Ses Dergisi

Page 1

SES dergisi KÜLTÜR - SANAT -EDEBİYAT

KASIM 2019 - Sayı 4

Dosya: Ahmet Altan Ahmet Altan v e

Reggianı'nın Kurtları

Ahmet Altan ve Din

Victor Jara’nın Gitarı ve Kağıttan Flüt

"BEN YAZARIM

Beni hapse koyabilirsiniz ama beni hapiste tutamazsınız."

FAZLASI Hikayeler, Şiirler, Denemeler, Kitap Analizi


SesDergisi Dergisi Ses

Editör’den

2 4

Kasım-2019/Sayı4 4 Kasım-2019/Sayı

14

Bizi Sorarsanız Yasemin Tatlıseven

15

Atakürt Ahmet Altan

16

Kağıttan Flüt Ahmet Altan

18

Özgürlük Handan Tunç

19

Karanlığın Ağa Babaları Seyfullah Sacit

20

İçimdeki Dünya Sevgi Fırat

Cesur Kalem: Ahmet Altan Kanada Notları

6 Victor Jara’nın Gitarı ve Kağıttan Flüt Şerif Aydın

8 Ahmet Altan ve Din Yusuf Kaya

10 Denizaltından Notlar Seyfullah Sacit

12 Ahmet Altan ve Reggiana’ın Kurtları Şerif Aydın Kilit Esra Dolunay

2 2

13

21

En Sevgili Deniz Barış

22

Buğu Efsanesi Esra Dolunay

24

Nisyandan İsyana Büşra Afra

25

Dedim, Dedi Harun Atik

26

Bugün Ölmeliydim Sine Elif

27 28

Hepimiz Aynı Güneşin Altında ısınmıyor muyuz Seyyah

Ölmek Kolaydır Sevmekten (Kitap Analiz) Mavi


Ses Dergisi Dergisi Ses

Kasım-2019/Sayı 4 Kasım-2019/Sayı

SES DERGİSİ Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi

S

evgili dostlar ses dergisi dördüncü sayısıyla biraz gecikmeli de olsa sizlerle beraberiz. Bu sayımızın daha önceki üç sayıdan farkı ilk defa bir dosya çalışması yapıyor olmamızdır. Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlali ve rafa kaldırılan hukuk ve demokrasi yüzünden yüzlerce aydın binlerce mağdur şu anda hapishanelerde. Eli kalem tutan her insanın bu hukuksuzlua tepki vermesi gerektiğine inandığımızdan ötürü sesi en fazla çıkan kalemlerden biri olan ama susturmak için hapishaneye atılan Ahmet Altan’ı ilk dosya çalışmamız olarak sizlerle paylaşmak istedik. Ahmet Altan’ın biyografisi, ona ithaf edilecek deneme yazıları ve onu iki defa hapse gönderen daha önce yayınlanmış olan iki yazısını paylaşıyoruz. Dosyanın yanı sıra yazarlarımın gönül kaleminden akan deneme hikaye ve şiirlerde yer almaktadır. Ne heyecana gelen kalbinizi susturun, ne susturulan kalemlere sessiz kalın. Yani diyorum ki elinizden kalemi-niz eksik olmasın yazsın ve yazdıklarınızı bizimle paylaşın. Bazen sevgi, bazen hasret, bazen öfke, bazen fikir olur… Bizimle paylaşın yayınlayalım. Sadece yazı gönderme değil, yayınlanan yazılar ve dergimizle alakalı fikir ve tekliflerinizi de bizimle paylaşmayı çekinmeyin lütfen. Son konu olarak yazı gönderecek arkadaşlardan bir ricam şudur ki: Mümkün olduğu kadar herkesin okuyacağı bir dergi oluşturmaya çalışıyoruz. Sınırlarını çok daraltmamak için yazdıklarınızı edebi bir dille yazmanızı evrensel konular işlemenizi tavsiye ediyoruz. Sadece bir belli bir mahalleye özgü kelimeler sizi başkaları tarafından okunmaz kılabilir. Değerli fikrinizi seçeceğiniz kelimeler muhatap kitlesini belirler, onun için yazarken kelime seçimine dikkat ederseniz daha geniş bir kitle okuma imkanı bulur. Beşinci sayımız Aralık’ın 15’I gibi çıkarmayı düşünüyoruz şimdiden yazılarınızı bekliyor, iyi okumalar diliyorum.

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Yayın Editörü Hilal Görgülü

Yayın Heyeti Sacit Orçan Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Mavi

Yayın Türü

Ulusal Sürekli Aylık

Baskı Türü Dijital

Dijital adres:

www.issuu.com/enesengin

web sitesi:

sesdergisi.ca facebook: @sesdergisicanada

Sosyal Medya Koordinatörü Mavi D.

Adres:

Ottawa, Kanada serifcanada@gmail.com Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3


Ses Dergisi

Cesur Kalem: AHMET ALTAN

Kasım-2019/Sayı 4

çalışmaya başladı öbür yandan da Neşe Düzel ile birlikte kırmızı koltuk isimli program yapmaya başladı. Ama buradaki yazarlığı çok uzun sürmedi ve yazdığı Atakürt isimli yazıdan dolayı Milliyet’ten atıldı. Doksanlı yıllar Türkiyesi yine ifade özgürlüğü sınavı veriyordu ve sınıfta kalmıştı. Altan’ın mahkemenin önüne çıkaran köşe yazısını biografinin sonunda okuyabilirsiniz.

Ahmet Altan kitap yazan biri aynı zamanda kitabı yazılacak biri. Gazeteci olduğu kadar haberi yapılacak öykü. Altan’ın hayatı eserleri ve gazeteciliği ciddi bir çalışma konusu.

A

Kanada Notları

hmet Altan… Hem yazar, hem gazeteci. Gazeteciliğe mi yazarlığı mı daha önde diye sorarsanız “ikisi de at başıdır” derim. 2019’da çıkan en son kitabı dünyayı bir daha göremeyeceğim Amazon’da dünyada en fazla satılan ilk 20’ye girdi. Ölmek kolaydır sevmekten, ve kırar göğsüne bastırırken, sudaki iz, tehlikeli masallar öne çıkan kitaplarından bazılarıdır. Cumhuriyet tarihinde sudakiz isimli romanı toplattırıp yakılmış ve bu sebepten ötürü yargılanmış cumhuriyet devrinin ilk yazarıdır. 1950 yılının Mart ayında dünyaya gözlerini açtı. Çetin Altan ve Kerime Altan’ın oğlu olan Ahmet Altan çocukluk yıllarında babasının gözü kara gazeteciliğinden ötürü mahkeme koridorlarıyla tanıştı. Bir süre robert koleji arkasından Ankara koleji nde eğitim gördü. Üniversite yıllarını kısmen Orta Doğu teknik Üniversitesi’nde geçirdi ama tamamlama imkanı olmadı. Üniversitesini İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesinden mezun oldu. Ahmet Altan. Dergisinde başladığı köşe yazarlığını Hürriyet ve Güneş gazeteleri için yazdığı günlük yazılarla sürdürdü. Paltolu Donkişot yirmili yaşlarda yazdığı ilk piyesidir. Dört mevsim Sonbahar isimli romanını 1982 yılında yayınladı. Ta o dönemden güçlü bir kalem olarak kalemler dünyasına giren Altan Tuzlada askerlik vazifesini yaparken bu romanı Akademi Kitabevi Roman Büyük Ödülünü kazandı. Müstehcen olduğu gerekçesiyle toplatılan Sudaki İz isimli romanı yayımlandığı tarihten itibaren 45.000 satış yaptı. Ahmet altan roman yazmaya verdiği kısa bir aradan sonra Yalnızlığın Özel Tarihi isimli romanını 1991’de yayınladı. Bir taraftan televizyonculuk bir taraftan da gazetecilik yapma ya başlayan Altan 1995 yılında Milliyet gazetesi nde

4

Ahmet Altan’ın geçmişine baktığınız zaman bu günü tahmin etmek çok zor değil zira o dönemde yaptığı televizyon programında kullandığı üsluptan rahatsız olan siyasiler tarafından programı yayından kaldırıldı. Sadece programın iptali ile yetinmeyen devrin muktedirleri tarafından 1.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Renkli ve hareketli bir gazetecilik hayatı olan Ahmet Altan Milliyet gazetesi’nden sonra Yeni Yüzyıl gazetesinde yazmaya


Ses Dergisi başladı ama üslubu değişmedi. Değişmeyen farklı sert üslubu yer yer ona sıkıntılar yaşatsada onu kendi devrindeki yazarlardan farklı kılan ve aranan yazarlar kategorisine soktu. Altan Milliyet’te çalıştığı yıllarda denemelerden oluşan gece yarısı Şarkıları kitabını yayınladı. En çok tutulan kitaplarından bir tanesi olan bu deneme kitabı 15 baskı yaparak best seller arasında yerini aldı. Kadınlar tarafın-

Kasım-2019/Sayı 4

Ahmet Altan tehlikeli masallar isimli eserini 1996 yılında yayınladı. Bilmem ki bu romanda yayınlandığı dönem içersinde en fazla okunan kitaplardan birisiydi demeye gerek var mı, bence yok çünkü Ahmet Altan klasiği bozulmadı. Bir aşk romanı olan bu eser o yıl içinde en çok okunan romanlar arasında yerini aldı. Bu romandan sonra Karanlıkta Sabah Kuşları isimli kitapla ikinci deneme kitabını yayınlamış oldu. Toplumun yaralarını dertlerini öfkelerini tutkularını dile getiren bu kitaptan iki yıl sonra yani 1998’de kılıç yarası gibi isimli romanını yazdı. Altan’ın bir neoklasik olarak nitelendirdiği bu romanından yıllar sonra yani 2019’da hapishanede yazdığı Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim kitabında bahsederken romanından bir alıntı yaparak kendini şöyle tarif eder: “Romanını yaşayan adam”. Yıl 2001 ve Ahmet Altan yeni bir romanıyla okuyucularıyla buluştu: İsyan Günlerinde Aşk. Ahmet Altan’ın her bir romanının bir tarihi arka planı olduğu gibi 50.000 baskı yapan bu roman da 31 Mart vakasını konu edinir. Deneme türü kitaplarda aranan güçlü kelimeleri bulabileceğiniz ve Kırar Göğsüne Bastırırken deneme kitabıyla birlikte Kristal Denizaltı ve sonrasında Uzun Gece isimli romanıyla sonraki dönemde de okuyucularıyla buluşmuş oldu.

Türkiye’nin en zor devirlerinden bir devir olan 2007 yılı ve sonrası taraf gazetesinin kurucularından birisi olarak sesini daha rahat ve daha özgür ifade edebileceği gazetecilik hayatına geri döndü. Türkiye’nin askeri vesayet ve darbe konularının çok sert bir şekilde konuşulduğu ve yargılamaların tutuklamaların olduğu bir dönemde her çıkardığı gazetenin manşeti ülkenin gündemine bomba gibi düştü. Aralık 2012’de Taraf gazetesindeki görevinden istifa etti. Günnur Altan ile 1968 yılında evlenen Ahmet Altan’ın Sanem ve Kerem isminde iki çocuğu var. Türkiye’de gerçekleştirilen ve hala üzerinden ses perdesi kaldırılamamış olan 2015 darbe kalkışması bahane edilerek hapsedilen yüzlerce gazeteci ve yazarlardan birisi olarak hakkında başlatılan davada tutuklandı. Hakkında sürdürülen davada İki defa serbest bırakılan Ahmet Altan üçüncü defa tutukdan en çok okunan yazar diye hakkında yer yer tenkitler landı. Şu anda hala Silivri hapishanesinde mahkum… yapılsa da eserin başarısından ötürü içten içe saygı duyulan bir yazar oldu. Bu tenkit o başarıyı yakalayamayan erkek yazarların kıskançlığı olarak mı algılamak lazım, bilemiyorum, tartışmalı bir konu, ama onun üslubuna kalemine kayda değer bir eleştiri getiremeyen münekkitler bu eleştirilerinde haksız oldukları izlenimi veriyorlar. Çok geçmeden yeni bir romanıyla okuyucularıyla buluşan

5


Ses Dergisi

“Gitar sustu ama Victor Jara’ya eşlik eden ses kesilmedi. Cinayet büyüdü ve Jara oracıkta idam edildi. Kesildi gitarın sesi… Flüt çalmaya başladı bu kez.”

Şerif Aydın VİCTOR JARA’NIN GİTARI ve KAĞITTAN FLÜT Suça bulaşan her muktedirin korktuğu bir ses vardır herhalde. Bazen bir gitar bazen bir fülüt sesi… Bazen daracık bir odadan yükselir o ses, bazen de gökyüzüne açılan bir arenadan… Victor Jaran’ın gitarını duymuşsunuzdur. Muhalif sese tahammül edemeyenlerin telini kopardığı gitar. 1973’ün sonbaharında darbeyle devletin başına gelen Pinochet’in Şili’deki en büyük cinayeti... Hapishaneler yetersiz kalınca Stadyum açık hava hapishanesine çevrilmişti. Bu arada yeri değil ama dipnotu yazının ortasına koymuş olayım. Deşifre edilen Balyoz darbe planında muhaliflerin toplanma merkezlerinden biri olarak stadyumun belirlenmesi ne tuhaf degil mi? Ne de olsa daha önce hedefe ulaşanı vardı: 1973, Eylül 11, Şili… Victor Jara stadyumun kapısından içeri girdi, silahlar gölgesinde. Tutuklu, mahkum. Daha önce defalarca konser verdiği stadyumda son şarkısını söyleyecekti. Tek şarkılık ama yarım kalan bir konser… Yarım kalan şarkı. Evet yarım kaldı Jara’nın şarkısı. Gitar sesi ağır geldi darbeci komutanlara. Susması emredildi ama susmadı O. Susturmak için sözlü ikazdan daha zekice bir yöntem(!) buldular. Parmaklarını kırdılar Jara’nın ama O, inilti karışık gitarını çalmaya, “Venceremos” şarkısını söyleme devam etti. Halk eşlik etti Jara’ya, onlar da şarkı söyledi yani. Direnç oldu arkadaşlarına, umut oldu, ses oldu…

6

Kasım-2019/Sayı 4

Komutanlar direnci kırmak istedi. Bu kez elini kestiler Jara’nın ve halkın önüne attılar ve tarihin kara cinayetlerinden birine imza attılar böylece. Müzik evren var olduğu günden beri vardı, korksalar da sevmeseler de kıyamete kadar devam edecek bu. Muktedirler suç işledikçe bir enstrüman sesi duyulacak. Kim bilir bazen bir gök gürültüsü bazen hüdhüd kuşunun sesi. Bazen Şili stadyumunda Gitarın sesi bazen de duvar dibinde Ahmet Altanın seslendirdiği Flütün sesi. Gitar sustu ama Victor Jara’ya eşlik eden ses kesilmedi. Cinayet büyüdü ve Jara oracıkta idam edildi. Kesildi gitarın sesi… Flüt çalmaya başladı bu kez. Yıl 2015, Türkiye bir cinayet serisiyle odaklandı TV ekranlarına. Haberler darbe dedi. 250 insan kurşuna dizildi darbe süsü verilsin diye. Darbeydi belki de evet evet darbe… ikinci Pinochet’in darbesiydi… Muhalifler hapishanelere toplandı. Stadyum demode olmuştu belki. Stadyuma sığamayacak kadar insanı bir hapishaneye doldurdular. Odalar tıkabasa, bazıları hariç. Bazılarının izole hayat yaşaması lazım diye bir odaya üç kişiyi koymuşlar bu sefer. Biri yazar, öbürü flüt çalar, öbürü kitap okur. Ülke için üç tehlike. Mahkeme kayıtlarına terörist diye girdiler. Üç silah: Kalem, Kağıttan Flüt ve Kitap. Bu üç nesne tarihteki en büyük korkunun en güçlü resmi. Doğrusu üçünü de görmedim henüz, ama bir görgü tanığının yazısına denk geldim geçende. Kağıttan flütün hikayesini yazmış. Kağıttan Flüt Kağıttan flütü hiçbirimiz duymadık. O duymuştu. Bir devrin simge kalemi… Ahmet Altan Geçen hafta tahliyesiyle Stadyuma girer gibi girdi dünya gündemine ve duyduğu flütün sesini yazdı. Flüt kağıttanmış. Hep hüzünlü çalmaz bazen neşeli de çalarmış ama sonra ses yine hüzünlenirmiş… Öyle yazmış.


Ses Dergisi Flütü susturmak istediler bu kez Gitarı susturdukları gibi. İnanın anlayamadım. insanlar neden flüt sesinden rahatsız olur ki? İyi de duymadık ki sesini. Duyanı susturmak istediler belki, belki öyle bir yol buldular susturmak için onları korkutan sesi. Ahmet Altan ses olmuştu ya flüte, bu kez de Victor Jara’nın parmakları yerine Ahmet Altan kalemi seçildi. Kırdılar. Bir hafta geçmeden tekrar içeri alındı. Geçen ay Şilide bir konser vardı. Darbe ve cinayetlerinin üzerinden 46 yıl geçmişti. Konser vardı, konserde onbinler vardı.

Hep bir ağızdan Victor Jara’nın şarkısın söylediler binlerce gitarla. Ne Şili unutuldu ne Vietnam… Özgürlük için düşenler unutulmuyor. Şili’de binlerce insan “Barış içinde yaşama hakkı”nı söylüyordu geçen ayki konserde. Victor Jara’nın yarım kalan “Venceremos” şarkısını binlerce insan söyledi. Not edin dediğimi, Ahmet Altan’ın kalemini alıp ve yazacak binlerce kalem. On binlerce şu anda yazdığı Kağıttan Flütü okuduğu gibi. Yarın dünden bir farkı olacak. Kalem kıranlar kırdık zannetsin, Altan’ı dört duvar arasından görüyoruz biz. Engelleyemezler. Biz yeniden okuyacağız ve yeniden yazacağız yarım kalan tüm şarkıları, flütü ve gitarın sesi… Ahmet Altanla yazacağız yeniden… Özgürlüğü giden demokrasiye açılan tüm kapıları pencereleri menfezleri kapata dursun şimdilik birileri.

Kasım-2019/Sayı 4

Biz yine dinliyor olacağız. Duyuyoruz… geliyor. Hem gitar hem Altan’nın yazısındaki kağıttan flütün sesi…

7


Ses Dergisi

AHMET ALTAN VE DİN Yusuf Kaya “Dinciler tevazuyu, tevekkülü çoktan unuttular. ‘Ey müminler,’ dememiz gerekiyor, ‘siz söyleyin, tevazu olmadan din olur mu?’

A

ltan Allah’ın varlığı hakkında şüphesi olan bir ateist mi Allah’a inana insanların dini yaşamadaki boşluklarına öfkeli olduğu için Allah’a inanmadığını inatla söyleyen bir dil mi? Ya da Altan, gerçek dini detayları içinde kabul eden ama yıllardan beri inançsız olduğunu dile getiren birisi olarak baş eğmeyen, korkmayan kişiliği ona Altan korktu” dedirteceğinden, onu zayıf göstereceğini düşündüğünden, aslında var olduğunu bildiği, güzel olduğunu kabul ettiği, saygı duyduğu bir inanışa mesafeli mi duruyor? Uzaktan seven biri gibi uzaktan inanan biri mi yoksa Altan? Bu ve benzer soruların cevabı ne olursa Altan şimdiye kadar onun yetiştiği mahallede ve onun idda ettiği inanç biçiminde hiçbir kimsenin dine saygı gösterdiği kadar saygı gösteren olmadı. Dahası İslamiyete zarar veren bağnaz ve şekilci dincilere onun kadar etkili bir dille tepki gösteren az inanan oldu. Altan’ın entellektüel kişiliğini dine saygısında da bulabilirsiniz. Bu konuyu giriş cümlesi bulmaya çalıştım, defalarca yazıp sildim. Ahmet gerçekten Allah’a inanmıyor mu? gibi bir tonla başlamak istedim, birinin inanışını sorgulama olacağından dolayı sildim. Altan dine saygı duyan ama dindarların dini yaşamalarındaki boşluklara kızgın biri.” diye giriş cümlesi yazdım ama içimde gelgitler oldu fikirler uçuştu, beğenmedim sildim. Yazdım sildim, yazdım sildim… Defalarca. Bu yazının da anafikir cümlesi olmasın diye karar verip gerisini yazmaya karar verdim. İnaçla olan mesafesini belirtirken yazı ve konuşmalarında şu sözü duymuşsunuz: “Allaha inanan biri değilim.” Ahmet Altan önce müslümanların inançlarını yaşarken ki sergiledikleri çarpıklığa bakışını ele alacağız sonra da gerçek dindarla ile ilgili fikirlerine bakacağız. “Ve kırar göğsüne Bastırırken” kitabına birlikte bakalım. “Bugünse dinin temsilcileri olarak ortaya çıktıklarını ilan eden insanları gördükçe, gerçek dindarlar adına utanç duyuyorum. Beni utandıran; nefsine sahip çıkamayan şeyhlerin kalabalıkta günah dediğine ıssızlıkta arsızlıkla saldıran sahtekarlığı, Allah sevgisini oya tahvil etmeye çalışan politikacıların ikiyüzlülüğü, kendine yardım edecek bir el arayanlara,

8

Kasım-2019/Sayı 4

o eli avuç avuç altın karşılığı uzatan dolandırıcıların açgözlülüğü değil. Asıl büyük günah bu değil bence. Büyük günah, bir zamanlar bazı solcuların Marks’ı, şimdilerde bütün ‘’vatanseverlerin’’ vatanı, kendilerini biraz daha büyük ve diğer insanlardan daha farklı göstermek için, ayaklarının altına alıp, kendilerine basamak yapmaları gibi şimdi dincilerinde kendi dinlerini ayaklar altına alması; kendi inançlarını, kendilerini diğer insanlardan daha önemli gösterebilmek için kullanmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri, inancı bir gösterişe çevirmeleri.” Her dikkatli okuyucu bu satırlarda Altanın din öncelikli karakter değil, karakter öncelikli dini savunduğunu görür. Fikir ve inançlar meta olarak kullanılmamalı, der. Marksizmi kullanan iyi bir Marksist olamayacağı gibi İslamı kullanan da iyi bir müslüman değildir ve bunlar utanılacak insanlardır Altan için. Aynı sayfada, “Dindarlık, bir büyük kudret karşısında kendi güçsüzlüğünü kabul etmeyi, o büyük kudret dışındaki her insanın eşit olduğunu içine sindirmeyi, bir büyük kudret karşısında güçsüzlüğünü tevekküle sırtlayıp tevazunun sınırlarını aşmamayı gerektirirken, bunlar Allah’ın adından kendilerine pay çıkartıyorlar.” Altan’ın tarif ettiği gerçek dindarlığı, az buçuk dini bilenler teyid eder ve onun red ettiğini reddeder. Allah karşısındaki duruş tevazu gerektiyor diyor Altan, haksız mı sizce? Yazdığı kitaplar, dünyada en çok satanlar listesinde olan bir yazarın hayatı sözlerini tesirli hale getiriyor. Hz Nebi’nin “İnsanlardan bir insan olun” sözünün Altancası bu. Müslümanların insanî ilişkilerde dinin emrettiği çercevede yaşamadıklarını dile getirirken “İnançları onları mütevazi değil tam aksine gururlu yapıyor. İnançlarını bir süs gibi boyunlarına takıp, bununla övünüyorlar, Allah’la kendi aralarındaki ilişkiyi, insanlarla aralarındaki ilşkilerinde kullanıyorlar. İnanç, onların ‘’nefsini’’ terbiye etmiyor, aksine onların ‘’nefsi’’bu inançla oburlaşıyor. Kendi inançlarının gerektirdiği gibi’’ödülü’’ Allah’tan değil diğer insanlardan bekliyorlar. ‘’Öteki dünya’’ çoktan çıkmış akıllarından, akılları tümüyle ‘’bu dünyada’’ ama bir ‘’mümin’’ olduklarını iddia ederek diğer insanları küçümseyip bundan da dünyevi bir tatmin sağlıyorlar.” diyor Altan. Konuşan dini reddeden bir ateist değil, kürsüde vaaz eden bir entellektüel ama kızgın. Altını çizin kelimelerin ve cümle yapın yeniden okuyun. “Öteki dünya akıllarından çoktan çıkmış” “ödülü” Allahtan değil, diğer insanlardan bekliyorlar.” Şuara


Ses Dergisi suresinde Peygamberlerin ümmetlerine hitapları bildirilirken “Ben sizden ücret adına bir talepte bulunmuyorum, ücretim sadece Allah’adır.” ifadeleri aktarılır. Altan ücreti ödül şekliyle tırnak içinde veriyor ve bundan rahatsızlığını dile getiriyor. Müslümanlar ücreti Allahtan değil insanlardan bekliyorlar derken kızgınlığını duymuyor musunuz satırlarında? Altan “Ey müminler kula el açmayın, inandığınız Allah size yeter” diye kızgınlığını ifade ettiği sözlere her vicdanlı müslüman saygıyla ve sükutla tefekküre dalar. Altan sonra yazısını şu sözlerle bitiriyor. “Dinciler tevazuyu,tevekkülü çoktan unuttular. ‘’Ey müminler,’’dememiz gerekiyor,’’siz söyleyin, tevazu olmadan din olur mu? İnancınızla bu kadar böbürlenmeye utanmıyor musunuz?” BUGÜN TV’de Erkam Tufan’ın konuğu olan Altan “Din ahlakla başlar, tevazuyla başlar…” dediği konuşmanın ilerleyen kısmında haklı bir eleştiriyi bir soruyla soruyor. “Böyle müslümanlık olur mu? Neden siz hiç aranızda tartışmıyorsunuz? Neden bu müslümanlar bukadar korkak. Hiçbir sorunlarını tartışmıyorlar, sanki hiçbir sorunları yokmuş gibi davranıyorsunuz. Sorunlarınız var sizin, ahlakınızla ilgili sorunlarınız var, müslümanlığın özüyle ilgili sorunlarınız var. Tanrıyla ilişkilerinizle ilgili sorunlarınız var. Zaaflarınızla ilgili sorunlarınız var, zaaflarınızı inkar etmenizle ilgi sorunlarınız var. Zaaf yokmuş gibi davranıyorsunuz.” Sorular ve eleştiriler yağmurunu okurken itiraz edecek bir nokta çok bulamadığım bu sözlerden sonra şimdi ben sorayım ben gibi düşünenler yerine “Ey müslümanlar Ahmet Altan yazıp söylediklerinde haksız mı?” Peki Ahmet Altan samimi bulduğu dindar portresine bakışı nasıl? Son kitabı “Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim”de bir yazısında ilginç bir olay nakleder. Ordaki diyaloğu özetleyeyim. Koğuşta dindar bir öğretmenle kaldığını ve kendisinin TV izlerken kadın programları ile müzik programlarını tercih ettiğini ama öğretmenin dini kitaplar okuyup namaz kıldığın söyleyip bir gün öğretmenin kendisine ölümü hatırlattığını ve bu tür boş şeylerden vazgemesini hatırlattığında ona “Yani öleceğim için ibadet etmem gerektiğini mi söylüyorsun?” diye sorduğunu öğretmenin de “Evet” dediğini aktardıktan sonra ben de “Gülümsedim” ‘Ben Ebu Talib’in müridi/talebesiyim’ dedim” der. Sonra Ebu Talibin müslüman olmadığı hakkında bilgi verirken İngilizce versiyonu olan kitapta “Ebu Talib, Muhammed Peygamber’in amcasıydı müslüman olmadı ama müslümanlara çok yararı dokundu” dediğini söyler. İhtiyaç içinde olan devrin müslümanlarına yardım etme gibi bir

Kasım-2019/Sayı 4

misyon üstlenmiş Altan. Önemli bir ayrıntı da şu: Talebesi olduğunu ifade ettiği Ebu Talib’in neden iman etmediğini ifade ederken. “Ebu Talibin kendisi hakkında korktu da müslüman oldu dedirtmek istemediği için müslüman olmak istemediğini söylediğini” ifade eder. Öğretmene sorduğu soruyu hatırlayın “Öleceğim için mi ibadete başlayayım?” Bir diğer vaka ise yine aynı son kitabında “Meryem” isimli yazısından. Koğuşundaki dindar birinden bahseder ziyaretine ailesi geldiğinde yanlarında üniversite çağında bir de kızı geldiğini söyler. Yüzünün Hz Meryem’e benzettiği için ona “Meryem” ismini verdiğini ve arada bir koğuş arkadaşına ailesini sorarken “Meryem nasıl?” diye sorduğunu söyler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra arkadaşının yine bir görüşme gününde ailesiyle görüşüp döndüğünde yüzünün asık olduğunu ve sebebini sorduğunda arkadaşının “Meryem tutuklanmış” dediğini aktarır. Bundan sonrası yine önünde saygıyla eğilinecek bir duruş sergilediğini görürsünüz. Onu özgün görünce hüznünü dağıtmak için ona “Merak etme Meryem’i salacaklar ve sana söz veriyorum salındığı gün seninle birlikte Allaha ibadet edip Allaha teşekkür edeceğim” dediğini, bunun üzerine arkadaşının sevindiğini ifade eder. Olayın üzerinden dört ay geçtikten sonra da Meryemin serbest bırakıldığını duyunca da koğuştaki kendisi, Meryemin babası ve diğer bir koğuş arkadaşıyla söz verdiği gibi dua edip Allah’a teşekkür ediğini yazar. Bir kalbin hüznünü dağıtmak için yıllardan beri inanmadığını söylediği Allah’ın huzurunda teşekkür eden bir yürek. BUGÜN TV’deki Erkam Tufan’la olan söyleşisinde son romanı “Ölmek Kolaydır Sevmekten” romanındaki Şeyh Efendi’den bahseder ve onu sevdiğini söyler. Ve devamında “Benim bütün hayatımın bir bölümü öyle bir müslümanı wwww aramakla geçiyor, Şeyh Efendi gibi bir müslüman bulsam gidip onunla ahbablık etmek isterim. Ondan öğreneceğim çok şey olduğuna inanırım. Öyle adamlardan bu toplumun da öğreneceği çok şey olduğuna inanıyorum… Ben rastlamasam bile böyle bir müslüman olduğuna inanıyorm ve eğer bu adam tek bir adamsa “müslümanlığı tek başına temsil ediyor” derim ona ve eğer o adamı bir gün bulursam, gerçekten ona diyeceğim ki ‘Ya biraz konuşalım, biraz da sen bizim müslümanları anlat.’ diyor. Yazımı Ve Kırar Göğsüne Bastırırken isimli deneme kitabında geçen “En Büyük Günah” yazısının başına aldığı şu sözünü aktarıp bitireyim. “Dindar değilsem de dini bilmiyor da değilim…” Sayın Altan, keşke dindarlar dinini senin bildiğin gibi bilse ve bildiklerinde cesur ve dirayetli olsa.

9


Ses Dergisi

Seyfullah Sacit

DENİZALTINDAN NOTLAR “Kristal denizaltı” ... esere ilk başladığımda, o zamanlar zihnimi meşgul eden “hiçlik ve her şey” üzerine bir tartışma ile kitaba giriş yaptığı için bir hayli etkilendiğimi itiraf etmeliyim.”

H

iç bilmediğimiz olay veya olgular üzerine ya da neredeyse hiç tanımadığımız, gıyaben bildiğimiz bir insan üzerine yazmak gerçekten zordur. Hele de bu yazar-çizer veya herkesin değimiyle aydın takımında bir insansa. O insanı hakikaten anlamadan yazmak gerçekten zordur. Lakin birebir tanımamış olsak dahi olaylar ve olgular karşısında sergilediği tavır ve duruşu ile bir insanı yazmakta olağan bir şeydir diye düşünüyorum. Kitaplarına bile ulaşmanın benim durumumda olan bir insan için zor olması da dâhil olarak, o insan üzerine şu an bu yazıyı kaleme alırken çok zorlanacağımın bilincinde olarak yazmaya başladım. Niyetim, sadece bir kitabını okuyabildiğim ve zindan ülkesinde zalim güruha karşı zülkarneyn seti gibi dimdik duran insanın üzerine çok bilgim olmadan, yalnızca gözlemlerimle –ki yanıltıcı da olsa- uzaktan, kendimce ve ben de oluşturduğu fikir ve anlam planında anlatmak… Evet, bu anlatım kendi öznel hayatım içinde bir Ahmet ALTAN tasviridir. Edindiğim bilgilerden çok bir eserini okuyarak tanıştım 2013 yılında Ahmet ALTAN Bey ile ilkin. “Kristal denizaltı”… Esere ilk başladığımda, o zamanlar zihnimi meşgul eden “hiçlik ve her şey” üzerine bir tartışma ile kitaba giriş yaptığı için bir hayli etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Kitap boyunca bu iki kavram üzerine yazılmış farklı denemelerden oluşan

10

Kasım-2019/Sayı 4

yazılar vardı. Hepsi bu iki kavramın farklı perspektiflerden bakılarak yorumlanmasından ibaretti aslında temel olarak. Lakin yazısındaki ustalık burada ortaya çıkıyordu. Okuduğunuz da bütün o makaleler farklı bir yazı çehresi gösteriyordu. Dikkat kesilmiştim. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere, zihnimi en çok meşgul eden iki kavram üzerinde bir kitaptı bu. Kitabın diğer dikkat çeken kısmı ise kadınlar ve düşmüşlük üzerine yapılan analizlerdi. Kitapla beraber toplumda görmek istemediğimiz ama var olan bir dünyaya adım atıyordum ve temel iki kavram olan hiçlik ve her şey kavramlarını, toplumdan soyutlanmaya çalışılan ve kötü olarak nitelendirilen düşmüşler cemiyeti üzerinden bir anlatımla karşılaşıyordum. Teşbihte hata olmasın, Şems hazretlerinin Konya’ya ilk geldiğinde ilkin düşmüşler cemiyetini ziyaret etmesini bana anımsattı. Ahmet Altan’da bir Şems gördüm diyebilirim. Lakin bu şemsi insanlara anlatmak çok zordu. Çünkü aynı Şems dönemi Konya’sındaki yobaz dindarlar gibi günümüz yobazları da anlamamak için direneceklerdi. Her neyse… Kitabın devamında “CARUSO” adlı ünlü İtalyan ses sanatçısının hikâyesine gelince afalladım. Temel iki kavramın o an yetenekle açıklanması vardı. İnanılmaz olan şey yetenekleri olan insanlara çok şanslı olarak bakmamızın önüne set çekmesiydi. Çünkü o yetenek Caruso gibi bir dehayı aşkından etmesiydi. Bize başka bir bakış açısı sunuyordu Altan… Yetenekte insandan çok şey götürebilirdi. Genel olarak Altan, realite planında iyiyi ve güzeli aramış bir aydın. Bir paradoks gibi görünse de düşmüşler veya hayatın sillesini yemişler arasında bu kavramları aramaya başlamış olması onun gerçeklik babında ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Yaşanılan zulüm sürecinde korkusuzca ve dimdik durmasını, ben, birazda bu realiteyi bilip bu gerçeklik içinde iyinin ve


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

güzelin olduğunu gösterme çabasına bağlıyorum. Fikir planında, romantik bir yapıdan daha çok gerçeklik alanına ulaşabilmiş aydınların bir şeyler değiştirebileceğine olan inancım Altan ile daha da kuvvetlendi diyebilirim. Hareket ve aksiyon alanına en çok bu tarzı aydınlar etki eder ve bu da çoğu zalimin hiç hoşun giden bir hareket ve düşünce tarzı değildir. Çünkü bu tarz aydınlar hakikatlerden bahseder ve onu savunurlar. Bu savundukları hakikatlerden taviz vermedikleri için de bedel öderler. Tarih boyunca birçok örneğini gördüğümüz bu tarz münevverler gibi Ahmet Altan da şu an hapishane de bir şaki gibi yargılanmakta ve zalime zalim dediği için zulüm görmektedir. Okuduğum bir kitabı ve gözlemlerim sonucu benim zihnimdeki Ahmet Altan, zamanın aydın şahsiyetlerden ve örnek teşkil eden münevverlerden. Önyargısızca okunması ve anlam dünyasında tanınması gereken bir babayiğit…

“Bugünse dinin temsilcileri olarak ortaya çıktıklarını ilan eden insanları gördükçe, ger-çek dindarlar adına utanç duyuyorum. Beni utandıran; nefsine sahip çıkamayan şeyhlerin kalabalıkta günah dediğine ıssızlık-ta arsızlıkla saldıran sahtekârlığı, Allah sevgisini oya tahvil etmeye çalışan politikacıların ikiyüzlülüğü, kendine yardım edecek bir el arayanlara, o eli avuç avuç altın karşılığı uza-tan dolandırıcıların açgözlülüğü değil. Asıl büyük günah bu değil bence. Büyük günah, bir zamanlar bazı solcuların Marx’ı, şimdilerde bütün ‘vatanseverlerin’ vatanı, kendilerini biraz daha büyük ve diğer insanlardan daha farklı göstermek için ayaklarının altına alıp, kendilerine basamak yapmaları gibi şimdi dincilerin de kendi din-lerini ayakları altına alması; kendi inançlarını, kendilerini diğer insanlardan daha önemli gösterebilmek için kullanmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri, inancı bir gösterişe çevirmeleri.” AHMET ALTAN Ve Kırar Göğsüne Bastırırken (s.37)

11


Ses Dergisi

AHMET ALTAN ve REGGIANI’NİN KURTLARI

İnatçı değil, inançlıdır Ahmet Altan. Kendine, ilkelerine, değerlerine olan inanç. İlkelerinin kavgasını veriyor ve büyüyor.

S

Şerif Aydın

erge Reggiani’nin bir şarkısı var. “The wolves entered Paris” Ahmet Altan “Kurtlar şehre indi.” diye çevirir ve ekler : “Diyorlar ki, yenilmişiz. Diyorlar ki ölümü savunanlar ölümü avuçlarında taşıyanlar, ölümü zehirli tohumlar gibi hayatımıza saçanlar kazanmış. Diyorlar ki dağılmış ordularımız. Diyorlar ki, her cephede bir hüzün, her cephede bir yenilgi varmış.” Ve cevap veriyor: “Diyorum ki yenilmedik. Toy kısraklar gibi oynak bahar sabahları hayatımıza koşarken ne yenilmesi, bu çıldırmış erguvanlar her yana dağılırken kim yenebilir bizi?” Ahmet Altan’ın satırlarında kurtlarla kavgasını görürsünüz. Kelimeleri sokaklarda cesaret feneri gibi dolaşır, kurtların korkusuyla pencerelerine perdeleri çekenlerin sokaklarında yani. Bir yazarın toplum hayatındaki rolü bu olmalı değil mi zaten? Korkan kalemler cesaretli kelimeleri kullanabilirler mi? Şehrin uğultusuna ve şehre çöken ses ve sise önce onlar perdeleri kapatır. Kurtlar şehre indi diyor Reggiani ve söylerken kulaklarını dikip, dinler gibi yapar: “Yüzlerce kurt Paris’e bakıyor ve şimdi kış yüzlerce Kurt Paris’e indi” Şehre indiyse kurtlar, şimdi bebeklerin kulaklarına kadar iner o uğultu. Tedirgin bir hava ve kaskatı duvarlar arasında bir hayalet gibi büyür bir korku. Cesaret, perdeyi yırtıp kara karışan uğultuya karışana dek. Şimdi iki ses var şehirde. Evlerin kapılarını döven her kar tanesi beyaz bir kurdun rengine bürünür sokaklarda ve geceye karanlıktan bir örtü daha çekilir, kelimeler şimşek gibi geceye inene dek. Ahmet

12

Kasım-2019/Sayı 4

Altan gecenin bu saatinde şehirde dolaşan bir adam. Ahmet Altan kendi mahallesinde el feneriyle geceyi delen kalem. Tahliyesi sonrası yaptığı ilk açıklamada “Siz hukukun dışına çıktığınız sürece sizi eleştireceğiz. Sizden korkmuyoruz. Hapishane mi? Ne olduğunu gördük. Bir daha gitmek mi? Bir daha gideriz. Bu ülke bizim. Bu ülkede çocuklar var... Hukuka dönecekler...” Herkesin olduğu yere ve sınırlarına dönmesini istedi. Kurt avına dönüşen ihlalleri eleştirmek şehri istila eden uğultuyu bastıracak kadar yürekli insanların yapacağı şeydi ve Altan onlardan, sesi en gür çıkanlardan. Şu anda yazdığı Hayat Hanım romanını çalışma odasında, sarı ışığın altında, masasına oturup viskisini içerken yazmak yerine hapishanede yazmayı seçti. Sadece hapishane değil 2003’te yazdığı Ve Kırar Gögsüne Bastırırken kitabındaki pozu vermeyi seçti, hem de kurtlar şehri inmişken. Dirençle ve direnç yayan bir sesle. İlk değildi bu çıkışı, şehir kaç defa ablukaya alındıysa o kadar toplumun zihin sokaklarında bildiri yayınladı. Şehri kurtlara teslim etmeyin dedi. Toyda şenliğe davet eder gibi dedi, halayı uzatmaya, zılgıtın sesiyle dedi. Kurtların istila ettiği şehirde dolaşan tedirgin bir sesle değil, gelincik tarlasında aşka davet eden bir hevesle yaptı bunu. Ve dedi ki: “Şimdi yaşamanın hayatı yaşayarak savunmanın tam zamanı. Gülmenin zamanı şimdi. Kederleri hüzünleri usulca koynunuza alıp saklayın. Yenildiğimizi söyleyenlere kulak vermeyi bırakın. Biz yenilmeyiz. Biz ölür, asılır, hapse atılır, mahkemede yargılanır, işsiz kalır, işkence görür, kurşunlanır ama yenilmeyiz. Hayatı savunanlarız biz.” 2003’te yazdığı satırlardı bunlar. Yenildi mi sizce Ahmet Altan? Hapisteki Ahmet Altan, mahkemedi Altan, işsiz kalan Altan… Yenilmiş midir dersiniz? Hiç sanmam. En son yayınlanan I WIIL NEVER SEE THE WORLD AGAIN kitabına kulak verin isterseniz. “Bunları bir hapishane hücresinde yazıyorum. Ama hapiste değilim. Ben bir yazarım. Ne bulunduğum yerdeyim, ne bulunmadığım yerde. Beni hapse koyabilirsiniz ama beni hapiste tutamazsınız. Bütün yazarlar gibi ben de duvarları rahatça geçecek bir sihrin sahibiyim çünkü.” Yazdığı yeni kitabındaki ses tonu şehre inen kurtların arasındaki gezen tondan farkı yok. “Yenilmedim” diyor İnatçı değil, inançlıdır Ahmet Altan. Kendine ilkelerine değerlerine olan olan inanç. İlkelerinin kavgasını veriyor ve büyüyor. “Diyorlar ki yenilmişiz. Diyorum ki yenilmedik. Gülmeyi, şakalaşmayı, sevişmeyi bilenleriz; aşıkların karşısında başını eğip berduşlarla derinleşenleriz. Diyorum ki yenilmedin Ahmet Altan, Reggiani’nin kurtları şehre inince de yenilmedin, şehirli kurda dönüşünce de...


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

KİLİT “-Kapıyı kilitlemiyor musun? “-Hiçbir zaman kilitlemedim ki! “ -Kilitleyecek hiçbir şeyi olmayan insanlar, daha mutludurlar herhalde, öyle değil mi..?” (Suç ve Ceza) ... Kilitleyecek bir şeyin yoksa daha mutlusun. Kaybedecek bir şeyin yoksa daha cesur.. Cesaretin kırıntısını Allah’a inandığını söyleyen birinde bulamazken; Korkusuzluğun cevherini, iman etmiş birinde görebilirsin! Ardından Teslimiyetin bir zerresini kendinde barındıramadığına utanırsın. ... İster bir kürek mahkumu ol İstersen kilitli bir defter, Farkın duruşundaysa eğer Tek tek çözülecektir önünde iliklenecek düğmeler Ve Bir bir kırılacaktır, bu çağa destan yazacak kalemler ... Ve senin, Kalabalıklar içinde daha yüksek çıkar sesin, Yalnızken sessizliğe ait olursun Ancak; Bir orkestranın parçası olman değil maharet, Aslolan Kağıttan flütle tek kişilik orkestra kurabilmek.. Esra Dolunay

13


Ses Dergisi

YASEMİN TATLISEVEN

BİZİ SORARSANIZ

B

izi sorarsanız yiyiz. Yiyoruz, içiyoruz, geziyoruz. Ve inanır mısınız hatta gülebiliyoruz. Merakınız buysa, henüz ölmedik, yaşıyoruz! Dünyevi işler işte... Her yerde aynı, ülke değiştirdik diye ne azını, ne fazlasını yapıyoruz. Burda da tencere kaynıyor. Mesela pazar kuruluyor. Hatta markete gidiyoruz. Evi temizliyoruz. Ayağımızda taş bağlı değil ya, sahile bile iniyoruz. Bir fizikçi, bir hukukçu, bir öğretmen, bir muhasebeci... Birkaç kaçak, bir evde toplandık işte... Yemeğimizi yeyip, çayımızı demliyoruz. İlk zamanlar çaydanlığımız yoktu. Dökme çayda bulamıyorduk. Tencerede sallama çay yapıp, kepçeyle su bardağına koyup, çayımızdan geri kalmıyorduk. Şimdilerde çaydanlığımız, halis Türk çayımız, kulplu bardaklarımızda var. Son güzelliğimizde kokulu çaya kavuşmamız oldu. O çayın etrafında ne muhabbetler döndürüyoruz, sormayın gitsin. Vatanımızda ki geçmiş güzel günleri yadediyoruz. Eğitim hayatımıza iniyor, öğrencilik anılarımızı anlatıyoruz. Sonra iş hayatımıza geliyor sıra... Biri teneffüste bile öğrencilerinin sorularını yanıtladığını anlatıyor. Biri akademisyen olmak adına, bir odaya bile sahip olmadan, yıllarca nasıl çalıştığını hatırlıyor. Diğer öğrencileriyle çekildiği resimleri gösteriyor. Ben işlerimin yoğunluğundan bahsediyorum. Farkediyoruz ki hepimiz çok çalışmışız. Boşa geçen hiçbir günümüz olmamış. Öyle ki günler yirmi dört saat, yetmemiş bize... Hep koşturup durmuşuz. Vatanımıza, milletimize faydalı olmuşuz. Suya sabuna dokunmadan, bir köşede otursaydık, zaten burda olmazdık diye gülüyoruz. Biri çocuklarını anıyor birden... Biri annesini, biri babasını, biri eşini hatırlıyor. Gözler buğulu bakmaya başlıyor. Evlat, ana, baba, yar, vatan hepsinde burnumuzun direği sızlıyor. Gözyaşları bendini aşıp damla damla yuvarlanmaya başlıyor. Çaylar boğazda düğüm olup kalıyor. Bardaklarda soğuyor. Cümleler susuyor. Bakışlar yerde, herkes gözyaşlarını saklı yor. İçimizdeki çığlıkları birbirimize duyurmamak için, her birimiz temkinliyiz yine... Gözyaşlarımız yere sessizce inerken, içimizde kıyametler kopuyor. Ne isyanları bastırıyoruz o anda usulca... Sonra biri fırlıyor aniden yerinden... ”Çaylar soğudu, tazaleyeyim”! Yeni çaylarla, yeni hikayelere yelken açıyoruz. Gelecekten bahsediyoruz. Gittiğimiz yerlerde yapacaklarımızdan... Kafamızda bir sürü proje... Boş durmaya alışmamışız ki, her an beyin fırtınası... Herkesin elinde bir kalem, bir defter... Yazıyoruz, çiziyoruz. Kitaplar en büyük

14

Kasım-2019/Sayı 4

eksiğimiz, onu da internetten okuyup hallediyoruz. Ama eski kafalıyız işte, taze kitap kokusunu yine de arıyoruz. Heyhat! Hayatımıza aynen devam ediyoruz. Bizi sorarsanız, iyiyiz. Bir yanımız biraz eksik sadece. Bir tarafımızı aldılar, götürdüler bizden... Öyle acımasızca indiki balta üstümüze, ”Ah” ımızı içimizde sakladık. Yarım yamalak tutunduk hayata... Merak etmeyin, henüz ölmedik! Birkaç kaçak, bir evdeyiz. Sustuğumuz yerlerden tanıyoruz birbirimizi... Çay bardaklarının biri dolup, biri boşalıyor. Bir “Ahmet Kaya “ şarkısı açıyoruz. ”Siz benim neden sustuğumu nereden bileceksiniz”diyor. Eşlik ediyoruz. Kırmamak adına sustuklarımız geliyor aklımıza... Gücenmişliklerimizi anlatıyoruz. Bazıları çoktan affetmiş, bazıları hiç kırılmamış, benim affedemediklerim var. Geride gözü yaşlı bıraktıklarımız var. Endişe içinde bekliyorlar. Gideceğimiz istikamette bekleyenler var. Kavuşmayı bekliyorlar. Nereye gideceğini bilemeyenler var. Bir sırt çantası, üç beş kuruştan başka bir yükümüz kalmadı dünyada... Ve nereye gitsek, kafamızın içinde götüreceklerimiz var, sermayemiz... Ve bir de Allah’ımız var tek güvencemiz... Bizi sorarsanız iyiyiz, iç güveysinden halliceyiz. Ya siz? Siz, iyi misiniz?...


Ses Dergisi Ahmet Altan’ın 17 Nisan 1995 günü Milliyet gazetesinde yayınlanan ve yayınlandıktan sonra gazeteden atılmakla kalmayıp DGM’de yargılatan 1.5 yıl hapis aldıran yazısı.

ATAKÜRT Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...

Kasım-2019/Sayı 4

uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.

Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...

Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?

“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.

Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere

Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?

Ahmet Altan

15


Ses Dergisi

Kâğıttan flüt Söylediklerini kimse dinlemiyordu, defalarca suçsuz olduklarını anlatmalarına rağmen Silahlara Veda’daki yargıçlara benzeyen birileri tarafından mahkûm edildiler Ahmet Altan

Dünyadaki en korkunç şey, senin kaderini elinde tutan bir adamın dehşet verici gücüyle karşılaşmaktır. Seni öldürebilir, seni hapsedebilir, seni sürgüne gönderebilir ya da seni özgür bırakabilir. Böyle birinin seni hapsetmesiyle serbest bırakması, sonuçları çok farklı olsa da, aynı ölçüde ezicidir. Çünkü senin hiç söz hakkın yoktur. Bunu yapabilen insanlar genellikle bir cüppe giyer ve yüksek bir kürsüde otururlar. Onlara yargıç denir. Bir insanın böylesine insanüstü bir güce sahip olmasının tek bağışlanacak yanı, bunu haklı bir şekilde kullanması olabilir ancak. Peki, böyle bir güç, haklılığa hiç aldırmazsa ne olacak? Hemingway’in Silahlara Veda kitabında İtalyan ordusunun bozguna uğradığı bir dönemde, bir mağarada askerleri yargılayan askerî yargıçları anlattığı bir sahne vardır, verdikleri kararın kendi kaderlerini asla etkilemeyeceğine emin bir aldırmazlıkla, her kararda şapkalarını giyip, selam vererek insanları ölüme mahkûm ederler. Rock Hudson’la Vittorio de Sica’nın oynadığı filmde de bu sahne müthiştir. Kararlarını verir ve insanları idam mangasının önüne gönderirler. Epeyce uzun süren bir hapislik döneminde çeşitli defalar yargıç karşısına çıktım, anlattıklarımı dinlemediler bile, ben suçsuzluğumu anlatan kanıtları sıraladıkça, onlar aynı suçlamaları sanki ben hiç

16

Kasım-2019/Sayı 4

konuşmamışım, hiçbir şey söylememişim gibi tekrarladılar. Önce beni müebbete mahkûm ettiler, sonra on buçuk yıla mahkûm oldum ve beni tahliye ettiler. Bu yazıyı yazarken, tahliyeme savcının itirazı sonucunda bir yargıcın vereceği yeni kararı bekliyorum, yeniden hapse de atabilirler. Ben hem müebbet hapse mahkûm olduğumu hem de tahliye olduğumu aynı yargıcın ağzından farklı zamanlarda duydum. Tahliye edilmek de beni müebbete mahkûm olmak kadar bunalttı çünkü hakkımda bir karar verme yetkisine sahip olmaması gereken birileri tarafından serbest bırakıldığımı biliyordum. Ben hapisten çıktım ama binlerce masum insan hapiste kaldı. O demir parmaklıklar ve kalın duvarlar cangılından çıktığımda ardımda çaresiz insanlar bıraktım. Üç yıldan fazla bir zaman küçük bir hücrede iki mahkûmla birlikte kaldım, hiçbir suçları yoktu, söylediklerini kimse dinlemiyordu, defalarca suçsuz olduklarını anlatmalarına rağmen Silahlara Veda’daki yargıçlara benzeyen birileri tarafından mahkûm edildiler. Aralarından biri oğlumla aynı yaştaydı, tutuklandığında yeni evlenmişti. Dindardı ama aynı zamanda felsefeye ve bilimsel araştırmalara da meraklıydı. Müthiş bir el becerisi vardı, imkânların çok kısıtlı olduğu yerde akla gelmeyen malzemelerden akla gelmeyecek şeyler yapardı. Tuz paketlerinden dumbbell, çatallardan mandal, çay kaşıklarından cımbız yapabilirdi. Hapishane yemeklerine değişik malzemeler katarak yepyeni yemekler icat ederdi. Adı Selman’dı. Şikâyet etmenin, Tanrının çizdiği kadere karşı gelmek olduğunu düşünür ve asla şikâyet etmezdi. Çeşitli nedenlerden dolayı hiç ziyaretçisi yoktu. Bundan da şikâyet etmezdi.


Ses Dergisi Bir gün plastik masada yeni romanım Hayat Hanım’ı yazarken avludan bir müzik sesi duydum. Bir flüt sesi. Avluya çıktım. Selman sırtını duvara dayamış, gözlerini kapamış elindeki flütü çalıyordu. Çevredeki hücrelerde sesler kesildi. Herkes bu beklenmedik müziği dinliyordu. Şarkı bittiğinde müthiş bir takırtı duyuldu. Çevre hücredekiler kantinden almış oldukları şekerlemeleri atıyordu bizim avluya. Bu, alkış ve “bis” anlamına geliyordu. Saatlerce çaldı Selman. Avlu kapısı kapanınca, “bu flütü nereden buldun” dedim. Takvim kartonlarından yapmıştı. Elinde bir mezura olmadığı için deliklerin aralıklarını parmak hesabıyla belirlemiş, plastik bir soda şişesinin ağzını kesip flüte ağızlık olarak takmıştı. Yeryüzünde hiçbir müzik aletinden duyulamayacak bir ses çıkıyordu flütünden, çok değişik ve biraz kalınca bir sesti, çalarken neredeyse hiç nota kaçırmıyordu. Sadece kederli türküler değildi çaldıkları, bazen eğlenceli havalar da çalıyordu ama genellikle hüzünlü bir sese kayıyordu flütü. Benim oğlum gibiydi. Kimsesi gelmiyordu. Bir tek kez bile yakınmadı. Kâğıttan bir flüt yaptı. Sırtını duvara dayayıp onu çaldı. Bir geceyarı hapishaneden çıktığımda bana ne hissettiğimi sordular, özgürlüğüne yıllar sonra kavuşan birinin sevindiğini duymak istiyorlardı, biraz üzgün olduğumu söyledim.

Kasım-2019/Sayı 4

O mağarayı gördükten, masum mahkûmların çektiklerine tanıklık ettikten ve kâğıttan flütü dinledikten sonra o hapishaneden çok mutlu çıkmak mümkün değil. İnsan kendini bir büyük suçun yardakçısı gibi hissediyor. Hapishanede bir haksızlığın kurbanıyken, dışarı çıktığında büyük bir haksızlığın suç ortağı oluyorsun. Dünyadaki en korkunç şeyin senin kaderin hakkında karar verme gücüne sahip olan biriyle karşılaşmak olduğunu biliyorum, böyle bir güce sahip olanın senin hiçbir söylediğine aldırmamasının nasıl azap verdiğini, insanı nasıl aşağıladığını da biliyorum. Kâğıttan bir flütten nasıl bir ses çıktığını, dinmemiş bir özlemi nasıl dile getirdiğini de biliyorum. Yeniden tutuklanma ihtimalim olduğunu da biliyorum. Ama Selman için tutuklanmak bir ihtimal değil, o zaten tutuklu. Ve benim oğlumla yaşıt, tuzdan dumbbell, kâğıttan flüt yapıyor. Gelen kimsesi yok. Hiç şikâyet etmiyor. Sadece sırtını duvara dayayıp, flütünü çalıyor.

Kaynak https://t24.com.tr/k24/yazi/kagit-flut,2455

Binlerce masumu ve kâğıt flütüyle Selman’ı o duvarların ardında bırakmıştım. Suçsuz olduklarını biliyordum ve gücüm onları kurtarmaya yetmiyordu, kimse onların anlattıklarını dinlemiyordu. Sadece yargıçlar değil neredeyse toplumun çok büyük bir kısmı, mağarada idam cezası veren o aldırmaz adamlara dönüşmüştü. Kasketlerini giyiyor, bir selam veriyor, idam mangasının önüne gönderiyor ve yeni kurbanlarına dönüyorlardı.

17


Ses Dergisi

Hoşçakal

Handan Tunç “Ve bazen de hoşcakal yarım kalan sevdaların yeniden canlanması, bülbülün güle türküsü, hapishane kapısının son defa açılması...”

B

azen, hoşçakal, bir veda kelimesi, bir hüznün ifadesi,bir ayrılık acısı,bir daha göremeyecek olmanın yürek sızısı. Bir bitirmenin anısı, bir sevdanın sonu, bir ikindi güneşinin son demi. Bazen hoşçakal, umutsuzca sallanan bir el, bazen gözden gizlice dökülen bir damla gözyaşı, isteksizce bırakılan bir hane, bir sokak bir şehir. Bazen hoşçakal, ayakların gerisin geriye gitmesi, naçar olmanın ifadesi, divane yüreğin sancısı. Yürekte kopan fırtınanın tek çıkar kapısı. Bazen hoşçakal, limandan ayrılan geminin tüten dumanı, ambulansın acıyla çalan siren sesi, vagonlarin lokomotifle cüda düşmesi bir insanın dunya ya vedası, bir annenin yavrusundan ayrılması, bir babanın eline vurulan kelepçe. Bazen hoşçakal, ötelere duyulan bir özlem, nemli gözlerin uzaklara dalıp gitmesi, titrek dudakların ahh keşkesi, tükenen umutların maviden griye dönmesi,batan güneşin kızıla dönüşmesi. Bazen hoşçakal, bütün olumsuz yaşanmışlıkların son mührü ve geri dönülmez son çizgisidir. Ve bazen de hoşçakal, bir kavuşma hamlesi, bir hüznün son bulması, sızlayan bir kalbin teskin oluşu, akan gözyaşın durmasıdır. Ve bazen de hoşçakal, yeni başlangıçların sebebi, kavuşabilecek olmanın verdiği tatlı huzur, bir seher vakti yüzüne vuran meltemin ılıklığı. Ve bazen de hoşçakal, ayrılığın bitiş çizgisi, evladın mis kokusu, ayrılığın vuslatta dönüşme dantelasi, gurbetten sılaya, tüllenen hülyası ve bir mutluluk kelimesidir. Ve bazen de hoşcakal yarım kalan sevdaların yeniden canlanması, bülbülün güle türküsü, hapishane kapısının son defa açılması, mavi gökyüzünün yüreğine yol yapmasıdır.

18

Kasım-2019/Sayı 4


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

“Karanlığın Ağa Babaları” Biliyorum yine yanildigim çok nokta var Bir sokak ortasında yalnızca yürümek var Gün dogsa karanlık gider mi sandin İçimde karanlığın ağa babaları var . . Sessizliğin vurduğu gece vakitlerde Yürümek istiyorum sakin mahallelerde Geç vakitlerin suskun beldelerinde Icimde karanlığın ağa babaları var . . Akşamın en kızıl halinde Günün en koyu gölgesinde Sabahın en parlak ahvalinde İçimde karanlığın ağa babaları var . . Bir gözün gördüğü uzak noktada Yürümek istiyorum ufuk çizgisinde Tahayyullerin hayallere döndüğü zamanlarda İçimden kovduğum Karanlığın ağa babaları var...

Seyfullah Sacit

19


Ses Dergisi

İÇİMDEKİ DÜNYA

B

ir haziran günü.. Gurbetten gurbete giden başka bir gün. Soru işaretlerinin, acabaların beynime hücum ettiği bir akşam üstü. Yürüyorum yine uzun uzun. Güneş hiç batmadığından saat kavramım yerle bir olmuş, henüz geldiğim yerin mevsimini tenimde taşıyorken kutupların soğuğuna alışamamışım. Duygularım kördüğüm olmuş, beyin hücrelerim hangi duyguma hükmedeceğine şaşırmış. Kaygıyla ümit, korkuyla neşe hepsi iç içe geçen sihirbazın halkaları gibi çöz çözebilirsen. “İman sağlamlığının insana sunduğu sabır işte burada gün yüzüne daha çok çıkıyor” diyorum kendi kendime. “Bir yaratıcıya inanmayan ya da bağı zayıf olanlar nasıl çözüyorlar bu kördüğümü?” Düşündürene şükürler olsun. Artık tek başınasın bu uzun belki süresiz yolculukta. Sana hangi kitaptan kaç sayfa okudun diye soran olmayacak. Oldum olası benimseyememiştin zaten Allah için yaptıklarını başkasıyla paylaşmayı. Hele hele sayılara dökmeyi... ürüyorum hayretle etrafımdaki sanata bakarak. Uzun zamandır görmediğim güzelliklerle gözlerim ve kalbim şenleniyor. Ve bir tebessüm uçuveriyor kalp semalarımdan, konuyor dudaklarıma. Gördürene şükürler olsun. Sessizlikle hemhal olmak o kadar kıymetli ki... Sessizlikteki sesi duymak, bana düşeni almak istiyorum. Kulağıma bir ayet fısıldıyor birden.”Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” Sırtım dikleşiyor adeta bu sihirli cümleyle. İnsanın kendine ettiği zulüm yeter,zalimi dışarıda aramaya hacet yok. Sonra ikinci cümle yankılanıyor beynimde. “Allah sizi tuttuğunuz hakla birlikte tutup kaldıracaktır.” Sonra peşisıra “Ümitvar olunuz! “ Bu kadar hak ve hakikat bizi feraha davet ediyor ama insanoğlu gönlünün kulaklarını ümitsizlikle sağır etmeye ve kendi zalimi olmaya ne kadar da hevesli. üşünce hızım ayak hızıma uymaya çalışırken kendimi yolun sonunda buluyorum. Karşımda pırıl pırıl bir göl,adete sırtımı sıvazlayan sıcacık güneş ve yüzümde gönlüme düşen mesajları duymanın verdiği tarifsiz mutluluk. Duyurana şükürler olsun.

Y

D

Sevgi Fırat

20

Kasım-2019/Sayı 4


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

EN SEVGİLİ Güneşi kuşandım, üşüyen bir haziran sabahında Yangın yemiş bir yürekti, vakur bir şafak gibi sökülen Pervasız bir dağ, pamuktan bir bulut gibiydi düşlerin penceresinden süzülen… Rüzgârdan kanatlar takıp, kuşlara gülümsedim. Gönül masamda bir kitap, okuyarak sustum susmuşlukların çığlığında… Yeryüzünde yâr yüzüne hasret iken, tûl-i rûz gelmiş , şeb-i yeldâ yaşarken ben.. İnsan yüklü bir gökyüzünde, yenilmedim geceye, taç yaptım yıldızlardan, dua topladım avuç avuç İnadına sevdim… Çok sevdim… Sımsıcak kucakladım insanlığı, Şirkin buzul ayazında, Güneşi kuşanan kalbimle Sana geldim Ey Sevgili! En Sevgili!

Deniz Barış

21


Ses Dergisi

BUĞU* EFSANESİ

I

Kasım-2019/Sayı 4

Esra Dolunay

şıl Işıl bir sabaha uyandı. Sıcacık Çadırın kapısını açtığında içeri giren temiz kar havasını içine çekti ve heyecanla seslendi : Yaşasın kış! Gökyüzünde tüm çadırların dumanları yeni ağlar örüyor. Bazıları, demin geçmiş bir uçağın dumanına karışıyordu. -Nehirden az su doldur Kızım! Annesinin sesini duymasıyla kovayı kapması bir oldu. Ufka doğru uzanan nehre bir çırpıda ulaştı. Ayaklarının altında çıtırdayan buz , suyun derininden geçen bir somon yavrusu...Kovayı daldırdığında buz tutmuş yüzeydeki yansımasına baktı. Kırmızı yanaklar, ciddi bir ifadenin ardındaki sıcak gülümseme ;tıpkı soğuk bozkırın ortasındaki sıcak ateş gibi ve onun kıvılcımlarına benzer ışıltıda gözler...Çadıra döndüğünde çay çoktan hazırdı. Az sonra babası bir kucak odunla içeri girdi:

-Bu kış öncekinden soğuk geçecekmiş. Bu yıl ejder yılı. En son ejder yılında , gece havaya atılan su, buz olarak düşüyormuş yere. Annesi çayları doldurup radyodaki ağır nameli müziğin sesini kısarken: -Atların ağılına bir kat daha keçe sarmak gerek .Çaylarımızı içtikten sonra o işi halletsek iyi olacak . Dedi. Dumanı üstünde sıcak taze sütle yapılmış çaylarını yudumladılar. Çocuk heyecanla araya girdi -Bu sefer onu göreceğim ! -Kimi? -Birisi değil , ninem söylemişti ya, Buğu’yu.. -O da neymiş? diye kafasını sıcak kaseden kaldırdı babası. -Sadece yılın bu ayında ortaya çıkıyormuş Buğu. Gösterişli , asil boynuzları ve gümüş rengi tüyleri varmış. Onu avlamaya çalışan avcılar ortadan kaybolur bulunamazmış. Sesini duyanlar varmış ve bu sesi asla tarif edemezlermiş. Annesi gülümsedi: -Ninen sana Buğu efsanesini mi anlattı . Benim küçüklüğümde de olan bir hikaye o. -Gerçek mi peki ? -Eskilerin anlatageldiği bir hikaye sadece. Bu sefer babasına döndü :

22


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

-Buğu gerçek mi baba ? -İnanıyorsan gerçektir ! ... -Ben atlara bakacağım! Çocuk, ışıldayan karlara ilk basan olmanın mutluluğu ile ağıla doğru yürüdü. Karşı tepedeki ağaçlar sisten yorganını bürünmüştü . -Ne var ne yok Yakamoz? Bu grili siyahlı at en sevdiğiydi. Diğerlerinin de Yemlerini ve sularını tazeledi. -Şimdi senle bir tur atalım mı ? Atı hazırlaması uzun sürmedi . Özgürlük, güven ve sadakatle yetiştirilmiş atlar için eğere ihtiyaç duyulmazdı. Burada bir şeylere sahip olunmaz; ancak buraya ait olunurdu. Karlı bozkırda yankılanan sesle dört nalın sesi birleşti. Rüzgar, ıslığı;kartallar çığlığıyla bu gezintiye eşlik etmişti. Donmuş ırmak ve yalnız tepe geçildi . Vadideki sisli orman efsanelerden çıkmış kadar olağanüstü ve ihtişamlıydı. -Artık buradan geri dönelim . Diye çevirdi atı çocuk. Yakamoz kulaklarını dikleştirdi. Ve buharlı bir homurtu çıkardı. -Hadi yakamoz devam et .

Diye iterken atı, alışılmadık bir armoni dalga dalga yayıldı vadiye. Gözlerini atın baktığı yöne çevirdi çocuk... Sisli ormanın girişinde iki göz onlara bakıyordu, bozkırdaki yaz geceleri elini uzatsan dokunacakmışsın kadar yakın iki yıldız gibi bakıyor ve baktıkça insanı bir galaksinin ortasına itiyordu. Ay ışığını üzerine sermiş tüyler ve gökyüzüne uzanmış asil boynuzlar.. ürkek ama tanıdık, yalnız ama nadir , güçlü ama vakur. Her daim bir sır saklıyormuş gibi. Aynı zamanda kainattaki tüm sırları ortaya dökmüş gibi. Tüm bu duyguları hissettirebilen bir canlı ..Buğu! Olabilir miydi? ... Durmuş bir an , kum saatinin tam ortasında duran kum tanesi gibi bir an; Buğunun ormanın derinliklerinde kaybolmasıyla zaman, ilkbaharda buzları çözülen nehir gibi tekrar akmaya başladı.. Şimdi dört nala eve dönerken çocuk, anlatacağı şey belliydi. Gerçek; inandığın şeydi. ——————-*Buğu: Eski Türkçede (Göktürk) “bukug” geyik anlamına gelir . Günümüz Türkçesine buğu olarak geçmiştir . Hala Kırgızca ve Moğolcada aynı isimle kullanılır.

23


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

NİSYANDAN İNSANA İnsan oluşum... İnsan oluşumla nisyan oluşum ve bu nisyana müptela oluşum. Böyle bir dünyada vuku buluşum. Onca zaman içinde bu katmanda duruşum. Ve şimdi ömrümün orta durağında bulunuşum. Ansızın gelen sızılarla uyanışım. Dünya gözümü usulca kapatıp, gönül gözümü açıyorum. İpeklerden bir sergi ile bilincimi örtüyorum. Kendime, hayatıma, yazgıma bakıyorum ve nisyan oluşumla ihya ediliyorum. Yoksa ne türlü olur yaşamak? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Maddeden öte bazı şeyler var diyorum. Mesela varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık çeken ruhum. Nasıl oluyor diye soruyorsun, duyuyorum. Tutup ellerinden getiriyorum seni; Kalp kapılarımı araladığımda ise sana, ne çok karmaşa görüyorum. Nefse kapılışlarım, hata yapışlarım. Unutuşlarım, ötelere bakışlarım, her gün yeniden var oluşlarım. Nereye ve neden gidiyoruz derken yeniden kayboluşlarım. Tek tek duruşlarım ve evvellere kaçışlarım, Beni ben yapanı arayışlarım ve beni benden alanlara kayışlarım, Nihayetinde asla ve kat’a anlayamayışlarım var. Evet, bak; içimde ne çok ızdırap, ne çok hissiyat, Ne çok gaybiyat var. Bir mum alevinden ilham alıyorum çoğu zaman. Sessiz ve bütün kendiliğim içinde ağır ağır yanıyorum. Dibim karanlık, ötem, berim, yörem. Hep karanlık. Sadece ben ve ince bir çizgiye dönen kızıl sarı alevim. Kalbimin odalarını baştanbaşa geziyorum şimdi, Ve oracıkta köşe bucak tütüyorum. AFRA BÜŞRA

24


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

DEDİM... DEDİ... Dedim gardaşım kaldığın yer neredir. Dedi Yusuflara yurt olan medresedir.

Dedim günlerin burada nasıl geçer Dedi Kuran Namazdan elbise biçer

Dedim sen hiç gözyaşını dökmezmisin. Dedi içimde deryalar var bilmezsin.

Dedim o nasıl bir elbisedir öyle Dedi yarın bu lazım herkese söyle

Dedim âhın duyulmaz acep nedendir. Dedi Rab duyar yoksa sû-i edebdir.

HARUN ATİK

Dedim ağzında kelimeler kurumuş Dedi kırık kalbim sahibiyle buluşmuş Dedim gönül hicranın dile gelmezmi Dedi gönül sahibi halimi bilmezmi Dedim halinde yeisten bir eser yok Dedi Rabbim var iken bende ümit çok Dedim karanlık dehlizden korkmazmısın Dedi kabir hayalini hiç kurmazmısın Dedim ya burda ebedi kalacaksan Dedi muvakkat mübbed olmaz anlarsan Dedim Anan Baban hasretinle ağlar Dedi vuslat arzsu Rahmana bağlar Dedim eşin yolunu gözler dertle dolmuş Dedi beklemek Yakub’ta kader olmuş Dedim yavruların hep seni arzular Dedi çile çekenler hakkın oldular Dedim eşin dostun seni sormaz oldu Dedi gam yok yalancı baharlar soldu Dedim gardaşın seni defterden silmiş Dedi olsun Yusuf beni gardaş bilmiş Dedim malın mülkün hepten talan oldu Dedi hayır, hepsi hakka kurban oldu Dedim suçun aleme hizmetmiş meğer Dedi yolunda olmak herşeye değer

25


Ses Dergisi

BEN BUGÜN ÖLMELİYDİM

B

Kasım-2019/Sayı 4 SİNE ELİF

ugün yine ölmek istedim. Ve bence herkes ölmeliydi bugün. Yaratıcı bir son vermeliydi, diye geçirirsem içimden ve canımı o an alsa ne olurdu acaba? Annem duysa çok üzülür böyle konuştuğuma. Hiç öyle denir mi, şirk koşma Allah’a derdi, kesin derdi bunu dua ede ede yüzüme. Oysa o belki duymadı bile ama bir bebek öldü daha geçen gün. Daha önce de ölmüştü. 3 yaşında başka bir çocuk da. Yaşını başını almış bir adam. Yeni evli bir adam. Küçük çocukları olan bir çift. Ve benim de bilmediğim ama mavi sulardan mavi göğe kanat çırpan ne ruhlar oldu kim bilir, sayısı benim yaşımdan çok. Milletlerinin adını bile bilmediğim, dininin bana yabancı olduğu ne çok insan. Öldü onlar orada, ben burada yaşarken. Yaşatamıyorken benden başkasını. Oysa ilk kitap hediye edenimin kitap kapağına yazdığı hep kalbimde, yaşama ve yaşatma idealiyle. İşte o sebeptendir ki bugün ben ve bütün insanlık ölmeliydi. Kalbi duruvermeliydi dünyanın. Ve Allah’ım, Sen de biliyorsun ki, insan çok zalim ve fesat çıkarıcı. Aklıma ne geliyor mesela, belki o bebek, doktorum olacaktı benim. Yüzünün çizgileri hep mütebessime ayarlı, gel anneciğim otur neyin var diyecekti, kim bilir? Belki geçen yıl ölen kadın hani devrilmeseydi botları komşum olacaktı. On yıldır hasret kaldığım bir ses olacak ve kapıyı usulca tıklatıp aşure getirdim diyecekti. Kızımla arkadaş olacaktı belki kucağına sıkıca sardığı yavrusu. Anne, artık Türkçe konuşan birileri var evimizde diye sevinecekti yavrum. Ben bu akşam biraz takılacağım diyecekti eşim, kocasıyla birer çay içecekti. Öğrencilik yıllarından dem vurup sucuk çıkınca nasıl yumulduklarından bahsedeceklerdi. Bir hayatın canına sebep olunca neler de çalınıyor hatıralarımız değişiyor, hülyalarımız dağılıyor. Hırsız sadece para çalar diye kim söylemiş? Yalan. Hırsız bir hayat

çalınca bütün insanlık çalınıyor. Bugün yine ölmek istedim. Daha çok ölmek istedim aslında. Geride bırakacaklarım üzülecekler biliyorum. Ama insan neye alışmıyor söyleyin? Eksiğinin yerini doldurmaya çalışıyor insan, kızıyor, susuyor, küsüyor derken yamasını bulup iliştiriyor işte yakasına. Öyle omzunun azıcık altında, kalbinin biraz üzerinde. Dokunması yasak bir anı gibi, dokunmasa unutacak bir yara gibi. Alışmak, hem nimet hem nikmet gibi. Bugün, her günden daha çok ölmek istedim. Çünkü çok acı var Allah’ım. Ne büyük acılar. Ben kıyamet kopsun deyince kızıyorlar Allah’ım. Ancak biliyorum ki Sen, beni anlarsın. İnsan, ne acelecidir , değil mi Allah’ım? Her şey hemen olsun, bitsin ister. Sonunu, ardını düşünemez, bilemez. Problemleri yaratan Sen, sebeplere bürüyen Sen ve olduran Sen, çözen Sen. Beni bu hayata ve tabi ki Sana bağlayan tek bir şey var Allah’ım. Bana vaadettiğin ve kitabında söylediğin, dünyanın bir oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu gerçeği. İşte ben, oyunun bitmesini, içli içli bekleyeceğim. Çünkü Seni ve benden önce atlarına binip giden iyi insanları çok özledim. Aynı oyunda oynamadıkalrmızla, sonsuz hayatın bahçelerinde buluşmayı diliyorum, hasretle.

26


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

‘’Hepimiz aynı güneşin altında ısınmıyor muyuz?’’

HEPİMİZ AYNI GÜNEŞİN ALTINDA ISINMIYOR MUYUZ?

İ

şin zamanında bitmesi için çok uğraşmış ve çok güzel olması içinde çok özen göstermişti. Fanyansları bir sanat eseri çıkaracak ressamın resmini yaparken ki hassasiyetinden daha fazla özenle döşemişti. Ne alnından akan tere ne de zihninin yorgunluğuna aldırış etmiş, aldığı paranın hakkını vermek istemişti. Peki işveren emeğinin karşılığını verecek miydi? İşi teslim ettiği gün emeğini alamamanın hüznüyle dönmüştü evine. “Bir hafta sonra,” demişti işveren... Emekçi inanarak gitmişti evine. Bir hafta oldu bir ay oldu derken... ‘’Çoluk Çocuğun rızkını bırakamam ben...’’ diyerek hakkını alma niyetiyle gitti işverenin kapısına... Gördüğü mamile herhalde dünyamızı ısıtan güneşi ağlatırdı.Hayasızca yükseldi işverenin sesi: ‘’İşçi parçası sende, kimsin sen evime kadar geliyorsun....? ‘’gerisini kalemler utanıp yazmaz, kelimeler hayasından yazılmak istemezdi herhalde. Peki bu tavır karşısında alın terini almaya giden işçinin tavrı ne oldu dersiniz. Kiminizin “küfürler savuşturdu,” dediğinizi duyar gibiyim ya da kaba kuvvet kullandığını falan mı düşündünüz? Elleri öpülesi ustanın sözleri ise herhalde üniversitelerde ders olarak okutulmalı desem abartmış olmam. ‘’Ne be abi, hepimiz aynı güneşin altında ısınmıyor muyuz? Bu kibrin ne böyle?’’ ‘’Cahil’’ değil ‘’okuyamamış’’ bir inşaat işçisinden, ‘’Basit’’ değil ‘’kendi halinde’’ emekçiden, Üstünde saatlerce düşündürecek sözler;

Ey İnsanoğlu; Güneşi satın alabiliyor musun yada güneşten bunaldığında rüzgarı, yağmuru....? Nedir bu gururun aynı topraktan değil miyiz? Hepimiz ademoğlu değilmiyiz yoktan varetmedi mi bizi yaradan? Gözyaşımızın rengi aynı değil mi? O kadar çok birimiz varken nedir bizi birbirimizden üstün kılan; Makam mı, para mı, hırs mı? Peki Allah’ın huzurunda hepimiz bir değil miyiz? Değil mi patronla işçisi, zenginle fakiri, amirle memuru bir safta namaza durduran aynı anda ruküya götürüp secdeye vardıran...? Hiç gördünüz mü onun huzurunda ayrılan...? Düşün Ademoğlu; ‘’Basit’’ dediğin ‘’cahil’’ dediğin bir inşaat işçisi bile böyle düşünmeye sevkeder seni. Kim ‘’cahil’’ kim ‘’okumamış’’ emeğini almaya gelen işçi mi, emeğini almaya gelene küfürler savuran mı? Kim ‘’kültürlü’’ kim ‘’zengin’’ kendisine küfürler savurana bile nezaket gösterip, “abi be!” diyen mi, yada emeği için kapısına geleni kovan mı? Unutma sakın unutma! Hepimiz aynı güneşin altında ısınıyoruz. Hepimiz aynı yağmurun altında ıslanıyoruz. Hepimiz aynı rüzgarla savruluyoruz. Hepimiz aynı topraktan yiyoruz. Nedir bu kibrin? Sevmek varken, sevilmek varken, hoşgörü ve nezaket varken.... Dünya malına kendini kaptıran işverene ibret olacak sözler, bir anda dökülmüştü ‘’cahil’’ sandığı o işçinin ağzından!

SEYYAH ‘’Ne be abi, hepimiz aynı güneşin altında ısınmıyor muyuz? Bu kibrin ne böyle?’’

27


Ses Dergisi

ÖLMEK KOLAYDIR SEVMEKTEN KİTAP DEĞERLENDİRME

A

hmet Altan, Ölmek Kolaydır Sevmekten, 2015, Everest Yayınları, 576 sayfa

Kimi kitap kapak resmiyle çeker kendini size, kimi yazarın kendisiyle, kimisi ise ismiyle. Ölmek Kolaydır Sevmekten kitabı beni ismiyle kendine çekenlerden oldu. Sonrasında ise kapak resmiyle. Kapak resmine baktığınızda yazar size romanın konusu hakkında ipuçları veriyor. Kitabın iki temel konusu aşk ve savaş kitapta iki yönlü işlenmiş. Ahmet Altan hem roman kahramanlarının kendi içlerinde verdikleri savaş ile Osmanlı’nın son zamanlarında verdiği ölüm kalım savaşını iç içe geçirmiş. Ölmek Kolaydır Sevmekten Ahmet Altan’ın `Kılıç Yarası Gibi` ve `İsyan Günlerinde Aşk` kitaplarında yakaladığı serinin devamı niteliğinde. Romanın başkahramanı Nizam aslında ilk kitap olan Kılıç Yarası Gibi romanında okuyucuyla buluştu. Sonrasında İsyan Günlerinde Aşk ile olgunlaşıp serinin 3. Kitabı olan Ölmek Kolaydır Sevmekten’de ana karakter olarak karşımıza çıkıyor. Romanda Osmanlı’nın çöküş zamanlarını Ahmet Altan’ın kendi oluşturduğu tarihi kahraman Ragıp Bey’den dinliyoruz. Diğer yandan Nizam-Anya aşkı Altan’ın tasvirleriyle okuyucuyu kitaba bağlıyor. Bu romanda Tanrı-inanç-insan-özgürlük-zayıflık gibi kavramlar da ön plana çıkıyor ve okuyucuya bu konuları tekrar sorgulama ve düşünme kapılarını açıyor.

28

Kasım-2019/Sayı 4


Ses Dergisi

Kasım-2019/Sayı 4

Ragıp Bey’in ``Bir insan, hayatı boyunca okumayacağı bir mektubu neden hayatı boyunca yanında taşır?`` sorusu romana hem derinlik kazandırıyor hem de yön veriyor. Roman birazda bu okunmamış fakat sürekli Ragıp beyin cebinde taşıdığı mektup üzerine yoğunlaşıyor. Diğer yandan Osman karakteri de ölülerle konuşması, yaşanmışlıkları dinlemesi ile roman da etkin rol oynuyor. Değerlendirmemizin bu kısmında romanda öne çıkan bazı alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum. Osman tüm ölüleriyle konuşuyordu. Yaşanmışlıklarını, pişmanlıklarını geçmiş yaşamlarını dinliyordu. Ölüleri hep dürüsttü. Çünkü; gerçekten ölmek kolaydı sevmekten. Sana büyük bir sır söyleyeceğim, Kapat kapıları Ölmek daha kolaydır sevmekten Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam Birbirlerini öldürmek isteyen yüz binlerce insanın birbirine saldırdığını düşünün, insan bunlar, savaş bittiğinde sokaklarda diğer insanlarla birlikte dolaşıyorlar ama orada sadece öldürmek istiyorlar. “İnsanın hayalindeki kadını kaybetmesinin gerçek bir kadını kaybetmesinden daha acı olduğunu öğreniyordu o günlerde Ragıp Bey; sevilecek bir başka kadın bulunabilirdi ama bir kadından bir hayal yaratmak her zaman kolay olmuyordu.” Tüm bu örnek alıntılarda görüleceği üzere daha önce üzerinde durduğumuz Tanrı-inanç-insan-özgürlük-zayıflık gibi kavramlar romanın her alanında sıkça görülmekte. Savaş ve aşk konularını harmanlayan Ahmet Altan’ın Ölmek Kolaydır Sevmekten kitabı kalınlığı ile gözünüzü korkutsa da bu iki konuyu sevenler için gayet akıcı bir roman. Tutkulu aşklar ve tutkulu savaşçılar. Tam da kapak resmini yansıtmıyor mu?

Mavi 29


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.