum ve ilk şiirlerimi Türkçe yazdım. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk yazdıklarım aşk ve hasretlik şiirleriydi. O dönem Almanya’da bir iki Türkçe dergi çıkıyordu ve şiirlerim ilk kez orada yayınlandı. Zeynep GÜR: Sonradan öğrenilen bir dilde makale, hikâye
Foto: Wolfgang Schmidt
hatta roman yazılabilir ama şiir yazmak zordur deniyor, siz buna katılıyor musunuz? Şiirlerinizin Almanca olması bir tercih mi? Safiye CAN: Türkçe’den Almanca’ya geçiş yaptığımda baya zorlanmıştım. Şimdi ise beynim doğrudan mısraları Almanca düzenliyor. Hissedebildiğiniz her dilde şiir yazabilirsiniz. Türkçe şiire çok yatkın ve yazma dili olarak muhteşem bir dil. Almanca’nın getirdiği zorluklar var. Hem artikel kullanmak zorundasınız hem de kişinin cinsiyetini mutlaka belirlemiş olmanız gerekiyor. Bu yüzden kurduğunuz cümleler çok uzayabiliyor. Bu da şiiri kısıtlıyor. Almanca yazmak kendi tercihim. Şiirlerimi paylaşabilmek, tartışabilmek ve dinleyiciye ulaştırmak istedim çünkü şiirlerim okurlarımın diye düşünüyorum. Zeynep GÜR: Şair deyince genelde akla ilk gelen ilhamdır, kimi müzik dinler kimi çevresinde gördüğü bir olaydan etkilenir, Safiye Can şiirlerini nasıl yazıyor veya şimdiye kadar nasıl yazdı? Safiye CAN: Bütün şairler yaşadığı, duyduğu, gördüğü ve hissettiği kadar yazar. Ben de öyle yazdım. Bazen dergilerden veya antoloji projelerinden bir konu üzerine yazmam rica edildi ama kendimi zorlayarak hiç yazmadım, her zaman ilham kendiliğinden geldi. Siz yazmaya meyilliyseniz, gördüğünüz herhangi bir nesne, duyduğunuz herhangi bir melodi size zaten yazdırır.
7
Ses Dergisi
Z S
eynep GÜR: Bir yazarın veya şairin hayatından eserlerine yansıyan çok önemli izler olduğunu düşündüğümüz için öncelikle Safiye Can’ı okuyucularımıza tanıtmak istiyoruz. Bize Safiye Can’ı anlatabilir misiniz? afiye CAN: Dünyadaki bütün çocukları koruyabilsem istiyorum. İnsanlar haksızlığa uğramasın, ırkçılık olmasın, kadınlar ezilmesin, anneler babalar ağlamasın istiyorum. Karşımda bir insan ağladığında ben de ağlıyorum. Feminizm önemli, bunu biliyorum. 6 yıldır boynumda “Poetry” yazılı bir kolye taşıyorum, mütevazi insanları çok seviyorum. Bamya, mantar ve karnıbaharı bir türlü sevemiyorum.
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Dünyadaki bütün çocukları koruyabilsem istiyorum. İnsanlar haksızlığa uğramasın, ırkçılık olmasın, kadınlar ezilmesin, anneler babalar ağlamasın istiyorum. Karşımda bir insan ağladığında ben de ağlıyorum.”
Ekim - Kasım / 2020
Zeynep GÜR: Etkilendiğiniz yazar ve şairler kimlerdir? Safiye CAN: Şiiri, Türk/Türkiyeli şairler ile tanıdım ve sevdim. Onların bir çoğunu, bir teşekkür olarak, Almanca’ya çevirdim ve buradaki okurlarla buluşturmak istedim. Orhan Veli, Cemal Süreya, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Âttila ilhan, Oktay Rıfat, Hasan Hüseyin gibi şairlerimizi etkilendiğim şairler arasında sayabilirim.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Zeynep GÜR: Genelde şairler şiirlerini bitirince ya çok güvendikleri ya da çevresinde önem verdikleri birilerine şiirlerini hemen okuduklarını söylerler, siz böyle bir şey yapıyor musunuz, kimlere okuyorsunuz şiirlerinizi? Safiye CAN: (Gülümser) Evet. Şiiri bitirdikten sonra göstermek kolay iş, şiir tazeyken, tam bitti mi bitmedi mi, onarılmalı mı, bilmezken - veya alternatiflerle dolu olduğu şekliyle - okuduğunuz ilk kişi, kendisine ve edebi düşüncesine güvendiğiniz kişidir. Son 7 senedir ilk kez Hakan’a okuyorum. Yeni bir yazım varsa, ilk duyan ve okuyan odur. Bunun gecesi gündüzü de yok. Gece saat ikide de, sabah uyanır uyanmaz da şiiri telefonda konuşabiliyoruz. Söylediğine göre bu durumdan gayet memnun ve onur duyuyormuş. Çünkü “dünyada şiirlerini okuyan ilk insanım” diyor. Bilemiyorum, bir şiiri kırkbeş şekli ile dinlemek ne kadar eğlencelidir. Hakan’dan önce şiirlerimi ilk okuyan Gerhardt Csejka olurdu. Kendisi edebiyat eleştirmeni ve çevirmendir. Artık Berlin’de yaşıyor. İlk okuyandan sonra şiirlerimi yayınevi editörüm okur. Şu anki yayinevi editörüm Florian Welling’dır. Her yazar her editörle yapamaz. Editörlük önemli bir meslek. Biz Florian ile iyi anlaşıyoruz. Zeynep GÜR: Psikanaliz, felsefe hukuk okudunuz. Bunlar şiirinizi nasıl etkiledi? Safiye CAN: Hangi bölümü okursanız okuyun, isterseniz matematik olsun. Mutlaka yazınızı etkileyecektir. Ben felsefi düşündüğüm için, üniversiteye gitmeden önce de yazma şeklim bu yöndeydi. Ama şiirlerimde Nietzsche’nin, Camus’un adı geçiyorsa bu durum okuduğum bölümle de alakalıdır. Zeynep GÜR: Pandemi (Corona) dönemi sizin edebi hayatınızı ve özel hayatınızı nasıl etkiledi? Safiye CAN: Tüm etkinlikler; okumalar, şiir atölyeleri, kitap fuarları ve hatta kitap tanıtımları durduruldu. Bunun zamanla getirdiği bir bunalım ve geleceğe dair eminsizlik, boşluk var. Aynı zamanda daha önceden vakit bulamadığım şeylere vakit ayırabiliyorum. Mesela bu röportaja… Bu
8
Sayı 14 benim ilk Türkçe röportajım. Teşekkür ederim! Çok mutlu oldum! Pandemi öncesi şiir dinletisi ve projelerden dolayı sürekli şehir ve ülke değiştirdiğim için, yazmaya az vakit kalıyordu. Şu an pandemiden dolayı Frankfurt Kitap Fuarı’nda çok az etkinlik var, fuar alanında hiçbir yayınevi standı yok. Normalde fuar dönemi felaket yoğun geçer. Şu an etkinliklerin bir kaçına dahil olmak bir ayrıcalık ve uzun zaman sonra okurla buluşmanın heyecanını yaşıyorum. (Şair, röportajı Frankfurt kitap fuarı günlerinde yazmıştır) Her ne kadar yazmaya vakit bulsam da pandeminin negatif yönleri ağır basıyor. Hepimiz rahat rahat dolaşmak, sevdiklerimize sarılmak ve onların hayatı ve sağlığından endişe duymamak istiyoruz. Ben bir senedir Türkiyeye gidemedim. Moral ve gülebilmek çok önemli. Keşke sihirli bir değnekle dünyayı bu virüsten kurtarabilsem. Hayvanları ve doğamızı da insanların düşüncesizliğinden ve zulmünden kurtarabilsem. Zeynep GÜR: ”Rose und Nachtigall” (Gül ile bülbül) ilk şiir kitabınızın ismi. Çarpıcı bir isim olmuş. Türk Divan Edebiyatında önemli bir motif gül ve bülbül. Bu motif Alman edebiyatında da kullanılıyor mu? Bu ismi seçme sebebiniz nedir? Safiye CAN: Maksadım Gül ile Bülbülü Alman Edebiyatı’na tanıtmak ve adapte etmekti. Goethe ve Heine’de de geçen bu motif, burada hemen hemen hiç bilinmiyor. Kitabın sonundaki arka sözü edebiyat araştırmacısı ve yazar olan Murat Tuncel yazdı. Sağolsun, o güzel insan beni kırmadı. Murat abi arka sözde tamamen bu motif hakkında bilgi veriyor. Divan Edebiyatı’ndan olan şiir örneklerini Almanca’ ya ben çevirdim. Kitabım yayımlandıktan sonra bazı Alman şairler bu metaforu yeni şiirlerinde kullanıp bana yolladı. Bu çok güzel, değil mi? İlk kitabımda sırf aşk şiirleri var ve zaten adı Gül ile Bülbül olmalıydı. Zeynep GÜR: Her şiirin okuyucu için ayrı, şair için ayrı bir anlam ifade ettiğini biliyoruz ve okuyucular kendilerine göre bazı şiirleri bir sıralamaya tabi tutabilir. Siz kendi şiirlerinizi bir sıraya koymuş olsanız hangi şiirinizi birinci sıraya koyardınız? Safiye CAN: Öyle bir evlat ayrımcılığı yapamıyorum (gülümser). Soruyu cevapsız bırakmamak için şöyle söyleyebilirim. Şimdiye kadar çıkan bütün şiir kitaplarıma adını veren ve kitabın en sonunda bulunan uzun birer şiirim vardır. Onların başında çok nöbet tuttum ve içime sineceği şekilde bitmesi yaklaşık birer senemi aldı. Ama bütün
Ekim - Kasım l / 2020
Zeynep GÜR: Birçok dilde eserleriniz tercüme edildi, ama Türkçe tercümeniz yok, neden? Safiye CAN: Bilmiyorum. Bu talebin Türkiye’den gelmesi gerekiyor. Türkiye’deki yayınevleri ve çevirmenleri buna ilgi duymalı. Aslında Türkiye’den Instagram üzerinden yazan, mail atan okurlar, Türkçe tercüme soruyor. Burada güzel bir okuma kitlem var. Ama Almanya’yı iyi bilmeyen vatandaşlarımız çok ve onlar da bu konudan şikayetçiler. Türkiye’deki akrabalarımdan bahsetmiyorum bile.
olan ne? Göçmen bir ailenin çocuğu olduğunuz için akla hemen konunun göçmenlik ile ilgili olduğu geliyor. Sizin anlatmak istediğiniz neydi? Safiye CAN: Bu konuda söylemek istediğim her şeyi mısralara döktüm. O cümlenin tek bir açıklaması yok. Şiir zaten neden şiirdir ki? Tek bir mısraya bir dünya sığdırabildiğimiz için şiir şiirdir. Onun açıklamasını vermeye kalkışsam birkaç tane ansiklopedi genişliğinde
Ne kadar enteresandır ki Türkiye dışında yaşayan Türk diline sahip olan insanlarımız adımı, yazdığım dili anlamasa bile, tanıyor ve onların beni sahiplenmiş olmasından mutluluk duyuyorum. Destek çok önemli. Hepsini görmeden karşılaşmadan seviyorum. Yolları aydın olsun. Zeynep GÜR: Çevirmenlik de yapıyorsunuz. Birçok Türk şairinin şiirlerini tercüme ettiniz. Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinden bir derleme olan “Im Herzen ein Kind in der Tasche ein Revolver“ adlı kitabınız var. Çeviri yaparken yazarın duygusunu yakalayıp bunu aktarmak çok önemli değil mi? Diğer türlerden daha zor olsa gerek. Şiir tercümesinden bahseder misiniz? Safiye CAN: Bütün çeviriler zordur. İşinizi iyi yapmak istiyorsanız çok zaman harcayacaksınız. İçinizde şiire karşı büyük bir aşk alevleniyorsa, şiir çevirisi de er-geç kendiliğinden gelir. Benim için bir süpürge makinasının kullanım tarifini çevirmek, şiir çevirmektem çok daha güçtür, hatta imkansızdır. Neden? Çünkü mutlu etmiyor. Mutlu eden şeyler zor olsa da güzeldir. Sanırım bu kural aşk içinde geçerli. Atol Behramoğlu ile şöyle bir avantaj yakalayabildim: Kendisiyle iki defa Almanyada buluşup konuştum. Bunun dışında sorularım olduğunda da hepsini sorabildim. O da bana zaman ayırıp aynı gün maillerimi cevapladı. Bu Atol Behramoğlu gibi meşgul, tanınmış ve büyük şairler için normal bir durum değil. Bu davranış sizin yaptığınız işe ve kendi şiirine saygısından dolayı yaptığı bir harekettir. Zeynep GÜR: “Kinder der verlorenen Gesellschaft” “Kayıp toplumun çocukları” adında bir kitabınız var. Burada kayıp
Kültür-Sanat-Edebiyat
Türkiye’de hakkımda yazılan 180 sayfalık kriter yayınevinden bir kitap çıktı. Kitabı Umut Balcı yazdı ve adı “Safiye Can’da politik yaklaşımlar”. Türkiye’deki Alman Edebiyatı profesörlerimiz çok iyi olmalı! Umut Balcı şiirlerim hakkında uzmanlaşmış, başarılı, bilge bir insandır. O kitap çıkıp elimde tuttuğumda kalbim tökezledi. Mutluluk böyle bir şey olmalı.
Ataol Behramoğlu ve Safiye Can
kitap yazmam gerekir ki o bile yetmez. Kitabın sonunda kitaba ismini veren uzun bir şiir var. Şiiri açıklarken onu parçalara ayırmamız gerekiyor ve bu davranışla yazdığım şiire haksızlık yapmış olurum. Ayrıca okuyucuya kendi keşfini yapma şansını da bırakmak lazım. Şiirlerimizi anlatmayalım, ama öyle yazalım ki anlaşılırlığı olsun. Bence şiiri anlatacaksak şiir yazmanın bir manası yok. O zaman şiir yerine içeriğini anlatan bir metin, öykü veya roman yazmalıyız. Zeynep GÜR: Okullarda yazı atölyeleri yapıyorsunuz. Bunun için kurduğunuz Dichter-Club (Şairler Klubü) var. Dichter-Club kurma fikriniz nasıl gelişti. Bundan da bahseder misiniz? Safiye CAN: Frankfurt Edebiyat Bürosunda staj yaptığım dönemde, bir şiir atölyesini yönetecek olan ve o büroda çıkan edebiyat dergisinin editörü, vakit bulamadığı için, “Bir hafta sonra şiir atölyesi var, ben gidemiyorum benim yerime sen gidersin” dedi. Böylece şiir atölyesi serüvenim böyle başladı. Ben bir hafta boyunca şiir atölyesi nasıl yapılır diye bir sürü kitap okuyarak hazırlandım. Atölye o kadar iyi geçti ki bugüne kadar devam ediyorum. Bunu çocuklar ve gençler şiiri sevsin, ileride yetişkin olduklarında evlerinde şiir kitapları bulunsun diye
9
Ses Dergisi
şiirlerimin kendine has bir sihri ve özel bir yeri var bende!
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
yapıyorum. Çünkü biliyorum ki Almanca dersinde mecburiyetten ve açıklaması bize dikte edilmiş şekilde gördüğümüz şiirler, bizi şiirden uzaklaştırdı. Bu durumun şu an Almanya’da şiirin az okunmasında da bir etkisi var. Buna karşı bir elimden geldiğince savaş veriyorum. Yıllar sonra şiir atölyemin bir adı, amblemi ve kendi mührü oldu. Zeynep GÜR: 2016 yılında Else-Lasker-Schüler şiir ödülü, yine 2016 yılı Alfred Müller Felsenburg Dürüstlük Edebiyat Ödülünü aldınız. Ödül almak eser vermenizi nasıl etkiledi? Safiye CAN: Motive olmanın dışında bir etkisi bende olmadı. Ama motive olmak ve ödül almak harikulade önemlidir.
Ses Dergisi
Zeynep GÜR: Uluslararası af örgütü gönüllüsüsünüz. Bir şairin toplumsal olaylarla yakından ilgili olması, bu konuda çalışma yürütmesi çok kıymetli. Bu konuda neler söylemek istersiniz.
Kültür-Sanat-Edebiyat Safiye CAN: Hâlâ dünyanın birçok yerinde şairler sırf düşüncelerini yazdığı için hapse giriyor, işkence görüyor, yazması ve yayınlaması yasaklanıyor. Şiirden ve düşünce özgürlüğünden korkan insanlar zayıf olmalı. Umarım dünyanın hiçbir yerinde şairler, yazarlar, sanatçılar, aydınlar yaptığı işten dolayı hapse girmez. Öyle bir dünya diliyorum, çünkü dünyanın onlara ihtiyacı var. Sanatın ve özgürlüğün olmadığı bir yer insancıl değil. Zeynep GÜR: Okuyucularımıza Türk ve Alman edebiyatından mutlaka okumalarını tavsiye edeceğiniz şair
10
Sayı 14
yazar veya kitaplar neler olur? Safiye CAN: Hangi dilde olursa olsun: Kadın şair ve yazarları okusunlar. Çünkü kadınlar hala dünyanın her yerinde ve edebiyat alanında da binbir zorlukla mücadele ediyor. Daha az basılıyor, daha az ödül alıyor, daha az ciddiye alınıyor vs.
Esra Dolunay
Gölge “Gölge yanımda durdu, güneşin dik ışınlarına karşı eğilmeden. Adımladım. Gölgeyi orada bıraktım...”
G
özlerini açtı. Pencereye yaklaştı. Gece boyu süren gürültüden geriye, etrafa dağılmış yapraklar, üç beş kırılmış dal ve dallardan sızan gün ışığı kalmıştı. Yola koyulmak üzere hazırlanan bir yılın son aylarıydı. Ana caddede ilerleyen adımları yan yola sapıp şehir parkının içinde son buldu. Biraz dinlenmenin zararı olmazdı. Dünkü fırtınadan sonra kırık dallar dışında pek uğrayan olmamıştı buraya. Parkta yerini alanlar ise boş banklar, yer yer rüzgarla sallanan salıncak, kaydıraktan süzülen bir yaprak, bir tahterevalli ve onun tepeden bakan şanslı tarafıydı. Bir parkta olmak, aslında yanında bir dostun bulunmasıyla güzeldi. Güneşin iki çizik attığı bankı seçti. En iyi dostunu, kendini de biraz oturmaya davet etti. Üzerinde ilerlediği yapraklara basarken; “Günler kısalıp uzuyor, şu yapraklara basmanın heyecanı hiç değişmiyor” diye düşündü. Kalemini ve defterini çıkardı. Bu seferki yazmak için değildi. İlerdeki gür ağacı, uçlarına doğru sallanan yapraklarını, koyulaşan gölgesini izledi. Tam deftere ilk çiziği attığında yola uzanan büyük dalın altında bir gölge fark etti. Gölge, sanki daldan bir parça gibi hareketsiz, bir o kadar da canlı duruyordu. Umursamadı. Bir çizik, iki çizik daha attı ve dallardan uzanan yapraklara sıra geldi. Çizgilerin bittiği yerde aynı gölge gözüne çarptı. Gölge, bir korkuluk kadar hareketsiz, bir korkuluk kadar tedirgin ediciydi. Ağacın gövdesine odaklanmaya çalıştı. Sonra yaprakların ucundaki gün ışığına ve gün ışığında süzülen bir kaç yaprağa gözü daldı. Aynı gölge, az önce düşen yaprak gibi titrek atkısı ile belirdi. Kalemini ve defteri çantaya attı. Gölgeye doğru ilerlemeye başladı. Hafif bir esinti, üç beş yaprağı havalandırarak yaklaşırken; genç, gözüne kaçan tozu çıkarmaya çalıştı. Bulanıklığın netleştiği noktada gölge, boyut kazanmış, gösteri yapan canlı bir heykel gibi orada duruyordu. Genç bir adım daha yaklaştı. Gölgesi, gölgeye
düştü. Ardından gölgenin bakışları kendisine düştü. “-İyi misiniz!” cümlesi gencin ağzından belli belirsiz bir şekilde çıkmıştı. Belki yardıma ihtiyacı vardı. İçindeki bu kayıtsız kalamama huyu başına yine iş açabilirdi. Soruyu bu sefer daha yüksek sesle tekrarladı. Ardından beklediğinden iyi bir cevap geldi: -Teşekkürler iyiyim! Bir şey arıyor gibi yeri gözlüyordu gölge. Genç, meraklanmıştı: -Bir şey mi arıyorsunuz ? Gölge mırıldandı: -Buradaydı, onu burada bırakmıştım. “Ölmüş bir arkadaşını düşünüyor herhalde” diye düşündü genç. Bu evsize benzeyen garip insanı önemsememeli, yoluna devam etmeliydi. Gölge, önündeki koyu kahve renkli yaprağa yavaşça bastı: -Yapraklara basarken aynı heyecanı duyuyoruz. Düşünsene! Ama bunak ve ya garip olan ben oluyorum. Genç afalladı. Etrafa baktı. Kafasından bir yığın düşünce süzülüp durdu. “Beynimi okuyor. Sıradan biri değil sanırım. Bu sefer Hızır’a falan mı denk geldim? Bir sadaka vereyim, iyilik yapayım, kedi yok mu besleyeyim?...” Aklına üşüşen düşünceleri gölgenin bir cümlesi durdurdu: -İlla bir çıkarınız olacak, biri de sebepsiz yapsın şu iyiliğini! Kaçmayacaktı. Bu sefer gölgenin yanında duracaktı. Oturdu. Gölgeye döndü: -Dostunu mu kaybettin? Gölge başını kaldırdı. İki yaprak, ikisinin önünden süzülüp banka düştü. Genç, kendine dönen siyah camlarda yansımasını gördü. Kibrini, yargılarını, çocukluğu, korkularını, dostunu gördü. Gölge yerden bir yaprak aldı. Bankın ucuna bırakıp kalktı. Ardından sözünü tekrarladı: -Dostumu burada bırakmıştım. Şimdi bankın yanında iki gölge, güneşin dik ışınlarına karşı eğilmeden orada durmuştu. Birinin adımları yola doğru uzayıp kayboldu. Gölgesini orada bıraktı.
11
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sayı 14
Ses Dergisi
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
AŞK VE HİDDETİN ARASINDA BİR RESİM
ROSA LUXEMBURG
Ses Dergisi
D
ostları için hayatı epik şiir formatında yaşayanlara dostları da özlemle mersiye yazarlar elbet.
Pek çok şair, yazar ve sanatçının da ilham kaynağı olan Rosa için şair Bertolt Brecht de bir şiir kaleme alır.
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Burada Rosa Luxemburg gömülü
kurma yetisinin yanında güçlü bir hatipti aynı zamanda. Bir eli kürsü mikrofonlarında halka hitap ederdi, bir eli de kalemde, savunduğu fikrin teorisini yazardı. Dört yıl hapiste tuttular mızmızlandığını duyan olmamıştı. On dört ay boyunca Berlin kadınlar hapishanesinde savaş karşıtı konuşması nedeniyle hapis yatarken, dışarda arkadaşı Mathilde’den onun için çiçek toplamasını istemişti. Yeri
Polonyalı bir Yahudi kadın Alman işçilerinin öncü savaşçısı Alman sömürücülerinin emriyle öldürüldü Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!” Bu muhteşem kadının hayatını okuduktan sonra duruşuna olan saygım gereği Brecht’in şiirine bir resim eklerdim. Abidin Dino yaşasaydı Rosa Luxemburg’un “Sizin düzeniniz kumdan zemin üzerine kurulu. Devrim daha yarın” “Gümbürtüyle ayağa kalkacak yeniden” “Ve yüreklerinize korku salan borazanlarla ilan edecek: Vardım, varım, var olacağım!” diye haykırdığı anın resmini çizmesini isterdim. Sonra o resmin altında öyküsünü kaleme almak isterdim yüz yıl öncesine gidip. İşkenceyle ölümün kenarına kadar getirilip sonra bir mermiyle öldürülen ve bedeni Landwehr Kanalı’na bırakılan Rosa’nın öyküsü… Rosa, zekiydi, coşkundu, capcanlıydı, üretkendi, dogmacı değil entelektüeldi, ve yazardı, hem de güçlü bir kalem ustası ve fikirleri harekete geçirecek bir teorisyen, kitleler üzerinde etkili konuşmalar yapan bir aksiyonerdi. Ekip
12
Rosa Luxemburg savaş karşıtı mitingde
gelince kırılıyor, yeri gelince öfkesine hakim olamıyor, yeri gelince de kadınlığın en nahif tarafıyla bakıyor dünyaya. Dedik ya Rosa hayat piyanosunda on parmağını kullanan bir kadındı.
Sayı 14
Bazen “Sevgiliye Mektuplar” kitabındaki gibi kalbini yazar bazen de “Rus Devrimi” yazıları gibi dönemin en muktedir isimlerinden Lenin’i eleştirir, Bolşevik yönetiminin ipe dizer gibi hatalarını yazar… Aşka yelken açtığı zaman da aşkını fikirlerine karıştırmaz. Rosa Luxemburg, Lenin ile de farklı düşünüyordu birçok konuda. Lenin, daha sonraları onun için “Rosa yanılıyordu yanılıyordu yanılıyordu yanılıyordu yanılıyordu.” diye bir cümlede tam beş kez onun yanıldıǧını yazacaktı. Yanıldığını idda ettiği konulara girmeyeceğim ama kelimelerdeki perdeyi aralayacağım. Siz Lenin’in bu kelimelerini nasıl okursunuz bilmiyorum ama ben onun fikirsel olarak Rosa’ya galip de gelemedi ama ondan vazgeçemedi de diye okuyorum.
şiirindeki tam bir Koçero hikayesidir, O. 5 Mart 1871’de Polonya’nın Zamosc kentinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Daha lise çağlarında iken sosyalist hareketle tanışan Rosa, Polonya Proleterya Partisi’nin organize ettiği bir grevde görev alır ama işler yolunda gitmez ve bu grev nedeniyle partinin dört önemli adamı idam edilir, Rosa ise İsviçre’ye kaçmak zorunda kalır. Hayatı kitaplara ve filme konu olan bu esrarengiz kadının hayat hikayesi böylece başlamış olur. Zürih Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almaya başlayınca aynı zamanda burada da yoldaşları ile buluşup politik faaliyetlerini devam ettirmeye başlar. Arkadaşlarıyla bir gazete çıkarır ve fikirlerini yazmaya koyulur.
Lenin, aralarındaki düşünce farklılıklarına karşın, Rosa’nın Birçok insanda olduğu gibi onun da hayatında onu yıkacak mücadelesine olan saygısını onun ölümünden sonra şöyle kadar sıkıntılar meydana gelmiş ama bunların onu ifade eder: güçlendirdiğini sonraları görüyoruz. Varşova pogrom[2]‘u “O bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır...”[1] Rosa’nın yaşamında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Lenin’in kendi yanılmazlığına olan inancı ve devrimin Bu pogrom sırasında kendisi de ailesiyle birlikte Varşova’dadır dışındaki her şeye ilgisiz kalması Rosa’yı etkilemişti. Daha ve o sırada bu durum, yaklaşık iki bin aileyi etkilemiş, birçok sonra bir arkadaşına “onunla konuşmak bir zevk” diye Yahudi öldürülmüş, dükkânlar yağmalanmıştır. yazmıştı. “Çok sevdiğim çirkin suratıyla, çok derin ve bilgili Bu olay onun ruh dünyasında derin bir iz bırakmış, bir biri.” travma yaratmış olsa da, daha sonraları onda azim ve İşte bu portreyi bu ayki sayımıza taşımak istedik. kararlılığa dönüşmüştür. Belki bu sebeptendir ki faşizmle Özgürlüğün, mücadelenin ve fikir namusunu korumayı mücadele neredeyse hayatının merkezine oturur. hayatının merkezine alan sosyalist mücadele ve kadın Bir süre önce girdiği sosyalist demokrasi Partisinde fikirleri direnişi nedeniyle işkence edilerek öldürülen bir kadın: yoldaşları tarafından benimsenmeyince partiden ayrılır. Rosa Luxemburg. Kimene göre: Zincirlerini kırarak yürüyen Birinci dünya savaşının patlak vermesi üzerine sosyalist ‘Spartaküs’ bir kadındır Rosa Luxemburg, kimi için sosyalist demokrasi Partisi’nin hükümeti desteklemesine ciddi tepki hareketin üç sacayağından biri. Kimi “haindir” deyip işkence verir ve birlikte yol yürüdüğü Karl Liebknect ile birlikte, altında ölüm çarmıhına gererken, kimi de onu devrimin ve daha sonra ismini Spartaküs Birliği olarak duyacağımız kadın onurunun kardeleni olarak görür. Ahmet Kaya’nın
13
Kültür-Sanat-Edebiyat
Photo: Hulton Archive
Onun infaz emrini veren “O zamanlar Yüzbaşı Waldemar Pabst, 1962’de şunları diyecekti. “[Ocak 1919’da] Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un konuşma yaptıkları bir KPD toplantısına katılmıştım. İkisinin devrimin önderleri oldukları kanaatine varmış ve onları öldürtmeyi kararlaştırmıştım. Emrim üzerine ikisi de yakalandı. Hukuk normlarına aykırı davranılması konusunda karar verilmesi gerekiyordu... İkisinin yok edilmesi kararını kolay vermedim ... Hâlen bu kararımın ahlâkî – teolojik açıdan savunulabilir olduğu inancındayım.”
Ses Dergisi
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020 Enternasyonel adlı bir grup kurar. Bunla birlikte bir yeraltı gazetesi kurar ve bu gazete sayesinde bir taraftan fikirlerini yayarken öbür taraftan da uzun süre cezaevinde kalmasına sebebiyet verecek olan savaş karşıtı eylemleri düzenlemeye başlar. Dışarıda boş durmadığı gibi içeriye de boş durmaz, makaleler yazar, fikirlerini kağıtlara döker. Bu yazıların arasında o özgürlükçü ve gözüpekliliğinin delillerinden biri olan yazılarından biri dediğim, Lenin ve Bolşeviklerin kimi politikalarını eleştirdiği Rus Devrimi yazısı da vardır. Cezaevi yıllarında ilginç olan ve bir çok mücadele insanının hayatında örneklerini gördüğümüz bir yöntemle, fikirlerini dünya duyurmaya çalışır. “Duvarların arasından sızan ışık” dediğim fikir hareketlerinin sancılı yayılışı olan mektuplarla… Arkadaşları Rosa’nın yazdıklarını hapishaneden alıp yayımlar. Rosa dört duvar arasında olsa da fikirleri sokaklarda dolaşır.
Ses Dergisi
Merkeziyetçi yönetim şekline karşıdır Rosa ve bunu her platformda dile getirir. Kimi zaman meydanlarda, kimi zaman da dört duvar arasında… Eleştirilerini yapsa da bu metinler ne onunla Lenin’in arasını bozar, ne de gittiği yol ile.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Dört yıl sonra hapisten çıkar çıkmaz Alman Kominist Partisini kurar. Her türlü mücadelenin arkasında tutulmaya çalışılan kadınların ilgi odağı olur. Özgürlükçüdür hem de 21. yüzyılı kıskandıracak kadar özgürlükçü. “Özgürlük, sayıları ne kadar fazla olursa olsun, sadece hükümet yanlıları için ya da sadece parti üyeleri için olursa, ona özgürlük denmez. Özgürlük, her zaman muhalefetin özgürlüğü demektir,” sözlerini bugün kaç siyasi lider hazmederek söylebilir, bilmiyorum. Ayrıca eleştireldir, düşündüğünü lafı dolandırmadan doğrudan söyler. Çekinmez, hesap yapmaz, korkmaz. Bir taraftan kadın sorununu yüksek sesle dile getirip işçilerin haklarını haykırırken öbür taraftan da faşizmle amansız bir mücadele yürütür. Bunu savunduğu zamanlarda Almanya’da ayaklanma başlamıştır. Rosa da bu ayaklanmanın baş mimarlarındandır. Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck 15 Ocak 1919’da tutuklanır. Pieck bu esnada kaçmayı başarsa da Rosa ile Liebknecht ağır işkenceler görürler. Öyle işkenceler ki acı sonla son bulur. Ölesiye işkence edilirken işkence altında yaşamını yitirir ve bedeni Landwehr Kanalı’na bırakılır. Onun infaz emrini veren “O zamanlar Yüzbaşı Waldemar Pabst, 1962’de şunları diyecekti. “[Ocak 1919’da] Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg’un konuşma yaptıkları bir KPD toplantısına
14
katılmıştım. İkisinin devrimin önderleri oldukları kanaatine varmış ve onları öldürtmeyi kararlaştırmıştım. Emrim üzerine ikisi de yakalandı. Hukuk normlarına aykırı davranılması konusunda karar verilmesi gerekiyordu... İkisinin yok edilmesi kararını kolay vermedim ... Hâlen bu kararımın ahlâkî – teolojik açıdan savunulabilir olduğu inancındayım.” Aşk ve hiddetin arasında bir resim bırakır tarih sayfalarına. Öyle bir resme denk gelirseniz altındaki notu okuyun: Rosa Luxemburg [1] Elizabeth Ettinger, age, s. 195. [2] Pogrom; dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleridir. Bu şiddet hareketleri genellikle evleri, işyerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur.
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ekim - Kasım l / 2020 Sayı 14
15
Sayı 14
Seyfullah Sacit
Ekim - Kasım / 2020
KARANLIK Çalkantı, yılgınlık, dibin en dibinde yaşantı Görüntüler diyorum bayim, söyleyin hangisi aydınlık Gök kubbe içinde nura hasret yürekleri… Aydınlatır mı?
Hadi söyle
Bu koyu karanlık
Belirsizlik senfonisi içindeki ahenk Söyle! Hangisi yaşadığına denk Istırap rüzgârlarıyla inkişafında bin bir renk
Ses Dergisi
Söyle!
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sis torbası içine atıldı mekân, kırıldı kol
Bilinmezin içinde mi felek Ey karanlık! Toz bulutu, görünmez kılınan yol Uçurumun kenarında kaldı, belirsiz artık sağ sol Gel de kurtar Ümit bağı
Dert ortağı gerek
Şehrayinler sarsın kentin dört bir yanını Gel de gör, ey saki! Umutsuzluk girdabını Feryat edilen her anda bir ah parçasını Gel de topla ey saki!
Ol ışık!
16
Her yer karanlık…
Sayı 14
Ey dost Asırlık dertler içinde kıvranıyoruz ruhumuz lime lime Öyle bir illetki içimizdeki hastalık el pençe divan durmuş zalime Göz görmüyor kulak duymaz ve sağır Bir yeşerdik bir solduk yok olma göçünde Beyin harabe, kalpler yorgun, beden hazır ölüme Ey dost Vakitsiz kararan hava semayı yırtan bir eldi Tarumar edildi emekler kırıldı ruhun kemikleri
Kültür-Sanat-Edebiyat
Hunharca yargıladılar nedensiz,sebebsiz Toprağın bağrında yeşermiş körpe fidanlar bir bir kesildi Kaktüslerin mekanı ıssız çöller aldı yerini Ey dost Şimdilerde her yer çöl ve kurak Kurumuş toprağın çatırtısının yankıları karşı yakada Yürüdükçe ayağı yakan ateş gibi toprağın rengi Çölde kum taneleri ile gulyabaniler dansta
Ses Dergisi
Gülhanım Anulur
Ekim - Kasım l / 2020
Boğulmuş vicdanları kalp denizde hasta Ey dost Meydanlarda aldanan ve aldatanlar kol kola Acılar ile yoğrulmuş hamurdan beslenenler yolda Aldatma tahta çıkmış, yalan altın değerinde Öyle bir tablo ki ressam boyamakta isteksiz Kalemler yazmaktan aciz, adalet ise dilsiz. Ey dost Izdırap ateş denizinde mumdan kayık Kor içindeki kıvılcımlar mum yakma sevdasında Görülmüşmü kıştan sonra baharın gelmediği cemre düştükten sonra Elbet bir gün bitecek bu korkunç rüya Dünü karanlıktan ayna, yarını uçsuz bucaksız derya… Ey dost Bu yolda ölüm varsa bize bayram sevinci Onlara göre ölüm dibsiz çukur gibi Üzülme artık! Rüzgar kokusunu getiriyor uzaklardan huzurun Duyuluyor yakındır bu türkünün bestesi Bize tebessüm ediyor bak! ötelerin gölgesi.
17
Sayı 14
SİNE ELİF
Ekim - Kasım / 2020
AZİZE’ye SİNE’den
C
Ses Dergisi
anım nasılsın, yazmışssın geçen gün. Şaşırmadım da bir şeyler döndüğünü anladım. Seni sordular, ben de bilmiyorum, hiç arayıp sormuyor dedim, diye bir cümle daha iliştirmişsin. Seni sordular, özlemişler. Cümlenin sonundaki noktadan anladım kinayeyi. Ama benim gibi özlememişler. Kimse senin gibi özleyemez ki Azizem. Ben misafirleri olmaktan çıkınca seni de ziyaret edeceklermiş. Birkaç yılın özlem dolu birkaç ifadesi işte. Satırların altındaki noktalara, yeşil silginin defalarca dokunduğu yerleri biliyorum Azize. Sen de beni biliyorsun. İşte bu sebeptendir ki sana olan muhabbetim hep baki hep kimsenin ulaşamayacağı yerde asılı duracak.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sana upuzun ve dupduru bir mektup yazmak istedim. Ne zaman verip ne zaman okuyabileceğini tahayyül edemiyorum. Zaman izafi biliyorsun. Beni biliyorsun, bir saniyeme bin yılı sığdırabiliyorum. Öfkemi de aşkımı da anlık, ancak derin yaşarım. Hatırlıyor musun, sınıftaki oğlanlara çıkışmıştım bir gün. Şimdi sen ‘Adam onlar, oğlan değil’ diye düzelteceksin ama ben oğlan diyeceğim yine de. Koridorda özgürlükçü kesilip sınıfta kuyruklarını kısıp ses etmemelerine coşmuştum. “Utanın be, utanın, utanmazlar” demiştim. İçlerinden biri anlamış da başını eğmişti. Sonrasında fakültede sivriye çıkmıştı adım. Bulaşmamışlardı pek. “Delisin” demiştin. Ama bilmiyordun Azizem. “Olaylara karışma, sürüdeki kara koyun olma, uyuyan yılana dokunma” diye büyütüldüm ben. Babam bilmiyordu ki evdeki kara koyunu kendi koynunda büyütmüştü. Lisede felsefe öğretmeni öyle üzgünüm ki insanlar istediği kıyafetle okula giremiyorlar demişti. Oysa bizim sınıfta kimse sevmiyordu hocayı Ramazan’da oruç tutmuyor diye. Bir başka hoca, arkadaşıma senden başını örtmeni hiç beklemezdim demişti. Şaşırıp kalmıştım işte. Elimdeki kantarlı topuzu kafama kafama vuruyordum her gün. O sebepten işte haykırmıştım en büyük hayaliniz nedir dediğinde Yüksel Hoca, boynumdaki fuları, boynuna takmak isteyen boynuna, kafasına takmak isteyen de kafasına takabileceği günleri görebileyim demiştim. Sonradan öğrendim ki keramet fularda da değilmiş ya. Ama niyeyse hala gurur duyarım o çıkışımla. Ünüme ün katmış, senden başka kimsemin olmadığını cümle aleme duyurmuş olmuştum. Ben, aileme isyan olarak doğmuşum Azizem. Bunu tam 30 yıl sonra anlayacaktım. Sinelerindeki Elif batacaktı hep sol yanlarına. Akıllarına getirmedikleri, hayalini kurmadıkları her şeyi yaşatacak, olaylara karışacak
18
Ekim - Kasım l / 2020
Hani karanlık sokaklarda okula gitmek için çıkardım da seni alırdım kapıdan, durağa varınca cayardık. Bütün sokaklar bizi arardı da biz koltuğumuzun altındaki kitaptan konuşur da konuşurduk. Sen bana siyasilerin gençliklerinde ettikleri sözlerden, ilerde nasıl büyük adam olacaklarının düşünü kurduklarını ve vakti gelince de yattıkları istiharelerin çıktığından bahsederdin.Nasıl aklında tutardın bilmem. Bırak şu şeytanları, demiştim bir kez. Kızmıştın bana. Asıl sen içindeki şeytana bak, demiştin. Kahkaham yıldızları
Kitaplardan kaleler yapacaktık seninle. Gidiverdin sen. Gözünü kör eden aşkların peşinden gitmek çok kolaydır Azize? Kapılırsın akışa, bir güzel bakışa, iki güzel deyişe. Bana çok kızdın başlarda biliyorum. Yapma dediğime, dur dediğime. Sonra ikimiz de sustuk. İnsan, bazen illa da yaşıyor değil mi? Güvelenen kitapların altında kaldık. Bir bodrum katında yakıldı hayallerimiz biliyor musun? Dedim ya cahiliyedeyiz diye, gömüldü bazıları. Kurtlar yemiştir. Allah aşkına Azize, harflerden korkulur mu hiç? Soru işaretleri vebalı mıdır? Tutkuları, kör ediyor insanı. İdeallerin yerini hırslar alıyor. Şimdi üç-beş kitaplık bir duvar ördüm kendime. Okudukça veriyorum birilerine. İnsan hayal kuramaz oluyor Azize. Ne yakılmasına, ne gömülmesine dayanabilirim artık. Gerçi nelere dayanamayız diyorduk değil mi? Dayanamamak da ne ola ki? Hani deniyor ya kaldıramayacağın yük verilmez diye. Nedir mesela insanın kaldıramayacağı şey? Kaldıramayınca ne olur insana? Kim kaldıramamış mesela? Bir şey söyle bana kaldıramadığın ne desen, özlemek derim Azize. Özlemek. Kaldıramıyorum işte. Öyle altında yıllardır ezildiğim bir his. Sen sanıyor musun ki aramızda yollar, okyanuslar var. Aramızda yıllar var Azize. 11 yıl var. Seninle çaysız 11 yıl. Ve artık bir ekrana bakıp yazacağını, arayacağını beklemek de yok. 11 yıl evvel kitaplarınla gittiğin gibi her şey. Hala eski kitaplara hevesim var. Uğultulu Tepeler’i almıştım ilk. Seninle tanışmamıştık daha. “Kaç para verdin,” diye sormuştu babam. “Senden yaşlı,” deyince ses etmemişti. Az biraz zulam vardı tabi. Şimdi de eski kitapları almıyorum da bakıyorum. Fotoğrafını çekiyorum bazen. Mutlaka dokunuyorum ve koklamadan bırakmıyorum katiyen. Seninle heveslerimizi konuşmayalı ne uzun vakit oldu değil mi? İnsan değişmiyor be Azize? Evriliyor azıcık. Baksana hep kitaplarla hemhaldik, hala da öyle. Boyut değiştiriyor biraz. Sen de kitap çıkarmışsın, hatta kitaplar. Valla helal olsun. Çoluk çocukla da yaptın ya o işi, eli öpülecek insansın. Ben hala debeleniyorum. Sana yıllar evvelinde bir yazımı okutmuştum. Yazmazsan çok üzülürüm demiştin. O senin ilacın. Sen ölürsün yazmazsan demiştin. Yine bana kahkaha
19
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sana biraz özlemekten bahsetmek isterim. Hani adımı Hasret ya da Sıla koysalar da olurmuş gibi geliyor bazen. “Azize,” deyince Sine’min tam üstünde bir paslı çivi döndürüyorum. Burnum yanıyor, boğazımda bir kuruluk, yutkunamıyorum. Küçük dilim büyüyor, ağzımı aralıyorum, seni solumak isterdim o an. Her şey düzelir ve nefesim sükunete ererdi. Ağlasam. O işte hiç verilmemiş bir nimet bana. Hikmetini bilemediğim. O nedenle ağlayamayanları sevin, daha çok sevin. Onların içindeki kasırgaları bir onlar bilir bir de içeri kısılıp kalan kasırga. Geçen gün annemle görüştüm, telefonda. İnanır mısın şakaklarına kar yağmıştı. Öyle çoktu ki yıldızları ne sayabildim ne koparabildim. Elinin erişmemesi bu mudur Azizem? Bir tek sana söylüyorum bunu biliyor musun? Telefonu kapatınca kendimi duvarlara vurdum. Şimdi yavrusunu göremeyen anneler de vuruyor da kendilerini. Annem yaşlanıyor ve ben sadece kendi hayat çizgilerime yenilerini ekliyorum. Anlıyor musun? Bir sana söylüyorum, çünkü sen, benim annem öldü, senin yine de annen var, demezsin. Sararsın beni. Şükretmeliyim diye, kaldıramayacağım yüklerin bana boca edilmemesinden, aslında ne kadar şanslı, lütuflu oluşumdan, acılarımızı yarıştırmayacağından ve acımı azımsamayacağından bir tek sana söylüyorum. Özlüyorum ve inandıramıyor, özlüyor ve kanıtlayamıyor, özlüyor ve ağlayamıyorken, özlemek çok zor, çok lanet bir his. Sana sarılıp bütün gözyaşlarını yüzüme boca etmek isterdim Azizem.
kaydırmıştı hatırlıyor musun? “Hiç değilse benim şeytanım Allah’tan korkuyor” demiştim. “Ağzın da laf yapmasa hiç çekilmezsin” demiştin ve size gidip uyumuştuk. Şeytanımı yoklamıştım o gece. Bütün şeytanlar gelip devirse de beni, ben şeytan olmayacaktım. O tekmeyi vurmayacak, o çukura düşmeyecektim. Düştüm mü Azize? Birilerini düşürdüm mü? Ne dersin?
Ses Dergisi
ama olay çıkarmayacaktım. Onlarsa benim hep olaylı, aksiyonlu yanımı taşlayacaklardı. Sen cahiliye devri bitti mi sanıyorsun Azizem, bir kelime itiveriyor kız çocuğunu kazılmış çukura. Ben inanmıyorum, insanın gördüğünü işlediğine. Gördüklerim karşısında ne olmayacağımı kalbime koymakla geçiyor ömrüm biliyor musun? Duyduklarımdan ötürü söylediklerim. Neyi nerede, kime ne kadar diyeceğimin ölçüsünü alıyorum ben yıllardır. Sanma ki bir anlık şahlanışın, coşup durulmanın sonucuyum ben. Gözü kapalı gideceğim uçurumlar yok değil. Nihayetinde hepimiz gölgeleniyoruz bir ağacın altında be Azize, niye o ağaç benim istediğim ağaç olmasın ki? Ben niye senin yeşiline kara çalayım? Sanki mesele biraz da bu. Ne dersin?
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020 attırmıştın. Aylar var kalem dolanmıyor elime Azize. Kalpler yalnızca Allah’ı anmakla mutmain oluyor, şükür ki. Lakin kalbim de sükunete eremiyor şahit olduklarım, duyduklarım, okuduklarım ve gözüme sokulduklarımdan ötürü. Yeri göğü inletesim, dağlara bayırlara haykırasım var çığlık çığlık Azizem.
Ses Dergisi
Sana, beni sormuşlar ya, aklım orda kaldı benim. Uykusuz gecelerime karabasanları çağırdım. Uyuyamayınca bir toprak serpilmiş de üzerime gözlerimi karartacakmış gibi hissediyorum. Siyah örtülerini onlar çekince üzerime yaşadığımı farkediyorum. Bir boğuşma hali ki sorma, mücadele etmek benim dürtüm bu hayata karşı. Sabahın aydınlığı gözüme vurunca, aklımdan çıkmayan sana bir çay demliyorum. Çocukları ne yaptığını merak ediyorum en çok, ellerin titredi mi, göğsündeki kanseri çıkarıp kapının önüne koyu mu verdin? Kaç gece doğdu üzerine? Acıdı mı yaraların? İnsan kızacak küfredecek birini arar, en çok da çaresiz kaldığında. Seni üzecek, canını acıtacak şeyler yaptım mı Azize? Bir bilsen ne ağır her şey, hayat, yaşamak. Aklımdan, kalbimden hiç çıkmayacak yerdesin Azize? En çok özlenen dert ortağımsın. Azize, biliyor musun, ben dünyayı hiç sevmedim. Hem de hiç. Üzgünüm Allah’ım, dünya çok üzdü beni, yarattığın insan fitne ve fesat çıkardı. Ben de o ağacın altında dünyadan dinlenip sana geleceğim. Özlemenin olmadığı bir dünyaya...
Kültür-Sanat-Edebiyat 20
Sayı 14
A
ltında ezildiğimiz duyguların, ellerimizle sıkı sıkı tuttuklarımız olduklarını anlamamız, bizi özgürlüğün yamaçlarında gezinmeye davet eden bir idrak anıdır. Ya o an elimize batan camla kanamaya devam edeceğiz. Bize zarar vereni görmeden acımıza, acının insanın ruhunu ve bedenini kapladığı o karanlık pelerini kafamıza örtüp, en ufak ışığın ne zihnimize ne kalbimize girmesine müsaade etmediğimiz boğucu ıstıraba odaklanacak, olanları zihnimizde düşünce gevişi diye tabir edeceğimiz bir olguyla defalarca olasılıklarıyla düşünecek, ruhumuzu zedeleyene kendimizce çareler bulacak işe yaramayışlarını görecek, gördüklerimize memnun olmayacak memnun olmadıkça kaynağı yaratıcının nur’u olan ruhumuzu dumana bürüyeceğiz. Özü zıddıyla birleşen ruh buna tahammül edemeyecek, özgür, özel, farklı, pırıl pırıl, iç aydınlatan, kalp ısıtan, yol gösteren sıfatlarını yitirecek ve bir cesede dönüşecek. Duygusal yanımız kuvvetliyse bedeni iflas ettirene kadar dayanacak bedenin gücünden enerjisinden faydalanacak belki en güzel çağlarımızı, bir daha geri alamayacağınız anlarımızı hissetmememizi, kendimizi kaybetmemizi sağlayacak, kayboldukça hayata geliş amacımız olan var olma isteğimizi elimizden alacak. Kim mi? Biz. Kendimiz. Zihnimiz. Duygularımız. En çokta sıkı sıkı tutunduklarımız. Bizim, bizde olduklarını sandıklarımız. Bir insan, bir anı, bir duygu, bir ev, bir vatan, bir düşünce. Ya da hiç bizde var olmayan, -mış
gibi sandığımız bir şey. Kendi zincirlerimizi tek tek yavaş yavaş boynumuza dolayacak ucunu da elimizde tutacak hayat kaynağımız olan nefesi ve her nefes almamızı sağlayan şeyleri bizden uzaklaştıracağız. Uzaklaştıklarını sanacağız aslında gözlerini yumanın kendimiz olduğunu fark etmeden. Yalnızlaşacak ve neden birilerinin olmadığından şikayet edeceğiz. İstediğimiz şey haricinde bizi tatmin edecek bir başka alternatif olmadığını bile bile. O cama daha da kuvvetli sarılacak, artık o acısız bir hayatımızın olmayacağını hatta önceki hayatımızın nasıl olduğunu hatırlayamadığımızı düşüneceğiz. Bize varlığıyla iyi geldiğini, güçlü hissettiğimizi, onun bir parçamız olduğunu düşünecek ve bunlara küçücük gördüğümüz karşılıklara binaen karar vereceğiz. Tüm bunlarla yaşayacağız o kapkaranlık pelerinin altında. Ya da izin vereceğiz ruhumuza özgürlüğünü tadacak avucu apaçık bırakmakta, bir ışık hüzmesinin yüreğimize düşmesinde, bir kabullenişte. Bir bırakma boğulan kalbe can, hayat dansına bir ritimle ses olacak. Attığımızda ağırlıkları, her şey emredilmiş gibi saracak yaraları, öpecek incinmişliklerden. Hapis ruhumuz kaybettiği ayakları geri verilmiş bir koşucu gibi durmadan, yeniden tattığı hayat güzelliklerinin içinden her kesilen nefesinde yeniden doğarak kendi benliğine koşacak. Var olacak o anda. Çiçekli dalların arasından süzülen ışıltıları görmek, yolda yürürken önünden geçtiği dükkandan havaya akan müziği duymak, insanların farkında olmadıkları kısacık güzellikleri görmek yaşadığını hissettirecek. Biz bileceğiz ince sızısı iz yapacak yaranın. Ama hüzünlenirken sonunda başardığı için gurur duyacak ruhumuz. Bizler sınırsız sınırlı varlıklar olarak ancak kendimizi kontrol edebiliriz. Bizler acılarımızdan daha güçlüyüz ve ses olabiliriz kendimize karşı olan gaddarlığımıza. Yolunu açabiliriz hep orada olacaklarını sandıklarımızın veya sanılarımızın gerçekliğini kendi suratımıza çarpıp onlarsız da olabileceğimizi kalbimize şefkatle anlatabilir ve düşmenin de sürçmenin de hatanın da insan için olduğu ninnisini söyler uyutur -mışlarımızı, ortada yakacak ne gemi ne sığınılan liman olmadığının farkındalığı eşliğinde sessizce terkedebiliriz onları. Kalbimiz bize kalır, ritmiyle ne özgürlük şarkılarına, ne güzel ruhların, zihinlerin barış ve birliktelik çağrılarına, ne onu dinlemek, dinleyip huzur bulmak isteyen kulaklara, ne çocuk gülüşlerine, bahar gelişlerine ses olur. Böylelikle diyebiliriz ki vazgeçebilmek özgürlüktür. Vazgeçemediğimiz tek şeyin kendimiz ve yüreğimiz olması ümidiyle..
21
Kültür-Sanat-Edebiyat
ÖZGÜRLÜK KENDİ İÇİMİZDE BAŞLAR
Sayı 14
Ses Dergisi
Gülistan Aktaş
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Asuman Nur
Ekim - Kasım / 2020
Su ve Sonbahar seninle öğreniyorum rengini suyun ve sonbaharın toprak ve rüzgar… güzeller güzeli ayaklar altında çiğnenen yapraklar gibi kuru filmlerden taşan aşklar, kamera filmlerinden… sen de sıyrıl aşklarından sessizce ağaçlara yasla sırtını seni görecekler
Ses Dergisi
inanmasa da gözlerim
Kültür-Sanat-Edebiyat
köpük köpük yalnızlık bu, bilirim
bir deniz kıyısına çekilmişti kanım su getirdi vurdu kıyıya özlemi katıp ardına yükseliyor dalgalar kavuşuyorlar yağmur bulutlarına seni görecekler inanmasa da gözlerim… saatler alıp başını gidiyor… taşa dönmüş yığınlardan, hiçlik yayılıyor kulaklarımın ardına sonra sen geliyorsun! aklımın daimi misafiri, sessiz kiracım… yıldızlara çıkmak şimdi çok basit kıyıları azık yapıyoruz ne ağaçlar kaldı geride ne su bir yanıp bir sönen ışıklar, elimizde gök karanlığın ortasında belli belirsiz ay görüyor bizi biz görmeden denizi…
22
Sayı 14
YALNIZLIK Yalnızlık bulur beni En kuytu köşede Bir ağaç gölgesinde Ya da bir çatı arasında Kültür-Sanat-Edebiyat
Gökyüzünde bir bulut gibi yalnızım Bazen kara bulutlar arasında beyaz Bazen beyazlar arasında kara Bir kuytu köşede Ya da Bir ormanda ağaç olsam Ne farkeder
Ses Dergisi
Zeynep Gür
Ekim - Kasım l / 2020
Yalnızlık bu İsmi koyulmamış öksüz Dağ başında bir kardelen Yahut sürüdeki siyah kuzu Nehir kenarındaki bank Vadideki kızıl çam Ne farkeder Yalnızlık nedir bilir misin Kalbin acıyla çırpınırken Çığlıkların göğü çatlatırken Etrafında kulaksız yaratıklar Boşuna tüm çırpınışlar
23
Sayı 14
FOZ
Ekim - Kasım / 2020
Kelimelerim Buzlara Asılı Kaldı Üşüyorum. O kadar çok üşüyorum ki, Önümde soğuk, uzun bir koridor var, İçinde bugüne kadar üşüdüğüm bütün anlar ve anılar birikmiş. Hem de bütün ayrıntıları ile birlikte oradalar.
Ses Dergisi
Hangi tarihte? Hangi zamanda? Hangi şehirde?
Kültür-Sanat-Edebiyat
Hangi evde ya da odada üşümüşüm? Hepsi karşımda buz gibi oradalar, bana bakıyorlar. Üşüyorum Üzerimde koyu yeşil bir mont, Rüzgarlardan korunmak için boynuma örttüğüm gri beyaz atkım. Ellerim, tırnaklarım, saçlarım hepsi soğuktan titriyor. Heryer çok soğuk. Kar yağıyor sokaklara. Buz üstünde yürüyor insanlar. Üşüyen kalbim de titriyor soğuktan. Üşüyorum, Her üşüdüğümde acılarım hücüm ediyor zihnime. Ağrılar artıyor vücüdümda. Bir türlü karar veremiyorum tam olarak. Üşüyen yanımın neresi olduğuna. Her seferinde, soğuk havalarda keşfe çıkıyorum, Uzun yollardan geçiyorum. Donmadan, ölmeden yani çekip gitmeden, belki de geri dönme şansını yakalamak için.
24
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Üşüyorum, Kirpiklerim, gözlerim, kaşlarım da üşüyor. Görmekte zorlanıyorum. Belki de bakmak istemiyorum artık çevreme. Dudaklarım uyuşuyor. Konuşamıyorum. Kelimelerim buzlara asılı kalıyor. Nefes alamıyorum. Kültür-Sanat-Edebiyat
Nefesim de donuyor artık. Yutkunamıyorum, herşey boğazıma takılıyor. Isınmak istiyorum. Vücüdümdaki bütün buzları çözecek bir sıcaklık. Gözlerimin tekrar gülerek bakacağı,
Ses Dergisi
Dudaklarımın soğuktan morarmadan, tebessüm edeceği Ellerimin tutabileceği, Kalbimin tekrar sevebileceği Bir sıcaklık istiyorum. Isınmak istiyorum Bir dost sohbetinde, Annemin sıcak çorbasında, Çocukların masum tebessümlerinde, Güneşin sarısında, Denizin mavisinde. Isınmak istiyorum, beni saracak bütün sıcaklıklarda…
25
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
Betül Aydan’dan
MUHTEŞEM’e Mektuplar 5
S
evgili Muhteşem,
Ses Dergisi
Bir düş kırıklığı koymak istiyorum bu mektubun ilk cümlelerine. Bilemediğim sükûtlar yaşıyorum hayal hanemde. Sükût-u hayal... Senin hayallerin de sükûta uğradı mı hiç? Hayal, kelimesini hangi bağlamlarda yaşadın? Meselâ ben, daha çok küçüklüğümden o köy evimizin üst katındaki odada hayal kelimesini ilk kez okudum. Bir çerçeveydi gözlerime değen etrafı sarı, kağıdı solmuş yazı daktiloyla yazılmıştı.
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Eğer tahayyül edebilir lâkin hülyalarının esiri olmazsan...” diyordu yazıda. Ben de o zaman iç içe kelimeleri çekip büküp açamıyordum önüme. Sözlüklerde araştırmıştım. Tahayyül ne demek, hülya ne demek? Hayal etmekti anlatılmak istenen sınırsız pervasız ve duygularını esir eden hayaller...Hani ucu bucağı olmayan ve aslında hiçbir neticeye ulaştırmayacak hayaller... Muhteşem, senin de öyle hayallerin oldu mu? Sonra sükût elbisesini giyinip de siyaha büründü mü hayallerin? Garip değil mi Muhteşem, garip olmak,garip kalmak... Kime ait olduğunu bilmediğim ve senin de sesimden dinlediğin garip dizeler var şimdi aklımda: “Gariplik muştu bize / Gariplik muştu bize / Tâ elestü bezminde pay oldu düştü bize...” Hatırlıyor musun Muhteşem? Hatta hissediyor musun garipliğin serin rüzgârını? Garip bir gülümseme çiziyor mu kendini yüzünde. Ben bir garip duygularla başladım bu mektuba. Gözyaşım kirpiklerime yerleşti. İnat ediyorum garip hislerimle gözlerimi terk etmesin beni kendinden uzağa bırakmasın, gözlerimden hafifçe süzülmesin, düşmesin diye. Çünkü bilirim ki gözyaşı en çok gözlere yakışır. Bir şelalenin duru berrak suyunun aktığı, çağladığı yer gibidir göz pınarları. ‘’Gözyaşlarım durmaz taşar / Seller gibi çağlar coşar / Vuslat ümidiyle yaşar / aşka düşen pervaneyim’’ hatırlıyor musun Muhteşem? Aşkı merak edip aşk ile ağlamanın nasıl bir his olacağını tanımak istercesine ne çok dinlerdik bu sözleri. Söylemeye de çalışırdık. Aşk… Ne var ise âlemde ona mutlaka
26
değen bir olgu ama onu yakalamak, ona tutunmak, onunla düşmek veya yükselmek…Acaba gerçekten hayal mi yoksa bütün aşklar? Yaşanmış ya da yaşanacak gibi olmuş mu? Bir his yanılması mı aşk denen varlık? Varlık mı, yokluk mu yoksa aşk? Ne bilinmez bir şey benim için. Ama isterdim o yüce olguyla tanışmak, yaşamak, yaşlanmak… Hatırlarsın önceki mektuplarımdan Mecnun’un Leyla’ya aşkının nasıl da Mevlâ’ya yolculuk olduğunu. Hayaller aşka taşıdı kelimelerimi Muhteşem… Cahit Sıtkı’nın” Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız / Hatırası bile yabancı gelir / Hayata beraber başladığımız dostlarla da yollar ayrıldı bir bir / Gittikçe artıyor yalnızlığımız “ dizelerini de “hayal” kelimesi çağırmaz mıydı mektuba? Çağırdı işte. Ve yalnızlık ve dostlar ve dahi ayrılık gelip oturdular kalp evimin baş köşesine şimdi. Sahi Muhteşem, biz de hayata beraber başlamıştık ne güzel. Ama bu mektuplar yollarımız ayrılsa bile gönüllerimizin hiç ayrılmadığının en güzel şahidi olacaklar ya ne mutlu bize. Bir Ekim ayındayız bağ bozumu zamanı içim... Yazdan kalan telaşlar da sükûtlara gark oluyor yavaş yavaş. Kocaman bir yazın sıcak havaları üşümeye bırakır ya kendini. Hasatlar son kez toplanır tarlalar nadasa bırakılır hani? Sanki bir sessizlik var içimde Muhteşem. Sanki bir yorgunluk telaşlardan uzak eskiye göre değişmiş haliyle. Sonbaharda her şey başka değil mi dostum? Aslında her şey daha renkli daha yoruma açık. Durup dinlenme durup düşünme ve insanın kendi içine dönme vakti sanki. Bu benim hissiyatım ve hissiyatım benim sonbahar yanım Muhteşem. Sen de anlat dostum. Yaz, kış ya da baharlardan biriyle selamla kâğıdı. İster güneşin sıcaklığı, ister bir bahar yağmuru, istersen de kar beyazı görünsün kağıtta. Sen çizme anlatmak istediğin mevsimi, yorma kendini. Kelimeler en güzel ressamı duygularımızın, yazmaya en güzel cevap kağıtta oluşan o ahenkli resimler. Sonbaharı unutmadım tabi ki. Bilmiyorum kaçıncı “son” baharındayım ömrümün...
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Ben sana bu satırları bir ağacın gölgesinde, serin rüzgarın yapraklarla çıkarttığı o tatlı hışırtı eşliğinde yazıyorum. Rüzgâr da şarkısını söylüyor bence ağaçlar da hayat da... Şimdi hangi şarkı geçti içinden Muhteşem? Söyle onu hiç çekinmeden. Belki içinde kalmış onca gizin belki bir düğmesine dokunmuş olursun o şarkının sözleriyle. Benim içimde şarkılar var Muhteşem. Gözünü sevelim şarkıların. “Ah bu şarkıların gözü kör olsun...” diyen ruh halimize inat.
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Güzel şeyler düşünelim diye gök masmavi bu sabah” severim bu dizeleri. Sen de seversin bilirim. Hani bulutlar gezerdi üstümüzde. Biz nereye gitsek onlar da bizi takip ederdi. Sonra kış gecelerinde soba üstünde ya da ocakta tencerede patlamış mısırla bembeyaz gülümserdi bize bulutlar. Hepsini bir bulut gibi görürdük hepsi bir şeye benzerdi. O zamanlar her şey çok samimiydi. Her şey çok dingin...
Ses Dergisi
Ben bugünlerde yazmaya devam ediyorum şükür. Neden bugünlerde dedim biliyor musun Muhteşem? Hani kendimi yorgun hissettiğim anlarda susardım ya, hani elime kalem alamazdım. Şimdi aksiyle tutunuyorum yazmaya. Evet kağıt kalem değil dokunduğum, tuşlar artık ekrandaki word sayfasına diziliyor kelimeler. Renkli zarflarım da yok, renkli mektup kâğıtlarım da. Ama olsun yazmak var, sen varsın, mektup var. Her şey Muhteşem... İyi oluyor böyle iyi geliyor her yazdığım mektup bana. Sen okuyunca bir de gülümseyince bana hissediyorum aramızdaki yazılı kavuşmayı. Bak şimdi “sükût-u kalem” vakti. Bu arada ben artık iyiyim Muhteşem, sen de iyi misin? Unutma kadîm dostum, bir şiir dizesindeki gibi: “İnsan daha bir iyi oluyor iyiyim dedikçe.”
27
Ekim - Kasım / 2020
Mine Akdemir
Sayı 14 saygı duyarak, aslında gayet iyi bilip, niyeti kurcalamadan katılırdım bu oyuna.
Yedi yıllık beraberliğimizden sonra onu kaybettiğimizde, kalan eşyalarını yurt dışında yaşayan çocuklarına teslim etmek için oda arkadaşı Pervin Teyze ile toparlamıştık. Zarif ve tertemiz giysiler, ki-taplar, kedisi Bahtiyar’dan kalan benim bir bayram sabahı armağan ettiğim küçük bir madalyon, sadece bir bavula sığmıştı. Sığdıramadıklarını yanında götürmüştü. Bir kutunun içinde bulduğumuz, yurtdışı adresli, gönderilmemiş onlarca mektubu teslim etmek hiç içimizden Bazen düşünüyorum da kendi düzenimizi sürdürürken gelmemişti. İki kadın, zarfı kapatılmamış mektupları o gün başkalarının hayatına dahil olabiliyoruz ya da onlar bizimkine. saatlerce okuduk. Galiba kendisi de öyle yapıyordu. Kendimizinkini ararken, ikram eder gibi dağıtabileceğimiz çözümleri, çareleri sırtı mızdaki torbada, ceketimizin Burada her gidiş ani ve vedasız olur. Biz de cebinde taşıdığımızı zannediyoruz. Özellikle yaptığımız vedalaşamadık. Şimdi, yıllar geçmiş olsa da ne iş buna müsait bir zemin sağlıyorsa. Gençliğimde ben de zaman sokağımda bir postacı görsem, istemsizce böyle düşünürdüm. Bedenim ve ruhum henüz sadağından beklentiye girerim. Ama bilirim, bana olmasa da yeni çıkarıiıp, yayına gerilmiş bir ok gibiydi. Sadece hedef arıyordu. Yıllar geçtikçe, hayatın büyük bir kutu ve benim de onun halâ yazıyor olduğunu. Pandora olduğum gerçeğini öğrendim. O kutudan her şeyi ***** çıkarmıştım ama, içindeki bir şeyler yine de kilitli kalmıştı. Ve o yıllar, bazı konularda yetemeyeceğim, değiştiremeyeceğim “Son mektubunu beş ay önce almıştım. İkiye katlanmış bir şeyler olduğunu bana öğretmişti. Keşke bir yanımız hep cahil, kâğıt. İçindeki tek sayfasına iri harflerle yazılmış birkaç satır. Hepsi bu. Ya gözlerimin iyi göremeyeceğini düşündüğünden el değmemiş kalsaydı. ya da yazacak pek de bir şeyin olmadığından. Hangisi İlk görev yerim, orta halli yaşlıların barındığı bir bakımeviydi. çocuğum? Aklım birincisi diyor, kalbim diğeri. Bilmediğin Onu orada tanıdım. İsimlerin ehemmiyeti olmadığı, bir şey var ki, burada kimse aklıyla düşünmez. Çünkü öykülerinin benzeştiği, sonucun kaçınılmaz ve değişmez bulundukları yer, onunla izah edemeyecekleri bir yer. olduğu hayatlardan biri. Kucağında kedisi, küçük bir valizi Buradakileri ayakta tutan şey tansiyon hapları, romatizma ve içinde taşıdığı hem yükte hem pahada ağır her neyi varsa ilaçları, ya da örgü şişleri değil. Gelecek olana huzurun vaad gelmişti. Kendince kedisi ve kitaplarıydı pahası. Yaşıtlarından edildiği, gelenin en kalabalık yalnızlığı bulduğu yer. farklıydı. Ketumdu. Sadece dinlemek için programlanmış, güler yüzlü, tam bir eski İstanbul hanımefendisiydi. Kurumda Bu odaya iki ay önce taşındım. Pervin Hanım’ın oda arkadaşı muhasebe işleri ve telefonlara baktığım için, uzun aralıklarla Safiye abla geçen hafta hastahanede vefat edince, onun yurt dışından mektup alıp, telefonla arandığını biliyorum. yatağına ve dolabına talip oldum. Pervin iyidir, sessiz kendi Sanırım çocukları ile fazla iletişimi de yoktu. Hakkında halindedir. Anlaşabiliyoruz da. Ben de ikinci kattaki odamı bildiklerim sadece bunlardı. Ya da sadece bilmeyi isteyeceğim. bırakıp onun yanına geldim. Burası bahçeyi ve giriş kapısını daha iyi görüyor. Güneş de alan ferah bir oda. Tercihimin Bende gönül telimi titreten şey de, onunla oynadığımız bir nedeni bunlardı. Diğeri de, danışma masasındaki masum oyun olmuştur. Ara sıra mektuplaşırdık. Öyle telefonu en iyi gören, ve sesinin en iyi duyulduğu yer olması. dediysem bakmayın, sadece ondan gelen mektuplardı Her çalışında danışmadaki Elif, ahizeyi eline alınca kapı bunlar. İçinde kısa öykülerin, ve Orhan Veli dizelerinin aralığından göz göze geliriz. Konuşması bitip bırakırken, serpiştirildiği mektuplar. Postacı getirdiğinde, oturduğum ezik bir gülümsemeyle bakışlarını kaçırır benden. Yine masadan sallayıp gösterirdim ona. Zaten genellikle pencere önündeki kâğıtlara gömer başını. Ne benim sorularım, ne de önünde oturduğundan postacının geldiğini bilirdi. Kapı onun cevapları vardır. Akşama kadar ne çok yüz görürüm aralığından birbiri-mize gülümserdik. Cevapsız mektuplardı o masanın yanında. Konuşurken adeta sırça konakta mâaile bunlar. Karşılık istemezdi. Sadece yazmakla yetinirdi. Ben de
MEKTUP
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
28
Ekim - Kasım l / 2020
Bir kaç yıldır tanıdığım insanlar, ne gariptir ki evin insanı gibi benimseniyor. Zaten başka seçeneği de olmuyor kimsenin. En değerlisi, sevmeye gayret edişin onları. Gayret diyorum, çünkü her zaman kolay olmayabiliyor. Genellikle dinlemeye programlanıyorsun. Benim gibi ketumlar, ve ara sıra ziyarete gelenler bu grubun teslim alınmış kurbanları. Aslında herkesin hikâyesi benzer. Ortak paydası da vefasızlık, sevgisizlik ve ah etmelere kıyılamayan şefkatli öfke. Bu kelimelerin, dinletilince daha çok anlatılınca içi doldurulduğu sanılıyor. Herkes de biliyor öyle olmadığını, ama yine de burayı kabullenmenin, katlanmanın en kısa yolu olduğunda tereddütsüz hemfikiriz. Güzellik yok mu hiç? Var elbet. Benim en sevdiğim detay kütüphane. Benimle birlikte birkaç kişi daha var ki, en sıkı müdavimleriz. Daha önce okumak isteyip bulamadığım, ya da fırsatımın olmadığı bir çok kitabı okudum diyebilirim. Silip süpürmeyle, pişirip taşırmayla, eve döndüğümde ne bana ne de arkamda bıraktıklarıma hiçbir getirisi olmayan kapı gezmeleriyle, televizyon karşısında cayır cayır yaktığım saatlerle meğer ne çok şeyi atlamışım. Kitaplarla bakıştığımda bunlar geliyor hep hatırıma. Aramızda birbirimize önerip üzerinde tartışabileceğimiz birilerinin olması da çok güzel. Ve sabah, akşam kahveleri. İtiraf etmeliyim, mutfağımda pişirip, penceremin önünde içtiğim tek kişilik kahvelerimden daha hoş. Her ne kadar adıyla müsemma acı da olsa. . Pervin çok güzel fal bakar. Gerçi, fincanda genellikle kim
Burada günün en güzel vakti, sabah erkenidir. Dışardaki iğde ağaçlarının kokusu açık pencerelerden doluşur odalara. Bir de kuşların cıvıltısı. Sadece özgür olanlarınki değil, hemen birçok odadan gelir kuş sesleri. Kiminin muhabbet kuşu, kiminin kanarya. Ya hırçın bir kızın, ya da afacan bir oğlanın adını üstlenmiş. Pervin’in de bir kanaryası var. Ara sıra odada serbest bırakır uyuşmasın diye. Benim Bahtiyar’ın ona zarar vermeyeceğini bilir. Yaşlı dostumun iki ön patisi felçli olduğundan, bırak kuş avlamayı benim yardımım olmadan doğru dürüst yürüyemez bile. Yine de mutlu bir hayvandır adı gibi. Mutfakta çalışan Hatice Hanım, kahvaltı ve yemeklerden arta kalan süt, peynir ve etlerden ona getirir her gün. Pek acır Bahtiyar’a. Belki iyileşir, güzelce yesin diye. Umut işte. Elif de ona çok güzel bir tasma yaptı geçenlerde. Kırmızı kadife kurdelenin ucunda ismi yazılı bir madalyon. Süslü oğlum benim. Kendisi gibi yaşlı birçok teyzesi ile yarışır bu konuda.
Sevdiğim şeyler arasında, mektup yazmak da vardır. Öyle bu binanın dışında, uzaklara giden ve cevabı beklenen mektuplar değildir onlar. Elif ’le benim aramda sırlı bir anlaşmadır. Ben ona yazarım, pullu damgalı. Postacı getirir ona. Danışma masasında oturduğu yerden sallar zarfı bana kuzum gülümseyerek. Kapı aralığından görürüm. Cevap beklemediğimi bilir. Sadece, yazacak bir mektubum olmasını istediğimi bilir, hepsi bu. En hareketli yer, ve yaşanan bir hayat olduğunun belirtisi televizyonun olduğu oturma salonudur. Küçük gruplaşmalar, ya da tek kişilik katılmalarla, seslerin bazen yükseldiği, bazen fısıltılara dönüştüğü, ıstaka ve tavla şakırtılarına sevimli yenilgi öfkelerinin karıştığı, akşamki maçtaki taktik hataları, enflasyon oranları, dış siyaset, ne olacak bu takımın hali gibi erkek, falanca dizideki kızın elbisesi, filancanın yelek örneği gibi kadın muhabbetleri. Sevimli, ama bir o kadar da hem gereksiz, hem olmazsa olmaz, hem yürek burkan gürültülü yalnızlık. Mekânın günlük rutin akışı. Rahmetli
annem,
hayat
Kırkikindi
yağmurlarına
29
Kültür-Sanat-Edebiyat
Buraya geleli üç yıla yaklaştı. Ramiz Beyin vefatından bir yıl sonraydı. Yalnızlığın, artık paylaşılamayacak bir şey olduğunu, seslere, tıkırtılara kulak kesilmenin, pencereme sebepsiz her bakanın verdiği ürkek bekleyişlerin bitmeyeceğini anladığımda. Yanıma iki yarenim, kedim Bahtiyar’la kitaplarımı alarak çaresiz sığındım yeni evime. Çocuklar, yorgun bedenim ve kendi yağında kavrulan imkânlarımla ulaşamayacağım her biri bir yere dağıldıklarında, kendileri için planladıkları gelecekte bana ayrılan bir köşecik olmadığını da anlamıştım. Başka ülkeler, başka hayatlar, beklentiler, meşguliyetler, giderek azalan telefon görüşmeleri ve mektuplar. Hayatımın, sorgulama lüksümün, ve de zaman içinde anladım ki, ehemmiyetinin dahi olmadığı son çeyreğindeki değişimi bundan ibaret.
neyi duymak isterse o çıkar. Yine de herkes baktırır. Ben hiç baktırmadım. Çünkü, fal bitiminde o yalancı uykudan uyanmak çok can acıtıyor.
Ses Dergisi
yaşayan, hoşnut gönüllü şakıyan diller, telefon ahizesini yerine koyduktan sonraysa, bir tenhada özlemini, öfkesini, kırgınlığını dökmek üzere kaçışan gözler. Hiç değişmez. Bense, ona bile razı oldum.
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020 benzer. Hava, yazın kavurduğu bir günde, aniden sular seller bastırır. Korunağın varsa ne alâ, yoksa vay haline. Sen sen ol, kapı yanında her zaman şemsiyen olsun derdi… Hayır, kapı ardına şemsiye bırakmıyorum. Ben, artık o yağmurlara bıraktım kendimi. Burada mutluyum. Öyle hissetmek istiyorum. Zaten ötesi kalmadı, öyle görünüyor. Ardımda kalacak şeyler o kadar az ki. Benden önce yolcu etmeyi dilediğim Bahtiyar, bir tahta kutuya sığdırdığım onlarca fotoğraf, küçük patikler, saç tokaları, minik kurşun askerler. Sığdıramadıklarımı birlikte götüreceğim. Zaten hiç kimseye bırakamayacağım kadar ağır ve kalabalıklar. Çok sesli ama renkleri solgun. Birlikte susacağız, ve sessizce gideceğiz. ”
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 30
Sayı 14
TUGAY YALÇIN Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız, Adımlarımızın kısalığı bundandı, Bundandı gözlerimin durgunluğu… …ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz. Eylül’dü… der Cemal Süreyya “Eylüldü” şiiri’nde…
D
aha tomurcukların yeşerdiği, çiçeklerin açtığı bahar aylarında yer alır (yara olur) ve bir ağırlık bırakır insanın gönlüne Eylül kelimesi. Arada ne kadar zaman olursa olsun bir vedanın çığırtkanlığını yapmak üzere yola çıkmış ve her yaklaştığında adımları yürek titreten bir ulak gibidir Eylül. Elinde bir posta üzerinde “Veda”… İnsanda hep bir kaybetme korkusu vardır aslında. Bir ağaç misali yaprak yaprak dökülme korkusu, sevdiklerini kaybetme korkusu, sona yaklaşırken noksanlaşmaeksilme korkusu, bulamama korkusu, hasret korkusu… Hasılı daha toprağa girmeden gönül hanesinden kayıplar verip ölme korkusu, yani kendini, yani gönlünü kaybetme korkusu… Bu korkunun sembollerinden biridir Eylül ve talihsiz bir aydır, çok sevilmez amma herkes bilir, kimse konuşmak istemez amma herkes duyar… Sene 2020 ve bir Eylül daha geçti. Di’li geçmiş zaman artık takvimlerce; lakin koca bir muhasebe, çetin bir hesap kitap içte bıraktığı izlerce, sızılarca, gözlerden süzülen yaşlarca… Takvim yapraklarını geride bırakır da insan; kendinden kopan yapraklar içine dolar, sadece birikir, yapışır veya hapsolur gönül mahsenine. Ve her Eylül meşakatli bir seferdir insanın kendi içine ve avuç içinden arşa yükselen bir efkarlı nağmedir ve bir muhasebedir iyisiyle, kötüsüyle; yani her Eylül, insan için ufak bir mahşerdir. Vedaları hiç sevmem ben aslında. Günlük olanları dahi, “Akşama görüşürüz…” derken bile tadı bozulur damağımın. Sanki ağızda zehir çiğnemek gibi bir şey bu. Çok şey bıraktık ardımızda, çok şey bıraktım ardımda! Kime sorarsan sor “Adı Dünya.” Yanisi imtihan… Ne kadar da dünya-lı-yız onca yükle ve ne kadar da bu dünyadan uzak, bir musalla, üç beş kürek toprak…
Veda kelimesine soğukluğum okul yıllarımdan başlar. Her sabah valide hanıma sarılmam gerekirdi evden çıkmadan ve her akşam yine ilk onu görmem… Dedim ya; günü birlik vedaları bile sevmezken üniversiteye gidişim, sonrasında Nijerya’ya uzanan bir yolculuk, hesaba vursam beşinci yılıma girdim valideme sarılamayalı, kokusuyla içimi yıkamayalı, avuç içlerine kapaklanamayalı… Dostlar da var tabi, her biri birbirinden değerli dostlarım. Gönlümü parçalasınız elmas gibi parıldar hepsi içinde… Ankaram hele! Ankara deyince boyalı kağıtlar dağıtan bir adam var hatırımda, koca bir Ramazan Ahmet Günbay hocanın dizinin dibinde edebiyat sohbetleri, Hacı Bayram’da Cuma sabahlarının namazları, hepsini sayamam ama birçok deli var… Öyle bağlamamı ilk elime alışım ve bağlamasını elime tutuşturup bu senindir diyen bir gönlü güzel hoca, dost, abi var… Saatlerce oturup, sadece çay içip çok güzel sustuğumuz dostlar da var tabi. En çok sevdiğim ve çabuk bitmesinden endişe duyup gözümü saatten alamadığım bayram günleri. Bana bile çok uzakta bir hasretse eskileri düşünemiyorum bile… Rahmetli dedemin emekli maaşını çekmeye gittiği günler, liseyi basar gibi gelişi ve nöberçi öğretmenin heyanla beni alıp dedemin yanına götürmesi. Sonrası mı? Harçlıklar, iyi bir yemek ısmarlardı rahmetli, sonra beni iyi bir muhasip gibi yanında tutar dükkan dükkan gezdirirdi. Öyle hem borç siler, hem esnaf aylık fırçasını yerdi. Güzel günlerdi. Rahmetli babannemin koynuna girip sızdığım kış gecelerini de unutamam. Severdi, ama en güzeli güzel dua ederdi. Bazen röportajlarda denk gelirdim, kitaplarının yakılmasından bahsederdi hatip ve anlamsız gelirdi. Kitaplarım yandı, yanıma getiremediğim kitaplarım. Bir deli bir gün demişti “Hadi çocuklar dünyanın en güzel koleksiyonuna var mısınız?”, biz de birbirimize bakındık atölye ekibi ile anlamsızca, sonra aynı ses “Sahibinden imzalı kitaplar koleksiyonu.” deyiverdi. Sonra başladık bizde, halihazırda hayatta olan yazar ve şairleri kovalamaya… İlk koleksiyonumdu, yandı… Bir koleksiyon tavsiyesi size. En güzel koleksiyon gönülde gönlü güzeller biriktirmek. Nereye gitseniz sizinle, masrafı yok, akarı yok, kokarı yok. Tebessüm ettiğinizi duyar gibiyim. Öyle ederseniz bir dua, başka ne gerek gönle güzel olana… Daha yüzlerce şey sayabilirim. Eminim sizlerin de gönlü kabarıktır. Herkesin gönül heybesi doludur Eylül yapraklarıyla ve yine herkesin heybesi kendisine ağırdır ve tabi yine de Merhameti Kendisine En Çok Yakışan’ın kimseye kaldıracamağından çok yük vermeyeceğinin inancıyla yazdım. Sana elveda ey Eylül. Seneye daha güzel olur mu?
31
Kültür-Sanat-Edebiyat
Eylül’e Veda
Sayı 14
Ses Dergisi
Ekim - Kasım l / 2020
Ekim - Kasım / 2020
YANLIŞ MAHREMİYET VE ŞEFFAFLIK...
Sayı 14 beklemeleri bir paradoks oluşturuyor. Diğer taraftan anlaşılmama veya yanlış anlaşılma kavramları da buna göre şekilleniyor. Aşırı derece de sübjektif bir yapı olarak ortaya çıkan düşünsel yapıda bu yüzden gerçeği manipüle etmek çok kolaydır. Kavramların her an içi boşaltılıp yeniden doldurulabilir. Evrensel değerler dışındaki genelgecer doğrular hayata hakim olmaya başlar. Diğer taraftan derin bir düşünsel yapıya da adım attırır. His ve duygu dünyası gelişen bir toplumsal hayatta sanat on plana çıkacağı yerde sanatta aynı sebepten aforoz ediliyorsa bir paradoks daha karşımıza çıkar.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Öte yandan insan ilişkilerinde ise çoğu zaman zanların hakim olmasına sebep olan şey yine bu kapalılık ve ifade eksikliğinden kaynaklıdır. Araştırma yerine onca yıl hislerine güvenen insanların sonunda eleştirel olarak Seyfullah Sacit kendilerine veya dünyaya bakmaları düşünülemeyeceği için Eric Hoffer’in “Kesin Inançlılar”ı ortaya çıkmaya başlar. Düşünce bazlı olmayan duygusal bağlılık hastalığı diye at bir görüntü... ortadoğu toplumlarını nitelendiriyorum ben bunu... tanımlarken kulllanabileceğimiz en açıklayıcı Her şeyi gizleme hastalığı buradan çıkıyor. Asıl mahremiyet cümle bu olsa gerek. Kapalı ve muhafaza alanımızla alakalı olan durumların ise açıkça ortaya edilmiş değerler(!) toplamı... döküldüğünü de yine bu tarz toplumlarda görüyoruz. Bu ne Bu tarz toplumlar genellikle şeffafiyetten uzaktır. Şeffafiyet yaman çelişki... algısını sıcak iklim kuşağında yaşadıkları için mahremiyete Kısacası, çok uzatmayayım, şeffafiyet denilen olgu saldırı olarak düşünürler. Bu durumun sebeplerinden biri -ki mahremiyet sınırlarımızın herkese açılması değil, kamusal bence en ön planda olanlarından biri- bu tarz toplumlarda olanın kamuya iade edilmesi demektir. Gereksiz olarak her şehvet denilen olgunun çokluğu her düşünce tarzının alt şeyi gizleme çabası içinde bulunmak zanlara ve zanlar da yapısında az çok bulunur olması bu tarz kapaliliga sebep anlaşmazlığa götürür... olur. Batı dünyasının dışında bir özel alan belirleriz. Ne yazık ki bu mahrem alanın içine fikir, sanat, bilim gibi kamusal değerler de girdirilir. Bu ise tekelleşmeye sebep olur.
M
Bu durum bir çok açıdan açıklanabilir bir durumdur. Ben yalnızca fikirsel planda bir açıklama ile yetinecegim. Ne yazık ki insanımız da dahil olmak üzere ortadoğu toplumlarında bu kapalılik hali iki sonucu doğurdu. 1- Eleştirel düşünce eksikliği ve eleştiriye kapalı olma 2- İnsanların kendilerini ifade etmekten korkmaları... Bu iki çıkarımın ilkini zaten toplumun her bölümünde gündelik hayat içerisinde görüyoruz. Biraz gözlem yapmak anlama babında yeterli olacağından ben 1. Nokta üzerinde durmayacağım. İkinci noktaya gelince, evet, daha çok anlaşılmak isteyen insanların kendilerini anlatamadığı bir coğrafya ortadoğu. İfade etmedikleri her şeyi karşıdaki kitlelerin anlamasını
32
Ömer Tahir
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Konuşmuyoruz. Söylemiyoruz. Kalbimizde vızır vızır bir arı ordusu bal inşasında. “Hayat pahalı. ‘’ diyoruz. “Havalar bu ara biraz sıcak. ‘’ diyoruz. Kültür-Sanat-Edebiyat
Bu kelimelerde yabancı duruyor dilimizde.
Yemek yer gibi oturur gibi uyur gibi yapıyoruz. Sonra konuşuyor gibi, bazen gülüyor gibi…
Hayatın içinde iğreti duruyoruz.
Yaşamak her şeyi yerli yerine koymayı gerektiriyor. Ucunu bıraksak toz olacak eşya. Tüm alışkanlıklar bir çerçeve çiziyor. İçinde kalan alana yaşam diyoruz Böylesi yaşamak değil biliyoruz.
Ne kadar kolay konuşuyorlar.
İçimizde, en derinimizde uğul uğul bir su akıyor. Dur durak bilmez, acelesiz, geniş, derin bir nehir. Değirmen taşları gibi öğütüyor bizi bu nehir. Öğütüldükçe yok olmuyor eksilmiyoruz. Fazlalıklar yitiyor. Sonra kendi suyundan bir avuç su katıyor bize. Su Nuh’un suyu. Sonra alevler içindeyiz. Ateş İbrahim’in.
İçimizde uğul uğul akan bir nehir.
Yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Kalbimiz çarpıyor, nabzımız atıyor. Bir çay içelim diyoruz, bir yemek yiyelim. Bu haftaki maçı kaybettik diyoruz. Dolar aldı başını gitti. Yeni bir kitap çıkmış… Ne yapsak kandıramıyoruz kendimizi. Avutulması güç çocuklar gibi, kendi acımızın yankısıyla baş başa kalakalıyoruz.
Bedbinlik kapımıza uğramaz
Ne kadarda yalnızmışız.
Şikâyet değil.
Acılarımızı şöyle ulu orta doya doya yaşayamayacak kadar tekinsiz yerlerdeymişiz.
Bir Peygamber sözü sadece,
Bir matemin hakkını veremeden bir başkası Ardından bir başkası, ardından…
Ne kadar kolay gülüyorlar. Ne kadar kolay… Bizim arı kovanı var kalbimizde.
Ses Dergisi
YAŞAMSI
Ara ara yeri gelirse, ‘’Güzel gol olmuş. ‘’ diyoruz.
Gün aşırı gömdüğümüz ölülerimiz. Hayır hayır… Keder değil bu. Çokta memnunuz yaşamın acemisi olmaktan. Geceleri bir gül dostlarımızdan.
goncası
gibi
içine
kıvrılan
Payımıza düşenden.
Durumu arzı hal eden “Ben dedi, sıkıntımı, keder ve hüznümü, sadece Allaha arz ediyorum.” (Yusuf 86)
Tabutumuza bir omuz verenin olmayışı... Mezarımıza bir kürek toprak atanın... Sonra ölümüzü gömüp hayata karışıyoruz. Başınız sağ olsun demeyenlerin arasına.
33
Ekim - Kasım / 2020
TENEKEDEKİ ÇİÇEKLER Yasemin Tatlıseven
Ses Dergisi
E
vi gösteren perdeleridir dedi, bir arkadaşım… Sesimi çıkarmadım. Belki, şimdilerde geçerli bir söylemdir. Anneannemin, babaannemin bahçeleri geçti gözlerimin önünden, çocukluğumu hatırladım.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Göçmen bir ailenin kızıydı, anneannem. Yerini, yurdunu, kurulu düzenini, ocağını, köyünü, köylüsünü bırakıp, din ve vatan uğruna göç etmişlerdi. “Göçmenler çalışkandır!” derler. Bir gün elinizdeki her şeyi kaybettiğinizi düşünün, yapacağınız tek şey çalışmaktır. Kaybetmenin ne demek olduğunu en iyi göçmenler bilir. Çünkü onlar, hayatlarının bir dönemine kocaman bir çizgi çekmişler, sıfırdan başlayıp, yeniden var olma çabasına girmişlerdir. Çoğunlukla başarılı olurlar. Anneannemde uzun yaşamına birçok zorluk sığdırmış, buna rağmen hep çalışmıştı. Yokluk gördüğünden her şeyin kıymetini bilirdi. Eskiyen bıçaklar asla atılmazdı mesela… Çocukların ulaşamayacağı şekilde tavan arasında saklanırdı. Harlı ateşlerin isinden kararmış tencerelerini şimdiki ev hanımları görse, muhtemelen eve bile sokmazlardı. O zamanlar deterjan çeşitleri çok fazla olmamasına rağmen, o isli kap kacağı öyle bir parlatırdı ki görmeniz lazımdı. Bezden un çuvalları yıkanır paklanır, ucuca elde dikilir, sofra bezi yapılırdı. Artık yamayacak yer kalmamış entariler, ince şeritler halinde kesilir, rengarenk kilimler dokunurdu. Hele mısır kabuklarından öyle güzel sepetler örerdi ki kesinlikle sihirli güçleri olmalıydı(!) İşe yaramaz gibi görünen şeylere dokunup, hayat veriyordu ve hepsi mükemmel bir sanat eserine dönüşüyordu. Bitmiş yağ tenekelerini ambara atardı. Boş bir zamanında birikmiş tenekeleri önüne alır, tavan arasındaki eski bıçakta
34
Sayı 14 gün yüzüne çıkardı. Tenekenin üst kapağını, kör bıçağa çekiçle vurarak keser atardı. Ben de bir kenarda yere çöker, ilgiyle anneannemi izlerdim. O müşfik ses tonuyla bana yaptıklarını anlatırdı, “Çiviyle tenekenin her iki yanına delik açacağız, bir uçtan diğer uca tel geçireceğiz, bu onun sapı olacak” diye tatlı tatlı konuşurdu. Orada kaç tane boş teneke varsa artık, her biri bir kovaya dönüşürdü. İyice olan birkaç tanesini ayırır, güzelce yıkar ve temizler, bunları kuyudan su çekmek için kullanırdı. Bazıları patates, soğan kovası olurdu. Kötüce olanlar odun-kömür taşımaya birebirdi. Bazılarına mısır ufalar, uzun kış gecelerinde, peçkanın üstünde patlatırdı. Geriye kalanlar ise kireçle beyaza boyanırdı. Kimisine sardunya ekerdi, kimisine fesleğen, kimisine gül. İç avlunun giriş kapısından başlayıp, bahçe boyunca devam eden, uzun ince patika bir yol vardı. Bu patikanın her iki tarafı da sağlı-sollu bu tenekeden saksılarla kaplıydı. Öyle ki yürüdüğünüz yolda size rengarenk sardunyalar, mis gibi kokan fesleğenler, tenekeden sarkan sarmaşıklar, öbek öbek uyku çiçekleri eşlik ederdi. Bembeyaz tenekeler aralık vermeden yan yana dizilmiş olurdu. Ancak kapı girişlerinde boşluk olur, yolun uzandığı yere kadar çiçek kokuları aklınızı başınızdan alırdı. Bahçesi elbette vardı. Hem de kocaman! Bahçesinde domates, kabak, patlıcan, havuç, ıspanak, salatalık, kavun, karpuz, maydanoz, soğan, kıvırcık, fasulye ne ararsanız vardı. Adeta bir pazar yeri gibiydi, hepsini kendi elleriyle yetiştirirdi. Bahçeden toplayıp, tazecik, mis gibi kokusunu duya duya yemek çok güzeldi. El emeği olması hepsini ayrı bir değerli kılıyordu. Çalışkandı anneannem, ekip biçmeyi bilirdi. Onu da en güzel şekilde yapıyordu. Yokluk görmüştü, her şeyi değerlendirirdi. Elinin değdiği her yer rengarenk olurdu. O zamanlar bahçeler yarışırdı, perdeler değil! Kimin kapısının önü temizse, el üstünde tutulurdu. Kimin bahçesi güzelse dilden dile konuşulurdu. Evi gösteren bilmem kaç paraya yaptırılmış perdeler değildi. Emekti, sevgiydi, rengarenk çiçeklerdi.
Sayı 14
Asrın Çehresi Ruhumu sardım bir hasıra Sağa sola vurmaktayım Yüzümde kaybolmuşluğun yankıları Bilmem ki hangi asrın çehresinde durmaktayım Yoruldum tek ayak yürümekten köprüleri Kültür-Sanat-Edebiyat
Merdivenleri bir bir saymaktayım Öldüm diyorum ben öldüm Bir garibin mezarına toprak atmaktayım Ruhumu sardım bir hasıra Sağa sola vurmaktayım Cümlelerim yitirmiş anlamını
Ses Dergisi
H. Nurcan T.
Ekim - Kasım l / 2020
Kelimelerle harf harf boğuşmaktayım Güz vurmuş hazanı Yaprak yaprak ben solmaktayım Gece gündüz yaktığım ağıtları Kurumuş dala sormaktayım Sesini unuttuğum ey sevgili Yıkılmış harabeler içinde Saatlerimi hep maziye kurmaktayım Geçsin diye acılarım Zamanın günahlarını sarmaktayım Durdum bir köşede geriye bakmadan Bir bilsen halimi gerek yok son bahara Ben her nefeste kurumaktayım Ruhumu sardım bir hasıra Sağa sola vurmaktayım
35
Sayı 14
Mecit Öz
Ekim - Kasım / 2020
A
ALİYA İZZETBEGOVİÇ
VE TARİHE TA
liya İzzet Begoviç... 1990’lı yıllarda adı gündemden düşmeyen, hakkında çok şeyler söylenen, Bosna halkının istiklal ve istikbal mücadelesinin efsanevi kahramanı... Bir bilge başkan...
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Begoviç Yugoslavya zindanlarından Bosna devlet başkanlığına uzanan süreçte yaşadıklarını ve Bosna halkının istiklal mücadelesini 580 sayfalık, belgesel niteliğindeki “Tarihe Tanıklığım” adlı hatıratıyla tarihe not düşüyor. Begoviç, tarihe tanıklığına düşünüce ve eylemlerinden ötürü bir suçlu olarak Yugoslavya mahkemelerinde yargılanmasını ve bu yargı sürecinde yaşadıklarını anlatarak başlıyor. Ardından Yugoslavya’nın dağılışını, bu dağılış sırasında yaşanan sancılarını, Bosna Hersek’in Yugoslavya’dan koparak bağımsız olmasını, bağımsızlıkla birlikte Sırpların saldırılarıyla başlayan Bosna halkının istiklal ve istikbal mücadelesini anlatarak devam ediyor. Bosna’nın kurtuluş mücadelesini, büyük devletlerin Bosna savaşına ve Bosnalıların acılarına duyarsızlıklarını, Sırplardan yana tavır takındıklarını bir nevi saldırganı teşvik ettiklerini, Bosna’yı onursuz ve adil olmayan bir barışa zorladıklarını anlatırken bu süreçteki konuşmalarından, röportajlarından örnekler aktarıyor. Bu tanıklıkta beni en çok etkileyen yaşadığımız zamanın ve bu zamanın bize yaşattıklarının etkisiyle olsa gerek, Bosna savaşındaki mücadelesinden çok Yugoslavya mahkemelerinde yaşadıkları oldu. Hakkındaki suçlamaları ve yargılama sürecindeki hukuksuzlukları okudukça 2016’nın Türkiye’sinin 1983’ün Yugoslavya’sındaki komünist rejime benzediğini görmek içimi acıttı. Zamanlar ve mekânlar değişse, rejimler başkalaşsa da zulmün değişmediğini, ibret alınmayan tarihin tekerrür ettiğini hatırlattı. “Tarih
36
tekerrürdür diyorlar, ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diyen Mehmet Akif ’e bir kez daha hak verdirdi. Yugoslavya döneminde düşünce ve eylemlerinden dolayı birkaç kez hapis yatan ve 1983 yılında yargılandığı davadan 14 yıl mahkûmiyet cezası alan Begoviç, hakkındaki suçlamalar, yaşanan yargılama süreci, sonrasında verilen cezalar ve bu süreçte halkın tutumu ile ilgili olarak şunları yazıyor: Uyduruk Mahkeme, Usulüne Uygun Olmayan Yargılama 1983 Yugoslavya’sı “Bosna’nın dört bir yanından yüzlerce kişi daha tutuklandı ve sorgulandı. Sorgucuların gerçeklerle pek ilgilenmediği aşikârdı. Onların görevi bizi suçlamak ve üzerimize atılan suçları kanıtlamaktı. Bunu başarmak için kullandıkları başlıca araç hapsetme tehdidiyle aldıkları yalancı şahitliklerdi. Şahitlik yapmak istemeyenler suçlanmakta ve tehdit edilmekteydi...” 35-36 Devlet düşmanlığı icat etmek, kimsenin uydurmadığı suçlar uydurmak neden gereklidir. Yeni kurbanlar yeni mağdurlar yaratmak, vicdanıyla hareket ederek kendi işine gücüne bakan, barışçı ve masum vatandaşları terörize etmek kimin işine yarıyor. insanlar bu ülkede ikinci sınıf vatandaş mıdırlar?... Bu devlet kendisini gerçekten üniversite hocaları, hukukçular, ekonomistler, şairler ve imamlar tarafından tehdit altında bırakılmış mı hissediyor..?” 40 Kendisi hakkında ki iddialar “bırakınız usulüne uygun biçimde yürütülen bir yargılamaya temel oluşturmayı, bunlar haklarında bir değerlendirme yapmaya hatta üzerlerinde düşünmeye bile değmezler. Bunlar bir yalan yığınından ibarettir. Bırakınız delillerin güvenilirliğini sağlama konusundaki endişeyi, suçlamalarda azıcık bir güvenilirlik sağlamak için birkaç yer ve zaman bile
Ekim - Kasım l / 2020
“Bir sanığın savunmasından “bana göre bu dava oldukça şüphelidir. Bunun tezgâhlanmış olduğu açık, fakat bunun nedenini tam olarak bilemiyorum. Daha önce de böyle düzmece bir yargılama sonucu 20 yıl ağır işte çalışmaya mahkûm edilmiş ve bunun 10 yılını yatmıştım. Fakat bu Stalinist dönemdeydi... Ha Stalin, ha Tito, ha... Bütün diktatörler, bütün dikta rejimleri aynı değimli? Zulüm, baskı, haksızlık, hukuksuzluk, yoksulluk sefalet ve aşağılamada birbirleriyle yarışmıyorlar mı?... Begoviç devam eden sayfalarda on iki arkadaşıyla yargılandığı davada ifade tutanaklarının polis tarafından baskı, tehdit, işkence ve yıldırma yoluyla alındığını... Kendi hazırladıkları ifade tutanaklarını zorla ve tehditle imzalattıklarını, imzalamak istemeyenleri günlerce nezarethanelerde tuttuklarını, işkenceye uğrattıklarını anlatır. Şahitlerin sorgudaki ifadelerini mahkemede değiştirdiklerinde ya da sorgudaki ifadelerini baskı altında verdiklerini ifade ettiklerinde yalan ifade vermekten beş yıl cezalandırmakla tehdit edildiğini, mahkemenin sorgu ifadelerini dikkate aldığını, mahkemedeki ifadelerine değer vermediklerini anlatır. Savcıların, hâkimlerin suç delilleriyle, bu delillerin gerçekliği ile ilgilenmediklerini, tek dertlerinin karşılarına suçlu olarak çıkarılan şahısların cezalandırılması, bu cezalandırılmayı sağlayacak kanıtların bulunmasından ibaret olduğunu yazar. Bu anlatılanları okuyunca son yıllarda Türkiye’de yaşananlar aklıma geldi... Kendimi 1983’ün Yugoslavya’sındaki
Bütün bu hukuksuzluklar, haksızlıklar karşısında yönetimin, basının ve halkın tutumuna, yapılan suçlamaların, verilen cezaların ağırlığına gelince Begoviç, kendi tanıklığında şunları yazıyor:
Dikta Rejimleri Ve Halkın Durumu “Zalim liderlerin hiç biri kendisini diktatör olarak adlandırmamıştır. Onlara göre kendileri birer demokrattır, herkesin de kendilerini o şekilde düşünmesini ve anmasını istemişlerdir” 545 *** “Bütün toplumlarda şiddet ve adaletsizlik vardır. Komünist zulmün kendine özgü doğası ise, yasa ve biçim kılıfı altında gizlenmiş olan hukuksuzluğudur. İnsanlar bu sistem altında neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeden ölürler. Basına, yetkililere, resmi açıklamalara safça inanarak, yanlışlığı ve adaletsizliği istemeden ve bilinçsizce destekleyerek sürekli hayal âleminde yaşarlar. Bu tür insanların insanı dehşete düşüren şu tür açıklamayı yaptıkları sıkça duyulur. “Tamam, ama gazetelerin söylediği bu” Diktatörler ile cahil halk, aptallaştırılmış kitleler birbirini besleyerek el ele giderler”. 48-49 *** Halk bir tür savunma mekanizması olarak, bencilce nedenlerden dolayı siyasi mahkûmları suçlu kabul eder. Halk adaletsiz ve hukuksuz bir rejimde yaşadığını kabul etmek istemez. Zira kabul ettiği takdirde bu zulme sessiz kaldığı gerçeği ile yüzleşmesi gerekecektir. Bu durumda adil bir rejimde yönetilmediğini düşünecek ve kendini güvende hissetmeyecektir. Haliyle bir savunma psikolojisi içinde bunu reddedecek, mahkûmlara suçlu nazarıyla bakacaktır. *** Ayrıca hüküm ne kadar ağır olursa inandırıcılığı da o
37
Kültür-Sanat-Edebiyat
zikredilmemektedir... Bütün hayatım boyunca Allah’a bana cenneti bahşetmesi için dua ettim. Vatanıma hizmet için çalıştım. Fakat ne yapabilirim ki. Bunun benim kaderim olduğuna kuşku yok. İnsanlar nazarında beni işlemediğim suçlardan dolayı cezalandırmak tanrı nazarında ise beni onların eliyle imtihan etmek için...” 41
Bosnalılar gibi hissettim. Kendi ülkemde, öz yurdumda garip, mazlum ve mahkûm oldum... Yalnız ben miyim öz yurdunda garip, öz yurdunda parya olan? Türkiye’nin her yerinden her meslekten, her yaştan, her cinsten binlerce insan terör ve anayasal düzene karşı gelmekte suçlandı, tutuklandı, sorgulandı, yargılandı ve mahkûm edildi. 1983 Yugoslavya’sındaki Begoviç ve arkadaşlarının halleriyle özdeşleşti.
Ses Dergisi
ANIKLIĞIMIZ
Sayı 14
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020 derece inandırıcı olacaktır. Kanıt yokluğunda cezanın büyüklüğü kanıtın yerini alır. Sokaktaki “eğer suçu olmasaydı 15 yıl değil 1-2 yıl yerdi” der. Bu durumda cezanın hafif olması suçun inandırıcılığını zayıflatır. Sert ceza şüpheleri giderir. Bu nedenle masumlar iki kat ceza alır. Bu Nazilerin kullandıkları bir yoldur. “Hain olmasalardı şüphesiz bu kadar ağır ceza almazlardı” diye düşünülür. 51 Mahkemedeki savunmasından:
Şu Anda Ayaklar Altına Alınmış Olan Sadece Adalet Değildir
Ses Dergisi
“Şu anda ayaklar altına alınmış olan sadece adalet değildir. İnsanların sağlıkları ve hayatları da tehlike ve tehdit altındadır. Birbirinden koparılmış aileler toplumsal barışı ve huzuru da tehdit etmektedir. Bu nedenle bütün bu tehditlerin savuşturulması için tutukluların serbest bırakılması gerekir” 50
Ben Ülkemin Yasalarını Çiğnemiş Olmaktan Yargılanmıyorum
Kültür-Sanat-Edebiyat
“Ben ülkemin yasalarını çiğnemiş olmaktan yargılanmıyorum. Çünkü böyle bir şey yapmadım. Ben bugünkü iktidar sahiplerinin izin verilmiş ve yasaklanmış olana ilişkin kendi standartlarını, anayasa ve yasaları dikkate almaksızın empoze etmelerine yarayan, yazılı olmayan kuralları ihmal etmiş olmaktan dolayı yargılanıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın yazılı olmayan kuralları vahim bir şekilde ihlal ettim” 50 Eğer gerçekten suçlu olsaydım adil bir şekilde yargılanabilirdim. Adil yargılanmadım çünkü masumdum. Dosyam açık olur, vekilimin dosyaya erişimine izin verilirdi. 1983 Yugoslavya’sından çıkıp 2016 Türkiye’sine geldiğimizde ve yaşanan dava süreçlerine baktığımızda benzer şeylerin daha fazlasıyla yaşandığına tanık oluruz. Terör suçlamalarıyla yargılanan insanların yaşadıklarını dinlediğimizde, bu davalarda mahkemelerin, yargılamanın yöntem ve usullerine baktığımızda Yugoslavya’da yaşananlardan aşağı kalınmadığını, daha fazlasının yaşandığını görebiliriz. 1983 yılının komünist Yugoslavya’sında yaşananlarla 2016 yılının demokratik olduğu söylenen Türkiye’sinde yaşananların benzeşmesi ne kadar üzücü. Begoviç’in 1982 yılındaki savunmasında söylediği “Yugoslavya’yı seviyorum fakat onun yönetiminden hoşlanmıyorum” ifadesini, bir kelimesini değiştirerek
38
söylemeyecek olan var mıdır 2016 yılında mahkûm edilmek istenen insanlar içinde?
Kendini Mahkûm Edenleri Affetti 1982 yılında kendisini mahkûm eden tahkikat subayları, hâkim ve savcılar Begoviç 1990 yılında Bosna devlet başkanı olduktan sonra da aynı hayatlarını yaşamaya hatta sahip oldukları mevkileri korumaya devam ederler. Begoviç bununla ilgili olarak “bir politikacı olarak onları affettim ama bir insan olarak değil” der.
Hiç Adaletsizlik Olacak Mı? 1993 ortalarında Olova yakınlarında direnişiyle ünlenen birliği ziyareti sırasında bir asker ileri çıkıp başkanım barış gelince hiç adaletsizlik olacak mı diye sorar. Şaşırır ve evet, maalesef adaletsizlik olacak, sizin de ona karşı tıpkı şimdi düşmana karşı savaştığınız gibi savaşmanız gerekecek” cevabını verir. 560
YUGOSLAVYA ZİNDANLARINDAN BOSNA DEVLET BAŞKANLIĞINA Begoviç Yugoslavya zindanında kaldığı günlerde Müslümanların haklarını savunmak için bir parti kurmaya tasarlar. Çıktıktan bir yıl sonra 1989’da Demokratik Eylem Partisini kurar. 1990 yılında yapılan seçimden zaferle çıkarak Bosna Hersek’in yönetiminin başkanı olur.. Yugoslavya’nın demokratik olarak devamını isteyen Begoviç, Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılışından sonra kalanın büyük Sırbistan olacağını düşüncesiyle Bosna’nın ayrılmasını savunmaya başlar. Bosna’nın bağımsızlık ilan etmemesi halinde büyük Sırbistan’ın bir parçası olma ile Hırvatistan ile Sırbistan arasından parçalanma şıkkı arasında kalacağını, büyük ihtimalle ikincisinin olacağını, bunun için de Hırvat ve Sırp savaşının arasında kalacağını ve Bosnalıların her iki tarafça da Truva atı olarak görüleceklerinden soykırıma uğrayacakları fikrindedir. Dediği gibi de olur. Bir yandan Hırvatların diğer yandan Sırpların saldırılarına maruz kalan Bosna Müslümanları eşit olmayan şartlardı, kıt imkânlarla istiklal mücadelesine girişirler. Batı, Avrupa’nın ortasında Müslüman bir devlet istememekte ve bunun için Sırp ve Hırvatları ileri sürmektedir. *** Begoviç 1995 yılında Alman Dış Politika derneğindeki konuşmasında: “Batılıların Bosna savaşına silah ambargosu koyarak müdahale ettiklerini, Bosna halkının kendilerini savunmasına izin vermediklerini, saldırıya uğrayan bir topluma yardım etmek yerine, buna göz yumarak saldırgana yardım ettiklerini dile getirir. Nefsi müdafaadan mahrum
Ekim - Kasım l / 2020
“1992 Mayısında Lord Carrington, Saraybosna ziyareti sırasında kendisine müzakerelere devam telkin ettiğini, buna cevabının “onların tek istediği şey bizim boyun eğmemizdir deyince peki ne yapacaksınız, diye sordu. Savaşacağız dedim. Sabrını koruyarak kiminle uğraştığınızı bilmediğiniz belli. Çok üzgünüm ama sizin hiç şansınız yok” dediğini anlatır 505 *** Saraybosna’da bir alışveriş merkezinde domuz eti satışıyla ilgili olarak vatandaşlar dükkânların ayrı olmasını isterler. Batı basını büyük bir tehlikeymiş gibi günlerce bunu haber yapar. Domuz etiyle ilgili batı basınında çıkan haberlerin toplamı Sırpların binlerce masum insanı öldürdüğü ölüm komplolarıyla ilgili yaptıklarından çok fazladır. 508
HİZMETÇİM DE, LÜKSÜM DE YOK Bosna halkının bağımsızlık mücadelesinin lideri ve ilk devlet başkanı olan Begoviç kendisi ve ailesi hakkında söylenen iddialarla ilgili olarak: “Bosna Hersek devlet başkanlığının mülkiyetinde iki odalı bir apartman katında yaşıyorum. Hizmetçim de, lüksümde yok. Asli şeyler dışında hiçbir şeyim yok. Çocuklarımın da mülkü yok. Oturdukları apartman daireleri mütevazı mobilyaları ve arabaları var. Ama bunlara Saraybosna yurttaşlarının yarısı sahip. Izzetbegoviç ailesinde, çocuklarım da dâhil birçok eğitimli ve becerikli kimse var. Ancak bunların hiç biri bakan, belediye başkanı ya da büyükelçi değil...”450 açıklamasında bulunur. Bu açıklamalar üzerinde düşünmek bizi geçmişten günümüze bazı sonuçlara ulaştırır mı acaba?
Kültür-Sanat-Edebiyat
***
1994 yılında Bosna 100 yıl sonra var olacak mı diye soran gazeteciye “... Bizim işimiz çalışmak, savaşmak ve elimizden gelenin en iyisini yapmaktır. Tarihi yapansa tanrıdır. Ben buna inanıyorum” cevabını verir. 528
Ses Dergisi
bıraktıklarını” söyler. Ayrıca batılıların savaşı durdurmak ve kanlı ölümleri azaltmak için ambargo koydukları iddiasının gerçeği yansıtmadığını bilakis savaşı uzattığını ve daha kanlı daha vahşi bir savaşın yaşanmasına neden olduğunu belirtir. Batının binlerce insanın ölümünü, katledilişini, camilerin kiliselerin yıkılışını kılını kıpırdatmadan seyrettiklerini söyler.
Sayı 14
Dayton Anlaşmasını Neden Kabul Etti? Begoviç Bosna halkının aleyhine olan Dayton anlaşmasını neden kabul ettiğini “savaşı sona erdirmek için, savaşın getireceği yeni yıkımları, ölümleri, katliamları durdurmak için... Savaş devam ederse sonucun muğlak olduğunu, dünyanın Bosna halkını savaş için değil barış için destelediğini, dünyanın makul gördüğü barışı reddettikleri takdirde silah ambargosunun kaldırılmayacağını, çevre ülkelerden temin ettikleri erzaklarının engelleneceğini, devam edecek savaşın daha çok felaketlere yol açacağı...”302 ifadeleriyle açıklar.
Boşnakların Kurtarıcısı Begoviç, kendisini Boşnakların kurtarıcısı olarak adlandıran gazeteciye “eğer öyle olsaydı, iyi olmazdı ve çok şükür öyle değil. Binlerce insan savaşıyor Bosna için; onlar benim için, bende onlar için durumu kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Ama onlar ben olmasaydım da aynı şekilde savaşacaktı, ben gittikten sonra da savaşacaklar,” dedikten sonra kendi başarılarından değil kendisinden bağımsız, askerlerinin başarılarından örnekler verir ve “işte bu yüzden Aliya giderse Bosna ayakta duramaz, şeklindeki ifadeyi çok yanlış ve tehlikeli buluyorum” der. 525-526
Bosna 100 Yıl Sonra Var Olacak Mı? 39
Sayı 14
Hüseyin Odabaşı
Ekim - Kasım / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
HİCRET VE GURBET Sabah namazından sonra gök yüzünü seyrederken sonbaharını yaşadığımız şu günlerde uçarak göçmekte olan kuşlar gördüm. Ufkumu muktedir ve maharetli bir ressamın fırçasından sıçrayan bir boya mozayiği ile oluşmuş bir tablo gibi dolduruyorlardı. Hüzün mü? Ne gezer! Kafkas milletlerinin folklor dansı gibi toplanıp uzaklaşarak gösterdikleri ritüellerdan daha muhteşem belki biraz daha farklı akrobik hareketler çizerek ilerliyorlardı.
B
u muhteşem tablo karşısında onlara olan hayranlığım arttı. Bu göçmen kuşlar nasıl da havanın soğuduğunu, kısa bir zaman sonra karla kaplanacak olan bu cennet vatanlarında rızık bulmanın da zor olacağını anlayabilmişlerdi. Halay çeke çeke ilerleyen bu kuşlara
40
imrenmemek elde değildir. Dahası, evet dahası dünyanın bu tarafına zıt ve inat diğer küresinin sıcak ve bahara teşne olduğunu nasıl da biliyorlardı. Bundan şüpheleri yoktu. Dünyanın her iki küre tarafına Allah aynı anda sıcak veya aynı anda soğuk ve şiddet vermediğini kesin ve kati bir bilgiyle biliyorlardı. İnsanoğlunun zoraki idrak ettiği; göç etmeye koyulunca kafanın bin bir tereddütle darman duman olduğu, ayaklarınsa endişeden titrediği, zaman zaman bir birine çarptığı hale zıt bu göçmen kuşlarındaki netlik, rahatlık, kendilerinden emin olmak ve emniyet hayranlığımı celbetti. Bizim hayatımızda da göç önemli bir yere sahiptir. Şöyle herkez kendi hayatına baksa az veya çok göç etmeyenimiz yoktur. Göç edip de dönen vardır vatanına bir de hâlâ dönemeyenlerimiz vardır. Fakat göçmen kuşlar gibi bizim hayatımızda yaşadığımız göçler bu kuşlarınki kadar kolay olmaz. Kurulu düzeni terketmek, emek verdiğin toprağını, işini gücünü tanış olduklarını arkada bırakıp gitmek, bu duygusal ızdırabı yaşamak zordur. Ve Mevla’nın neyinin iniltisi, iç geçirmesi ızdırabı sarar insanı. Çünkü vatanı olan kamışlıktan ayrı kalmanın hasreti neyi yakıp kül etmiştir, tarifi imkansız acılara düçar etmiştir: “Dinle, bu ney neler hikâyet eder, Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan Erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir. İştiyâk derdini şerhedebilmem için, Ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim. ” Ayrılık ızdırabını ancak yaşayanlar bilir demeye getiriyor Mevlânâ. Yaşamayanlar ne bilir, tatmayanlar ne anlar! “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ’at” demiyor mu Sabit? Gecelerin kaç saat olduğunu sevdiklerini terk etmenin acısıyla kıvranan insanlar daha iyi bilir. Zaman durur ve kalp yangın yerine döner. “Siz benim nasıl yandığımı, nerden bileceksiniz” diyor ya başka bir bağrı yanık. Hicreti iliklerine kadar yaşamayan ne bilir, ne anlar. Gurbetin kaf dağından daha ağır bir yük olduğunu doğduğu yerle mezarı arasında fark olmayanlar nerden bilir ki, nasıl bilir ki? Aldığın her mesafeyi bir gönül sızısı olarak taşırsın kalbinde. Hayat hülyaları çatlamış bir
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
garip olarak yürürsün sokakları caddeleri. İçinde daima ağlayıp dövünen bir gurbet gelişir, vücut bulur. Göz pınarlarına içinden asılır. Boğazında düğümlenir. Boynunda taşıdığın kemendin olur gurbet… “Dağda dolaşırken yakma kandili, Fersiz gözlerimi dağlama gurbet! Ne söylemez, akan suların dili, Sessizlik içinde çağlama gurbet! Titrek parmağınla tutup tığını. Alnıma işleme kırışığını Kültür-Sanat-Edebiyat
Duvarda, emerek mum ışığını, Bir veremli rengi bağlama gurbet Gül büyütenlere mahsus hevesle, Renk dertlerimi gözümde besle! Yalnız, annem gibi, o ılık sesle,
Ses Dergisi
İçimde dövünüp ağlama gurbet!. ”(Necip Fazıl Kısakürek)
41
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
BİR GARİP HALDEYİM Hamide Yaramış
Aklım almıyor bu alemi. Söyle bakalım içerdeki ben. Hani anlamlandıramadıklarım var ya, bi de bunların hesabı var ya! Hani herkesin susup da O’nun (cc) konuştuğu o gün. Herkesin ölüp de, hatta Azrail(as) bile. Onun(cc) diri kaldığı o gün! Duyabilecek miyiz Rahman’ın sesini. Hissedebilecek miyiz gerçek aşkımızı? Hissizleşen hislerimin sukuta uğradığı bir dönem mi garip, yoksa biriken acizliğimin galeyana gelip cesur yürek olması mı? Sahi neler oluyor bana? Bir garip haldeyim. Işık, ses, renk, desen neydi? Var ile yok arasındaki fark gibi miydi?
Ses Dergisi
H
i
Yahu neydi yaşamak? ç
Kültür-Sanat-Edebiyat
karalanmamış bir defter ve ucu iyice sivrilmiş hiç yazı yazmamış bir kalem istiyorum. Tükenmez kalemlerin tükenik olduğu zamanlara yolculuk yapıp, hissizlesen hislerimin yogun yasandigi yillari yeniden hatırlamak istiyorum. Yediğim, içiğim, giydiğim, gezdiğim evet adına yaşam dediğimiz şeyin ne olduğunu anımsamak istiyorum. Karnım öylesine tok ki yediğim ekmek hiç lezzetli değil. Gözüm öylesine tok ki kıyafetlerim güzel değil. Kendi arabam var. Mesafeler yakın fakat gönlüm pek ırak. Tanısam da tanımasam da kimse bana dost değil. Kan değil, can değil insanoğlu… hele derdime hiç derman değil. Öylesine yakındım ki halsiz hallerimden. Bir ben vardi artık O da ben değil. İçmeden sarhoş olunur muydu? Çok kızıyorum şu kelimelere. Gözümde, gönlümde, zihnimde dolanır durur raks eder gibi. En güzelleri bir araya gelse. Desem ki sözler kifayetsiz, desem ki anlatamıyorum? Ne desem bilmem ki! Yine de benim halim hal değil! Akl-ı selim kaldıysa su zamanda tarif edilemez denen tüm aşkları tarifsiz anlatıversin bir çırpıda. Çırprınışları var yüreğimin. Küçücük, minicik et parçası. Sığmıyor göğüs kafesime. Sığmıyor şu koca evrene. Bir ben var benden içeri derdim hep. Şimdi ona sesleniyorum. Çık ulan dışarı. Azıcık dertleş benle. Neler oluyor bize?
42
Neydi insan olmak? Her gün öleceğim ya da ölecek korkusuyla zehirli bal şerbeti içmek mi? Neyin nesi bunlar? İstişareler istif istif hayatlarınızda. Bunun da bir açıklaması var mı! El amanlara pek yaman cevaplar var. Allah aşkına! Kötülük ne zaman bu kadar cesurdu? Hep cesurdu da bir ben mi farkedemedim? Ağam, paşam beyleri zekada birden mi dibe vuruyorlardı? Açıklamalarında kaç beyin ölümünün şahidi olduk? Sahi zulmün kayıt listesi dolamadı mı hala! Bak benim boş sayfam doldu. Kalemimin ucu bitmek üzere.
Sayı 14
Bana Yeter İstemem dünyada bir malım olsun, Gözlerime bakıp gül bana yeter. Bütün günahların benden sorulsun, Seni nasıl sevdiğimi, bil bana yeter. Kültür-Sanat-Edebiyat
Seninle yaşarım her nefesimde, Sen varsın her arzum, her hevesimde, Ölürsem ağlama gelip kabrimde, Mahşerde umudum, ol bana yeter. Bir garip kuş gibi düştüm eline, Sorma hiç halimi, razıyım yine,
Ses Dergisi
Meyra
Ekim - Kasım l / 2020
Yaşamam bağlıdır senin sevgine, Kalbinde bir yer, ver bana yeter.
43
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
ŞAİRLER MASAL DA YAZAR – 3 CANAN DUYUŞ
Ses Dergisi
B
Kültür-Sanat-Edebiyat
ir şair sesleniyor şimdi dizelerinden. Yeni bir masalı şiir olarak okumak vaktidir yine. Şairlerde duygu öndedir evet ama şairler de düşünür, çocuk yanlarıyla bakarlar etraflarına. Herkes küçüklere masallar devşirir şairler de yazarlar şiirlerinin içinde bin bir renkli dünyalarından dizelere sığmayacak masallarını. Büyüklerin de masal okumaya dinlemeye ihtiyacı vardır aslında. Çünkü büyümemiş çocuk duyguları şiirlerdeki masallarla daha çok anlam bulur. Düşünüyordum Olaylara insan, İnsanlara olay çıktı Masalımdan. Ne de doğru söylüyordu şair. Olayların içinde insan var evet. Olay örgülerindeki gibi şahıslar başta geliyor hep olayın içinde. İnsan olduğu her yere bir iz bırakıyor. Ama kalbindeki merhamet ölçüsünde bu iz. İyi veya kötü, güzel ya da çirkin. İnsan düşünür, insan yaşar, insan yaşatır. Ve eğer masalın kahramanı insansa daha da ilginç hallere bürünür o masal. Hayvanlarda beliren her halin farklı görünenidir insan yüzleri, insan sözleri. Gelir de bir çocuğun kalbine yerleşirse insan halleri henüz erken de olabilir. Çocuklar ve insanlar ve hayaller… Biri varmış, biri yokmuş derken Yollardan trenlerden, Sözü aldım getirdim Dağlardan tepelerden. Evet öyledir. Masallar bir varmış bir yokmuşla başlar. Sonra da çocuğun gözünde bir şeyler gelir gider, sobeler, kaçar. Tutar
44
bırakır. Hayalleri kadar hızlıdır masallar çocuk için. İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür. Yolları hayal etmez insan, her yolunda yürümüşlüğü vardır hayatın. Sonra dağlar, tepeler aşılasıdır insana. Dağ, vadi, tepe üzerinde hayallerin sırtında uçulası diye bilen yalnız çocuklardır çünkü. Hayalleri alır götürürür çocukları her yere. Treni kara tren, yük treni, yolcu treni diye bilir büyükler. Oysa masallarda konuşan trenlere de arkadaştır çocuklar. Ben de biriktirdim Hiç’leri hep’e Bir dağ bozdum Yaptım binlerce tepe. Çocuklar, neler biriktirir ceplerinde hayalden gömleklerinin. Paltolarının cebinde kimi ekmek kırıntısı, kimi bilye, kimi de çamurdan oyuncak taşırlar. Ya hiç yoktur kahramanlar ya da hep vardır hep olacak halleriyle akıllarında, kalplerinde. Çocukluğunu terk eden insanlar için zordur ceplerinden umutlarını çıkarmak, sevgiyle koşmak kırlarda sonra artık yok saydığını affetmek, geri getirmek duygu dünyasına. İnsan, ancak hayal kurarsa dağları aşar tepelerde gezinir her haliyle ve tüm yaşamışlıklarıyla. Ha bir de şairse masal da yazarsa hele, dağ da görünür şiirlerinde tepeler de. Kurdum orada burada Ev-ev, köyler kentler, Dağıttım oda oda Dağıttım birer birer. Bir şairin ‘’Orda bir köy var uzakta / O köy bizim köyümüzdür’’ dizelerini masal yazan şair süsler evlerle, kentlerle. Köyün hem içinde hem dışında kurdurur yaşam alanlarını. Her
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
odada çocukluğun ayrı halleri, geçmişin kimi sarı, kimi mavi, hem yeşil hem pembe hayalleri ile doludur dizeler. Gülümser şairin masalından insanın çocuk yanlarına, yaşadığı, özlediği anlara.
zaman oralarda
Dağıldı tepelere
Yaşanmayan bir şimdi.
Dağların önü ardı,
Her şey geçer. Zamanda erir çayı şekerin. Cam güzeli çiçekleri solar evlerin. Merdivenlerindeki gıcırtı susar, kapıları yavaşça açılıp örtülmez. Bacası hiç tütmez olur bazı evlerin.Gelenler gitmiştir. Gidenler gelmez ve gelmeyecektir. Bir varmış hiç yokmuş gibi oluverir her şey. Tozlu raflarda duran her eşya sessiz şahittir gelene gidene. Duvarlar kabuğunu döker kireç kokulu rengini yitirirken.
Dağlara ulaşmak mümkün değilse de küçük tepeler kucak açar masal da büyümüş çocuklara. Dünyada seven vardır, sevilmiş, sevilen ve sevmeyi kalbine hayat kılan… Her şey sevgi üstüne kuruludur çocuklar gibi. Her tepeden şair masalında sevgiler gönderir okuyan her göze, kalbe. Şiirinin dizelerinde aşılmazlar aşılır artık. Birinde sen, birinde ben Öbürlerinde onlar vardı. Aşklar başlayacakken Sonlar tepelerden başladı. Şair olur da masal dolu dizelerinde aşk olmaz mı? Bir ‘’sen’’ dediği ve aşk üstüne sevdiği bir de ‘’ben’’ dediği aşkı tanımlayanı. Sadece masallarda geçtiği sanılan ne aşklar yaşanmıştır belki de. Aşk hikâyelerinde Kerem yanar, Ferhat dağları deler, Mecnun aklını feda eder, Tahir vedalaşır. Durur mu Aslı, Şirin, Leylâ ve Zühre? Onlar da uzak kaldıkları sevdikleri için gün be gün erirler. Başlayan aşklar dağ başından tepelere iner. Her son bir veda ile biter.
Bir daha düşünürsem masal Bozmayacağım dağları. Düşünmek iyi, düşünmek güzel. Ama önce iyi çizmeli yolları. Masallarda hep iyiler kazanır, kötüler kaybeder. Çatışan her duygu ve olayda çocukları mutlu eden sonlarla nihayete erer masallar. İyi ki öyledir. İyi ki çocuklar her masalda gülümserler hayata. Çocukluğun renginde tertemiz kalplerde hep bir neşe belirir. Okunan dinlenen her masaldan sonra gökten düşen elmanın tadını merak eder çocuklar hem rengini de. Ve bir şairdir yazdığı masalda bir şeylerin masalsı havanın hayal aleminde gitmediğinin farkına varan. Önce yol yöntem arar. Yollar çizer güzel düşünmeye. Masallar güzelliktir çünkü. Yakın yakın derine
Başladı ayrılıklar,
El-ele olsun yürümeleri
Ayrı ayrıydı adları.
Ayrılığın yerine
Birer birer ayırdılar
Mutluluğun şiiri
Evleri odaları.
Dizeleriyle Özdemir Asaf, masalındaki çatışmanın adını koyar. Ayrılık olan yerde mutluluk yoktur, der. Mutluluk varsa ayrılık…Ve şiirlerle de yazılır mutlu masallar. Çünkü mutluluk hem şiir gibidir hem masal misâli…
Ayrılığı başlatan sevmeklerde belirendir o giz. Her isim bir tanışıklıktı. Herkes sever, tanır ama ayrılır. Hem o ayrılıklar ki şair necip Fazıl’ın dediği ‘’ … Ve ayrılık anneden, vatandan, arkadaştan…’’ Ve daha sevdiği her şeyden ayrı düşmek olsa gerektir ki. Yaşanmıştır, yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Sürgün sokaklarda yürümek üzere. Sonra hem ne ayrılıklar vardır ki aynı evde ayrı odalarda, dört duvar arasında bir kendine kalmışlığı insanın. Bir susmuşluğu…Ve ayrılan kalpler uçsuz bucaksız masal vadisi gibi. Bilmem bu masalın sonu yine de mutlu biter mi? Bir
45
Kültür-Sanat-Edebiyat
Artık bir tepe vardı.
Evlerde odalarda
Ses Dergisi
Sevenlere sevilenlere
Seven özleyen kimdi.
Ekim - Kasım / 2020
Sayı 14
Sevmek Meselesinin Bazı Halleri Esra Er
N
edir bu sevmek? Sevdiğini, sevildiğini zannetmek? Ya da sevmekle sevmemek arasında kalmak veyahut severken öldürmek? Nedir içinden çıkamadığımız gel-gitlerimiz?
Ses Dergisi
Hakkında yazılmış binlerce yazı, anlatılmış yüzlerce hikayesi bulunur ama çoğu zaman hislere tam olarak tercüman olamaz ve insan ne kadar okursa okusun, dinlerse dinlesin başına gelmediği sürece keşfedemez o eşsiz duyguyu.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sevmek şudur, şöyle yapılır diyemem. Sevmek ya da sevmemek, belli bir ölçüsü olan, belli kurallara veya davranış kalıplarına dayanan durumlardan ibaret değildir. Her birimize göre farklı farklı anlamları vardır sevmenin. Her birimize göre farklı anlamları varken bu sevmenin; nasıl karar veriyoruz sevdiğimize, sevildiğimize? Herkes seviyorsa birbirini, kim kırıyor bu kadar çok kişiyi? Durduğumuz yerde, dış görünüşünü beğendiğimiz normal bir insana üst düzey anlamlar yükleyip yüceltiyoruz, asla yanlış davranışları onun üstüne konduramıyoruz ve kişi zamanla bizim için vazgeçilmez oluyor. Ya da öylesine bir insan, kendince sıradan olarak nitelendirdiği olumlu bir davranış sergiliyor ve onun çok iyi birisi olduğu fikrine kapılıp sevmeye karar veriyoruz. Yanılıyoruz. Üstüne bu insanlara, biz onları sevdiğimiz için mükemmel olmaları gerekiyormuş gibi baskı kuruyoruz. Hata yapma payı bırakmıyoruz. Sevdiğimiz insan iyi bir şey yaptığında dünyanın en iyisi olurken; çok kısa bir sürede, belki bir saniye içinde, bize yanlış yaptığını düşündüğümüz bir anda, kişiyi dünyanın en kötüsü ilan edip onun hakkında anlamsızca yargılara ulaşarak nefret tohumlarını saçıyor, küçük dünyamıza uyum sağlayamadığı için onları sürgün ediyoruz. İşin dengesini kuramıyor; ‘ya hep ya hiç’ mantığından
46
sıyrılamıyoruz. Halbuki insandır bu, etiketleyip gruplandırdığımız ve yalnızca bizim belirlemiş olduğumuz davranışları gerçekleştirecek olan kusursuz bir makine değil. Biz ne yapıyorsak kendi kendimize yapıyoruz aslında. Beklentilerimizi oluştururken karşımızdaki insanın kendine ait bir kişiliğinin olabileceğini aklımızda tutamıyoruz. Bazıları, bu konuda fazlasıyla iddialı konuşmalar yaparak sevmenin kitabını yazdığını öne sürer çoğunlukla. “Bir insan sizi seviyorsa şunu yapar, şöyle davranır.” gibi kendilerince uydurdukları kalıplaşmış davranışlardan bahseder. Koşarak uzaklaşın böyle insanlardan. Üç-beş kişiden edinilen tecrübelerle tüm insanlığı kapsayacak sonuçlara ulaşılamaz. Hatta yüz kişiyle de ulaşılamaz, bin kişiyle de. Henüz, ‘bin birinci’ kişi hakkında hiçbir bilgimiz yoktur çünkü. Belki de hatayı en başında, herkesi aynı zannederek yapıyoruzdur. Herkesin sevgisini ifade ediş şekli farklıdır, her insan biriciktir, apayrı bir dünyaya sahiptir ve bizim alıştığımız veya istediğimiz şekilde davranamayabilir. İnsanların bizim alıştığımız veya istediğimiz şekilde davranamaması gerçeğiyle yüzleşmek zor gelir bize. Bu yüzden sevmenin yalnızca insan ömrünü çalan bir duygu olduğunu düşünürüz. “Sevip de zarar görmeyen mi kaldı? Bir sevdim, hayatım karardı!” deriz, sevmek meselesinin altında kalkamayanlar olarak. İşin özüne bakacak olursak, sevmek değildir bahsettiğiniz. İnsana zarar veren şey, sevmeyi ‘abartmaktır’. Sakin sakin, usul usul, zarar vermeden sevmeyi beceremeyişimizdir kötü olan. Sevmeyi sahip olmakla karıştırıp sevdiklerimizi boğarak kaybederiz çoğu zaman. Budur aslında hepimizi en başından beri yoran, hayatlarımızı karartan, ömrümüzü çalan...
Ekim - Kasım l / 2020
Bir kere sevdik mi, her şeyi yapabiliriz zannediyoruz. Bir de karşılıklıysa o sevgi, vay haline! Sevdiğimiz insanı, sevmek yerine ‘sahipleniyoruz’ adeta. Onun hayatını, isteklerini, zevklerini yok sayıyoruz. Ne ortada kişisel bir alan kalıyor, ne de birbirine saygı.
Sayı 14
“Sevmemişsem eğer, zindan olur tüm uçsuz bucaksız çiçeklerle donanmış bahçeler... Bir sevmişsem eğer, Versay Sarayı olur bana kırk metrekarelik köhne evler...”
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sağdan soldan ezberlenmiş cümlelerle, “Birbirini seven iki insan ‘bir’ olmalıdır!” diyerek çıktıkları bu yoldan, bin parçaya ayrılmış cam kırıkları gibi geri dönüyorlar. Sonra suçlu, sevmek oluyor. Bir kısmı “Sevdik, hata ettik.” diyor. Diğerleri ise, “Yanlış insanı sevdik.” Hepimiz mi yanlış insanları seviyoruz? Belli ki, yanlış olan insan da değil, sevmek de. Mevzu, sevmeyi becerebilmek. Sevmeyi beceremediğini söylesek bu insanlara, kabul de etmezler şimdi, canlarını verecek kadar çok sevmişler, türlü türlü fedakarlık gösterisi yapmışlardır. Ancak, karşısındaki insanın isteklerine ve düşüncelerine saygı duymayı, onun hayatına müdahale etmeden, sınırları aşmadan, kalbini kırmadan sevmeyi denememişlerdir.
Ses Dergisi
Öncelikle şu konuya bir karar verilsin istiyorum: kendinize sevecek insan mı arıyorsunuz yoksa, tüm emir ve isteklerinizi yerine getirebilmesi için ruhlarını sömüreceğiniz köleler mi arıyorsunuz? Bu sorunun cevabını bulduğumuz gün, sevmek meselesinin güzelliğine düşürülen karanlık gölgelerden kurtulacağımıza inanıyorum. Sevmek, ne olursa olsun, gerçekten büyülü bir şeydir. Bu sevginin karşı cinse duyulan bir sevgi olması da şart değildir. Hayatındaki bir kişiyi bile gerçekten sevdi mi insan, önce kendisini sonra etrafındakileri değiştirir. Şaşırtıcı bir şekilde, ayağa kalkabilecek gücü ve cesareti bulabilir düştüğü zaman. Sevdikleri için tutunur yaşama, onlarla doyasıya vakit geçirebilmek için direnir tüm umutsuzluklarına. Kalbinde bir ışık yanar da, anlam katar tüm varoluş sancılarına. İnsan sevdiği zaman hisseder nefes aldığını, yaşadığını. Sevince fark eder yediği yemeğin, içtiği suyun tadını. Kötü zamanlar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsın, kaçıramazlar seven insanın tadını. Bir sevmeye başladı mı insan, sabah uyanmak için bir sebebi olur, uyandığında ise mutlu bir şekilde başlar güne. İçindeki coşkuyu herkese bulaştırmak isteğiyle tüm gördüklerine sarılır. Sevmenin vücut bulmuş haliyim dercesine dolaşır sokaklarda. Kimse bu büyülü duygudan mahrum kalmasın, herkes tatsın ister sevmeyi. Çünkü sevmemektir, yolunda gitmeyen şeylerin sebebi...
47
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
Handan Tunç
Vermem Sırrını Hasrette Açıldı göz kapaklarım, Kırağı yemiş tanyeri buğusunda. Bir dost eli aradim kaybolmuş gündüzlerde, İhanetin karasını gördüm, kardelenin bükük buynunda. Baykuş öter gecelerimin en gizlisinde.
Ses Dergisi
Neden diye
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sonbahar ikindilerinde direnir gölgeye saatler,
sorma Vermem sırrını... Çimenin yasına beste yapmak ağıt yakmak. Düşen sarı yaprağı hüzun değirmeninde öğüttüp, Toprakla kefenlemek. Payıma düşen bu muydu diye Sorma Vermem sırrını… Açmak için yedi yıl bekler sabır çiçeği, Her bekleme yılına denk bir gün yaşar. Evet ömrü yedi gündür. Süsler dağları… Gelin arabalarının korna sesinde canlanır. Ve güneş ışıklarının izinde kaybolur. Yedi gün reva mı diye Sorma Vermem sırrını... Dalgaların öfkesinde kaldı bakışım,
48
Rüzgarın poyrazında aklım. Uzatmak isterim yüregine kalbimi, Ne çare, kanatır sözlerin dikeni. Yoktur merhemin bilirim Bitmeyecek bu eza diye Sorma Vermem sırrını...
Sayı 14
Mehtap Aslan
Ekim - Kasım l / 2020
Ağır bir sevdanın yüküyle yüklenmişim Sarsma beni! Savurma omuzlarımdan tutup da uzağa Kültür-Sanat-Edebiyat
Yorgunum çünkü. Ağır bir ayrılığın kıyısından geliyorum Tut ellerimden, sanki kaybolacak gibiyim, Güvenebileceğim bir liman var uzaklarda Şimdi yürümeye takat arıyor bedenim
Ses Dergisi
Yüreğim bekle, aklım durma daha dese de Yalnız bu ikisi arasında medcezirlerim Kalakaldım öylece Bir yanım yalnızlık türküsü söyler Diğer yanım yandığı sevdayı Neye tutuldum, hangi yükü kabullendim? Taşımayı göze alanın yoktur şikayeti Haydi yol benim mücadele benim Bilinmez bir akşamda gizlenmiş vuslatım.
49
Zeynep Gezer
Ekim - Kasım / 2020
Özlem
K
Ses Dergisi
imi zaman dinlediğin bir şarkıda gizlidir özlem, kimi zaman okuduğun kitabın bir satırında, baktığın gökyüzünde gizlidir, kimi zaman sararmış bir fotoğrafta. Elinde tuttuğun anahtarda gizlidir hasret, kimi zaman bir telefon numarasında.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ve bir özlem dalgası sarıverir geceyi. Vuslatın uzaklığı; buzlu kardan geceler misali üşütür benliğini. Gündüzün sıcağına inat titrer yüreğin gurbetin girdabında. Ah! Bir gelsen şimdi yanıma, sarıp sarmalasan o sıcaklığınla der gam düşürürsün geceye. Hasretin bağrında alev alev yanarken dil susar, yüreğin kanar da söyleyemez. Acı bir ısırganı çiğner gibi sabrı çiğner her bir zerren. Velhasıl uzun lafın kısası özledim der durursun işte. Zaman olur kelimelere ne anlam biçebilirsin ne de ölçü. Çok demenin neredeyse yokluk olacağı kadar çoğu yaşarsın. Gözlerin ufuklara dalar durmaksızın sanki beklenen yolcu yola düşmüş gelmekte sanır görenler, sense gidemeyişin yolunu gözlersin. Adresin belli olması ne fayda kapılar sürgülenmiş, sen bavulunu hazırlasan ne fayda yollar yasaklarla döşenmiş, elinde bir anahtarla kalakalırsın kıtalar ardında. Bir yanın gurbetin öksüzlüğüyle göz yaşı dökerken, diğer yanın gurbetteki vuslatın sevincinde, bayram coşkusu yaşar. Hangi yöne meyledersen diğeri hep dargın, ikilemde bir ömre başlarsın. Gülerken gözlerin dolar, ağlarken gülersin örneğin. Bir kararsızlık, ne yapacağını bilememek ele geçiriverir kimi zaman benliğini. Bu düzensiz karmaşaya ayak uydurmaya başlarsın bir süre sonra. Yaşamaya başlarsın hayatı bir varmış, bir yokmuş gibi bir vuslat, bir gurbet olarak.
50
Sayı 14 Kimi zaman vazgeçmek istersin beklemekten, umut etmekten, hatta belki özlemekten; kimi zamansa yüreğini kavursa bile en baş köşeye koyarsın o kavuran ateşi, bırakamaz, kopamazsın. Kulaklarında gidişlerin şarkıları yankılanırken senin takvimlerin vuslata kalan günleri değil de gurbetin hesabını yapar, özledim diyen sese kalkıp koşamazsın, hayatın sanki ters bir işleyişte. Şaşırırsın yönünü, bilinmezlik meçhulünde kaybolursun kimi zaman. Yapayalnız kalmışçasına bir çöl ortasına anlatıp derdini yön soracakta kimse bulamazsın etrafta. . Tüm bu karmaşa girdabında yoluna bir ışık ararsın, çıkış için bir sokak lambası yahut parlayan bir yıldız gökyüzünde. Sonra kendin bir umut yakmaya başlarsın geceye, gecenin çıldırtan yalnızlığında sana dost, yoldaş olmaya başlayan ışığa sarılırsın sımsıkı. Yaşadığın bu gurbet zindanında özgürlüğün olur ufukları seyredersin onunla. Gidemeyişin hüznünden ziyade elbet bir günün muştusu yankılanır yüreğinin her zerresinde. Elbet bir gün; ayrılıklar da son bulur, hüzünler de biter, hasetler de yiter, bu da geçer.
H
ayat,insanın sırtında taşıdığı bir heybeye benzer. Geçtiğimiz yollardan topladığımız yüzleri, kelimeleri,anıları yükleriz o heybenin içine. Kimisi ağır gelir, taşıyamayız artık, yorulur, bir nefeslik bir mola veririz. Bu bir nefeslik molada, bu heybenin neden bu kadar ağırlaştığına dair sorular sorup dururuz kendimize.
bakış. Gözlerini kapatıp, dünyanın en derin kuyusunun dibine gömmek istemişsindir onu. Bu bakış gittikçe büyüyen bir canavar gibi, senden uzaklaştıkça büyür, büyür ve seni de yutarak senin de içinde eriyerek donduğun demirden bir heykele dönüşür. Bu demirden heykel, heyhat, heybende bir yük olarak kalmıştır öylece.Nefes aldıkça sırtına baskı yapar, artık sana dayanılmaz acılar vermeye başlar. Yoldan geçenler, senin acı serzenişlerine şahit olurlar.Bir de acıyan bakışları eklersin heybenin içine, yükün gittikçe çoğalır. Yolda kalan olmak,yolda olana hep zor gelir. Yolcunun kaderinde hep gitmek olmali diye düşünürüz. Yolcu hep gitmelidir, hep yolda olmalı ve bir yere varmalıdır. Yükünü de yanına alıp devam etmelidir yola.Bir yolcunun yükü, onun hayatının sırtına vurulan ağırlığıdır. Bazen yol gittikçe, yük artar. Bazen de yol uzadıkça yolcunun yükleri eksilir, eriyen buz gibi, suya dönüşür. Yol uzasa da, yükü hafifleşen yolcu, heybesine daha sıkı sarılır, onu bir yük olarak görmez artık. Bir nefes alır, şükreder, yolda bıraktıklarına bakıp, yola devam eder.
Kültür-Sanat-Edebiyat
HEYBENİN DEDİĞİ
Sayı 14
Ses Dergisi
Hatice Yaman
Ekim - Kasım l / 2020
Yolun başındandayken, içi boş heybeyi alıp da sırtımıza gururla attığımız o an gözümüzün önüne gelir. Cesaretimize şapka çıkarırız adeta. Heybenin içindekiler ağırlaşmaya başlayınca artık, omuzları dik kahraman, yerini, saat beşte işten çıkmış memurlara bırakır.Bazen heybenin içindekiler sırtımıza çok yük olur, ağırlık yapar, keskin bir bıçak gibi sırtımızı yoklar. Yoldan geçerken heybemize onu neden aldığımızı sormaya başlarız yine.Ağırlık çekilmez olur, bıçak yaraları iyice kanatır, yaraların acısı artar. Artık vakti gelmiştir deriz, heybeden çıkarabildiklerimizle yola devam ederiz. Yollar uzadıkça, yoldan heybemize doldurduklarımıza daha bir itina gösteririz. Her gördüğümüze bakmaz, baktıysak da içindeki kendimizi görmeye çalışırız önce. Alem alem içinde, ben neyin içinde, dilimizde bir türkü olur. İnsanın bir gözü bakıyorsa, kalbi de gözün gördüğünü görmeli ki anahtar kilite uysun, ordan kapı açılsın ve heybeye doğru yol alsın. O zaman heybede taşınan, tüy kadar hafif gelir. Peki bu neyin ağırlığı bizi bu kadar ezen? Heybedeki bir bakıştır, bir sözdür, bir gülüştür... Birgün bir bakışa rast gelmişsindir, öfke ile harmanlanmış bir
51
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
“YOLCU” Mehtap Sevinç
Ses Dergisi
O
turduğu taşın üstünden öylece etrafına baktı. Neydi? Nereydi? Neredeydi? … Ve daha bunlar gibi bir misli soru zihninden gelip geçiyordu. Aslına bakılırsa zihnine geldiği doğruydu ama ya geçtiği?.. O da doğru muydu? Çünkü zihne bir şey takılırsa eğer, cevabını bulmadan zihin onu göndermezdi. Diğer bir açıdan esasen bir şey zihinden gelip geçmişse cevabını bulmuş da geçmiştir. Peki ya geçmemişse? … İşte asıl meselenin düğüm olduğu yer… cevabın bulunamamış olması, tam olarak bu.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Zihni bu kadar karışıkken yaşanmışlığın, hayatın karmaşıklığını nasıl çözüp de çulunu sudan çıkarabilmeyi başaracaktı ki? Bütün dimağlar, bütün anlayışlar, bütün yürekler yabancıydı ona. Oysa öyle hayal etmemişti hiçbir şeyi. Öyle imgelenmemişti kafasında yüreğinde yaşayacağını hissettiği hiçbir şeyin hissi. En azından öyle öğretmişlerdi ona; yürekte yaşama niyetiyle ete kemiğe büründürülmüş her bir duygunun elbette ki olumlu etkileri olacaktı diğer vicdanlarla beraber yaşanılan bu mümkünler aleminde. Fakat unuttuğu bir şey vardı ki o da her yüreğin merhamet açısının farklı olduğuydu. Kiminde bu açı ummanlar kadar açılabilmeyi salık verirken kiminde bütün bir iç aleminin toplamından bile daha azdı. Bundan dolayı elbette ki kimseyi yargılama hakkı yoktu. Nihayetinde vicdan bu öyle her yüreğe tenezzül edip buyurmazdı. Yabancısıydı onların, oraların, kalplerin… en çokta gönüller, anlayışlar yabancıydı ona. Ama o gönüllerin yabancısı değildi. Gönlünü eğitmesini öğrenmişti. Bunun için taaa yıllar önce hoşgörüyü buyur etmişti vicdanına ki bu felsefenin ilk basamağı hoşgörüden geçerdi. Neydi sanki insanlık evrensel olsaydı? Anlatılan kitaplarda okutulan, bazı zamanlar sarı-özekte minik kalplere anlatmaya çalıştığı “evrensel değerler” adıyla değil de sanıyla, şöhretiyle, yaşanmışlığıyla da her yerde aynı olsa… ne hoş olurdu dimi? Maalesef ki değildi. Hem de öyle bir değildi ki bu gerçekle karşılaşmak fren sistemi bozulmuş bir arabanın son sürat duvara çarpması gibi bir gerçeklikti. Asıl oyun şimdi
52
başlamıştı. Haklılığıyla-haksızlığıyla, kavgasıyla-gürültüsüyle, oyunla-gerçekle… “oyun nerde bitiyor hayat nerde başlıyor”* un tam olarak içindeydi şimdi. Gelsin kursun şimdi ağını zaman, usul usul dönsün zemberek, arada bir hatırlatsın kendini hayat bak ben buradayım kılıcımla kalkanımla okumla mızrağımla etimle kemiğimle bak buradayım haydi hodri meydan arkadaşım desin. Diyecek… Zihni çok doluydu bugün sanki günlerce konuşmamışta dili kabarmıştı resmen onu karşısına almış da iç döküyordu. Hafif bi tebessüm etti. Baya dertleştim bugün kendimle hadi gene iyiyim bugün de kendime içimi döktüm dedi. Oturup kaldığı yerden usulca kalkmayı düşündü. Vakit iyice geçmişti çünkü. O esnada dikkatini karşısındaki büyük salkım söğüt ağacı çekti. Üzerinde hatırı sayılır nicelikte bir karga sürüsü vardı. Özellikle günün akşama evrilen zamanlarında salkım söğüt ağacını mesken tutarlardı. Sanki bütün gün dolaşıp gün sonunda da buraya gelerek günün kritiğini yaparlardı. Ne tuhaf diye düşündü. Bağrışıp duruyorlardı. Hayır sanki ne sıkıntıları varsa, dertleri neyse hiçte susacak gibi görünmüyorlardı ki. Onların da bir amacı olmalıydı, kendisinde bulunan onca amaçsızlığa rağmen. Aklına birden “ülkendeki kuşlardan ne haber vardır?”** dizesi geldi. Sadece bu dize ne eksik ne fazla. Şiirin sadece bu bölümü aklında kalmıştı zaten. Neyse kalkmalıyım artık diye düşündü. Usulca kaldığı yere doğru yöneldi. Aklı sarı-özekteydi. Hani şu Cengiz Aytmatov’un uçsuz bucaksız stepleri kastettiği Asya bozkırları. Ve romanında geçen şu cümleler, “bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi… bu yerlerde demir yolunun her iki yanından ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği sarı-özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demir yoluna göre hesaplanırdı…”***
Bu yerlerde de mesafeler arası uzaklık yüreklerden yüreklere hesaplanacaktı belli ki…anlaşılan mesafelerin kuş uçumu uzaklığı ile kara uzaklığı epey fazla olacaktı. Çünkü bu yerlerde vicdanlar yüreklere paralel değil dik uzanıyordu. Akşam karanlığı bastırmadan kaldığı yere bir an önce varmalıydı, adımlarını sıklaştırdı…
*
Oğuz Atay
**
Sezai Karakoç, Sürgün ülkeden başkentler başkentine
***
Cengiz Aytmatov, Gün olur asra bedel
Sayı 14
UZAK Sevgimiz kayıp, unutulmuş anılar gibi. Hiç tazelenemeyen bir tohum Ve eskiyen gün geçtikçe. Gözlerinin ışığını yitirdim günlerdir Kültür-Sanat-Edebiyat
Yabancılaştım ben de bana. Bir zamanlar yaşanmış, şimdi tozlanmış bir aşk, Yutulmuş denizlerin dalgasında. Karanlık bir sevgi bizimkisi Birbirine değemeyen iki ayna Çekimine tutulup kavuşamayan iki yıldız
Ses Dergisi
ESRA PAK
Ekim - Kasım l / 2020
Yasak gibi bu kanunlarda. Özlemin ateşine değiyor bir yanım, Eritiyor yalnız akşamlarda. Ve biliyorum bu sabah da uyanamam sana. Her şey zaman içinde uzaklaşıyor Genişleme olmuyor mu durmadan uzayda. Kelimem yok sana fısıldayabileceğim, Sevgimi dökebileceğim bakışlarında. Uzak, yalnız ve mat yıllarım olacak daha Belki üç yıl daha tadacağım suçsuz ve günahsız Aşkımızı izbe odalarda. Geleceğine tükenen inancım ve hayallerim, Solgun yüzümden akacak zamanla. Sevgimiz kayıp unutulmuş anılar gibi Son bulacak bu şehrin akşamlarında.
53
Sayı 14
Ekim - Kasım / 2020
ediniyorsun, bağlayıver bahçene bir it, bak bakalım daha giren çıkan oluyor mu?” Hüsrev Ağa bir an duraksadı. Sonra;
Köpekle Dövüş Fuat Şahin
H
“Ne işim olur benim kopeğenen, ıtinen. Ben koyun muyum kopek korusun beni? Kopek dediğin kurdunan döğüş eder. Hırsıza uğursuza neetsin? Eli sopalı hırsız geldi mi güç de yitiremez.” “Yok Ağam deme öyle. Sivasın Kangal diye beldesi vardır. Öyle köpekler çıkar ki buradan, üç ayı gücünde. Eli tüfenkli adamın hakkından geliverir bu namussuz hayvan. Sen bi düşün gene benim dediğimi”
Ses Dergisi
üsrev Ağa’nın ibret verici bir hikayesi vardı. Gerçi kasabalı bir hafta konuşup unutmuştu ya bu Hüsrev Ağa’nın kafasına yatmış gibiydi. Düşünceli düşünceli, çayından bir yudum alıp kalkıp gitti. İki hafta sonra bir hikayeyi... Neyse. gün, traktörün römorkunda dev gibi bir köpekle çıkıp geldi Hüsrev Ağa diyorsak da lafın gelişi. Ağalığından kasabaya. Yolda köpeği gören çocuklar hayretle ardından felan değil. Daha düne kadar kasabada “Paspas bakakalıyorlardı. Hiçbiri daha önce böyle bir hayvan Hüsrev” diye bilinen iki para etmezin tekiydi. görmemişti. İki ayağının üstünde durdu mu bir buçuk adam Her nasıl olduysa talih kuşu başına konmuştu. boyundaydı köpek.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Kendinin bile tanımadığı bir akrabası ölmüş, tüm miras da resmi olarak ona kalınca parayı bulmuştu. Ee, para olunca da kasabalı ona “Hüsrev Ağa” demeye başlamıştı. Ağa yakıştırmasını da alınca köpürdükçe köpürmüş, kendini iyiden iyiye bir şey sanmaya başlamıştı.
Hüsrev Ağa köpeği alıp evin bahçesine bağladı. Bilek kalınlığında zincire vurmuştu hayvanı. Daha ufağı da zaptedemezdi bu canavarı zaten. Köpeği gören konu komşu maşallah çekiyor, “İnek gibi mübarek” diye seslice söyleniyorlardı. Tüm bunlar Hüsrev Ağa’yı iyice havaya sokmuştu. Köpeğini konu komşuya sergilemek için bahçesinde ziyafetler verdiği bile oluyordu. En önemlisi, artık geceleri rahat uyuyordu. Daha ne olsundu.
Parayı bulur bulmaz kasabada pahalı bir konak almıştı. Kalan parayla da yatırımlar yaparak iyice zenginleşmişti. Güzel bir kadın bulup evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Fakat Hüsrev Ağa’nın bu yükselişi değildi hikayesini ibretlik kılan. Tam tersine, düşüşü idi.
Yalnız köpek biraz hırçındı. Gelen geçene havlıyor, bilhassa çocukları korkutuyordu. Hatta kendi sahibi Hüsrev Ağa’ya bile diş gösterip hırladığı oluyordu. Fakat bu durum Hüsrev Ağa’yı rahatsız etmek bir yana, daha da hoşuna gidiyordu. Köpeğin ne kadar güçlü, boyun eğmez olduğunu düşünüp memnun Yaşadığı o büyük konAğa bir gün hırsız girdi. Koskocaman oluyordu. “Kopektir canım, hırlar da ürür de” diyordu. bahçe, hangi bir tarafını kontrol edeceksin. Bir delik bulup Yaz da yavaş yavaş sona yaklaşmış, güz yağışları atıştırmaya girmiş hınzır. Gece vakti gürültüye uyanan Hüsrev Ağa hırsızı başlamıştı. Bir şey yapmak gerekti. Hayvanı açıkta komak kovalamış. Fazla zarar almadan kurtulmuşlar şükür. Ama olmazdı. Hüsrev Ağa devasa bir kulübe yaptırdı. Şatafatlı, lüks o günden sonradır içine bir kurt düştü. Geceleri uyuyamaz bir kulübeydi. Özel sipariş pahalı bir mermerden, saray gibi bir oldu. Zamanla gözlerinin altı çökmüş, bitkin düşmüştü. kulübe. Yine bir gün kasabanın kahvehanesinde çayını içerken Zaman geçtikçe, köpeği sofranın artıklarıyla besleyen Hüsrev Hüsrev Ağa’nın bu halini gören, çevre köylerde çobanlık Ağa, artık hayvanın önüne sadece et atar oldu. Kimi zaman taze yapan Çoban Necati: tavşan eti oluyordu bu, kimi zaman bu canavar hayvanın yüzü “Ağam nedir bu halin? Erimiş solmuşun. Bak hele gözlerinin suyu hürmetine kurban ettiği bir koç. Ancak sadece et. Bundan sebep olsa gerek, hayvan iyice azdı. Hüsrev Ağa’ya dahi sık sık feri sönmüş” havlar oldu. Söz dinlemiyor, başına buyruk davranıyordu. “Uyhu dutmaz oldu yiğenim. O hınzır evime girdiğinden bu Kasaba ahalisi her ne kadar ilk başlarda hayvanın heybetinden yana gece vahtı döşeğimde dönüp dönüp dururum.” etkilenmiş olsa da, artık gına gelmişti. Ama Hüsrev Ağa bu “Ağam ne dert 54
Bilek kalınlığındaki zincir fazla ağırdı. Zaten biraz da abartıydı. Bu canavar hayvan için dahi olsa böyle bir zincire lüzum yoktu. Hüsrev Ağa zinciri değiştirdi. Hayvanı daha zayıf bir zincire vurdu. Artık köpek daha rahat hareket edebilecekti. Mahallenin muhtarı gelip uyardı “ Hüsrev Ağa bu zincir bu canavarı zaptetmez. Gel sen eski zinciri geri tak”. Fakat Hüsrev Ağa oralı bile olmadı. “Zincir ağarlık ediyor muhtar efendi, yazık değil mi şuncacık hayvana?” Elmecbur, muhtar çekip gitti. Hayvan incecik zincirle kalakaldı. Hüsrev Ağa yine bir gün kahvede zaman öldürmeye gitmişti. Çay içip boş lakırdı ederken koşa koşa bir çocuk geldi. Ellerini dizlerine koyup 2 kez derin soluk çektikten sonra: “Koşun emmiler, Yusufu it kaptı, öldü ölecek çocuk. Ben kendim zor kaçıp geldim. Yoksa beni de parçalayıverecekti”. Hüsrev Ağa ve muhtar koşup vardılar. Çocuk kanlar içinde yerde yatıyordu. Arabaya yükleyip sağlık ocağına taşıdılar. Yaşaması mucize olurdu. Yaşasa da artık eskisi gibi olmazdı zaten. Olayın faili belliydi. Çocuklar Hüsrev Ağa’nın bahçesinin önünden geçerken köpek havlamaya başlamış, zincirini bir çırpıda koparıp Yusuf ’un üstüne çullanmıştı. Muhtar, Hüsrev Ağa’ya döndü: “Gordün mü Ağa itinin nelere sebep olduğunu! Tez zamanda iti vurasın! İş artıh çığrından çıktı”. Hüsrev Ağa: “İti vurmah akıl işi midir muhtar efendi! Kopeğenen döğüşünmez. Veled sataşmasa kopek neden saldırsın?” Laf anlatmak mümkün değildi Hüsrev Ağa’ya. Nuh dese peygamber demiyordu. Belli etmemeye çalışsa da Hüsrev Ağa, köpeğin kuvvetiye daha da bir gururlanıyordu. Malikanede ev halkı da mutlu değildi. Köpek, ev ahalisine durup durup çatıyordu. Evin hizmetçisi bile artık bahçeden içeri girmeye korkar olmuştu. Hayan durmuyor, zincire de güven olmuyordu. Hüsrev Ağa’nın karısı ve kızları iyice sıkılmıştı bu durumdan. Kadıncağız köpeği yollaması için yalvarıyordu adeta, ama nafile. Köpeği göndermek, onun şanına leke sürmek olmazdı. Daha böyle bir hayvanı bulması da mümkün değildi. Herşeye rağmen Hüsrev Ağa köpeği yollamadı. Evde artık huzur felan kalmamıştı. Herkesin üzerinde bir korku hakimdi. Köpeğin kime ne zaman çatacağı belli olmuyordu. Artık iflahı sökülen karısı Hüsrev Ağa’yı karşısına aldı: “Bana bak Hüsrev Ağa, yıllarımız iyi kötü beraber geçti. Fakat artık evde ne huzur kaldı ne bişey. Ya o iti yollarsın, ya da ben kızlarımı aldığım gibi çeker giderim”. Hüsrev Ağa
sinirlendi, bağırdı, çağırdı. Fakat “he” diyemedi. 3 gün sonra karısı, iki kızıyla beraber çekip gitti. Hizmetçi kadın da artık gelmez olmuştu. Koca malikanede itiyle beraber kalakaldı Hüsrev Ağa. Zamanla işleri bozuldu. Parasız kaldı. Fakat borçla da olsa köpeğini beslemek için taze et buluyordu. Kendi aç geziyor, kuru ekmek soğanla iktifa ediyor, ama köpeğinin yemeğinden taviz vermiyordu. Ne pahasına olursa olsun köpeği etle beslemeliydi. Halkın diline düşemezdi. Köpeğini ekmekle besliyor dedirtemezdi. Hem kendi itibarı, hem köpeğin şanına zeval getirmek olurdu bu. Para iyice suyunu çekince malikaneyi sattı. Kendine barakadan çarpma rezil bir ev buldu, oraya taşındı. Fakat köpeğin mermer sarayını satmadı. Gitti yere de görüdü. Nereye giderse gitsin, ne olursa olsun köpeğinin şanına yakışacak şekilde davranması gerekti. Ancak artık et bulamıyordu. Para da yoktu, iş de. Tefeciden borç para alıp köpeği doyuruyordu. Fakat o da yürümedi. Borçla harçla bir yere kadar. Köpeği besleyemez oldu. Hayvan ete alışmıştı. Başka şey yemiyordu. Önüne konan ekmeği burun ucuyla koklayıp hırlamaya başlıyordu. Memnun etmek imkansızdı. Hüsrev Ağa’nın canına tak etti. Kendine hizmet etmesi gereken köpeğin kulu kölesi olmuştu adeta. Köpeğin zulmü başkasınayken hava hoştu. Fakat artık kendi sözdü de hayvana geçmez olunca, “Muhtarı uzun zaman evvel dinleyeceğdim. Ah daş olası gafam” diye söylenmeye başlamıştı. Fakat Bor’un pazarı geçmişti. Ailesini, parasını, çevresindeki herkesi kaybetmişti bu zındık hayvan yüzünden. Artık bir şeyler yapmak gerekti. MutfAğa gitti. Bulabildiği en büyük satırı kaptı. Kaptığı gibi de köpeğin yanına. “Bitirdin beni hınzır hayvan bitirdin” diye bağırıyordu. Öfkeden delirmiş halde köpeğin üstüne atıldı. Fakat hayvan durur mu? Karşısına aslan koysan tek pençeyle canını alacak. Üstüne üstlük karnı da aç. Hayvan oracıkta parçalayıverdi Hüsrev Ağa’yı. Günler sonra, kokmaya başlayınca, çevredekilerin şikayetiyle farkettiler cesedi. Cenazesini almaya karısı ve kızları dahi gelmedi. Yalnız muhtar bey ve birkaç mahalle sakini gelmişti cesetten kalan pisliği temizlemeye. Cesedin yanıbaşında duran köpeğe iki el sıkıp oracıkta öldürdüler. Kanlar içindeki Hüsrev Ağa’nın cesedine bakarak muhtar; “Kopeğinen döğüş edinmez Hüsrev Ağa, kopeğinen döğüş edinmez” diyordu.
55
Kültür-Sanat-Edebiyat
durumdan memnundu. “Kopektir canım, ürür de yürür de.”
Sayı 14
Ses Dergisi
Ekim - Kasım l / 2020
Ekim - Kasım / 2020
SALLANAN KELEBEK GUSMENA S. N
‘’Hepsi’’ dedi histerik bir gülüşle. ‘’Hepsi senin yüzünden!’’
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Ne de yumuşaktı elinde tuttuğu topak. Kadifemsi, yarı ipeksi ve bol hüzünlü. Nasırlı parmakları arasında biraz daha sıktı topağı. ‘’Olmasaydın, olmayacaktı belki de…’’ Korktu bir an. Gözleri titreşti. Ama O olmasaydı, hiçbir zaman ‘O’ olmayacaktı muhtemelen. Titreşen ışık olduğu gibi kayboldu. Kirpikleri kıpraştı bu sefer ve kafasını salladı sağa sola. “En azından böyle de olmazdım.” dedi. Sinsi, korkakça ama umudunu henüz yitirmeyenlere özgü o bakışlarıyla tekrar süzdü karşısındaki aynayı. Kızgın, delice ve yitip gideceklere has o bakışlar. Antika denilince kırılacak ama yeni denilince de gülünç kaçacacak bir boy aynasıydı karşısındaki. Ceviz ya da belki maundan yapılmış hissi uyandıran sehpanın üzerine kurulmuş, iki direğin arasında, oynar tarzda kurulu, oval bir boy aynası. Elinde tuttuğu topağı bir an bile gevşetmeden aynanın öteki tarafına dönmesine yetecek ama aynı zamanda bütün nefretini kusacak kadar da sert bir ayak hareketiyle teptikten sonra, öteki yüzüne baktı usulca. El sallıyor boşta kalan diğer eliyle. Yüzünde yine o histerik, sonun yaklaştığını bilen bir gülüşle boynundaki halka halka olmuş ilmeklere bakıyor. ‘’Yine mi?’’ diyor bir nefes bıraktıktan sonra. ‘’Sen ha, hayret!’’ … ‘’Seni pislik seni!’’, ‘’ Vay şerefsiz!’’ ’’ Demedik mi lan biz sana, bir daha olmasın diye!’’ Aldırmıyorum hiçbir lafa, söze. Kaçıncı tekme bu inan ki saymadım. Tek derdim, biraz daha dayaktan sonra buradan
56
Sayı 14
kaçıp kurtulmak. Gerekirse cehennemin dibini boylamak. Bir tekme, iki yumruk, üç küfür… derken iyice yoruldular anlaşılan. Uzunca olanı, aynı zamanda en irileri hışımla yere tükürüyor. “Bir daha!” diyor, elinden gelse daha da döver, belli ama yorulmuş. “İyi ki...” Cümlenin devamını dinleyemiyorum zaten. Kulağımda müthiş bir uğuldama, ağzım dolusu kan, alnımdan akan terler... Dördüncü sınıfın son günü, yaz tatilinin ilk günü... Sağ kalan elimle destek alıp zor da olsa titreye titreye evin arka bahçesinde olan haşmetli ve yalnız çam ağacının yanına gitmek tek hedefim. Ne sol ayağımın topallaması kafamda ne de alnımdan başlayıp yanağımda devam edip, dudağımın kenarında son bulan yarık... Ipıl ıpıl bir şeyler akıyor. Büyük ihtimalle kan. Yazın sıcağında çok da uzun sürmez, kuru bir pıhtı yığını kalır. O kadar ders dinlemişliğimiz var çok şükür. İşte benim koca çam ağacı! Gölgesi de bir acayip... Varla yok arası. Olsun! Ben artık bu işe bir son veriyorum. Ne ailemin dengesizliği ne de zorbaların tecavüzleri(!). Bu işe bir nokta koymak lazım artık! Ağacın duvarla arası beş, bilemedin on santim falan. Önceden kenara sakladığım kaşıkla başlıyorum kazmaya. Ta ki bir ‘çıt’ sesi duyana kadar. Üzerindeki toz toprağı elimle kenara attıktan sonra, sağ ceketimin cebindeki küçük kırmızı çıtçıt tokayı usulca diğerlerinin arasına bırakıyorum. Bununla beraber her şey tamam oldu. Kırmızı çıtçıtı ona verecektim. Gerçekten sevmiş midir beni? Sevse öyle bakmazdı sabah. O zaman sevseydi, niye çıkışta ben dövülürken öyle baktı ki?! Neyse...Bu tuvalet kağıdı parçası... O yıl ilk defa o gün hissetmiştim ensemden boynuma doğru akan vahşi, ılık ve ıslak nefesi. Sağ eliyle ağzımı kapatmış ve sol eliyle de belimden yakalamıştı. Ve… İlk defa o gün başlamış ve tuvalete gitmesem bile bir şekilde her seferinde beni yakalamayı başarmıştı. Her seferinde, her zaman... Bu kırık cam şişesini de o gün babam çok fazla içip, elinde şişeyle anneme saldırırken etrafa saçılan parçalardan birinden kapabilmiştim sadece. Ne annem vardı o geceden sonra ne de babam (yani en azından aklı başında olarak). Bir küçük esrar poşeti, bir kırık kalem, son olarak da bir tasma... Pırtık’a ait. Yazık! Aralarındaki en iyi, en temiz ve en masum hatıraya sahip olanı... Küçük çıtçıt tokayı da attıktan sonra kutunun içine, kapağını kapatıp, aynı şekilde toprağın derinliklerine gömüyorum. Tüm geçmişimi gömüyorum. Tüm şimdimi gömüyorum. Tüm geleceğimi gömüyorum. Onları, beni, bizi gömüyorum. Doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini… Vel hasılı bana ait ne varsa gömüyorum. Hayret! Bunca yaşanan şeye
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14 Parmakları bir anlığına ip yumağının bırakacak gibi oluyor. “Yol…’’ diyor mırıldanırcasına. ‘’Ne de çok arabanın geçeceği tuttu bu gün.‘’
…
Kapının zili çalıyor. Elinde tuttuğu ipi gevşetiyor şaşkınlıktan. Bir araba daha geçiyor yoldan ve tabure ayaklarının altından kayıyor. Kapı zili çalıyor tekrardan, eşikten gelen rüzgar uğultusu ve bir de kapının tokmağından havalanan kelebek kanatları gölge gölge düşüyor zemine… İpin ucunda sallanan gövdesi, kelebeğin kanatlarına karışıyor. Bir zil sesi daha ve bir kanat daha. Ve bir kanat daha… Ve bir kanat daha…
“Yine mi?’’ diyor bir nefes bıraktıktan sonra. ‘’Sen ha, hayret!?’’ “İçindeki yangın hala dipdiri. Varsın dışı Titanik’i batıran buzdağlarına bedel olsun.” “Olmadı değil mi? O son kararın da değiştirmedi hayatını. Ne olmasını bekliyordun ki sanki?’’ Eli hala ip yumağında, ayağa kalkıyor bu sefer. Oturduğu tabureyi düzeltiyor. Etrafında bir tur atarken, adımları yavaş... Aynadaki kişi kendiyle konuşmaya devam ediyor. ‘’Nerede hata yaptık sence?’’ diye soruyor. Sesi titrek, kuşku dolu ve şaşkın. “Onca şeyi biz yaşadık, yaşamadık mı? E, intikamsa intikam, alayına! Tatminse tatmin, dibine kadar!‘’ Tam turu tamamlayacakken bir şeyi yeni bulmuşçasına ya da farketmişçesine elindeki ipi bırakmadan, işaret parmağıyla aynadaki yüzüne işaret ediyor. “Acaba?..” diyor, ‘’Diğer yolu mu deneseydik? Zor, meşakkatli ama daha iyi olanı. Her şeyi affedip ,kendimi(zi) bile, kendi yolum(uz)a baksaydı(k)m.”
Kültür-Sanat-Edebiyat
ve bunca büyük karara rağmen, hala gözümde yaş yok. Halbuki içim yanıyor; dışım donuyor. Hayret! Demek bu kadar duyarsızlaştım ben. Hayret!
Ses Dergisi
’’Ahh…’’ diyor boşta kalan eliyle. Sanki yüzünün üzerine düşen düşünce bulutlarını dağıtmak istercesine. ‘’Hepsinin canı cehenneme! Affetmek ya da nefret etmek... Ne değişecekti ki sanki?” (çok şey, hadi itiraf et!) “Yalan!” (Evet, onlar kötü diye sen niye kötü olmak zorundaydın ki? İçindeki karanlık konuştukça beni bir köşeye attın. Susturdun, unuttun! Şimdi de bir elin ipte, bir gözün taburede, şu an ayakta bana bakıyorsun! Şu an bu halde olmamız mı gerekiyordu?!. ) “ “Peki…” diyor yüzünü saran son ümit ışıltıları ile bir an. “Geri dönüşü var mı?” (Elbette var! Hem de şu kapının ardında. Yeter ki elindeki ipi bırak ve tabureden in aşağıya. Yürüyelim ve gidelim.) “Gidelim…’’ “Gitmek” diyor ve sadece bakakalıyor önündeki aynaya ve aynadan kendine bakan kendine. Bunca yaşanmış yıl ve artı on dakika... “Şu on dakikalık iç muhasebesini, keşke önceden yapsaydım.” diye düşünüyor bir an. O an mesela. Ya da bir yıl önce. Veya beş hafta. “Ama…’’ diyor. Gözleri doluyor, elleri titriyor. Araba geçiyor yoldan, ayaklarının altındaki tabure titriyor. “Ama…’’ diyor aynaya bakıyor. Aynadakinin tebessüme takati yok. ‘’Hayaldi demek...’’ diyor. Bir araba daha geçiyor ve tabure biraz daha sert ve hızlı titriyor.
57
Ekim - Kasım / 2020
KİTAP Notu
Into the Wild Hatice Yaman
Ses Dergisi
C
Kültür-Sanat-Edebiyat
hristopher McCandless, dünyada kendi gibi yaşayan ”ortalama“ insanların, hayır diyemeyeceği bir yaşama sahipti. Amerika’nın California eyaletinde dıştan güzel görünen bir evde yaşıyordu. Her şey dışardan güzel görünüyordu ya da güzel gorünmesi için birilerinin hep dışardan bakıp, yorumlaması, onay vermesi gerekiyordu. Bu, modern dünyanın kurallarından birisiydi. Başkalarının gözüne hitap etmekle başlayan; bir nevi, “aman ne derler “hastalığı. Cristopher, yakınındaki kimi insanların, özellikle anne ve babasının, bu hastalığa tutulduğununun farkındaydı. Onların bu hallerine şahit olmak, ruhuna ağır geliyordu. Her gün istediğini yemek, içmek, giymek bu hastalığa yakalananları mutlu ediyordu. Hep tükettiklerinden daha iyisini, daha güzelini istiyorlar; böylece sahte mutluluklar biriktiriyorlardı. İçlerinde doyuramadıkları bir canavar besliyorlardı sanki. Her şeyi maddeye dönüştürüp, dişleriyle ezen bir sistemin ‘normal’ saydığı insanlar olmuşlardi. Bu, sistem, yeri gelir, dönüp bakmadıkları şeyleri, başka isimlerle allayıp pullayıp, onlara baş tacı yaptırır, insanları elinde kukla gibi oynatırdı. Christopher 22 yaşındaydı. Emory Üniversitesi’nin Antropoloji ve Tarih Bölümlerinden iyi bir dereceyle mezun olmuştu. Çevresindeki insanların, menfaat ve para odaklı kararmış ilişkilerini , gökyüzünün saf maviliğine yakıştıramıyordu. Dünya bu kirliliği hak etmiyordu. Eşyanın, maddiyatın, sahip olmanın, ruhunu damla damla zehirlediğini hissediyordu. Menfaat hissiyle yaşayanlardan bir ağız kokusu geliyordu burnuna. Bu insanların; kelimelerine, cümlelerine de sinmiş bir koku vardı. Christopher da bir nevi, Selim Işık gibi tutunamıyordu.
58
Sayı 14
Tutunamayan olmanın yeri ve zamanı değişse de sonu aynı yere varıyor: Bırakıp gitmek ve kendi iç yolculuğuna başlamak. Selim Işık, intihar ederek bu yolu tamamlamayı seçmişti. Arkadaşı Turgut Özben ise, her şeyi bırakıp, bir tren istasyonunda, insanların arasında kaybolup giderek... Christopher da, ailesinin ona dayattığı maddiyat odaklı beklentileri bir kenarda bırakarak, tek kahramanı kendisinin olacağı hikayesini yaşamaya yola çıkıyor. Ailesi, diğer normal yaşıtları gibi onun da iyi bir kariyer yapmasını parmakla gösterilecek bir insan olmasını beklerken, o bunları elinin tersiyle itiyor. İnsanların, gerçek hayatlarıyla, başkalarına gösterdikleri cilalanmış, kırık dökük yüzlerine artık tahammül edemiyor. Bir gece, içine, hayatını devam ettirmek için aldığı birkaç eşya ve kitapla yola çıkıyor. Sevemediği bu medeniyetin, ona biçtiği tüm kimlik kartlarını, sayıya harfe dökülmüş kendine ait tüm bilgileri yok ediyor. Bu arada hesabında bulunan tüm birikimini, kapitalizmin, insanların açlığından beslendiğini bilerek, açlıkla savaşan bir yardım derneğine yatırıyor. Belki de yıllardır madden tok olmanın vicdanında yarattığı yarayı kapatmaya calışmıştır. Bu hislerle yaşadığı yerden ayrılan Christopher, medeniyetten uzak, insanların olmadığı topraklara gitmek ister. Kendine bir rota çizer. California’da başlayan yolculuğuna, kimi zaman otostoplarla, kimi zaman yayan devam eder. İki yıl boyunca ailesi onun izini sürer fakat; terk edilmiş arabasından başka bir şey bulamaz. 1992 yılının Nisan ayında asıl gitmek istediği yer olan Alaska’ya varır. Sadece vahşi yaşamın olduğu bölgeye ulaşır ve hayal ettiği yaşama kavuşur. Evden ayrılırken, sırt çantasına, doğada yenilen bitkileri anlatan bir kitap da almıştır. Bu kitaptaki resimlerin yardımıyla, vahşi doğada yiyebileceği otları bulur. Kimi zaman kirpi, sincap, kuş, geyik gibi hayvanları avlar Bir süre etrafı keşfettikten sonra, Sihirli Otobüs adını vereceği terkedilmiş bir otobüs bulur onun içinde yaşamına devam eder. Paranın geçmediği, maddiyatın olmadığı hayalindeki dünyayı artık kurmuştur.
Ekim - Kasım l / 2020
Sayı 14
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
Bu süre boyunca, her gün, yaptıklarını yazıya geçirir. Medeni dünyadan, insanlardan uzak olmak, önce iyi gelse de sonrasında, bu yalnızlığı paylaşacak bir ruhun eksikliğini hisseder. Mutlu olmak, yalnızlıkla birleşince zıddını doğurur. Vahşi hayatın umursamazlığı, aradığı huzuru, sevdikleriyle beraberken yakalayabileceğini hatırlatır. Temmuz ayı geldiğinde bu hislerle evine geri dönmeye karar verir fakat hesaba katmadığı bir şey vardır: Karların erimesiyle sular yükselmiş ve gelirken geçtiği nehri geçmek imkansız hale gelmiştir. Nehri geçemeyen Christopher, günlerdir yiyecek bulamamıştır ve aç bir halde kaldığı otobüse döner. Bu açlık, insanların karın tokluğuna çalıştığı medeni dünyada hep eksikliğini hissettiğidir. Sonrasında kendisi de bu açlığın kurbanı olur. Etrafta yiyecek ot bitki ararken, çok tüketildiğinde insanı zehirleyen, yabani patates denilen bir bitkiye rastlar. Yanında getirdiği yenilen bitkiler kitabına bakar. Açlığın da etkisiyle bolca yediği bu bitki, onun sonunu getirir. Gittikçe zayıflamaya ve hissizleşmeye başlar. Son sözlerini yaşadığı otobüsün kapısına, bir kağıda yazıp asar. Daha sonra ortaya çıkan bir bilgide Christopher’i zehirleyen bu bitkiyi, Nazi’lerin 1942 yılında Ukrayna’nın Vapniarca sehrinde kurduğu soykırım kamplarında kalan Yahudilere verilen ekmeklere kattığı ve bu ekmekleri yiyenlerin günden güne zayıflayarak öldüğü görülmüştür. Modern dünyanın açlıktan beslenen oyunları farklı zamanlarda el değiştirerek devam etmektedir. Tok kalabalıkları terkedip gelen Christopher burda yaşadığı gönüllü açlıkla yaşama veda eder. 6 Eylül 1992 tarihinde yabani geyik avcıları tarafından bulunur. Ardında bıraktığı notları, günlüğü 1996 yılında ‘ Into The Wild ‘adıyla kitap haline getirilmiş ve Türkçe’ye de ‘Özgürlük Yolu’ adıyla çevrilmiştir. 2007 yılında da aynı isimle filme uyarlanması ününü daha da artırmış. Christopher’ın Alaska’da yaşadığı vahşi bölgeye giden, yaşadığı otobüsü müze gibi ziyaret eden insanların artmasıyla, bu yıl otobüs bulunduğu yerden helikopterle kaldırıldı. Geriye bıraktığı notlarla Christopher, kendi taktığı ismiyle ‘Alexander Supertramp’, insanoğlunun, Habil ve Kabil’den beri yaşadığı doyumusuzluğunun, bitmeyen dünya hırsının resmini çiziyor ve bize dünyadaki tek mutluluğun paylaşmak olduğunu söylüyor.
59
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
60
Sayı 14 Ekim - Kasım / 2020