Kültür-Sanat-Edebiyat
S E S D E R G İ S İ
ile
GAMZE GÜLLER
Röportaj
"İçimdeki yol, önümdeki bütün yollardan uzun." Gamze Güller
KITALARDAN İZLER TAŞIYAN YAZAR Gamze Güller ile Batılı yazarların ortak söylemi
YAZARLIK ATÖLYESİ
Macera değil bizimkisi, ses olmaya geldik. Temmuz 2020 / Sayı 11
DÖRT YAZAR BİR HİKAYE
SES DERGİSİ
Temmuz / 2020
Sayı 11
İÇİNDEKİLER TEMMUZ 2020, SAYI 11
03 EDİTÖR NOTU Birinci yılımızın heyacanıyla 11. sayımız tamamlandı. 100'ü aşan yazan kadrosuna ulaştık...
16
10
GAMZE GÜLLER Röportaj
Gamze Gülleri' Türkçe okurken İngilizce çağrışımlar uyandıran öykü çizgisi bazen azen Amerikan bir yazarla bazen İngiliz bir şairle kalem düeti yapıyor.
DÖRT YAZAR, BİR HİKAYE
YAZARLIK ATÖLYESİ
Bir ay boyunca genç yazarlarla çalıştığımız "şiir, deneme, öykü" çalışmalarımızdan bazılarını dergimizde yayınlıyoruz. Bu ay "Dört Yazar Bir Hikaye"de "Korku" türünde "KAPI" öyküsü yazıldı.
30 MEKTUPLAR
Edebiyat tarihinde ilgiyle takip edilen bir tür olan Mektuplar, dergimizde de yerini aldı. Bu sayıda "MUHTEŞEM'E MEKTUPLAR -2'yi okuyacaksınız.
38 OKUYUCU YORUM KÖŞESİ
14 ŞERİF AYDIN Macera değil bizimkisi, ses olmaya geldik....
4-71 DENEMELER Deneme türüyle yazılar yazdılar, sevgiyi seven, aşka davet yollayan satırlara konuştular.
Her ay okuyuculardan gelen bazı yorumları sizinle paylaşıyoruz. Bu ay birinci yılımız itibariyle gelen tebrik mesajları ve yorumları paylaşıyoruz.
56 FİLM ELEŞTİRİSİ Bu sayıdan başlayarak dergimize film eleştirisi bölümünü de eklemiş olduk. 7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE filminin analizini okuyacaksınız.
sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca
2
11 KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
04 KITALARDAN İZLER TAŞIYAN YAZAR
Temmuz / 2020
EDİTÖR’den
SES DERGİSİ
Sayı 11
Kültür - Sanat - Edebiyat Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın
S
Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın
Kültür-Sanat-Edebiyat
Şerif Aydın
Yayın Editörü Sinem Der Ki Esra Dolunay
Ses Dergisi
evgili kalem ve gönül dostları, Çıktığımız dergi serüveninin birinci yılındayız. Heyecan, gurur ve neşenin hakim olduğu bir atmosferde bu editör yazısını yazıyorum. Öncelikle, başladığı günden beri desteğini esirgemeyen tüm yazan, okuyan, çizen ve paylaşan arkadaşlara yürekten teşekkür ediyorum. Bu gururu ve mutluluğu anlatamam... Bir diğer gurur tablomuz, Temmuz’in ikinci haftasında dijital dergi platformu olan issuu’da dergimiz en popüler 10 dergi arasına girmiş olması. Dergi ekibini tebrik ediyor, siz değerli okuyuculara da teşekkür ediyorum. “Bu sayıda neler var, diğer sayılardan fazlası eksiği var mı?” derseniz, fazlası var. Temmuz saıyısından başlamak üzere dergimizin kültür sayfasına kitap analizinin yanısıra bir de “Film Eleştirisi” bölümünü eklemiş olduk. Ayrıca her sayıda bir yazar veya şairle röportaj yapma kararı aldık. 11. sayımız olan Temmuz sayısıyla şimdiye kadarki sayılar içinde en hacimli sayıya ulaşmış olduk. Giderek artan ilgiye paralel olarak gelen yazı ve şiirde artış oldu. Elemeler yapmış olsak da 50 civarı diye kararlaştırmış olduğumuz sayfa sayımızı 70’e çıkarmak zorunda kaldık. Bir diğer onur vesilesi olan konu ise yazar ve şair sayımızın 100’ü aşmış olması. Durmadan şevkle yazan, çizen tüm kalem dostlarına Kanada’dan şükranlarımı iletiyorum. Bu sayıda öykücü, ödüllü yazar sevgili Gamze Güller röportaj konuğumuz oldu. Röportaj teklifimizi kabul ettiği için tüm yayın ekibimiz adına teşekkür ediyorum. Tatlı bir atmosferde geçen edebiyat sohbetinin bir kısmını bu sayımızda yayımlayıp gerisini röportaj özel sayısı olarak yayımlamaya karar verdik. 20 sayfaya yakın olan bu röportajı kaçırmayın, derim. Kapak ve dosya çalışmamız ise yine röportaj konuğumuz sevgili Gamze Güller oldu. Bu çok değerli kalemi sizinle buluşturmak harika bir duygu. Mektuplar, tüm heyecanıyla devam ediyor ve devam edecek. Yazarlık atölyemiz ise bu ay ‘Korku” türünde bir öykü kaleme aldı. Yazdılar, sildiler, düzelttiler ama son hali korkutucu oldu. Korku hikayesini korkuyu yaşamadan severek okumanız umuduyla. İyi okumalar sevgili dostlar...
Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın
Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.
3
Temmuz / 2020
KAPAK
Sayı 11
ÖYKÜCÜ YAZAR
GAMZE GÜLLER
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
ŞERİF AYDIN
GAMZE GÜLLER
4
“Sözcüklerin büyüsü var. Doğru zamanda doğru şekilde söylediğimde bir şeyler değişiyor. Açıklaması güç ama biliyorum işte.”
Sayı 11
Temmuz / 2020
anlatırken “Sözcüklerin büyüsünü çocukken keşfettim…” “Bir yaramazlık yaptığımda anne, babama mektuplar yazardım, sınavlarda bilmediğim sorularda, bildiklerimle hikâyeler yazardım, ders aralarında sevdiğim dizilere yeni bölümler yazardım, apartmana yeni biri taşınsa onunla ilgili bir öykü yazardım… Yazmaya çok erken yaşlarda başladım. Elimde hep bir defter vardı, kendimce küçük öyküler yazardım. Kendimi yazarak daha iyi ifâde ettiğimi düşünürüm hep; ama o zamanlar o kadar cesaretliydim ki, o günkü aklımla iki de roman yazdım ilkokuldayken...” ifadelerini kullanıyor. Sylvia’nın hayatını okuduğunuzda ayrı coğrafyalarda olsalar da Gamze Güller’le aynı bahçenin gülleri olduğunu fark edersiniz. Sadece aynı yaşlarda kaleme olan merakları yönüyle demiyorum, gördüklerini okura anlatırken aynı yöne baktıklarını da görüyorum. Biraz dikkatli bakarsanız siz de görürsünüz. Sylvia Plath “Hayattaki her şey yazılabilirdir, yeter ki bunu yapmaya coşkun bir cesaretiniz ve onu geliştirebilecek bir hayal gücünüz olsun. Yaratıcılığa karşı en büyük düşman, kendinden şüphe duymaktır. ” derken, Gamze Güller, “Sıradan hayatın içindeki olağanüstü anlar cezbediyor beni. Öylesine yaşayıp geçtiğimiz, anlamlandırmak için durup düşünmeye bile vakit bulamadığımız 5
Kültür-Sanat-Edebiyat
M
odern Türk öyküsünün yeni ama etkili kalemlerinden “Gamze Güller”i yazmak için bilgisayarın başına geçmeden önce onun öykülerine, röportajlarına bakınca, onun satırlarını ve onu anlatan satırları okudukça, dünya kalemlerinin sözleri geçti birer birer zihnimden. Klasik bir kapak tanıtım yazısı yazacakken, Gamze Gülleri’n ifadelerinin zihnimde oluşturduğu kareler beni başka bir yöne çekti. Onun, hikayelerini yazarken “Akışı öyküye ve karakterlere bıraktığını ve bazen kontrol edemediğini” dile getirdiği bir akışla, ben de kontrolü zihnimdeki karelere ve çağrışımlara bıraktım. Hangi yazarı veya şairi okursam okuyayım, önce çocukluğunu merakla incelerim; çünkü satır aralarında çocukluktan çok şey bulurum. Güller’in çocukluğunu okurken, bir anda, Amerika edebiyat tarihine çok genç yaşta müthiş izler bırakan, ünlü romancı ve şair Sylvia Plath canlandı gözümde. 8 yaşında ilk şiiri yayınlanan Sylvia, 10 yaşında da ilk resim ödülünü kazanır. Erken yaşlarda kalemi ve fırçayı eline alan Sylvia -yazılarının Amerika edebiyatına bıraktığı izlerden dolayı olacak ki- 31 yaşında dünyaya veda etmesine rağmen, hayatı beyaz perdeye aktarılan, nadide kalemlerden biri olur. Gamze Güller de çocukluğunu
Ses Dergisi
Kıtalardan İzler Taşıyan Yazar
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Sylvia Plath anlar... O küçücük insanî dokunuşlar... İnsanın hayata, hayatın insana, insanların birbirlerine dokunuşu... İşte bu inceliğin, bu anlatılamayanın, bu özel ama yine de sıradan durumun peşine düşmeye çalışıyorum öykü yazarken. İçimde durduk yere baş gösteren bir sevincin, bir nefretin, bir boşvermişliğin peşine…” diyor. Başka bir konuşmasında ise “Eleştirel bir göz, durmadan aksaklıkları fark ediyor. Herkesin kolayca yanından yürüyüp geçtiği “normal”, benim normalim olamıyor bir türlü. Görmeden yapamıyorum. Görünce de anlatmadan edemiyorum.” Buna “Gamze Güller’de Sylvia Plath portresi” diyesim geldi ya da Plath’in aynasında Gamze Güller. Veya durun durun, “aynı sayfayı okuyan iki yazar” diyeyim. Sadece Sylvia Plath’ı çağrıştırmadı, aynı zamanda ünlü Amerikan yazar, eleştirmen ve “Speaker for the Dead” kitabıyla “Hugo Ödülü”nün sahibi “Orson Scott”ı da müthiş bir çağrışımla zihnime davet etti. Scott’a kulak kesilince şu sözlerini duydum: “Herkes, her gün, bin hikâye fikrini pas geçiyor. İyi yazarlar beş-altı tanesini gören yazarlardır. Çoğu insan bunu görmez.” Sevgili Güller’in sözünü bir daha hatırlatayım mı? “Herkesin kolayca yanından yürüyüp geçtiği “normal”, benim normalim olamıyor bir türlü. Görmeden yapamıyorum. Görünce de anlatmadan edemiyorum.” Tanıdık geldi mi satırlar? Okumaya devam ediyorum Gamze Güller’i ve gözlerim şu ifadelerine takılıyor; “Hayata bakış açısı konusunda da mimarlığın bana çok faydası var. Ayrıntıları görmeyi öğretiyorlar bize okulda. Her türlü ayrıntı bizim için önemli. Çirkin dizayn edilmiş veya eksik gedik, üstünkörü tasarlanmış yerlerde rahat edemeyiz. Mutlu olamayız… Yazıda da bu böyledir… Bu ayrıntı gözü, mimarlığın bana verdiği bir özellik…” 6
Sayı 11
Gamze Güller Bu satırlar beni, “bilinç akışı” tekniğini kullandığı, modern, deneysel romanlarından farklı olarak klasik, gerçekçi üslûpla kaleme aldığı ve olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri ile karşımıza çıkan “Gece ve Gündüz” isimli romanın İngiliz yazarı Virginia Woolf’un bir sözüne götürdü. Sevgili Güller’in 2020’de yaptığı tasvirin, Wolf’un 1920’de yayınlanan Gece ve Gündüz romanında izlerini görmek, tam yüz yıl öncesinden Güller ile yakın sözlerin kulağıma fısıldadığını duymak heyecan vericiydi. Woolf diyor ki” “Bir yazarın ruhunun her sırrı, hayatının her deneyimi, zihninin her kaliteli ânı, eserlerinde genişçe yazılmıştır.” Güller ile Woolf’un ifadelerini ince bir dikkatle puzzle gibi yerleştirirseniz ikisinin aynı puzzle’a çalıştığını görürsünüz. Güllerin mimari deneyimini, estetik anlayışını ve üstünkörü dizayn edilmiş yerlerde mutlu olunamayacığı şeklinde ifşa ettiği ruhun sırrını Güller’in elindeki puzzle parçalarını ben vereyim, Woolf’u da siz yakayalın isterseniz. Arada yüzyıl olsa da, iki kadın yazarın aynı yöne baktığını görürsünüz. Devam ettikçe, evrensel dil ve temanın yanı sıra, evrensel bakış açısının, zaman ve mekan kavramlarını yok edip, yeni ve farklı çağrışımlar yaptırdığına şahit oluyorum. Bir yazar, eğer kahramanlarını serbest bırakıyorsa kahraman ve olayların hayal dünyasına girmiş ve boyut değiştirmiştir yazarken. Sizinle aynı dünyayı paylaşmıyor. İkinci bir dünya ile konuşuyor, kızıyor, gülüyor, ağlıyor, seviniyor. Nasıl ki kendi dünyanızda dost, arkadaş, aile ve çevreniz ile günlük hayatın akışı içinde yaşıyorsanız, yazar da bunu hikâyelerinde yaşıyor. Sadece kendi mantığıyla değil, kahramanların dünyasına da bir asansörle iniyor ve gördüklerini tasvir edip, Orson Scott duyduklarını paylaşıyor
Sayı 11
Temmuz / 2020
düşünmüyorum. -Yazmaya “felaket” dedim, çünkü Amerikalı yazar, şair ve tıpçı William Carlos Williams’ın sözleri çınladı kulaklarımda. Yazmayı tanımlarken diyor ki “Bence tüm yazılar bir hastalık. Durduramazsın.”-
“Sylvia’nın hayatını okuduğunuzda ayrı coğrafyalarda olsalar da Gamze Güller’le aynı bahçenin gülleri olduğunu fark edersiniz.” gerekeni yapacaklardır. Direnmemek gerekir. En azından ben öyle yapıyorum. Hikâyeye teslim oluyorum.” diyor sevgili Güller. “Olur mu öyle şey canım, kalem sen de değil mi? Kes at …” diyenleri de duyar gibi oldum ama yazarın bu sözleri yazma felaketini(!) hiç yaşamamış olanlar için söylediğini
7
Kültür-Sanat-Edebiyat
sizinle. Bir nevî zaman makinesine binmiş ve aralarına girmiş gibi. İşte o okumalardan biri daha. Bu kısmı görünce, işte aradığım yazma tasviri dedim. “Ne de olsa hikâye de karakterler de sizin, onları siz yaratıyorsunuz, ne isterseniz yaparlar, ne isterseniz söylerler gibi geliyor ama işin aslı hiç de öyle değil. Bazen öyle canlanıyorlar ki, sizi çıkmaz sokaklara götürüp orada bırakıveriyorlar. Karakterler ya da öykü kişileri, istediğinizi yaptırabileceğiniz kuklalar değiller. Gerçeğe yaklaştıkça kendi bildiklerini okuyan, hikâyenin siz istemeseniz de seyrini değiştirebilen, yaşayan kişilere dönüşüyorlar. İşte böyle zamanlarda anlatının akışına güvenmek gerek. Eğer iyi bir yapı kurduysanız, siz dolansanız bile, hikâye veya karakterler yolu açacak,
Ses Dergisi
Virginia Woolf
Gamze Güller’i bir de bu bütüncül gözle okuyunca, aslında onun da kahramanlarının dünyasına indiğini anlıyorsunuz ve o dünyada artık sadece fikirleri ile değil, ruh ve şuuruyla da gezindiğini seziyorsunuz. Onunla belki bir gün görüşme imkanımız olsa, şu soruyu sorar, “Arada zaman, mekan ve kültür farklarına rağmen bu kadar yakın ifadelerin, bu etkileşimin sebebi sizce nedir?” diye fikrini almak isterdim. O gün cevap olarak ne derdi bilmiyorum ama bana kalırsa; bir yazarda olmazsa olmaz şartlardan biri olan “okumak”. Bir gözü ve kulağı modern Türk öykücülerinde, öbür gözü ve kulağı dünya yazarlarında olan Güller, hem tavsiye ettiği hem de severek takip ettiği, okuduğu yazarları şöyle sıralıyor; “Klasik yazarları artık herkes biliyor, bu nedenle, özellikle öykü yazmak isteyenler için, çağdaş öykücülerden isimler vermek isterim; Cemil Kavukçu, Ahmet Büke, Neslihan Önderoğlu, Serkan Türk, Suzan Bilgen Özgün, Ethem Baran, Mine Söğüt, Faruk Duman, Pelin Buzluk takip ettiğim önemli öykücüler. Dünya edebiyatından ise Etgar Keret, Tim Winton, Carys Davies, Alice Munro, Flannery O’Connor, Zadie Smith, Raymond Carver, Joyce Carol Oates, John Cheever, okumayı sevdiğim öykücülerden sadece birkaçı...” Gamze Güller, modern öykücü yazar…. Üç öykü kitabı ve bir de novella ile son dönem yazı dünyasında renkli ve etkili olan bir isim. 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda “Otel” isimli öyküsü “Okunmaya Değer Öyküler” kategorisine girmeyi başardı. 2007 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Öykü Yarışması’nda “Dağların Soluğu” isimli öyküsüyle Onur Ödülü, 2007 Özgür Pencere Edebiyat Derneği Kadın Öyküleri Yarışması’nda “Gel Pisi Pisi” isimli öyküsüyle mansiyon aldı. Bir diğer ödülü ise “Beşinci Köşe” öykü kitabıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’nde birincilik. Kalem ve gözlemlerine bakıp aldığı ödülleri de üzerine koyunca yazarın Türk edebiyatına modern öykü alanında katacağı çok şey olduğunu düşünüyorum. Evrensel bakışı ve evrensel öykü dilini ustaca yakalamış olan Gamze Güller’in ismini, önümüzdeki dönemlerde daha sık duyacağınızdan eminim.
Temmuz / 2020
Sayı 11
Zeynep Gür’den
Zeynep Gür
GAMZE GÜLLER ile Röportaj
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Gamze Güller ile pandemi dönemi çıkmış kitabı “Durmuş Saatler Dükkânı” ve diğer kitapları hakkında konuştuk. Ödüllü bir yazar olan Gamze Hanım gerçekten çok samimiydi. Öykü çizgisini ve daha nice edebî konuyu konuştuk. Kitaplar, dergiler... Ben sordum, o büyük bir incelik ve samimiyet ile tecrübelerini aktardı. Online gerçekleştirdiğimiz röportajımız bir buçuk saat sürdü ama bir o kadar daha konuşabilirdik. Bol gülmeli bir röportajdı. Yazarken bazı yerlere “Karşılıklı gülüşmeler” yazdım ancak bu sadece buzdağının görünen kısmı kadardı.
8
Z
eynep Gür: Hoş geldiniz Gamze Hanım. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. “İçimdeki Kalabalık, Beşinci Köşe, En Çok Onu Sevdim ve son olarak Durmuş Saatler Dükkânı” kitaplarının yazarı, ülkemizin değerli bir öykücüsü olarak tanıyoruz sizi. Sizi daha yakından tanımak isteyen okurlarımız için söyler misiniz, Gamze Güller kimdir? Gamze Güller: Hoş bulduk. Aslında mimarım. Mimarlık okudum. Çok uzun yıllar da mimarlık yaptım. Çok yoğun bir iş hayatım vardı. Çoğunlukla proje koordinatörü olarak çalıştım ve yurt dışı şantiyelerinde ve iş seyahatlerinde geçiyordu zamanım. Yazma aşkı o kadar baskın geldi ki belli bir noktadan sonra, o temponun içinde yazmak çok zor olmaya başlamıştı. Öte taraftan yazdıklarımı paylaşmak da istiyordum fakat işe yarayıp yaramayacağından emin değilim. Öyledir ya yazarsınız size iyi gibi gelir. Eşiniz dostunuz arkadaşlarınız “Çok güzel yazıyorsun.” derler ama gerçekten öyle midir? Edebî bir değeri var mıdır yazdıklarınızın? Tabii bunu bilen birinin takdirine bırakmak gerekiyor. Velhâsıl bütün bu kararlarla 2005-2006 yıllarında Ankara’da um-ag bünyesindeki yazma atölyelerine katıldım ve orada bana bu cesareti verdiler. Zeynep Gür: İyi ki vermişler… (Karşılıklı gülüşmeler.) Gamze Güller: Ardından dergilere yollamaya başladım. Mâlum o uzun bir süreç... Haber alamazsınız. Hele o yıllarda bu kadar çok dergi yok. Dijital platformlar yok. Epey uzun sürdü oralarda görünmeye başlamak. Bir taraftan yarışmalara göndermeye başladım öykülerimi. 1-2 küçük ödül geldi, güzel bir şeyler oldu ve en sonunda bir kitap yayınlandı. Ondan sonra da bu macera, mimarlığı hafifletip, yazarlığa daha fazla ağırlık vererek devam etti. Artık hiç mimarlık yapmıyorum. Tamamen yazma ile ilgili dersler vererek, atölyeler yaparak, yazarak ve okuyarak zamanımı geçiriyorum. Kendi istediğim hayata ancak geçtim bu yaşta.
Temmuz / 2020
Sayı 11
Kültür-Sanat-Edebiyat
9
Ses Dergisi
Zeynep Gür: Yazarlık çizginizi oluştururken kimlerden öğrendim. İlk beni öykü ile tanıştıran isim “İnci Aral”dır. etkilendiniz? Bu çizgiyi oluşturmak yıllar alıyor değil Ben öykünün farklı bir tür olduğunu bilmiyordum mi? açıkçası. Bize okulda hep hikâyeden bahsederlerdi. İşte “Romanın küçüğüdür. Bunu genişletirseniz roman olur.” Gamze Güller: Tabii, yazdığınız zaman gayri ihtiyari çok ama İnci Aral okumaya başlayınca bir tür olarak bamda okuyan birisiniz demektir. Kendimi bildim bileli çok başka bir şeyle karşılaştım, aşağı yukarı lise üniversite okurum. Hatta komik bir şekilde ailem bana küçükken yıllarımda ve o zaman benim kalemimin de buna daha “Ya bu kadar hızlı okuma. Kitap almaya yetişemeyiz, yakın olduğunu ve öykü yazmak istediğimi fark ettim. alamayız daha fazlasını.” derlerdi. Biliyorsunuz kolay O yüzden İnci Aral’ın yazdıkları benim için çok ayrı bir işler değildi o zamanlar. Haftada iki kitap hakkım vardı. yerde durur yazarlık hayatımda. Yine çok etkilendiğim Eve geldiğimizde annem kızardı bana “İdareli oku.” diye. ve sevdiğim öykücülerden biri “Cemil Kavukçu ve aynı (gülüşmeler) Şimdiki gibi değil o zaman şartlar ve çok zamanda um-ag’da ondan dersler aldım. Benim ilk dosokuduğunuz zaman çokça şeyden etkilenmeye başlıyor- yamda elimden tutan odur. Gerçekten bana cesaret verdi, sunuz. Ben küçükken de yazıyordum. Kendi kendime beni yönlendirdi tamamladığım dosya ile ilgili. Bunlar sürekli bir şeyler kaleme alıyordum. Muhakkak okuduk- benim için önemli öykücüler. Bugün tabii çok önemli larımdan etkilenerek yapıyordum. Çocukken çocuk ki- öykücüler var. Yeni yeni isimlerle de tanışıyoruz. Bir tapları okuduğum için, çocuk öyküleri veya romanları yandan dünya öyküsünü de takip etmeye çalışıyorum. yazmaya çalışıyordum. Hatta iki roman yazdım çocukken. Evet, biz de bunlar yazılıyor ama dünyada ne oluyor? Ne cesaret! Zaman ilerledikçe ben kendimi hep öyküye Avrupa’da neler yazılıyor, Amerika’da neler yazılıyor veya daha yakın olarak gördüm. Öyküyü bir tür olarak keşfet- Afrika’da neler yazılıyor? Doğuda neler yazılıyor? Bütün tiğim andan itibaren öykücüleri takip etmeye başladım bunları takip etmeye gayret ediyorum. Birebir etkilenme ve onlardan çok etkilendim asıl olarak. Yani edebiyat bir söz konusu değil. Eskiden daha fazla bir esinlenme fayokulsa, okumak bir okulsa, edebiyatı Rus klasiklerinden dalanma vardı ama artık daha bütüncül bir etkilenmeden öğrendim diyebilirim; ama öyküyü Türk öykücülerden bahsedebiliriz.
Temmuz / 2020
Zeynep Gür: Kendi çizginiz, öykü stiliniz oluşuyor olabilir mi?
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Gamze Güller: Tabii. Artık onu besleyecek şekilde o kaynaklardan beslenmeye başlıyorsunuz. Birebir onların yolundan gitmek bitiyor ve kendi yolunuzda ilerlerken orada bir şeyler görüp “İşte ya! Evet, bu benim öyküme de yakışır. Ben de böyle bir şey arıyordum.” gibi şeylerle karşılaşıyorsunuz. İyi öykücüler bana hep ilham veriyor. Özellikle Katherine Mansfield. Çok eski olmasına rağmen ne zaman okusam beni yazmak için tetikleyen isimlerden bir tanesi. Zeynep Gür: Az önce söylediniz um-ag’da eğitim aldığınızı. Yaratıcı yazarlık eğitimleri veriyorsunuz, atölyeler yapıyorsunuz ayrıca. Bu eğitimler öykü yazarken nasıl bir fayda sağlıyor? Yazarlık için sizce eğitim şart mı? Gamze Güller: Elbette değil. Yazarlığın bir şartı yok aslına bakarsanız. İçinizde yazmak için bir arzu varsa, dürtü
10
Sayı 11
varsa, içinizdeki o yazma duygusunu durduramıyorsanız mutlaka yazarsınız zaten ama atölyeler neye yarıyor? Atölyeler bir kere sizi daha iyi bir okur haline getiriyor. Okurken nelere dikkat edeceğinizi veyahut nelerden nasıl besleneceğinizi size bir şekilde öğretiyor. İkincisi, ben yıllarca yazarken ve yazmaya çalışırken yazmanın kuramsal boyutu üzerine de çok kafa yordum. Yani diğer yazarlar nasıl yazıyorlar, nasıl teknikler kullanıyorlar? Yazmanın temelinde ne var? Roman nasıl yazılır, öykü nasıl yazılır? Sürekli okudum. Eleştiri yazılarını okudum. Ben bunları çok uzun yıllar da derleyip topladım. Hep şunu söyledim kendi kendime; keşke ben çok gençken ve çok hevesli iken yazmaya, biri bana bu ipuçlarını derli toplu bir şekilde verseymiş. Yazarken nerelerde hata yaptığımı, aslında benim önümü tıkayanın ne olduğunu bana gösterseymiş, ben de çok hızlı yol alsaymışım. Tabii bu şu değil, elinizde sihirli bir değnek var da birine dokunup değiştiriyorsunuz ve onu yazar hâline getiriyorsunuz. Bu değil muhakkak. Zeynep Gür: Yol göstericilik... Gamze Güller: Evet. Bir şeyde tıkanıyorsunuz. Birinin
Temmuz / 2020
Sayı 11
Ses Dergisi
Asıl mesleğinizin mimarlık olduğunu söylediniz ve bu sayede ayrıntıları çok güzel anlatıyorsunuz kitaplarınızda okuduğumuz kadarıyla. Bunu “Otel” öykünüzde iliklerime kadar hissettim. Dedim ki “Bu Gamze Hanım’ın mimarlığının kesinlikle bir dışa vurumu. Ancak bir mimar bu kadar güzel anlatabilir.” (Bizi bir gülme tuttu.) Çok güzel resmetmişsiniz, çok güzel tasvir etmişsiniz. Bu noktada şunu sormak istiyorum. Mimarlık ile kitap yazarlığı arasında benzer ve farklı yönler görüyor musunuz? Bize biraz bahseder misiniz, mimarlığın kitap yazarlığınızdaki etkilerinden? Öykülerinizin temel taşlarını nasıl oluşturuyorsunuz?
Gamze Güller: Mimarlık ile kitap yazmak arasında bence ciddi bir paralellik var. Bir kere ikisi de yaratmanın iki farklı türü. Mimarlıkta da mekânlar yaratıyorsunuz, şehirler yaratıyorsunuz ya da daha küçük ölçekli şeyler yaratıyorsunuz. Aynı şey yazarken kâğıt üstünde de söz konusu. Ayakları yere basan, kendi başına ayakta duran bir yapı kurmak zorundasınız. Yani yarım yamalak yaptığınızda ikisinde de o kurduğunuz çatının dağılması kaçınılmaz. O yüzden her türlü temelini sağlam kurmanız, Zeynep Gür: Kesinlikle. Bu yol gösterici tavrınızdan duvarlarını doğru inşa etmeniz, insanların yaşayacağını unutmadan, insan için bir şeyler yerleştirmeniz gerekiyor. dolayı teşekkür ederiz. Bu yüzden de ben mimarlıkla, yazmayı birbirine çok benzetiyorum. İkisi de insan için yapılıyor. Biz edebiyatta da 11
Kültür-Sanat-Edebiyat
size “Ya bak, şunu şöyle yapsan sen de bu meleke var aslında.” demesi o kadar kıymetli ki. Üçüncüsü de genellikle okuyan, yazan insan yalnız insandır. Çoğu yazan kişi çevresinde, ailesinde, işinde yazdığını gizler çünkü dalga geçilir. İnanılmaz, eleştirilir vs. “Bunlarla mı uğraşıyorsun?” denilir. Bu atölyelerin başka faydası işte bu. Sizin gibi insanlarla bir araya gelmek. Yani edebiyat konuşabileceğiniz, okuduğunuzu, yazdığınızı yargılamasız bir dille, tavırla, kabullenerek tartışabileceğiniz bir ortam olanağı. Benim çoğu sınıfım bu şekilde devam ediyor. Artık onlara öğretebileceğim bir şey kalmadı, yıllardır devam eden gruplarım var. Okuyoruz, yazıyoruz, her hafta bir öykü tartışıyoruz. Onların yazdıkları üzerinde çalışıyoruz. Benim için de ilham verici oluyor. Beni de yazmak için gayrete getiriyor, onları da getiriyor. Bir araya gelen, aynı şeylerden keyif alan ve normal hayatlarında bunları konuşacak, tartışacak imkân bulamayan insanlar için birer terapi grubu gibi aslında bunlar. Bu nedenle ben çok faydalı buluyorum. Bir de yazma cesareti açısından da çok faydalı. Birileri size “Evet ya oluyor hadi, devam” deyince farklı bir gayretle yazıyorsunuz.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Temmuz / 2020 bir şey anlatırken insan için insan üzerinden anlatıyoruz. Mimarlıkta da insanların yaşaması ve rahat etmesi için mekânlar tasarlıyoruz. Bir kere bu anlamda çok benzerler. İkincisi her ikisinde de ayrıntılar çok önemli. Yani geçiştirdiğiniz her şey daha sonra bir problem olarak size geri dönüyor ki yapı tasarlarken de böyledir bu. Bir şey atladıysanız mutlaka ayağınıza dolanır. Aynı şey kurguda da böyledir. Eksik düşündüğünüz her şey, sonra ya size ya okura dolanır bir yerde ve o yapıyı darmaduman eder. Bu yüzden çok benzetiyorum. Hayata bakış açısı konusunda da mimarlığın bana çok faydası var. Ayrıntıları görmeyi öğretiyorlar bize okulda. Her türlü ayrıntı bizim için önemli. Kusurları da görmeyi öğretiyorlar. Bizde böyle bir mesleki deformasyon da vardır. Çirkin dizayn edilmiş veya eksik gedik, üstünkörü tasarlanmış yerlerde rahat edemeyiz. Mutlu olamayız. Sürekli o hataları görür dururuz. Yazıda da aslında bu var. Hayattan öykü toplarken de aslında biz bu kusurları, aksaklıkları, olmamışlıkları görüp kâğıda aktarıyoruz. Yani her şey güllük gülistanlık, dört dörtlük olsa, belki yazmaya değer bir şey de kalmayacak. O yüzden bunları toplamakla ilgili bu ayrıntı gözü, mimarlığın bana verdiği bir özellik. Tabii ki işin bir de estetik boyutu var. Az önce fonksiyondan bahsetmiştik -insan için tasarlıyoruz- her şey doğru düzgün olacak ama içinde yaşayan insanların keyif alacağı, mutlu olacağı mekânlar tasarlamaktır önemli olan. Estetik olarak da bir haz söz konusudur. Yani güzelliğin peşine düşersiniz. Yazıda da öyle. Neyi anlatırsanız anlatın o estetik, haz, o güzellik duygusu sizi terk etmemeli, okuru da terk etmemeli. O yüzden ben ikisini çok benzer buluyorum ve ikisinin de sürekli birbirini beslediğini düşünüyorum ve her türlü yaratmak çok keyifli. İçinizde bir yaratma arzusu varsa, bir şekilde, bir yerden taşmaya başlıyor. İster bina tasarlayın, ister resim yapın, ister beste yapın, isterseniz de öykü yazın, roman yazın bir şekilde ortaya çıkıyor.
Sayı 11 arkadaşınız bir anınızdan bahsediyor; “En Çok Onu Sevdim” novellanızı yazarken, aylarca dışarı çıkmadığınızı söylüyor. Bir kahve içmek için dışarı çıkarıyor sizi ama kafanızın sürekli kitapta olduğunu, muhabbet etmekte güçlük yaşadığınızı anlatıyor.
Gamze Güller: Çok doğru. Bu arada bu arkadaşım da “Suzan Bilgen Özgün” yazar, öykücü. Benden bir yıl önce Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü o aldı. Zeynep Gür: Ya, ne kadar güzel... Gamze Güller: Evet, çok yakın, çok sevdiğim, can arkadaşım. Böyle de güzel bir şey paylaştık. Zeynep Gür: Böyle arkadaşlarınızın olması da çok güzel bir şey, aynı paydayı paylaşıyor olmak çok güzel. Şimdi bu konuda size şunu sormak istiyorum. Öykülerinizi kaleme alırken neler yaşıyorsunuz? Sonrasında emeklerinizin karşılığını bir ödülle almak bir yazar için çok büyük bir mutluluk değil mi? Hislerinizi paylaşır mısınız ve tabii ki öykü yazarken yaşadıklarınızdan bahseder misiniz?
Gamze Güller: Öykü yazmak çok farklı bir ruh hali demek benim için. Yani ben şöyle bir oturayım bugün güzel bir öykü yazayım, bugün güzel bir yemek pişireyim der gibi değil. Hoş ben güzel yemek de pişiremem o da ayrı bir itiraf. Malzemeyi şuraya koyayım, karar vereyim, tasarlayayım, yazayım, böyle bir şey değil öykü, benim için değil en azından. Bir şeyin beni tetiklemesi gerekiyor. Bir şey duymuş oluyorum ya da bazen kafamda bir cümle durmadan dönüp, dolaşır kendini yazdırmak için. Bazen bir türlü isimlendiremediğim bir duygu, durum... Onu yazmaya başladığım zaman, çoğunlukla nereye varacağını bilmeden yazıyorum. Bu duygu beni içine almaya başlıyor ancak bir iki sayfa yazdıktan sonra anlıyorum Zeynep Gür: Birçok ödülünüz var. Bu ödüllerden belki gerçekten kalem nereye gidiyor veya benim zihnimi de en kıymetlisi “Orhan Kemal Öykü Ödülü” . nereye sürüklüyor. Bilinçaltımdan bir kapak açılıp, bir şeyler mi gelmeye başlıyor? Beni alıp bambaşka bir yere Gamze Güller: (Karşılıklı gülüşmeler) Evet, en kıymet- götürüyor o öykü. Öylece akıp giderken tamamlandığı lisi o. Çok güzel bir ödüldü benim için, çok mutluluk zaman tuhaf bir heyecan duyuyorum. Yani hem yazmak vericiydi. Çok onur vericiydi. hem de o “oldu” hissine ulaşmak olağanüstü bir durum. Başka hiçbir şeyle kıyaslamayacağım, asla kıyaslamayı Zeynep Gür: Bu ödülü 2012’de “Beşinci Köşe” kitabınız- düşünemeyeceğim bir duygu. la kazandınız. Şimdi ben bunu biraz farklı sormak istiyorum size. Bir arkadaşınız ile yapılan söyleşide, Zeynep Gür: Yunus Çinçin ile yaptığınız röportajdan 12
Kültür-Sanat-Edebiyat
Gamze Güller: Ben çok yaramaz bir çocuktum. Gerçekten ele avuca sığmayan, durmadan tuhaf şeyler yapan, tuhaf şeyler anlatan, ailemin çok şikayetçi olduğu bir çocuktum. Hatta kardeşim doğduktan sonra bunun üzerine bir de kıskançlık eklenmiş ve hayatlarını cehenneme çevirmişim. Beni sürekli kontrol altına almaya çalışıyorlarmış ve nihayet ilkokula başladığımda, özellikle 1. ve 2. sınıfta çok iyi bir öğretmenim vardı. O, bendeki tuhaflığın aslında bir tuhaflık olmadığını -çünkü bunda bir anormallik var dedikleri türden bir çocukmuşum- bunun aslında taşkın bir hayal gücü olduğunu fark etmiş. Çok hiperaktif bir çocukmuşum. Bunu kontrol altına alabilmek için de uydurduğum, hayal ettiğim dünyalara, sürekli diğer çocukları katmaya gayret ederdim. Oyunlara katmaya da gayret ediyordum. İşte bunları yazabileceğimi öğretti bana. Bu tabii ki çok önemli. İleri görüşlü bir öğretmen. İyi ki karşıma çıkmış. Yani beni yazmaya ilk teşvik eden kişidir diyebilirim. Yazmaya başladığım zaman şunu gördüm: Benimle herkes istediğim oyunu oynamayabilir. Yani kurduğum bu oyunu herkes oynamak istemeyebilir ama yazarken ben bunların hepsini yapabilirdim. Güzel tarafı buydu. O zaman yazmayı keşfettim. Okumam hızlandıkça ve daha fazla okumaya başladıkça bunu diğer yazarların nasıl yaptıklarını ve beni oyunlarına nasıl dâhil ettiklerini gördüm. Bunu keşfettikten sonra herhalde dönüşü olmadı benim için. Hâlâ da kurgu benim için
Sayı 11 çok önemli. Moralim bozulduğunda ya kitap okurum ya da iyi bir film izlerim. Hep başka bir dünyaya girmeye çalışırım. İçinde bulunduğum halden kurtulmak, bu dünyanın dışına çıkmak için bir yol benim için kurgu. Her zaman öyle oldu. Biliyorsunuz yazmanın sağaltıcı, tedavi edici bir etkisi vardır. Psikologlar ne diyorlar: yaşadıklarınızı yazın. Ben günlük tutan bir çocuktum. Her gün gelirdim, okulda ne oldu, ne bitti not alırdım. Hâlâ bütün defterlerim durur. Bunu anlatıyor olmak, paylaşmak çok kıymetli. Yani yazarken kimse sizi yargılamıyor, ceza vermiyor veya eleştirmiyor ya da benim heyecanımı “Ya böyle saçma şey olur mu?” diye yerle bir etmiyor. Bu kadar güzel bir dost olabilir mi? Her istediğinizde sizinle birlikte. O defter ve kalem elimde olduğu müddetçe ben dünyayı daha yaşanabilir, daha tahammül edilebilir bir hâle getiriyorum. Hâlâ da bunu yapıyorum. Hâlâ dünya benim için çok tahammül edilebilir bir yer değil. Hâlâ çok yabancı ve aykırı hissediyorum kendimi. Herkesin bazı şeylere nasıl alıştığını, nasıl tahammül ettiğini anlamakta güçlük çekiyorum ama benim tahammül etme yolum bu.
Ses Dergisi
Temmuz / 2020 bir kesit okumak istiyorum izninizle. Çok hoşuma gitti. Röportajda “Çocukken yalancı bir çocuk derlerdi benim için. Yalan dedikleri de başıma geldiğini iddia ettiğim olaylar, maceralar. Daha hızlı okuyup yazmaya başladıktan sonra da defterlere yazmaya başladım. Herkese mektuplar yazdım. Her çocuk gibi şiirler yazdım. Durmadan yazdım. Yazdıkça değişti dünya. Bir şeye üzülsem de, sevinsem de, endişelensem de bir dert ortağım vardı artık. Yaşadıklarımı dönüştürmek tedavi edici oldu benim için. Bir yaramazlık yaptığımda anne, babama mektuplar yazardım, sınavlarda bilmediğim sorularda, bildiklerimle hikâyeler yazardım (en çok burası hoşuma gitti), ders aralarında sevdiğim dizilere yeni bölümler yazardım, apartmana yeni biri taşınsa onunla ilgili bir öykü yazardım.” demişsiniz. Çocukken roman yazdığınızdan da bahsettiniz az önce. Merak ediyorum, acaba yazma noktasında üretkenliğiniz, çocukluğunuzdaki ile aynı mı? Psikolojiniz sizi nasıl etkiliyor? Yazarken hangi motivasyonla yazıyorsunuz? Bu kadar güzel ürünler çıkarırken motivasyonunuz nedir?
Devam edecek
13
ŞERİF AYDIN
Temmuz / 2020
Sayı 11
Macera Değil Bizim S
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
“Arsız yığınlar istedi diye ayaklarımızın ucuna bakacak değiliz. Sesimiz hangi zirveden sevgili hoş geliyorsa, oradan okuruz şiirimizi.”
P
olybius, bize Hamilcar’ın oğlu Hannibali ‘’eliyle çağırarak, hiçbir zaman Romalıların arkadaşı olmayacağına dair ona yemin etmesini emrettiği sunağa götürdüğünü’’ anlatır uzun uzun. Hamilcar, bir komutandı, I. Pön Savaşı’nda savaşan Kartacalı bir komutan. Kartacalılar, o savaşı kaybetmelerine rağmen, imparatorluklarını yeniden kurmaya kararlıydılar. Ya Roma’nın kibri bitecek ya da zilleti kabul etmeyenler vadi vadi, tepe tepe yeni doğuşa yürüyeceklerdi. Bu yürüyüşün başlamaması içinse iki yol vardı. Ya Roma baskı ve zulümlerinden vazgeçecek ya da baskı altına alınan ruhlara ölümcül taş, çarmıhta atılacak. Yeryüzü baskının hükmüne rıza gösterip son sesler can verecek. Zulmün küçülerek bittiğine delil hiç bir emare yoktur tarihte. Küçülmek pişmanlıktır, küçülmek vicdandır, insan kalmaya dönüştür. Bu yol şımarık muktedirleri mutlu etmez. Kibrin abideleri, masumları kanyonlarda ölüm dalışlarına sevk ederek mutlu olur ve vazgeçmez bundan. Ne Kleopatralar ihtiras elbiselerinden vazgeçer ne Zeus ve Sezarlar başlarındaki tacın verdiği gururdan. Vazgeçmediler de… Suskunluk isteyen bir introvert’ün çarmıhta ebedi sessizliği seçmesi beklenirdi, ama o da olmadı. Hamilcar, içe dönüklerin sesi olmak için doğmuş, Hannibal o sesi ölüm kanyonlarında dolaştıracak nefes! Onlar da vazgeçmedi… Biz de vazgeçmedik… 14
Savaşlar kaybedebiliriz, sürgünler yaşayabilir. İsimlerimiz çarmıha gerilecekler listesinde Zeuslara sunulup Afroditlerin akşam eğlence müziklerinde şarkı sözleri yapılabilir. Ve dahi, önce Promete’nin Pegasus’una bindirip tanrılardan ateş çaldırtabilirler, ardından “Kutsal metinlerin hükmüdür,” deyip Çıralı tepelerinde kendi tutuşturduğumuz ateşimizde yakmak da isteyebilirler bizi. Vazgeçmeyeğiz… Vadiler dar gelince zirvelere davet edecek sesiz biz, Hamilcar’ın sesi... Bazen adakların adandığı sunak mevkilerinde, bazen sevgililerin buluştuğu dere koylarında varız.
Sayı 11
Temmuz / 2020
mkisi, Ses Olmaya Geldik olacağını biliyoruz. Temizlik infazlarının kirlilikten geldiğini de… Caligulalar öyle istedi diye dürüstlüğün ihanet diye tarihe yazılmasına sessiz kalacak değiliz. Dürüstlüğü infaz eden Proculuslar kıvransın uykusuz gecelerde, biz değil… Vadi vadi, kıta kıta dolaşıp “Biz geldik” derken menekşe çiçeğine aşkı fısıldayacağız, vadileri delip geçen sert rüzgarlara karşı cesareti de…. Macera değil bizimkisi, ses olmaya geldik…
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Ne söz verdiğimiz insanlık onurunu ayaklar altına alınmasına izin verir ne de sevdiğimizin nehir kenarında mahzun olmasına. ARSIZ YIĞINLAR İSTEDİ DİYE AYAKLARIMIZIN UCUNA BAKACAK DEĞİLİZ. SESİMİZ HANGİ ZİRVEDEN SEVGİLİYE HOŞ GELİYORSA ORDAN OKURUZ ŞİİRİMİZİ. Ne lejyoner kalemşörlerin kahramanlık saldırısıdır bu, ne de Zeus ve Hera’nın savaş hastası oğulları Ares’in ölüm maceraları… Bizimkisi aşk… Gerçekleri içimize atacak değiliz. İçe dönüklerin, arsız kalabalıklardan bunalmış introvertlerin sesi olacağız. Caligula’yı hatırlayın…. Caligula, askerlerinden Proculus’u idam ettirecek, adam sorar: “Ben ne yaptım Sezar?” -İhanet! -Ben sana hep sadıktım. -Sen dürüst bir adamsın Proculus. Bu da “kötü bir Romalısın” demek oluyor, bu yüzden hainsin. Asya’nın Roma’sında komutan Caligula’ların hep var
15
Temmuz / 2020
Sayı 11
Dört Yazar Bir Hikaye “kapı”
S
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
evgili günlük bugün abimle evde yalnızız. Annem ve babam babaanneme gitti. Tabi abim tüm gün bilgisayar oynayacak biliyorum. Ben de arkadaşlarımı çağırdım. Ama onlar akşam evine gidecek. Yarın sabah erkenden ailem burada olur. Yaşasın kuralsız bir gün! -Nevruz neredesin! -Günlük yazıyorum! Annem kahvaltı hazırlayıp gitmiş, hadi çok acıktım. -Geliyorum! Annem çok güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Bana ve Kerem’e birer tabak ve hemen yanında taze sıkılmış meyve suyu, ortada patates kızartması, haşlanmış yumurta domateslerin yanında, Kerem’e en uzak köşede, üzerinden biraz yenmiş çikolata kavanozu, bal ve tereyağı da ekmeğin yanında. Kerem her sabah aynı yere oturur. Ben ve annem ve babamın yeri de bellidir bizim evde. Kahvaltı masasında hızlıca bir şeyler atıştırdım. Kerem sadece çikolata yedi. Ama o kadar yedi ki bir ara: -Kerem abartmadın mı? Annem gelince kavanozu boş görünce ne diyeceksin? demek zorunda kaldım. Tabi umrunda olmadı. Tüm çikolatayı kaşıkla yedi. Ne de olsa bu gün annemler yok ya yaşasın özgürlük! Kahvaltıdan sonra kerem bilgisayar başına geçti. Ben de odama gidip arkadaşlarım gelmeden hazırlanayım dedim. Üst kata giderken, merdivenin tam da bodrum kata yakın kısmında içimi bir ürperti kapladı. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Belki de evde yalnızım diye böyle hissettim deyip ilk basamağa adımımı attım. Odama geldim. Seçtiğim kıyafetlerimi giydim. Ailemin evde olmaması ve arkadaşlarımın gelecek olması beni çok heyecanlandırıyordu. Çalan zil sesiyle yerimden fırladım. Merdivene yöneldiğimde yine aynı yerde, aynı 16
ürperti kapladı içimi, ancak bu kez tam anlayamadığım bir uğultu da eşlik etti buna. Bir an sendeledim. Oradan kaçmak istercesine kapıya koştum. -Hoşgeldiniz. -Nevruz sen iyi misin? -Ee..Evet iyiyim tabiki ne oldu ki? -Yüzün bembeyaz kireç gibi olmuş. -Bugün bizim günümüz çok heyecanlıyım ondandır. -Ben de. -Ben de ben de! Arkadaşlarım içeri girdi. -Kahvaltı yapmayan var mı? Annem harika bir sofra hazırlamış gitmeden, ayrıca taze kek ve kurabiye de var. -Bunlar harika Nevruz! Yine duymuştum işte. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. O tuhaf ses de neyin nesiydi? Kerem bilgisayar başında,
Sayı 11
Temmuz / 2020
Ses Dergisi
İnsan, bilmediği şeyden korkarmış, gürültünün kaynağını öğrenmeliydim. Zihnimde tahminler dönüyordu. Belki de bodrumun kapısı yine açık kalmış, geçen kış olduğu gibi içeri kedi girmişti. Ne maceraydı ama sabah kalktığımızda üç tane minik kedi yavrusuyla karşılaşmıştık. Ya kedi değilse, içim içimi kemiriyordu. Kerem’e söylemeliydim ve gidip bodrum katını kontrol etmeliydik. Kızlara çaylarını doldururken: -Siz keyfinize bakın, hemen geliyorum, dedim ve odadan çıktım. Hızlıca Kerem’in yanına gidip, kulaklıkları kafasından çektim. Bir hışımla geri döndü. Onu korkutmuştum. Tam bana kızmaya hazırlanıyordu ki, telaşımı görünce vazgeçti: -Kerem, alt kattan garip sesler geliyor, gidip bakmalıyız.
Kültür-Sanat-Edebiyat
kulağında kulaklıklarla dünyadan habersiz olmalıydı. Arkadaşlarımı huzursuz etmemek için rahat görünmeye çalıştım. Peki ben şimdi ne yapacaktım?
-Saçmalama, kedi girmiştir yine... -Hadi bir bakalım nolur! Kerem oflaya puflaya bilgisayarın başından kalktı, merdivenlerden inerken bir taraftan söyleniyordu: -Siz kızlar hep böylesiniz, en ufak bir çıtırtıdan ödünüz kopuyor! Karanlık bodruma girdik. Kerem elektrik düğmesinin yerini ararken bir anda “Ahhhh!” diye bağırdı, -Hay aksi! Çivi varmış, of elim! Işık açılmıştı, eline baktı, kanıyordu! Avucuna acıyla bastırırken o boğucu ve iniltili gürültü tekrar duyuldu. Göz göze geldiğimizde, çıkalım burdan demeye hazırlanıyordum ki ışıklar tekrar söndü. El yordamıyla elektrik düğmesini bu sefer ben açtım. Işık açıldı, elektrikler kesilmemişti. -Düğmede sorun var sanırım.
17
Temmuz / 2020 Kerem gözlerini bir yere sabitlemiş, kıpırdamadan bakıyordu, bakışlarını takip ettiğimde daha önce orada olduğunu hiç farketmediğim küçücük bir kapı gördüm. Bodrumda enteresan şeyler oluyordu ve bu hiç normal değildi. -Çıkalım burdan Kerem... -Haklısın haydi Nevruz! Kapı tarafına yöneldik. Az önce içeriye girdiğimiz kapının yerinde yeller esiyordu. Boğuk ve iniltili bir gürültü yankılandı. Sanki dalga dalga bize yaklaşıyordu. Bir an önce buradan çıkmalıydık, birbirimize dönüp, diğer küçük kapıya baktık, başka çaremiz yoktu, kaçmak için bu kapıyı kullanacaktık.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Hızlı adımlarla kapıya yaklaştık, kulpunu çevirip, ittik. Kapı yavaş bir gıcırtıyla açıldı. -Neden indim ki buraya. -Ne o korkuyor musun Kerem? Bilgisayar oyununda zombi yakalıyordun. Önden git bakalım. - Giderim ben büyüğüm zaten. Sen de abarttın. -Sence de girdiğimiz kapı yok mu oldu bana mı öyle geldi? -Bak, panik yapıp kapının yerini karıştırdık tamam mı Nevruz! -Ya ses neydi? -Bodrumdayız ve dışarıda acayip rüzgar var. Havalandırma burada ses oradan geliyor. Ayrıca yedek kapıyı bulduk şimdi çıkacağız. Bak her şeyin bir açıklaması var. Aklın korku sırasında kullandığı savunma mekanizmalarından biriydi mizah ve mantıklı açıklama! -Sağol Kerem şimdi içim rahatladı. Karanlık geçitte iki gölge gibi Kerem ve Nevruz ilerlerken üçüncü bir gölge duvarda belirdi. Bir ses duydular. Dikkatle dinleyince sesin havalandırmadan geldiğini anladılar: -Kerem! Nevruz! Nerdesiniz! -Arkadaşların bizi merak etmiş bir an önce çıksak buradan! -Evet, ama nasıl? Yukarıda kızlar hep bir ağızdan onlara sesleniyordu. Bodrum katın kapısına gelen Ayşe birden bir çığlık attı. -Arkadaşlar burada kanla çizilmiş bir kapı resmi var! Kızlar korku ve dehşet içinde bahçeye doğru koştular. Hepsi aceleyle çıkmaya çalışıyordu bu garip evden. Ayşe hariç!
18
Sayı 11 -Hadi ne duruyorsun birilerine haber verelim gidelim burdan -Ben onları bulacağım. -Nasıl istiyorsan öyle yap! Hepsi gitmişti. Güneşin son ışıklarıydı. Bahçede Ayşe tek başına kalmıştı.Kapıya gitti. Kanla çizilmiş kapı resmine dokundu. Kapı sonuna kadar açıldı... .... -Burada bir yerde bahçeye çıkan kapı olmalı Nevruz. -Nereden biliyorsun Kerem. -Babam bahsetmişti. Hava kararmış olmalı. Çıkışı bulmamız gerek. -Bak, Kerem bir kapı daha! -Hadi gidelim! Kapıyı açtılar. Soğuk duvara bakıp kaldılar. Başladıkları yerdi burası. Bodrum kata ilk indikleri oda...Anlamsızca birbirlerine baktılar: -Neler oluyor?
Temmuz / 2020 Derken başını Nevruz’a çevirdi Kerem. Nevruz yoktu... Bu soğuk bodrum katında hep aynı yere açılan bir kapının önünde zihni karışmıştı. Nevruz yoktu! Bomboş karanlık odada kendi başınaydı. Anlamsız uğultularda sanki Nevruz’un sesini de duyuyordu. Bir kez daha kapıdan geçip yolu takip etmeye karar verdi. Bu kez tek başına! Yine...Kendini yine aynı odada buldu. Bu kez bir yazı duvarda kendine bakıyordu: “Son şansın!” -Birileri şaka yapıyor olmalı. Kesin Nevruz ve arkadaşları bana oyun oynuyor. Başka ne düşünebilirdi ki!
Derken birinin arkasında olduğunu hissetti! Biliyordu işte, ama bakmak istemiyordu. Tıpkı bazı zamanlar, karanlık ama kapısı açık olan bir odanın önünden geçerken oraya bakmadan hızlıca geçmek istemesi gibi bir histi bu da. Şimdi böyle bir şansı da yoktu. Başını çevirdi. -Ayşe! -Kerem! Sizi bulmak için geldim. Diğerleri gitti. -Şükürler olsun ki senmişsin. Nevruz kayıp. Dönüp dolaşıp kendimi burada buluyorum. Ve kapı yok oldu. Evet kapı yok. - Sen nasıl geldin? -Ben mi...yolu takip ettim.
Ses Dergisi
-Biri beni izliyor gibi hissediyorum. Hayır bu sadece
Sayı 11 filmlerde ya da korku hikayelerinde olur. Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz Kerem! Kendi kendine mi konuşuyordu? Zihnini ikna etme yöntemlerinden biriydi bu da. Alnındaki terleri sildi. Kapıya gitti. Bir işaret olmalı, dikkatle incelemeye başladı...
Kültür-Sanat-Edebiyat 19
Temmuz / 2020 -Hadi Nevruz’u bulmalıyız. Tekrar deneyelim. Karanlık koridorda bu kez Ayşe ve Kerem ilerliyor, onlara anlamsız uğultular eşlik ediyordu. -Seni ruh sandım biliyor musun Ayşe! -Hah! Gerçekten öyle şeylere inanıyor musun? -Bilmiyorum, düşünemiyorum çok garip şeyler yaşıyoruz. Nevruz yok. Duvarda bir yazı...ve garip şeyler işte. Hah burada hep yol değişiyor bu sefer şuraya dönelim! -Hepimiz içimizde bir ruhla doğuyoruz ve ondan korkuyoruz. Ne ironik! -Çok garip konuştun Ayşe!
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Yolun ucunda bir kapı tekrar belirmişti. Kerem önden kapıya yöneldi: -Yine aynı kapıya geldik kesin. Bir deneyeyim. -Abi!! -Nevruz!Sonunda seni bulduk. -Ben de tam sana haber vermeye geliyordum. Bak çıkışı buldum, bahçeye çıkıyor hadi gel! Son basamağı çıkıp bahçeye ulaştılar. -Sonunda! Sen nasıl yolu buldun Kerem? -İşte Ayşe’yle karşılaştık, beraber çıkışı bulmaya çalıştık. Nevruz boş gözlerle Kerem’e baktı. Kerem’in parmağı boşluğu işaret ediyordu.
20
-Senden başka kimse yoktu Kerem . -Ama ya Ayşe..!?
Sayı 11
Bir araba bahçenin önünde durdu. Nevruz koştu arabaya: -Anne-Baba!!! Hani sabah gelecektiniz? Annesi etrafa göz gezdirip iki kardeşe döndü: -İçimiz rahat etmedi hadi beraber gidiyoruz! Siz ne yapıyorsunuz burada? -Hiç sadece arkadaşlarımızı uğurladık. Değil mi Kerem? -Evet...öyle...sanırım. Annesi bir şey hatırlamış gibi: -İki saat önce Ayşe aradı. Sizi bulamamışlar. Kapıya kadar gelmiş ama bodruma girememiş. Eve gidip ailesine haber vermiş. Onlar da bizi aradı. Neyse yolda anlatırsınız hadi gidiyoruz. Kerem ve Nevruz arabaya bindi. Karanlık...evlerin üzerine çökerken, kapıda, sokağın köşesini dönen arabayı izleyen iki göz vardı.
Kısaltmalar ve yazarlar: E.D: Esra Dolunay SNM: Sinem Der Ki ZG: Zeynep Gür
Sayı 11
Gülhanım Anulur
Temmuz / 2020
Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan... Salıverin kafesinden kuşları özgürlüğe kanat açsınlar. Haberler uçurun şairlere son noktayı koysunlar. Ressamlar reklerin tonlarını griden pembeye salsınlar. Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan...
Ses Dergisi
Leyla’ya muştu olsun, matem elbisesini çıkarsın. Haber verin kalplerdeki çocuklar uyansın. Yüreklerde kanatlanan şiir sözcükleri aşka boyansın. Yorulmuş olmalı gelmişse uzun yoldan,
Kültür-Sanat-Edebiyat
Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan... Derenin coşkusuna kulak verin, eşlik edin melodisine. Kara bulutlar dağılsın bıraksın yerini güneşe. Baharın yeşili sarsın çiçek açsın öbek öbek. Turnalar artık mutluluğu taşısın selam bekleyenlere. Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan... Hüzünleri kapı dışarı etmenin vaktidir şimdi. Alkışlıyor yer ve gök birbirini. Yıldızlar parlıyor sevinçten, ay başka gösteriyor tarihi. Tebessümler beliriyor mutluluk saati arifesinde. Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan... Uçan kelebeğin zarifliğinde bahar neşidesidir. Dört mevsim de yazı yaşamak gibidir. Zaman haritası içinde çizdiği desen şeklidir. Dostun güleryüzü, dokunabildiğin teldir. Mutluluk gelmiş diyorlar hemde çok uzaklardan... 21
Temmuz / 2020
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Canan Duyuş
ŞAİRLER MASAL DA YAZAR
Şairi bana tanımlar mısın? Böyle bir soruyla karşılaşsaydınız cevabınız ne olurdu? Zihninizde şairler simalarıyla mı belirirler yoksa dizeler ve şiir isimleriyle gözlerini mi kırparlardı size? Şairler, şiir yazar. Şairler, aynı zamanda yaşadıkları dönemin aktif şahitleridirler. Sesleri kıymetlidir. Sözleri sayfalara ağır gelir de taşar yaşadığı zamana ve daha ötesine. Dimağları ışıl ışıl, gözlerini kısmış şekliyle bakarlar etraflarına. Kimi duman ardında, kimi kitaplığa dayadıkları sırtlarıyla, kimisi de kedisi kucağında poz verirler zamana ve okuyanlarına. Şairler biraz farklı bakarlar etraflarına. Olağanın üstündedir onlar için her şey. Ve o günlerdeki sıradan şeylerin dışında.
22
Ş
airi bana tanımlar mısın? Böyle bir soruyla karşılaşsaydınız cevabınız ne olurdu? Zihninizde şairler simâlarıyla mı belirirler yoksa dizeler ve şiir isimleriyle gözlerini mi kırparlardı size? Şairler, şiir yazar. Şairler, aynı zamanda yaşadıkları dönemin aktif şahitleridirler. Sesleri kıymetlidir. Sözleri sayfalara ağır gelir de taşar, yaşadığı zamana ve daha ötesine. Dimağları ışıl ışıl, gözlerini kısmış şekliyle bakarlar etraflarına. Kimi duman ardında, kimi kitaplığa dayadıkları sırtlarıyla, kimisi de kedisi kucağında poz verirler zamana ve okuyanlarına. Şairler biraz farklı bakarlar etraflarına. Olağanın
üstündedir onlar için her şey ve o günlerdeki sıradan şeylerin dışında. Şiir okumayı seven herkesin bir şairi vardır. Hem de ruh dünyasında başköşede oturan dizeleri. Şair diye bildiğimiz pek çok sîmanın yazı hayatında, şiirleri dışında bize bakan değişik türde yazıları da vardır. Denemeleri, romanları, öyküleri, günlük, mektup ve hatta poetikaları vardır. Aynı zamanda onlar iyi düşünürlerdir. Sinem Der ki’nin dediği gibi: “Şairler Delidir!’’ Çılgın fikirleri vardır şairlerin. Delilik, onların belki de uğradıkları duygusal hasarın tedavisi için iyidir. Anlatsalar da duygularını,
Temmuz / 2020
“Doğu- Batı arasında esen sert rüzgârla Doğu’nun kararır altın saçları Batı’nın hülyalı göklerinde”
DÖRDÜNCÜ OĞUL: Dördüncü oğul okumayı sever ve okur sürekli. Neyi okuduğunu bilmeden ve niye okuduğunu bilmeden gözleriyle dokunur satırlara. Batı’daki her şey ona yeni ve ilginç gelir ve zamanla aslını unutur, eskidir ona göre arkasında bıraktığı her şey. Bu onun garip düşünceleridir. Batı bilginleri, onun bu halinden istifade ederek sömürürler tüm benliğini ve gözlerini karartırlar. Gözlerinin karardığı bir günde bu oğul, bir gün geride bıraktığı evlerinin hâlini görür gibi olur ama anlam veremez duygularına... O sırada evin kutlu koyunundan kara süt akıp gidince, baba da anlar oğlunun kararmış duygularını. BEŞİNCİ OĞUL: Beşinci oğul Batı’ya giden ve dönmeyen dört ağabeyinden muzdariptir. Babasının acıyla kıvranan 23
Kültür-Sanat-Edebiyat
BİRİNCİ OĞUL: Batı kapılarında törenlerle, şölenlerle ve söylevlerle karşılanan bu oğul, yitirir bu ihtişamın içinde Batı’ya geliş sebebini. Batılılar emellerine ulaşmışlar ve bir gece kuştüyü yastıklar içinde, kendi özünden uzak yaşayan bu oğlu alıp götürmüşlerdir. Kimsenin bilmediği bir yerlerde kaybolur bu oğul... Baba, gökyüzünün suyunu acıyla yere bırakışından anlar acı gerçeği ve ikinci oğlunu gönderir içindeki ümitle. İKİNCİ OĞUL: İkinci oğul da yüzünü karartır babasının. Batının aldatıcı güzelliğinin ve güzellerinin izini sürerken, bohem bir hayat kavrar bu oğlu yakasından. Bu oğul da kaybolan edep, iffet ve hayâsıyla beraber tükenir gider ve düşer uçurumlardan. Baba, yağan yağmurun acı sularından anlar bu hâli ve işin künhüne varsın diye üçüncü oğlunu yolcu eder. ÜÇÜNCÜ OĞUL: Bu oğul biraz daha cefakâr olur önceleri. Aç kalır, aç nefes alıp verir. Sonra bir alışkanlıkla rehavete döner sıkıntılı acıları. Bir iş bulur zamanla ve Batı’ya benzer yavaş yavaş. Geçmişini unutur, babasını da, kardeşlerini de. Batı sever bu genç oğlu, buyruğunda çalışan insanların uşağıdır aslında ama bunu da fark edemez! Her şeyi batılılar gibidir artık. Yemesi de, içmesi de, giyinmesi de. Bir gün bu oğlun hiç ummadığı bir zamanda bir hemşehrisi çıkar karşısına. Bu oğul, önce tanımak istemez hemşehrisini. Sonra bir çözüm bulur kendi yaşantısına dair. Bir “özür” gönderir babasına, yüklü bir çekle. Babası bu çeki evirir, çevirir ve anlamsız geldiği için yırtıp köpek yavrularına atar. Köpek yavruları oynarlar bu parçalanmış kâğıtlarla. Baba, iyice yaşlanmış olsa da yaşayan ümitleriyle birlikte, dördüncü oğlunu da gönderir Batı ülkelerine.
Ses Dergisi
anlaşılmamak kadim bir âdettir onlarda. Neyse ki her şeye bir cevapları vardır. Nüktedandır şairler. Cevapları hazırdır sorulan sorulara. Hem şairler masal da anlatır, biliyor musunuz? Sezai Karakoç’un ‘’Masal’’ı en meşhur masallardandır, edebiyat tarihimize şiir olarak not düştüğü. Öyle masal sunar ki üstâd büyümüş içlerimize. Doğu-Batı arasında esen sert rüzgârla, Doğu’nun kararır altın saçları, Batı’nın hülyalı göklerinde. Edebiyatımızın önemli ve kritik evrelerinden “Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı” ve edebiyatımızda esen değişim rüzgârlarıyla gelen bir ‘’Ötekileşme, Yitiriliş ve Yeniden Diriliş‘’ anlatılır gibidir bu nadide “Masal” da. Masalın en büyük kahramanı bir babadır yedi oğlu olan, düşünen ve yaşanılanın ilmine varmayı arzulayan. Evlatlarını himmet etmiştir bu baba. Kendi değerleri için erimiştir gün be gün. Giden her oğul kopacaktır özünden
Sayı 11 ve tükenecektir hızlıca. Babanın parçalanacaktır yüreği. Yine de baba hep ümit edecektir oğullarından. Yılmayacak, korkmayacak tükenen her oğlunun ardından diğer oğlunu gönderecektir.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Temmuz / 2020 düşüncelerinin yansıdığı yüzünden alır ilhamını. Şairdi ve babasına dedirtmeden acı gerçeği, gitti Batı’ya. Önce bir iş aradı Batı’da. Ağabeylerinin izini sürdü, bulamayınca ağıtlar yaktı sonra, şiirin dünyasıyla. Trajik şiirlerde ağır bastı duyguları. Batı’yı anlamaya çalıştı ve kıyasladı Doğu’nun kaderiyle. Anladıklarını, gördüklerini anlatmak istedi geride kalanlarına. Doğu’ya döndürdü başını. Adımlarını attı önce, koştu ve arkasında kaldı Batı ama çöl çıktı önüne. Zor yürüdü ve gittikçe azaldı gücü. Ellerinden teker teker düştü yazdıkları. Şiirlerini tekrar etti çöldeki seraplara. Sonra kum gibi un ufak oldu her şey ve bu oğlun her şeyi de. Oğul dönemedi ve tükendi çöllerde. Baba yine yudumladı acı gerçeği. ALTINCI OĞUL: Bu oğul, henüz çok küçüklükten şahit olmuştu babasının çektiği acılara. Babası oğullarını kaybederken, o da ağabeylerini yitirmişti Batı’nın karanlık çukurlarında. O da bulmak istedi kaybettiklerini. Yola koyuldu hemen ve içeri girdi Batı kapılarından. Batılılar iyi göründü gözüne. Su niyetiyle içti, Batılıların verdikleri acı içkileri. Sonra alıştı o içkilerin tatlarına. Başını döndürdü yiyip içtikleri. Geçmişini çabucak unuttu bu altıncı oğul da ve geleceğini bıraktı Batılıların ellerine. Her şeyi karıştı, hayatta karışan duygularıyla beraber. Başı döndü, gözleri karardı ve bir gün ebedî yumdu gözlerini. Baba bunu da hissetti. Batı’ya kurban verdiği altı oğluyla beraber tükendi nefesi ve öldü kahrından. YEDİNCİ OĞUL:Yedinci oğul, babasının yanında büyümüştü. Hayata manalar yüklemişti babasının kollarında. Her zaman ve her gün ağaçlar, yaz, kış her şey bir tefekkür anıtı olarak dikildi karşısına. Düşündü geceler boyu, gündüzler boyu. Doğu’nun alınyazısını gördü kurumuş yapraklarda. Babasının yavaş ve düşüne düşüne ihtiyarlaması ve ellerini çekmesi dünyadan, ağabeylerinin Batı’da tükenişi bir karar doğurdu zihninde. Babasının, diğer oğullarını Batı’ya göndermesindeki hikmetleri sezdi önce. Sonra da, “Babam yaşasaydı, beni de gönderirdi elbet Batı’ya” diyerek yola çıktı. Babasından arta kalan manevî bir mîrastı azığı. Batı’ya vardığında vakit şafaktı. Yedinci oğul kararlı adımlarla yürüdü Batı’da. En büyük batı kentinin en büyük meydanında önce durdu ve yalvardı Allah’a. Değişmemeyi, ağabeyleri gibi yitip gitmemeyi diledi. Sonra bir ilham geldi ve olduğu yeri oymaya başladı. Batılılar hayretle etrafında toplandılar. Yedinci oğul kararlıydı, hiç aldırmadı bakışlara ve durmadan kazdı bulunduğu yeri. Sonra kocaman bir çukur oluştu önünde. Bir ağacın köklerinin toprakla buluşup, nefesini gökyüzünün derinliğinden içine çekmesi gibiydi, kazdığı o manidar çukurun içine girişi. Bu oğlun başındaki kalabalık büyümüş, devasa bir batılı insan yığınına dönüşmüştü. O zaman döndü ve 24
Sayı 11 sert ve kararlı ses tonuyla konuşmaya başladı batılılara: “Batılılar! Bilmeden altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek, toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum!’’ Onu kandırmak için boşuna dil döktüler. Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı, dayandı Bu acıdan yer yarıldı, gök yarıldı O nurdan bir sütuna döndü, göğe uzandı Batı, bu sütunu ortadan kaldırmakta aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalplerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar.’’ Batılılar böyle bir doğuluyla ilk defa karşılaşmışlardı. Böyle bir oğlun dik duruşuyla sarsılmışlar, sert esen, inançlı rüzgârında üşümüşlerdi. Yeni bir hamleyle etrafına toplandılar. Kandırmak için çok çalıştılar. Ağabeylerine kurdukları plânlardan, sundukları zehirlerden etkilensin ve o da değişsin istediler. Ne içki, ne söylevler, ne bohem hisleri etkiledi bu yedinci oğlu. Yedinci oğul aç durdu. Batılıların zehirli içeceklerine açlığı tercih etti. Kâinat o gence odaklandı. Doğu’dan misk-ü rayihalar getirdi rüzgâr, yağmurlar yıkadı üstündeki toz ve çeperleri. Yedinci Oğul, hiç şımarmadı, hiç taviz vermedi değerlerinden ve inancından. Nur yağdı üstüne, nurdan bir sütuna döndü zamanla. Batı’nın gözleri kamaştı bu nurlu ışıktan ve tatları acılaştı günahlarının. Çok uğraştılar ama nafile, kımıldatamadılar bu ‘’Doğulu Yedinci Oğulu’’. Sallandı ama yıkılmadı. Doğrunun peşindeydi hep ve doğru olanı gösterdi herkese. O kendiydi, değişmemişti, ötekileşmemişti. Doğulular tanıdılar bu has evlatlarını. Çocuklarına, gençlerine anlattılar ve misal gösterdiler, “En güzelini o gerçekleştirdi, hiç değiştirmedi kendini” diye. Artık o Doğulu hastaların şifa kaynağı ve Batılıların yenilgisiydi, bir de Doğulu olup da yeise düşenlerin ümit pınarı. Bana, bizlere, bu masalı, yaşadığımız dönemde değerli kılan başka yaşanmışlıklar var artık. Kendi ülkesinden
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Temmuz / 2020 sürgün edilmiş nice dimağlar var buradaki ‘’Yedinci Oğul’’da. Değerlerinden vazgeçmeyen, ayağı sabit olan, dürüstlüğünde ve insanlığında, özgürlüğü için canını yollara, nehirlere emanet edip uzaklara dağılan nice gönlü güzeller var. Batılılar bu kutlu yolculara kucak açtılar. Bilakis değiştirmek için değil, kendileri olmaları için her imkanı sağlayan konumdalar. Demek ki bağlam dediğimiz gerçekçi anlayışla ve ruh hâlimizle bize bunları çağrıştıracakmış her özgürlük yolculuğu. Zaruretin getirdiği hicret ve gurbetle, gittiği yerlerde hizmet etmek niyetiyle beliren nice oğullar var şimdi. Ülkesinde susan,susturulan kalemleriyle, şimdi gurbet diyarında yazanlara selam olsun! ‘’Yeni bir edebiyat doğuyor / Ülkemin insanlarına / Uzaklardan çok uzaklardan’’ diye haykırasım var şimdi. Yunus deyimiyle: ‘’Yaradılanı severiz Yaradandan ötürü’’ diyecek güzel insanlar var artık dünyanın her yerinde. Ne mutlu! Yaradanın emrine uyup da yaşadığı devri iyi okuyan kutlulara ve başına gelen kötülüğü güzellikle savanlara! Şimdi edebi bir devrin yeni başlangıcında, şairlerin yazdığı masallar olursa da, bu masallarda özgürlük ve tutsaklık temel çatışma olarak duracaktır karşımızda. Ne kadar ilginç değil mi? Bir zamanların değer yitiğimizi saklayan Batı ve Avrupa şimdi ‘’değerlerimizi yaşayalım’’ diye kucak açmış bize ve bir gün nice oğullar, evlatlar yaşanmışlıklara şahitlikleriyle bizi ülkelerinde anlatacaklar. Gerçekleri sert bir rüzgar uğultusu, keskin bir sesle haykıracaklar, etraflarındaki ‘’Doğulu’’ lara...
25
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Zeynep Gür
Temmuz / 2020
Sayı 11
Antalya’m
Antalya benim canım memleketim Ben seni memleketimden çok sevdim. Memleketimin yerine koydum. Antalya! Ne zaman kavuşacağım sana? Dayanabilir miyim hasretine o ana kadar? Hayallerimi süsleyen hep vuslat anımız. Denizinde yüzüp sahiline vurulayım Dağlarında koşup yamaçlarında yuvarlanayım. Nehirlerinde rafting Dağlarında trekking Denizlerinde swimming Saklıkent’inde snow boarding. Ah Antalyam ah... Teleferikle zirvelerine ulaşıp izlesem hârikalıklarını Döner Gazino’da çay içsem Konyaaltı’nda yansam Yaylalarında serinlesem. Ah şelalelerin ah Düden’den dökülen her su damlası gibi Dökülüyor senin için göz yaşlarım. Aksu’nun, Kumluca’nın ovalarında sebze oluyorum. Alanya’da muz oluyorum Korkuteli’nde mantar oluyorum. Ah Antalya’m ah Kaleiçi’nin dar sokaklarında kayboluyorum. Kesik minârenle yolumu buluyorum. Cumhuriyet Meydanı’ndan bakıyorum sana Aman Allah’ım bu ne güzellik? Marinada yatlar, Kaleiçi’nde konaklar. Tam arkamda bir ses Renkli, müzikli su gösterisi başlıyor gümbür gümbür. Dedeman’da falezlerde piknik yapsam. Uzaktan geçen teknelerin müzikleriyle şenlensem. Çakır’larda gözlemeni, kaşarlı bazlamanı yesem. Sokaklarını süsleyen turunçlardan reçel yapsam. Konyaaltı’ndan selam göndersem, 26
Sayı 11
Temmuz / 2020
Ses Dergisi
Karaalioğlan Parkı’ndan selamımı alsan. Topçam’dan denize girsem, Çaltıcak’lardan çıksam. Sarısu’da mangal yaksam, kokusuna kadınlar plajından koşup gelseler. Şöyle gözümü kapatıyorum Meltem’den kampüse gidiyorum. Atatürk Parkı’ndan seni seyrediyorum. Denizi, dağı, yeşili Beachlerden gelen sese kapılıp Varyant’tan aşağıya salınıyorum Gözümü kapatıyorum, Kapalı Yol’da alışverişteyim. Güllük’te simitçiden simit alıyorum. Aşağıya bırakıyorum kendimi, deniz havasına doğru Uncalı’da sessizliğin keyfini sürüyorum. Ahatlı’da, Gülveren’de öğrenci oluyorum. Kemer’deki otellerinde turist oluyorum. Yaylalarında yörük oluyorum. Ah Antalya ah Saklıkent’te karın Toroslar’da gezen keçin Olympos’ta ateşin Aspendos’ta tiyatronun her bir taşı Topraklarına gizlenmiş her bir tarih parçası ben olayım ben. Ah Antalya ah Her mevsim baharsın Bahara en güzel yakışansın. Yağmuruna dayanacak bot yok Güzelliğine doyacak insan yok Bu hasrete dayanacak yürek yok Senin güzelliğini anlatmaya yetecek bende söz yok.
Kültür-Sanat-Edebiyat 27
ESRA UYGUR
Temmuz / 2020
Sayı 11
Keşmekeş...
Bazen rüzgarın önünde savrulan yaprak gibi hissederken kendimi; Bazen büyük fırtınada dalgalara göğüs geren bir dalgakıran... Kayboluyorum bazen o dalgalar arasında, Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Bazen kurtuluyorum bata çıka... Bir gün her şeyi yok sayacak kadar dinginken, Bir başka gün dipsiz çukurun en kesif karanlığında buluveriyorum kendimi birden... Bir anda sevgi pıtırcığına dönüşmüş bana, kızgın bir sisin ardından bakıyor bir başka ben... Tüm imkansızlıklar içinden bir çıkış yolu bulabiliyorken, imkan içinde imkansız bazen... Zor şartlarda hayata tutunan yabâni orkidenin aksine, Nârin ve kırılgan, bir küstüm çiçeği sûretinde... Bir gencin ümidiyle tutunurken hayata, Bir ayağı çukurda ihtiyarın umudu asılı bazen boynumda... Bebeğin şen şakrak çığlıkları gibi umarsızca, Bir bakmışsın, günü dolmuş hastanın kasveti sırtımda... Tırtılın sabrıyla bekleyip kozada, bir kelebeğin ömrü ile yetinmek sonunda... Hangisi benim, çıkamıyorum bu keşmekeşten, Hangisi, siretteki sûret, “Ben” derken...
28
Sayı 11
KATRE
Temmuz / 2020
Belki De
Ses Dergisi
Zamanı katlayıp zamana Durmak gerek belki de. Belki bir gün batımında Son ışığıyla güneşin Tutunup bir ışıltıya Batmak gerek belki de. Hasret kurşun gibi ağır Sesim bana yabancı Hem herkesim herkese Hem hiç kimseyim kendime Bir gece yarısı uyanıp Özlem akarken gözlerimden Telaşsız şafaklarda Doğmak gerek belki de. Ya uzaktayım benden Ya içimde hapis Koza henüz örülmedi Dallar çiçekte Dizeleri eksik yolculuğun Tamamlamak için şiiri Kalmak gerek belki de.
Kültür-Sanat-Edebiyat 29
Temmuz / 2020
Sayı 11
Betül Aydan’dan
MUHTEŞEM’e Mektuplar 2
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
S
evgili Muhteşem, Mektubuma, içinde doğacak kelimeleri merak ederek başlıyorum. Hayatımın sessiz bir köşesinde oturuyorum şimdi. Kimseler sözümü kesmesin sana mektup yazarken. Zihnim ve kalbim sadece mektupla ve seninle konuşsun istiyorum. Sahiden insanın köşeleri var değil mi? Kimi keskin, kimi mülâyim. Gürültülü ya da suskun… Sonra çizgileri var, renklere mânâ yüklediği ve defterleri, çizgili, çizgisiz, kareli... Bugünlerde markete her gittiğimde yeni bir defter alıyorum. Uzaklara taşıyamadığım defterlerimin yerine kucağımda taşıyorum onları. Okuma notları, ders defteri, şiir defteri, günlük -ki ruzname demeyi daha bir severdimmasallar yazdığım defter, hikayelerimin doğduğu defter ve kelime defteri. Bir gün bu defterlerime tekrar kavuşur muyum? Köyde divanın altındaki kutuda beni bekler bulur muyum? Sonra hemen yanıbaşındaki eski kol çantamın içindeki mektuplarımı da kucaklar mıyım? Bilmiyorum. Bilsem bu kadar endişe etmem onlar için belki de… Bilmem nedendir? İçimde hep “Gurbete giden döner mi, dönmez mi belli değil bilirim. / Ben bir karaağaç gölgesi buldum cebimde ümitlerim” şarkısı söyleniyor sessiz sessiz. Ben mi söylüyorum bu şarkıyı, aslında onu da bilmiyorum Muhteşem! Bunu Levent Yüksel söylemiyor şimdi. Ben söylüyorum ya da içimdeki o eski sözcük defterim. “Çekingen Kelimeler” koymuştum, o zamanki hayat okumalarımın başlığını. Hangi kelimeler yoktu ki o sözlükte? Sıla, gurbet, vuslat, fîrak vardı. Eğer, ile, ki, ama, fakat, ümit, hayal vardı. Ortanca çiçeği, çıkrık, ceviz ağacı, yayla, su, toprak, ağaç, ay çiçeği, karınca, tarla, zeytin ağacı, yağmur, dua, eski ev, mektup, sevda, aşk, defter, kitap vardı. Ve daha bir sürü kelime... Muhteşem; Şimdi sen dersin belki: “Bu kelimelerde ne var? Bu kelimeleri herkes kullanıyor. Anlamlarını hepimiz biliyoruz!” Bildiğimiz ne çok şey var değil mi? Aslında bildiğimizi sandığımız... Oysa hepimiz için, her kelime ne kadar farklı bir yaşanmışlık taşıyor. Mesela her kelime benim için bir basamaktı. Yaşadığım her cümlenin ilk adımıydı kelimeler. Beni en çok da bir kelimenin başka 30
bir kelimeye taşıması mutlu ederdi biliyor musun? Küçükken masalları çok okurdum. Hayal dünyamda Hansel ve Gretel’in ormanda buldukları pasta ve çikolatadan yapılmış ev yerine, kelimelerden bir ev kuruyordum büyüdükçe. Öyle bir hayaldi ki, o evin duvarlarından seçtiğim kelimenin içinde yaşayacaktım. Ta ki öbür kelimeyi yaşamaya hak kazanana kadar. Beşikte sallandıktan sonra yürüyecektim adım adım. O kelimelerde benim için nice gizli hayat vardı. Kelimeler defterimde canlanırlar, kimseler duymadan benimle konuşurlardı. Ben kelimelerimle konuştukça susardım. Defterimle konuşurdum en çok. Yaşadıklarımdan kesitler vardı o defterimde. Bir yaz günü yaylada buz gibi içtiğim suda, içimle beraber dışımın da üşümesi vardı hem. “Eski Ev” de oturup sedirin üstünde, ta
Sayı 11
Temmuz / 2020
31
Kültür-Sanat-Edebiyat
Resim: /www.escrituraliteraria.org
Ses Dergisi
ovada kıvrılan nehrin hayal meyal beliren çizgisinde yüzen ip, gel... Bir de Ali vardı baş kahramanımız. Ali topu tutardı, hayallerim, ümitlerim vardı. ip atlardı, eve gelirdi. İlk okulum geldi gözümün önüne. Her İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür mü Muhteşem? Eskisi bayram neşesini kucağında hissettiğim... Güllerle çiçeklerle kadar ufuksuz, uçsuz bucaksız değil artık hayallerim. dolu okulumuzda buluyorum şimdi kendimi. Bir milli Başımı alıp giderken bile hemen dönesim var. Köyüme, eski bayram arefesi eşiğinde “çiçek toplama şenliği” yaşıyoruz. eve koşarak “geldim!” diyesim var. Olmayacağını bile bile Az sonra okulumuzun camları rengarenk olacak. Hayret hayallerimin üstüne çıkıp, korkularımın tepesinde zıplayıp, ediyorum ninelere, teyzelere, babaanneme ve yengeme. onlarla hemhal olasım var. Belki de ben hayal aleminin Saklambaç oynarken en çok onlar yakalarlardı bizi ebenin çocuğu olarak, büyüyemedim ve gerçeklerle yüzleşmekten yerine. Biz sobe demeden onlar bize derlerdi, elleri kulakkorkuyorum. Tezatları duygularımda, Kaf dağına tırmanır- larımızda ya da gözleri kocaman gözlerimizde. Bahçesinde casına yaşıyorum bazen. Ölümle tamamen durmuşken çiçekleri yaşasın diye, oraya bizden bir adım bile hayatım, bir köşede yaşamak oluyor bazen tek idealim. istemezlerdi. Çiçeklerini evlatları gibi sevenler bahçelerini Sonra da birden açıyorlardı bayram için bize. bir zaman kayması “Muhteşem, yaban olmak nedir bilir misin? Müsâde ediyorlar köy okulumuzu yaşıyorum. Kimi Yaban olmak... Bilmemek olduğun yerleri, çiçekleriyle süslememize. Hatta çok yakın, kimi çok havasına suyuna alışamamak. Sonra çekinmek kendileri de koparıyorlar çiceklerinuzak yaşanmışlıklarden. Yarın bayramda çiçeklerini herkesten, her şeyden. İçinden okumak şiirleri camları la, kelimelerime süslerken görecekler hem de sonra. ” dokunuyorum parmak son kez. Şiir okuduğumuz, okulun uçlarımla. Sahiden parmak uçlarımla değiyorum çok şeye. önündeki masada bir bardak suda canlı ve rengarenk Bak bu mektubu da onlar yazıyor. Bir aralar okuduğum duracak kimileri. Son kez değecek çiçekler gözlerine. Okulu şiir kitabında geçen dizeler var şimdi hafızamda: “Onların ve bahçesini kaplayacak çiçek kokuları. Gülümseyecekler parmak izleri vardır kendi cesetlerinde!’’ Ne kadar acı değil yine de. Eser sahibi, eserini görmekle teselli oluyor demek mi Muhteşem? Büyükler boşa dememiş ya: “Ne edersen ki. Son kez koklayabilse, dokunabilse de ona... kendine. Edersin kendi kendine!’’ Ama bak ben kendime Muhteşem, ben kelime defterimden en çok çiçekleri bir iyilik yapıyorum şükür ki, sana mektup yazıyorum. kokladım bugün. Kokularıyla, renkleriyle doğdular Konuşuyorum seninle. gözlerime. Kasımpatı, aslanağzı, gül, gelincik, kanarya, “Suskundu gözleri, dudakları suskundu / Dalmıştı uzaklara menekşe, ezan çiçeği, sümbül ve ortanca... Adımı öyle / Beklediği ya da özlediği birileri vardı / Anladım o bir koymuşlardı benim biliyor musun? Bir çiçek adıydı adım yabandı...” Üniversite okuduğum yıllarda bir dikdörtgen “Ortanca”. Şimdi koşup sarılmak istiyorum. “Ortanca” ahşapa yaktırmıştım bu yazıyı. Zanaatkâr, bu yazıyı ahşaba diye seslenenlerime. Ben işte bundan da çekiniyorum yazarken bana şöyle bir bakmıştı. En çok da “Yaban” Muhteşem! Onlara “ben geldim” dediğimde “Hoş geldin oluşum dikkatini çekmişti biliyordum. Ortanca(m)” diyemezlerse diye. Hem ben toprağa alnım Muhteşem, yaban olmak nedir bilir misin? Yaban olmak... değerek çok ağladım zamanında. Uzatacak elleri yerine Bilmemek olduğun yerleri, havasına suyuna alışamamak. topraklarını çok öptüm “Ortanca” diyenlerimin. Kelime Sonra çekinmek herkesten, her şeyden. Hep önüne defterimde “Ölüm” de durur hep baş köşede. “Sessiz bakarak yürümek. İçinden okumak şiirleri sonra. Kimseler Gemi”nin teselli dolu dizelerinde: “Birçok giden memnun bilmeden, duymadan yaşamak hayatı. Ne tuhaf değil mi? ki yerinden / Çok seneler geçti, dönen yok seferinden” diye Bir yalnızlık senfonisi gibi notalar birbirini kovalıyor okurken zihnimdeki şiir defterini. Gülümserim limandan hayatımda. Şehirler arası o günün yabanlığı, şimdi ülkeler nice sessiz gidenlerime. arası bir yabanlığa döndü. “Ülkendeki kuşlardan ne haber Muhteşem Dostum, vardır?” dizeleri şimdi ben “Sürgün Ülkeden…” gökyüzüne Bu mektup, bir bilinmez zamanda yaşadığım o gençlik bakarken daha da anlamlı olup doluyor içime. yıllarımın hatıra defterinden doğdu. Defterim Kelime Defterime hatıralarımdan bakıyorum bugün. Bana Defteri. Kelimeleri Çekingen… gülümsüyor kelimeler. Kelimeleri ilk defa ilk okulumda Defterimin ilk sayfasına ne yazmıştım biliyor musun görmüştüm ben. Yeni yıkanmış bir çamaşır gibi ipe asılı Muhteşem? “Benim kelimelerim çekingen. Annem gibi...” bakarlardı bize tahtanın yanından. Gül, al, tut, atla, oyna, Ya senin kelimelerin kime benziyor? Hiç düşündün mü?
Temmuz / 2020
Sayı 11
Bir Pazar Rüyası -2 Bugün günlerden pazar olsa Yıllardan doksanlar... Kucak dolusu sarılan Ayşe teyze’nin, Naftalin kokulu evi hâfızamda... Hâlâ çocukluğumun izleri duruyor onda, Sakızlardan çıkanları yapıştırdığımız duvarlarında. Sonra mavili parka gidişimiz babamla... Sanki o parkta canım hiç acımaz, Güven doluyor içim yanında. Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Elimden tutup götürüyor beni yine, Mahalle bakkalına. Tavana asılı çalı süpürgelerinin arasında, Gözüm yine horoz şekeri kutusunda. Leblebi tozunu üflüyorum hâlâ, bütün mavili parklara... Çember çeviriyor, elimde boyum kadar, kapkara bir lastik yuvarlıyorum İstanbul sokaklarında. Komşuların balkonlarda oluşu huzur veriyor rûhuma... Koşuyoruz yine hep beraber, sütçü teyzenin domatesli ekmek sırasına. Asma yaprakları dolanıyor cıvıl cıvıl sokağı bir baştan bir başa. Hanımeli kokusu, çocukluğum demek aslında. Ne çok oynardık altında... Hay aksi! Yine ağacın tepesinde akasyaları yerken, Yakalanıyoruz bekçi amcanın ıslığına. :) Ve bir gün daha bitiyor... Yarının heyecanı ve “Sofra hazııııır” nidâlarıyla Dağılıyoruz sıcacık yuvalarımıza. Hatırladıkça, hanımeli kokusu burnumda, Horoz şekeri avuçlarımda, Leblebi tozu tadı damağımda, Anılar hafızamda can buluyor... Bir lahzâ dahi olsa, İşte! Rüyam gerçek oluyor…!
32
Sayı 11 Temmuz / 2020
Ses Dergisi
Kültür-Sanat-Edebiyat
33
Esra Dolunay
Temmuz / 2020
Sayı 11
NERETVA
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Koridorun karşısındaki koltuktan meraklı bir soru geldi. Hemen cevap verip manzarayı izlemek istiyordum: -Sanırım Mostar’ı diyorsun, bir kaç kez resmini gördüm. -Biliyor musun eskiden evlenecek gençler cesaretlerini kanıtlamak için köprüden nehre atlarlarmış . Şimdi de bazı sporcular yapıyormuş bunu.
S
ol tarafta gördüğünüz Neretva! Güneydeki dağların eteklerinde doğuyor ve tüm ülkeyi geçerek Adriyatik Denizi’ne dökülüyor. Rehberi dinlerken kafamı, sarsılıp duran camdan kaldırıp dışarı çevirdim. Turkuaz ! Her tonunda ayrı hisler barındıran, bazen bir göl halini alıp tekrar yoluna devam eden Neretva Nehri! Tur otobüsünde, kıvrılan yollarda, sakin bir yerel ezginin ritmi ile ilerliyorduk. Arkalardan bir koltuk kapmıştım. Elimde “Saraybosna Blues” kitabı ve kulağımda bir ezgi... Etrafı izlemekten kendimi alamıyordum. -Bu nehrin üstünde kurulu köprüyü duymuştun değil mi? Koridorun karşısındaki koltuktan meraklı bir soru geldi. Hemen cevap verip manzarayı izlemek istiyordum: -Sanırım Mostar’ı diyorsun, bir kaç kez resmini gördüm. -Biliyor musun eskiden evlenecek gençler cesaretlerini kanıtlamak için köprüden nehre atlarlarmış . Şimdi de bazı sporcular yapıyormuş bunu. -İyi ki atlamam gerekmiyor o zaman. Dedim. Benim muhabbetim açmayınca yandakilerle muhabbete devam etti. Rehber anlatmaya devam ediyor, nehri takip eden yol, kıvrılarak ilerliyordu. Otobüs kimi zaman duvarları kurşun izleriyle kaplı evlerin önünden geçiyor, unutmayı değil hatırlamayı seçmiş delik duvarlı evlerin önünden... Kimi zaman ayağı aksayan bir adamın yanından, tombul 34
Neretva Nehri Bosna yanaklı çocukların arasından, ürkek kargaların altından... Kargalar! -Bu kargaların sesi ne hırçın böyle! -Bazılarının yaşı yirmi beşi aşıyor. Düşünsene! O vahşete tanıklık etmiş olan kargalar var belki burada. Yola ilk çıktığımızda söylemişti rehber bunu. Başka bir şey sormamıştım. Yollar geçiyorduk, sonra evler, çiçekli bahçeler, yeşil ağaçlar, muhteşem manzaralar... Beyaz bulutlar ve beyaz mezar taşları... Burukluğu, masumiyeti, insaniyeti geçiyorduk. En güzel çiçekler mezarlıklarda açardı. Burada her yer en güzel çiçeklerle doluydu. Aniden siyah bir karga sürüsü otobüsün camına üşüştü. Ani bir fren! Patlama sesi ve çatlayan cam...! Koyu bir duman içeriye doldu. Kendimi aşağı attım herkes gibi. İner inmez yoğun duman etrafı sarmıştı. Gözlerim yanıyordu. Bir el beni kolumdan çektiği gibi ileri attı. Atmasıyla otobüs büyük bir gürültüyle kızıl bir topa dönüştü. Sonra kulaklarımda bir çınlama ve sessizlik... Etrafta koşuşturan
Temmuz / 2020
Sayı 11
Ses Dergisi
Sustum...
Ayakları titriyordu, elleri ve gözleri... Tuzlu bir damlanın düştüğü yerde beyaz bir papatya farkettim. Oradan koparıp avucuna bıraktım. -Yaşayacaksın! Dedim. Bu tüneli takip edeceksin ve buradan çıkacaksın. Sustu... Ayağa kalkıp su dolu zeminde bata çıka yürüdü. Son kez bakıp seslendi: “Semezdin, benim adım bu!” Adımları devam etti. Tünelin sonunda kayboldu. Bir gürültü tepemde yankılandı. Karga sürüsü! -Neretva’nın kıyısında biraz dinlenmek için iniyoruz arkadaşlar ! Etrafıma baktım. Muhabbete dalmış gezi gurubu, sandviç kutusunu aşağı indiren rehberimiz, kulağımda açık kalmış ağır nağme ... ve kitabımın üzerinde bir papatya ! —————— ***Yazarı Semezdin Mehmedinoviç olan “Saraybosna Blues” kitabından bir cümledir. Savaşı yaşayan yazar, bu kitabında o dönemin duygularını şiir, anı ve öyküleriyle yansıtmış.
35
Kültür-Sanat-Edebiyat
insanlar... Yağan kurşunlar... Oyuncağı yere düşmüş bir bebek... Beni çekiştiren biri... -Neler oluyor, sen de kimsin? Bırak kolumu! -Görmüyor musun “Savaş! Çok kolay telaffuz edebildiğim bir kelimeydi... Şimdi gerçek anlamın ağırlığıyla dolu.” Acele et! Bu garip adamın cümleleri bana nedenini bilmediğim bir tanışıklık hissettirmişti. Kendimi karanlık bir mahzende buldum. -Neredeyiz? -Tünel burası. “Umut tüneli” Ellerimizle kazdık. Gizlice. Erzak, ilaç almak için. -Anlamıyorum. Ne yapacağız şimdi? -Göreceksin. Anlatacaksın. Yaşayacaksın! -Sen de yaşayacaksın! -..... ? -Herkes nerede? Tünelin ilerisine baktı. -Koca bir mezarlıkta yaşıyor gibi hissettin mi? Doğum ve ölüm yılı aynı olan yıllar yazdın mı beyaz taşlara? Kötü ve en kötü arasında seçim yapmak zorunda kaldın mı? Hangi çocuğundan vazgeçeceğini seçtin mi...?
Emir Akçaağaç
Temmuz / 2020
Sayı 11
YALNIZLAR
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Dünya dediğin bir dolu yalnızlık. Kendi gibi bir başına içinde tüm kalabalık. Öyle yollara pusu kurup beklemekte değil. Hepsi gülünecek kadar el ele muzdaripleriyle. Bazısı anne karnındaki bir bebek kadar yalnız. Onu hayata bağlayan ince bir kanal var, yok. Mecburen gözü tok. Biraz su, biraz kan, Çokça gürültü, daracık mekan. Ne yüzünü, ne gözünü aydınlatacak ışık var. Öylece bekler kaderindeki düğümleri, O kadar. Komadaki bir hasta gibi yalnız olanlar da var. Etrafında hâle hâle doktorlar, hemşireler, Aile efrâdı, arkadaşlar ama komadaki derin uykuda, Bambaşka bir yerde. Belki de değil. Zaman geçer, belki şifa gelir, Belki emir.
Kabir yalnızlığına ne demeli? Yerin altının sakinleri; Kimisi said, Kimisi şâki. Elde avuçta tek kalan, İçi dolu bir amel defteri. Peki dünyayı değiştiren bir kâşif mi daha yalnızdır, Tarihe yön vermiş bir lider mi? Hangisinin yalnızlığı daha değerli? En paha biçilmez yalnızlıklarsa Hiç olmayacak yerlerde görülmüş ya! Cennet çıkışında, gemi inşaasında, Kuyu dibinde, balık karnında,
36
Sayı 11
Temmuz / 2020
ve ÖTELER
Ses Dergisi
Bir de suda boğulan yalnızlar var. Gemilerine rüzgarlar üflemiş bed nefesler. Saçarak etrafa irinlerini, Ateş yalnızlığına mıhlayarak kaderlerini. O sudaki yalnızlar ise, olur da balık karnındaki Yalnızın sahilindedirler. Bir müddet sonra, bir ağaç gölgesinde. Ömür yalnızlığının kapanan perdesinde.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ey yığınlar içindeki yalnız! Ey eli kalem tutan yalnız! Mesele ve dahi netice yalnızlıksa, En değerlisini bulmalı. Kötülük fısıldayanla değil, İyilik emredenle kalmalı.
Çarmıh üstünde, mağara içinde. O yalnızlarla anlam bulmuş yalnızlık, Yokluk, Varlık. Bazen de yalnızlık bulur kendini, Müebbet hapiste, Bir mahkum hücresinde. Tik tak, tik tak. Saatleri, saniyeleri bırak, Anlara bak! Onun gibi yalnız mıdır sebebi olan irade? Hayır, hayır! Terazisi kırık o hükümler çoktan etrafını sarmıştır, Birer heyula olup. Hadi hücredeki yalnız, kuyudaki yalnızı bulur. Öbürünün ötede yalnızlığı nice olur?
Resim: pascalvinepoet.wordpress.com
37
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
S
Sayı 11
Dergiseverle
es Dergisi’ni ilk Atina’da duydum. Yasemin hocam -edebiyatsever arkadaşım- bana oraya yazı gönderebileceğimi söylemişti. Edebi hissiyatımı okuyup yazarak yaşayacağım bir mahfil, olarak “SES” i adres göstermişti. Amerika’ya geldim. İntibak sürecimde edebi dünyama dönmek de biraz zorlanmıştım. Sonra Ahmet... Ve gidişi. Ahmet’in ardından yazdığım şiiri “Ses”e göndermek düştü aklıma. Herhangi bir dönüş olmamıştı dergiden. Demek ki yayına uygun görülmedi, diye düşündüm. Türkiye’deki edebi dergilerden dönüt almaya alışık olduğumdan böyle bir beklenti içindeydim. Ramazan Bayramının ikinci günü apartmanımızda yangın çıkmıştı ve üçüncü kattaki arkadaş, kaderdaş ailenin dairesi tamamen yanmıştı. Biz de birinci kattaydık ve evlerimizi su basmıştı. Apartman tamamen tahliye... Korku, yorgunluk ve telaş içindeydik. Şükrümüz sağ ve sağlıklı olan canlar içindi. Kadim bir vefa ve muhabbetle çevrili dost, kardeş evinde zarurî bir kalış...O gece misafirlikte telefonumun şarjı dolunca elime aldım. Beni “Ses” le tanıştıran Yasemin hocam, mesajında “Ses Dergisi” nde şiirimi okuduğunu söylüyordu. Hiç aklımda yokken ve korku dolu bir günün gecesinde serin bir rüzgârda mutlu olmuştum. “Ses” dergisi sessizce gülümsetmişti beni. İki zorluğu bir arada vermeyen Rabbim, yaşamak için artık yeni bir ev ararken yazmak ve en önemlisi edebi bir dergi okumak için adres göstermişti. Yılınız kutlu, yolunuz açık olsun sevgili Ses Dergisi.
Tülay Yılmaz
38
Yorum
Sessizliğin hakim olduğu bu dönemde, ses olduğunuz, tükenen umutları tekrar yeşerttiğiniz ve bizler halen ayaktayız dediğiniz-dedirttiğiniz için teşekkür ederim. Ses Dergisi Kanada ailesi, 1. Yıldönümünüzü tebrik ederim. Tuğba Orçan Demirok
1. Yılını dolduran SES’imiz inleyen gönüllere Ney olsun, sevdalara SES olsun, buruk yüreklerin çağlayan dili olsun... Hep beraber nice yıllarımız olsun... Handan Tunç Dünyanın dört bir yanındaki yazar ve şair kadrosuyla sessiz çığlıklara “SES” olan, yankıları okyanuslar aşıp kıtalar arasında dolaşan, edebiyat dünyasında biz de varız diyen, özgür kalemlerin sesi, okurların gülen yüzü, SES DERGİSİ’nin 1. Yaşı kutlu olsun. Yasemin Tatlıseven Bestesinde bütün notalar nağmelensin diye, bütün renkler umudu çizsin diye ve İnsana dair güzel olan hiç bir şey sessiz kalmasın diye dergimiz Ses`e nice yıl dönümleri dilerim... Katre
Temmuz / 2020
erin
m Köşesi
Zamanın hızına ayak uydurmanın zor olduğu vakitlerde bu hızla akan mefhumun içine bırakılmış kelimelere ses olmaya başlayalı bir yıl oldu. İnanması zor ama dergimizin birinci yıl dönümü ve bizler farklılıkların zenginlik olduğunu bu bir yılda sizlere duyurmuş olduk. Dergimizin ilk yıl dönümünde daha nice yıl dönümlerini sesinize ses olarak kutlayabilmek dileğiyle. Seyfullah Sacid
İçimizdeki bestenin güftesi oldu ‘Ses’. Ve şimdi 1 yıl ile yıllara meydan okurcasına yankılanacak her yanda. Ses’imizin 1. yıl dönümü kutlu olsun. Aşk-ı Saadet Bir dergi var artık hayatımda. “Ses” isminde. Sanki bir edebiyat sergisi var içinde. Her sayfa bir edebi sunum gibi. Edebi söylevler var her türde. Hayatın meşakkatli zaman dilimlerinden yorulduğumda bir “Ses” sayfası açıyorum önüme. Bu şiir de olur, öykü de, deneme ve makale de olur, hatıra da. O gün hangisi gözlerime düşerse nasibimdir, diyorum. Yazılanları okuyor, seslendirilenleri dinliyorum. Dinliyorum. Edebi nefesler, ruhuma iyi geliyor. Birinci yılınızı tebrik ediyorum. Nice yıllarda okunmanız dileğiyle. Canan Duyuş
Kültür-Sanat-Edebiyat
Bir gün can pazarında bir ses duyuldu. Uzaklardan çok uzaklardan gelen bu ses ruhuna, aklına ve tabi canına özgürlük vadediyordu. Fikrin ne olursa olsun yeter ki edebi bir söyleyişin olsun, söylenecek bir sözün çıkarmaya cesaretin olan bir sesin olsun. Şimdi gecelerde uykusuzum yine eskisi gibi ama aklımdan sızan fikirlerimi yazacak, tartışacak, geliştirecek bir dergi için. Feryadı içinde düğüm düğüm olanlara Ses olduğu için Ses Dergisi ekibine teşekkür ediyorum. Zeynep Gür
Birinci yılımız kutlu olsun. Farklı çizgilerin kesiştiği yerden çıkan sesi devam ettireceğiz :) Özgür, güçlü, umutlu nice yıllara ... Teşekkürler Ses Dergisi. Esra Dolunay
Ses Dergisi
Herkese kucak açan ahengiyle, duygulara tercüman olan satırlarıyla, okurlara ulaştıran geniş yankısıyla, tarihe izdüşen rengârenk melodisiyle, yeni kalemlere umut veren türküsüyle, 1. yılını dolduran SES DERGİSİ’ne, gönül veren, emek veren herkesi kutluyorum. Daha nice başarılarla yolu açık, okuru-yazarı bol olsun. Bu “SES” herkese iyi gelecek...! Sinem Der Ki
Sayı 11
“Bir hareketin en anlamlı karşılığıdır, ses. Titreşime bir anlam yükleyebilmenin, ‘burada sizinleyim’ diyebilmenin... Hâsılı, sayıklamaktan fazlası, aksiyonun adıdır. Zamana derinlik katan kelimelere, cümlelere, nice hayaller nice hayatlar ve umutlar sığdıran Ses’in 1. yılı kutlu olsun. İstikamette daim ve kaim olması dileğiyle... Rümeysa Y
39
Seyfullah Sacit
Temmuz / 2020
Sayı 11
ZİNDAN ÜLKESİNDEN
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
“Zindan denilen kavramı, var sen anlamlandır artık. Kimine fiziksel bir bina, kimine nefsin esareti… Kimine tüm dünya bir zindan, kimine ise bir belde… Ayrılık acısını tattım demek isteyen varsa bir yol… Dünyası zindan olana ayrılığı sor…”
Z
amanın ağırlığı, zemin hareketine inat ağır ağır ilerliyor. Her an bir ömür uzunluğunda, her gün sonsuz sanki bu girdabın kıyısında. Kara bir delik misâli, etrafındaki her cismi zamansızlığa sürükleyen bu durumu, zaman olgusuyla açıklamakta hayli güç. Yağmur yağıyor. Gelecek olan büyük bela öncesi bir sessizlik kaplıyor içimi. Kimseye anlatamadığım, anlatsam da kimsenin anlamadığı bir tûfan yaklaşıyor. Fark ettiremiyorum. Artık bunun için çaba bile harcamıyorum. Kimseye suç bulamam. Belki ben idrâkinde olduğum halde gereğini yerine getiremiyorum. Evet, gereğini yerine getirmiyorum. Her yapılan şeyin ardından beni bu hâle sürükleyen şey nedir? Sabahın ilk ışıkları da aynı artık, gecenin karanlığı da… Her gün vaktin ağırlığı içinde boğulmaktan kurtulup ümit seli olamamak... Hâl-i Efkan denilen şey bu olsa gerek... Gök, gürültüsüyle beni kendime getirmeye çalışsa da o da bir işe yaramıyor. Yine bohemlik denizi içinde huzur arıyorum. Çoğu zaman bulamadığımda uykuya dalıp rüyâlara sığınıyorum. O da bir işe yaramıyor. Bir dua serinliği aradığım günün ve gecenin içinde, 40
uçup gitmek isteyen gönlümün göğüs kafesi içinde nasıl da zindan hayatı yaşadığımı görüyorum artık. Takıldım kaldım. Olduğum yerde kımıldayamıyorum. Suskunluğum ve aldanışımın sonucunda, zamanın durduğu bir an misâli ya da yaşadığım her şeyi tekrar tekrar yaşıyormuşum gibi bir mihverin ortasında bekliyorum. Ne gidebiliyorum ne de kalabiliyorum. Her an yer değiştirme isteğim sadece dünyaya ait. Ben rûhumla seyahat edemiyorum. Göğüs üzerindeki kemiklere neden kafes denildiğini şimdi daha iyi idrak ederken, bende bir ütopya hâlini almış olan ümit ülkesine bir adım dahi atamıyorum. Hasretim, çocukluğumdan kalma birçok mânevi ilhâmın arayışında. Özlemim, kara bulutların ardından gelen masmavi gökyüzünün ümidini taşımakta. Hüznüm, geceye katran çalmış, acı içinde kıvranan ruhumun ıztırabına kezzap sunuyor. Ben burada kalmaktan korkuyorum. Ben, ayrı kalmanın en acısını tadanlardan biriyim. Ayrılık acısını dünyalık bir şey sananlar, o acıyı tam mânâsı ile tatmamıştır. Ayrılık geceye düşülen birkaç notla anlam buluyor bende… Bu hâl, zindan ülkesinde özlemi, beklemeyi,
Temmuz / 2020
Sayı 11
N BİR KAÇ NOT-2 ümidi, yeis’i ve daha birçok duyguyu içinde taşıyor. Parmaklıklar ardında bir pencereden dışarıya bakarken hissettiğim tüm duygular ayrılığın içinde. Zindan denilen kavramı, var sen anlamlandır artık. Kimine fiziksel bir bina, kimine nefsin esareti… Kimine tüm dünya bir zindan, kimine ise bir belde… Ayrılık acısını tattım demek isteyen varsa bir yol… Dünyası zindan olana ayrılığı sor…
Ses Dergisi
Son demde, Sezai Karakoç’tan bir kaç mısra düşerim dua niyetine. “Ey sevgili En sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim…”
Kültür-Sanat-Edebiyat
Writer Drawing Writing /m/02csf Cartoon - Clipart - SVG / PNG / PDF / WMF
41
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
TUGAY YALÇIN
Temmuz / 2020
Z
ŞİİRLERLE HASBİHÂL YERY
aman eskitiyor. Güzellik anlayışı değişiyor; ama bilinen ve değişmeyen bir şey varsa oda, şiir okuyanların güzel düşünceler ve umutla geleceğe bakmalarıdır. Neden mi? Şiir okuyabiliyorsanız böyle bir zamanda, türkü söyleyebiliyorsanız ve hele de çayınızı demli, az şekerli veya şekersiz yudumlayabiliyorsanız… Hele de her yudumda içinizde bir hasret tülleniyorsa, yüreğinize gam kervanı çadır kuruyorsa, dostlarınız yâdınıza geliyorsa, “ah memleket” diye bir ses kulaklarınızdan gönlünüze sızı oluyorsa ve çayınızdan tüten dumana saklıyorsanız gözlerinizin buğusunu... Kusuruma bakmayınız amma siz bir gönlü güzelsiniz. Bugün sizinle bir şiirin hasbihâlini etmek istiyorum. Sosyal medyada dolaşırken denk geldiğim, “Haydar Ertem” diye bir beyefendinin seslendirdiği, seslendirmeden çok haykırdığı veya bana öyle gelen bir şiir... Tevâfuktur ki; “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar!” diyen Yaşar Kemal’in cenaze töreninde okunuyordu. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” Yani Adnan Yücel’in insanların gönüllerine şifa olsun diye kaleme aldığı güzel bir şiir. Diyeceksiniz belki; “Ee hocam bunlar...” Demeyiniz lütfen, eğer gönül ortaya konarak bir kitap yazılıyorsa, satırlar dökülüyorsa ve o satırlar güzel olanı bilerek veya bilmeyerek sînenize duyuruyorsa demeyeniz... Hele de sizin gibi gönlü güzellerin diline yakışmayacak şu-cu, bu-cu... Zîra bizim işimiz kimsenin ne siyasetinde, ne görüşünde, ne inancında, ne de parasında, pulunda. Bizim işimiz bu insanların önümüze, gönlümüze koyduğu satırlarla... O yüzden ben bu yazıda kimdir, nedir, necidir bakmadan, satırlarla hasbihâl etmek istiyorum ve tabi işi biraz daha ileriye götürerek bu şiiri şâirinden 42
Sayı 11
“Aşksız ve paramparçaydı yaşam, Bir inancın yüceliğinde buldum seni, Bir kavganın güzelliğinde sevdim. Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürec Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
bağımsızlaştırarak, kendimce, gönlümce konuşacağım. Gönül ve güzel isimlerini de sık zikredeceğim. Yine bu iki güzel kelimeyi de sevgili dostlar, kimse sizden daha iyi bilemez veya yaşayamaz, hissedemez. Öyle ya, her
Sayı 11
Temmuz / 2020
L-1: YÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK
“Aşk demişti yaşamın bütün ustaları, Aşk ile sevmek bir güzelliği Ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. İşte yüzünde badem çiçekleri, Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar… Sen misin seni sevdiğim o kavga? Sen o kavganın güzelliği misin yoksa...” “Aşk” sihirli bir kelime. İnsanı aldatan da kâmil yapan da aynı duygu. Yaşamın bütün ustalarınca; nice satırlarıyla yüreklerimizi titreten şâirlerce, bir romanın iki kapağı arasına koca koca dünyaları sığdıran yazarlarca,
“Bir inancın yüceliğinde buldum seni, Bir kavganın güzelliğinde sevdim. Bin kez budadılar körpe dallarımızı, Bin kez kırdılar. Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz, Bin kez korkuya boğdular zamanı, Bin kez ölümlediler… Yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz! Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek, Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri, Suyun ayakları olmuştur ayaklarımız, Ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
43
Kültür-Sanat-Edebiyat
Öyledir dostlarım... Bir bakınız etrafınıza. Nasıl buldunuz ailenizi, sevdiklerinizi, sizi siz yapanları, gönlünüzün tam ortasına bağdaş kurup muhabbet sofranızdan kaşıklayanları? İnançların en seçkini değil midir, bunca nimetin sebebi hikmeti ki imtihanlar da, kavgasını verdiğimiz dava da bir ayrı bir nimettir? Evet bu kavganın güzelliği sımsıkı tutmuyor mu birbirimizi? Bu kavgada daha çok gönüllerimiz çarpışıyor, çarpıştıkça insanın kendine, insanın eşine-dostuna, insanın denizin mavisine muhabbeti arttıkça artıyor hani... Daha çok seviyor, daha anlamlı seviyor. Sevmeyi biliyor yâhut yaşıyor ve güzel nâmına koşturan herkes bilerek yâhut bilmeyerek yeryüzünü aşkın yüzü yapmak için gayret etmiyor mu? Öyleyse gönlü güzel olanın kavgası bitmez kardeşim, tâ ki yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
nağmelerinin arasında yüreklerimizi eriten bestekârlarca, müzisyenlerce aşktır her güzelliğin müsebbibi veya kaynağı. Gönüllere-zihinlere rehberlik eden onca âlimlerce; öyle ki Yunus misâli, Mevlâna misâli, aşk-ı hakîkinin bayraktarlığını yapmış nice aşk ustası gelmiş, geçmiştir şu dünyadan ve her biri ya bir şiir, ya bir kitap, ya bir-iki çift kelam bırakmıştır gönüllerimize birer miras, nefes. “Kâinatın mayası sevgidir!”, aşktır. Hâsılı güzel olanın ardında her dâim bu duygu vardır. Amma bu güzel duygunun nasıl kullanıldığı; kullanmak demeyelim de insanın nasıl sevdiği ve neyi sevdiği önemlidir. Hani gönül sermayesi bu dünyanın nâmına kirlenirse geriye hırs kalır, para pul sevgisi, mal mülk deliliği kalır, makam-şöhret hastalığı kalır... Yani zehirlenirsiniz, su misâli akıp giden, daha dün gibiydi denilen yıllar hebâ oluverir. Öte yandan önce kendini sevmeli insan, önce kendi kıymetini kendi bilmeli, sonra gönlünde biriktirdiklerini; sımsıkı sarılmalı dostlarına, ailesine, yoldan geçerken uçan bir kuşun veya misk gibi kokan bir çiçeğin farkına varmalı ve sevmeli. Alabildiği nefesin, önündeki nimetlerin, dibindeki veya bir telefon kadar yakınındaki sevdiklerinin, kendine dua edenlerin farkına varmalı ve bunları vereni sevmeli.
Ses Dergisi
cek
kelimenin kendine has mânâsı kadar, rûhu da vardır. Görüp okunmaz da hissedilir içerde. “Aşksız ve paramparçaydı yaşam, Bir inancın yüceliğinde buldum seni, Bir kavganın güzelliğinde sevdim. Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık, Törenlerle dikilirdik burçlarınıza… Türküler söylerdik hep aynı telden, Aynı sesten, aynı yürekten… Dağlara biz verirdik morluğunu, Henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...” Dostlar, şunca çekilen sıkıntının, savaşların, zulümlerin, tir tir üşüyen gözyaşlarının, bir kenarda kimsesiz ölümlerin, açlıktan bayılıp düşmelerin sebebi hikmeti sevgiyi bilmeyen, tanımayan, tatmamış talihsizler değil midir? Bir yerlerde mektebe gitmesi gerekirken iş peşinde koşan masum çocukların, bebeğine emzirmesi gereken sütü toprağa sağan acılı bir annenin, tüm ailesini umuda diye koşarken Meriç’in sularına emanet eden, aklını yitiren bir babanın... ve daha nicesinin sebebi sevgi bilmeyen, gönül sermayesini hırslarla, çirkinliklerle, zulümlerle, vahşiliklerle doldurmuş insanlar değil midir? Öyle ya gencecik fidanların dalları kırılıverdi, gönüller kırıldı, kemikler kırıldı, insanlık kırıldı... O yüzdendir bu kavga güzel dostlarım. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek durmamalı insan. Sevmeli, sevgiyi yaşamalı ve gözlerinden okunmalı ışıltısı ve öğretmeli insanlara sevmeyi, tattırmalı... “Saraylar saltanatlar çöker, Kan susar birgün, zulüm biter. Menekşelerde açılır üstümüzde, leylaklarda güler. Bugünlerden geriye; Bir yarına gidenler kalır, Bir de yarınlar için direnenler... Şiirler doğacak kıvamda yine, Duygular yeniden yağacak kıvamda… Ve yürek imgelerin en ulaşılmaz doruğunda! Ey herşey bitti diyenler! Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler! Ne kırlarda direnen çiçekler, Ne kentlerde devleşen öfkeler, Henüz elveda demediler. Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” Bakınız koca tarihe, nice sultanlara, şahlara kalmadı dostlar bu dünya ve kalmaz. Kendini ölümsüz sana firavunlara, tarihin tozlu sayfalarında lanetlerle anılanlara kalmadı bu dünya... Bakmayın siz şimdilerde dünyada cellat gibi gezen, bakışı kirli, ağzı kirli, dili kirli talihsizler gürûhuna. Gidecekler. Zulümle, gözyaşıyla, insanların acılarıyla, 44
Sayı 11 daha doğmamış yavrucakların haklarıyla kurulan saltanatlar elbet çökecek ve çökmeye de mahkumdur ve bu günlerden geriye her şeye rağmen sevginin, aşkın, muhabbetin rehberliğiyle direnenler kalacak. Yarınlara, şimdilerin saltanat sofralarının artığıyla beslenenler, yüzlerinde koca bir utanç, yüreklerinde koca bir karayla gidecek... Yarınlara, asıl en çok hak edenler, yeryüzünü aşkın yüzü yapmak için dişini tırnağına takanlar, her şeye rağmen güzel olanın savunucusu, güzel olanın bayraktarı olanlar kalacaklar. İnadına tebessüm edip, sabrın kahramanlığını yapan, nice gönüllerin ellerinden tutanlar, insanlara umut olanlar kalacak, yarınlar için attığı her adımda bir şiir, her güldüğünde bir gül, her konuştuğunda nefes olanlar kalacaklar. Şiir de, türkü de hüzünden, efkardan, aşktan, muhabbet de... Hâsılı gönülden beslenir. Nice türküler yakılacak, nice şiirler, güzel kelamlar yazılıp ses olacak... Gönlü güzellerin gönül bahçelerindeki çiçekler asla solmaz, solmayacak. Öfke, kin, nefret uzak dursun, bizim dostlarımızın gönüllerinde sevgiler devleşecek ve ancak gönlü güzeller iyileştirecek, şifa olacak bu koca dünyaya. Koca koca devletlerin, zenginliklerin yapamadıklarını yapacak ve yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek savaşacaklar. Öyle dostlar... Dur olmamalı, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek koşmalı, dinlenmemeli, yorulma bilmemeli, koşmalı... YERYÜZÜ ER YA DA GEÇ, ÖYLE VEYA BÖYLE AŞKIN YÜZÜ OLACAK…!
MİNE AKDEMİR
Temmuz / 2020
açıncı kez tırmandım bu taş merdivenleri bilmem? Ne çok hüzünlü adımla aşınıp çökmüş omuzları? Ve takiben elele tutuşup, karşılıklı dizilmiş servilerin baş eğerek buyur ettiği taş yol. Ne tarafa baksam renk renk çiçekler. Onlar ve bastığım taşların arasından baş vermiş otlar. Çaresiz suskunluğun, teslim olmuşluğun “Gökkuşağıydı kapımız, yedi renkti doğasına inat, hayatı hatırlatan. kalkanımız, koymazdı içeri ne gam Aralarından geçiyorum. Hiçbiri yol göstermeye, ben de sormaya ihtiyaç ne de mazarat. Dış kenarında kalırdı duymuyoruz. Zaten öyle âşinalar ki adımlarıma... Yağmuru, karı, kurumuş hepsi akşam eve dönüşlerde.” çırpıları, yeşil otları defalarca, mevsimlerce çiğnediğim ve beni yüklendim hepsini, hiçbiri öksüz değil artık. Ne tatlı götürdükleri son noktayla buluşturan şu adımlarıma... bencil yasakların vardı. Anahtarım işe yaramazdı, sen Ben uyuyan, uyanmışların arasında, küçük toprak daha önce açardın o kapıyı. Ve hep gıcırdayan, gelişimi yola sapıyorum. Birbirine komşu tümsekler geçiyor sırayla haber verdiği için yağlamama iznin yoktu bahçe gözlerimden. Kimi çıplak, kimi bembeyaz surlarla kale kapısını. Sen öyle isterdin. gibi kucaklanmış “Ser gitti, sırrı vermeyelim” der gibi. Ve Seni çok özledim. Sözünü tutmadın, çabuk bazılarına Firdevsî güzellik lütfedilmiş renk renk. Bir diğeri pes ettin. Oysa ne çok yarım kalmışlık bıraktın gârib, çıplak ve yalnız. Gerçek ahvâli göstermez hiçbir göze, içimde. Kül tablasında unutulmuş tütün gibiyim. ses etmez hiçbir kulağa. Hep birlikte bekleşirler son sabahı Çekilmemiş nefeslerimin küllerini bıraktım. Zaten ki ya Reyyan kapısında ya Hümeze yamacında. sensiz tamamlanacak ne kaldı ki? Kim bilir ne zaman kondu bu papatya demeti üzerine? Sonbahar gidişindi. Baharları da götürdün Kurumuş ve kendini unutturmuş? Kim bilir hangi vefalı yanında. Peki ya ardında bıraktığın şu puslu kışım el ıslatmış damarlarını toprağının diğerinin? Kim bilir neden hâlâ gülümsüyor ki bana? şu serçe kaçıncıya yudumluyor suyunu ayak ucundaki kâsesinden? Ve ben, kim bilir yüklendiğim ağırlıklarımla unutulmuş tümseklerin arasından kaçıncı kez geçerek bulduğum, 45
Kültür-Sanat-Edebiyat
ezelimin tatlı hatırası, ebedimin keskin mührü o son kapıya? Ve ben, yine sessizce iliştim beyaz surlarının ayak ucuna. Yine sana geldim. Nâfile ki yine sessiz kalmayı seçeceksin biliyorum. Olsun, yine de biliyorsun ya buradayım. Üzerinde yine yabâni otlar bitmiş. Onlara kızmıyorum, biliyorum kökleri senin avucunda, sen uzatıyorsun bana. Sana bugün menekşe getirdim, sen en çok onu severdin. Penceremizin önündeki menekşelerin gibi. Hani şu, bir sulama süresince muhabbetini benden çalan menekşeler. Artık sitemim yok onlara. Mahcubum. Yerini tutamadım, beni senin gibi dinlemiyorlar. Zaten diyeceğim ne var ki? Gökkuşağıydı kapımız, yedi renkti kalkanımız, koymazdı içeri ne gam ne de mazarat. Dış kenarında kalırdı hepsi akşam eve dönüşlerde. Sabah yine yüklenmek için beklerdi beni. Gittiğinde gönüllü
Ses Dergisi
K
ZİYARET
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Hüseyin Odabaşı
Temmuz / 2020
H
ayvan Çiftliği” kitabı, diktatörlüğün reddiyesi, tenkidi ve roman şekline girmiş kritiğidir. Machiavellin “Hükümdar” eserinde anlatılanların antitezidir. İkisi aynı şeyden bahseder. Biri diktatörlüğü tavsiye etmiş, diğeri tenkit ve terdit. Gerçi Cemil Meriç’e göre Machiavell de bir nebze masumdur. Zaten herkesin pratikte yaşadığı diktayı, objektif olarak anlatmıştır. Zamanın şartlarına göre, iktidar ve muktedir olmak için acımasız ve sinsi olmak gerekmektedir; fakat ne olursa olsun Orwell, “Hükümdar”la tersine çevrilen hakikâtleri, bir takla daha attırarak, yerli yerine koymaya çalışır. Üstelik “Hükümdar”, Orwell’in söylemlerinden anladığımıza göre, “Hayvan Çiftliği”nde isim vermeden tenkit ettiği Stalin’in el kitabıdır. Neticede Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabında tenkit ettiği diktatörlüğü, Machiavell “Hükümdar”ında prenslere (idarecilere) tavsiye eder. Bu kitabın ilgi alanları nerelerdir? Her idare eden ve edilen, aile, cemaat, cemiyet, fabrika okul, belediye velhâsıl hükümetler bu kitabın muhatabıdır. Belki Orwell “Hayvan 46
Sayı 11
Hayvan Çiftlikleri ve Diktatörlük Çiftliği” kitabını komünizm Rusya’sını tenkit etmek için yazmış olabilir; fakat romanda kullanılan üslup her idareye her yönetime küçük olsun büyük olsun hitap eder. Orwell’in tenkidini yaptığı diktatörlük, içinde bulunduğumuz cemiyetlerde, cemaatlerde hatta belediye idarelerinde de yaşanabilir, karşımıza çıkabilir. Zalimlerin ayak oyunlarına gelmemek ve onların zulmederken kullandıkları metotları şak diye tanıyabilmek için bu tür eserleri özümseyerek bilinçlenmeliyiz. Hiç bir topluma diktatörlük havadan gelmez. Diktatörlük önce taş taş döşenir. Haklıya hakkını vermemekle fitili ateş alır. Memurlar ise zulmün taşıyıcıları, garsonu ve dahi ihtilâlin el bombasıdır. Gelir dağılımında adaletin olmadığı yerler çok geçmeden havaya uçar. “Çok geçmeden” ilâhî mühletin adıdır. “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” ya! Romana göre, işçilerin hayvanları aç bıraktığını fark etmeyen çiftlik sahibi sarhoş Janson’un gafleti de eklenince, hâk arama içerikli isyan, dev bir adım daha atar. İhtilâl için daha mühim unsur vardır; rahatsızlık... İngiltere’nin bu çiftliğinde yaşayan hayvanlar, insanlardan ve yaptıklarından rahatsızdır. Değişim bu rahatsızlıkla başlayacaktır; çünkü talihini değiştirecek olanların, önce
talihinden rahatsız olmaları gerekir. Rahatı yerinde, memnun ve müreffeh olanlar neyi, niçin değiştirsin ki? Onlar için değişim felaketin diğer adıdır. En nihayet, el birliği ile dayanışma içerisinde hareket eden hayvanlar, taarruz ettikleri insanları çiftlikten
Temmuz / 2020
Sayı 11
“Hayvan Çiftliği” kitabı, diktatörlüğün reddiyesi, tenkidi ve roman şekline girmiş kritiğidir. Machiavellin “Hükümdar” eserinde anlatılanların antitezidir
47
Kültür-Sanat-Edebiyat
temizleyerek yönetimi ele geçirirler. Diktatörlük önce sûret-i haktan gelir. Toplumun ihtiyaçlarını giderecek bir sürü hayırlı ve parlak işler yapar. Kredi kazanır, toplumun sevgilisi olur. Zamanla tedbiri elden bırakan halk da teslim olmakta bir beis görmez. Mesela yolların yapılması veya vatandan düşmanın kovulması itibar üstüne itibar, kredi
Ses Dergisi
üstüne kredi sağlar. Tam da “aşkın gözü kördür” denilen noktaya veya kıvama erer toplum. Sevdiklerimizin ayıplarını görmeme eğilimi vardır ya hani! Bu durum, sevdiğimiz idarecilerimizin hatalı ve ayıplı hallerinin gözümüze görünmesine ve hâliyle yanlışlarının frenlenmesine mâni olur. Hele tevil hele tefsirlerimiz!... Diktatörlük, meydana gelen şerleri bile, hayra tevil ve tefsir eden ortamlarda yaşam alanı bulur. “Böyle bir hatayı, yanlışı yaptıklarına göre bir bildikleri vardır muhakkak.” diyerek, zalimin mazlumu inletmesi kulaklarda ney etkisi yapar. Dikta nerde başlar? Daha doğrusu kendini gösterir, görünür hâle gelir? Dikta, halkın gâfilâne teslimiyet göstermesi sonucunda gücüne güç katan idarecilerin itibar ve iktidârı, kanunlarla aynı seviyeye geldiğinde başlar; artık sınır aşılmış eşik geçilmiş demektir. Nur topu gibi zorbalık kucağımızdadır. Derken anayasanın kanunları “Kanun benim”e döner veya “Hayvan Çiftliği”nin samanlık duvarına anayasa diye yazdıkları “Yedi Emir”in her maddesini, zamanla koca sineklerin örümcek ağını deldikleri gibi, idareci domuzlar delip geçerler. Hukuk ve kanun engeli ortadan kalktığında idare edilenleri, idare eden güç sahiplerine karşı koruyacak kalkan, yok edilmiş demektir. Bu durum, nerede duracağı belli olmayan büyük bir zulüm ateşinin tutuşturulması anlamına gelir.
Zeynep Kayadelen
Temmuz / 2020
Sayı 11
Sığıntı Bir zamanlar ihaneti bilmezdim. Ilık rüzgârları yüzümü okşardı yurdumun. Simit kokan sokaklarında yürürdüm, bir kenarda bitivermiş bir papatya kadar masum ve oraya ait... Çocukluğum yankılanırdı gökyüzünde.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Her mevsimini ezbere bilirdi tenim. Güneşlerim vardı kışın bile ısıtan. Türküler dinler, demli çay içer, daha güzel günleri düşlerdim. Hoyrat bir rüzgar esti birden, savruldum çok uzağa, anasından ayrılmış bir bebek gibi. “Sığıntı” diyorlar adıma... Dilim tutuk kelimelerim kaldı ardımda. Sanırım yaşarken ölmek böyle bir şey. Senin için üzülenler var, evini eşyanı paylaşırken... İhanet yaftası boynumda, belim bükük. Bir daha görür müyüm köyümü? Annemin mezarını sular mıyım bir daha? Eski günler gelmez bilirim geri. Umudumu bırakmadım ardımda neyse ki... Çay içmekten vazgeçmedim...
48
Sayı 11
Temmuz / 2020
Medine Yıldız
EN SEVDİĞİMİN HİKAYESİ Vakti geldi... Doğmadan güneş anlatmanın. Karanlıktan bahsetmenin. En zifirisine ulaşmanın vakti geldi belkide. En can alıcı yerinden bitmenin,
Ses Dergisi
Nefesin saniye saniye ikilemesinin, uzun yıllar alamayacağını anlamanın. Vakti geldi kana bulanmanın. Dibine kadar düşmenin ve yalvarmanın. Avaz avaz bağırmanın, seslerin bile kısılmasının olduğunca...
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ben bilmem bu hisleri. Duyduğumdan anlatmanın, Gördüğümden kanıtlamanın, Tuttuğumdan bu yemini, bozulmadan. Vakti geldi yazmanın... Kalemin kırılmadan çizdiği, Sönüp gitmeden lambalar, Daha tazeyken kokusu sayfaların, En sevdiğimin hikayesini yazmanın vakti geldi şimdi... Çok umutlu yılların karşılığıydı O... Eskisini de yenisini de aynı yaşadığı bir kaderi, sürekli içinde hissettiği ama bir türlü söyleyemediği hikayesi... Zar zor hatırladığı 5’li yaşların karlı, soğuk bir gününde -zorluktan olsa gerek- evlatlık verildiği halası ile yaşamaya başladığı ve sonrasını hiç unutmayacağı bir hayat hikayesi... Annesinin de babasınında peşinden çok koştu, onlar köyün arabasına binip hızla giderken... Daha küçücük elleri annesizligin soğuğuna bile dayanamazken, yolların ve yılların soğukluğu hâlâ giderememişti o
49
Temmuz / 2020
Sayı 11
gün yaşadıklarını... Ne olur bırakma beni Anne...! Ne olur bırakma beni... Yazdıklarımı tekrar silmekten korktum... Yaşarken yaşadığım geçmişi unutmaktan. En çok gidip yaşayamamaktan. En sevdiklerimi bir daha koklayamamaktan. Hayallerimde kurduğum ne varsa, Öldüğüm zaman pişmanlığını yaşamaktan; ama geri dönemeyeceğimden belki en çok, Bu hızlı yaşayışlarım... Konuşamadığımdan, sustuklarım
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
ve bitiremeyeceğimden galiba yazdıklarım... “Gel yavrum ağlama” diyen bir el kucakladı onu. Halası... O gün çoğu kokudan uzak yaşayacağı ve alışacağı ilk gündü. Annesinin kokusu yok, odanın, şehrin kokusu yok... Babasının varlığı pek hissedilmese de adının varlığı bile yok. Olsaydı, hatırlasaydı da mesafelerin önemi yok. Çünkü daha 5 yaşındaydı! Ah ellerim... Sızlamadı mı o yaşarken bu anıları?
Bazen büyüklerle sınıfa girer, kardeşleri gibi davranır, en
Kapanmadı mı içinin kapıları hızla?
azından o heyecanı yaşardı küçük bir defter ve kalem ile.
Gitmesine izin vermen gerekirken, içten içe gurbetin...
Heves bu ya, herkes tam giderken o arada giderdi.
Sen uzakta kaldın küçük yavru iken.
Mutluluğunun ise tarifi yok!
Sonra gurbetin koynuna sarıldın.
Daha da büyüyor yıllarla...
Ben yoktum ama ağladın.
10’lu yaşlarda anlatıyor dağları.
Görmedim ama anlattın tekrar yaşarcasına...
Kışın en soğuk günlerinde, karla birlikte oynar, bir yandan
7 yaşına çok geçmeden geldi, zaman bu ya akıp gitmesin mi?
da çalı çırpı toplardı, soba yakmak için.
Okula gitmek istedi ama şartlar okumasına o zamanlar izin
Herşeyden habersiz erkek gibi yetişir, kendini kollamasını
vermemişti.
öğrenir, hakkı hukuku ezdirmezdi.
Her gün saçlarını tarardı halası.
Ağaçlara bile tırmanır, iyi yüzerdi.
Örülü saçlarıyla okula gidermiş gibi hazırlanır, kapının
Köylerde anlatılır hep;
önünde oturur öğrencileri izlerdi.
50
Sayı 11
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Suyun olmadığı zamanlar, tek çeşmeden geçinildiği.
Üzülür ağlar mıydı günlerce?
Onların evinde ise gaz lambası.
12 13 derken...
Geceleri halasının anlattığı, bazen ilginç, bazen korkutucu
Dışarda fark ettiği bir tuhaflık ;
hikayelerle biterdi gün.
Bir dakika, neden herkes annesine “Anne” diyor da, ben
Rüyalarda görülür müydü hiç hatırlanmayan Anne...?
anneme “Hala” diyorum?
Özlenir miydi bilmesede uzaklar, yollar?
Yıllarca hep “Halacım” diye seslenmişti çünkü halası.
Kokusu bir yerden tanıdık gelirmiydi?
Öyle öğrenmiş ve sorma ihtiyacı duymamıştı o güne kadar.
“Bu Annem gibi, ona benziyor.” denilebilir miydi merak
Yine saçları taranırken,
ediyorum?
“Hala, neden ben sana Anne demiyorum?”
Yoklukta biri varmıydı onun için?
yürek yakan bi soruydu.
Sesini duyduğu ama unuttuğu, hafızada kalır mıydı?
İçten, derin bir nefes alıp anlatmaya başladı yaşlı halası.
Aynada görür müydü tenini benzettiğini?
“Kızım aslında senin bir annen ve baban var,
51
Temmuz / 2020 hatta kardeşlerin de... Benim kimsem yok diye, sen küçükken seni bana verdiler...” Sessizlik... Sonra düşünceler... Onlar olsa bile, sadece meraktandı şehirleri hayal etmek. Annesinin babasının yüzünü, Nasıl bir ailesi olduğunu... Güneş yine dağların ardına saklanıyor. Bugünde bitecek ama tek başına. Köylü bir kız çocuğu olarak anacak seni toprak. Gözü yaşlı olanlar cennete mi giderdi? Canı en cok küçükken yanan,
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Yoksulluğun da yokluğunu yaşayan, Bir tek annesi olsa, derdi şarkılar, Ona hiç bişey olmaz! Büyüdükçe karşılaşılan zorluklar, tabiki onada buyur edilmişti... Annesi ve babası yıllar sonra almaya gelmişti onu, genç kız olunca. Sadece tatil... Yoksa halası onun herşeyiydi. Onsuz yaşamak mı? Düşünmek bile korkutuyordu. “Merak etme halam, sadece gidip geri döneceğim bu kadar, ağlamana hiç gerek yok.” Niye abartmıştı ki? Geri dönecekti yurduna. “Kızım onlar senin ailen. Kalırsan da gücenmem...” Kızgınlığını saklayamayıp “O nasıl söz, tabiki de geri döneceğim, benim evimde sensin, yuvamda sensin!” Ağlayarak vedalaştılar... ....... Gitti ama hissedemiyordu... Şehir böyle kalabalık, böyle tuhaf, böyle yabancı mı? Ailesi öyle kalabalık...
52
Sayı 11
Temmuz / 2020
Sayı 11
Abileri, ablaları ama onlarda yabancı... Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi ama en zorlusu ona aitti. Duramazdı buralarda... Küçükken ihtiyaç duyduğu şefkati, büyüyünce veremezlerdi. Ara ara gidip geldi. Geri döndü köyüne. Hasret, sabrını bitirdi gurbetin... Ben yaşadım, sen yaşama oğlum. Acılarımı ne paylaşayım, ne de anlatayım.
Ses Dergisi
Yavrum o benim, garip kalmasın uzaklarda. Ağlamasın geceleri. Uyku tutmadığı zaman kimseyi suçlamasın. Ana kucağı gibi gelsin isterdim yollar.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ben yaşadım ama sen yaşama kızım. Yeter ki ağlama... “Evlenme vakti” diyorlar. Olsun, zorluklar olacak ama kadere razı olmak gerek. Köyün edepli, ahlâklı olanı... İçten içe az da olsa sevdiği. Onun için dua ettiği. Sonradan “Çok şükür ki o oldu” dediği. Kaderinin en güzel yanı. Dertlerini unutamadığı olsada iyi geleceği biri... Devam edecek...
53
Nimet Salim
Temmuz / 2020
Toprağım başka kokar benim. Güneşim başka sarı. Hayatın acelesi vardır, Gündüzün bağrışması. Korna sesi, pazarcı avazı, Gece sokak kavgası hırçınlıktan… Toprağım hırçın...
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Bi kap yoğurt, iki baş soğan isteyeni olur. Zamanlı zamansız geleni. Vefalı vefasız insanı... Günlerden güneşmiş bizim orada Aylardan hasat… Savrulan benim Zalim ıslığında. Islığa eşlik eden, insafsız dalkavuk. Bitti ses sonra Atılan benim.. Yer.. Allah ne verdiyse Takdir yumuşak kucak. Yok… Özlemiyorum, Yanıyorum. Yabancı toprağı yumruklayarak, Özgürlüğü sevmemiş gibi yaparak, Vatanı dar etmişlerdi... Unutarak! Naza çekmeyi bilmem ben, Kanmaya da meyilli. Yırtık bulsam kalın duvarda, Bir sırt çantası, bir matara, Yollar... Uçarım! Anamın dizine, babamın mezarına. Kız kardeşim çay koyar. Yanına mendil. Eli elimde, başım omuzda. Çay soğur, içim soğumaz...
54
VİCDANSIZ ISLIK
Sayı 11
Sayı 11
Mihman
Temmuz / 2020
İÇİNİ GÖRMELİSİN
Bir karanfil kadar güçlü olmalısın Karanfil kadar sabırlı Günlerin içinde kaybolmadan Daha da güçlü durmalısın zamana karşı
Ses Dergisi
İçini görmelisin, İçini görmelisin her şeyin Ben gördüm, çiçekten daha fazlası karanfil benim için.
Kültür-Sanat-Edebiyat
Sen, Gözlerinin içine baktığında Seni seven bir çift gözün gördüğüsün Anlık gelen hüznün içinde Izdırap halinde kıvranan rûhunun Derinliklerine inen Bir çift gözü aradın durdun İçini görmelisin, İçini görmelisin her şeyin Ben gördüm, çiçekten daha fazlası karanfil benim için. Bir gün Sevgiyle gözlerine bakan bir çift göz gördüğünde Sor bakalım sen kimsin Bir aynaya bakar gibi Sessinde ses arar gibi sor Yalansız ve içten. İçini görmelisin, İçini görmelisin her şeyin Ben gördüm, çiçekten daha fazlası karanfil benim için...
55
Yasemin Tatlıseven
Temmuz / 2020
FİLM ELE Sayı 11
7.KOĞUŞTAKİ MU
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Y
FİLM ADI: 7.KOĞUŞTAKİ MUCİZE YÖNETMEN: MEHMET ADA ÖZTEKİN YAPIM YILI: 2019 TÜRÜ: DRAM 56
üreğinize büyük bir ustalıkla dokunacak, gözyaşlarınıza hâkim olamayacağınız, izlerken yutkunmakta zorluk çekeceğiniz bir film karşınızda… Bu filmi izlemeye karar verdiyseniz, yanınıza bol miktarda mendil almanızı öneririm. Benim gibi kırk yaşın üzerindeyseniz eğer, seksen darbesinin soğuk izlerini, açılış sahnesindeki radyo anonsuyla birlikte iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Darbelerden çok çekmiş bir ülkenin evlatları olarak hemen hepimizin hafızalarına kazınan, belki travmalara sebep olan olaylar, bir kitap, bir müzik ya da bir film olarak, üstünden yıllar da geçse sanata böyle yansıyor. Bu paragrafı yazdıktan hemen sonra filmin yönetmeni Mehmet Ada Öztekin’in yaşını merak ettim ve aynı yaşta (1976 doğumlu) olduğumuzu görünce, filmi çekerken hissettiklerini şimdi daha iyi anladım. 2019 yapımı olan film, dram türünde, 2 saat 12 dakika. Güney Kore yapımı “Miracle in Cell No.7” adlı filmden uyarlanmış. Bir puanlama yapmam gerekirse 5 yıldız ve 90 puan verirdim. Olaylar 1983 yılında Ege’de küçük bir kasabada geçiyor. 7 yaşındaki kızıyla aynı zeka yaşına sahip bir babanın, Heidi ile birlikte değişen yaşamlarını konu alıyor. O yıllarda tek lüksü kitap okumak olan küçük kız Ova (Nisa Sofiya Aksongur), Heidi’nin resimli hikayelerinin müdavimi ve tek hayali kasabadaki bir dükkanda gördüğü, Heidi’li okul çantasına sahip olabilmek. Olaylar dizisi, Ova’nın babası Memo’yu cezaevine kadar götürecek. Masum bir kişinin adaletle olan mücadelesini, suçsuzluğunu ispatlayacak güce sahip olamayışının verdiği
EŞTİRİSİ Temmuz / 2020
Sayı 11
UCİZE
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
çaresizliği hep birlikte izleyeceğiz. 23 Nisan sahnesiyle, yönetmen M. Ada Öztekin’in kendi çocukluğunun ve çocukluğundaki bayramların filmini çektiğine eminim. M.Ada Öztekin aynı zamanda yine bir dönem filmi olan ”Devrim Arabaları” nın da yönetmeni. Filmlerinden başlıcaları arasında, “Martıların Efendisi, Mahmut ile Meryem ve Kaybedenler Kulübü” var. Aynı kuşaktan olmamız nedeniyle, kasabadaki 23 Nisan töreni, caddenin her iki tarafına sağlı-sollu toplanan kalabalık, kaymakam ve askerlerden oluşan protokol, cicili-bicili giyinmiş ilkokul öğrencilerinin ve bando takımlarının geçit töreni, beni alıp çocukluğumun mutlu bayram sabahlarına kadar götürdü. Çevirmeli telefon, kuzine, divanlar, kaneviçe örtüler ve duvardaki tabaklık
gibi bir çok detay, seksenli yılları layıkıyla yansıtıyor. Bir dönem filmi olduğunu, kostüm seçimlerinden, kullanılan arabalara kadar her an gözlemliyorsunuz. Babaanne (Fatma Nine) karakterine can veren Celile Toyon, yılların usta sanatçısı, en son yine bir dönem dizisi olan “Vatanım Sensin” adlı dizide güzel bir oyunculuk sergilemişti. Fatma Nine (Celile), Ova ve Memo’ya sahip çıkan müşfik ve yaşlı bir kadını başarıyla canlandırıyor. Ova’ya “Sen büyüyene kadar melek olmayacağım, sana ben bakacağım” diye söz veriyor. Çünkü Ova, annesi gibi ölen tüm insanların Melek olduğuna inanıyor. Mehmet Koyuncu, nam-ı diğer Memo karakterine geldiğimizde ise Aras Bulut İynemli’nin o müthiş oyunculuğu filme damgasını vuruyor. Karakterin saflığı, masumiyeti, 57
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Temmuz / 2020 çocuksu sevinçleri, ege şivesiyle de birleşince ayrı bir tat alıyorsunuz. Tutuklandığı zaman yediği dayaklara, gördüğü işkencelere üzülüyor, bulunduğu ortamdan Memo’yu çekip çıkarmak isteyecek kadar gerçekçi bir oyunculuk izliyorsunuz. Memo’nun dayak sonrası makyajları inanılmaz başarılı… Filmi beraber izlediğimiz oğlum, “Bu adama hâlâ nasıl Oscar vermediler?” diye hayıflanıyor. “Öyle Bir Geçer Zamanki” adlı diziden beri parlayan yıldızına tanık olduğumuz A.Bulut İynemli, en son “Çukur” adlı dizi ile ekranlarda göz dolduruyor. Aynı yönetmenin “Mahmut ile Meryem” ve “Martıların Efendisi” filmlerinde de rol alan sanatçı, “Tamam mıyız?” adlı sinema filminde yine engelli bir karakteri canlandırarak, hafızalara o muhteşem oyunculuğu ile kazınmıştı. Ova (Nisa), kasabalının deli diye alay ettiği babasıyla, özel ve güçlü bir iletişim kurmayı başarmış, küçük bir kızı canlandırıyor. Baba ile kızın birbirine sarılma sahnelerinde çoğu zaman içiniz “Cızz” edecek! Cezaevindeki babasıyla görüştürülmeyen küçük bir kızın, babasına ulaşma çabası yüreğinizi parçalayacak! Cezaevi duvarının bir tarafında Ova, diğer tarafında Memo’nun birbirlerine çaresizce seslenişi, bildikleri bir şarkıyı tamamlayarak söylemeleri en yürek yakıcı sahnelerden! 7.Koğuştaki tutuklu karakterlere can veren kadro müthiş oyunculardan oluşuyor. Bu kadar kaliteli bir ekibi bir araya getiren yapımcı ve kast sorumlusunu ayrıca tebrik etmek gerekir. Cezaevi Müdürü Nail (Sarp Akkaya), Mine Öğretmen (Deniz Baysal) ve Yüzbaşı Faruk (Deniz Celiloğlu) dikkat çeken diğer karakterlerden. Filmin kötü adamı ise sıkıyönetim komutanı Yarbay (Yurdaer Okur). Görevini kötüye kullanan, olayların akışını kendi istediği gibi değiştiren, elindeki gücü kullanarak insanların hayatlarıyla oynayan sevimsiz bir tip! İlker Aksum, Mesut Akusta, Yıldıray Şahinler gibi oyuncuların da içinde bulunduğu tutuklular, filmin sonunda size cezaevini sevdirecek kadar başarılı karakterler. İlker Aksum’un bazen ağlatan, bazen güldüren oyunculuğu, koğuştaki rolüne çok oturmuş. İlk bakışta koğuşun ağası, kötü adam diye düşünmenize sebep olan Askorozlu (İlker), ilerleyen sahnelerde yüzünüzdeki tebessümün sebebi 58
Sayı 11 oluyor. Hafız (Yıldıray) filme ayrı bir sempatiklik katarak, koğuştaki o sert havayı yumuşatmış. Filmin başında babaannenin Ova’ya söylediği iki gerçek ne? Koğuşta sürekli duvara bakıp, kimseyle doğru
düzgün konuşmayan Yusuf Ağa’nın sırrı ne? Son ana kadar merak ediyorsunuz. İnanılmaz bir sonla final yapan filmde kendinizden çok şey bulacaksınız.2019 yılının en çok izlenen filmi olarak, sinema seyircisini salonlara çekmeyi başarmış bu yapıtın, müziklerinin filme göre zayıf kaldığını söyleyebilirim (Puanlamada 10 puan kırmamın sebebi buydu). Müzikleri yapan Hasan Özsüt daha etkileyici ve vurucu müzikler yapabilirdi. Seyirciye duyguyu geçiren, müthiş oyunculuklar olmuş. Ova ve Memo’nun çaresizlik duygusunu da sevinçlerini de yüreğinizde hissediyorsunuz. Film ile ilgili akılda kalıcı repliklerden biri “Baba iyi adam! Baba iyi adam!” Ve Fatma ninenin torununa söylediği şu replikte çok çarpıcı “Babanla ilgili kim ne ceza verirse versin, senin baban iyi adam!” Sinema salonunda izlendiyse, kesinlikle ayakta alkışlayarak bitireceğiniz ve salondan çıkarken müthiş bir huzur hissedeceğiniz, mutlaka izlenmesi gereken bir film sizleri bekliyor. İYİ SEYİRLER…
Sayı 11
Dilan Bayşu
Temmuz / 2020
Sensiz Lafügüzaf Yaşamak
Ses Dergisi
Yıkıp döktüğüme aldanma zaafım var gülüşüne, Vazgeçemediğim deniz gözlerine... Zindansa dört duvar, içinde olmalı suçlular. Aşkı oyun sanıp sessizce yenilen zavallılar. Sana hasret, kokunu dilenirim her gece Rüzgârdan medet umarak...
Kültür-Sanat-Edebiyat
Unuttum seni deme sakın dayanamam buna Bırak koşacağım uzaklara, hesap soruyor bu hayat bana. Delirmedim kaçıyorum yalanlardan. Yağmur yağsın, fark edilmez olsun gözümden yaşlar... Bırak ne gururu? Geriye kaldı mı ki onurdan kalıntılar? Ay ışığından çaldım aydınlığı; sana sunduğum, ay ışığındaki gurur Rüyamda gördüm çocukluğumdan bir haber Bahçelerde gelincikler, gökyüzünde güneşden izler. Uçuşan takvimden yapraklar, zaman bilmiyor duracak bir durak. Kapattığın kapılar açılmıyor aydınlığa ne yazık... Hayalim yüzünle kaplı, bu nasıl bir günah? Olmaz böyle sensiz lâfügüzaf yaşamak...
59
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Zeynep Gezer
Temmuz / 2020
Y
DOSTLUK ve GURBET
aşadıkça öğreniyor insan bazı kelimeleri veya yaşadıkça kavrıyor anlamlarını; mesela dost gibi, dostluk gibi. Son zamanlarda bu iki kelimeden ya korktuk ya da yitirdik; ama dostluk öylesine güzel ki öylesine yaşanılası... Dostluk, mütemâdiyen bir çocuğun emeklemesi gibi masum kalanmış. Dostluk, kışın ortasında herşeye kafa tutup açan kardelen gibi, dostunu üzebilecek herşeye, herkese kafa tutmakmış. Dost ise sığındığın liman, şefkatli bir kucakmış. Birde gurbet, hani şu iliklerimize kadar yaşadığımız. Hani soğuk zemherisini yüzümüze çarpıp geçerken, sokaklarında ilerlediğimiz bu yabancı şehir. Dili yabancı, örfü-âdeti yabancı, insanları yabancı. Gurbetin soğukluğu kaplıyor yürekleri. Sanki atılan her bir adım ıssızlığa, her an daha uzağa... Bu acı gurbetin tanımını, en iyi içinden çıkılmaz bu dönemi yaşayanlar yapabilir belki de. Gönüllerimiz zemherinin soğuğuna, vedaların ağırlığına hapsolmuş, ömürlerimiz ise birer veda sarmalı mâhiyetinde. Gurbetten gurbete açılan yolda yolcu olmak varmış imtihanımızda. Hepimiz bir parçasını bırakarak göçtü gurbetin bağrına, belirsizliğin kucağına bırakıverdik kendimizi. Biz her an geride bıraktığımız o bir parçamızı düşünürken burada bin parça buluverdik, dostluklar kucaklayı verdi bizi. İşte o anlamını yitirdiğimiz kelimeler tekrar canlandı hayatlarımızda. Gurbetin soğuğunda bizi ısıtan, kışımızı bahara çevirense o bir parça dostluk oluverdi. Hani şu derdimizle hemdert olan yüce gönüller, hayatın kara kışında kucaklarında birer demet çiçekle karşılayanlar bizleri. Zorun kolaylaştığı, paylaşmanın dertleri azaltıp, sevgiyi çoğalttığı güzel insanlar kattık ömürlerimize; ömürlerimizden hiç eksik olmamaları dileğiyle... 60
Sayı 11
Birde gurbet, hani şu iliklerimize kadar yaşadığımız. Hani soğuk zemherisini yüzümüze çarpıp geçerken, sokaklarında ilerlediğimiz bu yabancı şehir.
ACEMİ SEYYAH
Temmuz / 2020
“Kanatlarım yorulana, gözlerim kamaşana kadar güneşe uçmak istiyorum, tek yoldaşım, arkadaşım rüzgârla birlikte ve rüzgârın getirdiği rengarenk çiçeklerin.”
61
Kültür-Sanat-Edebiyat
ir garip heyecan, bir garip mutluluk var yüreğimde, adeta kozasından çıkmayı, uçmayı heyecanla bekleyen bir tırtıl gibi yüreğim. Kanatlarımı hemen açmak, güzelliğini, yeniğini görmek ister gibiyim tüm varlığımla. Yeni bir dünya keşfetmek ya da yeni, yepyeni beni görmek ister gibi, ikinci bir doğumu yaşar gibiyim. Yeniden, sıfırdan başlamak istiyorum hayata, her şeyi sıfırlayıp, sıfırlanıp. Bir garip umut var ruh dünyamda, geleceğe ve gelecek olan güzelliklere dair. Tek engel hâlâ kozamda var oluyor olmam. Evet dört duvar ve bir faanusta olabilirim belki ama bu benim hayallerimi, umutlarımı ne engelleyebilir, ne sınırlandırabilir, ne de beklenen bahara set çekebilir. Bir merak var içimde keşfedeceğim, yeni güzel baharın çiçeklerine, dağlarına, kırlarına dair. Her çiçeğe konmak, her dala uçmak, her çimende konaklamak, kıyıda, köşede kalmış keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri keşfetmek istiyorum. Kanatlarım yorulana, gözlerim kamaşana kadar güneşe uçmak istiyorum, tek yoldaşım, arkadaşım rüzgârla birlikte ve rüzgârın getirdiği rengarenk çiçeklerin kokusuyla. Bir kere daha gökyüzüne bakmak istiyorum, sanki ilk defa görmüşüm gibi, sanki yakalayabilecekmişim gibi bulutlara, gökkuşağına, güneşe, aya koşmak istiyorum, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun heyecanıyla. Kozamdaki ve öncesindeki hüzünleri düşünmeden, o hüzünlerden aldığım, güçlendiğim yeni halimle, tırtıldan kelebeğe dönüştüğüm rengârenk kanatlarımla uçmak istiyorum...
Ses Dergisi
B
TIRTILIN RÜYASI
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Handan Tunç
Temmuz / 2020
K
YEŞİL CEMSE
Biz kara kışın en yoğun yaşandığı aylarda daha mutluyduk çünkü yollar kapalı olduğu için devletimiz tarafından baskın yemiyorduk.
üçüktüm on yaşında ya vardım ya da yok... Küçücük bir köyümüz, dünya kadar büyük bir hayatımız vardı. Dışarıdaki hayattan habersiz, dünyayı köyümüzden ibaret sanırdım. Başka bir hayattan bîhaber mutlu yaşardık. Evimiz köyün en güzel yerindeydi, arkası yokuş yukarıydı, daha yukarıda dağ vardı, o dağın dibinde evler kümelenmişti. Biz oraya, aslında hiç uzak olmamasına rağmen “tağa jore” (yukarı mahalle) derdik. Evimizin önündeki manzara daha bir harikaydı. Tam karşıda ne çok büyük, ne çok küçük bir dağ vardı. Dağın eteklerine bir akarsu eşlik ederdi, o suya gitmek, orada oynamak bizim için cennet misaldi. Yeşilliğe bürünmüş ova ve köyün en güzel çeşmesi hemen bizim evin altındaydı, sanki çeşme bize özel, bize ait gibi hissederdim. Köyümüzün okulu yoktu, karşı köyün okuluna giderdik, iklim çok sert seyrederdi o yıllarda. Kışın buz kesen soğuğu altında, yaklaşık on beş dakika o küçücük halimizle yürüyerek giderdik. Her şey çok doğaldı, buğdayımızı kendimiz eker, biçer, un olması için değirmene yollardık. Sebzelerimizi kendimiz ekerdik; sebze dediğime bakmayın marul, maydanoz, turp ve başka bir kaç şey daha... Biz ıspanak, pırasa ve emsâli bir çok sebze nedir bilmezdik; çünkü köyümüz, doğal bir sebze cennetiydi âdeta. lspanak ve onun gibi yiyeceklere ihtiyaç bırakmayan, tadı nefis yemek olabilen, otlar yetişirdi bizim dağlarda. Tıpkı bunun gibi yoğurdu, peyniri, tereyağını da
62
Sayı 11
kendimiz yapar, her şekilde doğal beslenirdik. Değirmen karşı köydeydi, tıpkı okul gibi. Câmi bizim köyde olduğu için cuma günü bizim köy çok kalabalık olurdu; çünkü cuma namazına diğer köyden de gelirlerdi. Bir çok hayvanımız vardı; kuzular, koyunlar, tavuklar, atlar, haa bir de çoban köpeklerimiz vardı. Her birinin bir adı vardı, adlarını kim koymuştu bilmiyorum ama hâlâ hatırlarım. Köye vazifeli gelen bütün devlet görevlileri bizim evde konaklardı. Babam gelen misafirlerle meşgul olurken, annem de hemen bir koyun keser, tandır yakar, kebab ya da sac kavurma yapardı. Bizim köyde sekiz ay kış olurdu, kar boyumuzu geçer bize de mutluluk olurdu. İşte böyle sıradan, kendi hâlinde bir
hayatımız vardı. Hayat böyle sürer giderdi. Özellikle kışın yollar kapalı olunca kendimizi çok daha
Temmuz / 2020
Sayı 11
tüfekler koşa koşa götürülüp gömülürdü. Böylece bütün suç(!) aletleri saklanmış olurdu. Bütün bu işlemler otuz dakika içinde gerçekleşir ve herkes büyük bir panik ve korku içinde beklerdi askerleri. Nihayet arka arkaya sıralanmış dört-beş cemse asker arabası köyün için de farklı noktalara dağılırlardı ve evler talan edilirdi. Küçük çocukların, bebeklerin gözü önünde câni arar gibi evler aranırdı... Şahit olduğum bir olayı büyüyünceye kadar anlamamıştım. Bir kadın ekmek yapıyordu, iki de küçük bebeği vardı. Kardı, kıştı, dondurucu bir soğuk vardı. Askerler bebeklerin olduğu tekmelerle açmış, “Bir kadın ekmek yapıyordu, iki de küçük bebeği vardı. odayı kapılar sonuna kadar Kardı, kıştı, dondurucu bir soğuk vardı. açılmıştı. Bebekler ağlıyordu Askerler bebeklerin olduğu odayı tekmelerle açmış, kapılar ama anneleri oturduğu sonuna kadar açılmıştı. Bebekler ağlıyordu ama anneleri tandırın dibinde, tandırdan biraz is alıp yüzüne sürmüş oturduğu tandırın dibinde, tandırdan biraz is alıp yüzüne ve ağlayan bebeklerine sürmüş ve ağlayan bebeklerine aldırış etmeden yerinden aldırış etmeden yerinden kalkmamıştı. kalkmamıştı.” Yıllar sonra anladım ki, kendine yapılabiCemse denilen asker arabalarının üstü koyu yeşil, kenarı lecek kötülüğe karşı kendini korumak için yapmıştı o hareketleri... açık yeşildi hatırladığım kadarıyla.. O zamanlar köyümüzdeki yeşilliklerin farkında olmadan, Evet, ben daha on yaşındayken yaşamıştım bunları, bütün o yeşilden çok korkardım, hiç sevmezdim yeşili, bunlar ne yalan, ne de hayaldi, gerçeğin ta kendisiydi... aklımdaki tek yeşil, cemse yeşiliydi. Nerden bilebilirdim İşte o gün, evet o gün avukat olmaya karar vermiştim. ki; Allah’ın insanlara en büyük hediyelerinden birinin Bir köy çocuğu olarak avukatlık nedir, nasıl okunur, nasıl doğa, doğanın da yeşil olduğunu, yani diğer bir tabirle avukat olunur, nerden öğrendiğimi hâlâ bilmiyorum ama bildiğim tek şey vardı, ben avukat olacaktım ve bütün doğal sakinleştirici olduğunu? Bizim köy düz bir alan üzerinde olduğu için, daha mazlumları ben savunacaktım…! köye varmasına yaklaşık otuz dakika kala fark ederdik dışardan gelen arabaları. Zaten bir dolmuştan başka da vasıtamız yoktu. Herkesin ihtiyacı birikince merkeze gidilirdi, onun dışında gelen tek ve yegâne korkulu rüyamız cemselerdi. Asker gelince bir telaş, bir korku sarardı herkesi. Bir koşuşturmaca başlardı ki anlatılmaz yaşanır... Hemen hemen her evde eğer sönükse sobalar, tandırlar yakılırdı; evde ne kadar kaçak çay, kına, kürtçe kaset varsa yakılırdı ve dumanından anlaşılmasın diye hâlâ öğrenemediğim bir takım işlemler yapılırdı. Vahşi hayvanlara karşı korunmak için neredeyse her evde tüfek vardı. Herkesi bir korku alırdı... Önceden belirlenmiş yerlere hızlıca saklamak üzere rahat ve güvende hissederdik. Ne garip değil mi? Aslında zorlandığımız bir zaman dilimi olması gerekirken, biz daha mutlu, daha güvendeydik. Elbette bunun çok önemli bir sebebi vardı ki tek kelimeyle çok korkunç, anlaşılması çok zor bir durumdu ve ne yazık ki bizi anlayan pek kimse de yoktu... Biz kara kışın en yoğun yaşandığı aylarda daha mutluyduk çünkü yollar kapalı olduğu için devletimiz tarafından baskın yemiyorduk. Evet biz terörist(!) olduğumuz için asker köyümüze çok sık baskın yapardı. Biz çocukların en korkulu rüyası “CEMSE”lerdi...
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
63
Fuat Şahin
Temmuz / 2020
Ev
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
“Kim daha merhametli; en büyük düşmanı mı yoksa en yakın dostu mu? Kimdi kendisi öldüren? Her gün yemeğini paylaştığı arkadaşı mı, yoksa sesinde bile ölümü hissettiği kuş mu?”
U
zun bir vakit geçmemişti yeni evine çıktığından beri. Kolay olmamıştı bu evi bulmak. Epeyce bir süre aramıştı ancak buna değmişti. Ev gâyet iyiydi. Sabah ışığını güzel alıyordu. Şehir merkezinde değildi. Gün boyu kafa ütüleyen korna sesleri, insan bağırışları burada pek sık değildi. En önemlisi de çevrede yaşayan kuş, yok denecek kadar azdı. Neden bilmiyordu ama kuşlardan oldum olası pek hazzetmezdi. Belki de içgüdüsel bir şeydi bu. Kuşların sürü halindeki ötüşleri ona sanki ölüm çığlıkları gibi geliyordu. Oda arkadaşı da bereket var ki çok iyiydi. Gâyet iyi anlaşmakla birlikte, şu ana kadar yaşadıkları bir problem de yoktu. 20’li yaşlarda, uzun boylu bir gençti. Odasında iken bilgisayar başından pek kalkmasa da gâyet nâzik ve iyi kalpli bir çocuktu –en azından ona öyle geliyordu.Odada her ne yerse yesin onunla da paylaşıyordu genç. Bu hareketi kalbini kazanmasına yetip artmıştı bile. Bu genci en yakın dostu olarak görüyordu. Belki de daha önce hiç arkadaşı olmadığından böyle düşünüyordu ama çok da mühim değildi zaten. Bir ara arkadaşı dışarı fırlayıverdi. Zaman zaman dışarı çıkardı fakat ne yapıyor, nerelere gidiyor hiç haberi olmazdı. Kendisi de pek çıkmazdı dışarı. Çıksa ne yapacaktı ki hem? Dışarıda araba kornaları, çocuk bağırışları, hiç dinmeyen bir hareketlilik vardı. Bu çevrede
64
ender rastlansa da kuş görmesi de muhtemeldi. Kuşların o dayanılmaz sesine katlanmaktansa evde kalmak çok daha tercih edilir geliyordu ona. İnsanoğlunun yaptığı belki de en iyi şey, kuşların içine giremediği evler inşâ etmekti. Derken oda arkadaşı içeri girdi. Şaşırtıcı biçimde erken dönmüştü. “Herhalde bir şey unuttu.” diye geçirdi içinden fakat arkadaşı alışılmadık biçimde fazla yaklaşmıştı. Aldırmadı. Bir anda gözlerinde şiddetli bir yanma hissetti.
Akabinde tüm vücudunu saran kuvvetli bir acı takip etti bunu. Kımıldayamıyordu artık. Son gördüğü manzara, sabahları dağıtılan ücretsiz reklam dergisinin kapağı olmuştu. Hareket etmeye çalıştı. Yapamadı. Kanatları ve iki ayağı kırılmıştı. Vücudunda hissettiği acı henüz tazeliğini korurken, sert bir rüzgârla vücudu titredi. Oda arkadaşı onu bir kâğıdın üstüne koyup camdan dışarı
Sayı 11
Temmuz / 2020
Ses Dergisi
fırlatıvermişti. Anlam veremiyordu. Oysa ki araları çok iyiydi. Hiçbir zararı dokunmamıştı ona. Hatta en yakın arkadaşı olarak görüyordu. Suçu neydi acaba? Bir kelebek kadar güzel, bir uğur böceği kadar sevimli olmaması mı? Bu düşünceler içinde, aşağı doğru, yavaş yavaş süzüldü. Ölmemişti de. Ölseydi en azından çabucak biterdi ama şu an tamamen savunmasız bir halde, sakar olarak dışarıda ölümü bekliyordu. Tek tük de olsa, yanındaki asfaltı sarsarak geçen kamyonlar ağır bir egzoz kokusu bırakıyordu. En kötüsü ise o hiç sevmediği kuşlardan birinin gelip kendisini kapabilecek olmasıydı. Öldüğüne üzülmüyordu. Zaten bugün olmasa en fazla bir hafta içinde ölüp gidecekti. Onu üzen şey uğradığı ihanetti. Ne olurdu odanın bir köşesinde sessiz sakin yaşasa? Böyle miydi tüm insanlar gerçekten? Kendi gibi olmayandan, zararsız dahi olsa nefret mi ediyorlardı hepsi? Eğer öyleyse kuşlardan bile daha korkunç bir yaratıktı bu insan. Kuşların dost olmadığı zaten âşikardı. Ayrıca hiçbir kuş durduk yere bir güveyi sakat bırakıp ölüme terk etmezdi. Halbuki o insan bunu yapmıştı. Üstelik hiçbir sebep olmaksızın. Sonunda o çok korktuğu sesi duymuştu. Evet, aklına getirmek bile istemediği o ihtimal gerçek oluyordu. Keşke kanatları olsaydı, belki bir şansı olurdu o zaman fakat nâfile. Uçmak bir yana dursun, bacağını bile oynatamıyordu. Oda arkadaşının üzerine sıktığı deodorant, etkisini iyice göstermiş, iyice sersemletmişti. Ölmek istiyordu artık. Vücudundaki acı ve içindeki korku birleşince, içinde bulunduğu durum iyice katlanılmaz bir hâl almıştı. Kuşun turuncu gagasından midesine doğru yavaşça kayarken “Kim daha merhametli; en büyük düşmanı mı yoksa en yakın dostu mu? Kimdi kendisi öldüren? Her gün yemeğini paylaştığı arkadaşı mı, yoksa sesinde bile ölümü hissettiği kuş mu?” Muhtemelen son anlarında bu soruların cevabını asla bulamayacaktı...
Kültür-Sanat-Edebiyat 65
DERTLİLER
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Cahit Yiğit
Temmuz / 2020
66
Âşık:
Güneş yüzün solar olmuş Söylesene nedir derdin? Işıkların solar olmuş Söylesene nedir derdin?
Güneş:
Derdim büyük anlatamam Sen derdin anlatsana Ben kendimde barınamam Sen derdin anlatsana
Âşık:
Gönül, sevda dolu bardak İçip içip sarhoş oldum Bir baktım ki boş bir bardak Kaldırdım yerlere vurdum
Gönül sevda denilenden Derde doyup mecnun oldu Anlatınca tâ derinden Yeni açmış güller soldu
Söyle güneş söyle şimdi Ben kime satayım bu derdi?
Güneş:
Bulutlar yolumu keser Aşk iline ulaşamam Elem rüzgârları eser Umut ile savrulamam
Söyle âşık söyle Ya ben kime satayım derdi mi?
Sayı 11
Sayı 11
Tesnim
Temmuz / 2020
Özgürlük rüyalarda dolanmaktan, sadece yazılır çizilir olmaktan terfi edip yaşanır hale gelmiş. Kalemler artık bambaşka mevzular için buluşur olmuş kağıtlarla
terk-i diyar eylemiş çoktan. Gözlerden yaş mutluluktan akar olmuş. Saatlere, takvimlere bakmalar azalmış, zîra tüm beklenenler gelmiş. Ocaklarda derin, sıcacık muhabbetlere eşlik edecek demlikler fokurdar olmuş. Upuzun sofralar kurulmuş
Kültür-Sanat-Edebiyat
aman zamanı, yıllar yılları kovaladı. Takvim yaprakları birer birer koparıldı biten her günün ardından... Karlar, kara topraktan eriyip geçti defalarca. Yine cemreler düştü baharı müjdeleyerek havaya, suya, toprağa... Bir de Arapça mânâsına büründü cemre; kor oldu, birçok insanın yüreğine de düştü, müjdeleyici sıfatından uzaklaşıp. Tohumlar tomurcuk, tomurcuklar gül oldu her bahar yeniden renk renk. Yağmur damlaları ıslattı evlerimizin çatılarını. Emekleyen bebekler yürüdü, oyun çocukları okullu oldu. Gençler yetişkin, yetişkinler olgun oldu. Kemâle ermek için yıllara gerek yoktu, gerçi “an” lar yeterdi ama herkes yaş aldı yıllar gelip geçerken. Zîra dünya kurallarından biriydi bu, fâniysen yaşlanırsın. Ümit ile sabrın, korku ile sekînenin, bekleme ile kavuşmanın, gözyaşı ile tebessümün, vefa ile ihanetin, zaman ile zamansızlığın, durmak ile kanatlanmanın, doğru ile yanlışın birbirine karıştığı şu süreçte, gerçek ile rüya arasında araftaydı insanlar. Her şeylerini kaybetmiş gibiydiler zâhirde. Sözleri eksik, hayatları yarım kalmıştı. Hatta canlarını yitirmişti kimisi. Lâkin, kaybettiklerini yeniden bulmuş gibi olacakları zamanın, geleceğine inançları tamdı. Şu noktada asıl bulunması gerekenin, kendileri olduğunu kavramışlardı artık. “Eski kendi” lerini aşıp, çok çok daha başka biri olmalıydılar. Şimdilerde bunları düşünmek için oturunca bir köşeye, hayallere kapı aralanıyordu hemen; “Zorlukların aşılmış olduğu, felaha ulaşılmış, huzur kokan günler gelip yerleşmiş tüm evlere. Baharın o ılık, tatlı rüzgarı doluyor çiçek kokuları ile pencerelerden. Çocuklar gibi şen herkes yaşına bakmadan. Herkesin başının üstünde bulut, ayaklarının altında toprak. Hasret, yerini vuslata bırakıp
Ses Dergisi
Z
HAYAL KAPISI
kavuşmaların hatırına. Özgürlük rüyalarda dolanmaktan, sadece yazılır çizilir olmaktan terfi edip yaşanır hale gelmiş. Kalemler artık bambaşka mevzular için buluşur olmuş kağıtlarla. Sabredilen, beklenen her günün mükafatı salıncak kurmuş her bir kalpte.” En sonunda gönülden amin diyerek kapanıyordu aralanan hayal kapısı. Nasıl gerçek olur bu hayaller kimse bilmiyor. Evet bilmiyor ama Allah’ın elbet bir gün çözüm yaratacağını biliyor. O zaman Nazan Bekiroğlu’nun dediği gibi “ Bize bütün haberlerin yerini tutacak bir haber gönder Allah’ım. Üzerimize iyilik ve güzellik kondur...”
Resim: www.dreamstime.com/
67
Sayı 11
SALİH ŞİMŞEK
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
KAOS
H
er taraf zifiri zindan, gözlerimin açık olup olmadığı husûsunda tereddüd geçiriyorum. Elimle gözlerime dokunuyorum göz kapaklarım açık. Görmemde de problem olmadığını düşünüyorum. Her taraf dedim ama burada yön, zaman, mekan yok sanki; ama sert bir zeminde olduğumun bilincindeyim. Sıcaklık terletecek kadar fazla ama ne yönden geldiği belli değil. Etrafı yokluyorum ellerimle, hiçbir şey yok üzerinde durduğum zeminin dışında. Biraz tereddüt geçirdikten sonra ayağa kalkmaya karar veriyorum. Ayağa kalktığımda ise neden bilmiyorum ama kapalı bir yerde olmadığım hissi doğuyor. (1) Sıcaklık artıyor ama çok yavaş, uzun bir zaman geçtiğinde anlıyorum, vücudumdaki terin artmasından. Ses... Evet ses... Ses diye bir şey yok sanki, adım atıyorum ses çıkarmıyor, ellerimi hızlı hızlı çırpıyorum ama hiç ses yok. Duyularımdan endişe ediyorum. Parmak uçlarımla kulağımı kapatıp-açıyorum, hissiz olmadığını anlıyorum. Ellerimi çırparken, elime temas eden bir hava tabakasının olmadığının da farkına varıyorum. Kollarımı açıp hızla dönüyorum ama elime çarpan hava tanecikleri olmuyor. İçimi derin bir ürperti kaplıyor. Ürpertinin paniğe dönüşmemesi için gayret sarf ediyorum. Sakin olabilmek için derin derin nefes alayım diye aklımdan geçiyor. O anda donup kalıyorum. Vücudumdaki bütün ter taneleri buzlaşıyor adeta. Soğuk sular dökülmüşçesine 68
kafamdan, irkiliyorum. Nefes almıyorum… Gayri ihtiyâri, elim kalbimin üstüne gidiyor. Kalbim atıyor, sık aralıklı ritimlerle… (2) Sabit kalmanın durumumu değiştirmeyeceği düşüncesiyle yürümeye karar veriyorum. Sanki boşlukta yürüyorum, tereddütle eğilip zemini kontrol ediyorum. Uzun bir süre yürüdüğüm için artık daha rahat yürüyorum. Bir yere çarpma endişem azalıyor içimde. Ne kadar zaman yürüdüğümü bilmiyorum. Hiç yorulmadan devam ediyorum. Yürürken bir taraftan aklıma çeşitli düşünceler geliyor. Buraya nasıl geldim? Nereden geldim, acaba buradan çıkabilecek miyim, burası çıkılacak bir yer mi? Hiçbir fikrim yok… Bir yere çarpmışım gibi birden duruyorum. Yönümü değiştiriyorum, yine gidemiyorum, ne yönü denersem deneyeyim gidemiyorum. Sanki diklemesine konulmuş genişçe bir borunun içindeyim ama nasıl girdim buraya? O anda buranın bildiğimizden farklı kuralları olduğu kanaati oluşuyor içimde. Bu arada sıcaklık da artmaya devam ediyor. Sudan çıkmışçasına terlemiş durumdayım. Elimle yukarısını yokluyorum, yukarıda engel yok sanki. Yükselmemi istiyor bir güç sanki, bunca güçlüğün arasında… (3) Peki ama nasıl çıkabilirim? Yükselmeyi beklerken, aşağı
Sayı 11
Temmuz / 2020 isterdim ama bildiklerimle tarif edemeyeceğim.
Çok uzun bir süre sonra ancak fark edebiliyorum ki durağan değilim. Yine bilmediğim bir yöne doğru akıyorum. Bunu kan kırmızısı rengin giderek açılmasından anlıyorum. Bu da benim için yeni bir sevinç kaynağı oluyor. Tuhaf…
Kültür-Sanat-Edebiyat
69
Ses Dergisi
Bir yere şiddetle çarpmış gibi duruveriyorum aniden. Hiçbir yerimde acı hissi yok. Yüzüstü olduğumu anlayınca kalkmayı deniyorum. Yine bir zemin var, çok şükür, etraf karanlık da değil, çok parlak bir ışık hüzmesinin altındayım sanki. Ayağa kalkıp yürümeye başlıyorum. Bembeyaz bir tünel beliriyor, uzunca bir yürüyüşün sonunda; ancak dizlerimin üzerinde emekleyerek ilerleyebileceğim genişlikte bir tünel. “Burada durmamın bana kazandıracağı hiç bir şey yok” diyerek tünele giriyorum. Bu tünel daha insanî... Bunu dizlerimin bir süre sonra acımaya başlamasından çıkartıyorum. Bu bile sevindiriyor beni. Ne kadar bir zaman bu şekilde ilerlediğimi bilemiyorum ama tünelin giderek daraldığını fark ediyorum, belimin doğru kaymaya başlıyorum ve giderek hızlanıyorum. O yukarıya sürtmesinden. Bir süre sonra emekleyerek ilkadar hızlı gidiyorum ki, sanki kalbimin ritmi değişiyor. erleyemeyeceğimi anlıyor ve sürünmeye başlıyorum. Tek olumlu şey, yorulmuyorum. Yine zor ama beni O hızla giderken dahi yüzüme sevindiren bir hava tanecikleri çarpmıyor. Etraf Ayaklarım bana isyan etmeye başlayındurumla karşılaşıyohâlâ zifiri karanlık. Elimi kolumu ca yürümekten vazgeçiyorum. Uzun bir rum. İlerlediğim oynatmak istiyorum ama hızımın süre dinlendikten sonra ayaklarımzemin sanki rampaya şiddetinden kıpırdatamıyorum. da yara izi kalmadığını fark ederek dönüşüyor. Bunun Biraz önce irademle yürüyordum yeniden yola koyuluyorum. Korktuğum bir çıkış olduğunu ama şu anda müdahale edemiyorum. başıma geliyor ve şiddetli bir açlık hisf e h m e t m e m Ara sıra yönümün değiştiği setmeye başlıyorum; ama etrafımda tek sevindiriyor beni.(5) hissine kapılıyorum. Anlıyorum ki bir ot tanesi bile yok. Sevincim boşa bilmediğim bir yerlere sevkediliyoçıkmıyor çok şükür. rum. Bu arada beni çok sevindiren Tünelin ucu görünüyor. Parlak ışık, yerini biraz loş da olsa, bir gelişme oluyor. Uzun aralıklarla renkler değişiyor. Zifiri karanlık bir ara zifiri kahverengiliğe dönüşüyor, doğal ışığa bırakıyor tünelin bitişinde. Hızımı arttırıp bir sonra koyu bir yeşil rengini andırıyor, daha sonra siyahtan an önce ulaşmak istiyorum. Tünelin çıkışında ses tellerime zor ayırt edilebilecek bir lacivert rengi, bu renkler beni zarar verecek kadar çığlık atıyorum. Sevinç çığlıkları. çok mutlu ediyor. Yavaşlamaya başlıyorum. Birden Kayalık bir zemine çıkıyorum. Anormalden uzaklaşmak, tarifi mümkün olmayan bir sevinç veriyor içime. (6) duruyorum sonra… (4) Kan kırmızısı bir boşluktayım şu anda. İlk bulunduğum Duygularımın anormalliğini fark ediyor ve tekrar burukluk yerden farkı, zemin yok burada. Hiçbir yerle temas hisset- yaşıyorum. Ayaklarımın çıplak olduğunu, bastığım miyorum ama nefes almaya başladığımı fark ediyorum. kayaların keskin uçları battığında, anlıyorum. Burası ucu İlerlemenin mümkünatı yok. İlk bulunduğum durumu görünmeyen bir düzlük, zemini berbat, çok şükür nefes arıyorum şimdi, sanki orada daha az yabancıydım. Buranın alabiliyorum ve maalesef yine çok sıcak. Bedenimden tek iyi yönü sıcak değil, soğuk da yok, ılık diyebilmek akan terler, ayaklarımdan sızan kanlarla birleşerek, açık
Temmuz / 2020
Sayı 11
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
kırmızı bir iz bırakıyor geçtiğim yerlerde. Ayaklarımdan tüm vücudumu saran acılar yükseliyor. Yorulma hissi bünyeme geri döndüğünün sinyallerini veriyor. O ana kadar aklıma hiç gelmeyen bir şey geliyor. Ya acıkırsam? Gülümsüyorum …(7) Ayaklarım bana isyan etmeye başlayınca yürümekten vazgeçiyorum. Uzun bir süre dinlendikten sonra ayaklarımda yara izi kalmadığını fark ederek yeniden yola koyuluyorum. Korktuğum başıma geliyor ve şiddetli bir açlık hissetmeye başlıyorum; ama etrafımda tek bir ot tanesi bile yok. Acıkma hissinin, yiyecek bir şeyin varlığına delil olduğunu düşünerek devam ediyorum. Yalnızlığım da içimi acıtmaya başlıyor ansızın. Göz kapaklarımın bana itaat etmediğini sezdiğimde kendime uzanacak, sivri kaya uçlarının olmadığı bir yer arıyorum. Takat getiremeyip olduğum yere sızıyorum. (8) Uzun bir uykunun ardından, göz kapaklarımdaki inanılmaz ağırlığı atmak için bütün gücümü kullanıyorum. Nihayet gözlerim yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Önce etrafı sisli görüyorum. Sis dağılmaya başladığında hayretimden ve heyecanımdan küçük dilimi yutabilirim… Evimde salonun orta yerinde oturuyorum. Saat gecenin ikisi. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra bütün bu olanlara anlam vermeye çalışıyorum. Rüya mı gördüm? Ben aslında bunların hiçbirini yaşamadım mı? Kâbus devam mı ediyor? İnsan yaşamadığı bir şeyi, görmediği âlemleri yazabilir mi? Olabilir. Uydurabilir. Bunu da aklım almıyor, gitmediği, bilmediği, bir yeri, yaşamadığı hisleri uydurabilir mi? Muamma… Vazgeçiyorum düşünmekten...
1. Sene 2013 taarruzun ilk günleri 2. 2013 sonları ülkedeki anormallikleri ve uğradığımız haksız saldırıları tüm çevreme anlatmaya çalışıyorum ama kimse işitmiyor. 3. Yıl 2014, saldırıların ardı arkası kesilmiyor ve hekes efsunlanmışçasına ‘gadir’e koşuyor. 4. Umutlar, umutlar ve umutlar 5. 2016 Kısa ama zor bir gözaltı süresinin ardından cezaevinin kapıları açılıyor. 6. Ailemle birlikte insan kaçakçılarına teslim ediyoruz kendimizi, bir tomar da para vererek. Bir aile reisinin yaşayacağı en zor günlerden... 7. Birlikte zorlu bir otuz günden sonra 10 bin kilometrelik yeni bir ayrılık çalıyor kapımızı. 8. Yeni bir ülke yeni bir yaşam..
70
Sayı 11
Temmuz / 2020 Tutuktu zaman, tutulmuştu oysa
MEHTAP ASLAN
Efsunlu bir geceydi yaşanan, sabahı olmazcasına Nerede kaybolmuştur; Bir mâsivaya kapılıp da hani... Zamansız sanmıştık tam da zamanında olanı Çelimsizce kalınca ortada sairleşmişti ruhumuz Nasihata gebeydi sanki benliğimiz... Ne perçin vurulurdu yiğide Ne de susardı gönlümün efkârı Bir akşam, bir de kimsesiz bir sabah Ses Dergisi
Yine buğulanırdı gözlerimiz o yastıkta Sınavdı, gelirdi, geçerdi Geçmemiş miydi sanki öncesi?
Kültür-Sanat-Edebiyat
Ama bu! Öyle ağır, yavaş da değildi oysa Yerle bir sanarken tutup kaldırmıştı sanki Bir gün canıma değenler vardı Bir an kalmamıştı benden başkası Bir yıl, iki yıl derken insana hasret sonrası Zaman ikindiydi Akşama gebeydi Derken, yatsı da geldi geçti Tüm saatler sabaha duruyordu belli ki Bundan sonra gölgesi olmayacaktı resimlerin Gözbebeklerinde çizgi çizgi tutsaklık Öyle bir mevsim ki hiç solmaz rengi Ve şimdi tutuk nefeslerde bir lisân gibi Tek dili konuşur bu zamanın sînesi...
71
SADIK-I MEVA
Temmuz / 2020
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
G
Sayı 11
DURMUŞ SAATLER DÜKKÂN
KARMAŞIK ZİHİNLERİN KISA M
amze Güller’e ait olan “Durmuş Saatler Dükkânı” isimli kitap, İletişim Yayınları tarafından 2020 yılında basılmıştır. Durmuş Saatler Dükkânı 14 öyküden oluşmaktadır. Her öykü kendi içinde farklı özgün içeriğe sahiptir. Şimdiii... Paranoya zihinleri anlamak ve insanların terk edilmiş duygularına şahit olmak isterseniz, buyrun, kitabımıza başlayalım. Yazar karmaşık zihinleri, ruh hastası yazarların paranoyalarını, sıradan öğle yemeklerinde konuşulan gizemli ölümleri sâde ve özgün bir üslupla anlatmış. Cümleler gözümüzün önünden hızla akarken, anlatılmak istenen çok net ifade edilmiş. Akıllarda can bulan anlatımıyla, ince tasarlanmış öykülerle başbaşasınız. “Acı dipsiz bir kuyu. Düşünce çıkamazsın. Düşmemek için birbirimize tutunduk Ali’yle.” (D. S. D.) Yeri geliyor öykülerin içindesiniz, kahramanlarla berabersiniz. Yalnız değilsiniz... Kitabı okurken meraklanıyorsunuz. “Peki ya sonra ne olacak? ... Hayır! Sakın!” derken... Beklenmedik sonlarla karşılaşıyorsunuz. “Yok artık. Göz kapaklarını kesmek de ne demek?” diye kendi kendinize sorular soruyorsunuz. Yardım etmek istiyorsunuz. “Biliyorsunuz hiç kıpırdamadıkları için en iyi fotoğrafı ölüler verir.” (D. S. D.) Kitabımızın kahramanları kendi iç dünyalarında sık sık sorun yaşayan, kendisini evhamlara rahatlıkla kaptırabilen ve hayatın yoğunluğundan ötürü benliklerini unutan kahramanlar. “Çıkıp bu döngüyü kırması, bu evden, bu mahalleden, bu hayattan kurtulması gerek. Çıkmak için elini dolap kapağına attı. Tam açacağı anda kilitte bir anahtar gördü ve dış kapının gıcırtısı duyuldu yeniden. Daire kapısı hızla açıldı. Biri paldır küldür içeri daldı. 72
Temmuz / 2020
Sayı 11
NI
MEKTUPLARI
Öyküleri okurken kahramanlara yardım etmek istiyorsunuz. Elinden tutup kaldırmak istiyorsunuz. Olaya siz de şahitsiniz. Çekişmeleri bizzat görerek karmaşık zihinleri anlamaya çalışıyorsunuz. Yoksa... En başta ifade ettiğim gibi, bir insan niye göz kapaklarını keser ki? Yazar zaman zaman yazılarında okuyucunun aklına soru işaretleri bırakmış. Bu da okuyucun aklında boşluklar oluşturuyor. Her ne kadar ben pek tercih etmesem de yazarın okura hayal etme fırsatı bırakması, okurların hoşuna gidebilir.
“Koşmak yerine beklemek gerekir. Zaman ışık gibidir, tutamazsınız. Ama hayallerinizi geri getirir.”
“Nereye kaçarsan kaç ölüm gelip seni buluyor. Belalı olan o gemi değil, bu dünya, diyemedim.”
“Zaman acımasızdır çocuğum. Başa çıkmak için onun gibi olmak gerekir. Boşuna onun önünde koşmaya çalışmayın. Peşinden gitmeyi bilin.”
Kitabı bitirdiğimde, paranoya zihinlere karşı empati kurma yetim gelişti diyebilirim. Sezgilerim kuvvetlendi. Kitap kahramanlarına benzer insanlarla karşılaşırsam, muhatabımın iç dünyasını rahatlıkla anlayabilecek ve o insanları garipsemeyeceğim. “O hayal kırıklığı, olduğundan başka yerde olma arzusu… Veya hep başka bir yere ait olduğunu içten içe duyumsamak ama kaçıp gidememek. 73
Kültür-Sanat-Edebiyat
Nerede olursan ol, kendini durmadan yabancı hissetmek. Bu mu yıpratıyordu bizi bu kadar?” (D. S. D.) Sizin de etrafınızda aklı karışık, yalnızlıktan korkan ve evham ede ede kafayı yiyen insanlar vardır. Şayet muhatabınızın anlam veremediğiniz davranışlarını anlamak ve empati kurma yetinizi güçlendirmek istiyorsanız, sizi “Durmuş Saatler Dükkânı” kitabına davet ediyor, keyifli okumalar diliyorum.
Ses Dergisi
‘Şimdi göreceksiniz!’ dedi.” Kimisi yalnızlık korkusu yaşarken, kimisi de hayalî insanlarla beraber hayat sürüyor. “Acaba?” diyorlar, “Delirmiş olabilir miyim?” Yazar, kahramanların bu iç çekişmelerini ve yalnızlıklarını sâde bir üslupla kağıda dökmüş. Kısa ve öz cümleler, okuyucuyu okumaya teşvik ederken, evrenselliği kucaklayan cümleler ise kitabın ne kadar çok insana hitap edebileceğini gösteriyor.
Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat
Temmuz / 2020
74
* Terms and Conditions apply
Sayı 11
*