Londra’nın Öfkesi Türkçesi Seda Garzanlı Jon Savage, 70’li yılların sonunda, müzik yazarı olmadan çok önce, No-Future-jenerasyonu Londra’sının resimlerini çekmişti. Yazar ve müzik eleştirmenleri arasında efsane bir isimdir Jon Savage. Düsseldorf’ta sergilenen fotoğrafları Jon Savage 1977 yılında İngiltere’nin başkentinde çekti. Düsseldorf’taki sergide kendisine sorular soruldu, verdiği cevapları UNDERGROUND POETIX okuyucuları ile paylaşmak istedik.
Jon Savage, 24 yaşınızdayken sizi fotoğraf çekmeye kim heveslendirdi? Hiç kimse. Aileden hiç kimse, zaten kimse de etrafta dolaşıp resim çektiğimi bilmiyordu. Sanat okuluna da gitmedim. Beni cesaretlendiren punk-rock müziğiydi! Bu resimleri çekmeden önce The Clash, The Sex Pistols ve The Damned’in konserlerine gitmiştim bile. Yani aslında bir sebebiniz vardı, doğru mu? Aslında evet. Resimlere, kendim çıkardığım “London’s Outrage” isimli fanzinin ikinci bölümü için ihtiyacım vardı. Dawn Ades’in kitabı “Photomontage” beni çok etkilemişti. 1976’da yayımlanan fanzinimin ilk sayısında, montajlar yapmıştım. O zamanlar bu montajların benim için anlamı büyüktü,
özgürleştirici geliyordu, yazı ile o kadar ilgilenmiyordum, daha çok resimler ile, sessiz ve hareketsiz resimler, ve kafamdaki kombinasyonları ilgimi çekiyordu.
O zamanlar, yayımını kendin basmak neredeyse olağan bir durumdu. Internet, blog, facebook vs gibi araçlar yoktu; fotokopi, kalem, makas ve kağıt ile çalışılıyordu. Biraz yaratıcılık isteyen ve sadece bu şekilde anlam kazanan bir teknoloji – hepsi birbiri ile ilintili. Kimse, yaptığımızın bir anlamı olup olmadığını veya olup olmayacağını bilmiyordu. Tek motorumuz, tutkuydu. 1976 yılının kışında The Sex Pistols sadece 38. sırada yer alabildi ve bu yüzden de plak şirketinden atıldı; o sıralar The Clash ve The Damned gruplarının her ikisi de ilk albümlerini çıkarmak üzereydi – insanların punk ile ilgileniğ ilgilenmediği konusu hala net değildi, aynen benim çıkardığım fanzinin okuyucusu olup olmayacağı konusu gibi. Çalıştığım yerde duran fotokopi makinesini kullanıyordum. 100 adetten fazla basamıyordum, 20 de olabilir, hadi 50 olsun en fazla. “London’s Outrage” nasıl çıkarılıyordu piyasaya? Rough Trade adındaki plak şirketi üzerinden, 1976 yılının Şubay ayında Batı-Londra’da açılmıştı Geoff Travis tarafından. Başka zinler de vardı. Bunlardan özellikle Mark Perry’nin “Sniffin’ Glue”, Tony D’nin “Ripped and Torn” ve Sandy Robertson’un “White Stuff”ını sayabilirim. İlk satılan benimki oldu. “Bir deneyelim bakalım” demişlerdi o zaman. Diğer tek satış noktası ise Camden High Street’teki Compendium Books’tu. Resimleriniz oldukça korkunç görünüyor. Kent kendisini tamamen harap olmuş vaziyette sergiliyor. Eski sosyal konutlar birer birer yıkılmaya başlanmıştı fakat yerlerine yenileri yapılmıyordu. Punkrock sayesinde bu boş ve ihmal edilmiş alanları aramaya başladım. Kensington’da oturuyorduk, orta sınıfın yaşadığı bölgedir. Resimlerini çektiğim bölgeler – Notting Dale’daki Latimer ve Lancaster caddeleri –
sadece 10 dakika mesafedeydi. The Clash’in “How Can I Understand the Flies” parçasında bir an vardır, bateri hariç neredeyse tüm enstrümanlar sessiz durur, Dub-Reggae’den biliriz bu sesi, koparıyor beni! Yani şunu demek istiyorum, boşlukların çok önem taşıdığı bir sanat türü ile çevrelenmiştim – ve bu yüzden de bu boşlukları resimlere yansıtmak istiyordum.
Resimlerinizde gördüğümüz kentin unutulmuş ve boş bölgelerin, sosyal gerçekliğin, biraz da özgür ve ütopik bir yanı var, öyle mi? Evet, bu bölgelerin konuştuğu bambaşka bir dili vardı: futurizm! Dört şeritli Westway karayoluna, evlerin yer açması gerekiyordu; sadece fiziksel alanlar değil aynı zamanda zihinsel alanlar da açıyordu bu boşluklar. J.G. Ballard’ın “Crash” ve “High-Rose” isimli romanlarında ele aldığı konular – dehşet verici, hastalıklı mobilite ve yeni sosyal ve teknolojik bölgelerin kente olan etkileri – artık havada görünür bir şekilde uçuşuyordu. O zaman resimlerini çektiğiniz bölgelerin şimdiki durumu nedir? Tanılacak halde değiller. Konutlar var, barlar, alımlı medya ofisleri, arabalar ve sosyal alanlar. Bu elbette ki o zaman çektiğim alanlardan çok daha iyi. Fakat Londra o zaman daha özgürdü. Kitlesel medya, tanımlama gücünü getirmeden ve müzik endüstrisi marketing makinelerini yığmadan önce, punk, bu metropolün elbette başka ve yeni oluşturulabileceğini göstermişti. Punk, hem fiziksel hem psikolojik haritayı yeniden çizmişti – ve bu da bugün artık imkansız. Siz, özellikle de kelimelerle uğraşan birisiniz – popkültür ve ağırlıklı olarak pop-müzik yazıları ile. Kelimeler benim mesleğim. Fakat sessiz ve hareketli resimler de beni her zaman büyülemiştir. Daha yeni, BBC-TV-filmi olacak olan “Arena” filmi üzerindeki çalışmamı tamamladım; konusu, “1966-The Year the Decade Exploded” isimli kitabımın içeriğini kapsıyor. Bunun dışında, Brexit kararının geri
çekilmesi üzerine, yani mobbing ve ırkçılık ile kaplı havaya biraz olsun olumlu, insancıl birşeyler üretebilmek için kullanıyorum tüm gücümü. Boris Johnson gibi insanlar tanıyorum – onlarla aynı okula gittik. Johnson, okul bahçesinde, arkadaşlarını döven, onları pataklayan fakat aynı zamanda kendisini çok zekice gösteren ve bu sayede bir sürü fanı olan bir kişilikten başka birşey değil.
Ülkeniz adına utanıyor musunuz? “İngiliz” olmak bana hep utanç vermiştir. Aslında öyle de değilim. Bunun için çok duygusalım! Aman Tanrım, İngilizler bazen ne kadar darkafalı ve korkunç olabiliyor! Babamın tarafına bakınca, Fransızlar tarafından takip edilip, 18.yüzyılın başlarında İngiltere’ye kaçan göçmenlermiş, Fransız protestanlar. Daha sonra, babamın da doğduğu İrlanda’ya göç etmişler. 18 yaşındayken, anne ve babası ile Yeni Zelanda’ya geçmiş ve İkinci Dünya Savaşında sırasında askerlik yapmış. Beni ilgilendiren, marjinalliğin kendi DNA’na ne derecede işlediği ve ne kadar etkili olduğu. Çünkü Brexit, benim için şu demek: kendisini marjinal ve azınlık tarafında hissetmiş/hisseden, herşey ve herkese bir saldırı. Başka olup da saldırıya uğramayan hiç kimse bunu anlayamaz. Siz homoseksüelsiniz değil mi? Aynen öyle. 70li yıllarda homoseksüel olmak kadar berbat birşey yoktu! Hepimiz, bu durumu düzeltmek için çok çalıştık. Sadece kendimiz için değil, diğer marjinaller ve azınlık grupları için de. Şimdi Brexit ile birlikte, sağcı muhafazakarların sesi daha da çıkmaya başladı ve aynı şekilde buna karşı tekrar mücadele etmeliyiz. Bu durum bana Thatcher’in son günlerini hatırlatıyor biraz; hani “içimizdeki düşman” ile mücadele etmek ile meşgul olduğu dönemler. Ona göre, normal ve düzgün insanlardan daha çok düşman vardı. Söyleyebileceğim tek şey var, o da: ben hiç normal olmak istemedim! Ne kadar sıkıcı birşey!