SES DERGİSİ MAYIS

Page 1

Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

1


Geceye ve Sonrasına MİHMAN e

Editörden

Negro Sanatçıları Harlem Rönesansı ŞERİF AYDIN

Bilmiyorum MİHMAN Arı Kuşu ESRA DOLUNAY Gerçeğe Açılan Gözler: Gazeteciler SİNEM DER Kİ

Kalemle Hasbihal KATRE

Bir İhbarım Var YASEMİN TATLISEVEN Tarihi de Tarifi de Yok HANİFE YEREBAKAN Ben Yokum Şiirde MEDİNE YILDIZ Dünyayı ELVİN MÜTALİBOĞLU Ses Dergisi (YORUM) YASEMİN TATLISEVEN

Buz Dağının Ardına Yazılan Şiirler: Cahit Zarifoğlu DENİZ BARIŞ Yüreğim Artık Sana Emanet ZEYNEP GÜR

Ah İnsanlık MECİT ÖZDEMİR

Kırkikindi Mevsimi ESRA DOLUNAY

Umut BETÜL YILMAZ

Gardiyanın Yaşam Klavuzu TÜLAY YILMAZ Özgürlüğe Dair ESRA ELLİKCİ Zenciyim Ben LANGSTON HUGHES Yeni Bir Hikayen Olsun ŞERİF AYDIN Annem ile Beraber Yeniden FATMA ÖZCAN

Özgür Düşüncenin Bedeli ZEYNEP GÜR

Edebiyat Cemiyetleri ve Ses Dergisi HÜSEYİN ODABAŞI Babanın Oğluna Nasihati NUR HANIM Ses Dergisi (YORUM) MAVİ


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

SES DERGİSİ

Editör Yazısı

Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

G

üzel dostlar Mayıs sayısıyla merhabalar, Bahar mevsimi ve bayram atmosferinin bir arada yaşandığı şu günlerde günleriniz hep bahar ve bayram havasında geçmesi dileğiyle. Yine tanıdık bir cümle kullanacağım ama yadırgamayın lütfen ve inanıyorum ki dergiye siz de göz atıp okuduktan sonra bana hak vereceksiniz. Mayıs sayısı sanki şimdiye kadarki sayılardan daha güzel oldu. Kaliteli yazılar, kaliteli şiirler kavramları çok içime sinmese de yazının ve şiirin kumaşının bir kalitesi olması gerektiğine inananlardanım. Kumaşı çok güzel, kelimeleri yerinde ve satırları kalbe dokunan şiir ve yazılar bu sayıda daha belirgin. Kalemiyle destek olan tüm arkadaşlara yürekten teşekkür ediyorum. Dergimizin yazarlarından Yasemin Tatlıseven hanım’nın kaleme aldığı Ses Dergisi yazısındaki değerlendirmesi ve yazının sonundaki hayali bir gün gerçekleşir umudu ve azmiyle “yazıp çizmeye devam” diyorum. Bu sayıda NEGRO SANATÇILARI ve HARLEM RÖNESANSI konusunu kapağa taşıdık. Neden bu dosya derseniz, bu hareket asırlarca ötekileştirilmiş bir toplumun sanat, edebiyat ve müzikle dirilişin en canlı örneği olması, deriz. Sürgün yiyen toplumlar barışçıl bir eylem ve soylu bir iz bırakmak istiyorlarsa işte bu dosya çalışması olan Negro Sanatçılarının yaptıklarını yapmalı. Sanat, edebiyat diye boşuna bağırmıyorum. Zencilerin asırlarca yaşadıkları baskıları sanat, edebiyat ve müziğin diliyle nasıl aştıklarını ve dünyaya nasıl özgün bir renk getirdiklerini net görürürsünüz. Bu ayki yenilik, yeni logomuza kavuşmuş olmamız. Desteklerinizden dolayı teşekkür ediyoruz. Önümüzdeki aydan itibaren başlamak üzere, eğer imkan olursa, dergi serüvenine iki yenilik daha eklemek istiyoruz. Birincisi, aldığım profesyonel yazarlık derslerini haftalık kurs şeklinde youtube kanalından paylaşmayı düşünüyorum. İkincisi, yazarlarımızla ayda bir online platformda buluşup dergiyi ve edebiyatı konuşmayı düşünüyoruz. Güzel günlerde buluşmak dileğiyle, her gününüz şiir tadında geçsin.

ŞERİF AYDIN

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Hilal Görgülü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web Koordinatörü Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisi_ca www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada Dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3 B

u


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

NEGRO SANATÇILARI ve HARLEM RÖNESANSI ŞERİF AYDIN “Biz üreten genç Negro sanatçılar, kara benliğimizi korku ve utanç duymadan ifade etmek niyetindeyiz. Bundan beyaz insanlar memnun olursa biz de memnun oluruz. Olmazlarsa önemli değil. Güzel olduğumuzu biliyoruz, çirkin olduğumuzu da..”

S

anatın, şiirin, müziğin gücü bir toplumu esir sınıfından alıp dünyanın ilgiyle izlenenen sınıfına koyabilir mi? “Evet” veya “Hayır” demeden önce “New York’un Harlem semtinde başlayan ve on senelik kadar bir zamanda dünyaya kendini duyuran Harlem Rönesansı’na bakın,” derim. Negro Sanatçıları, Harlem Rönesansı veya başka bir ifadeyle “Yeni Siyahi Hareket”… “Harlem Rönesansı nedir, öncüleri kimlerdir, neler başardılar?” gibi sorulara verilecek cevaplar sanırım yukarda sorduğumuz soruya cevap vermeye yardımcı olur. Harlem’de 1920’lerle 1930’ların başlarında New York’ta hayat bulan Afro–Amerikan(Afrika asıllı Amerika’lı) kültürel farkındalığın, sanata dair üretkenliğin anlamıdır Harlem Rönesansı. Bilindiği üzere bu yeniden doğuş için gereken ortam, köleliğin ve 1800’lerdeki yeniden yapılanma dönemi’nin zorluklarına katlandıktan sonra, özgürlüklerine yeni kavuşmuş yaklaşık üç yüzbin güneyli siyahinin, veya nam-ı diğerle Afro-Amerikanların “Büyük Göç” “Great Migration” olarak da bilinen toplu göçle New York başta olmak üzere diğer Kuzey şehirlerine taşınmasıyla oluştu. Bir taraftan yıllarca süren kölelik

Harlem Rönesansı’nın önemli ressamlarından biri olan Jacob Lawrance, Büyük Göçü anlatan pek çok çalışması

4

ve ezilmişlik, öbür taraftan capcanlı bir kültürel özgeçmiş. Bu iki tezad adeta Harlem’de kıvılcım alır. Negro sanatçıları adı verilen şair, yazar, müzisyen, ressam, heykeltraş gibi coşkun bir ekip New York’tan dünyaya bir dalga başlatırlar. Müthiş bir özgüven, gayret, enerji ve üretkenlik… Kendi renkleriyle, desen ve motifleriyle Amerika’da yeniden doğan bu akım kolay büyümüş gibi görünse de ortaya çıkıp canlı bir söylem kazanmasında Afro-Amerikan tarihçi E.B. Dubois ve şair Langston Hughes gibi sanatçıların gayretleri büyüktür. Böyle bir hareketin başlatılması için zengin bir kültürel geçmiş ve özgürlüğe susamış bir kitle avantaj olsa bile dezavantajlar da az değildir. O dönemde Amerika’nın güneyinde baskın bir zenci-fobia kültürü yaşanırken aynı zamanda esirlik -her nekadar kaldırılmış olsa da- beyaz ve siyahi toplumun genlerinden daha atılmış değil. Amerika’nın kuzeyi demokrasi ve özgürlük açısından güneye göre daha iyi bir konumda olunca rüzgar bu akımı Kuzey’de yeşermeye iter adeta. Peki, ilk kıvılcımı neydi bu akımın? Harlem rönesansı’nın temeli büyük ölçüde, Afro-Amerikan tarihçi E.B. Dubois tarafından atıldı denebilir. Dubois, The Souls of Black Folk (1903) adlı sosyolojik eseri ve 1909’da Siyahları Geliştirme Ulusal Derneği’nin kuruluşundaki rolüyle tanınmakla birlikte çıkardığı The Crisis (Kriz) isimli dergiyle de tanınmakta. Dubois’in bu dergi hamlesi önemliydi, zira siyahi kalemlerin kendilerini öykü, şiir ve çizimlerle ifade ettikleri bu dergi kısa bir zaman içinde 100 bin traja ulaşır. Okuruyla, yazarıyla, destekçileriyle bu önemli kitle “New Negro Movement” diye isimlendirilen Yeni Negro Hareketini başlatmış olur. Bu hareket özgün olarak başladı ve özgün olarak devam edecekti. Ne geçmişlerini inkar ediyorlardı ne geleceğe dair hayallerine engel koyuyorlar. Bu devre, hareketin öncülerinden olan Langston Hughes’un şiirinden bakalım isterseniz. Resim çizer gibi hem hali, hem hayallerini anlatıyordu Hughes:

Langston Hughes


Ses Dergisi “Ben de… ben de amerika’yı överim. ben en esmer kardeşiniz. misafirler geldiği zaman mutfağa dehliyorlar yemekte beni. ama ben buna gülüyorum karnımı doyuruyorum güzelce büyüyüp kuvvetleniyorum. yarın masanın başına geçip oturacağım misafirler geldiği zaman kimse cesaret edip de “hadi sen mutfakta ye” diyemeyecek. bir hoş görüverecekler yanlarında beni utanacaklar da...

Mayıs / 2020 - Sayı 9 Resimlerini Harlem sokak duvarlarına çiziyor, müziklerini kendi ritimleriyle caz barlarda seslendiriyor, şiirlerini resim canlılığıyla yazarken sokaklardaki bu hareketli yaşamlarını öyküye döküyor ve öykü yazarlarına da ilham oluyorlardı. Dubois gibi önemli sanatçılar bu siyahi heyecanlı kitlenin kendilerine özgü bir ritim meydana getirmeleri için esin kaynağı oluyorlardı adeta. Şiir, bu devrin en göze çarpan türlerindendir ve bu alanda pek çok eser verilir. Kimileri geleneksel şiiri kullanırken, Langston Hughes gibi önde olan bazı şairler daha yeni olan ritimleri denerler. O dönemde yeni yeni meydana çıkan caz müziğinin ritimlerini şiirlerine yansıtırlar. Negro sanatçılarının başlattığı akımın en alkışlanacak taraflarından biri de kendi değerlerinden utanmadan büyük bir özgüvenle meydana çıkmış olmalarıdır. Hughes’un 1920’de kaleme aldığı The Negre Artist and the Racial Mountain (Negro Sanatçı ve Irk Dağı) adlı makalesinde, zenci olarak

1920’lerde Harlem’de Gündelik Hayat.

Harlem Rönesans’ı sıradan bir sanatsal hareket değildi, yeniden doğuş, köklere dönüş anlamlarını da taşıyordu. Amerika’nın 20. Yüzyıldaki burjuva baskısına karşı sanatın diliyle kendi değerleriyle var olma ve sosyal yapıda yerini almaydı. Dünyayı etkisi altına alan bu doğuş hareketi Avrupalı sanatçılara ilham verdiği gibi dünyanın birçok yerinde sanatsal dirilişleri de tetikledi. İşte Negro Sanatçıları’nın kendileri olarak sahaya inip dünya sahnesinde yerini almaları bu açıdan önemli. Siyahi sanatçıların dışındaki kalem, fırça ve nota erbabı sanatçılar da bu akıma karşı sessiz kalamadılar. Çünkü akım güçlüydü, özgündü, enerjikti…

yazmanın, zenci olarak şarkı söylemenin ve resim yapmanın önlerinde büyük bir engel gibi görünse de bunu aşma azminde olduklarının altını çizer. Bu söylemin en göze çarpan özelliği ise bir manifesto havasında değil, ritmini tutturmuş sanatçı edasıyla söylenmiş olmasıdır. “Biz üreten genç negro sanatçılar, kara benliğimizi korku ve utanç duymadan ifade etmek niyetindeyiz. Bundan beyaz insanlar memnun olursa biz de memnun oluruz. Olmazlarsa önemli değil. Güzel olduğumuzu biliyoruz ve çirkin olduğumuzu da...” diyordu, Hughes.

5


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Bu güleç yüzlü güçlü şair, bir kısım zencilerin beyazlığa doğru bir dürtü içinde “şair olmak istiyorum, ama zenci şair değil” arzusunun anlaşılabilir olduğunu söyler ve der ki “bu, gerçek bir Negro sanatının yolu üzerinde duran bir dağdır.” Bu dağı müzik, resim, şiir ve öykülürle eritti bu güçlü akım. Harlem Rönesansı ve Negro sanatçıları ile zenci toplumuna bir kabul duygusu geldi; Harlem’e cesaret geldi. Langston Hughes gibi öncülerin “korku ve utanma yaşamadan kendi öz koyu tenlerimizle kendimiz ifade etmek...” söylemi ve Alain Locke’un antolojisi The New Negro bu kültürel devrimin temel taşı olarak kabul edildi. Kendi renk ve seslerini oluşturan bu akım, seslerini dünyaya duyurmakla kalmadı zenci şiirinden kaçışın da önüne geçmiş oldu. Kadın yazarların da bu saha-

edebiyatın iç içe olmasıydı, zira her iki alanda da sanatçılar birbirlerine ilham kaynağı oldu. Müzik şiiri besledi, şiir müziğin ritminde satırlara döküldü. Bu iki sanat alanının hitap ettiği kitle ise geçmişin kültürel zenginliğini bu ritimler üzerinde adeta raks eder gibi takip etti. Harlem bu dönemde Afro-Amerikanlılar tarafından işletilen yayınevleri ve gazeteler, müzik şirketleri, tiyatrolar, gece kulüpleri ve kabarelerle doldu taştı. Önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum, esaretten yeni çıkmış bu göçmen psikolojisi nasıl oldu da bu denli sinerjiye dönüştü. Yukarda bahsettiğim zengin kültürel geçmiş ve özgürlüğe susamışlığın yanısıra avantaj olan bazı yönlere de bakmakta fayda var. Harlem’de sadece yoksul siyahlar değil, sanatçılar, entelektüeller, yazarlar ve onları fi-

da etkin harekettiklerini, kalem oynattıklarını görürsünüz. Zora Neale Hurtson ve Nella Larsen kadın yazarların başında gelenlerden. Caz barlarda ayrı canlılık vardı. Cab Calloway gibi hem oyuncu hem de şarkıcı olan bazı sanatçılar müthiş performanslarıyla kitleyi büyülüyordu. Enerjik ve neşeli, aynı zamanda son derecede yenilikçiydiler. Ressamlar, heykeltraşlar da bu akımın içinde yerini almıştı hem de en güçlü tonlarıyla. Heykeltraş olan Sargent Claude Johnson çömlek, seramik ve baskı sanatı üzerinde çok kıymetli eserler verirken Charles Altson Harlem duvarlarını süslüyordu. Düşünsenize bu sokaklardan matbaalardan evlerine içine akan sinerjiyi. Bir karnaval havasında doğuş değil de nedir Harlem rönesansı? Müzikte Caz ve Blues esas parlamayı Harlem’de yaptı. Luis Armstron, Duke Ellington Faths Waller, Bessie Smith ve beyazların ırçı saldıralırına hedef olsa da yoluna devam eden Paul Robeson sanat dünyasının unutulmazları arasında yerlerini aldılar. Cotton Club caz müziğiyle bu sanatçıların performanslarına sahne oluyordu. Devre hız katan en önemli özelliklerden biri de müzik ile

nanse edebilecek hali vakti yerinde siyahiler de yaşıyordu. Sadece Afro-Amerikan sanatçıları değil, diğer toplumlardan sanatçılar da Harlem’deki bu dönüşümü görünce mahalledeki değişimi şiir ve öyküleriyle dile getirdiler. Şiir yazılıyor, öyküler kaleme alınıyor, şarkılar söylenip, resimler yapılıyordu. İlk etapta göze soft bir hareket görünse de ilerki zamanlarda görülecek bu bunlar bir toplumu ayağa kaldıran ve onları dünyaya kabul ettiren çok önemli argümanlar, enstrüamanlarmış. Hughes’in “Zenciyim Ben” şiirinde toplumun geldiği yeri çok net görürsünüz. “Zenciyim Ben Zenciyim ben Gece gibi Afrika’nın derinlikleri gibi kara Köleydim her zaman Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da” Başta sorduğum soruya cevap vereyim. Kalem, fırça ve notalar bir toplumu ayağa kaldıracak çok güçlü bir argümandır. Ayağa kalmak isteyenler sanata müziğe edebiyat sarılmalı...

6


Ses Dergisi

BİLMİYORUM

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Seyfullah Sacit

Yangın yeri, etrafında alevler, içinde ben İsteğim mi, derdim mi bu bilmiyorum Kırık camlar ayağıma batar, kan oldu her yer Sesimdeki titreklik mi, sebebini bilmiyorum Bilmiyorum hangi âlemde ruhum Azap mı mükafat mı tüm bu suskunluğum Devran geçse de görüntüler tükense de buruğum Hayalimde neden hep kaos, bilmiyorum Cehennemden gelmiş zebaniler şehri Anlaşılmaz duygular sarmalının saatleri Yoksunluğun içinde varlık merhalesi Çok mu zor adım atmak, bilmiyorum Tercih tercih içinde, hayatın kısa hikayesi İradenin dışında bir irade ile seçilen seçenekleri Direnç unsuru, zaaf çukuru, varlıktan çok yokluk perdesini Yırttı geçti ne zamandı bilmiyorum Vicdan, bırakılmış zamanın gerisine sessiz Bakışlarım uzaklarda kaldı, kendiliğinden, nefessiz Parçalara ayrılmış benliğim, aynalarda suretler belirsiz Kaçıncı iklimde kendimle buluşurum, bilmiyorum Bilmiyorum çabadan yoksun hareketler içinde Bilmiyorum zafiyet çukuru asıl neremde Bilmiyorum hüzün memleketinde, esarette Sormayın gecelerde kayboldum yönümü bulamıyorum Sorgulamaktan vazgeçtim hiç bir şey bilmiyorum...

7


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

ARI KUŞU

(Bu öykü 9 yaşındaki Ahmet Burhan Ataç için yazıldı. Hayattayken okuyamadı. Bu öykü, bu kahraman çocuğun anısı için ailesine hediye edilmiştir.)

A

ğaçlı yolun ucunda küçük tekerlekler ve üzerindeki mutlu yüz, rüzgârla yarışırcasına süzülüyor. Ağaçların gölgeleri, dallardan sızan ışık hüzmeleri, bu mutlu yüzde ışıldıyor. -Hah! Hadi rüzgâr sen mi hızlısın ben mi? İşte geçtim seni. Rüzgâr, en özgür gününü yaşıyor. Özgürce dalgalanıyor zeytin ağaçlarının dallarında ve zeytin rengi saçlarda. Bir arı kuşu bu yarışa katılıyor. Arı kuşu mu? Arı mı, kuş mu ? Hiç gördünüz mü arı kuşu? Saniyede yüzlerce kez kanat çırpabilen bir kuş bu. O kadar hızlı çırpar ki kanatlarını, görünmez olur neredeyse bu kanat çırpışları. -Demek benle yarışmak istiyorsun arı kuşu! Dene bakalım! Patenler hızlanıyor. Rüzgâr da patenlere yardım ediyor. Ağaçlı yolda iki kahraman. Biri arı kuşu, öteki ise Ahmet Burhan.. -Ben usta bir paten sürücüsüyüm arı kuşu. Hiç şansın yok. Son dönemeci de geçince, arı kuşu kaldı geride. Bir kaç bisikletli yol verdi çocuğa. Bahçeli evin kapısında durdu çocuk. İçeriden bir müzik sesi dalga dalga yayıldı sokağa, bahçeye… Çok tanıdık bir ses bu. Piyano muydu, keman mı, yoksa bir violin? Tüm tabiat kulak ver diyordu bu sese… Dinleyin! Kahvaltıdan önceki bu paten turunun ardından “Oh! mis gibi anne kahvaltısı ve sonrasındaysa babamla yapboz yapmak” dedi… İçeriye doğru adım atarken çocuk, güzel kokuları takip eden evin kedisi “Kahraman” ın da başını okşadı. İçeriye girdiğinde kahvaltı hazırdı. Ellerini yıkayıp masaya oturdu çocuk. Pencereden giren güneş, masadaki lezzetli yiyecekleri aydınlatıyordu. Ballı çayını yudumlarken, babası da yanına oturmuştu: - Bugünkü paten sürüşü nasıl geçti bakalım Ahmet? - En hızlı bendim yine. Bir de görünmez kuşla yarıştım. Onu geçtim. 8

Esra Dolunay - Görünmez mi? dedi annesi şaşkınlıkla. - Evet. dedi heyecanla çocuk. Masadan kalkıp, kitaplıktaki ilginç hayvanlar ansiklopedisini kaptı ve masaya döndü. Açtığı sayfada “Görünmez Kuş - Arı Kuşu” yazılıydı. Babası, gülümsedi bu kez: - Arı kuşu bu. Gerçekten bazen görünmez olabiliyorlar. O kadar hızlılar ki, gözden kaybolmaları ve yeniden belirmeleri saniyeler alıyor. - Ben onu geçtim işte! dedi gururla çocuk.

Hep beraber güldüler ve kahvaltılarını bitirdiler. - Kahraman’ın yemeğini bahçeye bırakır mısın Ahmet? dedi annesi. Ahmet tabağı kaptığı gibi bahçeye koştu. Kahraman bir ağacı tırmalamakla meşguldu. Ahmet’i görür görmez yanına koştu. Bir kaç kez mırıldandı. Başı da okşanınca iyice keyiflenmişti. Tabağı görmesiyle içine yumulması bir oldu. Ahmet ise “Kahraman”ı, bu haylaz kediyi seyrediyordu. Yine o ses! Keman mı yoksa bir violin? Kulak ver bu sese diyordu bahçe, tabiat...


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Dinleyin! Nereden geliyordu bu ses. Bahçenin ilerisine, arka bahçeye doğru yürüdü. Yürüdükçe, ses bir belirginleşip bir kayboldu. Tam erik ağacının altında. Yan bahçedeki yaşlı amca garip bir şeyle uğraşıyordu. Merak ve tedirginlikle ilerledi çocuk. Onu fark eden ihtiyar, bir kahkaha attı: - HAH HAH! Evlat gel gel çekinme. Adın ne senin? -Ahmet. -Ne kadar güzel bir kahraman ismi? - Kahraman bizim kedimizin adı efendim. - AHAHAH! Akıllı bir çocuksun sen. Hem de kedin var, merhametlisin de. Ahmet’in gözü ihtiyarın elinde tuttuğu müzik aletine kaydı. - Bu nedir? O ses bundan mı geliyor? - Bu “kanun” evlat. Bak böyle çalmalısın. İhtiyar, bir düzine tele, üzerinde uçarcasına dokundu ve ahenkli bir melodi yayıldı bahçeye. - Çok fazla tel var. Karışmıyor mu? - Ha, doğru bu dediğin. Yıllardır çalıyorum. Artık karıştırmıyorum. - Bu teller arasında parmakların çok hızlı olmalı. - Paten sürerken de çok hızlı olmalısın. Benim gibi. - Bir süre sonra parmakların bu tellerde görünmez olur. - Paten tekerlekleri gibi. - Tıpkı bir arı kuşu gibi! - Tıpkı arı kuşu gibi… - !!!? - Siz de sabah yarışta geçtiğim arı kuşunu biliyorsunuz. - Şu görünmez kuşu mu? Bilirim. - Babam, o kuşun çok hızlı olduğu için, görünmez olduğunu söyledi. - Biliyor musun? Ben çocukken o görünmez kuşu gördüm. Eğer ona dokunabilirsen, sen de onun gibi olabilirsin. Bu arı kuşunun sırrı. - Peki siz onu tutabildiniz mi? - ..... - Ahmet! - Annem sesleniyor. Gitmeliyim. - Görüşürüz evlat. - İhtiyar adam dokundu kanunun tellerine, yeniden bahçeyi sardı melodiler. Ertesi gün.. Bir kaç bisikletli, ağaçlı yolda ilerliyor.. Ve arkada pateniyle Ahmet, ışıltılı ağaçları geçiyor yine, sonra yürüyüş yapan köpekleri, sonra bisikletlileri.. Bu ağaçlı yolda ondan hızlısı yok şimdi. Kafasını çeviriyor yan tarafa. Işıltılı göl bir görünüp bir kayboluyor, sıralı ağaçların aralıklarında. Bir şey daha var görünüp kaybolan.... - Yine sen! demek. Bir görünüp bir kaybolan arı kuşu, önüne süzülüyor saniyeler içinde Ahmetin. Patenler hızlanıyor. Arı

9


Ses Dergisi

kuşunun kanatları da.. Şimdi ağaçlı yolda kimse yok, bu iki kahramandan başka. Daha da hızlanıyor patenler, daha da hızlanıyor kanatlar, biraz daha hızlı ve biraz daha.. Görünmez oluyor tekerlekler, görünmez oluyor kanatlar.. Şimdi çok yakın işte. Eğer ona dokunabilirse.. Ellerini uzatıyor Ahmet.. Parmakları arı kuşunun kuyruğuna dokunuyor usulca.. Kanatlar durmuş şimdi, tek bir kez bile çırpılmıyor. Zaman duruyor... Ahmet’in gözleri patenlerinde. Patenler ise yerden yüksekte. Yükseldikçe ışıltılı gölün manzarası aşağıda kalıyor. Şimdi ikisi de hızın ötesinde..! -Bana katılmak ister misin? - Sen benimle konuşuyorsun! Neredeyiz? - Burası ışıltılı göl. Bizim gölümüz. Sadece kalbinde güzellik bulunanlar burayı ziyaret edebilir. - Ben şu an uçuyor muyum? ... Arı kuşunun renk cümbüşü kanatlarını takip ettikçe, ileride mavi gölün kıyısına sıralanan ağaçlar ve ağaçlarda rengarenk arı kuşları, yanlarında ise kendisi gibi kahramanlar, bir görünüp bir kayboluyor, neşe içinde uçuşuyor, oyunlar oynuyor. Sanki onlar zamana değil, zaman onlara uyum sağlıyordu. Mavi göle pateniyle indiğinde, göl donmuş hâle dönüyor. Arı kuşları ve kahramanların, son hız kaydıkları derin bir maviliğe dönüyordu. - Burası harika! dedi çocuk. - Burası bizim gizli yerimiz. - İstediğim zaman gelebilir miyim? Hemen haber vermeliyim evdekilere de. - Şu kıyıyı görüyor musun? Hadi beni takip et! Arı kuşu bir anda beş metre ileriye uçtu. Ahmet vakit kaybetmeden donmuş gölde ileri atıldı. Patenler artık buz patenine dönmüştü. Bir kaç kar tanesi atıştırdı yukarıdan... Sonra iri kar yumaklarına döndü. Yavaş ve sık düşen lapa karlara.. Kaydıkça hızlandı. Hızlandıkça patenler, kar taneleri yüzüne yumuşak bir öpücük kondurdu. Arı kuşunun hemen arkasındaydı... Kar tanelerinin arasında artık görünmüyordu arı kuşu.. Sağa sola baktı. Kar tanelerinden artık görünmüyordu ilerisi. Kıyı yakın olmalıydı. . Daha hızlı adım attı. Ayaklarının altında kayan buz, akan bir su gibiydi.. Ayağına bir şey takıldı. Çekiştiren bir şey.. - Kahraman!! Ayağımla mı oynuyorsun? 10

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Neredeyim? Arka bahçedeki hamaktan doğruldu. -Hemen aileme anlatmalıyım. Ya inanmazlarsa? Ne, rüya mıydı ?!... Etrafına bakındı. Çitlerin arkasında ihtiyarı gördü, önünde tellerine dokunduğu müzik aletinden kafasını kaldırıp çocuğa gülümsedi. - Demek gördün evlat! - Rüyamı siz nasıl gördünüz? - Rüya mıydı sanıyorsun? İhtiyar gülümseyerek kanunun tellerine dokundu. Bir arı kuşu dalların arasında kayboldu. (Not : Ahmet Burhan‘ın hayali, paten sürmek. Sevdiği şey, kar ve karda oynamak.)


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

GERÇEĞE AÇILAN GÖZLER: GAZETECİLER Tutsak Gazetecilere İthafen

“Gazeteciler, bir milletin gerçeğe açılan gözleridir.. KAPAMAYIN ! Gerçeklere kör olursunuz.”

G

azetecilik ; ağır işçilik, sivri zeka, güçlü hafıza, sağlam kalem, donanımlı bilgi birikimi ve en başta cesaret gerektiren bir meslekten daha ziyadesidir. Tıpkı bir aktivist gibi, gerçekleri ideal edinmektir. Özgür gazeteciliğin timsali ağır işçiler, bütün bir milletin derdini sırtlarına yüklenirler ve bedel olarak ise suikast, sürgün hapis ve ya tecritle ödüllendirilirler(!) Dünya tarihi ne yazık ki bu acı öykülerle dolu. “Bir ülkede ileri demokrasi olmadığını, o ülkedeki gazetecilerin yaşadığı dramdan trajediden anlayabilirsiniz.” Çünkü gazeteciler medyanın, medya ise pek tabii halkın aynasıdır. Aslında yok edilmek istenen sadece onların değil, toplumun, bizi biz yapan farklı mozaik fikirlerin yansımasıdır ve fikirler esir edilemez. Bunu en ceberrut yöneticiler bile bilir. Öyle ise asıl esir edilmek istenen cesarettir... Ses vereni hazmedemeyen her dönemin diktatörleri, zulüme ve halkın gözünü korkutmaya çalışmaya, önce sivri zekasını, sağlam kalemiyle birleştirenlerden, sorunu ilk farkedenlerden ve önde durup karşı çıkanlardan başlar. Tıpkı sosyal hayat gibi... Ve sonra mı? Sonra zulüm şimdilik kazanır. Gazeteci ya hapiste ya kabirde ya da sürgündedir. İçinde yine memleket sevdasıyla, toplumun her bir yarası onda tek tek kanar durur. Ondan geriye, rahat vicdanı ile yarattığı farktan bir yankı kalır. Bir gün bu yankıların bir çığlığa dönüşmesi ve artık gazetecilerin de esaretten kurtulması, insanca yaşaması şimdilik sadece bir dilek. Şuan coğrafyamızın içinde bulunduğu duruma ne kadar uzak ne kadar acı ve yabancı bir dilek değil mi? Bu gidişe “dur” demek için bu yankılar çığlığa dönüşmeli. Öldürülen, derdest edilen, zulüm gören gazetecilere, ideolojisi ne olursa olsun ayrım yapmadan sahip çıkılmadıkça, her söylenene inanmaya, aslında gerçekte ne olup bittiğini hiç bilmemeye, soyulmaya, talan edilmeye, bütün haklara tecavüz edilirken bunlara ses çıkaran

Sinem Der ki

kimsenin çıkmamasına mahkum olursunuz. Tabir yerindeyse hergün amatör bir sirk izlemeye mecbur kalırsınız. Dayak yiyerek sözde eğitilen hayvanlar gibi esarette kalırsınız. Haberiniz bile olmadan hayatınızın çalınmasına, vatanınızın parçalanmasına, onurunuzun zedelenmesine izin vermiş olursunuz. Gerçeklere açılan kapıya kör bir kilit vurmuş olursunuz. Ve her şey buradan başlar. Sonra zulüm artarak devam eder. Ama siz duymazsınız. Çünkü artık gazeteciler -sözüm ona- susturulmuştur. Bundan sonra hırsızlardan ahlak, zalimlerden adalet, düzenbazlardan din dersi alırsınız. Hâsılı; “Gazeteciler, bir milletin gerçeğe açılan gözleridir.. KAPAMAYIN ! Gerçeklere kör olursunuz..!

11


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

BUZDAĞININ ARDINA YAZILAN ŞİİRLER: CAHİT ZARİFOĞLU DENİZ BARIŞ İşte adım Ünüm gizli kalsın İşte kılıcım Ünü siyahlarca beyazlarca ünlensin…. Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme

A

bdurrahman Cahit Zarifoğlu, ismi gibi (ceht-cahit) gayretli bir o kadar da zarif, naif fıtratta bir şairdir. İçe kapanık, dalgın, zeki ve oldukça inatçı birisidir. Zarifoğlu’nda varlık acısı çekerken taşı dikine atan cesaretle, o taş düşerken kimseler incinmesin diye attığı taşın altına başını uzatan bir merhamet ve zarafeti bir arada bulunmaktadır. Şiirlerini kızlara değil buzlara, buzdağının ardına yazdığını dile getirir. Özellikle ilk dönem kapalı şiirlerinin, insanı da bir kapanmaya, güncel dille arasına mesafe koymaya ve dil dalgıçlığı yapmaya zorladığı söylenebilir. Bu yüzden şiirlerinin hala dalgıç araştırmacıları beklediğini de belirtmek isterim. Cahit Zarifoğlu , 1940’da Ankara’da doğmuş, aslen Maraşlı olan şairin ceddi kendi anılarında da belirttiği gibi

12

Kafkasya’dan Maraş’a gelip yerleşen Kafkas göçmeni bir ailedir. Babasının hâkim olması dolayısı ile sürekli yer değiştiren şair ilk ve orta öğrenimini Siverek, Ankara, Kızılcahamam ve Kahramanmaraş’ta tamamladı. Lise son sınıfta ise pilot olma sevdasına kapılmış, Türk Kuşu Kampı´na katılıp; üç ay kurs gördükten sonra C brövesini almıştır. Şair, Planörle uçarak ve motorsuz uçak kullanabilmeyi öğrenmiştir. İlk şiirleri lise yıllarında iken Maraş’ta çıkmakta olan Hamle dergisinde yayımlanır. Bu yıllarda, daha sonra Maveracılar olarak adlandırılacak olan pek çok şair yetişmektedir. Bunlar arasında hayatı boyunca hatta ölümünden sonra da dostlukları sürecek olan Erdem Bayazıt da vardır. Lisede olduğu yıllar Maraş’ta, Erdem Bayazıt, Sait Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Ali Kutlay gibi şairler bulunmaktadır. Üstelik bu kuşaktaki şairlerin Maraş’taki edebî ortamlarını besleyen, Bahattin Karakoç ile kardeşi Abdurrahim Karakoç’un da, bu yıllarda popüler hâle gelen, Maraş’ta çıkan dergilerde ve gazetelerde, yazıları yayımlanır. Maraşlı şairler, “Demokrasiye Hizmet, Hamle” gibi yayın organlarında bir araya gelmişlerdir.

Zarifoğlu, Maraş Lisesi’ni arkadaşlarından üç yıl gecikmeli olarak bitirir. Erdem Bayazıt, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrencidir ve arkadaşı Zarifoğlu’nu oraya da- vet eder. 1961 yılında İstanbul’a gelir. Lise den sonra, İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne kayıt yaptırarak, Erdem Bayazıt’ın Eyüp’teki öğrenci evine yerleşir. Zarifoğlu, bu okuldan da gecikmekli olarak mezun olmuştur. Edebiyâta, lise yıllarında şiir ve kompozisyonlar yazarak başlar. Öğrencilik yıllarında çalışarak okumak zorunda olmasından dolayı, muhtelif gazetelerde sayfa sekreteri ve çeşitli kurumlarda çevirmen olarak çalışır. Serüvenci bir ruha sahip olan şair, Avrupa’yı otostop yaparak dolaşmayı hayal eder ve bu çılgın fikrini de yerine getirir. Dil kurslarına


Ses Dergisi katılmak için Avrupa’ya gidip, bu vesile ile belli başlı Avrupa ülkelerini dolaşır. Otostopla Avrupa’yı dolaşacak kadar plansız ve çılgın düşünebilen, kayıkçı ve balıkçı kahvelerinde sıradan insanlarla dostluklar kurmayı seven bir kişiliğe sahiptir. Üniversite öğrenimini de gecikmeli olarak tamamlamıştır. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nda ve TRT’de çevirmen olarak çalışır. Son olarak da TRT İstanbul Radyosu’nda denetçilik yapar. İlk şiir ve hikâyelerini Kahramanmaraş’ta mahallî gazetelerde, daha sonra ki şiirlerini ise Sezai Karakoç’un çıkardığı dergilerde yayımlar. Diriliş Dergisi’nde çeşitli şiirleri okurlarla buluşur. Sanat hayatının bir bölümünü, şiirlerini Papirüs, Türk Dili, Yeni Dergi’de yayımlayarak sürdürmeye çalışır. Sezai Karakoç’un yayımladığı “Diriliş”, Nuri Pakdil ve arkadaşlarının yayımladığı “Edebiyat”, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan ve Nazif Gürdoğan’nın kurucuları olduğu “Mavera” dergilerinde şiir ve yazıları yayımlanır. Yine Kahramanmaraş’ta “Açı” adında bir dergi çıkarır. Mavera dergisi ve Akabe Yayınları’nın kurucuları arasında yer alır. 1985’te ilk romanı olan “Savaş Ritimleri” yayımlanır. “Yedi Güzel Adam” adlı kitabı en bilinen eserlerindendir. Sezai Karakoç,

Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt, Mehmet Akif İnan, Alaattin Özdenören’i, “Yedi Güzel Adam”da anlatmış ve bu grubun adı artık “Yedi Güzel Adam” olmuştur. 1976’da TRT Genel Müdür Mütercim Sekreteri görevine atanır. Aynı kurumun değişik ünitelerinde raportör, araştırma görevlisi, uzman ve şef olarak çalışır. Zaman Gazetesi ve Mavera Dergisi’nde “Okuyucularla” başlığıyla sohbet köşeleri düzenler. 1983’te TRT İstanbul Radyosu’nda görev alarak, Radyo oyunları da yazan bir şairdir. Çocuklar için yazdığı kitaplardan biri olan “Yürek Dede ve Padişah” adlı eseri ile, 1984’te Türkiye Yazarlar Birliği’nce çocuk edebiyatı dalında yılın yazarı seçilir. 1986’da ise şairin son şiir kitabı olan “Korku ve Yakarış” yayımlanır.

Mayıs / 2020 - Sayı 9 de yaşamış birisidir. Salt entellektüelizmin kendisi için de, söz söyledikleri için de, yeterli derecede kurtarıcı ya da ferahlatıcı bir değer olmadığını ileriki yaşlarında fark etmiştir. Bu fark ediş, Gazâli’nin medreseden tekkeye, inzivaya kaçması gibi bir serüvendir. Nitekim benzer hikayeler batıda da gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan ağır trajedilerden dolayı içine kapanan ya da Hint mistisizmine yönelen aydınlar vardır. Cahit Zarifoğlu, annesine, Anadolu’suna, kendi köklerine kaçmıştır. O köklerde de tasavvufî bir neşve bulmuş, o neşveyle bir anlamda ömrünün son deminde ‘neylerse güzel eyler’ diyerek bu dünyadan göçmüş özel bir isimdir. Bu dünya soğuk. Rüzgar genelde ters yönden eser. Limon ağaçları kurur. Bahaneler hep hazır. Güzel günler çabuk geçer. 1987 yılında 47 yaşında pankreas kanserine yakalanan Zarifoğlu, bir süre sonra yatağa düşer. Dostları sık sık ziyaretine gelirler. Ölümün yaklaşmasının verdiği hüzünle, yanında olan Erdem Beyazıt’ın elinden tutar ve “Erdem, kırlarda çiçekler artık bensiz açacak.” der. 7 Haziran günü, kırlardaki çiçeklerin artık onsuz açacağı gündür, çünkü o gün Zarifoğlu

dünyadan ayrılır ve sevdikleri büyük bir kedere boğulur. Bir şair olmak istedim İslam haritasında Baltalarını Ortak çarşılara götürüp pazarlayan Bize, sözlerimizden çok, yüreğimizden anlayan gerek. Kalbinizi yumuşatın, ama iradeniz sert olsun. Kelimelerinizi yumuşatın ama nüfuzunuz kuvvetli ve derin olsun.

Zarifoğlu, Gazâli’nin, medreseden tekkeye kaçması serüvenini

13


Ses Dergisi

YÜREĞİM ARTIK SANA EMANET

Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Bu şehir bırakmıyor seni bana, Ellerimi elinden ayırıyor, Canımı canından. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Bu uzaklık seni benden alıyor. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Gözlerden uzak, dünlerin olmadığı yere. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Yarınların ümidi için, Seninle yaşanacak bir rüya için. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Yürek yangınına bir damla su için. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Artık gözlerde yaş kalmadı. Yüreğim! Kalk gidelim buralar zindan, Senin olmadığın her rüya kabus. Yüreğim! Kalk gidelim buralardan, Sensizlik öldürüyor beni. Yüreğim! Kalk gidelim. Yüreğim! Kalk ve diril. Yüreğim! Kalk, sensizliğe dayanamam Yüreğim! Yürekte son çarpıntı Yüreğim! Yür -ü , yü-rü ... Yük ağır geldi. Yüreğim! Yüreğim artık sana emanet....

14

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Zeynep Gür


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

KIRİKİNDİ MEVSİMİ Penceredeki küçük aralığa yaklaştırdım gözümü, bulanık, hayal meyal, çöldeki serap gibi belirsiz bir yanılsama. Ne kadar susuzsan o kadar yakın, net bir serap gibi. Beyaza bürünmüş bir kiraz ağacı mı, elma bahçesi mi uzaktaki? Bu dört duvarda buldum kendimi. Kaç kez geçtim tüm mevsimleri bilmem. Kaç kez kovaladım baharı, kışı.. Kaç kez ebeledim. Yine havanın esintisinden baharın ebelendiğini anladım. Boşuna dememişler bu havalar insana sevgiyi hatırlatıyor. Ben de çoğu şeyi severim. Ya aşk? Halbuki birine aşık olabilirdim, sevebilirdim onu, bahar çiçeklerinden karışık bir demet toplayıp, bahar esintilerinde doğduğu gün verebilirdim ya da... Neyse bahar geldi diye böyle heyecanlara kapıldım ben de. Ne saçma! İyi de, bir sebebim, bekleyenim mi olmalı illa? Sevgi hissedenin gücüyse; onu yaşayamam mı? Ona bir not yazayım. -Hayırdır sen kime mektup yazıyorsun Safa? O köşedeki kalp mi vay vay? -Yok be. Küçük yeğenime şiir sürpriz. -Pek de küçük kağıtmış. -Bunu diğer yazdığım mektubun yanına koyucam, ne sordunuz be abi! -Tamam tamam rahat ol kardeş... Şair adamsın yazacaksın tabi yaz. Minicik bir yazı, dört satırdı, ufacık bir rulo... Çöp poşetinden bir parçaya sarılmış, diğer parçayla da bağlanıp küçük fiyonk yapılmıştı. E peki ya şimdi? Bunu ona nasıl ulaştıracaktım. Sevdiğim ilk kişiye. Haberi olmalıydı bundan ama nasıl? Olmayan birine nasıl sevgi sözleri gönderecektim. Olmayan biri mi? Ya varsa? Hem biri olması önemli mi ki, içindeki aşk duygusunu yaşamak için...? Avluya çıkış saati gelmişti. Bir ileri gidip, bir geri dönen insanlar.. Kimisi düşünceli, kimi neşeli, kiminin dilinde bir türkü, kimi gözlerini gökyüzüne çevirmiş, kimi köşede oturmuş.. Elindeki kağıt ruloyu sıkı sıkı tuttu. Avucunda yok gibi düşünceli, ağır adımlarla yürüyordu. Bir karıncaya takıldı gözleri. Köşedeki duvar kırığının içine girip kaybolmuştu. O kadar küçük olabilse, o da peşine takılırdı belki. Onun da elinde çok küçük bir şey vardı. Kendinden bir parça üstelik. Düşüncelerinden ve yüreğinden.. Gözü küçük ızgaraya takıldı. Yağmur gideri olmalı.. Delikler tam notun geçeceği kadar... Kulak kabarttı bir süre. İçinde, derinlerden su uğultusu

Esra Dolunay geliyordu. Ya hayal ürünüyse bu ses, içimdeki umudun? Ya örümcek ağlarıyla kaplı bir delikse? Geçen günü hatırladı. Geçende yağan yağmur burada birikmemişti... Denemeliydi..! Sevdiğine ilk posta göndermenin heyecanını taşıyan biri gibi, isimsiz notunu, isimsiz sevdiğine, su giderinden postaladı... Bunu gören biri vardı ki o akşam mayısın meşhur kırkikindileri, akşamdan geceye kadar, geceden sabaha kadar aralıksız yağdı... Yağdıkça yağmur, içini bir serinlik kapladı. Herkes uyurken, içindeki ümit ve damlaların sesi beraberindeydi. Karanlık tavana baktıkça vuran damlalar, ona ümit bestesi gibi geliyordu. Bir taraftan da, karanlık oda gibi karamsar düşünceler, duvarda oynayan gölgelere eşlik ediyordu. -Bu dört duvar arasında bir macera olamaz ki! Düpedüz “Beni bu güzel havalar mahvetti.” diyen Orhan Veli gibiyim. Ben de bu havaların, aklımı bulandırmasına engel olamadım. Yine de neden olmasın? Her gün aynı fiillerle sınırlı bu yerde, bir maceranın kahramanı olacağı heyecanı, içinde bir yerde parladı. Bir taraftan da korkuyordu bu histen. Peki neden? Evet korkuyorum. Boş bir yanılsamanın, bu ümit kıpırtısını söndürmesinden korkuyorum. Kıvılcım gibi parlayıp sönmesinden. Bahar mevsimi gibi göz alıp geçmesinden.. Neticede senin hayal ürününüm. Böyle bir şey olmadı. Mucize beklemekten korkuyorum. — Henüz olmadı ama bir yerde yazılıyor. Tıpkı kader gibi. Henüz yaşanmamış bir kaderin, olmadığı anlamına gelmediği gibi.. Belki bunları düşünmeden sadece yaşamalısın ki hikayen olsun. Belki de şimdi uyumalısın. — Gözlerini kapadı.. Yağmurun tınısıyla uykuya daldı.. ( devam edecek)

15


Ses Dergisi

GARDİYANIN YAŞAM KILAVUZU Bir cana nasıl kıyılır? Gardiyanın elinde durmuş bir saat! Zamansız oynamaya başlıyor rolünü Her tutuklu bakışta büyüyor hayalleri Ceplerinde kelepçe, içinde neşe Paçalarına bulaşan ölüm kokusu İştahını açıyor yürüdüğü yollarda Kendi rolünde müebbet gardiyan! Çocukları kimsesiz, iyileri çaresiz Gördükçe sırıtır elleri Her demir kokusunu içine çekişinde Zulmün şöhretiyle okşar heveslerini Anneler bebeklerini sevemezken Babalar dokunamazken yavrularına Çocuklar ortalıkta kalıverince Bir cana nasıl kıyılır bilen var mı? Çocuk! Gözlerin ne güzel senin, İriliği, aradığın baban için mi? Küçük bedenine uğrayan hastalık, O da mı şaşırdı çaresizliğine? Hayat tamam mı Ahmet? Seni bekler melekler Dünya veremedi babanı. Son isteğinde ufalandı toprak Demirden evinde eridi baban Gardiyan derin uykuda şimdi! Soğuk ve lanetli tabutuna uzanmış. Bir cana nasıl kıyılır bilen var mı? Ne oldu ? Bu sessizlik de ne Ahmet? Dünya, isyana devirmiş içini Hep seni çiziyor soluk renklerle Ahmet, Kara Efe büyümeden gitti diyor, herkes. Babasını görmeden... Gözler yere düştü, insan olana utanma vaktidir şimdi Ahmet! Cennetin Çocuğu! O gece sen gitme diye Nefesini duymak için sustu herkes Her nefesinde “baba!”ya büründü eşya. Sabaha gelecekmiş bekler misin? Yok Ahmet, gücün yoktu beklemeye Gittin “baba”lı cümleleri alıp yanına Şimdi tüm babalar ağlıyor Ahmet! Çocuklarının sesleri susuyor gözlerinde Anneler, annen olmuş çaresiz dokunuyorlar toprağa Gardiyan kıydıklarından besleniyor Devam ediyor yaşam kılavuzunu okumaya Yeni ölümler beğeniyor acıkan karnına Bir cana nasıl kıyılır Ahmet? Sen artık biliyorsun! Peki ya bin cana nasıl kıyılır?

16

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Tülay Yılmaz


Ses Dergisi

ÖZGÜRLÜĞE DAİR

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Esra Ellikci

İlk defa kuş olmak istedim çeyrek asırlık ömrümde İlk defa kuş Yalnızca kanatları olan bir serçe İnanın fazlasında gözüm yok öyle Hatta gençlik hayalleri, beyaz gelinlikler de yok düşlerimde Hepsi teker teker idam edildi zalimlerce O yüzden sadece kuş olsam diyorum ben Kuş gibi olsam Uçsam gönlümün estiği yöne Çırpsam kanatlarımı özgürce Takılmasam hiçbir zalimin engeline Dost bildiklerimin vefasızlığını görmesem Sadece özgür olsam Sadece özgürce uçsam Ayrılığın içimi kor ettiği sevdiklerime ulaşsam Ama en çok yare Her gün yolunu beklediğim sevgiliye Hatta Mecnun gibi ararken Leyla’yı, Hakk’ın aşkına ulaşsam Ulaşsam da kendimi asıl diyarlarda bulsam Hani şu altından ırmakların aktığı firdevslerde Çünkü O’nu bulan zindanda da olsa bahtiyardı ya hani İşte öyle ulaşsam ruhumun ufkuna Sadece özgür olsam Ruhumu kurtarsam prangalarından Bedenim katlanır da bu sancıya Islatır da içini yakan ateşi gözyaşlarıyla Ama ya ruhum Ruhum dayanamaz bu ızdıraba O yalnızca serçe olup ulaşmak ister Hakk’a Ulaşmak ve sonsuza kadar özgür kalmak..

17


Ses Dergisi

ZENCİYİM BEN Zenciyim ben Gece gibi Afrika’nın derinlikleri gibi kara. Köleydim her zaman Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi. Emekçiydim her zaman Mısırda piramitleri kuran benim Benim, harcını karan gökdelenlerin. Türkücüydüm her zaman Afrika’dan Missuri’ye kadar yaydım türkülerimi Çınlar kederli ezgisi onların her yerde O tamtam ritmi. Kurbandım her zaman Kongo’da kırbaçla dövdüler beni Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta. Zenciyim ben Gece gibi Afrika’nın derinlikleri gibi kara. Langston Hughes Çev.: Ataol Behramoğlu

18

Mayıs / 2020 - Sayı 9


Ses Dergisi

YENİ BİR HİKAYEN OLSUN

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Şerif Aydın

Gitmek vakti çocuk, usulca... Usulca, en güçlü yanın üzerine doğrul... Kaktüs çiçeğine dönmüşse bahçen ve nehirlerin alabildiğince taşkınsa artık, terket bu şehri zahidçe... Yeni bir hikayen olsun, Kaf dağına özel, çocuk masalına yakın… Gizem... Neşe... Pervasız... Işığında büyüsün gün ortası güneşin ve gece kandili dolunayın… Yedi cücelerden biri sen ol, biri hayallerin… Devler aynasına girme boyunla, bırak devlik devlere kalsın, sen kibrin aynasından sıyrıl ve sakın… Sakın devlerin lafları gibi laf etme yolda, aynalar sorgular, bozulur büyün… Bir hikayen olsun... Sahilin kenarında ama Everest’e yakın... Himalayalar kadar uzaklara taşın istersen ve dilersen Anka kuşuna dokun... Sırrını kalbinde sakla, cadılar duymasın bozulur büyün... Sana uzun hırkayı giyme demiştim kaç defa küçük boyunla ve sana uzun gelecek âsâyı tutma demiştim elinde artık... Dinletemedim. Büyük sözleri de söyleme demiştim sana... Devler büyüklenir, büyüklerle aran bozulur... Gördün işte, kahve falın yalan çıktı, kızma çingeneye istersen... Papatya yaprağında aşk arıyordun ya hani, koparma onu da, yeter. Bırak, sokak lambası altında bir cüzzamlı gibi beklemeyi… Işık beklediğin pencerelerden sıyrıl… Sen, 40 hatırla içtiğin kahveyi 40 satırla kusturan bu şehirden ayrıl... Ne çingene falında vardı bu çizgi, ne fincan tortusunda... “Cadılar bozdu büyümü” deyip oyunu bozulan çocuk masalına girme şimdi, gereği yok... Sen terket bu şehri usulca ve ayrıl. Hikayeni yedi cücelere oku, yedi uyurlar dinler belki usulca... Belki Kitmir duyar, yoldaşın olur... Kaf dağında büyün bozulmasın diye Kehf mağarası kapısında Kitmir’le kıvrıl... Terket bu şehri usulca ve sıyrıl… Usulca olsun gidişin, çocukça değil. Yufkaca olsun… Kalbini saracak tepelere varınca bağır, istediğin kadar bağır... Gayrı terkettiğin sevgili sağır… Kaf dağı sağır, Anka kuşu sağır... Yeni kurduğun dünyaya kalpleri çağır… Pegasusunla yükselmek yok sana artık, adım adım yürü, adım adım ve ağır...

19


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

ANNEM İLE BERABER YENİDEN

Fatma Özcan

D

ört yıl sonra, çekilen hasret ve yaşanan ayrılıklara inat tam dört yıl sonra bir araya geldik annemle. İkimiz içinde tahammülü zor yolculuk saatlerinden sonra, havaalanının çıkış kapısında birbirimizi görünce sımsıkı sarılacağımız hissi sarmıştı. Geçen seneler bir insan ömründe azımsanmayacak kadar uzundu. İçine neler neler sığdı, hatta doldu taştı yüreklerden yaşananlar. Özlemin artık bizim için birçok anlamı vardı. Özlem; gözyaşı, ayrılık, hasret ve daha nice nice kavramları getiriyordu beraberinde. Aslında özlem duygusu ve beraberinde gelen sızıya hiç de yabancı değildik. Yıllarca önce evlatları, sonrada onların hayat arkadaşları, hatta sonra aileye eklenen torunlarının yolunu gözlemişti annem. Anneme sımsıkı sarıldığımda ayrı geçirdiğimiz dört yılın zaman tünelinden geçiyor gibi hissetmiştim. Her acı için sarılmalarım daha da sıklaşıyordu. Yıllarca bizimle beraber bütün acılarımızı ve mutluluklarımızı paylaşan annemin en acı ve en tatlı günlerinde yanında olamamanın hüznüyle, titreyen kalbim ve ellerimle tekrar sarıldım. Biz yanında yokken babamı ahiret yurduna yolcu etmişti.Ve bir erkek kardeşim evlenmişti. Bana her zaman bütün sevinçlerimi sizinle yaşadım yavrum, Rabbim iki cihanda sizi mesut etsin diyen annemin en önemli iki gününde yanında olamamanın utangaçlığı, belki de bir ömür boyu beni üzecek iki farklı durum olarak kalacaktı. Sarılırken zaman tüneli aldı beni ta çocukluk günlerime götürdü. Annem ve evlatları dolu dolu çok güzel günler geçirmiştik. Küçüklüğüme ait gözümü kapattığımda annemle ilgili hatıralarım bana hep huzur verir. Tipik Anadolu geleneklerine göre yaşayan bir ailenin okumuş gelini olan annem; öğrendikleri, hayalleri ve içine girdiği ailenin geleneksel yapısı arasında sıkışan mücadeleci bir kadındı. Tertipten, düzenden, zamanında işlerini bitirmekten yorulmaz, öğrenmekten ve yenilenmekten mutlu olurdu annem. Hergün sabah abdest alarak bize çay demler kahvaltı hazırlardı. Aynı zamanda sabah kahvaltısında bizlere gazeteden ülke gündemini aktarırdı. Hatta bakkalın içine aldıklarımızı sardığı gazeteleri bile önce okur, sonra kullanırdı annem. Annemden aldık, öğrendiğimiz faydalı şeyleri çevremizle

20

paylaşma özelliğimizi. Annemle Osmanlıca öğrendik, mızraklı ilmihalini o okurken ailecek ezberledik. İhtiyaç sahiplerini hiçbir zaman unutmazdı annem. Bir akraba yada komşu ziyareti yaparken, biz pasta çiçek vs götürmek isterken, annem insanlara ihtiyaçlarına göre hediye götürmeyi severdi. Yeni çocuk sahibi olan aileler hemen annemi ziyaret eder, dikkat edilmesi gereken herşeyi teker teker sorarlardı. Her akşam ailemize kitap okurdu annem, hepimiz merakla ertesi günü beklerdik. Sahabe hayatları, peygamberler tarihi, Efendimiz sav´in hayatı ve daha yıllarca eklenen bir çok yeni kitap okudu bizlere. Hergün düzenli olarak derslerimizi takip eder, aynı zamanda hayatın bir gerçeği olan ev işlerinide paylaştırırdı bizlere. Onu mutlu etmek için çok zaman kardeşlerimle planlar yapar,

üzerindeki sorumlulukları hafifletmeye çalışırdık. Çok mutlu olurdu annem. İlkokul yıllarında İstanbul’a taşınmıştık. Çok kalabalıktı okulun sınıfları. Anadolu’dan yeni gelen 9 yaşında bir çocuk olarak, alışmak için var gücümle çalışıyordum bu kocaman şehrin hayatına. Fakat sınıfımda oturacak bir sıram bile yoktu. Sınıf yetmişbeş kişiydi ve öğretmenim yer olmadığı için, arka tarafa duvara yaslanarak ders dinlemem için göndermişti beni. Geldiğim şehirde sınıf birincisiydim fakat şartlar değişmişti. Öğretmenimden derslerde birçok kez tahtaya kalkmak için izin istemem rağmen, en arkada, sırası bile olmayan sınıfa yeni gelmiş, hemde hafif Anadolu aksanı ile konuşan bir öğrenciye söz vermesini beklemek


Ses Dergisi

çok zordu. Çocukluğumun en zor günlerinden birini yaşıyordum. Yaşadığım bu zorluğu, İstanbul’a yeni gelmiş bir çok zorlukla karşılaşan anneme anlatmam zaman aldı. Üzülmesini istememiştim. Anneme olanı biteni anlatınca, ertesi sabah hemen elimden tuttu ve okula beraber gittik. Üzerinden otuzbir yıl geçmesine rağmen, öğretmenime söylediği sözler hala kulağımda çınlar. Annem: Hocam, bizim çocuğumuz günlerdir sınıfında ayakta ders dinliyormuş çok üzüldüm, bu konuda ne yapabiliriz diye sormuştu. Öğretmenim “yapacak birşey yok, sınıf çok kalabalık” diye yanıt verdi. Annem hız kesmeden ikinci konuya girdi: “Çocuk her ders parmak kaldırıyormuş fakat siz cevaplamasına izin vermiyormuşsunuz” dedi. Öğretmenim: “Hanım, Anadolu’dan gelmiş bir çocuk ne kadar bilebilir, önce dinlesin öğrensin sonra bakarız” dedi. Annem: “Hocam, diğer şehirden gelirken öğretmeni özellikle dosyasına not yazdım, bunu oradaki öğretmenine okutun diye ısrarla

söylemişti, okuyabildiniz mi acaba?” diye sordu. Öğretmenim sessiz kaldı, annemin ısrarlı tavrı üzerine öğretmenim gidip dolabindan bana ait dosyayı getirmemi söyledi. Orada sesli bir şekilde okudu okudu sonra bana bakarak “gel bakalım bundan sonra gözümün önünde otur” diyerek bir sıraya üçüncü kişi olarak oturttu beni . Sonra ilkokul bitene kadar hiç yanından ayırmadı. Hatta sınıfta olmadığı zamanlarda sınıfı bana emanet edip gidebiliyordu. Yaşadığım bu hadise, hem anneler adına, hem de öğretmenler adına mücadele etmek ve önyargısız davranmanın nelere sebep olabileceğini öğretti. Mücadele azmini sadece evlatları için değil, ibadetleri içinde ısrarla devam ettiren annem hergün aksatmadan okuduğu Kuran-ı Kerim ve kıldığı uzun namazlarla hep zihnimde kocaman bir ilham kaynağıdır.

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Sosyal hayatında seviyeli, gıybetten uzak biriydi annem. Konuşurken, kesinlikle argo kullanmaz, hiçbir zamanda kullandırtmazdı bizlere annem. Boş vakit kavramı yoktu annemin. Her vaktin kendine uygun bir vazifesi vardı onun için. Hurafe ve batıl inançlara kulaktan duyma şeylere kıymet vermez, bilgiyi kaynağından öğrenirdi annem. Komşularını arar sorar ihtiyaçlarını giderme konusunda yardımcı olurdu her zaman. Yıllar geçtikçe, bizimle birlikte yenilenmeye devam etti annem. Her çocuğu ile yeniden ilkokul, ortaokul lise üniversite okudu annem. Aldığımız her yeni kitabı bizlerden önce okurdu annem. Divan edebiyatı, batı edebiyatı, coğrafya ve tarih konularında hala bizden önce cevap verir bütün sorulara annem. Çocuklarını sevdiği gibi torunlarını da çok sevdi annem. Herbiri ile ayrı ayrı ilgilendi. Onlara da çarpım tablosu öğretti, tıpkı anne ve babalarına küçükken öğrettiği gibi. Sevdikleri yemekleri yaptı. Okullarında doğum günleri için pastalar yaptı, anne ve babalarının yetişemediği veli toplantılarına katıldı. Hikaye kitaplarını okudu, şiirler dinledi onlardan da. Ama hiç usanmadı bunlardan annem. Her kalbi acıdığında buna ağır imtihan olarak bakan annem, tekrar doğrulmayı Rabbine dayanarak başardı. İmanın verdiği bu güç çok aşılmaz yolları aşmasını sağladı. Annemi en çok mutlu eden şeylerin başında, insanlık için güzel niyetlerle katkı sağlamayı gaye-yi hayal haline getirmiş evlatlarının olmasıydı. Her toplantı yada sunumdan önce annemin duasını almak, bize çok büyük bir güç kayanağı olurdu. Annemin inanç ve ideallerinin sağlam temellerine bağlı, gönül sözleri hep bir ümit pınarı bizler için. O coşkun pınardan yudumlamaya daha uzun yıllar ihtiyacımız var anneciğim. Ömrün uzun ve bereketli olsun. Hayatının her saniyesinde anneliği en kamil anlamda anlayan ve hayatına geçiren annem .. Anneler günün (günlerin ) kutlu olsun. Muhabbet ve hürmetle ellerinden öperim, Canım Annem..

21


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

GECEYE VE SONRASINA Mihman

Z

amana birkaç not düş… Geceye ve sonrasına… Hayatın karmaşasında boğulurken verilen kararların kalpte bıraktığı acıyla haykır her şeyi. Belki temizlenir içindeki karabulutlar pişmanlık rüzgârlarıyla. Bir de, pişmanlığını dahi duymadığın lakin acısına da katlanmanın bir o kadar zor olduğu vakitler ve kararlar var. Ne kabullenebildiğin ne de vazgeçebildiğin. Dönüp dönüp aynı mihverde yol aldığın tercihlerin. Hepsi geçmiş zamanla alakalı… Anlatırken di’li geçmiş zamandan öteye geçemediğin özlem yüklü anıların girdabı. Söylesene! Bu hallerden nasıl kurtulacaksın? Bir şarkı, bir türkü değince kulağına, aklına gelmese bile, o anıları unutsan bile – ki unutmak zihinsel bir eylemdir- kalbinin orta yerine oturan gulyabaniyi nasıl def edeceksin? Kalben de unutmak mümkün mü? Anlatsana bana! Denk geldin mi daha önce gönlüne söz geçirebilen birisine? Mecnunun hikâyesi herkesçe malumdur. O eşiği nasıl aştı mecnun-u biçare? Bilinmeyen bir sır görülse de bu sorunun cevabını bulanlar var. Fuzuli gibi… Bu sorunun cevabını bulmuş olacak ki, kendini mecnundan daha âşık addedebiliyor. Şöyle diyor; “Mende mecnundan füzun âşıklık istidadı var Âşık-ı sadık menem, mecnunun ancak adı var…” Eşiği aşamayan, faniliği geçemeyen bir adam bunu nasıl desin! Benliğini aşk odundan eritmeyen biri bu karşılaştırmayı nasıl yapsın? Söylesene! Bulan bulmuş aradığını, ya yıllardır bu eşikte bekleyen ve aşamayan bu biçare ne yapsın? Fuzuli ki, kendini aşk meşrebinde öne atıyor. Sanma ki, ben deyince enaniyet duvarlarına yaslanıyor… Kendini yüceltmesi sevdiğini yüceltmesinden… Kısacık zamana bağımlı olmayan, zamandan bağımsızlığını ilan edenler ancak Fuzuli’yi anlar. Vaktin içinde zamansızlığa ulaşmak gibi bir devrime imza atanlardandır Fuzuli. Şair deyip geçmeyin! İnsanın iç âlemini en iyi idrak edip anlatanlardan birisidir şairler. İnsanın iç devriminden sonra da şiire sarılması… Şiir, sırlı beyanlar bütünü… Şair, şiirlerin üstadı… Dış âlemi bilim adamlarından dinle, iç âlemini şairle gez köşe bucak… Zamana birkaç söz düş sonra… Onca soruya cevap vermek yerine cevabı kendi içinde ara… Bazen Fuzuli oku, bazen Baki ile arkadaşlık et. Nef ’i ile dal aşk deryasına, Nedimle

22

dolaş Lale devrinde. Necip Fazılla çiledesin. Atilla İLHAN’la ayrılıklar kentinde. Ahmet HAŞİM’le izle “O Belde”yi… Sonra Muhibbi’den bir yakarış bırak sessizce… “Ahım erdi göklere ey mah-ı tabanım meded İşitip feryadımı rahmeyle sultanım meded…” Sonrasında idrak ettiğim, fıtratımın en değerli yanını Yenişehirli Avni ile paylaş insanlığa; “Sanman ki, taleb-i devleti cah etmeye geldik Biz bu âleme bir yar içun ah etmeye geldik…” En son not düş zamana. Geceye bir selam çak zindandan. Dört duvar kaybolsun. Geceye sehrayinler dolsun. Her şiir seni önce şairine sonrasında şairin kendisinde hiçliği tattığısevgiliye götürsün. Anlarsın o an, acıyla sevincin bir olduğunu ve Bir’den geldiğini. Anlarsın, o eşiği aşınca açılacak olan sonsuzluk kapısını… Sonrası sır makamı. Ne sen sor ne ben söyleyeyim o anları…


Ses Dergisi

KALEMLE HASBİHAL

Mayıs / 2020 - Sayı 9

KATRE

A

h kalemim, ne çok dolaştın bugün. Bir ressamın firçası gibi kah karlı dağların zirvelerinde gezindin hoyratça, kah beyaz köpüklü dalgalarla vurdun kıyıya. Hangi mevsimin rüzgarı esse hüzne çıktı hep yolların. Oysa baharları yazmalıydın, kelimeler uçuşmalıydı bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe. Uçurtmaların güneşli havalarda süzülüşü eşlik etmeliydi hecelerine ve özgürlüğün şiirini bestelemeliydin kuşların kanatlarında. Bilirim söylenmemiş dizelerin, öksüz şiirlerin hesabını benden sorarsın. Çizik çizik kanattığın yüreğimde uyuyan sancılar depreşir her dokunuşunda. Nasıl zorsa tutmak suyu bir çağlayandan, o misal müşküldür doldurmak mürekkebini senin. Mor salkımlı bahçelerin bahar telaşı gelip geçse de gözlerimin önünden, hep hazan mevsiminde yaşar göğüs kafesimin dışında atan kalbim. Ya parmaklıklar arkasında oynayan çocukların tutsaklığı sarar ruhumu, ya hasretin gömdüğü bedenlerin toprağı bulaşır ellerime. Damla damla büyür gözlerimde ayrılıklar. Sen kozasında mahpus kelebek, ben suyun kelepçesi… ve kelimeler yetim. Gel kıralım zincirlerini prangaların. Su yürüsün dalların uçlarına, filizler büyütsün ellerimizdeki toprak. Bir dokunuşla renklensin satırlar. Dört mevsimden bahisler açalım kardelenlene. Bir ressamın firçası gibi boyayalım ruhlarımızı rengarenk. Belini kıralım söylenmemiş sözlerin ve öksüz kalmasın hiç bir şiir.

23


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

BİR İHBARIM VAR Yasemin Tatlıseven

“ALO! 155 bir ihbarda bulunacaktım!”

CANIM KOMŞUM Kapı komşum Saniye… Karşılıklı daireler de oturuyoruz. Sabah bizde kahvaltıdaysak, öğlen onda çay içiyoruz. Çoğu zaman anahtarı dış kapının üstünde bırakırım. Saniye açar girer, o kadar güvenirim. Misafir gelecek, yetişir Saniye… Çocuğu hastalanır, ben koşarım. Ben hastalansam, elinde yemekler kapıda biter. Öyle iyi geçiniriz, kem gözlerden uzak! Ah be Saniye! Nasıl yaptın Saniye? Hani biz kardeşten öteydik, aynı sofradan yiyip içmiştik. Birlikte ağlayıp, birlikte gülmüştük. Ben teröristmişim de, sen ihbar etmişsin, öyle dediler. Tutuklanmak, hapishane falan değil de, senin adını duydum ya, beynimden vurulmuşa döndüm. Ömür boyu yatmaya razıydım, görüşe gelenim sen olsaydın Saniye! “Üzülme kardeşim, geçer bu günler de.” diye teselli edenim sen olsaydın.. Hani biz ahiretliktik? Ahiretlik kardeşliğimizi yıkmaya değer miydi Saniye?.. RÂMİZ ABİ Mesai arkadaşım Ramiz abi… İşten apar topar ayrılmak zorunda kaldım. En çok da Râmiz abi üzüldü “Keşke böyle olmasaydı” dedi. Helalleştik, ayrıldık. Ne güzel günlerimiz olmuştu bu iş yerinde… Sabahları bir simidi ikiye böler, iki bardak sıcak çayın buğusunda birlikte kahvaltı ederdik. Acil bir işi yetiştir-meye çalışırken, bir bakmışsın, elinde bir bardak çayla Râmiz abi kapıda. “Hadi iç şu çayı da, bir soluklan ya hu” derdi. Çok baba adamdı. Öğlen yemeğe giderken seslenir, akşam serviste eve gidinceye kadar sohbet ederdik. Güzel abim, abi demiştim sana! Nasıl da atıp tutmuşsun arkamdan? Hızını alamayıp bir de sövmüşsün, vatan haini(!) diye… Hadi öbür dünyayı düşünmüyorsun anladım da, bakılacak yüz bıraksaydın bari! Dünya küçük, bak işte yine karşılaştık. Neden kalkmıyor yüzün yerden? Kaçamak bakışlarla aldın selamımı… Yüzün de kıpkırmızı, konuşamıyorsun bile… Abim diye severdim seni!.. Hani delikanlı Râmiz abimdin benim?..

24

ASLAN BACANAK Biz iki sağlam arkadaş, abla-kardeşle evlendik. Arkadaşlığımızı da akrabalığa çevirmiş olduk. Sonsuza kadar dostuz artık. Hanımlar kavga etse, biz karışmayız. Deriz ki “Siz yokken, biz vardık.” Hep birbirimizi kollarız. Bacanağın kardeşi yok, yerine beni koydu. Benim başıma bir şey gelse, kardeşimden önce bacanağın numarasına gider elim. Taşınıyoruz, koş bacanak! Çocuk doğacak, koş bacanak! Böbrek sancım tuttu, koş bacanak! Eh işte! Başımıza bu işler de gelmeseydi, iyiydi. Bir gün bacanak-tan bir telefon geldi. Suçumu(!) kabul edeymişim. “Ne suçu kardeşim?” diyecek oldum, “Sen biliyorsun(!)” dedi. “Gidip teslim olaymışım, cezam neyse yatar çıkarmışım. Çoluk çocuğu hep perişan etmişim, onları da terörist(!) yapacakmışım.” Aklına sağlık yahu bacanak(!) Canına kurban, ben sana kardeşimden de ötesin dememiş miydim? GÜVENDİĞİM DAĞLAR Aranıyormuşuz. Eski ev sahibimize gitmiş polisler! Sağ olsun

aradı, haber verdi. Şimdiler de bodrum katta bir ev kiraladık. İş yok, güç yok. Eşim günübirlik işlerde çalışıyor. Çok şükür, akşam olunca ekmeğimizi eve getiriyor. Babam ne aradı, ne de sordu! Haber göndermiş “Kapıma gelmesinler” demiş. “Ne ölüme, ne dirime!” diye de eklemiş. Eski ev sahibimiz kadar bile olamadın mı baba? Kendin arayıp söyleyemedin mi? Bütün ülke bize düşman olsaydı da, sen arkamızda dursaydın ya baba! Hani babalar yaslanacağın dağ olurdu? Benim dağım, sen henüz hayattayken, neden yıkıldı ki baba? İYİ VATANDAŞ Malum sebeplerden yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Benim için çok zordu bu kararı vermek! Başka şansım da yoktu. Hiçbir çıkış yolum kalmamıştı. Sevdiklerimi, vatanımı geride bırakmak


Ses Dergisi

çok canımı yaksa da çıktım. Aylar sonra çok sevdiğim arkadaşım Şenay’la mesajlaştık. Nasıl sevindim, mutlu oldum anlatamam. Sanki burnuma vatanımın kokusu geldi. Hal hatırı geçtikten sonra Şenay ne dese beğenirsiniz? “O ülkesini çok seviyormuş, bırakıp da hiçbir yere gidemezmiş. Ne işi varmış gül gibi vatanı dururken, yabancı memleketlerde... Hem kaçmak teröristlerin(!) işiymiş, zaten o iyi bir vatandaşmış!” Ne diyeyim ki Şenay? İki gözümde, iki damla yaş oldun. Dilerim Allah’tan, bir gün vatanınla sınanmak zorunda kalmazsın! OĞLUNUN EMANETİ Uzun bir süredir kayınvalidemdeyim. Eşim iki yıldır içeride… Lisansım da iptal edilince işsiz kaldım. İki çocukla kayınpederin maaşına bakıyoruz. Yaşlı insanlar, sessiz sakin yaşayıp giderlerken, biz geldik ansızın… İki küçük çocuk! Ne kavgaları bitiyor, ne gürültüleri. Rahatsızlık verdiğimizin farkındayım. Diken üstünde gibiyim. Neye elimi atacak olsam, kayınvalidem arkamda bitiyor. Geçen gün eşimin açık görüşü vardı. İki çocukla o kadar

kilometre yol yaptım. Çocuklar zaten otobüste durmuyorlar. Babalarını görsünler diye bütün çabam. Hem eşime de çok güzel moral oluyor. Bütün gün yorgunluktan ölmüşüm. Eve zor attık kendimizi… Çocukları yatırmaya çalışıyorum. Kayınvalidem durmadan söyleniyor. Kendi anam sahip çıkmadı işte bana! Bak bende anayım ama, anamın kucağına nasıl da ihtiyacım var. Dizlerine yatsam, başımı okşasa, beni anlasa diyorum. Sen de benim bir annemsin, oğlumun emanetidir desen de, anlasana beni azıcık! Oğlumun kokusu sinmiştir üstüne diyerek, bari bugün sarılsan en azından… Ona da razıyım inan! ÖZGEÇMİŞ Hey gidi günler, hey! Büroda amirdim, emrimde çalışanlar vardı, insiyatif sahibiydim. Kararlarımı kimse sorgulayamazdı.

Mayıs / 2020 - Sayı 9

İyi kazanıyordum. Harika bir özgeçmişim vardı. Çalıştığım şirketler, aldığım sertifikalar, ödüller sayfalar sürerdi, dolayısıyla sevilen sayılan biriydim. Bir gecede bütün özgeçmişim çöp oldu. Ekmek parası yine kazanılır deyip, sigortasız bir iş buldum. Yaş olarak benden çok küçük, çok da tecrübesiz birinin altında eleman olarak çalışıyorum. Emir almak zor, eften-püften işlere koşturulmak da! Helalinden kazanıyorum deyip şükrediyorum. Çenemi de tutabilsem iyi de, yapılan bir yanlışı görünce dayanamıyorum. Bu da bana pahalıya mal oluyor. Hatasını kabul etmeyen şefim, yaşıma başıma bakmadan, çömezmişim gibi beni azarlıyor. Varlığımı, koltuğunu kapacak bir tehlike olarak gördüğünden eminim. “Ah be çocuğum!” diyesim geliyor. “Biz ne şirketler gördük, ne koltuklar, ne makamlar… Ne o makam kalıcı, ne de o koltukta sen kalıcısın!” KARINDAŞ Eşim yurt dışında, yanına gidemiyorum. Pasaportuma el koydular. Neymiş efendim, eşim gelmeden ben yurt dışına çıkamazmışım. Bildiğiniz beni rehin(!) aldılar. Eşim de gelemiyor. Gelse havalimanından direk hapse gönderecekler. Ne yaptı ki esnaf adam? İşinden evine, evinden işine… Annemlerde kalıyorum. Ablam sonunda çıkardı ağzındaki baklayı! Zaten aylardır çok mesafeli… Aynı beşikte sallanmış, aynı ninnilerle büyümüştük. Düştüğümde kanayan yerlerime merhem olurdun sen! Şimdi neden iki yabancı gibiyiz? “E kardeşim” dedi, Gelsin kocan buraya, madem suçsuz, neden kaçıyor ki? Yatar altı ay, çıkar. Hani bilmediğimiz, sakladığınız bir şey varsa söyleyin?” diye soru dolu gözlerle bana baktı. Gözlerimdeki acıyı görsene abla, kanayan yüreğimi görsene, yine merhem olsana bana, bir de sen dağlamasana! Hani biz kardeştik, hani karındaştık! Aynı ninnilerle büyümüş, aynı beşikte sallanmıştık!.. BU ÖYKÜLERDE GEÇEN KARAKTERLERİN TAMAMININ “HAYAL ÜRÜNÜ” OLMASINI DİLERDİM.

25


Ses Dergisi

TARİHİ DE TARİFİ DE YOK

Y

oğun, stresli ve hızla geçen günler beni o geceye ulaştırmış, ayrılık vakti gelmişti. Kafamdaki binbir düşünceyle kanayan yüreğime ellerim eşlik ediyor ve titreyerek giydirdim üzerini, yolculuğuna hazırlamak için. Babasına bile gitmeyi tercih etmeyen, tarifsiz duygularla birbirimize bağlandığımız ve onsuz olmak beni ne kadar yıpratacağını bilerek hatta bensiz olmak onda nasıl izler bırakacağını düşünerek… Tek tesellim annemle ve kardeşimle beraber olmasıydı. İstenmeyen anlar tez gelirmiş ve geldi de… Kucağımda uyurken havaalanına vardık, kıyamam dayanamamış evde uyuyup kalmıştı. Tam havaalanı güvenliğinden geçecekleri sırada gözlerini açtı. O şaşkınlıkla, iyice uyanırsa beni bırakmaz diye, “hadi oğlum, dayın sana içeriyi göstersin” deyip kardeşimin kollarına bıraktım. Ne anneme sarılabildim ne de mis kokulu oğlumu öpebildim. Hatta kapıdan arkamı dönüp hızlıca uzaklaştım, sonra ise küçük bir aralık buldum dayısının kucağındaki şaşkınlığını izledim. İşte herşey o anda başladı: Beynimin içindeki kocaman siyah nokta, kalbimin ortasındaki büyük acı, midemin krampları ve baştan aşağı uyuşma… Duyuyor, görüyor, hissediyor hatta çok rahat hissediyordum yanağıma süzülen buz gibi gözyaşlarını. Önce “dayına git” sözü beni çook eskilere götürdü. Yani asırlar öncesine… Ve birisinin ifadesi çınladı kulaklarımda: “Cahiliyenin anneleri, dayıya gitmenin ne olduğunu iyi bilir.” Hangi dönemde olursa olsun anne yüreği olarak o annelerin acısı bir defa daha sarstı beni. İşte o an bir “Sübhanallah” çektim. Ne büyüksün Ya Rab, öyle bir zamana nasıl bir Peygamber gönderdin ki, o insanlardan günümüze kadar devam eden bir İslam bayrağının sancağı dikili kaldı. Ve öyle bir Peygamber ki o zihinleri nasıl temizleyip onca yaranın sarılmasına vesile oldu. Ve hemen arkasından beni O Peygamberin arkasından gönderen Allah’a “Elhamdülillah” dedim. Öte yandan günümüze döndüm… O son sahne bir an gözümün önünde çeşitlendi: Ellerim kelepçeli oğlumu verir gibi oldum, koğuşuna elleri boş dönüp

26

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Hanife Yerebakan karıncalanan parmaklarını oğuşturan anne gibi oldum… O ana kadar okuduğum ya da duyduğum anne-evlat ayrılıkları birer birer çarptı geçti. Kendimi kaybetmiş bir yandan “Affet Allah’ım” diyor, diğer yandan “Bize bunları yaşatanları iki dünyada da güldürme Allah’ım” diyordum. Beni bir banka oturmuş ağlarken bulan eşim, geri döner dönmez elimden tuttu, biraz da etrafın bakışlarını azaltmak için beni havaalanının çıkış yolcu kapısına götürdü. “Allah’ın izniyle çok yakında çıkıp gelecek oğlumuz, hadi artık eve gidelim,” dedi.

Allah’ım ne kadar zormuş, ellerimin kaşıntısı geçmedi, parmaklarım oğlumu kavrar pozisyonundan normale dönemedi. Eve gelince hayat yeni başlıyor sandım. Saatler yıl olmuş geçmek bilmedi. Oğluşumu üzmemek için sık arayamıyordum annemleri. Ama çok üzülüyordum. Ta ki o kapıdan dayısının kollarına bırakıncaya kadar rüya mı kabus mu olduğunu bilmediğim uykularım, gecelerim Türkiye’ den çıkma yolları bulmak üzerineydi. Muhabbetlerine hasret kaldığım arkadaşlarımla bir gece mağarada, bir gece neydiği belirsiz bir y e r i n altında : İnsanların çöpe koyduğu bir dilim ekmeğe hasret, aç, susuz ya da aylardır aynı kıyafetle durmaktan üzerimizde küf kokan kıyafetleri ikinci elleriyle değiştirme peşinde… Kimi geceler kucağımda oğlumla yara bere içinde kalmış ayaklarımla Meriç’i geçip, eşime ulaşma derdiyle bilinmeze çıkma peşinde… İşte o geceden sonra


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Türkiye’ye girme yolları aradım tam dokuz gece. Bir gece teslim olup oğluma hiç kavuşamadan… Bir gece komşu ülke sınırından… Bir gece başka bir yoldan Türkiye’ye girip oğluma kavuşma ümidiyle sabahı ettim. Ama hep oğlumu uzaktan görüp, kollarıma alamadan gözlerimi evde açmak ve oğlumun olmadığı evi dolaşmak sanki hergün bir atardamarımı kuruttu. Hani an olur derdini anlatırsın ama alem sessiz, kör, sağır olur ya, benimki bu defa tam tersi olmuş, alem konuşuyor ben susuyordum. Alem yaşıyor ben ölüydüm… Hele de işlerin planın çok dışına çıkıp, sürekli aksaması beni çok yıpratıyordu. İştahım tamamen kapanmış, hayatı zorla yaşıyordum. Her yerde oğlumun sesini duyuyor, onu görür gibi oluyor ve gözyaşlarımı tutamıyordum. Şükür kavuşturana, o on gün geçmiş ve oğluma kavuşmuştum. Onu kucağıma aldığımda beynime kan gittiğini hissettim, hayata dönmüştüm. Rabbim kimseye ayrılık acısı vermesin ama anayla evladına hiç… Hele de sebeblerin sukut ettiği, sürecin aksilikleriyle başedilmek zorunda kalınan bir ayrılık… Süreç, kan donduran kelime olarak kalacak hayatımda… Sonrasında iki şey beni çok etkiledi: Birincisi kardeşim dedi ki: “Abla hiçbir şey değil de, bir şey beni benden aldı: İhsan seninle konuşurken hep ekrandan sana dokunmaya çalıştı ve kapatınca da telefonu göğsüne dayayıp ‘anne’ derdi…” İkincisini de annem dedi: “Birgün evin ortasında oturmuş kendi kendine konuşuyordu İhsan, sonra kulak verdik.” ‘anne ağlıyordur’ diye sayıklıyordu dudağı bükülü ve bizi de ağlattı.” Ve tabiki dönüş sonrası günlerce “dayı, anneye uçagla gedirdi.” dediğini saymazsak… Tercih kimin için, ne için, ne zaman olmalı bilmiyorum size bıraktım cevabı…. NOT: Bu yazıyı geçen zaman diliminde, o an yazacaktım ama ellerim kaleme uzanamadı işte…

27


Ses Dergisi

BEN YOKUM ŞİİRDE

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Medine Yıldız

Gel de saklasın şimdi huzur... İnanılan yerlerde inançlar farklı süregelirken... Gel de aşka başka bir ibadet yüklensin. Şiirin türküsü diye bir melodi... Satırların notaları falan yok. Okursun o kadar tatlı ve tatmin edici gelir ki ruhuna... Başa almak için bitsin istersin ilk dakikalarda. Fon aralarında söylenmeyen kelimeleri, Sevdiğini beklediğin tutkudaki gibi beklemeye durursun. Sırf nefes alışverişlerini ve taneliğini hissetmek için... Ben bu dizelerde yokum. Yokluğuma birde içimdeki yokluk girince, Ettiğim ne kadar yalnızlık varsa midemi ağrıtıyor. Bana gelecek zararın dışardan olmasına gerek yok. Ruhum içerden de beni hastane köşelerinde süründürebilir... Ben yokum bu duygularda. Olmayışıma yalan bile kızarken, Bilmediğim, bilmeyerek yaptığım hatalar savaş halinde sanki... Çelişki rabıtalığı... İnanılması güç kazançlarda ilk sırada hep acı... Seviyesini kıstığımda takatimin kalmadığını anlıyor ve bırakıyorum. Terki terkten uzak nefsi terk... Kendimi boş vermişlik... Ve hâlâ deyişlerim... Hâlâ kelimesi yok mu hele... Sürekli mecburiyet zaafımın olduğu... Bi yerlerde suya mutluluk giydirirken insanlar, Bedenimin üşüdüğü , elbiselere ruhumun kış gibi ihtiyaç duyduğu... Isındırdığı için güneş her gün nasıl da sarı... Nasılda rengini bulandırmıyor bugünlerde hava... İnsanların kayboluşlarına göre kâinat sıralıyor mevsimleri... Bende bana verilen tek mevsimle idare ediyorum. Bana verilen ruh dünyamla sonlu mevsimle... Gel de bitir şimdi satırları... Nasıl da dolmuş içim... Hayretlerde pencereler... Gel de bana yakış şimdi dert... Nasılsa bitmeyecek çilede kaldırımsın sonsuza dek...

28


Ses Dergisi

DÜNYAYI

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Şair-Yazar Elvin Mütaliboğlu

Dalıp-dalıp gidiyorum geçmişe, Her anım baştan başa endişe. Kör olmadan, kör yaşadım bak işe, Kınamak olmaz mı, kurnaz dünyayı? Koca ömür kafes kadar dar oldu, Siyah saçlar beyazlaşıp kar oldu, Zalim hayat bak kimlere yar oldu, Geçemedim hiç de aynaz dünyayı. İzin yok yaşamaya doğru düzgün, Sınavlara çekti beni günbegün, Kurcaladı hayatımı büsbütün, Ne yapayım ben şu burnaz dünyayı? Yıllar geçip, ömür akıp, gidiyor, Yaşam dün başlayıp, bugün bitiyor, Hayat beni zorluklara itiyor, Affeder mi kalbim aymaz dünyayı? Çiçek ektim, diken bitti yerinde, Yara çıktı, kalbimde en derinde, Şeytan diyor, sonda günün birinde, Yalnız koyup, çık git olmaz dünyayı!

29


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

YORUM SES DERGİSİ Yasemin Tatlıseven “Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum; ON YIL SONRA… İstanbul Cağaloğlu’ndayız. Necip Fazılların, Nazım Hikmetlerin kokusu sinmiş parke taşlara! Altında sahaf olan beyaz bir binanın önünde duruyorum.” Binanın dış cephesine Ses Dergisi’ nin 2030/Mayıs sayısı giydirilmiş.

B

enim gibi yetmişli yıllarda doğanlar bilir, biz teknolojinin çok gelişmediği, etrafımızı bugün ki kadar kuşatmadığı yıllarda doğduk. Çocukluk ve gençlik yıllarımız, hep bu çerçevede geçti. İnternetin henüz ülkemizde olmadığı yıllarda, teknolojiye meraklı bir arkadaşım, okuduğu “Bilim ve Teknik” dergisindeki bir makaleyi bizimle paylaşmıştı. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, sanki bir ütopyadan bahsediyormuş gibi “Hadi canım sen de” diyerek dinlemiştik. Anlattıkları, sanki gerçekleşmesi imkansız olaylar dizisi veya bir bilim-kurgu filminden alınmış gibiydi. Düşünün, hayatımda gördüğüm ilk bilgisayar üniversitedeydi. Hoca bize MS-DOS komutlarını öğretiyordu. Ekrana “dır” yazınca mutlu oluyorduk. Cep telefonu henüz kullanılmıyordu. Arkadaşım ise, bize yirmi yıl öncesinden navigasyonu anlatmaya çalışıyordu. Bilgiye ulaşmak, arama motorları hayatımıza henüz girmediğinden, çok zordu. Bu yüzden bilgi, bizim için çok daha kıymetliydi. Oturduğumuz yerden kopyala-yapıştır yapamıyor, öğrenmek için ekstra çabalamamız gerekiyordu. İlkokuldayken öğretmenimiz, yaşadığımız ilçenin kültürel, ekonomik ve coğrafi özelliklerini anlatan bir yazı hazırlamamızı istemişti. İki ya da üçüncü sınıftaydım. Evimizde bulunan ansiklopedilerden, ilimizle ilgili bilgilere ulaşabiliyordum, ancak ilçemizle ilgili bilgiler sınırlıydı. Kütüphaneyle tanışmam, tam da o zaman ağabeyim sayesinde olmuştur. Benden altı yaş büyük ağabeyim, elimden tutup beni halk kütüphanesine götürdü.

30

Sınıfımızın bir köşesinde duran iki raflı küçük kütüphanemizden sonra, burası bana devasa gelmişti. Şimdi düşünüyorum da prefabrik sera gibi oval, yağmur yağınca alüminyum kaplamasını delip geçecekmiş gibi ses çıkaran, derme çatma bir yapıydı aslında. İçeri girince içimi bir sıcaklık kaplamıştı. Yerden tavana kadar bütün duvarlar raflarla kaplıydı. Rafların içi tıka basa kitap doluydu. Ortada yuvarlak masalar vardı, etrafında benim gibi bir sürü çocuk yazıyor, çiziyor, okuyorlardı. Girişte masada oturan kütüphane memuruna “Merhaba” diyen ağabeyim, araştırma yapmak istediğimiz konuyu söyleyip kaynak istedi. Bizim arama motorumuz, o anda o kütüphaneciydi. Onun bilgi dağarcığı kadar ve bize vereceği kaynak kadar bilgiye sahip olacaktık. Çocuk aklımla, raflardaki bütün kitapları okuduklarını düşünür, onları kafamda bilge kişi konumuna oturturdum. Kütüphaneci bize konuyla ilgili üç, beş kitap verdikten sonra, kitapları alıp sessizce bir masaya iliştik. İki saat gibi kısa bir sürede, bu kitapların içinden hem aradığım konuyu bulmam, hem de okuyup, özet çıkarmam gerekiyordu. Fotokopinin bile olmadığı o yıllarda, bir de bunları defterime elle yazmam lazımdı. Ağabeyim eline, bütün sayıların bir araya toplandığı, kocaman bir Teksas Tommiks cildi almış, neşe içinde okuyordu. Zamanı iyi değerlendiremediğimi hatırlıyorum. Çok içime sinmeyen, yarım yamalak bir ödev hazırlamama rağmen kütüphaneyle tanıştığım için, günün sonunda çok mutluydum. Sonrasında kütüphaneye dadanacak ve Kemalettin Tuğcu’nun bütün kitaplarını bir solukta, gözyaşları içinde okuyacaktım. O zamanlar haftalık çıkan çocuk dergileri olurdu. Biz üç kardeş harçlıklarımızı birleştirir, her cuma gidip Zeynel amcadan dergimizi alırdık. Zeynel amca bakkalımızdı ve bizim için bir tane mutlaka


Ses Dergisi ayırırdı. Evde üç kardeş sırayla okur, büyük bir heyecanla, bir hafta sonraki sayıyı beklerdik. Okuduğumuz dergileri asla atmaz, bir kolinin içinde üst üste istifler, bir gün ciltlemenin hayalini kurardık. Sonra o dergilere ne oldu bilmiyorum? Bundan sekiz ya da dokuz ay önce, sosyal medyada bir duyuruyla karşılaştım. Şerif Aydın “Var mısınız dostlar, bir dergi çıkartalım?” diye soruyordu. “Bize yazı ve şiirlerinizi gönderin” diye de ilave ediyordu. Bu haber beni heyecanlandırmış, hasta yatağımdan doğrulup, kağıdı kalemi elime almamı sağlamıştı. Hatta kızımı da yazması konusunda teşvik ettim. İkimiz de birer yazı hazırlayıp, büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla derginin ilk sayısını beklemeye başladık.

Mayıs / 2020 - Sayı 9 acılarımızdı. Bu acıları hiç bilmeyen, görmezden gelen bir kesim de vardı ki, belki okuyup anlarlar diye ümit ediyorduk. Yazar arkadaşlarımızla, her ay dergiye yeni ve daha güzel bir yazı hazırlama gayreti içindeydik. Yazılarımızı teslim edip, derginin mutfak kısmına topu atıyor, heyecanla dijital ortamda yayınlanacağı anı bekliyorduk. Eleme, seçme, düzeltme, dizayn etme, seslendirme, konusunda mutfaktaki telaş, eminim inanılmaz yorucu ve bir o kadar da keyiflidir. Her sayısı daha da güzel ve daha çok kişiye hitap eden “Ses Dergisi” yüzlerce deneme, makale, şiir ve sayısıyla, hiç şüphe yok ki ileride de tarihe tanıklık edecektir. Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum; ON YIL SONRA… İstanbul Cağaloğlu’ndayız. Necip Fazılların, Nazım Hikmetlerin kokusu sinmiş parke taşlara! Altında sahaf olan beyaz bir binanın önünde duruyorum. Binanın dış cephesine Ses Dergisi’ nin 2030/Mayıs sayısı giydirilmiş. Kapanan gazete ve televizyonlarımızdan sonra bugünleri görmek de varmış çok şükür… Telefonum çalıyor, “Nerede kaldın, toplantı başlamak üzere?” diyor karşıdaki ses. Koşar adımlarla binaya giriyorum. Dünyanın dört bir yanında temsilcilikleri ve yazarları olan dergimizin, ana binası burası, giriş kat matbaa… Haziran sayısı baskıda, dumanı üstünde tütüyor. Kuşe kağıda basılmış, pırıl pırıl parlıyor. En üstten bir tane çekip alıyorum. Kapağa bakıp gülümsüyorum. Alt köşede içimizden birinin kitap tanıtımı yapılmış. Ortada masmavi bulutlara uçan özgür kuşlar var. Açlık bitmiş, hapisler boşalmış, savaşlar durmuş, iyilik kazanmış, dünya güzelleşmiş. Üst kata çıkıyorum, şu an dergide yazan tüm arkadaşlarımla selamlaşıp, hal hatır ettikten sonra, son yazımı yayın heyetine teslim ediyorum. Arkadaşlarla bir masanın etrafında toplanıp, “Yeni sayı için neler yapabiliriz?” başlığı altında beyin fırtınası yapıyoruz. Her biri alanında profesyonelleşmiş, kitapları çıkmış, gazetelerde köşeleri olan yazarlar… Gözlerimi açıyorum. Bir elimde çayım, bir elimde telefonum, dijital dergimizin yeni sayısında, yeni makale ve şiirler arasında, duygudan duyguya koşuyorum.

Adı “Ses Dergisi” olsun demişti Şerif Aydın, bizler de, “ses getirsin inşallah,” diyerek dualarımıza ortak etmiştik. Acılarını kalemiyle susturmaya çalışan, dünyanın dört bir yanından aşkla, şevkle yazan bir avuç yazar adayıydık. Hiçbirimiz profesyonel değildik ama, her birimiz gönülden yazıyorduk. Dağlar kadar acı, özlem, ayrılık, hasret, esaret birikmişti heybemizde! Gecenin kör karanlığında ya da şafak sökerken, bizi yazmaya zorlayan işte bu duygulardı. Her bir yazar arkadaşımız kendi dünyasında harmanladığı satırları, gönül diliyle sayfalara akıtıyor, bir denize dökülen ırmaklar gibi, dört bir yandan çağlayıp duruyorlardı. Bir arkadaşımın “Çok arabesk yazıyorsun!” demesi üzerine, “Gülecek halimiz mi var?” demiştim. Kemalettin Başta Şerif Aydın olmak üzere, tüm yazar Tuğcularla kaderimizi çizmiştik sanki… Şerif Aydın’ın bir arkadaşlarım ve emeği geçen herkes için; yazısında da dediği gibi “Yeşilçam filmleriyle ve arabesk “BU BİR TEŞEKKÜR” yazısıdır. müzikle büyümüş bir nesildik biz!” Bir de yaşadıklarımızı NİSAN/2020 tarihe not düşme telaşı içindeydik. Ortak paydamız

31


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Mecit Özdemir

AH İNSANLIK

A

cının dağladığı yüreklerden yükselen feryat

ları duyulmuyor mazlumların... Dahası, acıların

üzerine konuşmaları, güzel nutuklar atmaları, hoş

doğurduğu feryatlardan zevk alanlar var, müziğin

sözler söylemeleri; hoş sesleriyle kulaklarımızı mest

ruha şifa veren nağmelerinden aldığı gibi... Zavallı, kimsesiz,

eden sanatçıların, aşka, sevgiye dair şarkıları; hukuk-

gariban, kendi halinde yaşayan, arkasını dayadığı güç odak-

tan söz edenlerin, haktan, adaletten, hukukun üstün-

ları bulunmayan insanları, aileleri parçalamaktan, onları ye-

lüğünden, yargının bağımsızlığından ve tarafsızlığın-

mekten, onlara acı çektirmekten zevk alıyorlar. Sevimli cey-

dan söz etmeleri, heyecan uyandırmıyor mazlumların

lanları, geyikleri avlayan, parçalayan, onların canından can,

yüreğinde...

Şimdilerde aydınların, yaşamın tatlı yanları

kanından kan alan vahşi sırtlanlar, çakallar, gibi... Acıdan beslenenler var, kandan beslenenler olduğu gibi... Karanlıktan hoşlananlar var, mağaraların derinliklerinde saklanan ve karanlık gecelerde ortaya çıkan yarasalar gibi... Hâkimlerin ve mahkemelerin adalet dağıtan yanı kitaplarda kalmış... Şimdilerde adaletin kıskacında boğulurken, ‘kanun bu mu, adalet bu mu?’ diyoruz. Olmayan ve yakın zamanda da geleceği görünmeyen adaletin, tecellisini bekliyoruz. Bu adaletsizlik ve zulme karşı, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, sağdan sola, soldan sağa doğru, bütün bir milletin sessizliği içimizi acıtıyor... Dokunaklı sözler söylemek, bu sessizliğe, karanlığa isyan etmek geliyor içimizden... Lâkin susuyoruz. Çığlığımıza kulak verecek, sesimizi duyacak ve cevap verecek kulakların, yokluğunu düşünerek susuyoruz. Ve acımızı içimize gömüyoruz. Ah insanlık! Allah’ın ipinden kopup uzaklaşınca özgür

Aksine, yaşanan zamanın hadiseleri üzerine uydurul-

olacağını sanan, ancak şeytanın, nefsinin vurduğu pran-

muş yalanlar, kalabalıkları uyutan masallar, karanlığa

galar altında, insanlığını ve imânını yitiren insanlık! Sen

söylenen sözler, derin yaralar açıyor duygularımızda.

imânını ve insanlığını ne zaman ve nasıl hatırlayacaksın?

***

Girdiğin ve gittiğin yolun yanlışlığını, ne zaman görecek

İçinde yaşadığımız toplumun acılarını paylaşan,

ve tövbe kapısından girip Hakk’a, adalete, insanlığa dönüş

dertlerini düşünen, geleceği için çırpınan, koş-

yapacaksın?

turan bir yanımız vardı bir zamanlar. Ya şimdi?

***

Şimdilerde, içinde yaşadığımız toplum tarafından dışlanan, horlanan, unutulan, acılar içinde

32


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

yalnızlığa terk edilen, kendi elemi içinde kıvranan, kendi

çözülmez hâle getirmekle hakikatleri yalanların karanlığında

dertleriyle boğuşan bir haldeyiz.

boğmak, efendilerinin kurduğu sahte cennetlerinde yaşamak

İnsanların iyiliğe, sevgiye, vefaya, kardeşliğe, eşitliğe dair

için uğraşıyorlar...

heyecanlı tartışmaları, duyguları, konuşmaları arasında biz

***

yokuz. Böylesi güzelliklerin içine alınamayacak kadar sakın-

İçinde bir parça iyilik duygusu, merhamet kırıntısı, vic-

calı, zararlı, tehlikeli insanlarız. Sanki ortaçağ Avrupa’sının

dan sızısı olanlar, bu yaşananlardan acı duyuyor, üzülüyor,

vebalıları gibi uzak durulması, toplumdan tecrit edilmesi

gizli mekânlarda, kendileriyle baş başa kaldıkları anlarda,

gerekenleriz. Toplumdan dışlanan, kendilerinden korkulan,

gizli gizli gözyaşları döküyorlar... Lâkin o kadar. Kötülerin

içine şeytan girdiği zannedilen, etrafına hastalık bulaştıran

korkusundan, zulümlerinin bir gün kendilerine de bulaşabi-

insanlar durumundayız. Bu tartışma ve konuşmalarda

leceği endişesinden, susuyorlar... Oysa bugün hakarete, zulme, iftiraya maruz kalan insanları ne çok severlerdi bir zamanlar.. Onları yakından tanırlardı. Şimdilerde, kötülüğün korkusundan, şeytanın hilesinden, unuttular geçmişi, geçmişin yaşanmışlıklarını. Taştan, betondan duvarların ardında sessizliğe gömüldüler. Dün yüreklerini açtıkları, lokmalarını paylaştıkları mazlumları, acılarıyla, yazgılarıyla baş başa bıraktılar... Şimdilerde içlerinde, kötülüğe ve iyiliğe dair birbirlerini tutmayan duygular, hisler boğuşmakta...

sözler, yoksulun çorbasındaki yağ damlacıkları gibi iğreti duruyor, yahut da gerçekler suyun içinde kaybolan tanecikleri gibi az bulunuyor. Bu adamlar, içlerindeki şeytanın vesveselerini, hevalarının sefil isteklerini, beyinlerindeki karanlık düşüncelerini, yahut da efendilerinin kulaklarına üfürdüğü yalanları, tekrarlayıp duruyorlar... Tekrarladıkça da şeytanın vesveseleri gibi, toplumu, bağnazlığın, düşmanlığın, kötülüğün kollarına teslim diyorlar. Toplum onların yalanlarında boğulurken, hakikatin aydınlığında yürüdüğünü, kurtuluşa erdiğini sanıyor. Onlar toplumu aydınlatmak, kafalarının karışıklığını gidermek için değil, aksine sorunları

33


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

UMUT Betül Yılmaz

H

içbir beş harfli kelime, belki onun kadar ısıtmaz içini insanın. Bir pamuk ipliği gibi, böylesine nazenin ve ince işlemez, yaşama sevincini gözbebeklerine. Hayattan vazgeçmek istediği her an, yeni bir nefes üflemez, hayallerinin o en kırılmış köşelerine. Hiçbir beş harfli kelime, umut kadar doldurmaz insanın gökyüzünü mucizelerle. Gelecek günlerin güzelliğine, her şeyin düzeleceğine inandıramaz. Umudun yerini, ne başka bir duygu, ne de başka biri dolduramaz. Doğduğumuz andan başlar umutla seyahatimiz. Duygularımızın takım çantasının, en hayatî anahtarıdır o. Belki hiçbir zaman deneyemesek de, onunla bütün kapıların açılacağını bilerek büyürüz. Bu sebeptendir bebekken ağlamalarımız. Çocukluğumuz da, gözlerimizi büyüterek her baktığımızda ebeveynlerimize, ardında saklanmış minicik umutlarımız vardır. Kalemi elimize ilk aldığımızda, çizdiğimiz her resmin boyalarındayken umudun resmi; düştüğünde yanına koştuğumuz arkadaşımıza, uzattığımız elimize saklanmıştır. Bizimle seneler geçirmiş, bizimle büyümüş ve biz paylaştıkça çoğalmıştır. Bazen, akşamları işten yorgun argın evine dönen bir babanın poşetine saklanmış olarak görürüz onu. Bazen, sabahın ilk ışıklarından, gecenin son demlerine kadar çalışan, bir madencinin kömür karası ellerinde. Kimi narin fidanların, ilmek ilmek mendile işlediklerinde karşılaşırken onunla, kimi yağız küheylanların, şafak şafak saydıkları günlerde görürüz. Kimi taze ailelerin, ay ay beklediğini, kimi yaşlı gönüllerin, zor gecelerce gözlediklerini görürüz. Bazen, yeni açan bir çiçek onu anlatırken, bazen tüm yapraklarını dökmüş, kalan son bir yaprağa sıkıca sarılan, bir ağacın dallarında rastlarız ona. O, ya aşina yüzlerle çıkar karşımıza ya da yedi kat yaban ellerden gelmiş, kendine has duruşuyla. Her fırtına da en çok ona kızarken, yine onu bekleriz yaşadığımız her enkazdan sonra. Onunla çocuk oluruz çoğu zaman yeniden, onunla koşarız aydınlık sabahlarda. Kimimiz ona, bir savaşın ortasında rastlamışızdır. Kimi, dört duvar arasında belki ona saklanmıştır. Kimisi, onun denizinde yüzmüştür doya doya, kimi, batmak üzere olan gemilerini onda yüzdürmüştür usulca. Kimi, onunla ruhunu kanatlandırmıştır, kimi belki adını bile hatırlamakta

34

zorlanmıştır. Kimi, onu dünyalara sığdıramamış, kimisi hep paylaşmaktan kaçmıştır. Kimisi ticaretini yapmıştır onun. Bir mal gibi satmıştır pazarda. Hatta ‘Umut Taciri’ bile denilmiştir adına. Kimisi de avuç avuç dağıtmıştır fütursuzca meydanlarda. Kimisinin, dolu dolu ceplerinde şıngırdatmasında duyarız sesini, kimisinin boşluğa savurduğu iç haykırışlarında. Kimisinin de, yıkık bir enkazın yanında her şeyini kaybetmişken tuttuğu, bir ekmek parçasında. Kimisi onu sürer, yaralanmış olanların yaralarına, kimi hapseder en karanlık zindanlara. Kimi, onunla aydınlatır göğünü, kimi boğar onu ruhunun karanlığına. Kimi fakir evler onunla şenlenirken, kimi saraylar ağırlayamaz onu o kalabalık sofralarda. Herkesin seslenişi de, bakışı da farklıdır ona. Kendilerinden kelimeler renkler katarak, kucak açarlar insanlığa. Bir öğretmen, bahçıvan gibi onunla sularken öğrencilerinin geleceğini; bir doktor, ameliyat kapısında bekleyen hasta yakınlarının yüreklerine onunla su serpmiştir. Bir ressam, belki en güzel tablosunu onun renkleriyle yaparken, bir müzisyen, notaları onun ahengiyle oluşturmuştur sıra sıra. Bir şair, belki onunla en onulmaz yaralara merhem sürmüştür. Onunla dokunmuştur şarkılar, türküler, şiirler, insanın yalnızlığına. Bir şarkıdan çıkan bir cümle, onunla usulca yüreklere yol almıştır. “Bir umut sürsen iyileşir tüm yaralar.” demiştir biri, onunla yaralar sarılmıştır. “Yok öyle umutları yitirip de karanlıkta savrulmak.” demiştir biri, arkadaşları onunla aynı gökyüzü altında yaşamaya, bir direniş demiştir. Kimi zaman bir müjde gibi dolaşmıştır cephe cephe. Koca yürekli birisi Akif ’çe “Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun / Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun.” demiştir. Zırhlılar arasında can çekişen millet için, bir diriliş olmuştur. Kimisi onu binbir ayaklı olarak tanımlarken, kimisi mucizelerin çiçek açmasını bile ona bağlamıştır. Sürgünde baharı beklerken, esen rüzgarda onu soluklamıştır. Umut, hiç bir zaman beş harfe sığmamıştır dünyalarımızda. O, hayata kafa tutma biçimidir insanlığın. Varoluş savaşında en önemli sığınağı, gelecek inşaasında en önemli dayanağıdır. Ve limandan demir alma gününe kadar da, en güvenli kucağıdır. Hiçbir beş harfli kelime umut kadar bizi yansıtmamıştır aynalarda. Umuda şiirler yazan şairler gibi, umudu bahçelerimize gül gibi ekerek, ışıldayan gözlerimizle ve taze sevinçlerimizle yeniden bakıyoruz yarına. Şimdi kaldır gözlerini umudun boyadığı renklerle dolu olan gökyüzüne ve ışılda. Diline dolanan o sözlere ses tellerin eşlik etsin ve senden hatıra kalsın, o yürekten sözler yarınlara. Gür sesinle inlet kubbeyi, umudun sana verdigi o güzide hakla “Yok öyle umutları yitirip de karanlıkta savrulmak, unutma aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak” de ve unutma, umut her zaman lazımdır sana, onu öyle hor kullanıp yıpratma.“Sen yine de bugünden yarına birazcık umut sakla.”


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

ÖZGÜR DÜŞÜNCENİN BEDELİ

“Ya bedenin tutsak, ya düşüncelerin tutsak oluyor bu dünyada. Sen sen ol evlat, ne olursa olsun, bedenin tutsak olsa da, düşünceni özgür bırak. Göreceksin, özgür düşünceler hep kazanacak”

Ö

zgürlük nedir?... Bu gün kendime uzun uzun sordum, neydi bu özgürlük? Paha biçilmez, değeri her insanda farklı tartılan, özgürlük. Bedeli çoğu zaman ödenemeyecek değerdeki özgürlük nedir? Sözlükte, “herhangi bir koşulla sınırlanmama, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu” diye tanımlanıyor. Felsefe terimi olarak da, “insanın, her türlü dış etkiden bağımsız olarak, kendi istencine, kendi düşüncesine göre karar vermesi durumu” diye tanımlanıyor. Evet, şimdi soruyorum kendime: “Özgürlük buysa, neden bedeli ağır oluyor? Biz düşünen varlıklar olarak, neden düşündüğümüz için bedel ödüyoruz? Hani övünüyorduk, düşünen hayvanlar olduğumuz için.” Soruyorum size ; ‘düşünen’ kısmını çıkarınca cümleden, duyduğumuz şey olmaktan hoşnut muyuz? Özgürlüğün bedeli ne olabilir ki diye sordum kendime. Ya hu bu özgürlük, Yaratan’dan yaratılırken peşinen ve bedava verilmemiş miydi? Bu neyin bedeli böyle? Özgürlük, Allah tarafından ücretsiz verilmişti ama, kullandığında ödemen gereken bedeller olabiliyordu dünyada. Geçmişten bu güne hep oldu ama ümidimiz o ki, artık olmasın. Bedel ödeten güçler kimi zaman Engizisyon Mahkemelerini kullandı. Guordinio Bruno gibi bir dehayı, evrende dünyadan başka bir gezegenin var olduğunu söylediği için idam etti. Kimi zaman halkı, kin-nefret ve algı yönetimiyle kışkırtarak, bir insanı taşlatarak öldürttü. Astronom, matematikçi İskenderiyeli Hypatia gibi. Kimi zaman

Zeynep Gür

inancından dolayı, Yasir ailesi gibi işkenceyle öldürdü. Tarih bazen Socrates ile hatırlatacaktı bize özgürlüğün bir bedeli olduğunu, bazen Anadolu’nun bağrında İskilipli Atıf Hoca, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ve daha niceleri ile... Bazen İstiklal Mahkemeleri kurup idam ettireceklerdi. Bazen Nazım Hikmet gibi sürgün yiyip, vatana hasret bırakılacaktı insanoğlu. Bazen Mevlana gibi iftiralara uğrayacaktı, ama hep güç ve otorite sahibi tarafından tehdit olarak algılanıp, bir sebep icad edilip, zulme maruz kalacaktı. Şimdi sene 2030, yakın tarih ile ilgili bir belgesel izlediğinizi hayal edin; Belgeselde bir öğretmenin, burs veren bir derneğe öğrencisini yönlendirdiği için, yasal olan bir sendikaya üye olduğu için, ama en önemlisi otorite sahibi ile aynı fikirde olmadığı için, 11 yıl 8 ay ceza alarak mahkum edildiğini duyacaksın. Hemen sonra, bir gazetecinin haber yaptığı için müebbetle yargılandığını, bir türkücünün türkü söylediği için yargılandığını, bir öğrencinin attığı tweet sebebiyle yargılandığını, bir ev kadının fakir öğrenciler için kermese börek yapmak suçundan(!), yeni doğmuş bebeğiyle yıllarca hapis yattığını.... Liste uzayıp gidecek. Çocuğunuz soracak; - Baba bu nasıl bir şey ya, bunlar gerçek olabilir mi? İnsan sadece düşündüğü için, bu kadar şey yaşayabilir mi? Siz; - Evet yavrum, maalesef bunlar oldu. Çünkü özgürlük bedava olup, kullandığında ağır bedelleri olan bir nimet. Ya bedenin tutsak, ya düşüncelerin tutsak oluyor bu dünyada. Sen sen ol evlat, ne olursa olsun, bedenin tutsak olsa da, düşünceni özgür bırak. Göreceksin, özgür düşünceler hep kazanacak. Tarih ihtiraslarına yenik düşmüş otoriteleri değil, özgür düşüncenin hakkını veren babayiğitleri hatırlıyor.

35


Ses Dergisi

Edebiyat Cemiyetleri ve Ses Dergisi “Bir toplumda, edebiyata olan ilgi ve alâkanın arttırılması ve sanat tecrübesinin faydaya dönüştürülebilmesi adına, edebiyat cemiyetlerine ve dergilerine; değil az, çok ihtiyaç vardır. “En iyi ağaç ormanda yetişir.” sözü boş bir söz değildir.”

G

ünümüzde edebiyatla, kitapla, yazıyla ve şiirle meşgul olanlara bakın, gökteki yıldızlar gibi birbirinden bağımsızdırlar. Gerçi hem roman, hem tiyatro, hem de şiir, ortak çalışmayı kabul etmeyecek kadar ferdî ve şahsidir. Edebiyat tarihinde, iki kişi tarafından mısraları oluşturulmuş bir şiire rastlamak mümkün değildir. Bir roman ve şiir, tek kişinin hayalinden, kurgusundan ve ilgisinden oluşur, öyle değil mi? Gerçi Dostoyevski’nin pek çok eserinde, birden fazla insanın etkisi ve çalışması vardır ; fakat edebiyat tarihinde, Dostoyevski gibi, her bir bölümünü farklı kimselere yazdırıp da, en son kendi üslubundan geçirerek roman yazmayı deneyen, kaç yazar bulunabilir? Anonim, destan, güldeste, antoloji, iktibas ve ansiklopedik tarzda hazırlanmış eserleri hariç tutarsak, edebiyata ait hemen her mahsûlün, ferdî hayal ve çalışmaya dayandığını söyleyebiliriz; fakat edebiyatın daha çok ferdî ve şahsi çalışma ürünü olarak karşımıza çıkması, tabi ki edebiyat cemiyetlerinin ve dergilerinin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksi takdirde edebiyat, motivasyon ve kuvvet kaynağını, şimdiye kadar çoktan kaybetmiş olurdu. Yani edebî verimlerin, şahsi tecrübe ve çalışmaya dayanmasıyla, edebiyatla meşgul olan şair ve yazarların ferdîliğini, yani yalnızlığını, birbirine karıştırmamak gerekir. Bir toplumda, edebiyata olan ilgi ve alâkanın arttırılması ve sanat tecrübesinin faydaya dönüştürülebilmesi adına, edebiyat cemiyetlerine ve dergilerine; değil az, çok ihtiyaç vardır. “En iyi ağaç ormanda yetişir.” sözü boş bir söz değildir. Edebiyat 36

Mayıs / 2020 - Sayı 9

Hüseyin Odabaşı tarihinin belli dönemlerine, sanat ve estetik görüşleriyle ortaya çıkan ve temayüz eden akımların hâkim olması, ancak edebiyat cemiyetlerinin faaliyetleri ve varlığı ile îzah edilebilir. Gerek klasik akımın, gerekse romantik akımın veya natürel akımın ortaya çıkması ve kendi tesirinde eserler meydana getirerek, batıdan doğuya doğru yayılmasında, edebiyat cemiyetlerinin payı büyüktür. Bugün ise, edebiyatın eser olarak ferdî özgünlüğe dayanmasıyla, edebiyatla meşgul olanların hiçbir gruba dahil olmadan, ferdî bir tavır içinde olmaları birbirine karıştırıldığından, güçlü edebiyat cemiyetlerinin ve dergilerinin varlığından maalesef mahrum kalıyoruz. Daha başka sebepleriyle bu durum, edebiyata yatkın olan heveslileri gerekli olan motivasyondan mahrum bıraktığından, zayıf çizgili, kısa soluklu eserlerin vücuda gelmesine sebep olmuştur. Sanıldığının aksine, her güçlü şairin veya romancının bağlı olduğu bir cemiyeti ve dergisi, gâye diye takip ettiği bir ideali vardır. “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.” diyen Mehmet Âkif ’in, Sami Banarlı’nın hazırladığı “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” kitabında, Servet-i Fünuncular’la beraber çekilmiş fotoğrafını görürsünüz. Halbuki Mehmet Âkif, bir edebî cemiyet olan, Servet-i Fünuncular’ın içinde yer almamıştır; fakat bu edebiyat cemiyetine Âkif ’in bağlı olmaması, onun bu edebiyat topluluğunda olanlarla, bir kahvehânede bir araya gelmedikleri ve hatta polemik yaşamadıkları anlamına gelmiyor. Zirâ gazete köşelerinden, edebi kimlikte olanların, hicve dayalı polemiklerde bulunmaları da, bir tür diyalogdur, fikir alış verişidir ve kültürel zenginliği paylaşma faaliyetidir. “Benim üslûbum değil esâlibim (üsluplarım) vardır.” diyebilecek kadar edebî eserlerde ferdî takılan (kendine göre) Abdülhak Hamit de, edebiyat


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

cemiyetleriyle iç içeydi. Paris’ten dönen Yahya Kemâl’in, kısa sürede çevresinde bir halkanın oluştuğunu, bilmem söylememe gerek var mı? “Yeni Mecmua”nın yazarları arasında kimler yok ki? Yakup Kadri’den, Ziya Gökalp’e kadar herkes orada. Fecr-i Âti topluluğunun sâdık bir bendesi olan “Piyale” şairinin de durumu, Hamit’den veya Yahya Kemal’den farklı değildir. Şairimiz, kendine göre bir üslupla, ağır ağır çıkıyordu şiirin sembolik basamaklarından; amma Piyale’nin önsözünde, bir edebî topluluğun, şiirle alakalı fikirlerini izah etmekten de geri durmuyordu. Nâmık Kemâl ise kendine göre bir vatan şâiriydi. Kükrerdi gürlerdi; fakat mecmuaların çevresinde, edebiyat ve sanat ilgisi yüksek insanlarla hep beraberdi. Kısacası dostlar, bu edebiyat yolunda yürüyenler, hep beraber yürümüşler, çünkü tek başına bu yolda yürümek zorlardan zor! Edebî bir cemiyetle ve edebî bir dergiyle beraber olmak ise, işi kolay kılar. Çünkü en azından dergiye dayalı bu edebî cemiyet, kendine göre bir kamuoyu meydana getirir. Meydana gelen bu kamuoyu da, edebî eserlere insanların rağbet etmesini sağlar. Böylece edebiyatla meşgul olanlar destek ve kuvvet görmüş olur. Bu minvalde “Ses Dergisi” de böyle bir salih daireyi yakalayıp, nice kabiliyetlerin heder olmasına engel olur ve nice tohumların inkişaf etmesine vesile olur, inşallah!

37


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

BABANIN OĞLUNA HASRETİ

A

ylar Temmuzu, yıllar 2016‘yı gösteriyordu. Güzel insanların hayatlarına milât olan o yıl, bizim içinde zorlu, hasretli günlerin milâdı olmuştu.. O büyük iftira atılmış, dünyanın en naif insanları hızla hayattan ihraç edilmeye başlamıştı. O günlerde biz ise, eşimle henüz 15 aylık evli idik. 3,5 aylık dünya tatlısı bir oğlumuz vardı. Babasının aslanı, dedesinin ilk göz ağrısı, her gün fabrikaya gitmeden önce, evimize kadar gelip sevdiği biricik torunu Ömer‘imiz, o günlerde bizim en büyük huzur kaynağımız, neşemiz olmuştu.. O kara günden sonra, bizimde ailemizde bir korku, endişe havası esmeye başlamıştı. Eşim, her gün fabrikadan stres ile geliyor, “hanım bugün de beraberiz çok şükür” diye şükrediyordu. Ta ki 26 temmuz sabahına kadar.. Önce kayınpederim için gelmişti polisler, sabahın 7‘sinde çalan zil ile, hayatımızda yeni bir dönemin zili de çalınmış oldu bizim için. O gün kayınpederim evde yoktu. Gelen polisler de Allah için kötü bir muamele yapmadılar. Evi aradılar, tutanak tuttular, biz de onlara çay ikram ettik. Malum Anadolu insanında gelen misafir ikramsız çevrilmez, bizde onlara ikramda bulunduk. Çay eşliğinde tutanağı tuttular. Kayınpederimin araması olduğunu, nerede görürlerse gözaltına alınacağını, söyleyip gittiler. İlk şoku biz de o gün yaşamıştık. Ben, eşimin ailesinin evindeydim o gün. Polisler gelince kendi babamı çağırdık, çünkü hayatımızda ilk defa sabahın nurunda evimizi polisler basıyor ve asılsız iddialarla arama yapıyorlardı. Polisler gittikten sonra, kucağımda bebeğim ile öylece bakakalmıştım arkalarından. O günden sonra bizde kayınpederimin evinde kalmaya başlamıştık. Haftasonu ise kendi evimize geçtik. Kayınpederim, hakkında arama olduğunu öğrenince, haftabaşı gidip ifadesini vereceğini söylemişti. Cumartesi günü eşim, görümcem, kayınvalidem ile birlikte bahçemize gittik. Ertesi gün olacaklardan habersiz son kez beraber resimler çekindik. Minik yavrum babası ile, dedesinin diktiği ağaçların arasında resimler çekindi. Evlerimize dönerken, ellerimizde sebze-meyve poşetleri olduğu için, sarılmadan vedalaştık. Eşim 38

Nur Hanım

annesi ile sarılamadan, ikiside kendi arabalarına bindiler ve evlerimize doğru gittik. Ertesi gün, eşimin ailesine gidecektik. Kayınpederim ifade vermeye gitmeden önce, hep beraber destek olalım diye, pazar gününü birlikte geçirmeyi planlamıştık. Ne yazık ki kul kurar, kader tebessüm edermiş. Bizimde pazar günümüz planladığımız gibi geçmedi.. Pazar sabahı biz kendi evimizde eşimle kahvaltımızı yaptık. Bebeğimizi hazırladık, kapıyı kilitleyip merdiven basamaklarına geliyorduk ki, 3 kişilik davetsiz misafirlerimiz bizden önce davranmıştı. -Serdar Bey! dediler. -Evet buyrun, dedi eşim. - Biz TEM’den geliyoruz. Arama ve gözaltı kararımız var. Buyrun içeri geçelim dediler. O an dünyam başıma yıkılmıştı. Çünkü biliyordum bu bir arama değil, ayırma kararıydı. Eve her akşam gelişini heyecan ile beklediğim can eşimin, Ömer’imin babasının zalimce bir istek ile bizden ayrılması kararıydı bu, nitekimde öyle oldu.. Gelen polisler önce telefonlarımızı aldılar. Zar zor ailemize haber vermeye ikna edip, görümcemi arayabildim. Ona telefonda, bizde misafir olduğunu, abisinin onlarla gideceğini, benim de Ömer ile birlikte onlara geleceğimi haber verdim. Kısa bir sessizlikten sonra telefonu kapayıp polislere verdim. Polisler, evimizi aramaya başladığında 3,5 aylık oğlumu koltuğa bırakıp, onlara eşlik ettik. Gözlerimle sürekli eşimi izliyordum. Çünkü biliyordum ki, yarım saat sonra onu alıp bizden, yuvamızdan götüreceklerdi. Eşimin annesi, polislerin bize geldiğini duyunca çok fena olmuş. Benim ailemi arayarak, bize gelmelerini rica etmiş. Arama sırasında da ailem gelmişti bizim yanımıza. Ve sonunda arama bitmiş, tutanak tutulmuş, polisler :


Ses Dergisi

- Serdar Bey gidebiliriz, demişlerdi. O an, öyle bir andı ki, Allah kimseye yaşatmasın derler ya hani, öyleydi işte. Eşim ile birbirimize baktık. - Ne giysem ayağıma? dedi. - Ben sana getiririm, sen giy bu ayakkabını, dedim. Tam evden çıkıyordu eşim, - Serdar Bey dur! Oğlunu gör, diyerek göz nurumuz ilk göz ağrımızı babası ile vedalaştırdım. Oğlumu anneme verip, polis aracına kadar eşimin elini tutarak ona eşlik ettim. Merdivenlerden inerken gülümsüyorduk birbirimize, dillerimiz suskun, gönlümüz yaşlı idi. Daha ayrılmadan, o ayrılık acısı kor olup düşmüştü gönlüme. Eşim tam arabaya biniyordu, “Serdar Bey tesbihlerini çek, ezbere bildiğin kadar Ashab-ı Bedir oku, Allah’a emanet ol,” diyip gülümseyerek arabaya bindirdim, el salladım. Onun gidişiyle de gönlümde biriken yaşlar gözlerimden boşalmıştı. Sitenin bahçesinde anlamsızca etrafa bakındım. Can dostum dediğim arkadaşımı arayıp, Serdar Bey’i götürdüler diyebildim sadece... Eşimin ardından, bizde kayınvalideme gittik. Ah evlat can evlat.. Evlat sevgisi öyle bambaşkaydı ki… Gittiğimizde kayınvalidem ağlıyor, “Oğluma kelepçe mi taktılar?” diyordu. “Hayır annem üzülme, kelepçe takmadılar. O gayet iyi, başı dik bir şekilde gitti diyebildim. Ve baba olmak... Canımız babamız.. Ailemizin her daim aksiyon insanı olan babamız.. Oğlunun alındığını duyunca, öğle namazını kılıp, hepimizi tek tek öperek Allah’a emanet edip, torununu kucaklayıp, o da oğlunun yanına gitti hemen. Biz ise balkondan üç bayan, kucağımızda bebek ile, yaşlı gözlerle bakakalmıştık. Tam 17 gün çevik kuvvette gözaltı süresi... Onlar orada gözaltında, beton zemin üzerinde battaniyede, sadece su ve ekmek verilerek 17 gün geçirirken, işyerimize de kayyum atadılar. 17. günün sonunda, eşim ve babası ile beraber tam 22 kişiyi mahkemeye çıkardılar. Biz ise mahkemeye çıktıklarını, bir internet haber sitesinde, ellerinde plastik kelepçelerle, dimdik

Mayıs / 2020 - Sayı 9

vakur duruşlarıyla, mahkemeye götürülme resimlerinden öğrendik… 22 kişi içinde yaş olarak (26) en küçük eşimdi. En azından onu bırakırlar belki, diye ümit ediyorduk ama zalimin zulmünde ne kadar inatçı olduğunu hala tam bilmiyormuşuz. 16 ağustos gecesi çalan ev telefonu, telefonda kayınpederimin sesi. “Önce şunu söyleyeyim ikimiz de tutuklandık,” sesi ile evde yükselen ağlamalar, feryat sesleri... Karşı tarafta yutkunan, boğazda düğümlenen sözcükler... Ardından eşim aldı telefonu, “Artık gelirsiniz ziyaretimize” dedi. Öyle çok ağlamıştım ki, başka kelime de konuşamadan telefonu öylece kapadık… O günden beri ruhum gırtlağımda yaşadım. Hakkında tutuklama kararı verdiğinde hâkim, kalbimi paramparça halde, eşimin valizinin köşesine saklamıştım… Tam 8 ay boyunca, 15 günde bir kere “1” saat kapalı, 2 ayda bir de “1” saat açık görüş yaptık. Bu süreçte eşimle birbirimize 100’ün üzerinde mektup yazdık. Ona 500’den fazla resim gönderdim. Bebeğimizin her hareketini, giydiği her farklı kıyafetle resmini çekip, renkli renkli zarflara koyup eşime gönderdim. Yavrumuzun büyüdüğü günleri satır satır yazıp gönderiyordum ona. Tabi büyüdükçe babasını tanımadı yavrum. Açık görüşlerde yavrum, bir babasının masasında, bir dedesinin masasında, onlarla hasret gidermeye çalışıyordu ama daha çok küçük olduğu için, yabancı biliyor ve ağlıyordu. Yine bir açık görüş günüydü. 2 ay sonra heyecanla sarılıp, hasret gidereceğimiz gündü. Heyecanla görüşe gitmiştik. Oğlumuz da artık 9 aylık olmuş, tam sevilme zamanlarıydı. Babası da aynı heyecanla beklemiş olacak ki, görüşe çok mutlu geldi. Oğluyla oynamanın hayallerini kurmuştu 2 ay boyunca. Yavrumuzu kucağına aldığı gibi, bebeğim öyle ağlamış, korkmuştu ki. Babası ona yabancı gelmişti. Ne yaptıysak babasında durmadı. O an eşim için görüş bitmişti. Durgunlaştı, ağlamak istiyordu ama bizi de 39


Ses Dergisi

üzmemek için, kendini zor tutuyordu. Bu şekilde 1 saat bitmiş, biz evimize, onlar C9 koğuşlarına dönmüştü. Biz evde, eşim ise koğuşunda ağlayarak, o günü bitirmiştik. Ve günün hissiyatı ile eşim minik yavrumuz Ömer’ imize şu mektubu yazmış.. “Canım oğlum Ömer’im, 06.01.2017 (160.gün) saat 23:50 Nasılsın canım oğlum? Sen, beni daha tanımazsın gerçi, senden ayrıldığımda daha çok küçüktün, 3,5 aylıktın, ama şimdi 9 ay bitmek üzere, maşallah kocaman oldun, yürümeye başlamışsın. Annen bana anlatıyor, seni hep göremiyorum ama olsun, ben seni çok seviyorum ve özlüyorum. BABASI ÖMER’ İ ÇOK SEVİYOR Kİ Evlat babaya, baba evlada yabancı Saplandı kalbime dayanılmaz bir acı Sarılamamak mı evlada doya doya Ağlaması mı evladın babaya baka baka? Hangisi daha zordur inan bilemem Kaç gün oldu, daha kendime gelemem İnan ki seni öyle çok severim Benim ufak, tatlı, güzel Ömer’im. Bilirim senin hiçbir suçun yok Çünkü baban senin yanında yok. -Anne nerdedir babam benim? -Az kaldı gelecek inşaallah Ömer’im. Elimde olsa inan hemen gelirim Oğlum! Napalım bu da benim kaderim Sesini duyamadım bile daha, ama olsun Sen yeterki hep gül, canın sağolsun “Baba baba” diye konuşur olmuşsun Adımlarını bile ufaktan atarmışsın Ben duyamasam da göremesem de seninle hayaller kurarım Hayalimde görsen seni ne güzel kucaklarım Sen şimdi dokuz aylık oldun Halbuki, sorsan daha dün doğdun Ayrılık gerçekten zormuş be oğlum Şunu bil ki “SENİ ÇOK SEVİYORUM” Böyle işte tosunum, bize de bu gece şiir yazmak düştü. Sana mektup yazmayalı çok olmuştu. Üzülme sakın, 40

Mayıs / 2020 - Sayı 9

ben sana ara ara mektup yazarım söz, baba sözü sana. Hadi bakalım, hayırlı geceler olsun, Allah‘a emanet ol. Seni çok seven baban Serdar.” Benim eşim 14 ay kaldı Ferizli Cezaevi’nde. Çok şükür kavuştuk ama, oğlumun dedesi hâlâ cezaevinde. Dilerim Allah’tan tez zamanda ona da kavuşuruz, herkes kavuşur, tüm hasretlikler son bulur. Dilerim herkes yine ailesiyle bir masanın etrafında buluşur. “Bu da geçti Ya Hu, acısı gitti lezzeti kaldı” deyip, bu zorlu günleri tebessümle yâd eder...


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

41


Ses Dergisi

Mayıs / 2020 - Sayı 9

9

M A Y I S

S A Y I S I

SES

DERGİSİ Gönlümü, ruhumu,fikrimi, zamanımı seve seve feda ettiğim.. Bir dergiden çok öte.. Doğumunu görüp elimizde büyüttüğümüz bir evlat gibi Ses benim için.

Kapak resminden nokta atışı yapılan aylık konularına, içeriğine, değerli yazarların kıymetli yazılarına.. Bir bütün olarak çıkmasını beklenebilen kaç göz varsa o kadarıyla beklediğim kıymetlimiz. 1. yılı doldurmaya az kalmışken... Şimdiden iyiki varsın, iyiki Edebiyat dünyasında bir Ses olmuşsun.. İmtiyaz sahibi 1 kişi görünse de sen hepimizinsin...

vi a M 42

Y O R U M


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.