SES DERGİSİ AĞUSTOS

Page 1

Macera değil bizimkisi, ses olmaya geldik.

Kültür - Sanat - Edebiyat


SES DERGİSİ

Ağustos / 2020

Sayı 12

İÇİNDEKİLER AĞUSTOS 2020, SAYI 12

03 EDİTÖR NOTU 12. Sayıyı yayınlarken oluşan dergi çizgisinin poetikası ve Ağustos sayının içeriği.

Bir yılını tamamlayan dergimizin yazı ve yayın çizgisini nedir? Neden ses? Mahallilik nedir, evrensellik ne?

22

DÖRT YAZAR, BİR HİKAYE

YAZARLIK ATÖLYESİ

Yazarlık atölyesi çalışmasını devam ediyor. Biraz gülümseten, biraz merak ettiren bir ortak hikaye, AJAN 1995 öyküsü

8-21

GAMZE GÜLLER Röportaj 30 MEKTUPLAR

Yazı dizisi halinde okuyucunun ilgisini çeken MUHTEŞEM'e MEKTUPLAR'ın üçüncüsü yayınlanıyor.

50 HİKAYE TUĞBA TÜRKOĞLU

39 62 ŞİİRİN AHENGİ SARSIN DÜNYAYI

Sinem Der Ki "Ben isterdim ki bütün şiirler aydınlığın yolundan ilerlesin,Öyle aydınlıkla kenetlensin ki dünya,Karanlığa geçit vermesin..Rüzgarla hızlansın dizeler,"

2

FİLM ANALİZİ YASEMİN TATLISEVEN Film eleştirisi yazısı dergimizin bir parçası olmaya devam ediyor. Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu filmimin analizini okuyacaksınız.

Gonca, yeşil gözlü kıza el sallayarak gülümsedi, ve onu içten içe daha fazla tanımak istedi. Babası ve annesinin de kendi annesi gibi çabaladığını görmüştü, bilmediği şey ise yeşil gözlü kızın sandığından çok daha şanslı oluşuydu.

54 KİTAP ANALİZİ Hüseyin Odabaşı Hayvan Çiftliği kitabının özeti ve yorumunu okuyacaksınız.

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

12 KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

04 11 SAYININ POETİKASI


Ağustos / 2020

EDİTÖR’den

Y

SES DERGİSİ Kültür - Sanat - Edebiyat

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörleri Sinem Der Ki Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

üreği güzel dostlar, Ağustos sayısıyla merhabalar tekrar. Her ne kadar 11. sayımız birinci yılımızı doldurduğumuz sayımız olsa da 12. sayı da duyguda bizim yıl dönümümüz gibi oldu. Kapak dizaynındaki yol bizim geçtiğimiz yol. İlk sayıyı yolun başına koyup bir dizayn yapmaya çalıştık. Gururu, sevinci birlikte yaşamak böyle bir şey olsa gerek. “Ne geçti elinize?” diyeceksiniz. İnanın, elimize geçene değil, elimizle attığımız tohuma bakıyoruz. Atılan tohum yeşerirse o bize yeter. Bir tohum atmaya çalıştık toprağa, mevsime inat. “Yeşermez,” dediler. “Yeşerir.” dedik. Mahallî dille temalar işleyip edebiyatın, kitabın canını okuyan bir coğrafyanın çocukları olarak “evrensel dil ve temalar bizim olmazsa olmazımız ve aynı zamanda susturulan, üyey evlat ilan edilen tüm evlatlar da bizim can bağımızıdır.” dedik. İslamî kesimde Frida, cami toplumunda Ahmet Altan, milliyetçi kesimde Musa Anter, kavimci toplumda Negro sanatçıları, kapalı toplumlarda Natalie Morrill ve Alice Munro’yu okumak zordur biliyoruz. Biliyoruz çünkü her mahallenin bir kütüphanesi var ve o kütüphanelerin kalemi dili sopa gibi gibi kullanan memurları var. Her yazı ve yazar giremez. Her dosya ve kapak çalışmamızın böyle bir hikayesi, yıkmak istediği bir duvarı vardı. Derginin etrafında oluşan yürekten yazar, şair ve seslendirme kadrosuna bakıldığında kısmen başarıldı. Bu tohum başağa durdu, şimdi kırk başaklara çevirme zamanı. Geçen yıl bu ayda yağan yağmurun altında Starbucks’ta çayımı yudumlayıp ikinci sayıyı hazırlarken nerdeyse tek kişiydim. Bu hafta geniş bir yayın ekibi kadrosu toplanıp derginin ikinci toplantısını gerçekleştirdi. Bu toplantıda yoktum ve hayıflandım ama gurur duydum. Görev dağılımları yapılmış, gönüllü vazifeler alınmış ve toplantı sonrası karar tutanakları benimle paylaşılmıştı. Bu tarifsiz sevinci bana yaşatan ekibimize şükranlarımı sunuyorum. Sosyal medya hesaplarımızın koordinasyonunu sevgili Esra Dolunay ve Sinem Der Ki üstlenmiş bulunuyor. Kendilerine başarılar diliyorum. Yayın ekibimize sevgili Handan Tunç’un katılmasıyla sayımız 11 oldu. Mutlu olduk, onur verdi. Ekip adına kendisine “Hoşgeldiniz” diyorum. Bu sayıya gelince, sevgili Gamze Güller’in Temmuz ayından kalan o tatlı röportajının ikinci bölümünü okuyacaksınız. Hem röportajı yapan sevgili Zeynep Gür’e hem de bizi kırmayan sevgili Gamze Güller’e teşekkür ediyorum. Mektuplar, film analizleri, kitap analizleri, öyküler, şiir ve makaleler derginin vazgeçilmezleri oldu. Şimdi sıra derginin sanat ve kültür yönünü güçlendirmekte. Sevgili kalem ehli, bu iş sizde.

Şerif Aydın

Sayı 12

Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Adres: Ottawa, Kanada

3


Ağustos / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

KAPAK

K

Sayı 12

11 SAYININ PO

imiz biz? Bir yıl oldu, bir şiiri sayfaya döküp kalemi kağıdın kucağına bırakalı ve bir yıl oldu nehrin kenarından durup satır satır yazılan öykülerin, şiirlerin seyrini izlemeye başlayalı. “Şiir” dedim, çünkü heyecanımızı ancak şiir ifade eder. Makale demedim, deneme demedim, öykü demedim. Şiir kalbinde sevinç, sızı, kızgınlık, coşku olan herkesin ilk sarıldığı satırlardır, çünkü. Bu dergi de bizim heyacanımız, yani bizim şiirimiz. Başlığına “11. Sayının Poetikası” dedim, poetikanın şiir için kullanılan edebî bir terim olduğunu, şairlerin şiir yazarken bağlı bulundukları veya önemsedikleri şiirsel görüş ve kuralların bütününe verilen bir isim olduğunu bile bile derginin tümü için kullandım. Meramımı da poetikaya geçmeden izah etmeye çalıştım. Madem ki bu bizim şiirimiz, o zaman bir yıldır parça parça izah etmeye çalıştığımız poetikamızı metne dökme zamanı geldi. Köklerini ve kökenini inkar etmek bir ezikliktir ve o ezikliğe girmeden dün neysek bugün oyuz, bilinsin isteriz,

4

ama şu da unutulmasın, köklerinin etrafında yaşamaya mahkumiyetin kaleme haksızlık olduğunu da düşünenlerdeniz. Esaretin her türlüsünü Ses’imizdeki kalemin ucuyla üstünü çizeli bir yılımız oldu. Tüm şehir bizim... 11 sayıdaki renklerimiz çizgimizdir aslında. Ne yaptığımızı biliyoruz ve ister alkış alalım, isterse ıslık çalınsın ardımızdan, ray değiştirecek değiliz. Yayınlanan her sayımızın bir hikayesi var, aslında. Yazı seçimleri, kapak dosya için okumalar ve dizayn için bilgisayar başında geçen saatler günler de yarın yazılacak olan bizim hikayemizin parçaları olacağını bilerek bardak bardak tükettiğimiz çayın etrafında bir yıl geçirdik. Değdi mi? Bence fazlasıyla değdi. Girişte sordum ya “Kimiz biz?” diye, sayılardan örneklerle anlatayım kim olduğumuzu. Frida, her şeyden önce sanatçıydı. Bu azmin portresini sayfalarımıza taşırken dindar mahallenin duvarına asılmamış bir portre olduğunu bilerek yaptık. Trafik kazası geçirmişti, defalarca bıçak altına yatmış,


Ağustos / 2020

Sayı 12

OETİKASI

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

yılmamıştı. Bir yanı çocuk nahifliğinde, bir yanı azme davet eden bir ressamdı Frida. Bir evlilik yapmıştı kendi gibi ressam olan biriyle. Evlilik sözleşmesinde sadece sadakat şartı koymuştu ama dedikleri yerine getirilemeyip ikinci bir kaza geçirmesine sebebiyet vermişti eşi. “İki büyük kaza geçirdim Diego. Tramvay ve sen. En kötüsü sendin, Diego.” diye ilk defa hangi yarasının çok acıdığını açığa vuruyordu. Hayatı boyunca şansızlıklar yakasını bırakmasa da o da azmin ipini hiç bırakmamıştı. Hayatı beyaz perdeye taşınmıştı Frida’nın ve başındaki çiçeklerden bir tak’la hatıralarda yerini almıştı. Dindar veya İslami dünya Frida’yı okumaz, okutmaz pek.Değerlerimizle Frida’nın yağlı boya resmine girenleriz biz. Ahmet Altan, her şeyden önce bir yazardı. Empati ve direncin kalemiydi. “Böyle müslümanlık mı olur?” diye isyan etmiş bazen, bazen de “böyle devlet mi olur ?” diye bağırmış. İslami kesim onu tercihlerinden dolayı mahallesine sokmuyor, devlet onun itarzlarından ötürü hapse atıyor. Oysa bu

sözlerine itiraz edecek kaç dindar vardır merak ediyorum. “Bugünse dinin temsilcileri olarak ortaya çıktıklarını ilan eden insanları gördükçe, gerçek dindarlar adına utanç duyuyorum. Beni utandıran; nefsine sahip çıkamayan şeyhlerin kalabalıkta günah dediğine ıssızlıkta arsızlıkla saldıran sahtekarlığı, Allah sevgisini oya tahvil etmeye çalışan politikacıların ikiyüzlülüğü, kendine yardım edecek bir el arayanlara, o eli avuç avuç altın karşılığı uzatan dolandırıcıların açgözlülüğü değil. Asıl büyük günah bu değil bence. Büyük günah, bir zamanlar bazı solcuların Marks’ı, şimdilerde bütün ‘’vatanseverlerin’’ vatanı, kendilerini biraz daha büyük ve diğer insanlardan daha farklı göstermek için, ayaklarının altına alıp, kendilerine basamak yapmaları gibi şimdi dincilerinde kendi dinlerini ayaklar altına alması; kendi inançlarını, kendilerini diğer insanlardan daha önemli gösterebilmek için kullanmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri, inancı bir gösterişe çevirmeleri.” Sadece bunlar değildi sözleri Altan’ın., şöyle bitiriyordu sözlerini “Dinciler tevazuyu,tevekkülü çoktan unuttular. ‘’Ey müminler,’’dememiz gerekiyor,’’siz söyleyin, tevazu 5


Ağustos / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

olmadan din olur mu? İnancınızla bu kadar böbürlenmeye utanmıyor musunuz?” Ben değiştirerek sorayım, “Dindarlar vicdanlı davranıp bu kalemi bağrına basması gerekmiyor muydu? Cami imamlarının bu sözleri kürsüden cemaate okuması dinden mi ederdi imandan mı? Sadece bu değildi Ahmet Altan, sosyal sorunlara güçlülerin hegemonyasına da karşıydı. Çevresine umut ve neşe yayıyordu. Dinleyin isterseniz. “Diyorlar ki, yenilmişiz. Diyorlar ki ölümü savunanlar ölümü avuçlarında taşıyanlar, ölümü zehirli tohumlar gibi hayatımıza saçanlar kazanmış.” Diyorlar ki dağılmış ordularımız. Diyorlar ki, her cephede bir hüzün, her cephede bir yenilgi varmış.” Sonra itiraz eder kurtların şehre inişine ve şehir ahalisine: “Diyorum ki yenilmedik. Toy kısraklar gibi oynak bahar sabahları hayatımıza koşarken ne yenilmesi, bu çıldırmış erguvanlar her yana dağılırken kim yenebilir bizi?” Bu sözleri her asil ruhu sarmalı değil miydi? Sarmalıydı elbette. En güçlü yanı vicdanıydı Altan’ın. Oysa onun güçlü vicdanı, sağlam kalemi ve geniş okuyucu kitlesi bazı mahalleler tarafından öteki evlat ilan edilmesine engel olamamıştı. Camiye de onu üvey evlat ilan eden cemiyete de Altan’ın kitabıyla yürüyenleriz biz. Musa Anter, Kürt bir yazar ve aktivistti. Kürt aşk destanı olan Mem u Zin’in filmini çekmeye çalışırken aynı zamanda Qımıl şiir kitabında hicivlere yer vermiş ve toplumsal çarpıklığa, adaletsiz davranan devlete de göndermelerde bulunmuştu. Kürtçe ıslık çaldığı için karakola çağrılmış, hakaretlere uğramıştı. Yine de umutluydu, dirençliydi ama derinlerce öldürüldü. Ne din kardeşi olma, ne aynı bayrağın altında yaşama, ne de kalem tutan biri olma onu bağrına basmaya yetmedi. Anter, üvey kardeş kimliğini üzerinden hiç atamadığı için kutsanan devlet fikriyle büyütülen hiçbir kardeşi tarafından sayfalara taşınamadı. Hangi korkuydu onları Musa’nın aşka çağıran asavari kalemine dokunmaktan alıkoyan bilmiyorum ama Asasız Musa’yı yazanlarız biz. Natalie Morrill “Ghost Keeper” romanıyla Viyana’da Hitlerin zulmünü anlatıyordu. Yahudi genç bir çiftin Viyana’dan kaçışı ve yıllar sonra Viyana’ya geri dönerken iki yüzlü dostlarıyla yüzyüze gelişinin romanıydı. İçinde Yahudi kelimesi geçen her şeye üst seviyeden 6

Sayı 12

tepki veren bir toplumun raflarında kolay kolay yer alacak biri değildi Natalie. Natalie çiçeği burnunda bir yazar, Natalie “Eski acılar bir daha yaşanmasın diye geçmişte yaşanan yanlışları bugüne ve yarına yazarak taşımak gibi bir vazifem var” diyen şuurlu bir kalem. Natalie, Türkiyede son dönemlerde yaşanan vakaları kendisine arz ettiğimde gözyaşlarını tutamayan bir kalp. Hitlerlerin haklı olduğu çağdan yargılanacakları çağa kadar Ghost Keeper’ları dini tercihlerine saygı duyarak yarına taşıyanlarız biz. Tarihiyle yüzleşemeyenlerden değiliz. Nazım’ın sürgününü konuşamayan muhafazakar milliyetçi geçmişe biraz dönüp baksa sürgünde Mehmet Akif ’ini, demir parmaklıklar arkasında Necip Fazıl’ını görür. Vatansız geçen yıllar ve hasretle yazılan şiirler öyküleri yazmayacak ve konuşmayacak mıyız? Sürgün Kalemleri fikir ve mahalle ayırımı yapmadan kapak yaptık. Hepsi devlet denen kutsanmış sopayla ülkelerinden şehirlerinden çıkarılmış. Devleti sevelim ama kutsanmış sopaları değil. Kürsüye çıkınca bir solukta Nazım’ı, Mehmet Akif ’, Necip Fazıl’ı, Tevfik Fikret’i, Namık Kemal’i okuyan, portlerini kitaplığımızın baş köşesine koymak için de Abidin Dino’dan onları resmetmesini isteyenleriz biz.


Ağustos / 2020

Sayı 12

Ses Dergisi kıyafete bakmıyoruz, kafasının içini sorgulamıyoruz, kalbini kendisine bırakıyoruz. Edebiyatın edebi, sanatın estetiği, kültürün evrenselliğiyle yazılmış tüm satırlar buyursun. Bu halay hepimizin... Biraz da umut diyoruz, biraz da umut. Yazarken gülümseyin ki okuyanlar gülümsesin satırlarınızda. Aşkınızı öyle anlatın ki okuyan aşık olsun akışınıza. Öykünüzdeki sevdayı öyle işleyin ki, okuyucu, kahramanınızdan dolayı sizi sevsin. Direk bir aşkın dolaylı bir maşuku olun yani. Zor değil, birazcık umut ve birazcık gülümseme yeter bu satırlara. Vüsulsüzlük usulsüzlüktür, demiş büyükler. Yani hedefe varamayışın, meramını ifade edemeyişin sebebi takip edilen yanlış yol olduğunuz yoldur demişler. Sesimizi tüm coğrafyalarda duyurmak isteyenleriz biz. “Siz kimsiniz?” diyeceksiniz. Biz bir ekibiz. “11 Fidenin Düşü” yazısındaki ekip.

7

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hep mi direnç hep mi kahır? diyeceksiniz. Olur mu öyle şey? En az bunun kadar sessiz limanlar aradığımız saatler günler de çok. Bir sevgilinin sevincini, bir gelinin hayalini, bir çayın kömür ateşiyle vadiye dağılan kokusuna da bayılıyoruz. Bir yanımız çocukluğunu yaşamamış diktatörlerin çocuk oyuncağı sanıp bozdukları düzenlere ses çıkarmak, öbür yanımızda çocukça bir edayla gökyüzüne şiirden uçurtmalar salmak. Gamze Güllerin En Çok Onu Sevdim öyküsünü okurken “Sentetik hazlarla,plastik duygularla mutlu olamıyorum.Sahte bunlar.Gerçek hayatın kötü bir taklidi.” sözüyle dalıyoruz. Bazen Asuman kalıyor aklımızda bazen Mete... Öykünün tadını ala ala sayfaları tüketirken yavaşça kitabı kenara bırakıp gökyüzündeki ahenge götürecek şiirlere takılıyoruz. Bir de tedirgin olduklarımız var. “Amaaan” diyoruz, “Aman, sakın, kalbinizdek sevinci üzüntüyü mahalle diliyle yazmayın. Yani biri kızıl elmaya, anıt tepeye, öbürü tekkesine davet etmesin. Diliniz kimliğinizdir, kelimeleriniz de diliniz. Kelimelerinizi politik kavgalardan ve mahalli sürtüşmelerden uzak tutun. Dünya kimliğine ulaşsın kaleminiz. Sokaktaki insanın öyküsünü sokaktan geçen herhangi birinin okuyacağı üslupla yazmak temel kriteriniz olsun.” Yazı şiir yollayan hiç bir kaleme kimlik sormuyoruz,


Ağustos / 2020

Sayı 12

Zeynep Gür’den

Zeynep Gür

GAMZE GÜLLER ile Röportaj

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Gamze Güller ile pandemi dönemi çıkmış kitabı “Durmuş Saatler Dükkânı” ve diğer kitapları hakkında konuştuk. Ödüllü bir yazar olan Gamze Hanım gerçekten çok samimiydi. Öykü çizgisini ve daha nice edebî konuyu konuştuk. Kitaplar, dergiler... Ben sordum, o büyük bir incelik ve samimiyet ile tecrübelerini aktardı. Online gerçekleştirdiğimiz röportajımız bir buçuk saat sürdü ama bir o kadar daha konuşabilirdik. Bol gülmeli bir röportajdı. Yazarken bazı yerlere “Karşılıklı gülüşmeler” yazdım ancak bu sadece buzdağının görünen kısmı kadardı.

8

G

DEVAM EDİYOR

amze Güller: Beni alıp bambaşka bir yere götürüyor o öykü. Öylece akıp giderken tamamlandığı zaman tuhaf bir heyecan duyuyorum. Yani hem yazmak hem de o “oldu” hissine ulaşmak olağanüstü bir durum. Başka hiçbir şeyle kıyaslamayacağım, asla kıyaslamayı düşünemeyeceğim bir duygu.

Zeynep Gür: Önce sizin “oldu” demeniz lazım zaten bir şeyin olması için değil mi? Gamze Güller: Kesinlikle ve bu “oldu” inanın sizin okuduğunuz hâli değil o öykünün. Onun üzerinde aylarca çalışıyorum ben daha sonra. Yani “bu güzel bir şey oluyor, tamam güzel bir şey olacak, çıkacak ortaya” dediğim o an, gerçekten heyecan içinde kalbim çarpıyor. O çok güzel bir duygu. Daha sonra ne oluyor? A noktasından başlamışım B noktasına varmışım ama orada daha güzel bir şey bulmuşum. Bu sefer dönüp o öyküyü yeniden; o yeni duyguyla ulaştığım yere hizmet verecek şekilde defalarca düzeltiyorum ve yazıyorum. En az 3-6 ay bir öykü üzerinde çalışıyorum. Bana hep diyorlar ki “Hızlı yazmıyorsun.” Ben hızlı yazıyorum ama sonrasında çok çalışıyorum. Önemli olan o ilk anda yazdığınız taslak değil. O bir taslaktır benim gözümde, bitmiş ürün değildir. Sonrasındaki o çalışma da benim için kıymetli. Yeni öykü yazarlarının, yazar adaylarının sıkıntı yaşadıkları en önemli konu budur. Dönüp çalışmak istemezler. Hep bu kısmı sıkıcı gelir. İlk yazım çok keyiflidir. “Şimdi bunun üzerinde kim çalışacak?” Çalışmazsanız bu asla öykü olmaz. Öyle dâhiler yok aramızda. Bir kere yazdı, nefis oldu, şahane oldu ödüller aldı falan filan... Yok böyle bir şey. Şimdi ödül meselesine geleyim buradan. Çok heyecan vericiydi. Dizlerimin bağı çözüldü beni telefonla aradıkları zaman, o kadar mutlu oldum. Ödül töreni çok keyifliydi. Bundan birkaç yıl önce kaybettiğim babamla gittik. Zeynep Gür: Başınız sağ olsun. Gamze Güller: Benimle çok gururlandı. Birlikte aldık biz o ödülü. Fakat şöyle bir durumu var ödülün, şuna müsaade etmemelisiniz: Bu ödül sizde baskı yaratabilir. “Eyvah ben bununla bir ödül aldım. Bir sonraki


Sayı 12

Ağustos / 2020

yazdıklarınızı. Gamze Güller: Ne mutlu, sizler de iyi ki okuyorsunuz. Yoksa yazmanın bir kıymeti kalmıyor. Zeynep Gür: Aslında bu karşılıklı bir şey değil mi? Bir taraf yazacak, bir taraf okuyacak… Gamze Güller: Yazdıktan sonra artık bizim olmaktan çıkıyor onlar, okurun oluyor. Öyle enteresan yorumlar geliyor ki. “Ben bunu hiç düşünmemiştim yazarken”, diyorum ama bunu tetikleyecek bir şeyler gelmiş ki bana, koymuşum oraya ve orada bambaşka bir karşılık bulmuş. Çoğalıyor. Çoğalma çok güzel.

9

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: İnsan okurken kendinden bir şey buluyor. “Bu karakter ben olabilir miyim?” diyor. Ben “İçimdeki Kalabalık” öykünüzü okurken, Beren dışındaki bütün insanları kendim zannettim. (İkimiz de öyküyü hatırlayıp gülüyoruz.) Ben konuşmayı çok severim. Fark etmişsinizdir ama şöyle dedim “Buralarda bir yerlerde bunu istemeyen Zeynep Gür: Öyle ise en büyük ödülü okuyucularınız birileri olabilir.” Gamze Hanım’ın öyküsünde değindiği veriyor, yani bizler. O zaman hemen burada teşekkür gibi. (gülüyoruz hâlâ.) ödülü veriyoruz size. (Gülerek verdiğim ödülü gülerek alıyor.) İyi ki yazıyorsunuz, iyi ki paylaşıyorsunuz

Ses Dergisi

yazdığım bu kadar iyi olacak mı? Ne yazabileceğim?” Birincisi böyle bir korku veya ikincisi bir nevî şımarıklık yaratabilir. “Ben artık ödüllü yazarım ne yazsam, olur.” Bunların ikisinden de uzak durmak lazım çünkü hep şunu söylüyorum: Ödüller daha önce yaptığınız işlere verilir. Önemli olan bundan sonra yapacaklarınızdır. Şimdi ne yazdığınızdır. Yazar yazmaz vermiyorlar bu ödülleri biliyorsunuz, üstünden zaman geçiyor. Ödüller yazdıklarınızın duyulması açısından çok güzel, bunların takdir edilmiş olması çok kıymetli ama benim yazmama bir etkisi var mı? Yok. Burada yarış varsa ki edebiyatta böyle bir yarış söz konusu değil; bu yarış insanın kendisiyle olan bir yarıştır. “Her yazdığım bir öncekinden iyi olsun. Bu sefer yeni ne yapabilirim? Kendimi nasıl şaşırtırım?” Bunun peşinde olmak lazım. Bu ödüllerden ziyâde okurun okuması ve anlaması bence daha büyük bir ödül. Hiç tanımadığım birinden bir mesaj geldiği zaman, beni anlamış, zihnime girebilmiş, orada ne anlatmak istediğimi kavramış ve bununla ilgili bir karşılık veriyor bana. İşte asıl ödül o. Onlar çok daha kıymetli.


Ağustos / 2020 Gamze Güller: Bu arada ben de konuşmayı çok severim. Öyle yazdığıma bakmayın.

Zeynep Gür: Öyleyse öykülerinizde duyguları bu kadar iyi ifade edişiniz bu yüzden. Çünkü duyguları çok güzel ifade ediyorsunuz.. Şimdi biraz “Durmuş Saatler Dükkânı”ndan bahsedelim. 14 öyküden oluşuyor. Zaman ve zaman döngüsü bu kitabın derdi.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Gamze Güller: Evet, ana dertlerinden biri o. Zeynep Gür: “Belalı Gemi” adlı öykünüzden bahsetmek istiyorum. “Belalı Gemi”de hastanede zaman kavramından bahsediyorsunuz ve Ali ile oda arkadaşının öyküsü bu; ancak bu öyküde, öyküyü bitiren herkes şunu düşünüyor; Ali’nin bir Ayşe’si var ve Ayşe’ye ne oldu? Gamze Hanım Ayşe ile âlâkalı bir planınız var değil mi? Ali’yle âlâkalı yazmakta olduğunuz bir romanınız ya da bir novellanız var galiba. Bundan biraz bahseder misiniz?

10

Sayı 12 Burada size şunu da sormak istiyorum; Ali’nin öyküsünde bir şeyleri yarım bırakıp, bunu başka öyküye lokomotif yapmayı tercih mi ettiniz yoksa istemsiz mi oldu?

Gamze Güller: Şu an arkada, çalıştığım ekranda Ayşe’nin hikâyesi var. Bir yandan onu yazıyorum ben. Her gün belli bir bölümünü yavaş yavaş kaleme alıyorum. Ben bu öyküyü ilk olarak İletişim Yayınlarının takvimi için -her yıl çıkarttıkları bir edebiyat takvimi vardı- kaleme almıştım fakat bunu kaleme alırken çokça araştırma yaptım. Ali’nin içinde yaşadığı o gemi, o denizci olma hâliyle ilgili çok araştırma yaptım. Aylarca denizcilik forumlarını takip ettim. “Kuru yük gemilerinin kazan daireleri nasıl olur? Açık denizde neler olur?” Bir sürü bilgi edindim vs. sonra yazmaya başladım ama yazıp bitirirken bir türlü bitiremedim. Sürekli o hikâye sürüyor, orada bir otacı teyzeden bahsediyoruz, bir Ayşe’den bahsediyoruz. Kafamda bunlar büyümeye başladı. Sonra dedim ki kendi kendime; “Gamze dur, bu bir öykü. Bunu bir yerde kesmen lazım. Belki yarın öbür gün sana hâlâ,


Ağustos / 2020

Gamze Güller: Çok eğlenerek yazdım ben o öyküyü, aslında çok trajik bir durum da var arka planda ama bunu böyle trajikomik bir şekilde anlatmak çok eğlenceli oldu. Ben üniversite yıllarımda mizah öyküleri yazar ve yayınlatırdım mizah dergilerinde. O zamanlar -90’lardan bahsediyorum- Avni, Hıbır vs. o tür dergiler çok revaçtaydı. Ben de Avni Dergisi’ne mizah öyküleri yazıyordum. O zamanlardan beri de dönüp mizah yazmışlığım çok fazla yoktu. Ufak tefek denemeler, bazı dergilere minik öykücükler yazıyordum ama öykü kitaplarımdan birine, bu kadar mîzah ağırlıklı bir şey almayı hiç göze alamamıştım. Aslında ben çok ironik bakarım hayata. Her şeyin altındaki komiği de görmeye çalışırım ve bunu dile getiririm yaşarken fakat yazarken bunu yapmak başka bir Zeynep Gür: Çok güzel, yeni bir deneme... şey. Buna kolay kolay cesaret edemiyordum. Yazdığımda Gamze Güller: Zaten beni cezbeden o. Yine aynı şekilde, bu mîzah dozunda olur mu? aynı şeyi yazacaksam ben sıkılıyorum, ben sıkılırsam okur da sıkılır diye düşünüyorum. Bu sefer farklı bir Zeynep Gür: Karşıya geçer mi? şey deniyorum. Kesin konuşmak istemiyorum hiçbir şey için ama beni şu an çok cezbediyor. Tamamlandığında Gamze Güller: Evet. Anlık espri farklı bir şeydir de kâğıt üzerinde birini güldürmek gerçekten en zor işlerden biri. bakalım siz ne düşüneceksiniz? O yüzden ben iyi mîzahçılara çok saygı duyarım çünkü Zeynep Gür: İnşallah onun hakkında da bir röportaj 11

Kültür-Sanat-Edebiyat

yaparız öyleyse. “Durmuş Saatler Dükkânı” kitabınızda “Hayatım Roman” öykünüz var ve burada mizâhi bir dil var, bu mîzahtan yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Sizin öyküleriniz ya da edebiyatın her türündeki kitaplar için, mizâhın önemi nedir sizce? Okura güzel geliyor, okurken keyif veriyor, yazara da keyif veriyor mu?

Ses Dergisi

“Benim bunları anlatmam lazım.” hissi geliyorsa bunu yazarsın.” ve gerçekten geldi. Gitgide kafamda Ayşe ve teyzesi daha belirgin hâle gelmeye başladılar ve yine öykü mü olur, novella mı olur, ne olur hiçbir fikrim olmadan başladım; fakat başladıktan sonra başka bir yol açıldı içeride. Bu sefer başka bir şeyler anlatmaya karar verdim ve büyüdükçe büyüdü. “Durmuş Saatler Dükkânı” ve şimdi yazdığım bu roman -şu an roman diyorum ama bilmiyorum, belki novella olur- paralel yürüyorlardı. Baktım olacak gibi değil, roman çok vakit istiyor, öyküleri öne aldım, onları çalıştım. Öyküleri bitirdikten sonra, ancak şimdi tekrar dönüp bunu çalışmaya başladım. Orada aslında Ali son derece ikincil bir rolde. Asla Ali’yi görmeyeceğiz. Asla Ali’yi bilmeyeceğiz ama Ali’den haber alacağız sadece. Temelde çok önemli bir bağı var. O bağ üzerinden ilerliyorum zaten ama asıl olan orada, o teyze ile Ayşe’nin hikâyesi. Bakalım nereye varacak, nasıl olacak? Onun içine Ali ne kadar dâhil olacak uzaklardan da olsa, göreceğiz; fakat bir şey daha var yerel bir dil kullanıyorum, yerel araştırmalar yapıyorum bu anlatı için.

Sayı 12


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ağustos / 2020

mîzah büyük ciddiyetle yapılacak işlerden biridir. Bu sefer denemek istedim ve anlatırken büyüdü o öykü de; çünkü ben böyle hikâyeler, editör arkadaşlarımdan da çok dinledim. Çok enteresan mektuplar aldıklarını, çok enteresan tiplemelerle karşılaştıklarını biliyorum. Ben de abartayım dedim.“Ne kadar abartabilirim, nereye kadar abartabilirim?” bir görmek istedim. Daha da enteresanı, bu öyküyü okuyanlardan, bana şöyle dönenler oldu; “Aaa ben bunu tanıyorum.” Ya böyle biri yok (gülüyor, güldürüyor) ama gerçekten, “Bu bizim bilmem kim...” Yani öyle enteresan şeyler oluyor ki; “Tam onu anlatmışsın.” Durmadan roman yazıp tamamlayamayan birilerinden bahsedenler oldu, herkese durmadan şikâyet mektupları yazanlardan; çünkü bunlar tabii hayatın içinden insanlar. Böyle insanlar yok değil ama bu kadar abartılılarının olduğunu ben bilmiyordum, ben de şaşırdım yani.

Sayı 12

şöyle düşünürüm ben; “Ben kimim ki birine bir mesaj vereceğim, bir şeyler öğreteceğim, böyle tepeden bakacağım?” (tavırları sözlerini destekler tarzda) Bir öyküde bununla karşılaştığım zaman da beni rahatsız eder. Öyküde de, romanda da, bana böyle bir şey mi öğretmeye çalışıyor? Ben öğreneceğimi kendim öğrenirim satır aralarından, bir yerlere vardırırım zaten ama yazarın doğrudan bana böyle, bir öğretme kaygısıyla, bir şey söylemesi beni rahatsız eder. Bu yüzden asla böyle bir kaygım yok. Zaten edebiyatın da böyle bir misyonu yok. Edebiyat da, sanat da soru sordurur, yanıt vermez. Yani o yanıtlar insanın ya kendinde vardır ya da yoktur ya da kendi araştırır, bu yanıtlara ulaşır bir şekilde düşünerek ama benim görevim ancak soru sordurmaktır. Zaten kahramanların ağzından, hep farklı farklı şeyler söylüyorum. Bir iddia ile sürdürmüyorum. Birbirine karşıt şeyler söylüyorum çünkü bu karşıt fikirler de bizim kafamızın içinde hep var. Yani her konuda bu kadar net, Zeynep Gür: “Durmuş Saatler Dükkânı” eserinizden küçük bu kadar çok şey bilseydik, zaten hayat çok tuhaf olurdu. bir parça okumak istiyorum. O yüzden öyle bir kaygı taşımıyorum. Sadece zaman “Zaman acımasızdır çocuğum. Başa çıkmak için onun zaman düşündüğüm şeyleri tabii ki öykülere geçirigibi olmak gerekir. Boşuna onun önünde koşmaya çalış- yorum. Bunu yapmasam tuhaf olur, bir şekilde yazar mayın, peşinden gitmeyi bilin.” demişsiniz. Çok güzel yazdığına sızıyor, bunu engelleyemezsiniz. satırlar. Burada size şunu sormak istiyorum; öykülerinizde okuyucuya bir mesaj verme gibi bir hedefiniz var mı? Zeynep Gür: Tabii içte olan dışa sızacak. Yazarken veya öykücülükte, yazarın okuyucuya mesaj vermeyi amaçlamasını nasıl buluyorsunuz? Gamze Güller: Muhakkak ama bunlar benim düşündüğüm, kafamda tartıştığım şeyler. Ben, zaman konusu üzerine Gamze Güller: Hiç böyle bir amacım yok çünkü hep çok düşünürüm. Derslerde de çok anlatırım zaman mefhumunu, hep de döngüsel zamandan bahsederim ve 12


Ağustos / 2020

yazı için döngüsel zamanın esas olduğunu anlatırım hep, bu bütüncül zaman üzerinden çok şey üretilebilir çünkü. Yaşarken de böyle, bu zaman ve zamanın hızı meselesi ki o

Zeynep Gür: Evet kesinlikle. Öykülerinizle görünür olmaya karar verdiğinizde, dergilere öyküler gönderdiğinizi söylediniz az önce. Bir dönem Kafasına Göre Dergisi’nde koordinatörlük yaptınız. KE Dergisi’nin yayın ekibindesiniz. Bu ay Şahsiyet Dergisi’nin de Temmuz-Ağustos sayısında öykünüz olacağını gördüm. Gamze Güller: Şahsiyet Dergisi’ne ilk sayısından beri yazıyorum. Hatta bu kitabın pek çok öyküsü ilk Şahsiyet’te yayımlandı. İlk sayılardan beri öykülerim var. Zeynep Gür: Dergilerle hep bir bağı olan bir yazar olarak edebiyat dergilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gamze Güller: Ben ilk bu işe başladığım zamanlarda,

13

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Durunca hayatı görmeye başlıyoruz. Gamze Güller: Evet. Ayrıntıyı görmeye başlamak başka bir şey.

bu kadar çok dergi yoktu. Dergiler biraz üstenci bir bakışla, hep bilinir kişilerin eserlerini yayınlamaya ya da o dergiyi sattıracak ya da o dergiye dikkat çekecek bir takım ürünlerle devam ediyorlardı ve amatör işlere çok az yer veriliyordu. Bu yüzden ben çok uzun süre mücadele etmeme rağmen hiç bir öykümü yayımlatamadım. Bayağı uzun bir mücadele bu, ciddi ciddi bir kaç sene sürdü. Sürekli yolladım hiç ses alamadan. Bazı dergilerden de enteresan yanıtlar aldım. “Önce siz kimsiniz bir öğrenelim bakalım neler yaptınız?”...Yani ne yaptım işte? Daha yazıyorum, yeni yeni görünmeye çalışıyorum. İnşallah basarsanız, benim de özgeçmişe koyacak bir maddem olur bu konuda. Daha tuhaf yanıtlarla da karşılaştım. Bir dergi “Biz çok beğendik öykünüzü yayımlayacağız ama bir sizi tanıyalım” dedi. Başka bir dergi de bana, başka bir öyküm için “Öykünüzü basarız” demişti. Ben de kayda değer hiç bir başarım olmadığı için bunu söyledim; “Filanca dergi de başka bir öykümü şu tarihte basacak.” Bana dergiden şöyle bir yanıt geldi; “E o zaman siz bir yerde görünmeye devam edin.” Ben daha hiç bir yerde görünmemişim ki, yani ben kimim ki bir yerde görüneceğim? “Oradan izlesin sizi okurlarınız.” Hangi okurlar? (Hayret duygusu hissediliyor) Daha yayımlanacak da, belki üç kişi okuyacak. Şimdi bu tavırla, bu bakış açısıyla yürüyen büyük dergilerin tahtı, yeni küçük oluşumlarla, fanzinlerle, internetin yaygınlaşmasıyla biraz sarsıldı. İşte o sarsıldıktan sonra ben çok sevindim ve küçük dergilere destek vermeye başladım. Benden öykü istediklerinde kırmamaya çalıştım. Genç seslerin, yeni oluşumların, kendilerini duyurma çabasını ya da yeni ve amatör işlere bu kadar kucak açmalarını seviyorum. Birlikte var olmaya çalışmalarını çok takdir ediyorum fakat gelin görün ki bunun bir de tabii nicelik, nitelik meselesi ile ilgili bir sıkıntısı var. Evet çok dergi var, bu çok güzel ama ortada çok kötü işler de var. Yani iyi bir editörü olmayan bir dergi, aslında yok gibidir. Yani çok iyi bir göz lazım, bunları iyi bir süzgeçten geçirmek için, elden geçirip düzeltmek için, belli bir çizgiyi korumak için. Diğer türlü, böyle biraz yalpalayan, darmaduman işler ortaya çıkabiliyor. Bir de tabii biraz daha tecrübeli kişiler lazım, bu işlerin belki en azından danışmanlığını yapacak, en azından yol göstericiliğini yapacak. Belki bunlar da olsa, daha da iyi bir yere gider ama bu çok seslilik, çok renklilik bence gelecek vâdediyor. Bir de yeni yayımlanmak isteyenler için de çok büyük bir avantaj.

Ses Dergisi

alıntıda en çok üzerinde durduğum o. Peşinden koşmak, oradaki tam anlamıyla peşinden koşmak değil, sadece onunla yarışmaktan vazgeçmek... Yani olabildiğince sükûnetle etrafa bakacak zaman ayırabilmek... Yani insanın şöyle bir durması... Ondan bahsediyorum; çünkü ben de çok duramayan bir insandım ama ne zaman ki durmayı başardım, hayatım değişti. Biraz belki bunun da etkisiyle kaleme aldım onu.

Sayı 12


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ağustos / 2020

Bir yerlerde görünmeye daha çabuk başlayabiliyorlar; çünkü dergilerde görünmek önemli. Galiba sizin o paylaştığınız postun altında böyle bir soru vardı; “Kabul etmiyorlar görünemiyorum hiç bir yerde” diye yazmıştı birisi değil mi? Çok haklılar, dergilerde görünmek önemli. Neden önemli? Çünkü cidden iyi öykülerle bir yerlerde görünmeye başlarsanız, iyi kötü isminiz bir bilinirlik kazanıyor ve yayınevleri size başka bir gözle bakıyorlar. Yani bazen şunu duyuyoruz biz mesela; “Öykülerinizden sizi tanıyoruz, dosyanız varsa değerlendirmek isteriz.” diye yazara kendiliğinden teklif götüren yayınevleri var. O yüzden dergiler önemli, yarışmalar da önemli. Yarışmalar da şunun için önemli; orada birileri sizin öykünüzü muhakkak okuyacak. Kazanıp kazanmamanız değil, orada görünmeniz, “Cidden ya, bu da iyiymiş, bakayım kimmiş?” demeleri önemli. Bir de bir son tarih var, o son tarihe yetişiyorsunuz ya, o da bir disiplin kazandırıyor. Bir dosya ile katılacaksanız hele, gerçekten kendinize bir çeki düzen veriyorsunuz ve bu tamamlamak için itici bir güç oluyor. O yüzden bu tür şeyleri ben önemsiyorum. Dergiciliği de önemsiyorum ama hep iyi şeylerin içinde yer almaya çalışıyorum olabildiğince, inandığım projelerin içinde olmaya çalışıyorum. Her seferinde bu son diyorum, sonra yine bir şey oluyor, yine kendimi bir derginin içinde buluyorum ama keyifli işler. Zeynep Gür: Ben size okurların sorularını da soracağım ama bir okur olarak önce kendi sorumu sormak istiyorum. (Karşılıklı gülüşmeler) “İçimdeki Kalabalık” kitabınızda, “Dağların Soluğu” öykünüzü okurken, ben şunu düşündüm; sanırım mimar olarak Irak’ta da çalıştınız değil mi? Öykünün ilk kısımlarını okurken, uçaktan inmeden önceki görüntü, uçaktan indikten sonraki yol... “Gamze Hanım acaba bu öyküyü Irak’a gittikten sonra mı yazdı ve oradaki hissiyatlarını mı acaba bu öyküye temel taş yaptı?” diye düşündüm. Gamze Güller: Evet gerçekten çok sık seyahat ettim Irak’a o dönem ve kötü bir zamandı. Cidden hâlâ savaşın devam ettiği zamanlardı. Ailem çok büyük endişeler taşıyordu ve hatta bazı gidişlerimde anneme haber vermedim. Kardeşlerimi organize ettim, “Aman çaktırmayın, ben normal seyahatteymişim gibi yapın.” filan diye, çünkü ödleri patlıyordu. Cidden orada o savaşın bıraktığı izi ya da o savaşın insanların yüzündeki 14

Sayı 12

etkisini gördüm. Bizim yaptığımız iş Süleymaniye’deydi fakat bazen Erbil’e gitmemiz gerekiyordu. Süleymaniye’ye her zaman uçak olmuyordu. Erbil’den gittiğimiz zaman da, dağlardan Süleymaniye’ye geçmemiz gerekiyordu. İşte bu dağları aşarken onların hep fotoğraflarını çektim. Ben bazen anlatmak istediğim şeyi unutmamak için fotoğrafını çekerim. İyi bir fotoğraf olmasına gerek yok, beni tekrar o duyguya sokması yeterli. Orada korkulu günler de geçirdik. Çok huzurlu olamıyorsunuz, çok rahat değilsiniz hiç bir zaman. Şantiye şartları, kaldığınız yerler... Bunu yazmaya o zaman başladım, bu gidiş gelişler sırasında başladım ve tabii ki böyle bir şeyi ne yaşadım, ne duydum, ne tanık oldum; ama o duyguyu oradan aldım. Yine demin siz otel dediniz. Onda da, Moskova’da beş yıldızlı bir otel şantiyesinde 6 ay çalıştım. Onu o şantiyede yazdım. Gerçekten çok lüks bir otel inşa ediyorduk ve ben o inşa edilirken bir yandan orada o öyküyü yazıyordum. Sonra tabii arkadaşlarım biraz korktular. (Öyküdeki olaylara atıfta bulunarak) Neyse ki ben iş bitmeden ayrılıp döndüm Türkiye’ye. Zeynep Gür: Otel patlamadı yani? Gamze Güller: Yok hâlâ da çok güzel çalışıyor. Çok şık, çok


Ağustos / 2020

lüks bir otel. (Karşılıklı gülüşmeler)

Sayı 12

Zeynep Gür: Biz Haziran sayımıza Alice Munro’yu kapak yapmıştık ve onu da sevdiğinizi, okuduğunuzu, takip ettiğinizi başka bir röportajınızdan okudum. Gamze Güller: Evet evet, çok severim. Alice Munro’yu da çok severim. Zeynep Gür: Biz Alice Munro’yu “Öykükadın” olarak tanımladık o sayımızda. Acaba size de, Türkiye’nin öykükadını denebilir mi? Gamze Güller: Yok yok. O kadar büyük şeyler asla diyemeyiz, demeyelim de zaten. Zeynep Gür: Peki önümüzdeki yıllar açısından siz kendinizi nerede görüyorsunuz?

Gamze Güller: Biraz ondan. İntikam yani. İnşaat mühendisi ve mimar arkadaşlarım tabii çok sevdiler o öyküyü. “Evet ya sonunda, biri anlatmalıydı bunu.” dediler. Zeynep Gür: Bazı öykülerinizde gerçekten insanın içi rahat ediyor. Ben Ayten’in duygusunda yaşamıştım onu, “Gel Pisi Pisi” öykünüzde. Katherine Mansfield’ı seviyorsunuz. Gamze Güller: Çok seviyorum, çok çok seviyorum. Wirgina Woolf ’un kıskandığı tek yazar. Hatta o öldüğü zaman çok üzülmüş, “Şimdi kiminle rekabet edeceğim ben?” diye.

15

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Siz o hissiyatla mı patlattınız acaba öykünün sonunda? Benim değilse patlatırım? (Karşılıklı gülüşmeler)

Ses Dergisi

Biz onu hep yaşarız mimar olarak. Müthiş lüks, şaşaalı binalar inşa ederiz. -Özellikle devlet binaları böyledirSonra içeri girmemize izin vermezler. Bir anda böyle dışında kalırsınız. Çocuğunuzu sanki doğurdunuz, hoop elinizden alırlar.

Gamze Güller: Ben yazmaya devam etmek istiyorum, inşallah sağlık engeli olmazsa önümde ve çok olağanüstü bir durum olmazsa -ki bu sözü en son söylediğimizde pandemi ile karşılaştık. (Karşılıklı gülüşmeler) Hayat bu, neyle karşılaşacağımız hiç belli değil ama ben yazmaya devam etmek istiyorum çünkü benim için nefes almak gibi bir şey yazmak. Elimden geldiğince de yazmak isterim ama her zaman aynı çizgide yürüyebilir miyim, her seferinde bir öncekinin üstüne bir şey koyabilir miyim, iniş çıkışlar yaşar mıyım? Bunu bilmiyorum; çünkü, başka yazarların hayatlarını da çok okuyorum, bazen kendi sevdiğim, takip ettiğim yazarlarda da bunu görüyorum. Düşüşler yaşayabiliyorlar, duraklamalar yaşayabiliyorlar. Yani hayatın getirdiği ya da yazmanın getirdiği bir takım tıkanmalar yaşayabiliyorlar. Bunlarla ne zaman, nerede karşılaşacağımız belli olmaz ama bana fikrimi soruyorsanız; evet, ben yazmak için yaşıyorum ve bundan sonra da yazmaya devam ederim diye düşünüyorum ve istiyorum bunu ve aklım yettikçe de elimde kâğıt, kalem olsun isterim. Çünkü başka bir anlamı yok benim için hayatın. Gerçekten çok merkezde duruyor bu. İnşallah bundan sonra da iyi şeyler çıkar ortaya. Hep şu korku var biliyorsunuz; “Acaba bir daha yazamayacak mıyım?” Her yazdığım öyküden sonra bile, bir sonra yazıp yazamayacağımdan endişe ederim ben. “Oldu bitti mi, buraya kadar mıydı, acaba bu son muydu? Belki de başka bir şey çıkmayacak benden...” ama bu da amatör bir heyecan getiriyor işe. Bu heyecanı da kaybetmek istemiyorum ben. Çalışırken


Ağustos / 2020 de her projede yeniden heyecanlanırdım, “Altından kalkabilecek miyim?” diye. Her yeni yazılacak şey de benim için böyle bir proje, bir meydan okuma.

Zeynep Gür: Heyecan olmazsa zaten devamlılık gelmez herhalde değil mi? Gamze Güller: Evet, tabii. Başka türlü olmaz. Bana sürekli meydan okuyan bir şey var orada ve ben onu habire yenmek için onun üstüne doğru gidiyorum ama yenişemiyoruz. (Gülüyoruz)

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Dergi üzerinden bir soru sormak istiyorum bir daha. Yurt dışında bizim gibi Türkçe bir dergi çıkarıyor olsaydınız, neler yapardınız, edebî dergi çizginiz ne olurdu? Gamze Güller: Ben çok hayranlıkla baktım derginize. Haberdar değildim, çok özür dilerim, bu da benim ayıbım. Bilmiyordum maalesef. Zeynep Gür: Estağfurullah yeni bir dergiyiz. Gamze Güller: Gurur duydum. Yabancıların arasında çok Türk var yurtdışında. Orada kendi kültürünüzle ilgili, kendi edebiyatınızla ilgili, bundan kopmamaya çalışarak, böyle bir şey yapıyor olmanız bence çok çok kıymetli. Cidden elinize sağlık. O yüzden önce tebrik etmek istiyorum sizi. Zeynep Gür: Teşekkür ederiz.

Gamze Güller: Şu da bizim ayıbımız, biz mesela niye haberdar değiliz böyle şeylerden, niye destek vermiyoruz ya da veremiyoruz, neden bilmiyoruz? Mesela ben şunu biliyorum; yurt dışında da okuyanlar oluyor kitaplarımı, mesela Amozan’dan satın alabiliyorlar ama çok yoğun bir şekilde ulaşabildiğimiz, temas kurabildiğimiz böyle bir edebî ortam yok. Özellikle bir yazar ajansı ile çalışmıyorsanız, hiç böyle bağlantılarınız yok. O yüzden bence yaptığınız iş çok çok önemli ve çok kıymetli. Şunu yapabilirsiniz belki nâçizane; evet Türkiye’den yazarlara yer veriyorsunuz, yabancı yazarlara yer veriyorsunuz, röportajlara yer veriyorsunuz, Türkiye’den de ürün alabilirsiniz, yalnızca oralarda yaşayanlardan ürün almak yerine, mesela Türkiye’den yazanlardan da ürün almaya açarsanız dergiyi, derginizi takip etmeye başlarlar. Bunu 16

Sayı 12

yapıyor musunuz bilmiyorum? Zeynep Gür: Var var, tabii tabii. Ekibimizde de Türkiye’den yazarlar var. Dergiye yazı gönderenlerden de var Türkiye’den. Zaten bizim bir kısıtlamamız yok. Yazmak isteyen herkes gönderebilir. Sadece yazmak da değil, biz aynı zamanda kültür, sanat,edebiyat dergisiyiz. Başka alanlarda da ürünlerini göndermek isteyenlere açığız ama tabii biliyorsunuz bunlar yavaş işleyen, zaman alan işler. Biz daha 11. sayımızı yeni çıkaracağız. Dolayısıyla yavaş ilerliyor. Duyulmakla beraber geliyor ürünler. Kaliteli ürünler de o şekilde geliyor. Bizim de kalitelileşmemiz zamanla oluyor tabii. Biz hepimiz amatörüz. Amatör ruhlarla devam etmenin güzelliğini yakalamak istiyoruz aslında. Bu heyecanla devam etmek istiyoruz. Gamze Güller: Ben şimdi öğrencilerimi yönlendireceğim size çünkü onlar dergilere öyküler gönderiyorlar. Çalışıyoruz, çalıştığımız öyküleri gönderiyoruz. Mesela ben çok mutlu oldum, böyle bir platform ve Türkiye’den de ürün alıyorsanız, ben seve seve yönlendiririm. Çok iyi şeyler çıkartıyorlar çünkü. Zeynep Gür: Evet inşallah. Evrensel bir dili yakalamak arzumuz. Her düşünceden, dünyaya bakış açısı farklı farklı olan insanlarla bir arada olmak istiyoruz. Herkes kendine yer bulsun istiyoruz dergimizde. Gamze Güller: Harika harika. Ne güzel bir iş yapıyorsunuz. Zeynep Gür: Şimdi bir okurumuzun sorusu var: Sanatınız açısından Ahmet Hamdi Tanpınar sizin için ne ifade ediyor, bu bağlamda onun “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ile sizin “Durmuş Saatler Dükkânı” kitabınız arasında benzerlikler ve farklılıklar var mı? diye sormuş okurumuz. Gamze Güller: Ahmet Hamdi Tanpınar benim çok sevdiğim yazarlardan bir tanesi. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanını da ben kitap kulüplerimde çalıştırıyorum. Ahmet Hamdi’nin yazarlığının Türk edebiyatında çok önemli bir yerde durduğunu ve yeni bir sayfa açtığını düşünüyorum. Daha önce yapılmamış pek çok şeyi yapan, özellikle dile olan hâkimiyeti ile, o kurduğu atmosferle, bir şehri ya da bir kavramı, bir besteyi, bir karakter gibi bir romanın içine yerleştirebilmesiyle, bence çok çok önemli. Gelelim benim kitabımla arasındaki bağa; hiçbir benzerlik yok. (Karşılıklı gülüşmeler) Bir isim benzerliği dışında, yani ikisinin de içinde saat geçmesi dışında, hiçbir benzerlik yok; fakat her nedense


Sayı 12

Ağustos / 2020

herkeste bu çağrışımı uyandırdı. Biz editörümle seçtik bu ismi, öykülerden birinin ismi olduğu için. Hiç aklımıza böyle bir şey gelmemişti. Şaşırdık fakat ikisinde de zaman mefhumu önemli olduğu için, ikisinde de saat sözcüğü geçtiği için olabilir. Zaman konusuna asıl değindiğim öykü biliyorsunuz, en sondaki “Durmuş Saatler Dükkânı” öyküsü ve orada da zamanın döngüselliği var. Ahmet Hamdi Tanpınar belki bütün romanlarında olmasa da “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında.” şiirinde, yine bu döngüsel zamandan bahseder. Bu zaman kavramını ortaya koyar, o günün filozoflarının peşinden giderek. Belki böyle bir benzerlikten bahsedilebilir ama bunun dışında özele indiğimizde, herhangi bir benzerlik yok. Esinlenmedim yani. (Karşılıklı gülüşmeler) Keşke Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazabilsem... Daha ne isterim?

Zeynep Gür: Hayatta karşılığı olan kişiler. Belki, o yüzden insanlara öyle geliyor. Gamze Güller: Belki de... Zeynep Gür: “En Çok Onu Sevdim” kitabınızdan bahsetmişken size şunu sorayım. Orada bir kentsel dönüşümden bahsediyorsunuz. Toplumsal başka sorunları da ele aldığınızı görüyoruz başka öykülerinizde. Hangi dert size bunları yazdırdı? Mimarlığın getirisi olan şeylerden, kentsel dönüşümün bir parçası olmaktan rahatsızlığınız mı sizin mimarlığı bırakıp öykü yazarlığına yoğunlaşmanıza sebep oldu? Gamze Güller: Aslında mimarlığı bırakmamın ya da artık yapmak istemememin sebebi bu değil çünkü ben zaten projeci değildim. O projeleri yapanların böyle dertleri olabilir ama ben o projelerin sahada 17

Kültür-Sanat-Edebiyat

Gamze Güller: Tamamen kurgusal. Karakterlerin hepsi tamamen kurgusal aslına bakarsanız fakat siz kurgu bir karakter yaratırken, muhakkak gördüğünüz, bildiğiniz, tanıdığınız insanlardan bir şeyleri ona katıyorsunuz, kendinizden bir şeyleri de katıyorsunuz, ortaya böyle karma bir ürün çıkıyor. Gerçek hayatta olmayan, yaşamayan insanlar ortaya çıkıyor. Az önce bahsettiğim gibi, “Hayatım Roman”da tamamen kurguladım karakteri, sonra “Ben bu insanı tanıyorum.” diye beni arayanlar oldu. (Karşılıklı gülüşmeler) Tabii ki kurgu. Şuna da karşıyım ben; bir insanı alıp onu olduğu gibi aktarmak, ondan bahsetmek, eğer bunu belirterek yapmıyorsanız zaten edebî olarak etik değil. Kimseyi karalamak için ya da eleştirmek için veya yüceltmek için bir şey yazılmasını da çok hoş bulmuyorum. O yüzden, bu benzerlikler tesadüfî; ama etrafımızda o kadar enteresan insan tiplemeleri var ki esinlenmemeniz mümkün değil. Bazen esinlendiğinizi fark etmiyorsunuz bile üstelik. Kafanızın içinde zaten kurguladığınız o karaktere, o öykü kişisine, bu özellikler yakışır diye bir liste var. Birilerinden toplanmış gelmiş bir liste oluyor ama öyle birebir bir aktarım, bir şey yok. Ben bu soruyla, “En Çok Onu Sevdim” kitabımda sık karşılaştım. Bir söyleşi sırasında bir okur beni çok şaşırttı.

Ses Dergisi

Zeynep Gür: Yolunuz açık olsun. Yine bir okur sorusu: Öykülerinizdeki karakterler genel olarak gerçek hayatta karşılaştığınız insanlar mı, yoksa kurgusal karakterler mi? -Yine burada “Dağların Soluğu”na bir kapı açılmış- Örneğin “Dağların Soluğu” öykünüzdeki Mehmet tamamen kurgusal mı?

“Kendinizi yazdınız değil mi?” dedi. “Yok, kendimi yazmadım.” dedim ama bana bu yazdıklarımın içinde en çok kime benziyorum diye sorarsanız; evet, en çok Asuman’a benziyorum. Orada benden çok şey var, benim düşüncemden, hissiyatımdan. Ben de bu kentsel dönüşüm işine çok sinirleniyorum, ortalığın talan edilmesine sinirleniyorum, şehirlerin içinin boşaltılmasına, eskinin harap edilmesine... Bana en yakın olan o ama elbette Asuman gibi yaşamıyorum. “Ben sizi hep, aynı öyle bir eski Ankara evinde, üstünüzde mavi bir sabahlıkla yazarken hayal ediyorum.” dedi (okur). “Yok, ben üstelik orada yazdığımın tam tersi, bir site dairesinde yaşıyorum çünkü güvenliği var. Benim için de önemli bu.” dedim. (Karşılıklı gülüşmeler) Ne bileyim “Ben şortla yazıyorum. Ben bilmem nerede çalışıyorum.” dedim. “Yok, şu an bütün hayallerim yıkıldı. Benim için siz Asuman’sınız.” dedi. Şimdi böyle bir özdeşlik kurmak, tabii okur için çok kolaycı bir bakış açısı. Belki biz de yapıyoruz bunu okurken ama ben ilk defa karşılaştım. Hatta biraz ürktüm açıkçası. Böyle “Aman ben size dokunuyorum şimdi.” filan diye heyecanlananlar oldu. Çünkü çok etkileyici geldi o kitap kimilerine ama ne ben Asuman’ım, ne işte o Mehmet gerçek, ne de diğer öykülerdekiler. Hiç biri gerçek insanlar değiller ama ne mutlu ki gerçekmiş izlenimi yaratmışlar. Bu güzel yani.


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ağustos / 2020 doğru yapılmasını denetleyen kişiydim. Bir de ben Türkiye’de hemen hemen hiç çalışmadım. Çalıştığım yerler bir elin parmaklarını geçmez. Hep yurtdışındaki projelerde çalıştım. O yüzden bu kentsel dönüşüm meselesi benim ayrıca bir yaram. Bundan 10-15 yıl önce gittiğim bir mekânı yerinde bulamıyor olmak, çocukluğumda yaşadığım hiç bir şeyin izinin bu şehirde kalmamış olması -büyük şehirler için özellikle söylüyorum- alışageldiğim bir mekânı bir daha gittiğimde bir otopark olarak görmek -yani bir otopark, bir bina bile değil.- Doğduğum ev yok, büyüdüğüm ev yok. Yani bütün bunlar beni o kadar çok üzüyordu ki bu yüzden bunu anlatmak istedim. Bir de mekânlar ve nesnelerle enteresan bir ilişkim var. Tabii ki Asuman gibi patolojik bir ilişki değil. Daha ziyade yaşadığım yerleri severim, benimserim. Ailemden kalma çok fazla nesne ve eşya var. Zaten kitabın başında da söylüyorum “Buradaki bütün nesneler gerçek.”

Zeynep Gür: Evet kitabınızda o giriş beni çok etkilemişti. Kişiler gidebilir hayatımızdan ama nesneler kalıyor. Gamze Güller: Çünkü o yaşanmışlıklarla bana kalmış, bana devrolmuş eşyalar bunlar. Anneannemden bana kalan çok şey var, babaannemden kalan şeyler var. Babamı kaybettim söylemiştim. Babamın pek çok eşyası bende. Biraz sıkışık bir yerde yaşıyorum o yüzden, tabii bu kadar şeyi tutmaya gayret etmek biraz zor oluyor fakat ben bu mânevi bağı kolay kolay kopartamıyorum. İnsanların da bu konuda bu kadar duyarsız olması beni rahatsız ediyor. Şöyle bir akım var: Japonlar gibi yüz eşyanız varsa, bir tane alıyorsanız, bir tanesini atın. Eskilerinizden kurtulun, tavan arasındaki eşyalardan kurtulun. Sürekli olarak bir atma, atın, kurtulun, hafifleyin. Ben atıp kurtularak hafifleyeceğimizi değil, sığlaşacağımızı düşünüyorum. Elbette gereksiz kıyafetleri tutmaktan eski mutfak eşyalarını dolaplara doldurmaktan bahsetmiyorum. Zihnimizi de boşaltalım, dolaplarımızı da boşaltalım, evimizi boşaltalım. Tamam da bize ne kalacak? Yani neyle bağ kuracağız? Eee insanlardan da kurtulalım. Bitti, hiçbir şey kalmadı bize. Biraz bunu da önemsediğim için buna da serzenişti o kitapta anlattıklarım. Yani bir geçmiş güzellemesi, bir nostaljik güzelleme değil. Tabii ki her şey yenilenecek, her şey değişecek, modern bir hâle gelecek ama... Mesela kitaplarda Berlin’i görüyoruz savaştan önceki hâlini, savaştan sonraki 18

Sayı 12 hâlini. Yeniden yapmışlar ama bir taşın yerini değiştirmeden. Yurt dışında bir yere gittiğinizde daha önce kahve içtiğiniz bir yeri seneler sonra yine buluyorsunuz. Benim anneannem yurt dışında bir yere gideceğim zaman “Aaa bak bilmem nerede bir dükkân var, orada çok güzel bilmem ne var mutlaka ye” derdi. 50 sene önce gitmiş. Ben derdim ki “anneanne nasıl kalsın o yer?” ama giderdim elimle koymuş gibi bulurdum. Yani bu geçmişe sahip çıkmak, kültürü ile bağını kurmak, kendi özelinde yaşanmışlıkla bağını koparmamak insanı ve toplumu zenginleştirir. Bunları biz kestikçe köksüzleşiyoruz.

Zeynep Gür: Kesinlikle. Geleceğe adım atarken de boşluğa adım atıyoruz ve yıkım yaşıyoruz. Gamze Güller: O yüzden bu beni hep rahatsız ediyordu ve bunu anlatmak istiyordum. Sonradan aldığım şeyleri de önemserim. Çünkü istemişim, sevmişim bana bir şey ifade etmiş ki almışım. Zamanla benim bir parçam hâline geliyor. Bu nesneleri insanlardan fazla önemsemek değil tabii ama bunları anlatmak istedim. Hem kentsel dönüşüm özelinde, şehir özelinde, hem de o evin içine girerek nesneler özelinde bundan bahsetmek istedim. Bunun mimarlık ile elbette ilgisi var ama ben mimarlık okumadan önce de benim için böyleydi ya da artık mimarlık yapmıyorum hâlâ böyle. Çirkinlikler beni rahatsız ediyor, daha doğrusu gözüm çirkinliklere alışmıyor. Alışmasın diye de uğraşıyorum. Zeynep Gür: Öyleyse bir tane daha okur sorusu gelsin. Büyük yayınevlerinin amatör yazarlara karşı tereddütlerini kırmak için ne yapmalı sizce? Ben yıllardır bu handikabı yaşıyorum, demiş okurumuz. Gamze Güller: Büyük yayınevlerinin tabii ki yerleşik daha parlak, daha usta, daha iyi yazarları var. Hatta bunlardan para kazanıyorlar aslında fakat hemen hemen her yayınevi genç ve amatör yazarlara da kapılarını açıyor. Genellikle birinden kazanıp, birine yatırım yapıyorlar. Benim ilk kitabım “İçimdeki Kalabalık” büyük bir yayınevinden çıktı. O zaman “Turkuaz” çok önemli, iyi bir yayıneviydi. İlknur Özdemir vardı başında da. Daha önceki ismi ile de Merkez Kitapları. Mesela ben çok amatördüm, ilk yazdığım şeylerdi. Şimdi de görüyorum dönüp baktığımda bazı amatörlüklerimi. “Şimdi olsam böyle mi yazardım?” diye düşündüğüm şeyler var ama o gün için doğrusu oydu ve büyük bir yayınevi basmayı kabul etti. Şu an içinde bulunduğum İletişim Yayınları’ndan örnek verebilirim. Yenilere her zaman kapıları açık. İyi bir şey gönderiyorsanız muhakkak basıyorlar. Yoksa illa usta


Ağustos / 2020

Zeynep Gür: “Kitap çıkarmak için hangi yöntemleri Zeynep Gür: Belki eşine dostuna değil de edebî bir bakış denediniz. Elinizden tutanınız oldu mu?” demiş başka bir açısı olan birine okutmak faydalı olabilir değil mi? Doğru okurumuz. okutma bu. Gamze Güller: Evet oldu. Cemil Kavukçu. Eksik olmasın Gamze Güller: Kesinlikle. Ben öğrencilerime de hep aynı fakat o olmasaydı ne yapardım? Az önce soran arkadaş şeyleri söylerim. Özellikle yeni yazmaya başladıklarında, gibi, pek çok yayınevinin kapısını o dosya ile çalardım. lütfen kimseye vermeyin okutmayın çünkü kocasına Cemil Kavukçu benim için bir şanstı ama ben zaten okutur, karısına okutur çocuklarına, arkadaşlarına tamamlanmışa yakın bir dosya ile ona ulaştım. Ondan filan… İki türlü de kötü; ya çok överler ya çok yererler. dersler alırken “Benim böyle bir dosyam var ne tavsiye İkisi de yanlıştır. Yapıcı eleştiri bu işin erbabından gelince edersiniz?” diye ona sorma şansım oldu. O da “Bu faydası olur. Her yere de yollamasınlar kitaplarını. Bazen tamam, buna daha fazla yapılması gereken bir şey yok, kitap bastırmak için acele etmemek lazım. Bu yanlış basılması lazım.” deyip beni yönlendirdi. Bu tabii çok olabiliyor. Basılı kitap arkada iz bırakıyor. Bir daha onu büyük bir avantaj. Tabii ki küçük yerlerde veya Türkiye değiştiremezsin. Ah vah edip pişman olmamak lazım. dışında birilerine ulaşmak çok daha zor, farkındayım. Biz Ankara’da bile İstanbul’a göre çok şanssızız. İstanbul Zeynep Gür: Bir başka okurumuzun sorusu şöyle: bu anlamda herkesin birbiriyle dirsek temasında Öykülerinizi yazmak için özel bir zaman diliminiz var bulunduğu, birbirine ulaşabildiği yer. Ankara’da da bizim mı özel bir defteriniz, kaleminiz var mı? o kadar ulaşma şansımız olmuyor ama... Göndermekten yılmamak lazım. Öncesinde dergilerde, yarışmalarda Gamze Güller: Artık bilgisayarda yazıyorum o kalem görünmek bence bu işin en önemli adımı. Ben “İçimdeki eskilerde kaldı ama not tutuyorum tabii. Yanımda Kalabalık” kitabından önce ödüller almıştım. Dergilerde hep bir defter kâğıt kalem oluyor, aklıma gelenleri not düzenli görülmeye başlamıştı öykülerim. İyi kötü bir ediyorum. Ama bilgisayar o kadar kolaylık getirdi ki hız yerlerde isim olarak benden haberdarlardı. Yepyeni, sıfır 19

Kültür-Sanat-Edebiyat

konusunda, artık doğrudan bilgisayarda yazıyorum. Ben sabahları çalışırım. Sabah çok erken kalkıyorum. Kafam herhangi bir şeyle bulanmadan; haber okumadan, telefon çalmadan, sosyal medyaya girip bir şeye bakmadan, kafam çok netken, kahvaltımı yapıp masada çalışmaya oturuyorum. Mekân olarak ben salonda çalışıyorum. Evim tamamen bir çalışma alanı, her odam kütüphane... O yüzden salondaki yemek masası çalışma masam. Şu anda da oradayım zaten. Yazıcım burada, kitaplarım burada. Evin en büyük alanında çalışıyorum. Küçük bir yerde niye çalışayım ki. Eskiden her yerde yazabiliyordum ama artık evimde masamda olmak istiyorum. İlla sessizlik olsun istiyorum. Elimde kahvem olsun istiyorum ve sabahları çalışıyorum. Öğlen 2’den 3’den sonra pilim bitmeye başlıyor yaratıcılık anlamında. Sıcağı da sevmem zaten sabahın serinliği de iyi geliyor bana. Yavaş yavaş modum düşüyor. Öğleden sonra genelde bir şeyler okuyarak, izleyerek geçiriyorum ya da dışarı çıkacaksam, dışarı çıkıyorum. O yüzden benim en verimli zamanım sabahları. Eskiden gece de yazardım ama gençken. (gülüşmeler) Artık gece dayanamıyorum. Pijamamı giyip yatmak istiyorum.

Ses Dergisi

olsun, bir yerlerde görülmüş olsun gibi bir kaygıları yok. Tamamen esere odaklılar bu anlamda. Israrcı olmak gerekiyor. Bu ekonomik krizde, kâğıt krizinde bütün yayınevleri bastıkları kitap sayısını azalttı. Benim “Durmuş Saatler Dükkânı” kitabım bir yıl sıra bekledi. Bakın ben oranın yazarıyım ona rağmen bir yıl sıradaki işleri bekledim. Bunlardan bazıları yenilerdi. Demediler ki “Bunlar yeniler, basmayalım da, sen eskisin seninkini basalım.” Böyle bir şey yok ama yeni başlayanlar için kitap basmak ne kadar zor biliyorum, farkındayım ama ısrarcı olacaklar. Bir de şu var gönderdiğiniz eser basılmaya değer mi, o kadar iyi mi? Yazdıklarımızı birilerine okutarak görüş almakta fayda var. Kendimiz yazdığımız için hangi duygu ile yazıldığını bildiğimiz için hataları göremeyebiliyoruz. Çok yerden reddedildi ise belki oturup biraz daha çalışmak gerekebilir. Bir de iyi yayınevleri gerekçe ile reddediyorlar. Orada ne dediler, hangi gerekçeyle reddettiler bu önemli. “Yayın programımız dolu olduğu için” dediler ise bir şey diyemem. Ben İletişim Yayınları’nın eleştirel bir gözle reddediş sebeplerini yazdıklarını biliyorum. Bunlar da önemli tavsiyeler olabilir. Biliyorum zor. Yolları açık olsun.

Sayı 12


Ağustos / 2020 kilometre olarak çıkmadım karşılarına ama bunu başaranlar da var. Ben böyle yaptım diye illa böyle olacak diye bir şey yok. İlk dosyasıyla hemen kabul edilip çok ilgi gören, çok genç yazarlar da var. Bir de yayın çizgisi önemli. Yazdıklarınız ile yayınevinin bastıkları arasında bir paralellik var ise şansınız her zaman daha yüksek. Yani o yayınevini iyi takip edeceksiniz. Dergiler konusunda da öyledir. O dergi neler basıyor kimleri basıyor. Benim yazdığım oraya uygun mu? İyi görünür mü? Bunu da çok iyi seçmek lazım. Her yere yollamak değil yani.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Kitaplarınızı incelediğimizde kadınlara çokça yer verdiğiniz görüyoruz. Kadınları önemsiyorsunuz. Bir röportajınızda kadın yazarları da çok önemsediğinizi söylüyorsunuz. Bize bu konudan biraz bahseder misiniz? Gamze Güller: Yazarlığı bir kenara koyuyorum önce. Kadınların, hayatın her alanında şanssız olduğunu düşünüyorum. Hangi mesleği yaparsanız yapın hep geri plandasınız. Ben çalışırken de bunu çok yaşadım. Hep “Elinin hamuruyla inşaat işinde” dediler. Şantiyelerde, ofislerde hep tek kadındım. Seyahatte tek kadın, uçakta tek kadın tuhaf tuhaf ülkelere giderken. Bir erkekle aynı parayı almak ve aynı itibarı görmek için sizin 2-3 katı çaba sarf etmeniz gerekir. Daha çalışkan olabilirsiniz daha akıllı, daha bilgili, daha deneyimli olabilirsiniz. Yine de aynı parayı alamazsınız. Her zaman biri terfi ettirilecekse, sizden daha kötü durumda olsa bile erkek terfi ettirilir. İnşaat sektöründe yıllarca bunun mücadelesini verdim. Sonra edebiyatta da benzer şeyler olduğunu görünce biraz sinirlerim bozuldu. Ben zannediyordum ki bu inşaat sektöründe olduğum için böyle. En kabası da burasıdır herhalde diyordum. Hayır, hiçbir farkı yok. Yine bazı klikler var, bazı erkek cemiyetleri var edebiyatta da. Önemsenen şeyler, parlatmalar, öne çıkarmalar... Hep bunlar üzerinden yürüyor. Bunu görünce biz okumuş meslek sahibi olmuş kişiler olarak bunları yaşıyorsak; bir de başka türlü çalışmak zorunda kalan, örneğin evlere temizliğe giden, hizmet işi yapmak zorunda kalan veyahut ev kadını olarak hayatına devam etmek zorunda kalıp, elinde bir kuruş parası olmayan kadınların neler yaşayabileceğini gün geçtikçe daha iyi anladım; çünkü insan kendi hayat gailesinin içinde bunun farkına varamayabiliyor, 20

Sayı 12 ancak karşılaştıkça görüyorsunuz. Bu yüzden bunu anlatmak istedim. Ben kadına şiddet konusunun yalnızca fiziksel şiddetten ibaret olduğunu düşünmüyorum. Bir kadının toplumsal, sosyal her anlamda şiddete uğradığını düşünüyorum. Buna belki feminist bir bakış açısı diyebiliriz ama hep eşit görülebileceğimiz bir ortam istiyoruz, eşit haklara sahip olmak, eşit fırsatlara ulaşmak istiyoruz. Öncelenmek ya da avantaj sahibi olmak anlamında değil bu, yalnızca eşit haklara sahip olmak... ve bunu anlatmak istedim. Eril dil de benim çok rahatsız olduğum konulardan biri. Biz kadınlar olarak da bu eril dilin tuzaklarına düşüyoruz. Erkek gibi anlatmaya, erkek gibi konuşmaya, kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Şantiyelerde de çalıştım böyle insanlarla. Tacize uğramamak için erkeksi tavırlar içinde, erkeksi kıyafetler içinde, erkek gibi küfür ederek çalışan kadınlar var. Bu kadınlar isteyerek bu hâle gelmiyor. Ortam onları bu hale getiriyor. O yüzden kadın olarak da işinizi yapabileceğiniz, kendinizi ifade edebileceğiniz bir takım ortamlar sunulması gerek. Bu yüzden kadınlar meselesi benim için önemli. İlk 3 kitapta da yeri geldikçe bundan epeyce bahsettim ancak “Durmuş Saatler Dükkânı”nda daha çok erkekler üzerinden anlatıyorum hikâyeleri ama erkekleri çok da yücelten bir tavırla yapmıyorum.

Zeynep Gür: (Gülüyoruz) Şımarmasınlar. Gamze Güller: Herkesin kusuru var, kusurlu kadınlar, kusurlu erkekler olduğu gibi bunların iyileri de var ama biz maalesef çok haksızlığa uğruyoruz. O yüzden bunun her fırsatta altını çizmek istiyorum. Diyorum ya ben konu olarak kadına şiddeti anlatmıyorum. Yazım türü olarak ya da yol olarak bunu seçenler, bunu çok güzel ifade edenler var. Kadınların uğradıkları haksızlıklar üzerine yazanlar var. Ben hayatın daha incelikli alanlarındaki şanssızlıklardan bahsetmeye çalışıyorum. Zeynep Gür: Bunu yaparken de durum öyküleri yazmayı tercih ediyorsunuz. Tercih sebebinizi sorabilir miyim? Neden olay öyküsü değil de durum öyküsü? Gamze Güller: Ben durum öyküsü üzerinden duygunun ve etkinin daha iyi ortaya çıkacağını düşünürüm çünkü olay kurgulamak kolaydır fakat iz bırakmaz. Şöyle düşünün: Hollywood sineması çoğunlukla olay örgüleri üzerinden kurgulanır, çok heyecanlıdır, seyrederken nefes nefese kalırsınız. Film biter, sizde tek bir şey kalmaz. Avrupa sinemasına dönün bakın. Aynı öykü gibidir. Sonunda bazen ne


Sayı 12

Ağustos / 2020

Zeynep Gür: Umarım çok daha fazla nitelikli okura, ulaşmak istediğiniz kitleye ulaşırsınız. Yeni kitap çalışmanızda başarılar diliyorum. Kitabınız çıktığında onu da sizinle konuşmayı ümit ediyorum. Gamze Güller: Öyle olmasını diliyorum. Sizin de derginizin yolu açık olsun. Ben bugünden sonra elimden geldiğince duyurmaya destek olmaya çalışırım. Zeynep Gür: Teşekkürler. Gamze Güller: Ben teşekkür ederim.

Ses Dergisi

olduğunu bile anlamazsınız ama sizi can evinizden vurur ve o etki günlerce geçmek bilmez çünkü biz yaşarken de çok olaylı hayatlar yaşamıyoruz ama sürekli bir takım duyguların içinde kalıyoruz. Bazı aydınlanmalar, kırılmalar, bazı keşifler yaşıyoruz. Küçük küçük şeyler bunlar ama bizi biz yapan şeyler. Yola çıktığımda başıma olağanüstü şeyler gelmiyor. Bindiğim otobüs kaçırılmıyor. Önümde biri vurulmuyor ama orada bir dilenci görüyorum, öbür tarafta bir Suriyeli görüyorum. Diğer tarafta bir kadının yaşadığı çileyi görüyorum. Benim aklıma bir şey geliyor, bende bir şey uyanıyor. Ben bunları anlatmayı tercih ediyorum. Öyle anlatarak da okura daha yakın durabileceğimi düşünüyorum. Onda daha çok iz bırakabileceğimi, kalbine daha çok ulaşabileceğimi ya da yazdıklarımın onda yol alabileceğini düşünüyorum. Okurken de durum öyküsü severim ben. Bir şeyi doğrudan söylemeyen, o hissi uyandıran ama bana da doğrudan “Bunu hisset” demeyen öyküleri severim. O yüzden de böyle yazmaya gayret ediyorum.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür: Okurken insan kendini öykünün içinde buluyor. Sonunda da “Ee şimdi ne oldu?” diyor. (Gülüşmeler) Öyküyü beklenmedik bir şekilde bitiriyorsunuz ama öyküyü devam ettirme gücünü bize bırakıyorsunuz. Gamze Güller: Evet okurun katılımını istiyorum. Zaten öykü okuru tembel okur değildir. roman okuru tembel okurdur. Her şey verilir, tatlı tatlı okur. Bir şey düşünmesine gerek kalmaz. Tabii her roman için konuşmuyorum ama genel olarak öyle ama öyküde muhakkak dâhil olmak zorundasınız. Kafayı vermek zorundasınız. Yazarla birlikte orada düşünüp o sona gitmek zorundasınız. Bir de herkesin kendi sonunu yazabilmesini seviyorum. Bunun da öyküyü çoğalttığını düşünüyorum. Herkeste farklı bir iz bırakacak farklı bir yere varacak. Bazen söylüyorlar “Şöyle şöyle oldu sonunda değil mi?” Ben de “Bilmiyorum sence nasıl olduysa, öyle oldu” diyorum. Bence diye bir şey yok, ben orada bıraktım daha fazlasını düşünmedim diyorum Zeynep Gür: Çok güzel bir yöntem gerçekten. Gamze hanım çok teşekkür ederim. Sizinle röportaj yapmak çok keyifliydi benim için. Umarım sizin için de öyle olmuştur Gamze Güller: Ben de sizi tanıdığıma çok mutlu oldum. Çok keyif aldım. Bu güzel sorular için de çok teşekkür ederim. Kendimi ifade etme fırsatı verdiniz bana. 21


Ağustos / 2020

Sayı 12

Beş Yazar Bir Hikaye

AJAN 1995 Leyla ile Mecnun : -Sık gelir misiniz buraya?

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

-Evet. Her gün gelirim. Aynı banka oturur, dinlerim. -Neyi? -Bazen kafamı. Bazen denizi, martıları. Bazen de Neşet Ertaş’ı.. (Leyla ile Mecnun-Burak Aksak) O yüzden hani gölge etmesen diyorum. Şu an kafamı dinliyorum. -Gölge derken anlayamadım ? -Gölge yaa. Güneş var hani, güneşi bilirsin heralde? Hah işte, önüne biri geçince kesilir. Adapazarı gibi düşün yani, araya girer. Bildin mi? Kapiş?? -Aaa sessizlik diyorsunuz... Anladım galiba evet. -Hah gözüm şükür yaa... -Ümit’ti değil mi? -Adımı nerden biliyorsun? -Ben de Nuri. Aslında bu banka, evde sessizlikten sıkılıp geldim Ümit. Belki sahilde birini görür biraz konuşurum demiştim. Kedimin de yanlışlıkla mama kutusunu karıştırınca oda öldü. Tek kaldım evde. Hiç gölge yok. Evde tek başına duvarlarla konuşmakta eskisi kadar heyecanlı gelmiyor artık. -Duvarlar? Ya sen ne ilginç bi tipsin?

22

İyi peki hadi anlat bakalım. Bak bugün iyi günümdeyim haa. Kafamı dinlemeye ayırdığım gün seni dinliyorum. Anlat bakalım. Kimsin sen? Nedir hikayen? (Snm) -Anadan öksüzüm, yüzüm gülmedi be dostum. Aktı gözyaşlarım kimse silmedi. O vefasız kıymetimi bilmedi. -Off naptın be kardeşim, ne biçim kendini anlatmak bu? Hay benimde bu kafa dinleme şansıma... Denk gele gele dertli birine çattık iyi mi? -Yok be yaa atarlanma hemen. Sen “Neşet dinlerim.” derken havasındaymışsın işin... Neşet babadan bir türkü yaktım sana, denize karşı cigara niyetine. İnsanoğlu işte beğendiremezsin birşey. Şimdi bu sözleri oynak bir havada söylesem, sahilde seninle karşılıklı çiftetelli oynuyorduk. Hüzünlü bir biçimde söyleyince mi kötü olduk yani?


Sayı 12

Ağustos / 2020 -İyi iyi bir şey demedik. Anlat hadi kimsin sen? (Mavi)

-Evet tam da o işte...

-Ajanım ben!

-Bizim bahçeye dadanan bir kedi vardı, son günlerde görmüyorum, aynı kedi olamaz değil mi?

-Hah haaaa! Tabii ya, şu simitçi de sizden, şu midyeci de, değil mi?

-Hey dostum! Ayağını kaldır üstüne bastın. Ajan 1995 işte, üzerinde böcek vardı.

-Midyeci amirimiz, çaktırma!

-Böcek derken? Pire gibi mi?

-Ya arkadaş çattık ya, akıllısı beni bulmaz zaten...

-Hayır yahu böcek böcek, dinleme aracı!

-Kediye çip takmıştık. -Hangi kediye? -Yanlışlıkla öldürdüğüm kediye, “Ajan 1995”...

-Kediye diyorum, çip takmıştık, gizli görevdeydi, adı Ajan 1995’ti.

-Muğladaydım 95 yazında çok güzel bir tatil geçirmiştim, ondan adı Ajan 1995. Neyse bırak şimdi bunları, bir gün tam suçluyu enselemek üzereyken kedi öldü... -Yaaa tabii tabii, cenaze neredeydi Karacaahmet’te mi, Zincirlikuyu’da mı? -Sefaköy’deydi. -Anlamadım?! -Dikkat çekmek istemedik, cenazeye üst düzey ajanlar katıldı, sessiz ve gözlerden uzak bir tören olsun istedik. Ajan 1995’in teşkilat içindeki önemi büyüktü.

-Çattık ya. Adam deli mi ne? Ajan majan deyip duruyor. Hayır ajan olsa sen mi olursun? Tipine bak ya. Sen olsan olsan kırmızı banyo havlusu olursun. -Bana mı söyleniyorsun sen? -Hıaa sana. -Seninle tekrar görüşeceğiz demiştim. -Deli misin be adam? Bıraksana peşimi! -Bırakmam, daha Ajan 1995’in senin evinde ne işi var onu anlatmadım. -Ne 95’i ya hu CIA misin sen? -Biz gizli bir örgütlenmeyiz. Dünya çapındaki tüm gizli servisler bize çalışır. -Hadi ya ciddi mi?

-Ah canım! Basın peşinizdeydi zaten dimi(!)

-Evet adımız MIT.

-Evet, ama onları Küçükçekmece’deki kavşakta atlatmayı başardık.

-MIT mi? O Türkiye’nin değil mi?

-Kimi atlattınız? - Gazetecileri... Hepimizin yakasında turuncu renkli Ajan 1995’in resmi vardı. -Turuncu mu? Hani şu Garfield’e benzeyen?

-Hayır bizimkinin adı. -Yaa açılımı neymiş? -Mahalle İstihbarat Teşkilatı! (SS) -Bana baksana sen. Yok CIA’miş, yok MIT’miş. Sen akıl 23

Kültür-Sanat-Edebiyat

- B a ş k a isim bulamadınız mı?

-Kaç bakalım, nereye kadar kaçacaksın? Nasılsa daha çok görüşeceğiz...! (Y.T)

Ses Dergisi

-O ne be? Ne çipi, ne kedisi?

-Sen çok fazla film izliyorsun ahbap, Behlül kaçar. Mümkünse görüşmeyelim.


Ağustos / 2020

hastanesinden kaçmadın değil mi?

-Heh bende bekliyordum ne zaman yaftalayacaksın beni deli diye? Neşet baba derken iyiydi. İş bizim Turuncu’ya gelince mi aramız bozuldu? -Turuncu neydi? Amannn kafamı iyice karıştırdın. Senin 95’lik kedi miydi neydi o? Sen ne içiyorsun birader? Biraz bana da versene aynısından? -Yok sana veremem. Bu bizim iç güçlere özel. Hem ne bileyim senin dış güçlerden olmadığını? -La havleee

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

-Aha bak Arapça’da biliyorsun. Açık söylesene sen kime çalışıyorsun? -Kendime! Ben ekipçe çalışamam. Kendi düzenimi kendim kurdum. Oradan yürütüyorum işlerimi. Ayağını denk al! Gerçi senin 95 ötmüştür sana nalları dikmeden önce neler neler yaptığımı. Anlatmadan mı göç etti öbür tarafa yoksa? (Mavi) -Anlattı tabi kaçar mı hiç? Ben az çok biliyorum senin derdini. Senin bir sevgilin var, kavuşamıyorsunuz. Ondan bu kıyıya vurmalar, dalga seslerine sığınmalar, Neşet Baba’ya sarılmalar. Elinden gelse bu denizi hüüüp diye içeceksin içinin yangını soğusun diye ama soğumaaaaz. “Aşk adamı vurur, döner döner vurur” diyordu Kuşçu. -Hey Allahım bir de Kuşçu çıktı. Kuşçu kim yaa? Hem sen nerden biliyorsun bütün bunları? Müneccimlerle mi haşır neşirsin, üç harflilerle mi? Yok yok dur buldum. Aptala malum olur derler. Hahaha evet bu daha uygun oldu, malum olmuş sana da. -Sen Kuşçu’yu bile tanıma, sonra senin hakkında bu kadar şey bilip ben aptal olayım? Olsun, ben alışığım zaten. İnsanlar farklı birini gördüklerinde ya deli, ya aptal, hemen yapıştırırlar damgayı. Oysa biz deli değiliz, onlar fazla akıllı. Keşke akılları yerine, biraz kalpleri olsa. Dünya daha güzel bir yer olurdu. Neyse... Bu arada o aptal değil abdal. Benim 95 bile bilirdi bunu. Bana diyorsun ama asıl sen uçmuşsun birader hı? -Uçtum uçtum da birazdan kimin tepesine göçücem bende bilmiyorum. Töbe töbeee... Kardeş, sen şurdan karşıya geç çarpılmadan, düz devam et, köşedeki eczaneden sola dön, git bak bakalım ben orada mıyım, hadi bir zahmet koçum be...!

24

Sayı 12 -Kuşçu’yu da anlayamadı kimse, deli mi, ajan mı? Amma veliydi o veli. Sen de beni anlayamadın değil mi? Ben senin iç sesin gibiyim, üzgünüm ama artık hep beraberiz. Birbirimize yoldaşlık ederiz hem fena mı? Bak şimdi sana Neşet Baba’dan, aklından geçen türküyü söyleyeceğim, dur; -Allahımmmmm sana geliyorum!!! - “Bir yaratmış allah tüm insanları, Ayrılık insanın sözünden olur. Ayrı görme gel şu insanoğlunu, Her niyet kişinin özünden olur. Güneşi bir kuvvet karartır mı hiç? Allah sevmediğini yaratır mı hiç? İnsan olan insan darıltır mı hiç? Haksızlık haksızın yüzünden olur. İnsana aşığın hak özündedir. Garibin hem özünde hemen sözündedir. Ruhunun aynası bak yüzündedir. Hakikat insanın gözünden olur.” -(Hayret ve Alkış) Nuri kardeş sen ne yaptın öyle yaaa? -Ne yaptım? -Dağıttın beni. Ne de iyi yaptın. Dağıldım ve kendime geldim. -Dağıttım mı sahiden? Nasıl toparlanır? Ben dağınıklıkta duramam ki !? Hayatta duramam. Duramam... (Ani bir irkilme) Biiip Biiiip !!! Beni çağırıyorlar. Hemen gitmem lazım. Acil durum, acil durum!! Göreve çağırıyorlar; Görev kodu: 2517 Gizli görev: fişlenen insanları fişleyenleri fişleyeceğim. Sonra o fişleri, ilkokul fişleriyle fişe takacağım, ışıklı pano olsun; ama önce fişş fişşşş kayıkçının küreği nerde onu bulmalıyım? (Telaşla geri dönüyor) Bir dakika yaa. Sen önce al şu fişi, burda adresim yazıyor. Bizim mahalledeki fırının ekmek fişi bu. Gerçi kapısına mumlu ip koydular anlamadım ama olsun. Heralde onların da elektrik fişi bozuldu. Neyse hadi kaçtım ben. Seni yine bulurum. (Snm) - Hey! Dur! Gitti ya. Şu adres de neyin nesi? Aaa bizim mahalledeki ekmek fırını. Aha da adrese bak ya. E bizim sokak bu. Bu da kim böyle ya? Offf kafa dinleyeyim diye sahile geldim sözde, olanlara bak. En iyisi eve gideyim. (Eve gider, televizyonu açıp ayaklarını uzatır tam o anda zil çalar.)


Ağustos / 2020 -Kim oo? -Komşunuzun kızıyım amca. (Kapıyı açar. Karşısında küçük bir kız.) Babam size bu kartı vermemi istedi. Kartta: “Sana yine görüşeceğiz demiştim dostum.” (Z.G)

Sayı 12 olay yerine intikal etmiş. Adamın eski kız arkadaşı ve parçası olduğu organ mafyasını kıskıvrak yakalamıştı. Kız, adama kurmaca bir şekilde yaklaşmış, ikilinin arkadaşlığı mahallenin mobese teyzelerinden kaçmamış. Kızın ne mal olduğunu anlayınca MIT ve Ajan 1995’i devreye sokmuşlardı. İki genci bir şekilde kavga ettirip ayırmayı başardılar ancak kız mahallede tekrar peyda olunca polisle işbirliği yaparak, genç adamı büyük bir beladan kurtardılar.

-Baban kim senin?

O gece sahilde büyük bir eğlence düzenleyen mahalleli, zaferini kutluyordu.

-Bilmem ki, ben baba diyorum, annem bey diyor, anneannem damat diye sesleniyor.

“Ajan 1995’ in ruhu şad olsun” (Y.T)

-Hay Allah’ım yine başladık. Nerede oturuyorsunuz siz? -Tam karşınızdaki apartmanda, size bakan dairede. İyi günler amca.

Ses Dergisi

Yazarlar: Y.T: Yasemin Tatlıseven Z.G: Zeynep Gür S.S: Seyfullah Sacit Sinem Der Ki Mavi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Adam kapıyı kapatıp balkona koştu. Gözlerine inanamıyordu. Karşı daireden, kendi dairesine çevrilmiş kocaman bir teleskop vardı. Neler oluyordu? Tam içeri girecekken, karşı dairenin üst katından kendine çevrilmiş bir silah gördü, silahı tutan yüzü tanıdı. Ayrıldığı ve uğruna günlerdir yas tuttuğu kız arkadaşıydı. Can havliyle kendini salona attı. Sürüne sürüne daire kapısına geldi. Merdivenlerden koşarak indi, apartmanın arka bahçesinden kaçmalıydı. Bahçe duvarından atladığında, eski sarı bir taksinin kapısı açıldı. -Hadi atla dostum. -Hey sen ne arıyorsun burada? -Ben sana Mahalle İstihbarat Teşkilatı’ndanım demiştim değil mi, beni hiç ciddiye almıyorsun. -Seninle uzun uzun sohbet etmek isterdim ama bence pek sırası değil! Gaza baz haydi... -Çok isterdim dostum ama önce arabayı vurdurmamız lazım. Bi itiver, koşup bana yetişirsin! Beş saat sonra... İstinye Karakolu önü! -Size ne kadar teşekkür etsem az, hayatımı kurtardınız. -Lafı mı olur, Mahalle İstihbarat Teşkilatı olarak göreve her zaman hazırız. Beş saat önce... Arabayı vurdurup hızla arka sokaktan uzaklaşırken, polisler

25


Kenan Dokumacı

Ağustos / 2020

Sensizlik Üzerine İnce Telaşlar Sensizliğin yollarına mühür vurmuşlar.. Adımlarım beyhude yakarışlarda.. Gözlerimde amansız darbe izleri.. Tutulmuş tutuşmuş kıvılcım yurdum.. Bir yanım hasretle vurulmuş meczup.. Bir yanım nazenin ruhuna meftun.. Ölçüsüz sevmeler ördüm başıma.. Bir yanım seninle ve sensiz mağlub.. Dolanır kaderime âşk sarmaşığı.. Vuslatsız geceler bitmez sancılar..

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Susatır uslanmaz arsız düşlerim.. Sensiz kelâmlarım dağlar boyunca.. Bir yanım sevdanı büyütür vurgun.. Bir yanım derinden vurulmuş yetim.. Çıkarsız hülyalar ekleyip güne.. Bir yanım seninle ve sensiz garip.. Kırılsın zinciri çağsız gönlümün.. Uzansın gülüşün gülsüz bağıma.. Bitsin tereddütsüz ağıtlar âhlar.. Usulca sığınsam ücranda yansam.. Bir yanım göklerde süzülüyorken.. Bir yanım nihandır nefessiz hece.. Kaldır perdesini aydınlat ömrüm.. Bir yanım seninle ve sensiz isyan.. Bir sevda türküsü söyleyen bülbül.. Kavuşmak der ateş kavuşmamak nâr.. İki büklüm tutsak gölgelerde âşk.. Sarılmak der kandır kefensiz ölüm.. Bir yanım senli yarına gebe.. Bir yanım sesine kokuna muhtaç.. Heceler dizerim hüzünle gamla.. Her y/anım seninle ve sensiz haram..

26

Sayı 12


Sayı 12

Gülhanım Anulur

Ağustos / 2020

GURBET VE BAYRAM Buram buram sılanın ufuklarda tüllendiği bir bayram sabahı Beyazları giyip ölümü bekler gibi Yutkunur kızarır ama ağlayamazsın İnsanın içinde kekremsi tat bırakan bir yemek gibi Tatlı mı değil mi karar vemekte zorlanırsın Şafak sökümü esen yelinde umut koklarsın çekersin içine Bir garip diyar-ı gurbette kanayan yaranın Kabuk bağlamasını beklersin Ses Dergisi

Ama ne ilacını veren vardır nede pansuman yapanı Kendi pansumanını kendin yaparsın ki kabuk bağlamaz Buruk bir tat, buruk bir sevinç, karmaşık duygular yaşatır insana Bir taraftan hüzün bir taraftan bayram

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sevinmek istersin içinden gelmez Gülmek istersin acı bir tebessüm dökülür çehrenden Damla damla düşer gönlüne hüzün Yetim çocuk belirir her halinde Bekleyenlerin beklediği, göçenin göçtüğü, kalanın kaldığı yerdeki özlemidir Gram gram biriktirdiğin özlemin düşer toprağa Yetişir mi tohumdan özlemin çınarı bilinmez Bu kaçıncı bayram sevdiklerinden ayrı hesap bile edemezsin Yırtılmış bir bayram sevinci var elimde şimdi yamasını dikemedigim İçimi parçalayan ama acıtmayan bir bıçak gibi Sabret yerine şükret demek gerek belki de Hakkıdır bayramı da yaşamak ve yaşatmak Gün ufuktan kaybolmaya başlarken yeniden Kırılmış gönül sandığımda dağılan sonbaharım başlar tekrar ve tekrar Eğilip yerden toplarım yapraklarını. Ve bir kere daha gurbette kutluyorum bayramı…

27


Ağustos / 2020

Sayı 12

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Canan Duyuş

ŞAİRLER MASAL DA Y

Şairler, dostudur şiiri okuyan her ruhun. Bir yerlerde olmayı aşmış her yere dizelerini taşımışsa ve hayat daha anlam kazanmışsa yazdıklarıyla şairler gülümser hayata. Kitaplarda, şiir defterlerinde, dergilerde, mektuplarda isimlerinin mısralarının altında imza niyetiyle taht kurduklarını görürüz. Onlar yani şairler… İsimlerini değil şiirlerini severler.

28

A

H ŞAİRLER… Şairler bilirim derdine meftun. Düşünceli… Yazdıklarında kimi üzeri kapalı, kimi aleni ilan ederler duygularını. Her şiir yeni bir âlemin kapısıdır onu okuyan insanda. Çocuk olur, ağaç olur, bulut olur, sel olur, yol olur, hiç olur, yok olur, çok olur şairlerde duygular. Ve şairin şiirin suyuna kattığı duygulardan okuyucu ıslanır. Kâh ağlar, kâh güler ama en çok da düşünür insan şiir okuyunca. Şairler için, hayat gariptir. Hayat güzeldir, hayat bir armağandır. Sevmek her şeydir, hiçbir şeydir “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ ama her ne

varsa içindedir şiirin ‘’Fihi Ma Fih’’ gibidir şiir. Kimi notalarla buluşur, kimi gizlerle hemhal olur dizelerin. İnsan için yazılmıştır. Aşk üstüne, vatan üstüne, anne baba üstüne, memleket için havasına suyuna aşkla, evlat için, sevda için, yağmur ve karın ruha yağışına yazılmıştır şiirler. Şiirlerde aşk, ayrılık, gurbet, sevgili, vatan, özlem ve daha nice duygu taht kurar gönüllerimizde. Bir yerinden bir dizesinden illa hayatımızda kırıntı buluruz yaşanmış olanından. Hatta hayallerle de yaşanacaklara konar duygularımız. Kuş olup şiirin satırlarında uçar insan. Doğduğu yerlerde bir çoban çeşmesinde


Ağustos / 2020

YAZAR 2

Sayı 12 “Çocuktum her şeyi anladığımı sanıyordum Sonra büyüdüm Bombaların ve bankaların dağlardan ve ırmaklardan Fazla olduğunu gördüm Bahçıvanlar generallerden Menekşeler mermilerden daha azdı Yenilmişti dünya.’’

Teknolojinin o yok edici O gri gölgesi düşmüştü yüzlere Yenilmişti yüzümüz Ve görüntü aynıydı bütün aynalarda’’ Dua… Ah çocukluğumuzda o minik ellerimizi göğe açtığımız hallerimiz. Büyüklerle yaşanan evlerde büyük teslimiyet ve huzuru yaşamak. Onların tevekkel, teslim, vermekte bol, almakta kanaatkâr ellerinde hayatı hissederdik. Hele namaz kılarken kıpırdayan dudaklar ve dua ederken göğe açılmış eller bizi nasıl da huzur iklimine alırdı. Dua eden o yüzlerde o anda bize bakınca gördüğümüz o huzur, tebessüm ve bir ince sızı… Dua etmekti o huzuru bir mis kokusu gibi ortalığa yayan. Yüzlerideki huzur, itminan ve kalplerdeki sevgide dua ılık bir rüzgârdı içimizdeki çocukluk salıncağında bizi sallayan, başımızı okşayan ve büyütendi hayallerimizi. 29

Kültür-Sanat-Edebiyat

soluklanır. Hızır’ın ayak izlerini görür yeşil çimenlerde. Biraz da ufka baktı mı bin atlıyı da görür, şehitleri de tarihe şahitleri de şiirin dizelerinde gezinen her göz. Şairler, dostudur şiiri okuyan her ruhun. Bir yerlerde olmayı aşmış her yere dizelerini taşımışsa ve hayat daha anlam kazanmışsa yazdıklarıyla şairler gülümser hayata. Kitaplarda, şiir defterlerinde, dergilerde, mektuplarda isimlerinin mısralarının altında imza niyetiyle taht kurduklarını görürüz. Onlar yani şairler… İsimlerini değil şiirlerini severler. İçlerinde büyüttükleri sevda taşmıştır her satırda. Ama masallar… Şairler “Masal’’ yazıyorsa ve çocuklardan çok büyüklerde görünüyorsa bu okuma, büyükleri büyüten masallar, diyebiliriz o şiirlere. Şairdir ama “Masal’’ yazmıştır. Masal’la çocukluğunun çehresinden, çocuk kalbinden pınarlarla akmıştır şiir, büyümüş çocuklar için. Şimdi yine bir “Masal’’ ı dinleme vakti: Şair Mevlana İdris Zengin’den…

‘’Duanın özgürleştiren rüzgarı çekilmişti yüzlerden İnsanlar dua değil yönetmelik kokuyordu Nükleer artıklar ve çok uluslu yalanlarla Kirlenmişti yüzümüz

Ses Dergisi

Çocukluk… Çocuk olmak… Küçük bir bilge gibi hayata bakmaktır, belki de çocukluk. Bizim çocukluğumuzda ne kadar çok kar yağardı. Kardan adam yapar burnuna havuç takardık. Üşüyor, diye üzülür şapkayı başına giydirirdik. Her mevsim ayrı güzeldi. Oyunlar oynardım dışarıda. Bahçelerde koşar pikniklere giderdik. Saklambaç ve kovalamaca ve yakan toptaki koşturmacalarımızla hayatın akışından bir yol bulurduk. Biz mutlu çocuklardık. Çiçek bahçelerinde gezinirdi ayaklarımız. Savaş nedir, silah nedir? Bilmezdik. Hele de bomba mı, savaş mı o da ne? Sonra banka… Olsa olsa insanlar sevgi yatırıyorlardır oralara. Hani kendilerinin dolup taştığı o güzel duyguları koruma altına alıyorlardır. Hem kaç kişi bilirdi ki parayı, paraya değer vermeyi. Paylaşmayı değil de bir kenara biriktirmeyi. Elinde olana kanaat eden ve olmayana veren büyüklerin, gözlerimize sunduğu şefkate, merhamete ve paylaşmaya şahit çocuklardık. Zayi olmasın diye bir parça ekmek kırığını atmayan insanların, kanaatkâr hallerinde şükür ve sevinç dolu çocuklardık.


Ağustos / 2020

Sayı 12

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Televizyonda haberler “ana’’ lık merhametiyleydi sanki bugünkülerle kıyaslanınca. İnsanların katledildiği, savaşlarda bombaların havada uçtuğu, yalancı söylemlerin göz göre göre anlatıldığı bir hayat gözden ıraktı ve gönüle hiç mahzunluk uğramazdı. Sanki büyüdükçe çok şey değişti. Silahlar, bombalar, liderler. Ölümler… Teknoloji denen bir şey vardı. Çıkıp çıkıp geliveren dünyamıza. Saatler alarm sesleriyle horoz seslerini bastırıyordu. Biyolojik saatten teknolojik saate geçişin zamansız girdabında, başlar dönmeye başlamıştı. Gözler televizyona daha çok dalıyordu, ihtiyacı olan uykuya dalmaktan vazgeçip. Her haberde acılı tatlar ilişmeye başlamıştı bakışlarımıza. O tevekkel simalarda -biz büyüyüp onlar yaşlandıkça- biraz gerginlik ve yorgunluk haberlerden görünüyordu. Yüzler yeniliyordu savaşa, öfkeye, kin ve zulüme karşı. Zamanla değişen olaylarda insanlık biraz hastalanıyordu. Hastalıklar artıyordu. Yüzler gibi etraf da kirlendikçe. Aynalar büyümüş, el aynasından boy aynasına geçişle yansımalar, hayaller ve yenilen yüzler daha bir farklı bakışla evlerde yer kaplar olmuştu. Sessiz ev halleri ve sükût, kendini telaşlarda kaybetmişti. Herşey çok açıktı Herkes kimsesiz Herkes birşeyin yoksuluydu Hepimiz aynı anda yenilmiştik Ve şarkılarımız kederliydi İşte zamanla kalabalıklar bir arada birbirine bakmaz olmuştu. Herkes bir arada ama herkes yalnız, herkes kimsesiz… Elinde olana kanaat etmek çok gerilere atılmış bir duyguydu artık. Reklamlarla tüketmenin gizemli sayfalarında akıllar dolaşmaya başlamıştı. Varlık içinde yokluk hissetmeye başlamıştı insanlar. Hep “daha’’ aramaya çıkmışlardı toprağı işlerken, işini yaparken hatta sofrayı kurarken. Yetmiyordu artık huzur. Dingin bir hayat unutulmuştu. Radyodan gelen seslerde şarkılar üzgün, ümitsiz ve şarkılar acılıydı. “Yanlış bir zamanda mı yaşıyordum? Çekip gitse miydim? Ne yanlış bir zamanda yaşıyordum Ne de çekip gidecek bir yer vardı Her yer aynıydı, kaldım Sürekli çağıran ve ayırım yapmayan toprak Nasıl olsa beni de çağıracaktı’’ 30

Büyüdükçe çocukluk hatıraları ile çelişti duygularımız. An geldi “Çocukluğum” diyerek ağladı insanlar. Çocukluğunun huzurlu evlerindeki o ocak kokusu, o solgun ışık, o toz kokan tahta ev ve bahçeler neredeydi? Komşular, kapı önü muhabbetleri, içerden gelen çorba kokusunda akşamın yakın vakti ve bir çocuğun gerçek arkadaşlarıyla gerçekten oynaması. El ele veren çocukların masum gözleriyle gökyüzünde uçan kuşlara el sallaması… Şimdi büyüyen ama çocukluğunu özleyen her fert için bir duraktı yaşadığı zaman. Gidecek yeri olmayan, hızın içinde sıkışmış, yavaşa hasret anları sadece özlemek düşmüştü nasiplere. Toprak dosttu, arkadaştı, yoldaştı ve bazen tek teselli ve gerçek ki toprak kucak açandı ebedi alemlere. Bir nasibini beklemek, vâdeyi doldurmak arzusundaydı insan. Mecburdu yaşamaya. “Masal dünyanın bittiği yerde başlar Biliyorum eski zamanlarda değiliz artık Ve masallar böyle anlatılmaz Biliyorum ben hiç masal yazmazdım Dünya sisteminin hepimize anlattığı masal Kötü olmasa bu kadar’’


Ağustos / 2020

Sayı 12 şairler masal yazar. Kocaman dünyada küçüldü insanlık. Telefon yokken, bilgisayarlar bir hayalken, her şey ağır ağır yaşanırken anlamlıydı dünya. Ayrılıklar da çabuk oluveriyor artık. Teknolojinin hızında insani duygular yavaşlıyor. Herkes birbirine yabancı. Herkes çok uzakta. Acılar bile çabuk olup biten bir hızda. Seven herkes ayrı, sevmek korkulu bir rüya olmuş artık müsade etmiyor zaman sevmelere, kavuşmalara. Paylaşmalardan uzak herkes. Güzel günler, güneşli günler… El ele çocuklarla, neşeyle cıvıltıyla dolan saatler uzakta kaldı. “Her şey için tek şey diliyorum Allah’ın gülleri yakamızı bırakmasın!’’ ( Mevlâna İdris Zengin) Şairler, masallarını dua ile bitirince bir düşünürüz. “Amin’’lerimizle. Allah’ın gülleri… Herkes inancıyla sever o duayı.

Masallarla çocuklar korunmak ister dünyanın kirinden. Kötüleri hep yener iyiler. Son bir gayretle dünyada hep iyiler kazanır. Gökten düşen elmanın tadı bambaşkadır. Çocuklar sanal alemden kurtarılıp hayalden bahçelerde salıncak kursunlar diye masallar anlatılır. Ve hayat ve zaman ve şair ve şiir… Karıncalar türkü söyler,

Ve farkında olmak yaşananların. Bu acıları bilen ve hisseden her anne baba yavrularına başka yavrular yerine de sarılıyorlar şimdilerde. Gözlerde hüzün, içlerinde yarım kalmış şarkılar gibi hayaller ve dillerinde dualar… Allah’ın Gülleri… Şefkat, merhamet, kavuşmak... Belki de Allah’ın gülleri bu dünyada olmazsa da ahirette beraber olabilmek… Yine de gönlümüz ve dualarımız bu dünyada çocuklar kavuşsun anne ve babalarına. Hızına yetişemediğimiz zaman içine alsın onları ve aniden kavuşsunlar. Rüyaymış gibi ama gerçek… Eski huzurlu günler geri gelsin. Masallarla ışıldasın çocukların masum yüzleri.

31

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Biliyorum bir karınca türküsünden Daha hafif olacak sesim Biliyorum insanların birbirine olan Yabancılığı büyüyecek dünya küçüldükçe Biliyorum telefonlar oldukça İnsanlar birbirini görmeyecek Biliyorum birbirimizi hiç görmeden öleceğiz’’

Ve Hayat…

Ses Dergisi

Çocukluğun masalları hatırlandıkça sadece acı bir tebessüm ve gerçeklerin dünyada yüzüne çarpması gibi bir haldir o anlar. Şairler, masal yazarsa masalsı hayata özlemdendir bu. Dünya kötüleştikçe masalın hatıralarında, satır aralarında durup dinlenir şairler. Gökten yağan bombalara “gökten üç elma düşmüş’’lerle siperler örerler çocukların üstlerine. Dünya sistemi kötüyse masallar iyidir hep ama büyüklerin okuduğu masallar çocukluk düşlemesi gibidir. Bir hatırlatma, bir yaşanmışlık senfonisi…

Şimdilerde çocuklar masalsız yaşıyorlar. Onların en güzel masalları olan anne ve babaları yanlarında değil. Kimi dört duvar arasında, kimi hastahanede, kimi Seyfullah Sacid’in tanımıyla “Zindan Ülkesi’’nin karanlıklarında yavrularını göremiyor. Göremezken de teselliyi kalemlerine giydirip masallar, hikâyeler, şiirler yazıyorlar yavrularının gözlerine, bâri yazdıklarıyla değsinler diye. Gelirken eve ekmek alan babalar, yavrularına kahvaltı sofrasında güzelliklerden bahseden anneler, birlikte beraber çıktıkları kır yürüyüşü ve daha nice masalsı güzellik… Artık yok masum hayatlarda. Kimi çocuğun ömrü yaşlı babaanne veya anneannenin omuzlarına yüklenmiş. Dedelerin içine acı oturmuş. Katı bir lokma torunlarının sönük bakışları, içlerinde gün be gün topaklanan dert yumağı…


Zeynep Gür

Ağustos / 2020

Sayı 12

AFFEDİLECEK BİR SUÇ İŞLEMEDİM

Ayrılığının kor eden ateşine karşı işledim bu suçu Beni affet Ya da dur! Affedilecek bir suç işlemedim Seni senden çok sevmenin bedelini ödedim yıllarca

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Yok saydım kendimi, seni sevmeye adadım ömrümü Sen vardın ama ben yoktum gözümün baktığı her yerde Oysaki aklımın oyunuydu bu Sen yoktun ama ben vardım Senin için yaşayamazdım Yaşadığımı sandığım, sensizliğe bensiz yaşam modeliydi Formül tutmadı Üzgünüm, bu denklem iki bilinmeyenli değil Sen de varsın ben de varım Varlığını, yokluk aynasında arayıp yokluğunu gerçek aynada farkettim Artık özgürüm Artık özgür bedenim Artık özgür duygularım Artık senin yokluğunda yaşıyorum Seni yokluğunda seviyorum Tüm hücrelerimde özlüyorum Ama tüm hücrelerimle Kalbimdeki varlığın kadar gerçek bugün hayatımdaki yokluğun

32


Sayı 12

Mihman

Ağustos / 2020

AY IŞIĞI Bestesi yazılmamış anlar dolu gölgemde Seslerin uzağında kaldı görüntüler Ufukta esen aşk şarkıları Gönlümden gelecek zamanın ışıkları Kırkıncı vakte girdi gece Bir kulede özetledi geçmiş ve geleceği Hayalinde bir üsküdar penceresi Gönlünde sonsuzluk hecesi

Ses Dergisi

“Ay” dı Güneşinden aldı ışığını Yansıttı tüm karanlık dehlizlerime

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sersemledim Kimdim ben? Neyin nesiydim? Bir bir görünen karanlık taraflarım Aydınlanan dünyamın ortasında Etrafa şaşkın şaşkın bakındım Sevinçten saçmalanır mı hiç! Saçmaladım Ama anlatamadım Bir dolunay akşamı Aydınlattı gecelerimi Ben, aydınlık gecelerde dolaştım.

33


Nesrin Özdem

Ağustos / 2020

Sayı 12

NEŞE KIRINTILARI

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

S

abahın ilk ışıklarıyla uyandı ve yeni bir günün heyecanını hem hissetmek hem de hissettirmek için eski güzel günlerini düşünüp dudaklarına bir tebessüm kondurdu. Bunu uzun süredir yapıyordu, neşe kırıntıları serpiştiriyordu yüzüne, sesine, bakışlarına. Kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa geçti. Evin neşe kaynağı Badem’de gerinerek yanına geldi ve masum masum miyavlayarak mamasını istedi. Daha sonra çocuklar teker teker kalktılar yataklarından. Önce evin tek kızı uyandı annesine yardım etmek için. Daha sonra kardeşler içindeki en nazlı olanı kalktı yatağından, evin babası rolünün verdiği omuzlarındaki ağırlıkla. Said uyandı tıkırtılardan ve hemen iki küçük kardeşini kaldırdı bir abi edasıyla. Son birkaç yıldır hayalini bile kuramayacakları çok haksızlıklar, zulümler yaşamışlardı,yaşamaya da devam ediyorlardı; ama ümitsizliğe hiç kapılmadılar. Hayata hiç küsmediler. Kimse gözyaşını bir diğerine göstermiyordu. Gözyaşının gösterildiği tek kişi anneleriydi. Beraber ağlarlardı anneleriyle ve yine beraber silerlerdi göz yaşlarını. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi güle oynaya kahvaltı sofrasını kurdular hep beraber. En çok sevilen patates kızartması almıştı sofrada baş köşeyi. Badem herkesin ayaklarına sürünerek dolaşıyordu masanın altında. Bir yandan kahvaltılarını yapıyorlar, bir yandan da yeni kararlar alıyorlardı; Emir, üniversite sınavı için yoğun bir çalışma programına başlayacaktı. Said, hafızlık eğitiminin son bir ayını tamamlayamamıştı kursu kapatıldığı için, o da evde bitirecekti hafızlığını -nasıl olsa ağabeyi Emir’de hafızdı, ona verecekti ezberlerini.- Ablaları üniversite öğrencisiydi ama şimdi tatil olduğu için annesine yardımcı olacaktı. Henüz ilköğretimde okuyan küçükler ise yazın tadını çıkaracaklardı -babasız nasıl olacaksa.- Anneleri de öğretmenliği elinden alındıktan sonra, bir hemşirenin bebeğine bakmaya başlanmıştı bir taraftan da elişi yapıp satmaya devam edecekti. Evini geçindirebilmek için. Dertleşmeler, çokça hüzün, biraz gülümseme derken neredeyse bir saat sürdü kahvaltıları. Tüm planlarını uygulamaya yarın başlayacaklardı. Küçükler bugünü

34

dışarıda geçirmek istiyorlardı, bu sebeple Emir ve Said, kardeşlerini de alarak bisiklet sürmek için çıktılar. Badem, evin en güneş alan odasında, halının üzerinde uykuya dalmıştı bile. Çocuklar çıkalı henüz beş dakika bile geçmeden telefon çaldı. Emir arıyordu ama telefondaki yabancı bir adamın sesiydi. “Telaşlanmayın hanımefendi çocuklarınız bisiklet kazası geçirdiler. Evinizin yakınındaki marketin önündeyiz.” diyordu ses. Nasıl telaşlanmazdı? Kızı koşarak çıktı annesinden önce. Ardından kendisi fırladı evden. Sonra tekrar çaldı telefon. “Hanımefendi ambulans geldi çocukları bindiriyorlar.” diyordu aynı beyefendi. Aman Allah’ım demek ki çok ağır bir kaza geçirmişlerdi. Koşuyordu ama yol bir türlü bitmek bilmiyordu, dizleri titriyordu, yüzü bembeyaz olmuştu. Gördü ambulansı. Kalabalık vardı ve birbirlerinden ayrı iki grup halınde toplanmışlardı. Elektrik direğine


Ağustos / 2020 yaslanmış, eli yüzü kan içinde olan Emir’i gördü önce, ona doğru koşmaya başladı ama Emir “Anne kardeşime bak, beni bırak!” diye sesleniyordu. “Kardeşin mi?” dedi şaşkınlıkla, diğer kalabalığa döndü hemen. Hemşireler yerde kanlar içinde yatan Hüseyin’i sedyeye kaldırmaya çalışıyorlardı. Yüzü parçalanmıştı, her tarafı kandı. Ablaları, kardeşlerinin bu hâlini görünce yere çöküp öylece kaldı. Etraftakiler ona yardımcı olmaya çalıştılar. Hem Emir, hem de Hüseyin ambulansa alındığında kendisi de şoförün yanına oturdu. Titriyordu, ne yapacağını bilmiyordu. Kızını arayıp eve gitmesini, para ve biraz eşya getirmesi gerektiğini söyleyebildi ama kızı tek başına gelemezdi. Birilerini arayıp rica

Sayı 12 Gözlerini açtıgında yanında kızı vardı. Emir’in yaralarını sarmışlardı ve taburcu olabilirdi. Görünen yaraları ıyıleşecekti ama ya görünmeyenler. Hüseyin’in hastanede kalması gerekiyordu bir süre. Günler günleri kovaladı. Evde ablaları kardeşleriyle ilgilenirken kendisi de Hüseyin’le hastane kalmıştı. Uzun ve yorucu on günün ardından nihayet taburcu oldular. Evine gidip diğer yavrularına kavuşacaktı. En çok da Emir’i merak ediyordu. Nasıl olmuştu acaba. Tam da eve geldikleri gün, babalarının telefonla arayacağı gündü. Haberi yoktu henüz hiçbir şeyden. Haber verecek güçleri de yoktu zaten. Telefon elinde eşinin aramasını sabırsızlıkla bekliyordu.

Çocukların hepsi de babalarının sesini duyabilmek için sabırsızlanıyorlardı ve çaldı telefon. Aslında çok yorgundu ama eşine hiçbir şey belli etmemeliydi. Zaten sadece 10 dakika süreleri vardı konuşmak için. Önce kendisi konuştu, iyi olduklarını merak etmemesini söyledi. Çocuklarının her birinin sesini duymak istiyordu hasretle yüreği kavrulan baba. Teker teker konuşmaya başladı hepsiyle ve Emir’ i istedi telefona. Emir önce istemedi. Nasıl “iyiyiz” diyecekti babasına? Sahip çıkamadığını düşünüyordu emanetlerine, kendini suçlu hissediyordu. Kazanın olduğu günden beri, ablası kaç defa, üzüntüden bayıldığı için acile götürmüştü onu. Yine de aldı telefonu eline.”İyiyim baba sen nasılsın?” diyebildi yutkunmakta bile zorluk çekerek. Sonra sıra Hüseyin’e geldi. Nasıl olacaktı şimdi? Ağzını bile zor açıyordu, konuşmakta, gülmekte zorluk çekiyordu ama babası onun sesini duymazsa endişelenebilirdi. Dikişlerinin acısını hissede hissede “Nasılsın babacığım?” dedi sadece. Sonra telefonu annesine verdi. O da çok gerekli olmadığı halde birkaç resmî mevzuyu sordu eşine hızlıca ve sonrasında da birbirlerini Allah’a emanet ederek sonlandırdılar görüşmelerini. Derin bir sessizlik çöktü odanın tüm duvarlarına. Kiminin gözyaşı dışarıya, kiminin içeriye aktı dakikalarca. Sonra neşe kırıntıları serpiştirilmiş bir ses böldü sessizliği. “Evet yavrularım, akşam yemeğine ne istersiniz?”

35

Kültür-Sanat-Edebiyat

etmeliydi kızını hastaneye getirmeleri için. Telefon elinde birkaç kişiyi arıyordu ama karşı tarafın açtığını bir türlü fark edemiyor ve isteklerini söyleyemiyordu. Aklından geçirdikleriyle dudaklarından dökülenler farklıydı. Ambulansın sireni sanki kalbini delip geçiyordu, gözlerinin önünden Emir’in çaresizliği ve Hüseyin’in kanlar içindeki hâli hiç gitmiyordu. “Kızımı evden alıp hastaneye getirin.” demesi gerekiyordu telefonu açanlara ama “Sen biliyorsun, sen görüyorsun Allah’ım, gücüm kalmadı, sen bizi sensiz bırakma Allah’ım.” demekten başka bir şey söyleyemiyordu. Aradığı kişilerin telefonu açıp açmadıklarının bile farkına varamıyordu. Ramazan ayından 3 gün önce, tam da Emir’in doğum gününde, kendisi gibi öğretmen olan eşi asılsız suçlamalarla gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Ondan 2 gün sonra da kendisi bir hafta süreyle gözaltında tutulmuştu. Çok yorulmuştu, dayanacak gücünün kalmadığını hissediyordu sadece sabretmeye çalışıyordu. Birden ambulans şoförünün sesiyle irkildi. Şoför, “Abla açtılar telefonu ne söyleyeceksen söyle.” diyordu. Bir anda toparladı kendini; çocuklarının kaza geçirdiklerini, bu sebeple kızını evden alıp hastaneye getirmelerini rica etti arkadaşından. Acil serviste hangi evladına yetişeceğini şaşırmışti. Emir daha iyiydi ama Hüseyin’in durumu ciddiydi. Diğer çocuklar da gelmişlerdi hastaneye. Kendini bırakmamalıydı, o yıkılırsa hepsi yıkılırdı. Hüseyin’in yüzüne dikiş atmak için hemen bir estetik cerrah geldi ve dışarıda beklemesini söyledi. Diğer çocukları da bahçeye çıkarmıştı arkadaşları. Etrafta kimse yoktu, artık ağlayabilirdi. Bir sandalyeye oturdu ama oturmasıyla bayılması bir oldu. Gücü kalmamıştı artık.

Ses Dergisi

“Aklından geçirdikleriyle dudaklarından dökülenler farklıydı. Ambulansın sireni sanki kalbini delip geçiyordu, gözlerinin önünden Emir’in çaresizliği ve Hüseyin’in kanlar içindeki hâli hiç gitmiyordu.”


Ağustos / 2020

Sayı 12

Betül Aydan’dan

MUHTEŞEM’e Mektuplar 3

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

S

evgili Muhteşem, Bir sayfa duruyor önümde az sonra üstüne kelimelerden elbise giyecek. Bu mektup hangi dizelerle açmalı beni sana? Diye sessizce soruyorum kalbime. Zihnimdeki şiir defterimin yapraklarından bir rüzgâr esiyor: “Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr Işıksız ruhumu sallar da durur Zambaklar en ıssız yerlerde açar.” (Monna Rosa’dan) Bu dizelerden satırlar doğuyor kâğıda. Sana hayalimde bir çiçek büyütüyorum. Ve işte sana zambak sunuyorum Muhteşem. Rengini sen seç. Beyaz, pembe, sarı veya kırmızı. Zambaklar iyi tutunur yaşama bilirsin. Köklerini soğukta ısıtır ve soğuğa yenilmez bu çiçekler. Şimdi gözlerini yum ve evinin arkasındaki bahçenin ıssız bir köşesine git. O ıssız köşede sana zambaklar gülümsesin. Eğer zambaklar yoksa o bahçede sen hayal et olur mu? Kocaman bir bahçede rengarenk zambaklar içinde, birbirinden özgür duygularınla kokla onları. Sadakatine, sevgine, sabrına şahitlik et ruhunun. Zambaklar içinde gülümse hayatına. Muhteşem hisset hayatı. İsmin zambakların güzelliğinden aksetsin toprağa. Sonra güneş bir yerlerde sobelesin sizi. Rengarenk zambaklar içinden el salla güneşe. Sonra bir gece vakti yıldızlara ve aya gülümse kimsenin bilmediği arka bahçendeki zambaklar ülkesinden. Muhteşem, sana bu satırları yazdıkça zambaklar beliriyor kağıtta ve yüzümde tebessüm içinde bir huzur tülleniyor. Son günlerde, garip duygular içindeyim. Sende de oluyor mu bu hâl? Mesela ağlarken gülüyor musun, gülerken yüzünde geziniyor mu gözyaşların, içinde bilmediğin bir inşirah oluyor mu diline “İnşirah Sûresi” ni çağıran. Sonra bazen yaşamak zor geliyor mu aniden? Yine de toparlanıp “Yaşamak Güzel Şey” diyor musun meselâ? Dilin ve kalbin bir olup o şiiri okurken. Gel beraber okuyalım o şiiri Muhteşem: ‘’Yaşamak güzel şey doğrusu üstelik hava da güzelse hele gücün kuvvetin yerindeyse elin ekmek tutmuşsa bir de hele tertemizse gönlün hele kar gibiyse alnın yani kendinden korkmuyorsan kimseden korkmuyorsan dünyada

36

iyi günler bekliyorsan hele iyi günlere inanıyorsan üstelik hava da güzelse Yaşamak güzel şey, Çok güzel şey doğrusu! (Melih Cevdet ANDAY) Nirvana’ya ulaşmak… Bazen diyorum ki Muhteşem, bu hayat bir gün ulaşmak istediklerime yol açar mı? İçimdeki dağları, yolları, acıları, ayrılıkları aşmama izin verir mi? Gerçi benim ne Ferhat gibi dağları delecek gücüm var, ne Mecnun gibi Leyla için Leyla’yı unutacak aşkım. “Mecnun’a sordular Leyla nice oldu? / Leyla Leyla derken Mevlâ’yı buldu.” Bu nasıl bir aşktı ki Muhteşem, bak Mevla’ya giden yolda bir mertebeydi Leyla’yı sevmek. En son kimi


Ağustos / 2020 sevdin, seni Leyla gibi Mevla’ya götürecek? Ben sevgilerimi içimde uyutuyorum şimdi. Daha çok sevmekten korkuyorum sevdiklerimi. Yunusvâri olur muyum zamanla bilemiyorum. Yani sadece “Yaradılanı Yaradandan ötürü” sevdiğim günler gelir mi merak ediyorum aslında? Kimbilir nasıl bir histir, ruhtur, fenadır hiçliğin berraklığında nefes almak? Oysa o kadar çok şey var ki anlatamadığım. Bana bakan ama kim olduğunu, hangi hissimle bağdaştığını bilemediğim

37

Kültür-Sanat-Edebiyat

olmanın, hastalığına şifa arananın, sessiz sessiz ağlamanın, çocuklarının gözlerine bakmanın, elindeki kalemi kımıldatmanın, tuşlara parmak uçlarıyla dokunmanın ve dahi... diğerlerini yaşamanın “Allah için” olması nasıldır kimbilir Muhteşem? “Bugün Allah için ne yaptın? Ne yaptın Allah için? Ne diktin yeryüzüne Yeni doğacak çocuklar için?” (E. Beyazıd) Bunu hep sorarım Muhteşem kendime? Bir günün sonunda değil içindeki arzularımdaki niyetleri yoklarım. Ayakkabımın bağcığını bağlarken, ayağıma takılan taşla sendelemişken kalbim görünmez ama yine de içindekilere bakarım yavaşça ama aslında telaşlı. Hayat ne garip değil mi Muhteşem? Sen bir yerde ben bir yerde… Sen şimdi hangi telaşlarda koşturuyorsun, ne düşünüyorsun? Ben yoruldum artık, dediğin oluyor mu? Mektubumu okurken neler hissediorsun? Ben sakinim sana mektup yazarken. ‘Ses’’li ümitlerimle sesssiz sessiz konuşuyorum seninle. Beraber içemeyecegimiz çayların muhabbeti olsun mektuplarımız. Hâlâ şekerli mi içiyorsun çayını? Biliyor musun ben de hâlâ şekersiz içiyorum çayı hem de bazen ağlayarak bazen çayla harmanlanmış şiirlerde “çay saati” muhabbetimizi düşünerek. “Gelseydin bana bir çay içimi / Sen çay dökerdin ben içimi “ Bir bardak suda hiç unutulmayacak dostluklarımız vardı bizim. Su üstüne yazı yazsak, derdik. “Su Üstüne Yazı Yazmak”da okurduk dervişane hayatı. Hâlâ her doğum günü pastasında, kitapta geçen dünya lezzetlerine benzetilen, gelip geçici duygulardan bir yudum tadarım hep. Lavabo tıkandıysa ruhumun dehlizlerinde bir yerlerde oluşmuş kir, önce gelir aklıma. Ben “Su Üstüne Yazı Yazmak” nedir bilmem ama içinden hayatıma taşanlardandı misallerim. Yirmi yılı geçti o kitabı okuduğum ama hatırlıyorum bak ne güzel. Unutmanın nimet olduğu gibi hatırlamanın da nimet oluşu hatıralarımdan gülümsüyor bana. Ya sen Muhteşem? Hadi sen de anlat. İstersen çok gerilere gitmeden anlat. Elinde tuttuğun kitaptan sana dokunan cümleleri paylaş benimle. Kimbilir, bir gün beraber oturup çay içebilirsek yine de, belki vakit kalmaz yaşadıklarımızı anlatmaktan, okuduklarımızı anlatmaya. O yüzden sen de bana yaz. Sevdiğin şiirlere eşlik edeyim sen okurken. Sonra okuduğun kitaptan seçtiğin bölümleri okuyayım bir de senin yorumundan. Bu mektubu okuduğında “Muhteşem’e Mektuplar “ “Muhteşem’le Mektuplaşma” ya dönsün. Her zamanki gibi kâğıt ve kalem olsun “Ses” imiz, sözlerimiz. Ben seni Allah için seviyorum Muhteşem. Bana isminle Rabbimin “En Büyük Sanatkâr” olduğunu hatırlatıyorsun. Muhteşem Dostum, Baki Muhabbetle…

Ses Dergisi

garip tatlar... Çok sevmekten korkuyorum mesela. Sonra sevdiğimi söyleyememekten.”Ben sizi Allah için seviyorum. Siz de beni öyle sevin” diyememekten korkuyorum. Allah için sevmek… Gülmenin, ağlamanın, konuşmanın, susmanın, yola çıkmanın, bir çiçeği koklamanın, bir ağaca sarılmanın, susuza su vermenin, tebessüm etmenin, toprağı işlemenin, bir çocuğun başını okşamanın, okumanın, yazmanın, düşünce kalkmanın, yolda olmanın, camdan bakmanın, Besmeleyle başlayıp Elhamdülillahla biten su içmelerin, duaların, kapının önünü süpürmenin, kuşlara yem vermenin, bir yaşlının elinden tutmanın, güneşin doğuşunu izlemenin, gün batımında akşama hazırlanmanın, zamanın farkında

Sayı 12


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ÖZLEM AYDIN

Ağustos / 2020

38

MENDİL DESENLİ

Kırk dakikalık tiyatro İki oyunculu Tek perdelik İlk replik: Merhaba! Ve… Pıt! Düşüveren Ah zamansız yağmur… Şemsiyem! Şemsiyem nerede? Hani cebimde dörde katlanmış duran Temiz, beyaz Kara mıknatıslar beynimde Daha çok yağmur çağıran Hoşsohbet fareler Kaçarken mazgaldan Turuncu, beyaz, mavi... Şemsiyem! Şemsiyem nerede? Hani cebimde dörde katlanmış duran Pencereler buğulu Görüşüm dar Yere düşen şemsiyem Açıp kullanamadan Ah hırsız yağmur… Ya mağaradaki yangınım Çıkamayan dışarı Ah zorba yağmur... Ağaçlar devirdin, tıkadın yollarımı Tek perdelik oyun İki oyunculu Kırk saat provası yapılan Ah insafsız yağmur… …... Donuk izleyiciler Demirden üniformalı Su geçirmeyen Biletleri ceplerinde Soğuk demirden Kupkuru çöl yüzleri Kartal dikkatinde Ah biçare yağmur… Şemsiyem nerede? Karşımdaki aktör Göremediğim yüzü Duyulan sesi: “Gel, boş ver şemsiyeni Bak, gömleğim mendil desenli”

Sayı 12


Sayı 12

SİNEM DER Kİ

Ağustos / 2020

Şiirin Ahengi Sarsın Dünyayı

Mesela empati, özü olsun isterdim dünyalıların, Ben yerine biz denilsin... Ağlamasın hiç bir kadın Ve hiç bir çocuk sularda, karada ya da ağaçta bir iple boynunda, ölmesin... Ben isterdim ki İnsanın içi yangın yerine hiç dönmesin. Kendini yalnızlığa mahkum etmesin, Uyumsuz kalabalıklar kimseyi incitmesin... Şiirin ahengiyle hemdem olsun dostluklar, Derdi de, sevinci de paylaşabilsin... Fikirleri, farklılıkları için, Kimse kimseye zulmetmesin... Kuşların takılmadığı sınırlar, İnsana da, yok hükmüne geçsin…!

Kültür-Sanat-Edebiyat

Dünya bir şiir olsun isterdim, Buram buram ahenk kafiyelensin. Akrostişi “ubuntu” olsun bu dev şiirin... Her söz semadan nazikçe toprağa insin. Bütün gönüllerde yer bulsun isterdim, Kimse bu baş harfleri reddetmesin...

Ses Dergisi

Ben isterdim ki bütün şiirler aydınlığın yolundan ilerlesin, Öyle aydınlıkla kenetlensin ki dünya, Karanlığa geçit vermesin. Rüzgarla hızlansın dizeler, Güneşle ısınsın. Yazılmamış hiçbir sözün boynu bükük kalmasın yerde, Onlarda havalansın... El ele tutuşsun mısralar, Dünyayı sarsın... Zulmün ateşi, yerini şiirin ahengine devretsin... Tebessüm koksun yeryüzü, hiç eksilmesin… Ubuntunun sarmaladığı bir dünya da, Açlık lügatlerden silinsin Bir tek yalnızlık yalnız kalsın Ki artık geceye de güzel mısralar dizilsin...

Ben isterdim ki dünya, adalete ihtiyaç bile hissetmesin... Adalet ve insan, etle tırnak gibi bütünleşsin. Herkes kendinden önce, bir başkasını öne itsin... Artık güveni konuşmasın yeryüzü, Güven, ruhlarda kalıcı bir yer etsin... Ben isterdim ki; Bir avuç ve üç günlük dünyada dahi, Kardeşçe yaşamayı beceremeyen insanoğlu, -“Başka gezegende hayat var mı?” yı merak etmesin... Hiç değilse, hiç değilse orayı kirletmesin...! Bir şiir sarsın isterdim bütün dünyayı... Mısraların uyumu, insanoğlunu kendine getirsin...!

39


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ESRA DOLUNAY

Ağustos / 2020

İ

Sayı 12

AKSİ

çi içini yiyor. İçindeki sıkıntıyı gizleyemiyor. Bazen bir öfke bazen bir küçümseme bazen alay. İçi içini yiyor. Çünkü hiç iyiliği tatmadı. Ne de olsa zayıf iyiler. Korkak iyiler. Nezaketten beli kırılacak zavallı iyiler. Sâhi hiç iyi bir şey yapmış mıydı? Tabi ya hani evdeki böceği ezmeyip dışarı atmıştı. Merhamet! Merhametten miydi? Düşündü. Hayır o pis kanı duvarı kirletmesin diye. Yoksa iğrenç bir böcekti işte. Kendisi dışında herkes ya kuyusunu kazmaya çalışan, ya yarım akıl varlıklardı. Öyle miydi gerçekten? Yoksa içten içe, içindeki kırılmış, mutsuz, yarım, kendini değersiz hisseden çocuk muydu onu böyle yapan? Öfke. Yalan söylemeyen tek duygulardan... Neden öfkeliydi genelde. İşte bu yüzden. Hatadan korkuyordu çünkü. Görüyordu işte. İnsanlar hata doluydu. Görevliler, çöp toplayanlar, çocuklar... Hepsi koca bir hata topuydu. Eğer kendisi de hata yapsa dururdu dünya. Geçen yıl yan komşusu bahçeyi sularken karşı tarafa su geçmişti de kıyameti koparmıştı. Şimdi daha dikkatli sulamalıydı bahçesini ki ağzına geleni saydığı, üstüne üstlük alaycı bir beceriksizlikle suçladığı komşusuyla aynı davranışı yapmamalıydı. Yardıma ihtiyacı olsa kimi arardı sâhi? Saydırdığı komşusunu mu, ezdiği böceğin uçup geldiği bahçedeki amcayı mı, çocuklarına kızıp durduğu, caddenin karşısındaki dört çocuklu aileyi mi? Yandaki evin perdeleri sıkı sıkı kapanmıştı. Bu seferkiler de taşınmıştı. Bir iki hafta geçmeden aynı eve birileri geldi. Çaylak bir bela mı gelmişti şimdi? “Uğraş dur! İşin yoksa kurallarını baştan öğret! İlk günden bahçemi mahvetmese bari!” Boşalmış koliler evin kapısında bekliyordu. Öfkelendi. Etrafta bunca yarım akıl varken, öfkelenmek için bir sebep bulması kolaydı. Şimdi varlığını 40

belli etmenin tam zamanıydı. “İşiniz bitince onları çöpe götürseniz iyi olur! Ortalık berbat görünüyor.” Neden boş gözlerle kendisine bakıyorlardı ki? O gülümseme neydi öyle? Bir de hadsizce küçümsüyorlar mıydı kendisini? -Hatırlattığınız için teşekkür ederiz, hemen toplayacağız. Ertesi sabah kırık aynada kendi aksine baktı. Aksine… Geçip giden günlerin aksine yüzündeki geçmeyen çizgilere… Dumanı üstünde fincanı tuttu ve bahçeyi adımladı. Karıncalar, kır çiçekleri ve bir karahindiba ezdi. Bahçenin köşesine vardığında gözleri parladı. Aradığı fırsat ayağının dibinde sızıyordu. Su... En baştan haddini bildirmek gerekti bu yeni taşınanlara. Hızlıca yan bahçeye geçip kapıyı var gücüyle yumrukladı. Açılan kapının ardındaki şaşkın iki göze, öfkeli gözlerini dikti. -Bahçeme buradan su sızıyor. Benim bahçeme! Kapıda iki göz önce aksi adama sonra gökyüzüne baktı. -Afedersiniz ama hiç bahçe sulama mevsimi değil. Şimdi izninizle tadilat işlerimizle uğraşacağız. Kapının kapanmasıyla evine doğru yönelen huysuz adımlar muson yağmurlarını tartaklıyor, söylenmeler, su birikintilerini azarlıyordu.


Sayı 12

Zeynep Gezer

Ağustos / 2020

Karşımıza çıkan bin bir engeli aşmadaki en büyük yanımız umudumuz ama biz bir kere pes ettik mi koca alevden geriye sadece külleri kalıveriyor. Ve biz umudumuzu kaybettikçe o fırtınadaki gemi su almaya başlıyor. Adım adım dibe çekiliyoruz tekrardan mücadeleye başlamadıkça. Simsiyah karanlık hain gülümsemesiyle karşılıyor bizleri ve en önce yüzlerimizdeki gülümsemeyi teslim ediyoruz ellerine. Sonra bir bir gidiyor ellerimizden güzelliğe dair ne varsa. Battıkça batıyoruz yeis batağına. Oysa kafamızı kaldırıp da bir baksak etrafımıza belki o fırtınalı deniz sahili selamet olmuştur bize veya belki de birileri elini uzatmıştır, bizi aydınlığa ulaştırmak için ama biz acıları omuzlarına ağır gelmişçesine iki büklüm, düşüncelerin tuzağında kayboluyoruz. Yanımızda açan tomurcuktan, günümüzü aydınlatan güneşin güzelliğinden bihaber yaşıyoruz hayatı ve umutlarımızı biz dumana boğuyoruz. Belki de artık etrafa bakmanın tam zamanı. Umut türkülerini haykırmanın, yeni başlangıçların tam zamanı.

41

Kültür-Sanat-Edebiyat

mut, karların ortasında boy veren tomurcuk; umut, yüzlerde gülümseme, gönüllerde bahar olmaktı. Umut, fırtınada yolunu kaybetmiş bir gemide meçhulden meçhule savrulurken ufka bakan gözlerle selametli bir kara parçası aramaktı. Ve umut, fırtınanın şiddetinden sükûnet dolu bir hayale sığınmaktı. Bir mum alevinin cılızlığı kadar kalmış umudumuzla kafa tutmaya çalışıyoruz önümüze gelen fırtınalara. O mum ışığının her an sönüp gidecekmiş gibi duran tavrının arkasındaki o güçlü, kararlı ve azimli hallerinin farkında değiliz. Biz o sönmesin diye elimizi perde yapmaya çalışırken, kendimizi hayatın akışından geri bırakıp farkında olmadan onu dumana boğup kendimizi yormuşuz meğerse, yeni fark ediyorum. Biz istemediğimiz sürece umudun bizi hiç terk etmeyeceğinin idrakindeyim artık ve aslında biz güzellikler adına ne kadar mücadele edersek umutlarımız da o kadar güçlü duruyor koca bir alev topuna dönüşüyormuş.

Ses Dergisi

U

Umut


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ŞERİF AYDIN

Ağustos / 2020

Sayı 12

11 FİDENİN

S

us, konuşma, gecede tütün kokulu pusu havası var” dediler. Uğultu can alır gecede, karartı yükselir bir insan boyu… Gözler, üzerinizde hançer bileyen taş, barut burunlardan çıkan öfke gölgesi… Sus, sessizlik can korur bu kara gecede, analar kaç kez doğurur ki seni. Kapının eşiğinde bin gölge, kapının tokmağında bir baskın eli… “Sus, konuşma, gecede tütün kokulu pusu havası” dediler. Kaç aşık büyür böyle gecelerde, kaç sadık kaleme sarılır şehrin muhasarasında. Analar bir kez doğur sancıyla, evlat da bir kez sancısını yaşar öyle gecenin… Susmadık… Gecede yalnızlık bitti, uğultu seslerini bastırıyor gelinlerin düğün halayı zılgıtları, Karartının ipinin çekilişi gün doğumunun avuçlarında, Ufuk anamın yaşmağı gibi kırmızı, gün ortası bacımın gelinliği gibi ak… Ahmet Arif gibi deriz “Bir ufka vardık ki yalnız değiliz, artık” Yalnız değiliz… Düşleri yıllar sürecek on bir fideyle toprağa düştük… On bir farklı kaynak… Farklı kıtadan ses veren 11 halay türküsü. Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar gibi ve mağara dostları Yedi Uyurlar gibi… Kalem günü gelince kimi Kızılırmaktan bir tas su verir gibi hasrete, kimi Dicle kıyısında durmuş Fırat 42

nehrine seslenir, söyler ninnilerini. Ahtamar’da tuzağını yazar kimisi hain keşişin, kimi Sultan Ahmet serinliğinde takla atan güvercinleri. Yazar bitirince satırlarını çoğu gibi köşelerine çekilir ve söylemeye başlar bebesine belki ninnilerini. Ninni benim yurduma özgü, türküler bağrından koptuğum Mardin eşiğinde yanık, annelerin sevinç zılgıtları bizim halaylarımızın sevinç fişeği... Kalemlerimiz pırıl pırıl, namuslu… Satırları pusu yaran dingin mavzer tüfeği gibi şanlı… Her biri savrulsa da dağlar, ovalar ardına, nehirler okyanuslar sınır çizmiş gibi dursun onlara… Ay başında her birinden aldığım birer satır, her satırı iksir. Bir düşe dönüştü önce, Diyarbekir kalesinden serhat şehirlerine bir esinti. Ilık, memleketimin soğuk ayranı gibi Her birinin hikayesi farklı, her biri bir koçerin mera gezintisindeki sevinci Birinin öyküsü uzuncadır, ama nahif. Hayalleri cemre gibi


Ağustos / 2020

Sayı 12

DÜŞÜ

Kültür-Sanat-Edebiyat

43

Ses Dergisi

düştü içimize. Dört mevsim bir bahardır kalemi, kalemi ilk günden beri can suyu, Hamravat suyu gibi sade… Öbürü kelebekten beste çıkarır, ilmek ilmek dokur, resim gibi serer gözlerinin önüne. İnsancıl söylemin en güzeli satırlarında semaha durur. Kalemi keşfedilmemiş Davud’un kayıp sandığı sanki. Sırlar peşpeşe gelir. Diğeri kelimelere imgeler dizmekte mahir, yeni elbiseler giymiş bayramlık kız çocuğunun renkleri dolaşır satırlarında. Ve çınarın gölgesi gibi umut… Bir diğeri sessizdir, yıldızlar kadar sessiz ve bir o kadar uzak bilinir. Kelimelerinden tanır herkes onu, çifte dövülmüş çelik gibi sağlam, asırlık şekil verilmiş mermer düzlüğünde, pürüzsüz… Bir yanı şair, bir yanı dirayet abidesi… Öbürü, kayaların zapt edemediği gelincik çiçeğinin yükselişi gibi yükseltir mısralarını kıtalar arasından. Heyecanı, hasreti satırlarından okunur. Biri var ki küçük ama kalemin ve fikrin gece bekçisi…

Bazen yurdun dertleri ortasında beli bükük, bazen de kelimeler arasında coşkun bir ırmağın şırıltısı duyulur sözcüklerinde. Biri var ki toplumun gözüdür adeta, satır aralarında gizlenmiş sessizliklerin dili. Yazdıklarında haykırışlarını yakalarsınız yaşanmışlıkların. Yalnız değiliz artık, gecede 11 çıra, gece gerdanlık… Bir ufka vardık ki gece seyranlık… Ses olup satır satır ağaran güne ışık yayan var bir de. Korkusuz… Bazen şiirde, bazen sayfanın uzun satırlarında bulursunuz onu. Biz yazarken sesimiz olanlar da var, müzikle eşlik edenler de. İşte halayımızın sevinç fişeği dediğim yer bu. Onları bekleriz bir de… Güvercinlerini gökyüzüne salan kuşçunun ıslığı gibi ritim çizdirirler gökyüzünde kelimelere. Biri akdeniz meltemi gibi ılık, biri meltemin içindeki kuşçunun ıslığı gibi ritim verir heceye… Uzağız, sesimiz ulaşmaz birbirimize, nehirler asi, dağlar pek yaman, yollar kavisli… Ama kalemle bağlıyız biz de birbirimize. Düşlerin yurdundan savrulduysak ne gam… Yedi uyurlar gibi uyandık Kelimelerimiz de bir gün bumerangı yenip iner elbet beldeye… 11 Fide’nin düşünde çoktan dağıldı gece….


Ağustos / 2020

Sayı 12

Handan Tunç

BAYRAM

B

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ayramlar mı değişti yoksa…?

Bir bayram sabahına daha uyanmak… “Nerde o eski bayramlar...” Sözleri çalındı kulağıma, dolandı dilime Hemen hüzünlendi yüreğim, nemlendi gözlerim. Daldım eski bayramlara gittikçe gittim eskilere. Biraz daha, biraz daha derken gitmişim on sekizli yaşlara. Sonra ileriye doğru yol aldım. Evliliğimin ilk yılları ve arkasında Türkiye’de yaşadığım şehirlerdeki eski bayramlarımı ziyaret ettim, ne güzelmiş o günler dedim… Hasretle, özlemle, o bayramların alnından öptüm. Birer şeker aldım sevgiyle. Ve devam ettim yolculuğuma. Nijerya–Türkiye arasında geçen bayramları hatırladım. Beş senelik Nijerya hayatımda; Ramazan bayramlarını Türkiye’de, Kurbanı ise Nijerya’da geçirdik. Gözlerim ışıldadı birden. Kano–Nijerya’da ilk bayramım kurban bayramıydı. Ne kadar da güzeldi. Hepi topu 10‐15 aileydik. Herkes yeni kıyafetler giymiş kahvaltılıklar hazırlamıştı. Bir aile gibi, aynı sofra başında toplanmıştık... Halbuki daha dün gibi hatırlarım, o gün günlüğüme şunu yazmıştım gözyaşlarıyla “Gurbette ilk bayram, ne kadar da zor…” Sarıldım tekrar oradaki arkadaşlarıma Kano’ya baktım özlemle yeniden. Oradan ayrılırken gece on iki de; terasa çıkıp veda ettiğim gibi, veda ettim hüzünle bir daha… Ve yola devam ettim. 44

Vardım Afganistan’a şöyle yüksek bir yere oturdum. Dağ evleri vardı, yer edindim kendime bir köşenin başında. Kuşbakışı baktım oradaki eski bayramlarıma. Derin bir iç çektim, hüzünle karışık gülümsedim. Hey gidi günler dedim... Ne kadarda kalabalıktı, yoğundu. Misafirler, ikramlar nefes alamazdım koşturmacadan. Uzaktan bakarken şunu farkettim, meğer ne çok sevmişim oradaki her bir arkadaşımı… Geldi gitme zamanı. Fark ettirmeden sevgiyle el sallıyorum Kabil’e, Herat’a, oturduğum evlere sokaklara. Bir hasret dolu bakış gönderiyorum toplu kahvaltılara. İyikilerimi kalbime alıp bir el sallayıp, gözyaşları içinde ağır ağır adımlarla uzaklaşıyorum oradan… Yine/yeniden yola devam ediyorum.


Ağustos / 2020

Sayı 12 Türkiye faslı kapanalı yıllar olmuş... Varıyorum Ala‐too Dağları’na. Sevdiğim, yalçın,heybetli Ala‐too… Kalbimin ortasında Nijerya, Sağında Afganistan, Solunda Kırgızistan… Kalbimin yarısı ise Amerika’da. Sağ–sol tanımı yanıltmasın kimseyi, hepsi de hayatî, biri yek diğersiz olmaz.

Türkiye faslı kapanalı yıllar olmuş... Varıyorum Ala-too Dağları’na. Sevdiğim, yalçın,heybetli Ala-too…

Sağında Afganistan,

Kalbimin yarısı ise Amerika’da

Ve ayrılıyorum, o her seferinde “Nerde o eski bayramlar?” dediğimiz eski güzel bayramlarımdan. 2020’ de bayram, geleceğin eski güzel bayramaları mı olur? Yoksa gitti gelmesin mi olur? Bilinmez ama şunu bilmek gerek olanla mutlu olmak, gelecek güzel günlere/ bayramlara birer davetiye. Herkesin bayramının huzurlu geçmiş olması dileğiyle...

45

Kültür-Sanat-Edebiyat

Solunda Kırgızistan…

Ses Dergisi

Kalbimin ortasında Nijerya,

Bişkek ne çok özlemişim seni... Allah’ın hikmetine bakın ki, her gittiğim ülkede ilk bayramım kurban bayramı... seyrediyorum uzaktan. Bayramın birinci günü hep beraber Tokmok’a gidilecek. Buluşma yeri… Market önü Saat 09,00’da. Eyvah uyuyakalmışız…! Yetişemeyeceğiz siz gidin telefonu ve “Hazirlanın gelin abla bekleriz.” sözünün ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi anlıyorum şimdi. Göz gezdiriyorum Bişkek’te yaşadığım üç bayrama, ilkinde yabancı bir misafirdim, üçüncüde ise tanıdık bir ev sahibi… Ve her yerde olduğu gibi geliyor yine bir veda zamanı. İstemesem de gitmek gerek. Vedalar zordur bakıyorum dağın tam karşısındaki evime, orası gönlümde hep evim olarak kalacak -ne çok şey yaşadım acı, tatlı o evde– Anı yaşadığım, anı biriktirdiğim evim… Hoşçakal güzel şehir, Her bir sokağına caddesine parkına aşina olduğum hoşçakal. Gül yolluyorum kalbimden, sevdiğim arkadaşlarıma. Her biriyle olan hatıralarıma tebessüm ediyorum usulca…


ARZU KARA

Ağustos / 2020

MÜLTECİ

Y hislerdi..

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Sayı 12

okluktan var edildim ben... Ruhumla bildiğim, zâtıyla görmediğim ama varlığını her bir hücremde hissettiğim o yüce varlık var etti beni… Endişeler vardı sezdiğim, korkular vardı duyduğum… Hepsi bir kordonla bağlı olduğum annemden gelen

Birgün!.. Henüz varlığımı hissetmişti annem ve babam. Öyle korkular vardi ki annemin o koca kalbinden benim küçücük kalbime değen, öyle korkunç endişeler, öyle yerinde durdurulamaz heyecanlar, öylesine boynu bükük bekleyen kaygılar... Ta ki ertesi sabaha kadar sürecek, tarifsiz his ve duygular... Dağları taşımışcasına zayıf bedenlere düşen yorgunluklar... Gecenizi aydınlatan bir dolunayınız oldu mu sizin? Normal dediğiniz vakitlerde, duymakta zorlandığınız fısıltılarınız, koca tarlalarda gecelerinizin sessizliğini bozdu mu mesela? Benim annem böcekten, karanlıktan, haşerattan korkan annem, öyle çok düştü ki o gece; çukurlara, su arklarına, dikenlerin içine... Bir eliyle on dört aylık ablamı sıkı sıkıya tutarken, öbür eliyle beni tutan annem. Korkusu, sadece biz olan annem... Çaresizlik vardı o gece, Meriç diye bir yer vardı o gece, akan suyun ürkütücü sessizliği vardı o gece ve gökyüzünde yorgunluğumuza umut olan yıldızlar vardı o gece. Annemin “O gece yalnız değildik, yıldızlar gökyüzünden indi, gölge sandık önce, meğer ışıkmış önümüze.” dediği gece... Yolcuydum ben de, bir ağaç gölgesinde dinlenmeye doğru giden yolu gösteriyordu zaman pusulasının ibresi... Yolcuyduk hepimiz, evi olan bir aile beklemiyordu beni, dedelerim, ninelerim, teyzem dört gözle beklemiyordu beni, kundaklarıma kurdeleler takılmamıştı, doktorumuz kim onu bilmek bile bizim için olağanüstüydü... Günlerce, mülteci kamplarında kalmak için bir ülkeden başka ülkeye gittiğimiz, artık mültecisiniz dediklerinde

46

BE

annemle babamın acı acı güldüğü, fakat yeni durağımız artık burası deyip acıyla gülümsedikleri yere varıncaya kadar geçen zaman… Haftalarca hatta aylarca hiç tanımadığımız, dilini bilmediğimiz, yemeklerini yiyemediğimiz hastanelerde geçen zaman... Bir gün dünya adı verilen ağacın gölgesine geldim ben de. Doğmuştum ama özel bir bebektim ben; Mülteci bebek. Kimsenin kendisine Kuranlar, mevlitler, şölenler hazırlamadığı mülteci bir bebek. Evimizin bile olmadığı bir dünyaya gelmiştim anneme hoş gelmiş, babama sefa gelmiş, kardeşlerime can getirmiş bir bebektim. Çok zengindim, biliyor, hissediyor, duyuyordum bunu. Bir haftalıkken içime kokusunu çektiğim mülteci kampım vardı benim, mülteci harçlıklarımızı vermeleri


Ağustos / 2020

EBEK

Sayı 12

Ses Dergisi

renklerini öğrenmemiz pek mümkün değil, gökyüzünde uçan birkaç kuş olmasa kuş nedir onu bile bilemeyeceğiz. Ha bir de sabah uyanırken gürültülü insanlar da olmaz onun hayatında.. Hiç üzülmesin.. Bizi düşünsün ve beklesin, beraber oynayacağımız parklarda... Ah be rüzgar tanışır tanışmaz seninle, kimlerin selamını topladın da getirdin bana? Evet mülteci değiller bunu anlamıştım, vatanlarındalar… Onların da yatakları var ama demirden, onların da güneşi var ama demir parmaklıklar delmiş, puslu görünüyor güneş ve hatta bazılarının penceresine hiç uğramıyor bile! Akraba dolu koca diyarlarında kimsesizler… Anaları var sadece; garip kalmış boynu bükük anaları… Babaları var, var da hiç görmediler ki!... Göstermedikleri babaları nerde kim bilir…? Kardeşleri var bazılarının, demir parmaklıkların ardından usulca tanışabildikleri… Belki de bazısının hiç göremediği, tanışamadığı.... Süt içebildikleri biberonları var mı bilmiyorum…? Havasız kalmış, rutubet kokan gecelerin sonunda, annelerinin güzel sesleri değil, kuşların sesleri değil onları uyandıran... Rüzgar, sen kulağıma fısıldayıp selam getireli iki yıl oldu, hâlâ bekliyorum onları. Oyun parklarında kardeşlerim ve ben varım. Ben de eğlenmiyorum merak etmesinler. Binmiyorum mesela salıncağa, özgürlük diye bağıramıyor, rüzgarı yanaklarımda hissedemiyorum. Gelmediler, gelemediler... Neden gelmediler??? Sahi için beklediğimiz sırada tanışmıştım ilk yağmur rüzgar ben de sana birşey fısıldasam beklerken, götürsen tüm damlasıyla. Güneşi, yeşili, ağacı görebildiğim bir zalimlere.... dünyam vardı benim. İpek saçlarımı okşayan rüzgar o gün fısıldadı kulağıma “Üzülme bebek, sakın üzülme. Hani biz bebeğiz hani biz çocuğuz ya, Evin de olur yatağın da, oyuncakların da.” Sahi söylesene rüzgar ben neden mülteci bir çocuğum? Selamlar getirdim sana Anadolu’dan. Her Sahi onlar neden zindanda mahkum çocuklar...? karış toprağındaki zindanlardan. Dediler ki oradaki yaşıtların, “Bizim için de baksın mavi gökyüzüne, bizim için de baksın ağaçlara, çiçeklere. Karlar düşerken yanağına sakın üşümesin annesinin koynuna girsin, sarılsın. Oyuncaklarıyla oynarken sıkılmasın, kardeşleriyle büyürken onlara darılmasın, çorapları eskidiğinde ağlamasın, bizim toprağımız soğuk betonlar, yatağımız bazen iki kişilik, bazen üç kişilik, oyuncaklarımız kartondan, çiçeklerin

Kültür-Sanat-Edebiyat 47


Seyfullah Sacit

Ağustos / 2020

Sayı 12

MODERN ZAMANLARDA İNSAN

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Kendi çabalarıyla uyanamadığı ölüm uykusundan bir Mesih nefesi bekliyor. Bir kurtarıcı… O kurtarıcıdan bir merhamet dokunuşu… Artık tek çare belki de bu dokunuş, canlanabilmesi için.”

M

odern dünyanın çok yüzlülüğü içerisinde bir insan… Her şeyden uzak… Onun için bir adım ötede gibi her şey… Ne uzak ne de yakın gibi bazen. Bazense bu iki sözcükte anlamını yitiriyor. Bu iki kelime bile yokoluyor insanın içinde. Mutlak yoksunluk hâli... Amaçlar planlar… Her şey bir yokluğun ortasında boğuluyor sanki onun için. Korku gecelerinin zifiri karanlığında kendi içinin karanlığını görünce daha da ürküyor. Öyle bir korku hali ki aydınlık arayışı bile ürpertiyor onu. Bu korku sarınca mahiyetinin her bir yanını, artık olduğu yerde mıhlanmış vaziyette sabahlıyor her gece. Ya da gaflet uykusunun koynuna giriyor. Donmuş, mat bir manzara misali, canlılık denilen mefhumdan küçücük bir emare olmaksızın duruyor odanın içinde. Bir heykel gibi cansız… Kendi çabalarıyla uyanamadığı ölüm uykusundan bir Mesih nefesi bekliyor. Bir kurtarıcı… O kurtarıcıdan bir merhamet dokunuşu… Artık tek çare belki de bu dokunuş, canlanabilmesi için. Zamanın ve mekânın değeri yok oluyor. Her anın hemen geçip gitmesin temenni ediyor insan modern zamanlarda. Her şeyde olduğu gibi bu iki mefhumu da tüketerek ihya edeceğine inanıyor. Beklediği dokunuşu tüketimle aradığı için o dokunuşun vakti gelsin diye bonkörce harcıyor zamanı. Mekânı ise hiç gözü görmüyor. Sahi! Şu an nerede? Bir önemi var 48

mı onun için? Nereye gitse yine aynı yerde… Kendi içindeki karanlık dehlizde… Bu karanlığa aydınlık bekliyor. Sunulan her doğrunun, hakikatin önündeki en büyük engel olduğunu anladığından beri, zaman ve mekân yok oldu onun için. Issız bir çölde veya dünyanın en güzel yerinde… Önemi yok artık. O hep kendi içindeki meydan muharebesinde… Dokunulan veya hissedilen her şey, varlıkla yokluk arsında bir yerde. Bir araf halinde insan bu zamanlarda… İnanç bu yolda onu var olmaya götürürken, inançsızlık


Ağustos / 2020

yokluğa gebe bırakıyor korku ve ümit mihverinde… Korkuya çok yakın. Ümidin hemen dibinde… Lâkin ne onda ne bunda… İkisinin arasında bir yerde… Hep bir aralıkta... Ne orada ne de burada. Bazen sanki her yerde gibi bir serap içinde, bazense hiçbir yerde... Kısacası modern zamanlarda insan hep bir ikilemde... Olmak istediği ile olduğu arasında sıkışıp kalmış. Modern zamanların insanının çıkmazı işte tam da bu iklimde... Az bir cesaret, çokça dirayet lazım adım atmak için olmak istediğine… Adım atmak işin yarısıyken, dirayet

Sayı 12

bir beldenin en anlamlı haline bakmak. Sahi! Bir yer ne kadar anlamlı gelebilir ki bir insana ya da ne kadar anlamsız…? Zaman her şeyi önüne katmış götürürken, zamanın üstüne yalnız başına ulaşamayan; korkak ve ürkek, inancından bile emin olamayan modern insanın tek ümidi kurtarıcı bir nefeste. Elinden tutup zamanın üstüne çıkaracak vesilede gözleri…

göstermek tamamlamasına vesile yolu. İkisi arasında sıkışan insan hep bir kısır döngü içerisinde… Adım olsa da çoğu zaman devamı yok. Güdük idraklılar ülkesinin içerisinde bir hayalet görünümünde, dirayetsizliğin timsali olan bu zamanın insanı… Kısacası; her an yeniden başlayan bir yolculuğun hiç yol alamamış yolcusu… Anlamdan uzak anlama tuzak 49

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zaman geçiyor… Kendi başına ürettiği çözümlerin daha büyük sorunları beraberinde getirdiğini gören insan, en çokta hayat verici nefese muhtaç… Ümide teslim olacağı ana kadar çekilen her çile içinde, elinden tutacak vesileyi hasretle bekliyor…

Ses Dergisi

Aşılamayan her engelin ardından, aşma çabasını da yavaş yavaş kaybetti modern zamanlarda insan. Tabi ki bu manevi mânâda böyleyken, özgürlüğün peşindeki macerası, ortasına kaldığı ikilikler cumhuriyeti içindeki esaretinde son buldu.


Ağustos / 2020

Sayı 12

Tuğba Türkoğlu

BOSTAN KORKULUĞU

G

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

üneşin en kızgın olduğu öğle vaktinde, bir düzine işçi ellerindeki çapaları inatla toprağa geçiriyor, kadınlar her iki adımda bir, terlerini omuzlarına sarkan işlemeli eşarplarıyla siliyorlardı.

Yüzlerinde acı çektiklerini belli eden, hoşnutsuz bir buruşma yaratarak, sonu gelmeyen küçük pancarların boğazlarını hırsla dolduran çevik kolları izleyen küçük kız, karşısındaki beli bükük annesine odaklanmıştı. Beyaz teni tavlanmış fındık gibi kararmış, şakaklarından süzülen terler inci tanesi gibi toprağa düşüyordu. Çıplak ağaçların çevrelediği tek yol, birkaç evin önüne hizmet ediyordu. Gerisini tarlaların oluşturduğu arazide, yan yana çalışan işçiler bile birbirlerine ufak bir rüzgar bağışlayamıyordu. Küçük kız on dakikada bir annesinin örme yeleğine yapışıp çekiştiriyor ama annesi renkli cam şekerler ve bozuk paranın olduğu cebinden bir şeyler sıkıştırmaktan bir şey yapmıyordu, bu da onun ‘çekil git’ deme şekliydi. Sarıya yakın kumral saçlarını bu sabah çapan tutan bu nasırlı eller ördü diye düşündü küçük kız. Ne çok görevi vardı annesinin? Yemek yapmak, çamaşır yıkamak, çocuk yıkamak, temizlik yapmak ve tarlada çalışmak... Annesinin durmadan inip kalkan göğsüne bu işleri asan kimdi? Küçük kız öfkeyle soludu. Bu ağacı bile gölge vermeyen arazide ne diye çalışıyordu? Ve neden kendisi de bu işi yapıyormuş gibi ter döküyordu? Durdu. Elindeki cam şekeri annesi fark etmeden geri koydu. İki tarlanın birleştiği yerdeki büyük çınara doğru koştu ve orada ağzında sigarasıyla semaver yakan esmer bir adam gördü. Bu adam onları traktörüyle evlerden alıp götüren tarla sahibiydi. İşine odaklanmıştı. Semaveri yakmaya.

50

Bardak sesleriyle diğer tarafa döndü. Yüzü ay kadar yuvarlak, köpük tenli, hafifçe tombik bir kadındı çay bardaklarını tepsiye dizen. Tarla sahibinin eşiydi. Küçük kıza doğru dönüp, ona güneşin yaktığı saçlarından daha sıcak bir gülümseme bahşederek “Vakit geldi mi?” diye sordu. Bu soruyu duyunca aklına kendi görevi geldi; haber vermek. Küçük kız başını salladı, aslında biraz erkendi ama bugün sıcak daha bir kızgın olduğundan erken gelmeden edememişti. Az önceki öfkesi dinmişti, dinmeyen ise annesini öyle görmek istemeyen küçük kalbiydi. Semaver yakan adam artık ayakta, tarlanın ucuna bakıyordu, buradan bir serap gibi dalgalanan sıcağın altında aynı hareketleri tekrarlayan o küçük topluluğa. Bu adam diye düşündü küçük kız, annesine işi verendi. Kötü bir adam gibi durmuyordu ama fazlaca ciddiydi, bir bacağını sürekli


Ağustos / 2020 kırıp duruyordu ayaktayken. Sıcağa rağmen soğuk bakışları adamın ilgisini çekmiş olacak ki, başını çevirerek ona baktı, adamın ciddiyetinin bir anlık ona dönmesi onu gerim gerim germişti ama küçük kız ummadığı bir şekilde gülümseyen adamı görünce duraksadı; çocuk gibi kısılan gözlerine kaz ayakları ve ona komik gelen bir gülme sesi eklenmişti.

Sayı 12 ve temiz çatallarla donatılmıştı. Güzel teni annesine oranla hafifçe yanık olan bu kadın, kaşlarını, güneşten dolayı hep çatıyor ama gözleri nerede bir çift gözle temas etse, yay gibi büküyordu. Küçük kız bunları düşünürken eline tutuşturulan ekmekle karşısındaki kadına baktı. “Vakit geldi.” Elinde olmayarak sevinçle annesine doğru koşmaya başladı, bu aralık dört saatlik çalışmanın tek molasıydı. Küçük kız henüz işçilere yaklaşmadan, çoğu kişi çapalarını bırakıp gülüşerek ona doğru ilerlemeye başladı. Küçük kız bu anı hep acıklı bulurdu, kısık gözlerin ışıldayışında hep bir acıma ve merak sezerdi. Kendi geleceği için duyulan kaygıyı görürdü o gözlerde ama bir çift göz vardı ki, o sadece kaygı değil korku da taşıyordu. Küçük kız annesine sokularak büyük çınara doğru yürümeye başladı.

“Sen kimin kızısın?” Herkese sormaktan büyük bir keyif aldığı soruyu küçük kıza yönelten adam, bir yandan da onun omuzuna hafifçe baskı yaparak eşinin yanına getirdi. Küçük kız kısacık parmağını öne çıkararak, parmakla gösterilemeyecek kadar uzakta kalan annesini gösterdi. “Seher’in kızı. Mavi kapılı evden alıyorsun bizi.” Adamın yüzü birden aydınlandı ve heyecanla babasını överek bir sigara yaktı. Eşinin oturduğu kilim, gazetelerin üstündeki kahvaltılık

Seher okşadığı kumral saçın sahibine, doğrudan kızına baktı ve gözlerindeki ışığı görerek yorgunca gülümsedi. “Sıkı tutun.” Küçük kız hevesle başını sallayarak önden giden tez can adımların sahibini takip ederken, büyük bir huşuyla göğsü sıkışıyordu. Rüzgarın saçlarını savuruşunu ve küçük ayaklarının yerden kesileceği o kısacık anın heyecanıydı bu ama ondan önce tanışması gereken biri olduğunu anladı çünkü adam yüzündeki çocuksu gülümsemeyle bir elini omzuna koyduğu yeşil gözlü, onun yaşlarında kumral bir kızla ona bakıyordu. “Bu da benim kızım.” Küçük kız 51

Kültür-Sanat-Edebiyat

Küçük kız da gülmeye başladı. Orta yaşlardaki adam ona yaklaştıktan sonra tereddüt etmeksizin nemli, is kokan parmaklarıyla kızın yanağından bir makas aldı. Küçük kız bu hareketiyle az önceki ciddi adamı bağdaştıramadığı için önce seyrek kaşlarını çattı ama onun canlı gülümsemesine karşı tebessüm etmeye devam etti.

Annesinin sert parmak uçlarını körpe omuzunda hisseden küçük kız, başını annesinin karnına yaslayarak pikabın arkasına binmek için öndekileri beklemeye koyuldu ama o sırada toprak sahibinin güneşten yanan, kızarmış ciddi yüzü belirdi. Bu adamın gülümsemesi cansız toprağa can veren su gibi hissiz, eşinin aksine kuru duran yüzünde sıcacık duygular filizlenmesine sebep oluyordu. “Bu küçük kızım benim yanıma otursun mu, Seher Hanım?”

Ses Dergisi

Herkesin günlük telaşelerini ve deneyimlerini konuşup çaylarını yudumladığı bir saat su gibi geçti ve küçük kız annesinin ayrılışını izleyerek kendilerine ait malzemelerin, büyük hasır çantanın başında oturmaya devam etti. İkindi sularına doğru esen rüzgârla gelen gölge, artık mayışan bedenlerini serinletmeye başlamıştı, terleri soğuyan işçiler bu saatlerde hızlanmaya başlayarak işlerini daha çabuk bitirirlerdi. Bu sefer de öyle olmuştu, küçük kızın yorgun gözleri kısılmaya başlarken işçiler hasır çantalarını sırtlanarak tarlanın ucundaki motora doğru ilerlemeye başlamışlardı. O sırada, çıkık elmacık kemiklerinin toprak rengi gözlerini esirgediği güzel kadın da onları güleryüzüyle yolcu ediyor, sık sık, “Ellerinize sağlık,” ya da “Allah razı olsun,” demeyi ihmal etmiyordu.


Ağustos / 2020 karşısındaki çekingen kıza baktı, kahkülleri ellerine baktıkça küçük alnını açıkta bırakıyor, aralarda altın sarıları olan saçları hafifçe dalgalanıyordu. İlk adımı atan kendisi oldu, karşısındaki kız bunu bekliyormuş gibi küçük yüzünü kaldırıp ona yeltendi. Beyaz teni onunkinin aksine güneşten değil utançtan kızarmıştı.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Ben Gonca,” dedi kısık bir sesle. Babasından aldığı kaz ayaklarını sergileyen bir gülümsemeyle karşılık verdi karşısındaki kız. “Senin adın ne?” Tam konuşmaya devam edecekleri sırada tarla sahibi önce kızını sonra da onu traktörün yanına güvenlice oturtarak harekete geçti. Karşılıklı olarak oturdukları yerden bakışarak gülüştüler. İkisi de ortalarında oturan aceleci adamın seri hareketlerine gülüyordu. Arka tarafta yorgun başlarını elleriyle ovuşturan veya enerjisi tükenmeyip türkü söyleyenlerle doluydu. Yol boyunca gürültü ve türkülerle sarsılan iki küçük beden, artık zar zor tutunabiliyordu. Orta yaşlarda, dudakları arasında aldığı sigarasıyla direksiyon sallayan adam bunu fark etmiş olacak ki, agresif kaşlarını daha da çatarak onlara daha sıkı tutunmalarını söyledi. Sonra da onlarla sohbet etmek için sigarasını bir eliyle ayırdı dudaklarından. “Bu işleri gösteriyoruz ki, bizim gibi zorlanmayın ya.” dedi son kelimeyi gereksizce uzatarak. İkisi de traktörün sesinden yüksek, gür sese kulak vermekle yetindi. “Bir gün biz olmayacağız ve siz de kendi başınızın çaresine bakacaksınız. Güzelce yetişecek, hayatın topraktaki ekinden daha fazla olduğunu anlayacaksınız.” Sigarasını tekrar ağzına götürdü. “Eğer okuduğunuz şu iki kelime olmasa, bir bostan korkuluğundan ne farkınız kalırdı?” İki çift toy göz ve kulağın şahit olduğu bu öğüt, ikisinin de üstünde tuhaf bir uyanışa vesile olmuştu; bostan korkulukları işe yaramaz değillerdi ama sadece kargaları korkutabiliyorlardı. Bir insan nasıl olduğu şeyle insanı ürkütebilirdi? Gonca ince sesiyle bağırdı. “Nasıl bir korkuluk olabiliriz ki?” Karşısında direksiyon sallayan adam bakışlarını yoldan bir anlık da olsa ona çevirdi. “Bir korkuluk olursan insanlar kargaya dönüşür,” Derin bir nefes aldı. “Cehalet, ahlaksızlık, eğitimsizlik seni korkulup kaçılan o korkuluk yapar.” Gonca derin düşüncelerle arkada kalan annesine baktı; başındaki yazmanın sakındığı yüzü yorgundu, gözleri yarı açıktı ama arada bir tam kapanıyordu. O sadece eğitimsizdi ama bu onu korkuluk yapmazdı ki, onun için döktüğü tere, bükülen bele böyle yaklaşmak utandırdı onu. Bir yanlışı vardı tarla sahibinin.

52

Sayı 12 Nihayet Gonca mavi kapılı evlerinin önünü görünce gayretle konuşmaya devam etti. “Benim annem korkuluk değil!” Traktör yavaşladı, arkadakiler azalmış, kalanlar da sessizce oturuyorlardı. Yüzündeki otuz yılın verdiği çizgileri belli eden bir şekilde kaşlarını çattı adam ama sonra anlayışla başını çevirdi. Karşısındaki sadece yedi yaşında bir kız çocuğuydu. “Senin annen korkuluk değil, kızım,” Gonca dudaklarını bükerek kaşlarını çatmaya devam etti. “Ben desem bile değil. Kimse kimseyi bir yere sözle terfi edemez.” Yeşil gözlü kız sadece onları dinliyor ve arada bir tutuşunu sıkılaştırıyordu. “Eğitimsizlik bir insanı kötü yapmaz ama kör yapar.” İster istemez onu dinledi Gonca. Eve varmışlardı. Orta yaşlardaki tarla sahibi aşağı inerek Gonca’yı kolayca kucakladı ve indirir indirmez dizlerini kırarak ona baktı. “Sen çok akıllı bir kızsın,” Saçlarını karıştırdı. “Bir gün ne dediğimi anlayacaksın. Annen ne dediğimi anlıyor, ben de onun gibi çabalıyorum.” Kız inatla sordu. “Ama o sadece ilkokul mezunu.” Adam ayaklandı, Seher çoktan inmiş gelmesi için uzaktan kızına bakıyordu. “Annen zorluklarla eğitilmiş bir kadın,” Gonca’nın nutku tutuldu çünkü o eğitimin sadece okullarda verildiğini düşünmüştü. “Ve iyi bir öğretmen. Ona layık ol, Gonca.” Küçük kızın gözleri arkasında elinde hasır çantası, yüzünde yorgunluğuyla bekleyen annesine kaydı. Göğsünden ılık bir şey aktı; minnetti bu. Gözlerindeki sönmeyen ışığı hiç fark etmemişti Gonca, bu kadının yüzüne hiç kendi için bakmamıştı ama şimdi görüyordu ki, annesi onun için en yüksek mevkideydi. Gonca, yeşil gözlü kıza el sallayarak gülümsedi, ve onu içten içe daha fazla tanımak istedi. Babası ve annesinin de kendi annesi gibi çabaladığını görmüştü, bilmediği şey ise yeşil gözlü kızın sandığından çok daha şanslı oluşuydu.


HANDAN TUNÇ

Ağustos / 2020

özlem

Zaman olur kaparsın gözlerini dalarsın hülyalara, İlkbaharın sevincini, sonbaharın hüznünü duyarsın yüreğinde. Şiir dinlersin. Her bir kâfiyesine aşkı muhabbeti eklersin uçuruverirsin sevdiklerinin ülkesine… Yazarsın nakış nakış sevgi sözcüklerinden ne varsa. İmek ilmek özenle seçersin kalbinden geçenleri, miski amber misali gözyaşınla süslersin, hediye edersin hayalinde seni özlemle bekleyen dostlarına. Zaman zaman kaparsın gözlerini, ve geçmişe uzatırsın ellerini.

Ve bazen de açarsın gözlerini, hayali bırakıp gerçeğe koşmak istersin. Koşarsın deli gibi nefes nefese, bulmak istersin karşında sevdiklerini. Sarılmak istersin, konuşmak istersin hiç durmadan… Anlatmak istersin ayrı geçen zamandan ne varsa. Yalnız geçen zamanlarını, özlemlerini, yitiklerini, Mücadele ederken hayatla, onlardan nasıl güç aldığını... Sevinçler, muştular ve mutluluklar da var tabi, en çok da onları anlatmak istersin bir çırpıda. Aradan geçen senelerın acısını nasıl çıkaracağını düşünür, arayı nasıl kapatırım diye çırpınırsın… Heyhat! Birden gerçeğe uyanırsın, soğuk, karanlık bir odayla, yalnızlığını bulursun karşında. Sonra masum, buruk bir tebessümle bir iç çekersin… Kalbini yoklarsın birden nasıl diye. Ve hâlâ sevgi, hâlâ umut, hâlâ heyecan, hâlâ öğrenme aşkı ve heyecanı… Mırıldanırsın kendi kendine. “Buda geçer yahu” der yoluna devam edersin. 53

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kimi zaman yumarsın gözlerini, kalbine doğru yol alırsın derin derin. Hissedersin yanağından akan gözyaşının ılıklığını ve ürperirsin. Kalbinin dili olan gözyaşına çevirirsin dikkatini. Göz kalbin aynasıysa eğer, gözyaşı kalbin dili,dudağı, feryadı, hissi, en büyük ve dile gelmeyen sırları olduğunu anlarsın. Ümit ile ümitsizlik arasında git gel yapar, mekik dokursun. Bu günler de geçecek diye duaya sarılır, gelecek güzel günler diye kendine ümit verirsin.

Anılarını selamlamak istersin... Bir ney iniltisi çalınır kulağına kapılırsın büyüsüne ve mazide kalan ne varsa hatırlarsın. Sayarsın yaşadığın ülkeleri, şehirleri, sokakları.. Sonunda geçmişte kalan evlerini tek tek ziyaret edersin… Her bir evde bıraktığın anılarına duygu yüklü sarılmak istersin…

Ses Dergisi

B

azen de kaparsın gözlerini, yıldızları avuçlarında hissedersin. Müziğin ritmine salarsın yüreğini, gezersin ülke ülke sevdiklerini toplarsın. Avucunda ki yıldızları yüreğindeki hasret ateşiyle ısıtıp bir sevgi yumağı haline getirir bırakıverirsin sevdiklerinin avuçlarına...

Sayı 12


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Hüseyin Odabaşı

Ağustos / 2020

B

Sayı 12

Hayvan Çiftliği Özeti ve Yoru

ay Jones’in sahibi olduğu hayvan çiftliğinde gece yarısı hayvanlara etkileyici bir konuşma yapan yaşlı domuz Koca Major, düşmanı da rahatsızlığı da açık seçik ortaya koydu. Rüyasını anlatarak konuşmaya başladı. Sadece hayvanların hâkim olduğu, insanların yok olduğu bir dünya görmüştü düşünde. Konuşmak için boğazını temizledi: “İnsan vermeden tüketen tek mahluktur. Bütün hayvanlara hükmeder. Onları çalıştırır, sadece ölmemeleri için doyurur ve kaymağını kendine ayırır. Halbuki bizim gücümüzle toprağı sürer, gübremiz toprağı doyurur fakat kendi derimizden başka bir şeyin sahibi dahi değiliz. Siz inekler geçtiğimiz yıl boyunca kaç litre süt verdiniz? Danaların daha iyi yetişmesine yarayacak olan sütlere ne oldu? Sütün her damlası düşmanlarımızın boğazından aşağıya indi. Ya sen Clover, ihtiyarladığında sana destek olacak taylara ne oldu? Hepsi bir yaşına gelmeden satıldı ve Clover… ve Clover sen onları bir daha göremeyeceksin. Dört defa lohusalık geçirmene ve tarlalardaki onca çabana rağmen sadece sana bir avuç yem ve ahırda yatacak ufacık yerden başka ne verildi?” Toplantıdan çıkan hayvanlar artık insanlardan nefret ediyordu. Sonra Koca Mayor ölüp gitti ama rüyası, sözleri ve şarkısı dillerde pelesenk olarak kaldı. *Aslında her oluşumun, her başlangıcın bir rüyası vardır. Osman Gazi dünyayı saran 54

bir ağaç, Oğuz Kağan doğuya doğru ilerleyen oklar görmüştü düşünde. Sanki bazı liderlerin tek vazifesi olur düş görmek, kendinden sonraki nesillere kurulmuş bir hayal bırakmak, ideal teslim etmek. Bu düş iyi de olabilir kötü de. Marks Koca Major gibi kendinden sonrakilere süslü fakat kötü bir düş emanet etmiştir. Koca Major’dan sonra Napoleon ve Snowball çiftlikte gizli toplantılar düzenlemeye devam ettiler. Bir gün çiftliğin sahibi Janson’un sarhoşluğu ve dertlerinin başını aşması sebebiyle, gafletini fırsat bilen işçileri günlerce hayvanlara yem vermediler, işlerini ihmal ettiler. Açlığa dayanamayan hayvanlar da iplerini kopardılar ve yemek için her tarafa saldırmaya başladılar. Nihâyet hayvanları zapt etmeye gelen Janson ve adamlarına da acımasızca saldıran hayvanlar, hiç farkında olmadan insanları korkuttular ve çiftliği terk etmelerine sebep oldular. Artık çiftliğin tek sahibi hayvanlardı. Hiç beklenmedik bir anda Koca Major’un öngörüsü de rüyası da gerçek oldu. Snowball ile Napoleon, çiftlikteki hayvanlara toplantı yapıp beraber liderlik yapmaya devam ettiler. Çiftliğin adını değiştirdiler; “Moner Çiftliği” yerine “Hayvan Çiftliği” tabelasını astılar.* Üç ayda “animalimiz” ilkelerini “yedi emir” şeklinde özetleyip samanlığın duvarına yirmi metre uzaklıktan okunacak şekilde


Ağustos / 2020

um 1

Snowball ve Napoleon, çiftlikteki işleri beraber yürütüyor ve karar alıyorlardı fakat aralarında pek anlaştıkları da söylenemezdi. Toplantılarda renkli hitabeti sayesinde oyların büyük çoğunluğunu Snowboll’un almasına rağmen, Napoleon kulis faaliyetindeki becerisiyle durumu eşit hâle getirirdi. En şiddetli tartışma, elektrik üretecek olan “yel değirmeni projesi”ni Snowball anlattığı zaman yaşandı. Çiftliğin bütün işlerini çok kolaylaştıracak, elektiriği üretecek olan yel değirmenin yapılmasıyla alâkalı son oylama yapılıyordu. Artık Snowball’in konuşmalarıyla herkes bu işe ikna olmuşken, Napoleon ayağa kalktı ve tiz ve yüksek bir ses çıkardı. Bu ses kaybolur kaybolmaz, boyunlarında çivili tasma bulunan dokuz köpek korkunç havlamalarla içeriye daldılar ve Snowball’in üzerine atladılar. Snowball kaçarak canını zor kurtardı. *Bir düşünün, elektrik üretecek yel değirmenini yapmayı Snowball becerebilseydi ne olurdu? Hiç kuşkusuz Napoleon ile olan idarecilikteki eşitlik Snowboll’un lehine bozulur ve Napoleon’un pabucu dama atılırdı. Sıfırlanırdı yani… Çaptan düşmemek için biricik çözüm, yegâne çare darbe. Bu bakımdan diktatörler, ya kaliteli insanları kendi 55

Kültür-Sanat-Edebiyat

besledikleri nefret o kadar fazlaydı ki kendi faydaları için bile bir araya gelemiyorlardı. *Dışımızdaki düşmanlara karşı beraber olamamak, dikta rejimler için altın bir fırsattır. İçimizde birbirimize karşı beslediğimiz düşmanlık, dışımızdaki düşmandan daha tehlikeli görüldüğünde, zalimler karşısında yalnız mücadele etmek zorunda kalırız. Bir zaman sonra Jones ve adamları, kaybettikleri çiftliklerini geri almak için harekete geçtiler; fakat böyle bir saldırıya çoktan hazırlıklı olan hayvanlar, Snowball’in sevk ve idaresiyle, bu saldırıyı büyük bir başarıyla püskürttüler. Öyle ki Jones ve adamları kaçarak canlarını zor kurtardı. *Başlangıçta Snowball ve Napoleon, çiflikteki işleri beraber yürütüyorlardı. Hemen her diktanın başlangıcında, daha geniş ortaklıkların ve ittifakların olduğunu görürüz; fakat diktatör zamanla güçlendikçe her fırsatta ortaklarını ekarte eder. Gerekirse canlarına okur. Zaten Napoleon, romanın ilerleyen kısmanda dost ve arkadaşlarını nasıl etkisiz hale getirdiğini hayretle okuyacağız, göreceğiz.

Ses Dergisi

kalın harflerle yazdılar: “Yedi Emir: 1. İki ayaklı yürüyenlerin hepsi düşmandır. 2. Dört ayaklı yürüyenler veya kanatlı olanlar yoldaştır. 3. Hiçbir hayvan elbise giymez. 4. Hiçbir hayvan yatakta uyumaz. 5. Hiçbir hayvan içki içmez. 6. Hiçbir hayvan bir hayvanı öldürmez. 7. Hayvanların hepsi eşittir.” Fakat daha ilk günlerde ineklerden kova kova sağılan sütler ortalıktan kayboldu. *Ne yazık ki kuralları koyan da hemen ilk fırsatta bu kuralları savsaklayan da diktatörlüğe meyilli idareciler oluyor. Kova kova sağılan sütlerin kaybolması idareci domuzların mahareti çünkü. Sonra hayvan cumhuriyetinin işareti olarak göndere bayrak çekildi. Bayrakta hayvan ayağı ve boynuzu resmi vardı. *Sosyalist Rusya’nın orak çekiç amblemli bayrağını hatırlatıyor. Snowball, okuma yazma seferberliğinde okumayı öğrenemeyenlerden, Yedi Emiri tek tek ezberlemelerini, ezberleyemeyenlerin de özetini öğrenmelerini istedi: “Dört ayaklılar iyidir; iki ayaklılar kötüdür.” Özellikle koyunlar bu vecizeyi hemen ezberlediler. Sonra mevsiminde yerlere kadar serilerek düşen elmaların iyilerinin, sadece domuzlara tahsisiyle alâkalı emir yayınlandı. Hayvanlar bu durumu garipsediler fakat ses çıkaramadılar çünkü kaliteli yiyeceklerle beslenmeyen domuzlar, lâyıkıyla görevlerini yapamasalar, alimallah Jones gibi insanlar çiftliğe geri dönebilirdi. Bu istenmeyen, kötü, korkulacak bir durumdu tabi. *Korku. Dikta rejimlerinde halkın korkularını tahrik etmek ve onları daima kendilerine muhtaç kılmak önemli bir stratejidir. Hem içimizde hem de dışımızda zibil gibi düşman vardır. Çiftliğini hayvanlara kaptıran Jones ne durumdaydı? Diğer çiftlik sahipleri Jones’in çiftliğinde meydan gelen ihtilâl ve isyandan endişe duymuşlar mıydı? “Yarın bir gün bu ihtilâl bizde de olabilir.” diye düşünüyorlar mıydı? Kendini içkiye vermiş olan Jones’in bu sefaleti karşısında komşu çiftçiler yardıma pek yanaşmıyor, Jones’in karşı karşıya olduğu felaketi gizlice kendi menfaatlerine çevirmenin hesabını yapıyorlardı. Komşu çiftlikler arasında, birbirlerine karşı

Sayı 12


Ağustos / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

hesaplarına kullanmaya çalışırlar ya da daha çok çevresinde başarısız ve çapsız insanlarla iş yapmayı tercih ederler. Bu mahlukların, (köpeklerin) nereden peyda olduğunu önce kimse anlayamadı ama sonra mesele çarçabuk çözüldü. Bunlar Napoleon’nun çok önceden analarından ayırdığı ve yetiştirdiği yavrulardı. Tam yetişkin olmalarına rağmen, iri kurt kadar vahşi görüntüleri olan köpeklerdi. Gidip Napoleon’un sağına soluna dizildiler. Köpekler önceden Jones’e yaptıklarını yaptılar; Napoleon’a kuyruklarını salladılar. *Köpekler,.. Evet köpeklere kim sahipse idareye de sahip olur. Burada köpeklerin kolluk kuvvetlerini temsil ettiğini söylememe bilmem gerek var mı? Asker, polis gibi.. Ve Napoleon bu köpekleri daha yavru iken analarından ayırmış ve kendine bağlayarak yetiştirmiş. Bu önemli bir nokta. Kolluk kuvvetleri yanında değilse, halkı ikna etmiş olman, Snowboll gibi hatip olman falan önemli değil. Hayvanlar ise bu yeni durum karşısında şaşkınlıklarını ifade ettiler ancak eski çiftlik sahibi Jones tekrar geri gelir korkusuyla olan biteni kabullendiler, içlerine sindirdiler. Snowboll’un kovulduğu günden üç pazar sonra Napoleon, yel değirmeninin inşa edileceğini duyurunca hayvanlar bu sefer daha büyük bir şaşkınlık geçirdi. Başka bir domuz olan Squealer’in hayvanlara anlattığına göre, Napoleon bu projeye aslında karşı değilmiş. Elektrik üreten yel değirmeninin yapılması daha kolay olsun diye Napoleon, bu işe engel olan Snowboll’u köpeklere kovdurtmuş da daha neler daha neler!

56

Sayı 12


Fuat Şahin

Ağustos / 2020

yıldızlar ve Mumlar

Sayı 12

“Ve bu dilekler katiyen başkasına söylenmez. Kayıp giden yıldız ve yok olan alevlerle aramızda sırdır adeta dileğimiz çünkü biliriz ki, şayet birisine söylersek tüm büyüsü bozulur işin.” hevessizlik ve bıkkınlığı da peşi sıra getiriyor. Hedefi büyük tutmak da pek tabii başarmak için önemli bir motivasyon unsurudur bence. Konfüçyüs’ün çok sevdiğim bir lafı vardır “Eğer ağaca tırmanmak istiyorsan yıldızlara dokunmayı hedefle”. Belki de yapmamız gereken şey, kayan yıldızların ardından sadece bakarak dilek tutmak değil, onları yakalamaya çalışmaktır. Belki de başarmanın anahtarı kainatın bu işleyiş düzeninde saklıdır. İstemek, ardından da özveri ve samimiyetle çaba sarf etmek; çünkü çok isteyip peşinden koşmazsak, istediğimizle kalıyoruz ancak. “Kardeşim bi yıldızdan nerelere geldik ya?” diyeniniz varsa o da haklı. En iyisi arkamıza yaslanıp mumuna üflediğimiz pastanın tadını çıkaralım :)

57

Kültür-Sanat-Edebiyat

İşte bu yüzden yıldız kayarken dilek tutarız. Kayıp giden şey dileklerimiz değil, yıldız olsun diye. Aynı şekilde doğumgünü pastasının mumlarına üflerken de dilek tutulur. Savrulup kaybolan şeyin dileklerimiz değil, mum alevi olmasını umut ederiz bu vesileyle.

Ve bu dilekler katiyen başkasına söylenmez. Kayıp giden yıldız ve yok olan alevlerle aramızda sırdır adeta dileğimiz çünkü biliriz ki, şayet birisine söylersek tüm büyüsü bozulur işin. Olacağı varsa da olmaz artık. Sadece dileklerimizi değil, günlük hayatta yapmayı hedeflediğimiz şeyleri, gelecek planlarımızı da başka birine çıtlattığımız takdirde oluru kaçar bütün bunların. Ya hiç gerçekleşmez, ya da illallah ettirip tüm heves kaçtıktan sonra oluverirler. Acaba bunun bilimsel bir açıklaması var mıdır? Sanmıyorum. Ancak benim görüşüm şu ki; yapmayı hedeflediğimiz şey sadece kendimizde saklı iken, o şeyi samimi bir şekilde istiyor ve o emel uğrunda iştiyakla çaba sarf ediyoruz. Ancak bu hedefi başkaları da bildiğinde mevzunun rengi değişiyor. İşin içine ister istemez riyâ karışıyor ve onlar görsün onlar “başardı” desin diye hedefimizde ilerlemeye başlıyoruz. Bu ise doğal olarak

Ses Dergisi

H

iç düşündünüz mü neden yıldız kayınca dilek tutarız? Şimdi diyebilirsiniz “Ne var bunda canım batıl inanç işte, delinin biri kuyuya taş atmış 100 kişi ardından atlamış”. Halbuki işin aslı hiç de öyle değil bence. Bir şeyi çok istersek onu kaybederiz, kayıp gider elimizden. Sanıyorum herkes bu olayı hayatında en azından birkaç defa yaşamıştır. Mevlana’nın bir sözü vardır: “Allah der ki: Kimi benden çok seversen onu senden alırım; onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım”. Buna isterseniz tesadüf, isterseniz Murphy Kanunu deyin hiç farketmez. Zira benim defaatle yaşadığım bir durum bu. Neyi çok sevdiysem, neyi çok istediysem bir şekilde kayıp gitti elimden.


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Mine Akdemir

Ağustos / 2020

Sayı 12

KUYU PERİSİ

Kederi ve karanlığı siyaha vermişler. Oysa hiçbir renk masum değil… Muhtarın, artık sararmış mektubunu tekrar okurken, bir yandan da torunumun pembe patiklerini avucumda evirip çeviriyorum. Ve düşündüğüm şey bu. Ve Şerife Teyze, nâm-ı diğer Kara Şerife’nin çocukluğundan beri içine gömüp, sandıklara kilitleyip anahtarını deryalara attığı sırrı. Yıllar içinde ben ona evlat, o bana ana olduğunda dinlediğim… “Çok ufaktım o vakitler. Çocuklar o yaşta aklıyla değil nefsiyle yaşar. Ben de öyleydim zahir. Evimiz a buraydı işte. Bakma sen şimdiki kuruluğuna, o zamanlar yemiş ağaçları, ekili maşaralarımız vardı. Anam rahmetli nenemle dikmişti hepsini. Ta şu derenin yamacına değin yemyeşildi. En güzel oyunlarım o ağaçların gölgesindeydi. Anamın, dallarından çatıp yaptığı çaput bebekler, karınca yuvalarının önüne dizdiğim elma dilimleri, yufka kırıntıları. Ayaklarımı sokmayla başlayıp, iç donuma kadar sırsıklam olduğum, sonra da dayak yediğim derede yüzdürdüğüm yaprak kayıklar, kurbağalar. Yoğum yoksulumdu ömrümüz. Zati o vakitler daha iyisi var mıydı bilmezdik? Babam, haftanın üç günü süt, yoğurt, tereyağı, yumurta her ne varsa katıra yükler, çevre nahiyelerin pazarına, panayırına götürüp satardı. Maşaralara ektiklerimiz de günlük iaşemiz olurdu. Babam her gelişinde bana basma, pazen entari veya akide şekeri getirirdi oralardan. Gelişini akşama kadar toprak dama çıkar beklerdim. Yağmur, yaş kimin umuruydu ki? Muradıma erdiğimde hepsini döşeğimin altına koyar öyle yatardım. Babamın meşakkat yüklü omuzlarındaki hoplayıp zıplamalarım, anamın küçük karındaşımı doğurduğunda azalmış, yük arttıkça da kesilmişti. Artık nahiye dönüşleri ganimetler ikiye bölünmüş, sonraları bir ona, bir bana olmuştu. Çocuk aklı, pek zor gelmişti. Karındaşım olmayaydı hepsi benimdi. Hem entariler, şekerler, hem de babamın omzundaki yerim… Keşke

58

ben olmayaydım!... Ne kötü gündü o? Katırın heybesindeki kefeden sadece bir çift pembe terlik çıktıydı. Benim ayağıma göre değildi, karındaşım içindi. Anam giydirdiydi minik ayaklarına. Pek de güzel olmuştu ama kabullenemedim, beğenmedim, kızdım, örselendim. Renkli, alacası olan her şey beter göründü o günden sonra gözüme. Sabi, ayaklanıp yürümeye başladığında oyunlarıma da ortaktı. Ağaçlarıma, karıncalarıma, çırpı bebeklerime ve daha kötüsü, katırın heybesinde gelene, babamın yüklü omuzlarına… Oyunlarım bölünürdü anam iş yaparken, elinden tutar bahçeyi boydan boya gezdirirdim, avuturdum karındaşımı, bi de kırık yıkık gönlümü. Benim olan her şey onundu ama o pembe terlikler sadece onundu.” Kırk sekiz, tam kırk sekiz yıl önce hem hafızama, hem de ruhuma hançer ucuyla kanata kanata yazıldı bu sözler ve devamı… Söyleyene hem merhamet, hem öfke, ne olduğunu tam çözemediğim his, o siyah kadife bohçayla devraldığım mirasın görünmeyen parçası olmuştu. Ne karmaşık ve enteresan bir duygudur, sevdiğiniz birine öfkenizi merhametinizle örtmeye çalışmak… Mazeretler ararsınız kendinizce ve en kötüsü susarsınız çünkü Şerife Teyze için artık söyleyecek söz, şekerle zakkum arasındaydı ve tükenmişti bende, yararı da yoktu. Köyün muhtarından gelen


Sayı 12

Ağustos / 2020 mektubu kim bilir kaç kez okudum yıllarca? Muhtarın, Kara Şerife’nin vefatını haber verdiği ve tek varisi olduğumu bildirdiği mektup. Birkaç ay sonra geçmişti elime mirasım. Hiç evlenmemiş, çoluğa çocuğa karışmamıştı. Anası, babasının ölümünden sonra tek kişilik kabuğunda devam etmişti hayatına. Çocuklardan hiç hazzetmezdi. Bahçeye gelen çocukları, öğrencilerimi kovalardı. Özellikle üzeri betonla kapatılmış bile olsa, o kuyudan. Zaten onlar da Şerife Teyze’ye karşı mesafeliydiler. Ve ben, o mirasın içinden sadece, siyah kadife bohçaya sarılı birkaç oyasız yemeni, onun elleriyle dokuduğu yün çorabı gönüllüce sahiplenmiştim. Sebebini bilmiyorum ama yanımda olsun istedim. Ondan asıl mirası, yıllar önce zaten yüklenmiştim hatıramda. İkilemde, suskun.Bir o kadar da hâlâ berrak, mahsun hatıramda.

Muhtar, atları çıplak bir bahçe içindeki toprak evin önünde durdurduğunda “Hoca, sana en uygun yer Kara Şerife’nin evidir. Yalnızdır, yaşlıdır. Birbirinize yaren olursunuz” demişti. Lakabının aksine, buğday tenli, yeşil gözlü bir kadın karşılamıştı beni. Lakabına uyan şey, onunla olduğum sürece üstünde başka renk görmediğim her şeyi siyah olan kıyafetiydi. Hissettim, gönülsüzdü ev sahipsizliği. Çaresiz kabullendim ve sığındım bir göz odasına ve uzun süre sonra ben ona evlat, o bana ana olup açtığı hayatına. Ve yıllardır keşke hiç ortak olmasaydım dediğim hayatına. Yine de sevmiştim bu mahzun kadını. O, içinde suskun kalmış çocuğu hep bir köşede tutuyordu zaten. Yargılayamadım.

59

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ben, annemin, babamın, pamuklara sarıp görünmez bir fanus içinde büyüttüğü tek evladı. Yirmili yaşlarımda, Zeyni’sine koşan Feride gibi tam kırk sekiz yıl önce çıkmıştım evimden. Bir yük katarının küçük yolcu vagonunda, hiç bitmeyecekmiş gibi ve köy muhtarının at arabasıyla taşlı toprak yolda savrulup, sarsılarak varmıştım son durağıma.

“Artık her şey sadece benimdi. Ağaçlarım, karıncalarım, pazen entarim, akide şekerlerim ve babamın omuzu ama onlar bir daha hiç benim olamadılar. Rengi olan, hele de pembesi olan her ne varsa hiç sevmem. Karalığım hep giydiklerimden bilinir. Hal bu ola ki, içimin darlığından karasındandır. Bir ben biliyorum, bir de Rabbim, hiçbir kula ayan olmadı. Anama babama bile.”

Ses Dergisi

“Ne vakit yanaşsam kuyudan uzak dur, orda Kara Peri var, paçana yapışıp seni aşağı çeker, alıp götürür. Daha da eve koymaz ki gelesin derdi anam. Kuyunun duvarı bir karış ya vardı, ya yoktu. Babam, içi lığlı, pis su diye üzerini ağaçlardan kestiği kalın dallarla örtmüştü. Zaten pek ürkerdim karanlığından, hiç yanaşmazdım. Anam dediydi ya, alır götürür seni diye. O zaman onu da götürsün geçti aklımdan. Öyle de kolay götürmüştü ki, karındaşım kuş gibi hafifti. Çıkardım üzerine, peri hemen aldı onu, hiç ağlamadı, ses etmedi. Sadece bir nefes su şıpırtısı duyduydum o kadar. Pembe terliklerini de yolladım ardından, nasılsa onundu.”

Yanımda, içini giysilerim, kitaplarım ve gittiğim yere göre pofuduk hayallerimle, yıllar sonra da sevgi ve öfkeyle ya da her ikisini harmanlayıp tıka basa doldurup kendi Zeyni’me doğru ayrıldığım iki bavulumla.


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

MECİT ÖZDEMİR

Ağustos / 2020

B

Sayı 12

İŞTE İNSANOĞLU... VAKTİ GELDİĞİNDE MİZACINI SERGİLİYOR

ugünlerde Tarık Buğra’nın Firavun İmanı” adlı romanını okuyorum. Sakarya Savaşı’nın olduğu günlerde başlıyor olayın konusu... Sakarya’da çetin bir mücadele, varlık, yokluk mücadelesi veriliyor. Aynı anda Ankara, siyasetin çirkin ve dahi çetin kavgasına sahne oluyor. İnsanların ihtiras ve ikbal arzularına, menfaat kavgalarına tanıklık ediyor. İçeride ve dışarıda farklı güç odaklarına hizmet edenlerin, bu gizli açık mücadelesine mekân teşkil ediyor. İnsanın olduğu yerde her şey olabilir. Erdemlilerin olduğu yerde erdemsizlerin olması misâli... Kendi çıkarlarından çok vatanın çıkarlarını düşünenler olduğu gibi, vatanın çıkarlarından çok kendi çıkarlarını düşünen, kendi cebini dolduranların örneği... Tarık Buğra bu kıymetli romanında ikbal ve istiklal mücadelesinin verildiği o günlerin Ankara’sında, meclisinde, geniş anlamıyla ülkede yaşanan menfaat ve iktidar kavgasını, ülkeye kendi arzu ve ikballerine göre şekil verme arzusunu gayet güzel tahlil etmiş. Ağırlıklı olarak Ankara-Sovyet ilişkilerine, ülkede yaşanan Bolşeviklik tehlikesine ve meclisteki Bolşeviklere, Rusların Türkiye’yi Bolşevik yapma mücadelesine değinmiş... Tarık Buğra gerçekten iyi bir yazar. Yaşadığı zamanın ya da yazdığı dönemin ruhuna ayna tutan, gerçekçi analizler sunan bir romancı. Kuvayı Milliyeyi ve milli mücadelenin ilk yıllarını anlattığı Küçük Ağa’dan sonra bu da Sakarya günleri ve sonrasına, zafer sonrasının kaygı ve kavgalarına ışık tutuyor. Dönemi anlamak için okunmaya 60

değer bir eser Firavun İmanı. Gerçek vatanseverlerle, ihtiraslarıyla ihanetleri arasında bocalayıp duranların kaygısına ve kavgasına yer vermiş. Roman kahramanı olarak Mehmet Akif, Hüseyin Avni ve Hasan Basri Beyleri öne çıkarmış ve “İhtirasla ihaneti ayırmak her zaman için çok zor olmuştur.” demiştir. Ne doğru söz... Ve bu günler için de geçerli bir durum. Kendi ikbal ve arzuları için haktan, hukuktan sapanlar, vatanın çıkarlarını, milletin menfaatlerini, yamandıkları güç odaklarına peşkeş çekenler, onların kanunsuz, hukuksuz işlerine alet olan, göz yuman, ses çıkarmayanlar... İkbal hırsı ile onurunu, arkadaşını, dostunu, kardeşini, mesai arkadaşlarını satanlar... Güç odaklarına yaranmak için atmadığı takla, çevirmediği dolap kalmayanlar... Ah!.. Neler çekti millet dünden bugüne bunların fırıldaklığından, kahpeliğinden... Yazar, Mehmet Akif ’in dilinden o günlerin bu kavgasına ışık tutuyor. Ve “... Biz asıl ihanetlerden korkmalıyız, imanlarını yitirmiş olanlardan korkmalıyız” diyor. Asıl mücadelenin, kavganın, asıl kıyametin, zaferden sonra kopacağını söylüyor ki ne kadar haklı bir tespit... İzmir’in kurtulduğu günlerde vatanı kurtarmanın sevincini yaşayan Halide


Ağustos / 2020

61

Kültür-Sanat-Edebiyat

fırıldağı çeviren bir adamdır. Tek bildiği şey çıkarları, zevki, sefasıdır. Bu nedenle güç kimde, para nereden gelirse ona hizmet etmekte, uşaklık etmektedir. Kâh İngiliz veya Rus parasıyla Zile isyancısı... Kâh Ankara’da komünist Rusların işbirlikçisi... Kâh komünistleri Mustafa Kemal’e ispiyonlayan vatan hizmetçisi... Mizaç işte. İnsan kendini ne kadar gizlese, değiştirmeye çalışsa da mizacı bir gün ağır basmakta ve aslına çekmektedir. Şeytanın Hz. Adem’e secde emrinden önce meleklerin arasında yaşayıp, bir melek gibi davranması, ancak secde emri gelince aslını hatırlayıp isyan etmesi misali... Tarık Buğra romanında Hüseyin Avni’nin dilinden bu mizacı: “Akıldan üstün, akla hükmeden bir şey var; mizaç. Değişmeyen, insanın bırakamadığı, insanın kendisi olan budur. Bu Allah’ın bastığı damgadır. Bir müddet için gizleniyor, hatta düzeltilmiş, tahsil ve terbiye edilmiş zannediliyor ama ânı gelince derhal ve noksansız olarak ortaya çıkıveriyor.” şeklinde anlatıyor. Bu tarife Mehmet Akif şu ilaveyi yapıyor: “... Ve mizaç kimi iyi, kimi kötü, iyilerin çoğu bozulup yenilmeye elverişli, kötülerin ise pek azı terbiye ve dizgine gelebilir. Geri kalanları vahşi, barbar, boyuna ben diyen, ille ben diyen, benden sonra tufan diyen, içgüdülerin hesaplanması zor ortalaması idi.” İşte insanoğlu... Vakti geldiğinde mizacını sergiliyor. Kimi zalimleşiyor, ihaneti marifet biliyor. Kimi vefaya sarılıyor. Kimi istese de kötülük yapamıyor. Kimi istese de iyilikte bulunamıyor...

Ses Dergisi

Edip’e Mustafa Kemal’in söylediği “Asıl savaş bundan sonra başlıyor, birbirimizi yiyeceğiz hanımefendi.” sözü de Akif ’in bu tezini, kaygısını doğruluyor ki 1923’ten sonra ülkede yaşanan bir kısım olaylar, tasfiye ve tertipler bu kavganın tezahürleri değilse nedir? O günlerde vatanın kurtuluşu için el birliği edenler, vatan kurtulduktan sonra birbirine düşmüş, birbirlerini yemişlerdir. İmanından kopmuş, insafı, hakkı, adaleti yitirmişler güç ellerine geçip dünyayı kendi merkezlerinde döndürmeye başlayınca kendileri gibi olmayan, kendilerinin yanında bulunmayanları düşman belleyip tasfiyeye girişirler. Bugünlerde yaşadıklarımız da bundan farklı değildir... Ancak unuttukları bir şey var ki, dünya vefasız bir kadın gibi pek çok kimseye kucak açar, cilve yapar ancak kimseye ebediyen yar olmaz. Bir gün hiçbir şey yaşanmamış gibi bırakıp gider. Hiçbir sultan ebediyen kalmadı, saltanat sürmedi, süremedi... Ne güzel demiş atalarımız “Sultan Süleyman’a kalmadı dünya, sana da kalmaz.” diye. Hani 1923 sonrasının kavga verenleri? Her biri toprak altında yatıyor şimdi... Tarık Buğra, bu toprak altında yatma olayını ve sönüp giden ihtişamları roman kahramanlarından Ali Yaman’ın diliyle anlatır. Zile isyanın tertipleyicilerinden biri olan Ali Yaman’ı, Ömer Hayyam’ın bir rubaisinden ilhamla şöyle konuşturur: “... muhteşem bir şato varmış vaktiyle, kuleleri ve duvarları gökyüzüne yükselirmiş. Ülkenin büyük adamları bile oraya, bu şato sahibinin eteğini öpmek için giderlermiş ama şimdi bir kumru, aynı şatonun, dünyaya tepeden bakan saçaklarında ‘ku ku’ diye ötüyor. Nerede, nerede o ihtişam, o kudret nerede?” Romanda anlatıldığına göre Ali Yaman ikbal arzusu ve ihtiraslarıyla her yana yaslanan, her

Sayı 12


Yasemin Tatlıseven

Ağustos / 2020

FİLM

ELEŞT Sayı 12

CEP HERKÜLÜ: N

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

FİLM ADI : CEP HERKÜLÜ: NAİM SÜLEYMANOĞLU YÖNETMEN : ÖZER FEYZİOĞLU SENARİST : BARIŞ PİRHASAN YAPIMCI/YAPIM YILI : MUSTAFA USLU/2019 TÜRÜ: BİYOGRAFİ/DRAM / SPOR

“Ben konuşursam, dünya dinler!” Naim SÜLEYMANOĞLU

H

alter dünyasında gelmiş geçmiş en iyi sporcu olarak anılan, Naim S ü l e y m a n o ğ l u’n u n hayatını anlatan filmdir. Kardeşi Muharrem Süleymanoğlu’nun anılarını kaleme aldığı “KARDEŞİM CEP HERKÜLÜ” isimli kitabı, Barış Pirhasan tarafından senaryoya çevrilmiştir. Genç yaşta aramızdan ayrılan sporcunun biyografisini anlatan bu filmi izleyebilmiş olmasını dilerdim. Elli yıllık ömrüne 46 Dünya rekoru, 6 Avrupa Şampiyonluğu, 7 Dünya Şampiyonluğu, 3 Olimpiyat Şampiyonluğu (1988/ SEUL-1992/BARCELONA-1996/ATLANTA) sığdıran, 1992’de Uluslararası Halter Basın Komisyonu tarafından “DÜNYANIN EN İYİ SPORCUSU” seçilen küçük dev adamın hikayesi bu film ile ölümsüzleştirilmiştir. Yapımcılığını, son dönemlerdeki biyografi filmleriyle, adından söz ettiren Mustafa Uslu’nun yaptığı filmin süresi 2 saat 20 dakikadır. İzlemeye başlamadan önce filmin çok uzun olduğunu düşünmeme rağmen, sanırım yaşanmış bir öykü olduğundan zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Naim karakterine can veren üç ayrı oyuncu da ilk etapta Naim Süleymanoğlu’na benzerlikleriyle dikkat çekiyor. Çocukluğunu oynayan Batuhan Davudoğlu, sempatik tavırlarıyla karakteri sevmemize neden oluyor. Büyüdüğü sahnelerde Deniz Ali Cankorur’u görürken, Naim’in gençlik yıllarına Hayat Van Eck hayat vermiş. Bir röportajında, film için halter öğrendiğini, 70 kilodan 82 kiloya çıktığını

62

dinlemiştim. Kırcaali/Mestanlı köyünde yaşayan küçük Naim, 10 yaşında iken ilk madalyasını aldığında, Naim Süleymanoğlu’nun bildiğimiz, klasik, yumruğunu havaya savurma hareketini yaparak gülümsetiyor. Çalışmaktan elleri yara bere içinde kalan küçük sporcuyu, antrenörü (Gürkan Uygun) “Kalbinle, yüreğinle kaldıracaksın, başka hiçbir şey düşünmeyeceksin.” diye motive ediyor. Yine aynı hocanın “Gölgede duranın gölgesi olmaz, güneşte duracaksın ki insanlar senin gölgene toplansın.” sözleri Naim’in hayatı boyunca aklından çıkmayan, izleyici için de çarpıcı repliklerden… Filmi çocuklarınızla birlikte izlemenizi tavsiye ederim. Gençler ve çocuklar için motive edici ve örnek alınası bir hayat! Çekimlerin büyük çoğunluğu Bulgaristan’da yapılmış ve olayların yaşandığı gerçek mekanlarda çekilmiş. Babasını canlandıran Yetkin Dikinciler (Süleyman) usta oyunculuğuyla, baba rolünün hakkını verirken, Selen Öztürk duygu dolu


TİRİSİ

Sayı 12

Ağustos / 2020

NAİM SÜLEYMANOĞLU

Kültür-Sanat-Edebiyat

63

Ses Dergisi

sahnelerle annesini (Hatice) canlandırıyor. Şivenin abartısından bazen diyaloglar anlaşılmıyor hatta altyazı arayacak kadar anlayamadığım sahneler oldu. 26 Aralık 1984 gecesi Mestanlı köyünde kara bir gece yaşanıyor. Bulgaristan’da diktatör Todor Jivkov Yönetimi nüfusun önemli bir kısmını oluşturan Türk ve Müslümanlara yönelik bir asimilasyon kampanyası başlatıyor. İbadetlerin yapılması yasaklanıp, camiiler kapatılıyor, insanların isimleri zorla değiştiriliyor. Bunlara itiraz edenler, filmde de değinildiği gibi Belene Toplama Kampına gönderiliyor, olmadık işkencelere maruz bırakılıyorlar. Belki bir gün birileri de Belene Kampıyla ilgili bir film çeker. Türkan, Süleyman, Mustafa, Rami, Zübeyde… O karanlık gecede Naim’in şehit olan köylülerinden bazıları... Türkan daha 18 aylık ve bu ölümlerden kimsenin haberi olmuyor. Naim bu yaşananları bütün dünyaya duyurmak, yaşanan zulmü bitirmek istiyor. Halter şampiyonalarında bütün halkın televizyonun

başına toplandığı sahneler, o günleri yaşayan biri olarak beni çok etkiledi. Evindeki son gecesinde, kimseye bir şey söylememesi, sessizce herkesle vedalaşması, yemek masasında herkes gülüş cümbüş yemek yerken, onun kara kara düşünmesi, bana da vatanımdaki son gecemi hatırlattı. Avustralya’da Türklerin evinde saklanırken geçen diyaloglar ilginçti. Naim soruyor “Ben Türkiye’ye gitmeye çalışıyorum, ama siz Türkiye’den kaçıp buraya gelmişsiniz.” Seksen darbesinde ülkedeki karışıklıktan kaçtıklarını, kardeşi kardeşe kırdırdıklarını anlatıyorlar. Güzel ülkemde yıllar geçse de hiçbir şeyin değişmediğini görmek üzücü… Dönem dönem zulüm gören kitle değişiyor ama zulüm baki!.. İsmail Hacıoğlu, Renan Bilek, Bülent Alkış, Mustafa Kırantepe gibi ünlü isimler oyuncu kadrosunu zenginleştirmiş. Turgut Özal’ın bulunduğu sahneler ilgi çekici olmuş. Doksanlı yılların Amerikan rüyasına ve Amerikalıların Naim’e sundukları inanılmaz fırsatlara, ayakları yere değmeyen bu adamın tepkisi ne olacak? Naim, Avustralya’dan Türkiye’ye nasıl kaçacak? Bütün dünyaya Bulgar zulmünü nasıl anlatacak? Heyecanla izliyoruz. Fahir Atakoğlu etkili müzikleriyle, duygularımızı yönlendirmeyi başarıyor. Nerede gülmemiz, heyecanlanmamız, ağlamamız gerekiyorsa müzikler bizi alıp götürüyor. Kaçış sahnesinde F-16’lar eşliğinde uçarken “Havasına, suyuna, taşına, toprağına….” diye giren şarkı, vatana uzak bizleri de inanılmaz duygulandırıyor. Film eleştirilerine baktığımda özellikle gençlerin aşırı milliyetçi bulduğunu okudum. Ancak o günleri hatırlayan biri olarak eksiği olabilir, fazlası yoktur, abartılı olduğunu düşünmüyorum. Naim Süleymanoğlu sporu kendisine yol yapıp, ezilen soydaşlarının hakkını savunmak için politik bir araca çevirmişti. Eski bir tanıdığı ona, bugünlerde hepimizin örnek alması gereken müthiş cümleleri kurmuştu, “Herkesin bir gücü vardır Naim, kimi taş atar, kimi şiir yazar.” diye yönlendirme yapınca, Naim Süleymanoğlu sporcu kimliğiyle zulmü duyurmak, dünyaya seslenmek için, daha büyük bir hırsla çalışıp başarıdan başarıya durmaksızın koşmuştu. “Hayatta sahip olduğunuz her şeyinizi kaybedebilirsiniz! Evinizi, işinizi, hatta sevdiklerinizi... Ama bir insanın hayatta kaybedebileceği en zor şey kimliğidir...”


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat Ağustos / 2020

64

Sayı 12


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.