SES DERGİSİ EKİM SAYISI

Page 1


EDITÖRDEN

Bir aşkı yaratana yalan söylemeyin, bir de aşık olana... İlki günah diye yazılır, ikincisinde aşığın acısı adedince ah...

02 EDITÖR Yazmak özgürlüktür

5

3 ĞU VE

AYDINLAR DIYALO C.MERIÇ RÜYASI

Toplumların çıkmazları, Aydınların görevi ve tehlikeler

BOMBUS ARISI GÖRDÜN MÜ

Tatlı bir anlatımla sıradışı bir hikaye. Bombus arısı ile ilişkilendiren yolculuk.

7 SUSKUN

Cevapsız soruların şiiri

8 ĞMURUN ŞARKISI

YA

18

Sonbahar yağmurunda bir gezintinin güzel bir şiirle bitimi

HAPISHANE KORIDORUNDAKI ÇOCUK Gerçek bir izlenimle hapishane yazısı

ŞIN

BIZE ULA

içerik

e-mail: serifcanada@gmail.com www.sesdergisi.ca


İ İ - EKİM- 2019

SES DERG S

02 Dizayn Şerif Aydın

EDİTÖR NOTU

Sevgili Kalem Dostları, Ses Dergisi 3. sayıyla herkese Kanada'dan bir sonbahar ayında selamlar sevgiler. Yazmak özgürlüktür dostlar, istediğiniz kelimeleri seçer, istediğiniz satırlara öncelik verirsiniz. Eğer özgürlüğe aşık bir yapınız varsa istediğiniz duyguları önceler, istediğiniz fikirleri kelimelerle inşa edersiniz. Dergi çıkarırkenki amacım teknoloji çağında olan internetin de imkanlarından faydalanarak bu ruh iklimindeki dostlara ulaşmaktı. Hamdolsun oraya doğru adım adım gidiş var. ilk üç sayıda yazan kalemler oldu, bundan sonra da devam etmeleri dileğiyle. Derginin içeriğindeki yazılardan bahsetmek istiyorum kısaca. Bu sayının diğer sayılardan farkı Türkiye'de yaşanan insanlık dramından etkilenen insanlarının şiir ve yazılarının ağırlıkta olması. ŞerifHapis Aydınyattığı günlerde ranza kokusu alacağınız şiir ve yazılar mevcut. Öbür taraftan Sonbaharın oluşturduğu atmosferi yazılarına şiirlerine yansıtanlar olduğu gibi dostlarına sitem edenler de var. Aydınların görevi ve fikir işçilerinin üzerine düşen vazifeleri de bendeniz karalamaya çalıştım. Bu sayının çıkması biraz uzadı, okul derslerimin yoğunluğundan dolayı yaşanan aksamadan ötürü affımı talep ediyorum. Yeni sayı için de kalem dostlarını şimdiden yazma davet ediyorum. İyi okumamalar.

Şerif Aydın


İ İ - EKIM- 2019

03

SES DERG S

ŞERİF AYDIN

"Hür fikrin yobaz, baskıcı düşünceyle karşılaşması Musa'nın Firavunla buluşmasıdır."

“Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmek değil midir?” diyor, Cemil Meriç. Tezatı ihtiva etmeyen düşünce bir ayağı aksak, bir uzvu eksik bir vücuttur. Mükemmel bir vücudun peşinde koşan bir kafanın farklı bir yapıya sahip ayak veya kolları hazmetmemesi ne kadar garabetse, büyüklüğe oynayan beyinlerin farklı düşünce modellerine tahammülsüzlük göstermesi bir o kadar garabettir, hatadır. Yaratılıştaki çeşitlilik vahdete götürmek içinse -ki öyledir-, fikirlerdeki farklılık da yaşamdaki birliğe götürmek için olmalıdır. Meriç’in dilinde fikir işçileri olarak adlandırılan aydınlar, farklı düşüncelerin muhatabı olacaklardır. Böyle bir buluşmalar, kimi tehlikeleri de beraberinde getirebilir. Bu muhtemel durumda göz ardı edilmemesi gereken tehlikeyi “Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” şeklinde dile getiriyor, Meriç. Yani düşünme, birilerinin gözünde yasak olup, gerçekte yasak olmayan yasak meyveye(!) el uzatmakla olur. Ama tedirgin bir faaliyet. Düşünceyi ise “Düşünce, rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil.” diye tanımlıyor. Onu bekleyen nice fırtınalar var. O narin, o büyük atiye tehdit altında. Sanatkar veya aydın vazife itibariyle sancılı bir dünyanın çocuğudurlar. Meriç, sanatkarı anlatırken “kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek de senin vazifen. Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurunda zinciri kırabilir.... uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları... işte dünyamızda hakiki sanatkarı bekleyen akibet.” der.

Aynı hakikati paylaşan aydını bekleyen durumlar farklı değil. Kinin nasırlaştırdığı fikirleri yumuşatacak ve sevgiden bir taç yapıp kafalara geçirecek olan yine aydının kendisidir. Bunu yaparken demirden iki duvarla örülü bir kafesin içinde elmas arayan bir arayışla hakikati arama gayretindedirler. Bu iki demir duvar, bu yüzyılda düşünceye vurulan iki kement: Gerici, ilerici. Ve Meriç, bu iki kavrama eğilir. “Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.” Bunu gerçekleştirecek olanlar ne bürokrasinin soğuk yüzü ne de avam düşüncedir. Bunun bir tek muhatabı, fil dişi kulesini terk edecek ve zümrenin değil, fikrin hadimi olacak gerçek aydınlardır. Peki kimdir bu aydın? Cemil Meriç’in aynasındaki aydın profiline bakıldığında şunlar çıkıyor ortaya: 1. İnsan olmak.Yani yaratılıştaki gerçeğe uygun bir beyin. Arayışı nefsani olmayan bir varlık. 2. Kendi kafasıyla düşünen, gönlüyle hisseden. Meriç’in bu tespitinde önemli olan bir unsur var: Kalp ve kafa izdivacı. Kalbin sübjektifliğini akıl düzeltecek; aklın katılığını kalp yumuşatacak. Önemli bir düstur ve üzerinde durulması gereken bir tespittir. Aydının önündeki muhtemel ifrat ve tefriti ortadan kaldırabilecek bir yargıdır. 3. Uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat.Bu tespitte aydının misyonu itibariyle içinde bulunması gereken hal, alması gereken tavra dikkat çekiliyor. Aydın fildişi kulesinde oturan değil; halkın mürebbiliğine soyunan kişidir. Toplumu iç ve dış dalgalanmalara karşı yönlendirirken, meydana gelen çalkantılarda kollarından tutup sahil-i selamete çıkmalarına yardımcı olmalı.

Dizayn Şerif Aydın

CEMİL MERİÇ RÜYASI VE AYDINLAR DİYALOĞU


İ İ - EKIM- 2019

SES DERG S

04

Fikirleri buluşturma, fikir pazarları kurma. Gerçek aydından beklenen vazife. Onun alnında birikmiş teri silme gelecek kuşakların vazifesi olacaktır. Yapılanlar ve meyiller gösteriyor ki ati büyük bir buluşmaya gebe. Dünya büyük bir pazara ev sahipliği yapmaya doğru gidiyor. Beklenen doğumun ismi belki aydınların buluşması belki kıtaların diyaloğu olacak. Ama esas olan tek şey yasak mühürlerin yavaş yavaş mürekkep kaybına doğru gittiğidir. Mürebbi mürebbiliğini yapacak. Bir neslin maması aydınların elinde şu an. Hür fikrin beşiğinde uyutulacak nesl-i cedide dayelik vazifesini üstüne almalı artık. Hür düşünce, Firavun’un sarayında bir Musa. Doğacak olan hakikat. Hür fikrin yobaz, baskıcı düşünceyle karşılaşması Musa'nın Firavunla buluşmasıdır. Korku ve telaş. Ama akibet belli. Tarih, Musanın zaferini yazıyor. Her aydın bir Musa olacak belki hakikati haykırmak için. Onu ise bekleyen; sıkıntı, sürgün, ızdırap. Ne zamana kadar? Yedi uyurlar uyanana ve Yemliha mağarayı terk edene dek. Ve belki yedi, yetmiş, yedi bin, yedi milyon uyur uyanınca birbirlerine şu nidada bulunacaklardır. El verin ürkekliğine bakışların. Ürkek bakmasınlar güvercinin uçuşuna, hüznü hüznü sevdaya bağlayın, eritin sinesinde muhabbetin. Bu davet bastırılmış fikirlerin, uyandırılmış neslin ağzından haykırışları olacaktır.

Dizayn Şerif Aydın

Dünyaya bakışı ve meydana gelen hadiseler karşısındaki duruşu sıradan bir insanın tavrından çok, asrın başında durup gözlerinin içine bakan kitlelere yön veren şuuru açık ve dikkati keskin bir yol göstericinin elbisesini giymelidir. 4. Hakikatin tamamını kucaklamaya çalışan bir tecessüs. Hakikati yorumlarken hiçbir ideolojinin gölgesinde kalmadan, bütüncül düşünerek kucaklama. Hakikat karşısındaki duruşu, ne hissin taraflı duruşu ne de aklın sınırlı kavrayışı olmalı. Günümüz aydınındaki en büyük handikaplardan birisidir bu. Kucaklama kavramı aydınlarımız için özlenen bir tablo haline dönüşmüş durumda. Daha doğrusu milletimiz için özlenen bir tablo olmuş. Meriç’in gözünde gerçek entelektüel; bir zümrenin, belli bir kesimin emir kulu değildir. O, bir devrin şuuru olmak zorundadır. Ama bununla birlikte son devrin şuuraltının çığlığı da değil, hakikatin ve vicdanın çığlığı olacaktır. Bu vazifeyi ifa ederken bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, onun elindeki pusulayla yönünü tayine çalışan kitleye doğru göstermelidir. Bunu yaparken de hür düşünceye saygılı olmalı ve vuzuhu fethe çıkarmaya çalışmalıdır. Aydının simasında ne Batının karşısında kamaşan bir göz, ne de Doğu’ya hışımla bakan bir bakış. O, kendi emekçisinin ellerinde yoğrulmuş bir hamur olmalı. Tadı kendinden bir hamur. Son devrin getirdiği çalkantıların karşısında entelektüelin alması gereken tavrı ise “Bu durum karşısında İslâm aydını, Abbasiler döneminde Yunan ve İran düşüncesini İslâmî özelliklerle kaynaştırarak benimsemesi olayı gibi bugün de kültürel bir devrim arzusu yerine, kendi irfanını Batı'nın bilim ve tekniği ile kaynaştırmasını bilmeli, Doğu'da ve Batı'da hiçbir kötülük ihtiva etmeyen gerçek medeniyeti ihya etmelidir.” ifadeleriyle belirler. Büyük düşünen Cemil Meriç, aynı zamanda bir kıtanın insanı olmaktan çok, o kıtaların buluşmasını da arzulayan bir fikir işçisidir. Doğu ile Batıyı anlatırken insan beyninin iki yarım küresini birleştirmek yorumunu yapar. Bir nevi Büyük Avrasya ideali. Meriç yıllar önce bir hayalini bir gazeteyle yaptığı söyleşide şöyle dile getirmişti. “Bugüne kadar Türk aydınları arasında diyalog kurulamamıştır ama geleceğe yönelen birtakım teşebbüsler vardır. Mesela cumhuriyet ansiklopedisi, çeşitli ufuklardan gelen aydınlar arasında bir diyalog kurmak arzusundan doğmuştur. Yani eğitim , aydınların fildişi kuleden çıkıp , düşüncelerini birbirlerine aktarmalarıdır. Gerçekleşmesini can-ı gönülden istediğim bir rüya bu.” İşte bu rüyanın şimdi tam zamanı. Zannediyorum Meriç bu rüyasında yalnız değildir. Anadolu semasında fikir hapsi yaşanırken yaşlı gözlerle seyredip Meriç’in yokluğunun burukluğunu yaşıyorum. Zira fikir çilesini en fazla çekenlerden biriydi o. Sadece onun değil, sürgünde ölen ve halen sürgün de yaşayan bütün fikir işçilerinin burukluğunu yaşıyorum.


İ İ - EKIM- 2019

SES DERG S

3

Sonbaharın son günleri. Havanın küsüp barışan çocuktan, huysuz bir ihtiyara döndüğü günler... Geceleri gerçek yüzünü gösteren rüzgar, gündüz sakinleşiyor. Eylül, yağmur geliyor diye aceleyle çadırını toplayan bir göçebe gibi telaşla yola çıkma derdinde... 17 numaralı otobüs ıslak kaldırıma yanaşıyor. Paslanmış demir kokusu bir an için toprak kokusunu bastırıyor. Otobüste yerini alanlar ve cama dayanmış omuzlar... - Afedersiniz şemsiyeniz düşmüş! Gri kasketli adam camdan da buğulu gözlerini sesin geldiği yöne çevirdi. -Şemsiyeniz..! Yaşlı adam “Sağol" diye mırıldanırken şemsiyesini yerden almıştı. Duraklar birbiri ardına sıralanıyor, otobüse yeni yüzler biniyor iniyordu. Gözleri camın buğusuna tekrar daldı... Ani bir sarsıntıyla uyandı. Az önce şemsiyesi için uyaran genç yanında oturuyordu. Elinde kalınca bir kitap, nerede olduğunu unutmuş gibi arada çatılan kaşları bazen de tebessümüyle kitaba dalmıştı . Bir süre sonra: - "Neden anlamıyorum?" Dedi. Dünyada yazılmış bu kadar çok hikaye, teori, acı, komedi, aşk, savaş varken. İnsanlar hala sorunsuz bir güne uyanmanın , en güzel hayatı yaşamanın peşinde. Kitaplar ise apaçık gerçekleri önümüze seriyor, bazen de gerçeklerden sıyırıp istediğimiz yöne itiyor. - Bana mı dedin evladım. Yaşlı adam gözlerini gence çevirmişti.- A özür dilerim sesli düşünmüşüm ! Deyip kendine çeki düzen verdi genç ve önüne döndü. - Çünkü yaşamda bir anlam ararız. - Efendim ! dedi genç .Yaşlı adam :- Az önce sesli düşündün ya . Yaşam tek bir yaşamdan oluşmuyor . Herkesin bilebildiği kadar bir dünyası var . Gördüğümüz o kürenin şekli de bir geoidden fazlası. İnsan buna inanmak istiyor. Bombus arısı gördün mü ?-Hayır efendim.- Muhtemelen gördün ama onun bir Bombus arısı olduğunu bilemezdin. Çünkü senin için bir anlam ifade etmiyor . Bir yoncanın hayatının devamı için Bombus arısı dünyadır.

Dizayn Şerif Aydın

"İnsan kadar dünyalar ... iki savaş , onlarca ölüm ve esaslı bir aşk görmüş biri için dünya basitleşiyor evlat . Ama esas ilginç yanı ne biliyor musun? Bu kadar basit bir şeyin aynı zamanda büyüleyici olabilmesi."

05


İ İ - EKIM- 2019

SES DERG S

3

03 06

"Hep bu güzergahtan gidiyorum evlat belki yine karşılaşırız, elindeki kitabın konusunu bilirim “büyük göç.” Bir gün onun hakkında konuşuruz."

- Bombus arılarının polenle doldurması gibi mi ?- Hah akıllısın evlat. Ama onlar polenden başka bir şey tanımadılar . Ya insan öyle mi dünyayı doğru tanıyan bir insan gerçek bir güç , onu tanıyamamışlar için de çekinilen bir varlık olmuş . Otobüs ağır ağır yeni durağa yaklaşırken genç aniden kalkıp, "İneceğim durak geliyor efendim çok memnun oldum.” dedi. - Hep bu güzergahtan gidiyorum evlat belki yine karşılaşırız, elin-deki kitabın konusunu bilirim “büyük göç.” Bir gün onun hakkında konuşuruz. - Çok sevinirim , iyi günler efendim! Genç, otobüsten indi. Ağır metal tekrar hareket ederken adam pencereye tekrar dalmıştı. Genç, paltosuna daha sıkı sarıldı. Dökülen yapraklar caddeyi süpürüyor. Bir Bombus arısı yaprakların arasında yeni bir oyuk arıyordu.

Dizayn Şerif Aydın

Dünya bir Bombus arısı için kolonisi kadardır. Genç, bu ihtiyara baktı. Böyle felsefik sözler edecek birine benzemiyordu. - Haklısınız ama ya insanların dünyası ne kadar ? - İnsan kadar dünyalar... iki savaş, onlarca ölüm ve esaslı bir aşk görmüş biri için dünya basitleşiyor evlat. Ama esas ilginç yanı ne biliyor musun? Bu kadar basit bir şeyin aynı zamanda büyüleyici olabilmesi. Kendimizi bir anda bu dönen kürede bulduk ve bu kürenin kanunlarına göre şekillendik. İyilik, yardım, sevgi gibi duygularımızın yanında hırs, öfke, bencillik de bu kürede edindiğimiz duygularımız oldu. Kim dünyasında neye yer vermek istediyse onunla doldurdu.


İ İ - EKIM- 2019

07

SES DERG S

Sesim suskun Görüntüm kayıp

Hangi birinde ben Hangisi ben sorusunda

İstek suskun Sözler kayıp

ğıtlara yansımış cümlelerim bayım

Hangi birinde ben Hangisi ben sorusunda

Zaman suskun Mekân kayıp

ş haykırışlarım bayım

Kâinata yansımı

Hangi birinde ben Hangisi ben sorusunda

Bedenim suskun Ruhum kayıp Kalbin üzerindeki yerdeyim bayım

Hangi birinde ben Hangisi ben sorusunda

Ülkem suskun

İnsanım kayıp Toprağımın bağrında zulüm artık bayım İnsanım mı yapan İnsan mı yapan sorusunda Ben kaybolmaktayım...

Dizayn Şerif Aydın

Aynalarda yankılanan suretlerim bayım


08 Dizayn Şerif Aydın

Bir sonbahar gecesi, yağmur yağıyordu şehrin sokaklarına. Mis gibi toprak kokusu...İç titreten bir rüzgar, tenime değen yağmur damlaları. Yürüyordum caddeler boyu. Ne ben ne kadar yürüdüğümü hatırlıyordum, ne de yağmur damlaları kaç tene değdiğini. İnsan beyni olmadık yerlerde, olmadık zamanlarda ansızın yakalar, hallaç pamuğu gibi oradan oraya atar durur seni. Bazen hüzünlendirir, sonra birden tebessüm ettirir. Tıpkı yağmurda yürüyen insanın ruh hali gibi. Hüzünle başladığı yürüyüş macerasında, hüznün yerini huzur alır bir süre sonra… Yine öyle bir geceydi. Sonbahardı, yağmur yağıyordu. Rüzgar hem içimi, hem ruhumu üşütüyordu. Bense tek başıma yürüyordum caddeler boyu. İnsanın en iyi arkadaşı yine kendisiymiş. Yol boyu kendi kendimin yoldaşı oluyordum. Geceleri buranın caddeleri bomboştur. Sokak lambaları eşlik eder sana bir tek, bir de geceye düşen yağmur. Yağmur deyince onu pek de hafife almamak gerek. Kendine göre kuralları, olmazsa olmazları vardır yağmurda yürümenin. Yağmuru seviyorsan mesela, az hızlandı mı onu caddelere terk edip kaçmak olmaz. Hakkını vereceksin! Gerekirse ayakkabılarının içi su dolacak, yüzünden boncuk boncuk aşağı inecek damlalar ve sen hüznü bir kenara bırakıp, kollarını iki yana açıp göğe doğru mutluluk şarkıları söylemeye başlayacaksın. Yağmur insanın içindeki deliliklerin ortaya çıktığı en güzel ortamdır çünkü. Yanında deliliğine ayak uyduracak biri varsa şayet, şanslısın. Yoksa eğer, boşver aldırma. Şarkılar söyleye söyleye gez tüm sokakları. Eşlik etsin sana sonbaharın karanlıkta görünmeyen tüm renkleri. Ne bir gören olur mu ki endişesi taşı içinde, ne de yağmurun arada bir artan şiddetine takıl. Sus ve dinle söylenmekte olan yağmurun şarkısını… Yağmurun şarkısı susmasın diye Bıraktım geride kırık bir şemsiye... Caddelerce yürüdüm dinleyerek onu, ne başı belli bu ezginin, ne de sonu. Bazen tonlar çeker onun bir damlası Söndürmez de yakar, varsa kalbin sızısı Rüzgarın götürdüğü, ıslak ve sarı bir yaprak Uçuverdi önümden, arar gibiydi toprak. Buluşunca onunla, dedim işte bu: vuslat! Yağmur, toprak ve yaprak. Bir de gece: heyhat!


İ İ - EKIM- 2019

SES DERG S

09

Afra Büşra

Sayfa sayfa çeviriyorum ömür yapraklarımı zihnimden. Bazı sayfaları boş ve kirli beyazken bazı sayfalar ise bir hayli karalanmış. Bazı sayfalarda cümlelerin altı çizilmişken bazı sayfalar ise yırtılıp atılmış. Ve devam ediyorum usul usul. İnce bir hışırtıyla ilerliyorum yaprakların arasında. Defterim henüz çok kalın değil, ömrümün raflarına çok tecrübeler sıralanmamış. Hepsi kendi içinde hepsi kendinde iç içe... Bazı sayfalar aşınmış, bazılarında yer izleri kalmış. Belli ki o anılara çok kez danışılmış. Bazı sayfalarda gün öylesine biterken bazı günler sayfalara sığmamış. Sevinçler hüzünlerle birlikte yaşanırken kayıplar sonraları huzurlarla çoğalmış. Bazı kelimeler kargacık burgacık, bazıları inci gibi yazılmış. Durmadan, dinlenmeden; yıllar ve dakikalarca yazılmış. Sancılar ve sanrılar birbirine karışmış, günler ve geceler birbirini kovalamış. Bazı şahıslar da var ki bu defterde isimleri sonsuzluğa taşınmış, bazıları öylece kalmış, bazılarının üstü karalanmış… Şehirler geçmiş, şehirlerden geçilmiş. Farklı iklimler, yeni yüzler tanınmış. Yollar, yollar aşılmış da, kimlerden geçilememiş! Rüyalar iplere asılmış, kırmızı odalarda yıkanmış. Kurusun diye beklerken, için için çağlar olmuş. Hayal sarkıtları kalmış çağıldayan umutlardan avucunda da… Yolundaki sıra sıra dikitlerde yalpalamış. Durup karıştırma şansın varsa eğer bu defteri, kendini seçilmiş say. Demek ki iç bir yerinde kıpırdayan bir şeyler var. Sorguların ve sargıların var geçmişe dair. Yol almak ve adım atmak isteyişlerin var ileriye. O zaman durma, durma ve devam et; bu defterin sana anlatacağı şeyler var.

Dizayn Şerif Aydın

"Yollar, yollar aşılmış da, kimlerden geçilememiş! Rüyalar iplere asılmış, kırmızı odalarda yıkanmış. Kurusun diye beklerken, için için çağlar olmuş."


İ İ - EKIM - 2019

SES DERG S

10

Garip Dilimde bir söz, mırıldanıyordum: "Düşmanlar kına yaksın, dostlar girsin saflara. Sen gözyaşı göstermeden ağlayacaksın gece gelen telgraflara." İnceden bir siren yankılanıyordu kadıköyde bu sabah. Ve bir adam yürüyordu kaldırımlara aşina adımlarla. Omuzlarında yırtık bir ceket ve uzamış sakalları adresini bildiriyordu. Gözyaşları ayak uçlarına damlıyordu bu meçhulün. Şakaklarında taze bir yara vardı ama hiç sarsmıyordu onu. Bir telgraf bildirisi vardı, sinyal veriyordu gözlerine. Sehpaya giden mağlup bir komutanın değil, zafere demir atmış bir askerin selamını çakıyordu gözleri. Ve gözyaşları telfgrafı okuyordu: “Asırlara sığmayan bir isyan var içimde ve onu haykırıyorum. Tutsaklığımı yarınlara bağışlamıştım umut sandalını beklerken. Dikensiz gül yetiştirmek gibi bir idealim vardı, arasıra. Ve bahar soluyacaktı avuçlarımda. Bu bahçede bir çocuk büyütecektim yüreğimde. Kimsesiz…. Ama şakakları kanlı eli titrek ve yüzü tıraşlı olmayacaktı. Cennet tellalı olacaktı…” susmuştu gözyaşları. Ayakları sızlıyordu. Belli ki su almıştı ayakkabısı. Arkasına baktı nemliydi gözleri. Usuldan bir bildiri yayınlıyordu insan kisvetindeki et kemik yığınlarına. İçi buruktu. Anlayanı olmamıştı çünkü insan mahşeri bu şehirde. Elveda dedi koca şehre. Ve hazan yüzlü adam yürüdü. Ben bir şey demedim. Nazım Hikmet'ten eski bir kavga şarkısı mırıldanarak akıp gitti arka mahalleye. “kavgada kendini öldüren lanetli bircenazedir benim için: ölüsüne elleriniz dokunamaz arkasından matem marşı okunamaz sen artıkbu kitaptanoktaları satırları taşımıyorsun..." Mahelleli de yüz çevirdi… gözlerini semaya dikti ve anladı ki yürek semayla birleştikçe sonsuzluğa yeni kapılar aralanırmış. Gözyaşlarını takip ettim, adımlarını izliyordu. Yıkık bir harabede son buldu izleri. Ve birkaç çocuk birikmişti başına ceplerini yokluyordu. Bir mektup vardı üzerinde, kırışıktı. Açtım, ilk satırı "BIKTIMMMM…." İbaresiyle doluydu. Sonra "yolu durulan, zincire vurulan insan” notu düşülmüş ve noktası kanla yapılmıştı. İmzası, inceden bir çizgiyle GARİP diye atılmıştı.

Şerif Aydın


İ İ - EKIM- 2019

11

SES DERG S

AŞK Gizli saklı bir yerlerde, Aranıyor her yerde. Bakan göz görür mü bilinmez. Taşkın akıl, seyirde bulur mu “nasip” denen kuşu. İnce ışıklardan geçerse aydınlanır bu mahzun. Gezer, yürür siyah tüllerde. Bir yarım tebessümün gülü var gamzelerde. Dolaşır mı sert, kaskatı suratlarda. Diyorum her seferinde aşk diye, anlıyor mu kaskatı kalbin adamları? Zamanın sevgisizlik koyuluğundayız şimdi, gören var mı güneşin sevgisini? Kara toprağın bağrında aşk diye çatlayan tohum (!) sevgisizlikten gömülecek olan insandır. Bakın bir gözlerime, aşkı var mı gören? Çiçekler kondurayım gözlerinize, Anlayın beni.. Anlayın kaybolan kendinizi ve bulun derhal. Dayanamıyor bu kainat öfke ve fitnenin fısıltılarına, sessizce gömün öfkenizi kara toprağın bağrına, Ve çatlatın sevgiyle buluşmak için kalplerinizi...

Dizayn Şerif Aydın

Sıdıka Tuğba Engin


12

İ İ - EKIM- 2019

SES DERG S

DENİZ BARIŞ

Terketmedi Mevlan Seni Yürek konuşmak istediğinde, sözcüklerin çaresizliğinde boğulur dilin; kalemin naza, gönlün niyaza durur. Güneşi kuşanırsın şirkin buzul ayazında; rüzgârdan kanatlar takıp kuşlara gülümsersin… Ve dile gelir yürek; satır satır dökülür dudaklardan… Kafeste tutulan kuş misali, demir parmaklıklar ardına konmuştu Yusuf’un annesi Cemre. Otuzüç yaşındaydı. Cennet kadınlarının yaşında… Yusuf iki yaşındaydı henüz… Sütten yeni kesilmişti... Ne olduğunu, nerede olduğunu bilmeden girdi Yusuf’un kuyusuna… Burası Yusuf’un kuyusu, hüzün evi, diriler kabri, düşmanlar sevinci, dostlar imtihanı… Herkes zindanda yitirirken Yusuflar zindanda bulacaktı aradıklarını… Asır zulüm asrıydı. Yara derin, insanlık kan ağlamaktaydı. Dünyanın dört bir yanında Yecüc ve Mecüc cirit atmada; Müslümanlara zulümse

hat

safhada…Müslümanım!

diyenlerse,

Nemrud’un ateşine odun atmada… Nemrut kin ve nefret ateşini körüklemekte… Ebu Cehil kıtalar gezmede… Deccal Süfyanizmi dimağlara işlemekte… İşte böyle bir asırda, öyle dil ucuyla değil, avuçlar dolusu da değil, yürekler dolusu dualara ihtiyaç vardı. ‘Yılanlı kuyu’ demişti adına üstad Necip Fazıl; Asrın Bedii ise ‘medrese-i yusufiye’. Hamile demeden, süt kuzusu demeden, ana demeden, hasta demeden beli bükülmüş ihtiyarlara varıncaya kadar hepsinden korkup attılar kuyuya…

Düşersin Yusuf!Kuyulara, zindanlara düşersin…Gömleği ardından yırtık, ümidi yıkık, bahtına ayrılık düşenlerin, yalnızlığın tesellisini imanda bulanların yâdına düşersin... Allah, der gülümsersin! On beş ay sürecek olan hapis kolay olamayacaktı Yusuf’a, annesine ve diğer Yusuflara…İlk günler korktuğu için hep ağlayacaktı Yusuf…Kapıyı her gün üzerlerine

kilitleyen

gardiyanlardan

korkacaktı.

Babasını ve abisini özleyecekti… Sonra her insanoğlu gibi alışacak, unutacaktı. O minik yaşında sabrı öğrenip kendi küçük de olsa yüreği kocaman olacaktı.Bir gün, 8 metre yüksekliğindeki duvarların üzerindeki jiletli telleri göstererek merakla sordu Yusuf: “Bu teller niye var?” Cevabı henüz üniversite öğrencisiyken tutuklanıp gelen 22 yaşındaki Şeyda verecekti. “Burası kız koğuşu ya, güneş çıkınca parlasın diye süslediler duvarlarımızın üstünü. Hem bizi koruyacak erkek sadece sen varsın, sana yardımcı olmak için yapmışlar onları.” “Naçıl?” “Kötü adamlar duvarlardan atlayıp içeri giremesinler, diye. Hem bak, karanlık olunca bahçemizin kapısını da kilitliyorlar.

Bizi

burada

çok

iyi

koruyorlar.”Kapı

üstümüzden kilitlidir. Dünya her tarafımızdan, gök tepemizden… Hiç oyuncağı yoktu Yusuf’un. Sarı temizlik bezlerinden bir araba dikmişti annesi. Onu da devlet malını amacı dışında kullandı diye aldılar.


5

İ İ - EKİM- 2019

SES DERG S

13

En büyük eğlencesi ranzadan ranzaya geçip muhabbet

Yeryüzünün almadığı, göklere sığmayan bedenleri vardı

etmekti.

hissederdi.

onların. Nam-ı Celili Muhammedî’yi güneşin doğup

Yavrularının yerine bağırlarına bassınlar diye sokulurdu

battığı her yere iletebilmek için küheylanlar gibi

yanlarına anaların. Hele yeni gelen öğretmen hanım… 3

çatlayana dek koştular, kıtalar aştılar. Gâh Endülüs

aylık bebeğini ardında bırakmak zorunda kalmıştı.

kapısında Tarık Bin Ziyad oldular, gâh Çin’de Vehb bin

Günlerce lavaboya sağmıştı sütünü. Günlerce ateşlendi,

Kebşe… Kin ve nefretin olduğu yere sevgi, savaşın

titredi. Çok kez şahit oldular gözyaşlarıyla sütün aynı

olduğu

anda lavaboya dökülüşüne. O daha bir hasretle sarılırdı

götürdüler.

Yusuf’a…

önlerine...Bengisu içtiler inancın avuçlarından…Bir şua

Kış günü kaloriferler yanmıyordu. Sadece geceleri biraz

meraklısı, bir öte sevdalısıydılar…Şimdi de Medrese-i

yakıyorlardı. Paltolarıyla yatıp kalktılar. Pet şişelere

Yusufiye’de istihdam ediyordu Rabbi onları. Onlar ki

sıcak su koyup battaniye altında ısınmaya çalıştılar. 10

“Allah’ım

kişilik koğuşta 20 kişi kalıyorlardı. Sadece bir kişinin

cehennemde ehl-i imana yer kalmasın.” diyen Hz Ebu

namaz kılacağı kadar yer vardı. Sırayla kılıyorlardı

Bekir’in torunlarıydı. Şimdi görev yerleri mahpus

namazlarını… Öyle bir namazdı ki, yerde değil de

olmuştu. Sadakna ve amenna! dediler. Aşk vazgeçmek

göklerde kılıyorlardı adeta. Meleklerin kanadında arşa

değil miydi… Onsuz yapamam dediğin her ne varsa

yükseldiklerini hissediyorlardı. Duvarları nem ve küften

onsuz da yapabildiğini öğretecekti sana Yaradan. Her

yemyeşil olmuş koğuşu gül kokuları bürüyordu. Çok

ayrılık bir vuslatın muştusudur. Ve sen nefsini terk

kereler yakazaten ruhaniler teşrif etti tesbihatlarına.

eylemedikçe, sahip oldukların birer birer seni terk

Sabah

eyleyecektir. Gençliğin, güzelliğin, sağlığın, işin, eşin,

Kimin

canı

sayımlarında

sıkkın

Hz

hemen

Haticeler,

Hz

Fatımalar

yere

barış, Sonsuz

bedenimi

yeisin boyutlu

öyle

olduğu bir

büyüt,

yere feza

öyle

umut açıldı

büyüt

ki

misafirleri oldu Yusuflara.

aşın, çocukların… Allah der ki: "Kimi benden çok

Koskoca dünya aç kurtlara dar gelse de, bir de

seversen, onu senden alırım." ve ekler:

yürekleri kocaman insanlar vardı işte bu dünyada…

yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım…

Sığdıramadılar dünyaya onları

Onsuz


İ İ - EKİM- 2019

SES DERG S

Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur. Sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur. Aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur. Öyle garip bir dünya... Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Mengenede sıkılırcasına sıkılırsın. Yalnız şuurun sana bırakılmış, gerisi tamamen elinden alınmış gibi bir hâl içindesindir. İşin sonunda yağ olmak da vardır, posa olmak da… “Ey irşad yolunun isteklisi! Allah senin insanlara güvenmemen için sana eziyeti onların eliyle veriyor. Hatta; kendisinden başka hiçbir şey oyalamasın diye, seni bütün mâsivadan izaç ediyor. Murâd-ı İlâhi budur. ”Zâlim kuyuya attı; onlar Medrese-i Yusufiyeye girdiler. Ya da girdikleri yeri Medrese-i Yusufiye ettiler. Yavrusundan ayrılmış yüreği yanık anaların, sütten mahrum edilmiş yavruların, beli bükük hasta ihtiyarların dualarına ihtiyaç vardı belli ki... Nûr nârı söndürürdü elbet! Zalim zulmeder, kader adalet ederdi. Haydi o zaman, daralma! Sığdır içine kâinatı… Herkesin herkesi terk ettiği yerde TERK ETMEDİ MEVLAN SENİ.Aradığını bulmuştu… Ya da aradığı onu bulmuştu… Kaybedilmişliklerin yalnızlığında… Razı olunması gerekenden çoktan razıydı... Geriye sadece ince bir perde kalmıştı, aralanması ya da kaldırılması gereken…

5

14


15

İ İ - EKİM - 2019

SES DERG S

dilek Ölürsem burada, birgün kimsesiz, İçimde kalacak, hasretim sessiz, Sakın ağlamayın dostlarım bensiz, Gideceğim yer çünkü elemsiz. Başlarınız dimdik, olsun dostlarım, Zalim ettiğini, bulsun dilerim, Bir suçum yok, her daim hamdolsun derim, Bu hesap mahşere, kalsın isterim. Bir umut deyip, koştum durmadan, Uğraştım didindim, nefes almadan, Kimseleri incitmeden, kırmadan, Gündüzü geceye katar giderim Ölmekse burada, birgün kaderim, Dostlarım yıkasın, naçiz bedenim, Sarsınlar üstüme, beyaz kefenim, Tabutlada olsa, çıkar giderim. Tabutumu kapıdan, dimdik çıkarın, Omuzlayın beni, sadık dostlarım, Zalimin elini, dokundurtmayın, Buraya dik girdim, öyle çıkarım Mezarımı kazsın, gönül erleri, Namazım kıldırsın, nurun neferi, İster ayaz olsun, ister zemheri, Sizleri son defa görmek isterim Arkamdan gözyaşı, nolur dökmeyin, Sakın zalimleri, sevindirmeyin, Hakkınızı bana, helal eyleyin, Sizleri kevserde görmek isterim

Celil


16

İ İ - EKIM - 2019

SES DERG S

BEN YOKSAM

Seyfullah Sacit

"Güç savaşında günün galibi kim? Kim daha çok söz söylerse mi kazanıyor bu savaşta? Susmanın hakikatine eren yok mu?" Kışkırtıcı onca şeyin ortasında ses bulutları ile çevrilmiş zamanın içinde hakikate ulaşmak kadar zor bir şeye daha denk gelmedim. Gerçekliğin bir o kadar sanal olduğu bu çağda yaşamaktan nefret edercesine; kulağımı, gözümü ve ağzımı koruma noktasındaki acizliğimi fark ettiğim bu anların içinde bu asrın en zor asır olduğunu idrak ettim. Kaç kırkıncı gün geçti bilmiyorum. Kırklar üzerinden bile kırk gün geçti. Ben hala değişim rüzgârlarına rastlayamadığım için gitgide tükenen ümidimi sorgular buldum kendimi. Söyleyin bana ne zaman terk edecek gıybet denen gulyabani bizi… Ne zaman lanetlenecek iftira denen illet? Kardeşlik, isar ruhu... Seslerin ortasında kayboldu bayım. Güç savaşında günün galibi kim? Kim daha çok söz söylerse mi kazanıyor bu savaşta? Susmanın hakikatine eren yok mu? Benliğinden başka bir şeyi düşünmeyen, kendini adanmış addeden insanların verdiği zarar kadar kim sana zarar verdi daha önce? Söylesene bayım! Adandım deyince gerçekten kendini adamış oluyor mu insan davasına? Bir kaç zaman içinde yemediğin iftira, yapılmayan gıybetin kalmadı. Tertemiz değilsin elbet... Üzüldüğün nokta temiz sandığın insanların bu şekilde kirlenmesi değil mi? Hani kardeştik sorusunu daha kaç kere soracaksın gece vakitleri? Kaç gün daha ağlayacaksın bu hicran memleketinde? Ne çok soru sordum değil mi bayım? Ne çok cevapsız kelimeler bütünü bu içinde bulunduğun ahval. Vefa mı demişti birisi? Hani bize menkıbeler anlatıp hadi koşturun diyenler. Yoksa gemiyi ilk onlar mı terk etti? Neredeler? Hani kardeştik biz? Korku cumhuriyetinde direnişin adı korkmak olmamalı. Direniş, inadına koşmak olmalı... Söylesene bayım! Koşanlarla haşrolmak istediğin ortadayken niçin korkanlardan oldun? Sonunda boş bir lakırdı diye okunacak olan bu yazdıkların kimsede bir heyecan uyandırmıyorsa var sende yazma bayım! Yazma! Sükût bürünsün simana... Sessizce git bu zamanın ortasından. Kimseler duymasın ve bilmesin seni. Bir garip olarak geldin, bir garip olarak göç git bu dünyadan... “"Koşan yok, sine biryan, sesler garip Ey yolcu bu dünyada ancak oldun mihman Görüntü yok, Dide giryan, zihinler garip Bilmem hangi zamandan geldin, oldun mihman Gönül yok, akıllar nemrut, kalp garip Bir bilinmezin içinde kaldın, oldun mihman"


İ İ - EKİM - 2019

SES DERG S

ANASININ KUZUSU

17

MİHMAN

Anasının Kuzusu O, öyle sarı pantolonuyla adımları birbirine karışa karışa yürüdü ya yolu. Sınırlar geçti. Vizeler aldı. Bekletildi. Sahi kim buldu pasaportu ilk? Yasakları koyup, sınırları kim çizdi? İnsanlığa bahşedilmiş yeryüzünü parçalayıp, kim hakkını gasp etti insanlığın? Ahirette ona da iki çift sözüm olacak zira. Elinde siyah valizi, Zümrüt-ü Anka'nın kanadından bir tüy ilişti sanki omzuna. Merdivenleri kaçar kaçar çıktı bilir misiniz? Sonra bir anne sarıldı ona. Oy, dedi. Oyyyy, diyebildi ikinci kez. Ben gözlerimi kapattım. Sırtımda kaç bin annenin parmakları vardı saymadım. Ah kalbim, dedim. Ah kalbim, bana bağışlayacaksan bu ömrü, vuslatı da yakın et bekleyen annelere. Kaç öpücük dokundurdu oğlunun yanaklarına? Gözyaşları yarışır mı buselerle, yarıştı. Üç yıl. Koca üç yıla, bir bebek sığıyor, doğuyor, büyüyor düşünsene. Üç yıl. Sofrada eksik bir tabak. Odada eksik bir yatak. O yavrum derken, kıyamet kopar sandım ben. Dünya aynı gamsızlığıyla döndü güneşin etrafında. Kalbimin üzerine koydum elimi. Çıkacak ve ben yavrumu öksüz bırakacağım diye korktum. Gözlerimi yumdum bir daha. O hala oyyy, diyordu. İçi dolu dolu kuzum diyordu. Allah'ım, Allah'ım bu nasıl güzel bir duygu, diye coşarken kalbini tuttu. Ah, dedim. Ah! Tutsun Allah'ım bu ah'lar ki, sonradan gelenler içlerinden geçirseler de sebep olamasınlar bu hasretlere. Ah, sen üzülme kuzum derken yine de bütün dertleri kendine isteyen bir paratoner olma aşkı yükseldi semaya. Allah'ım dedim, dilim sözcüklere bir kalkan gibi gerildi. Allah'ım diyebildim. Sen, biliyorsun. Kalbimden geçenlerin, geçmeden kalbime düşeceğini ilme sahip Rabbim. Sarılmanın ve öpmenin ve de dokunmanın güzelliğini kalbimize tattıran. Yokluğuna alıştıran. Unutturan. Unutmanın nimetini iliklerimizde hissettiren. Dönüp tekrar yaşattıran ve en büyük şükrü yaşattıran, hamda ulaştıran Rabbim.Oysa daha yeni okumuştum. Acı büyük olanların sevinçleri de büyük oluyordu. Güzel duygular, daha güzel duygular yaşayanlar, beter acılara düçar oluyorlardı. Araftayım Allah'ım. Neyi isteyip neden sakınacağımı bilemediğim duygular kıskacında, dualar yoksunuyum. Büyük sevinçler uğruna, dev hüzünleri kaldırmıyor kalbim, hissediyorum. O anne, öyle oğluna sarılırken, kökünden sallanan bir ağaç gibi döküyorken yapraklarını, ben küçük sevinçlerin etrafında, gündelik telaşların kucağında olayım istiyorum. Oysa ne çok dua etmiştim, beni yaratmaktaki muradın ne ise beni o istikamette yaşat diye. Yoruldum Allah'ım. Hasretten pranga eskitmedim belki Ahmet Arif gibi. Ancak bu vuslat, kalbime bir karabasan gibi çöktü, bilinsin istedim.

Sine Elif


İ İ - EKİM- 2019

SES DERG S

M.Fehmi Acat

HAPİSHANE KORİDORUNDAKİ ÇOCUK Hapishane koridorunda topunu arayan çocuk; Kaybettiğin topu mu, dostu mu, sığınılacak bir kolu mu, onuru mu, insanlığı mı, bilmiyorum neyi arıyorsun. Gözleri nemli, buğulu hisleri, kırılmış kalbiyle dünyası karartılmış çocuk; Parklar bahçeleri kırlar ovalar dururken kaybettiğin çalınan mutluluğunu burada mı arıyorsun. Sağa sola koşuşturup cüsseleri dev, yürekleri sinek misali zalimlerden merhamet bekleyen çocuk. Bunlar yaranı kapatır, derdine merhem sürer, acına ilaç olur mu sanıyorsun? Umudunu yitirmiş, dizleri üstüne çökmüş, engelleri aşamamanın hüznünü duruşuyla haykıran çocuk, Sevdiklerinle arana duvarlar yapmaları, ayrı bırakmaları, katığına hasret katmaları yeter mi sanıyorsun? Ciğeri dağlanmış, kanadı kırılmış, gözyaşını yüreğine damlatan çocuk, Tüm bunları tel örgüler, paslı sürgüler, silahlı nöbetçiler mi yaptı sanıyorsun? Bakışlarındaki ışık dünyayı aydınlatan, kalbindeki inançtan beslenen, iradesi zulmün kalelerini sarsan çocuk, ayağa kalk, kaşlarını çat, boynunu dik. Bakışlarıyla kin ve nefret saçanların seni durduramayacaklarını çok iyi biliyorsun. Şimşekleri kıskandıran bakışı, okyanusları saran dalgaları, kainatı kuşatan rüzgarıyla gözü yaşlı bekleyenlerin umudu olan çocuk; Top falan hikaye, senin oyuncağın dünya, bir umudun arefesindesin, kalk hadi, uyan... Ne duruyorsun? Zulüm kalelerini senin ahın yıkacak. Tahterevallinin öbür ucunda tüm acımasız zalim ve katillerine, kin ve nefretleriyle toplanmış, şeytan ruhlu gulyabanilerine ağır geleceksin belki. Olsun... Binlerce çocuk seninle gülecek, sen güleceksin. Anneler gülecek. Zülmün kartondan kaleleri bir bir yıkılacak...

18


İ İ - EKİM - 2019

SES DERG S

19

DÖNÜYORUM Uyan Anneciğimim; uyan, benim gibi Asyalı yolcu. Şehirlinin havasına alışamadı bu yürek, dönüşe meylim var artık. Dağların sevimli kızıydın, severdin bütün insanları Asyalı gibi. Hem kır çiçeğinde saklı sevgini baruda çevirse de zaman, sen hiç barut kokmadın aslında. Alnında damla damla birikmiş terle bahçıvanlık zahmetine soyunuyordun. Vazife bu ya gül yerine hep diken olduk parmaklarına. İlkbaharın ortalarıydı ayrılmıştı yollarımız. Gitmeliydim. Bir şehir mezarlığına bile razıydım. Şehirliydim yani. Tuhaf gelirdi bana saçlarını poyraz rüzgarının parmaklarıyla taratman. “Bahar yağmurları saçlara iyi gelir” demen tuhaf gelirdi. Nasıl gelmesin ki hayallerimi plastik kaplarda büyüttüğüm çiçeklerde saklıyordum. Ufak bir rüzgarda dağılıp giden hayallerim. Değildi, itiraf ediyorum, fırtınalara dayanıklı değildi. Çıtkırıldım fidanlarda asılı duranlar yıkıldı bir bir… Anlamadım ne seni ne de hayallerini. Her kırılan dala koşar, her kopan yaprağa sarılırdın dalı yerine. Bir gün dalın kırılsa, dökülen yaprağın olsa sadece sen koşardın, biliyorum. Anneler günü heyecanında bir demet gül için bayırları dolaşmıştı Seyyid Ali, bir bir. Her bahardan bir desenle dönmüştü ocağına. Toprak kokan anamın ellerine bıraktığı bahar kokulu çiçeklerin bedeline canım anam iki damla gözyaşını bırakmıştı avuçlarına. Kaldırımlarda beş liraya satılan birkaç çiçeğe bunca gözyaşını fazla görmüştüm o gün.

Ne bileydim akıtılan terlerin bedelini ödediğini canım anamın. Bir görsen ıskalıyorum artık. Aşkta da ıskaladım, şehrin maşuklarında da… Şimdi anlıyorum umutlarını, emeklerini şimdi anlıyorum. Çünkü yazılan hiçbir şiir, çekilen hiçbir methiye kırlarda topladığın çiçeklerin asaletine yetişemiyor. Bana uzatılan hiçbir mesaj anama uzatılan bir demet gül kadar göz doldurmadığını görüyorum.“Dön” demiştin Anneciğimim “dön.” “Bak arkandan ağlayan Berivan bacı, şuracıkta Seyyid Ali, eşikte Çakırcalı. Her biri bir Herkül, kimisi Zaloğlu Rüstem; ama kalpleriyle birer muhabbet kuşları. Hıçkırık dolu gırtlakla beklerler seni.” Uyan Anneciğimim , uyan benim gibi Asyalı ceylan uyan ki dönüşe meylim var artık. Dedim ya senin bozkırına inat, şehirlinin bahçesine kondum, dalında yuva yaptım ben. Sevdim, kardeşim dedim kimine senin yerine. Olmadı işte… El uzat bana. El uzat bozkırımın güzel çiçeği… Çiçekteki gözyaşına vurulmuşum senin, şehirlerin muhteris aşklarına sırt çevirdikten beri. Zamansız ayrılığın kalbimde açtığı tarifsiz yaralarımla gelsem, anneler günü diye uzatsam bir demet gülü. Buyur eder misin sofrana. Demiştin biliyorum Anacığım, “bunlar şehirli bunlar anlamazlar Asyalının kalbini orda vefa Asyalının vefasına benzemez. Uzak dur.” Nerden bileyim bülbül gördüğüm yuvada atmaca pençelerinin olacağını.Dönüyoruz artık, bir daha ellerini kanatmamak, kırılan her bir dalına, kopan her bir yaprağına koşmak üzere dönüyorum…

Yusuf Kaya


20

İ İ - EKİM- 2019

SES DERG S

BERLİN DUVARINDA AŞK Kavgayı sevmem ama mücadeleye bayılırım. Tutkuyu sevmem ama aşka inanırım. Kahkaha güzel bir eylemdir ama tebessüm hep daha soylu gelmiştir bana. Ölçülü davranışı severim ama delilik nedense daha cazip gelmiştir hep. Kararsızlık mı bunun adı bilmiyorum ama kendimi tanıdığım kadarıyla bir yanım fırtına öbür yanım süt liman deniz. Öyle de görmek istiyorum biraz da insanları, yani tek düze olmasınlar istiyorum. Bunun açık bir ifadesi: Birkaç gündür dilimde dolanan bir söz: ”. Belki mantığın kalbi olan Batı’da soylu bir eylemle başlamak istemiştim yazıma. Duvarda hiç tepki çekmeyen ama ilgi çeken tek kelimedir aşk. Ne sokak devriyesindeki Nazi polisleri yasaklayabilir bunu, ne de zamanın dervişleri itiraz eder. “Yıkılmış duvara yazmak da ne?” diyor içimde bir ses. Tarihe karışanı yeniden inşa etmek istiyorum belki, belki yıkılan her duvarı tamir etmek gibi bir inadım var, bilemem. “İyi bir duvar da değildi sanki” diyor içimdeki akıl, ve ekliyor “bir delinin sınırları da diyebilirsiniz buna”Ama ben, bildik ben yine. “Olsun” diyorum, “her yıkılanı ayağa kaldırmak kalbimin bana dayattığı bir eylemdir ve saygı duyuyorum.” Neyse konum duvar değildi, benimki duvara yazılacak aşk. Aşk sahuruna kalkmış bir mahmurun eline bir fırça verip davulcuyu da yanına takmak istiyorum. Ve“Yazın!” demek istiyorum, duvara kocaman harflerle. Gelen okusun, giden okusun. Meczubun yazdığını beğenmeyen insin düzeltsin, böylelikle her akıllıya aşk yazdırmış olurum Berlin duvarına. İster Hitler selamı verin önünden geçerken, ister Gandi’nin, isterseniz cam kenarında oturup yar bekleyen köylünün… Hiç farketmez benim için. Aşkı seslendiren her müziği dinlerim, her halayı izlerim doyasıya, her resme aşkla bakar, her şiirin kafiyesini şairiyle birlikte söylerim. Berlin duvarına yazdığımı bir ben okurum hakkıyla, bir de …. Bir de uçağın kalkışına beş kala sevdiğinin gözyaşlarını öpen biri… Yazdık işte bu gece, hem de koca harflerle… Meczup, davulcu ve ben…. Kocaman harflerle yazdık: Berlin duvarında aşk

BERLİN DUVARINDA AŞK…

ŞERİF AYDIN


herkesin mutlaka okunası bir hikayesi vardır....

İRTİBAT serifcanada@gmail.com www.sesdergis.ca @serifcanada @kanadanotlari


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.