OCAK - ŞUBAT 2018
“Bütünün tamamı parçadır.”
2₺
EDEBİYAT | KÜLTÜR | SANAT
Çizer: Mehmet Mergen
YALAN 1.SAYI
İçindekiler Mesut Ateş - Duvar Olabilme Arzusu
3
Cem Arslan - Bir Çocuğun İlk Hikayesi
7
Ozan Kapağan - isimsiz bir mezarda hiç doğmadımsa 12 Merve Tavuskarlı - Söyle
14
Dilek Mavi Şahin - Sinemadaki Patolojik Gerçek: Yalancı Karakterin Tragedyası 21 İzzet Fırat Orfa - Karşı Durak
23
Zelal Tınar - Namütenâhi Bir Kadın: Selma 27
Buse Kaçar - “Pinokyo”luk Zaruri
/epizotfanzin
2
@epizotfanzin @epizotfanzin
epizotfanzin@ gmail.com
/epizotfanzin
30
/epizotfanzin
DUVAR OLABİLME ARZUSU* Dakikalarca duvarlara bakardı. Çok sevdiği bir alışkanlık haline getirmişti bunu. Duvarlar, zihninin sinema perdesiydi, seçtiği bir anıyı perdeye yansıtıp saatlerce izlerdi. Nerede olursa olsun, bir duvar buldu mu saat hesabı yapmayı unuturdu. Makara arada takılsa da oturduğu yerde şöyle bir kıpırdanır, sakince beklerdi. Ne var ki bir süredir makaralar dönmüyordu. Solgun gözlerle etrafına bakıp duruyordu. Ne zaman başlamıştı bu tutukluk? Yansı ilk ne zaman kesilmişti? Anımsamıyordu. Anımsayamıyordum. Olanları yazmaya çalışsam da işe yaramıyordu. Kısa bir öykünün kahramanı olabilmenin görkemi bile kafamda olan bitenleri tetiklemiyordu. Yazma dışında, olay örgüsünde geri gitme metodunu, terapiyi, ses kaydıyla neler yaptığımın güncesini tutmayı denedim. Başka dillerde düşünmeyi, başka dillerde yazmayı hatta başka şehirleri arşınlamayı bile. İşlemeli, sarmaşıklı, küflü, yıkık, sıvaları dökülmüş, anlamsız yazılarla, sloganlarla dolu duvarların önünde saatlerce bekledim. Sitelerdeki evlerin göğe yükselenlerinden, büyülü
saray duvarlarına kadar yürüdüm. Hiçbir işe yaramadı, ben daha çok ufalandım. Pervazları, sarmaşıkları, perdeleri, makaraların tırtıklı sesini yumuşak toprağa gömüyordu. Anımsayamamak acı vermeye başlayınca, rahatladı. Kahve içip evi temizlemeye başladı. Elinde süpürgeyle, aynalı camlı çok katlı şirketlerin tuhaf unvanlı bir çalışanı olmaktansa, öğretmen olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşündü. Koridorda öylece dikilip kitabının başından uzaklaştı. Kalabalık şehrin ara sokaklarından birine sakince kafasını gömmüş, her daim hoş bir rüzgâr alan, sınıflarında birkaç öğrenci, bir çay ocağı, bir de kendi halinde birkaç öğretmeni olan dershanelerin birinde çalıştığımı; sabahları kalkıp öğretmenler odasında kahvaltı yaptığımı, öğrenciler gelene kadar notlarımı hazırladığımı, boş zamanlarımda da filtre kahvemi yudumladığımı kurguluyor, kullanacağım kalemin ne renk olacağına karar veremiyordum. Öğrencilere ne istediklerini sorarken gülümseyecek, konunun tamamını kırk dakikaya sığdıra-
3
bilecek, sabırsız iştahlarını bekletmeyecektim. Edebiyat konularıyla başladığım gün, öğlen Türkçe konularıyla devam edecek, gün solmaya başladığında testler çözdürecektim. Masaların arasından atik manevralarla geçip yazıp yazmadıklarını kontrol edecek, yazmayanları anında uyaracaktım. Bazen sinirli ve memnuniyetsiz veliler gelecekti dershaneye. Hepsiyle konuşacak, onlar için çok mühim, benim içinse sıradan açıklamalar yapacak tım. Gün bittiğinde bacaklar ım şişmiş olacaktı. Tabanlarım su toplayacak, küçük parmaklarım zamanla nasırlaşacaktı. Uykudan kapanan gözlerimi kırpıştıracaktım. Herkes toparlanıp gittiğinde, eğer müdür de çoktan gitmişse, kendime bir kahve koyduktan sonra sandalyelerin birine tüneyip bir film izleyecektim. Ay sonunda kazandığım para on beş bile yetmeyecekti. Eh, mecbur başka işler düşünecektim tabi. Midemi gün içinde öğretmenler masasının üstün-
4
deki abur cuburlarla doldururdum. İş var ki öğretmen olabilseydim. Ara sokak dershanelerini bir bir dolaşmaya başladı. Hiçbirinde bir saatten fazla durmuyor, içerisini kokluyor, mevcut öğretmenlerin yüzlerinden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Kitap ve mürekkep kokusuna tav oluyor, yorgun öğretmen muhabbetine kulak kesiliyordum. O an orada olan öğretmenleri kategorize edip gülüşlerini ya da kavgalarını elindeki deftere kaydediyordu. Sınıfların başında duruyor, çocukların kalitesini anlamaya çalışıyor, hoşluk açısından ortamı derecelendiriyordu. Notlarımı derleyip çıkan sonuçlarda birinci gelen dershaneye vardığımda müdür olması gereken kişi, umutsuzca masasına birine çökmüş hesap yapmaktaydı. Karşısına oturup neden böyle umutsuz bir tavır takındığını sorguladım. Kâr edemediğini, az önce öğretmen çıkarmak zorunda kaldığını,
böyle giderse iki aya kalmadan dershaneyi kapatmak zorunda kalacağını anlattı. Kahrolsundu sokağa yeni etüt merkezleri! O an aklımda çalan müziğin hoşluğundan mı yoksa adamcağızın çaresizliğinden zevk almasından mı bilinmez, ona endişelenmemesini, çıkardığı öğretmenin yarı ücretine çalışacağını, kafeyi kurtarabileceklerini söyledi. Adam sağa sola eğdiği kafasını, ensesini sıvazlayarak geriye attı. Avuçlarını masaya vurup sandalyesini gürültüyle itip kalktı. Uzanıp kolunu sıktı. Önlüğüm eski model, beyaz renkliydi. Klasik kundura, kumaş pantolon ve beyaz bir gömlek giyiyordum. Notları renkli kâğıtlara yazıyor, kalemleri farklı renklerde seçiyordum. Aldığım para küçük bir daireye bile yetemediğinden, dershanenin basım odasını yarı yatak odasına çevirmiştim. Böylece sabahları kalkıp, kantinci gelmeden yumurta haşlayabiliyordum. Yumurta haşlamayı seviyordu. Yumurtanın kıvamına karar verme gücünün elinde olması kendisini mutlandırıyordu. Çayın yanında öğretmenlerin önceki gün bıraktıklarını alarak gizlice bir poşete istifliyor, gece-
leri herkes gittikten sonra yiyordu. İzni yoktu. Yaz geçip kış yüzünü gösterdiğinde çaresizliğini unutan müdür artık dershaneye uğramaz oldu. Üç kış, dört yaz bittiğinde griye dönmüş sözde beyaz önlüğümle kapıda dikilip dururken, dershanenin önünden geçip giden bir kadının arkasından bakakaldım. Neden bakakaldığımı kendime sorarken, kadın sokağın sonundan dönüp gelmiş, önümde dikilmişti. Canım sıkılmıştı, henüz bir şiir yazmamıştım. Kantinci de daha gelmemişti. Neyse ki kadın sinirli değildi. Bileğimi tuttu, “Sen benim iyi olma ihtimalimsin.” dedi. Yıllarca beklemiştim onu. Kırk kez kırılırdım da yine en çok onda sağlamlaşırdım. Yan yana gelirsek yanarız diye yaklaşamadığınla ayrı ayrı yanıyorsun ya hani, tam yedi yıl oldu ayrı yanalı. Başını çevirip bakışlarını izledi. Eski bir apartmanın dökük cephesine bakar gibiydi. “Şu duvar kaç yıllık biliyor musun?” diye sordu. Bu duvar ne zamandır buradaydı? “Bilmiyorum.” diyemedim. Bileğimi bırakıp sessizce uzaklaştı. Ardından baktım. İçimdeki küçük insanı çepeçevre hapsettiğim istinat duvarları. Onca düşe, onca ar-
5
zuya ördüğüm setler, gözümü kısıp yapmayı planladığım her şeyle beraber yıkılan kireç duvarlar. Gücünü topladığım hayallerin karşısında ebedi bir şehrin ağır kapıları gibi dikilen, ket vurmaya parasız yatılıdan alışkın beton donukluğuyla sırıtan başkaları. Çeker alırlar hevesini, kalemini, kâğıdını, repliklerini. Bir gece yarısı, artık yağan yağmurda da anlam bulamazsın. Sonra cam cam dağılıp o huysuz, o çekilmez ruh sekilerinden dökülmezsen iyi… Kafasındaki makaralardan çıkan tıkırtılar, adamın tıkırtılarına karışıyordu. Öğretmen olabilme arzusu, yerini duvar olabilme arzusuna bıraktı. Önlüğünü sırtından çıkarıp attı. Duvarın içinden geçip orada duvarla birleşebileceğini düşündü. Sarmaşıkların yanından duvara sızmaya çalışırken, neden duvarlara bakıp zihnindeki filmleri oynatamadığını anımsadı. Duvarın dibine gitti. Yanağını duvara dayadı. Ürperdi. Gömleğini çıkardı. Ellerini, karnını, dizlerini duvara yapıştırdı. Gözlerini kapadı. Kaldırımların boğucu sesi koridorda uğulduyordu. Gözlerini açtı. Vakit akşamı bulmuştu. Panjurların karaltısı içeri vuruyordu. Camları kapat-
6
tı. Dershanenin içinde ağır bir rüzgâr esti sanki. Köşedeki koltuğa yürürken kendini bitkin hissediyordu, ayakkabı ayaklarını acıtıyordu. Hayallerinin perdesi bulanık bir renge bürünmüş, adeta taşlaşmıştı. Başını arkaya attı. Kapı kirişiyle tavan arasındaki duvar parçasında bir çatlak bulunduğunu fark etti…
Mesut Ateş * Fosforlu Elma dergisinin 2.sayısında yayımlanan “İnsan Bir Duvardır” hikâyesinin bir devamı niteliğindedir.
BİR ÇOCUĞUN İLK YALANI Güneş, yeryüzünü bir kazan misali kaynatırken kendimi bir ağacın altında buldum. Bazen nereye, nasıl gittiğimi unutuyordum. Anlayacağınız 5N 1K’den bana kalan yalnızca kim olduğumdu. Altında durduğum çam ağacının rüzgâr ile olan dansını seyrederken ben, karşımda koşturan insanları görmemin mümkünatı yoktu. Bir süredir bu manzaranın bana ilham perilerini getirmesini bekliyorum fakat kulağımın arkasındaki kalem günlerdir orada kıpırdamaksızın duruyordu. Ellerimde bir defterin boş sayfasını tutuyordum. Bir hikâyem olmalıydı, buraya gelenlerin bir hikâyesi vardır muhakkak. Dudaklarımın kuruluğu kelimelerimi de kurutmuştu sanki. Oysa ne alakası vardı dudaklarımın kuruluğunun düşüncelerimle? Vardı efendim, iç sesim bana küskündü. Düşüncelerimi yazmak için mırıldanmam gerekti. Pek kendini beğenmişti şu iç ses doğrusu. Neymiş efendim, ona iyi davranmamışım. Bir keresinde sordum ona, “Neden sana iyi davranmadığımı düşünüyorsun?” diye, “Beni dinlemiyorsun.” dedi. Neyse kulak asmadım ona.
Buralarda pek sevilirdim efendim. En küçükleri benmişim, öyle der her seferinde benimle konuşan hemşire. Ah o hemşire, adı Nâlân. Kabalığımı mazur görün efendim ama öldürecek bu Nâlân beni. Duygusal anlamda tabii. Yoksa hastalığımın Nâlân ile uzaktan yakından ilgisi yok. Ancak o karşımda durduğunda ıslanırdı dudaklarım, bir köpeğin kemik gördüğünde ağzının sulanması gibi değil elbet, yiyecek değilim Nâlân’ı. Ah efendim, Nâlân denilince hatırladım. Affedin bu hastalık epey unutkan biri haline getirdi beni. Anlatmıştım ona geçen gece tüm hikâyemi. Peki neydi benim hikayem? Bulmalı Nâlân’ı, sormalı sonra tek tek. Anlat demeli, beni bana anlat. Hatırladığım bu denli mühim olaydan sonra Nâlân’ı aramak için kalktım yerimden. Dudakları büyümüş ve çatlamış insanlar, bir deri bir kemik kalmış insanlar, gözleri bozuk insanlar ve düşünceleri kaybolmuş insanlar topluluğunu aşarak hızlı adımlarla yürüyordum. Bu topluluğa ait değildim, fakat yine de sesimi çıkaramıyordum. Bir kasabadan daha büyük olduğuna
7
inandığım bu bahçede, kadınlar ve erkekler ayrı dolaşırlardı. Fakat bazı kadınlar bazı erkeklerden hoşlanır, erkekler bu hoşlanmayı reddedemeyecek kadar kibardı. Aynı şey kadınlar için geçerli değildi. Bazı kadınlar bazı erkekleri gözlerinin yaşına bakmadan reddedebilirdi. Bu bahçede reddedenler ve reddedilenler olarak ayrılmışlardı. Yüzlerindeki hüzünden anladığım kadarıyla ben reddedilenler topluluğunu arkamda bırakmıştım. Şimdi karşımda bahçe sorumlularından gizlenerek sevişen kadın ve erkekler vardı. Bunlar da reddedilmeyen topluluktu. Buradaki insanların sevişmesi katiyen yasaktı. Üstelik bu yasak ahlaktan ötürü değil, sağlıktan ötürü yasaktı. Ahlak kavramı, ölümü bekleyen bu insanlar için pek de mühim bir mesele değildi doğrusu. Yasaklı bahçede kanunsuz sevişen illegal insanları da arkamda bıraktıktan sonra Nâlân’ın sarı saçlarını gördüm. Uzun boyuna kıyasla incecik olan bu kadının zayıflığı ancak
8
bu hastanede kendini gizleyebilirdi. Sesimin yorgun olmasından dolayı iyice yakınlaştıktan sonra, “Nâlân!” diye bağırdım. Geriye dönerken rüzgarın da yardımıyla süzülen eteği, bana dans eden o çam ağacını anımsattı. Şimdi bana bakan mavi gözleri ise gökyüzünü sığdırmıştı o iki küçük çukura. “Turgut ne arıyorsun burada?” diye karşılık verdikten sonra tepemde durdu. Daha önce söylemiştim epey uzun bir kadındı fakat şu an ona pek bir aşağıdan bakıyordum. Birkaç saniye sonra elini gördüm bana uzanırken, anlayacağınız düşmüştüm olduğum yere. Olurdu böyle arada, heyecanlandığım zaman ya da koştuğumda. Şimdi her ikisini de yapmıştım. Ayağa kalktığımda, beyaz altım toprağın kahvesine bürünmüştü. Bundan utanmamıştım, aksine beyazdansa kahverengi daha çok hoşuma giderdi benim. Derin derin nefes aldıktan sonra, “Seninle konuşmamız gerekiyor.” dedim. Bu söylediğime kızabilirdi veya-
hut şaşırabilirdi. Ancak burada konuşabildiğim tek kişinin o olduğundan emindi. Bu yüzden, “Elbette, gel odama geçelim.” dedi ve koluma girerek yürümeye başladı. Onun yanındayken ölümü unutuyordum ama onun yanında değilken ölüm hâkim oluyordu yaşamıma. Sonbaharın döktüğü yaprakların arasından geçerken onunla, ikimiz de kuruluğundan dökülen yapraklara basmamak için çabalıyorduk. Bu yapraklar bizlerin yansımasıydı aslında, sanırım bunu ikimiz de biliyorduk. Velhasıl kimse üstüne basılmasını istemez. Odasını diğer odalardan ayıran en yegâne şey duvarını kaplayan kütüphanesiydi. Duvarın beyazlığını kitapların solmuş sarılığı kaplamıştı. Bir de penceresi vardı ki, maviliği doldururdu odasına. “Yine kitap almaya mı geldin? Bak bir öncekini geri getirmeden vermem.” dedi gülümseyerek biz odaya girer girmez. Ona bakarak tebessüm ettim. Ona baktığımda tebessüm etmediğim an yoktu zaten. “Hayır, bana beni okur musun?” dedim. Anlamamıştı. Bundan doğal bir şey yoktu şu an bu odada. Tekrar ettim edebiyatı aklımdan çıkararak, “Dün sana anlattıklarımı bana anla-
tabilir misin?” bu basit cümleyi anlamıştı. Garipsememişti, bu çocuk dün kendi anlattıklarını neden sorar bana bile dememişti. Unutkanlığımdan haberdardı. Derin bir nefes aldı, gözlerini yaşla doldurdu. Gözleri yaşlanmıştı ama dudaklarında beni üzmek istemeyen bir tebessüm hâlâ vardı. “Peki, anlatırım.” dedi ve karşıma oturdu. “Buraya nasıl gelmiştin? Tabii ki iki atın çektiği bir faytonla. Fakat buraya gerçekten nasıl gelmiştin Turgut? Senin yerinde olmak isterdim şu an. Unutmak, anlattıklarını unutmak ne paha biçilmez şeydir şimdi. Ah Turgut, kaçtı yaşın? On yedi miydi on sekiz mi? O vakit iki yıl öncesine gitmek gerekiyor, senin buraya nasıl geldiğin sorusunun cevabını bulmak için. Sen Turgut; üç kız, iki erkek kardeş ve bir anneye sahip, evin en büyük erkek çocuğu Turgut. Babası onlarca arkadaşı ile beraber kömürün karanlığına gömülmüş çocuk. Babanın beklenen fakat habersiz bu ölümü -madenci ailesi, madenci bir babanın ölümünü hazır bekler- kalabalık Atay ailesini derinden etkilemiş. Altı çocuğa aş pişirmekle yükümlü Nergis Anne, babanın ölümüyle yükümlülüğünü yerine geti-
9
rememiş ve gerekçe olarak da dolabını farelerin bile ziyaret etmeye tenezzül etmediğini söylemişti. Kardeşlerinin ufaklığı ve ablanın vurdumduymazlığı seni babanın mirasçısı kılmaya itmişti. O miras ki bir yaşam demekti. Hiçbir baba istemezdi borçlu ölmek, hiçbir baba elbette istemezdi ölene dek çalışırken borçlu ölmek! O madene indiğinde on beş yaşındaymışsın. On beş! Pek çok insan yalan söyler Turgut. Pek çoğu bu yalanlara ‘beyaz’ sıfatını ekler veyahut bazıları da ‘pembe’ der bu yalanlara. Senin yalanın kapkaraymış çocuğum Turgut. Yasakmış sana çalışmak o altında yeryüzünün. Başka da iş bilmezmişsin, öyle deyip durdun. O yalan senin ilk yalanınmış, ah Turgut keşke olmasaydın bu denli yetenekli, inandırmışsın şeflerini… Kahverengi saçlarına yakıştırmışsın yeşil şapkayı da göstermiş seni hüzün kaplı gözlerin bir adam gibi. Yüreğindeki acı saklamış çocukluğunu. İnmişsin işte yeryüzünün altına, Güneş’in yasaklandığı o Distopya’ya. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş… Günler günler geçmiş, takvim yaprakları dökülmüş birer birer. Her düşen yaprak, senden kopan bir parça gibi sü-
10
züle süzüle düşmüş taş betona. Küçük bedenin büyük bir direniş sergilemiş karanlığın altında. Tutturmuş güneşi getireceğim, karanlığı yırtacağım diye. Ama izin verir mi kömürün sahipleri, susturmak için seni çalıştırmış bir köle gibi. Yokmuş başka şansın, her akşam gittiğinde eve beklermiş seni beş çift göz. Yüzüne bile bakmazmış on gözün hiçbiri, eline bakarmış. ‘eline bakmak’ deyimini öğretmemiş sana öğretmenler, sen öğrenmişsin sana bakan gözlerde. Köleliğin bir bedeli olacakmış elbet. Zaten bu dünyada yalnızca fakirler bedel ödermiş Turgut. Bedel ödetenler de ödeyecekmiş bir gün bedel, okumuştum bunu bir romanda, adını hatırlayamadığım romanda. Velhasıl kelam Turgut, dayanmamış ciğerlerin. Sigara içmeyen o ciğerler, kapkara olmuş, kömür karası. Üstelik ısıtmamıştı bu karalık bedenini. Üşümüşsün, üşümüşsün, donana kadar. Bulmuşlar seni o kömür cehenneminde üşürken. Anlamışlar o anda cehennemin bekçileri, senin çocukluğunu…” Nâlân anlatıyor ben yazıyordum. O ağlıyor ben gülümsüyordum. Bu acıklı hikâyede başrol olmanın verdiği şımarıklığı hissedebiliyordum. Defterimin
son sayfasını da yazdıktan sonra ağzımı kıpırdatmadan odadan çıktım. Şöhret beni kabalaştırmıştı. Sol elimde tuttuğum defteri sıkı sıkı taşırken, sağ elimi sol yanımdaki kalbime götürdüm. Daha önce tatmadığım bir histi bu. Yeni bir şeyler öğrenmekten oldu sandığım bu çarpıntı, ölümümün müjdeleyen bir çarpıntıymış. Bunu da bu müzikal son bulduğunda anladım. Turgut’un son senfonisi! Sizleri bekliyor, Tanrı’nın yarattığını söylediği bilmem ne cehenneminde.
Cem Arslan
11
isimsiz bir mezarda hiç doğmadımsa Tam on iki yaşındaydım adımla beraber Adımla beraber bir savaşta Bir kulağımda havan sesleri ve jet sesleri Ötekinde, yaşımca duymadığım bütün masallar Tam on iki yaşındaydım, iyi nişan alırdım Öyle top tüfek kın bıçak silah kullanmazdım Baktım mı eli tüfeğinde bir erin gözlerine yüreğini dağlardım, belki ağlatırdım geceleri On iki yaşında mıydım, neydim? Üstümde, ne buldumsa giydim bir pantolon Oradan oraya koşarken paçalarıma takılırdı ayaklarım -Oyundan değil koşmam. Sizden kaçardımSağ cebimde bilyeler bilyeler değil, boş kovanlar Sol cebimde, yıpranmış ve yorulmuş bir kâğıt parçası… Bilirim, alır, okur bir gün arif olan… ‘’Siiz, şimdi buraya geldiniz ya, evimize, toprağımıza biz, sizi iyi karşılardık, iyi olsaydınız. Su verirdik, aş verirdik, kendimizden verirdik, Olmasaydı şu kıyan illet ellerinizde, siz, bize bahar getirecektiniz ya – yalan – kış bitimlerinde birlikte kutladığımız İnandırdınız ya bizi kendi yalanlarınıza,
12
biz, toprak olduk, yağmur olduk da bulamadık bir gül ağacı çaput bağlamaya… Ben, on iki yaşımda düş nedir bilmedimse sizin yüzünüzden Anam babam kulağıma bir masal çalamadıysa sizden Ben, bu yaşımda isimsiz bir mezarda hiç doğmadımsa…
Ozan Kapağan
13
SÖYLE Bana bir yalan söyle. Sesinle değil, gözlerinle söyle ancak öyle inanırım. Hani diyor ya bir kitapta “Bir ömür bitebilir, diyordu. İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cife (leş) olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı.” Gecenin karanlık uykusundan uyandım. Çıplak ayaklarımı soğuk parkelerle buluşturdum ve bir balerin edasıyla perdelere yöneldim. Odayı gecenin elinden kurtarabilmek için onları açmak istiyordum. Açtığım gibi iki kocaman gülümseme çizgisinin yanaklarımda yer bulması bir oldu. İşte pamukçuk tanelerinin dünyayı güzelleştirdiğine inandığım bir sabah. Ayak parmaklarımdan, saç tellerime kadar bu manzaranın karşısında geriniyorum. Kendimi tekrar yatağa atmalıyım ve saat kavramından bir haber öyle umarsız uyumalıyım. Çünkü bugün pazar ve bulutlardan pamuklar yağıyor. Hatta yağmak biraz sert kalır, bir prenses narinliğiy-
14
le yeryüzüne düşüyorlar, tüm kiri ve kötülüğü kapatmak için. Ben bu eşsiz güzelliğin, dünyayı güzelleştirdiğine tekrar tekrar inanmak istiyorum. Bunu uyuyarak kutsuyorum. Kim bilir belki bir şair olsaydım bugün en harikulade şiirimi yazardım. Ya da notalara dokunmayı bilseydim, dünyanın en beyaz ezgisini dinletirdim herkese. Ya da bir meczup olsaydım, anadan üryan sokaklarda koşar “yaşamak için ölmenin en güzel günü” diye bağırır ve kimse tarafından anlaşılmazdım. Sonrada bir yerde donardım, yaşamak için ölürdüm. Ya da hasretini duyduğum adamı öperdim eski bir çerçevede… Çay demlerdim, unuturdum. Ben aşık olsaydım bu sabah çok güzel unuturdum. Ama değilim, bunlardan hiçbiri değilim. Çiçekli geceliğiyle uyumak isteyen, havada asılı kalmış gibi günlerdir düşünen bir kadınım. Elimin tersiyle düşünceleri kovalıyorum hemen. En rahat ettiğim uyku pozisyonuna geçiyorum ardından. Yorganı kıvırarak iki bacağımın arasına alıp, aynı aheste tavırlarla yanağımı yumuşacık yastığa gömüyorum. İşte bu nevresim kokusu bu
yumuşaklık, bu tüyden bile hafif huzur tam ortasındayım hepsinin. Yalnız içimde küçük ve keskin bir burukluk var. Böyle sinek ısırığı gibi yokluyor her nefesimde, bir şeyi hatırlatır gibi ama umursamıyorum Çünkü bugün pazar ve ben günler sonra uyuyabileceğim ihtimalini kutsuyorum. Dudaklarımın yastığın yumuşaklığına iyice yayılmasıyla duyduğum cep telefonumun zırıltısı oluyor. Münasebetsiz bir mesajdır diye bakmadığım telefonum, beş dakika sonra aynı zırıltı konusunda ne kadar ısrarcı olduğunu gösteriyor. Elime aldığımda gördüğüm, telefonumun hatırlatma kısmından küçük bir hatırlatma “Anneanneni ziyaret günü.” Yarım saat içinde hazırlanıp taksiye biniyorum ve huzur evinin yolunu tutuyorum. Gül kokulu anneannem şimdi heyecanla bekliyordur beni. Ayda bir geçirdiğimiz bu pazar günlerini hatırlamak için ne ara telefona ihtiyaç duydum? Zihnimin bir
köşesi bunu düşünürken, ayaklarım huzur evinin merdivenlerini çıkıyor hızlıca. Elimde çifte kavrulmuş lokum var. Anneannemin takma dişlerine yapışan bu lokumları yiyişini keyifle izleyeceğim. İçeri girdiğimde onu her zamanki yerinde, upuzun örgülerini açmış bir şekilde, elinde tarağı, tokaları ve gül kolonyası ile dışarıyı izlerken buluyorum. Geldiğimi duyunca gün be gün ışığını kaybeden gözlerini bana çeviriyor. Uzun koklaşmalarımızdan on dakika sonra yatağın içindeyiz. Önce kınalı saçlarına gül kolonyası döküp sonra da tarıyorum. Ve sohbet ede ede örüyorum onları. Uzun zamandır baş edemediğim, uykusuzluğumun sebebi, hayatımı yavaşlatan düşüncelerimi açıyorum ona. Anneanne diyorum. Biz neden böyleyiz? Neden temiz gördüğümüz her şeyi kirletmek için bu kadar çapa sarf edip sonra da dünyadan şikâyet ediyoruz? Mesela işimize geldiği gibi değiştiriyoruz gerçekleri, saklıyoruz, uyduru-
15
yoruz. Kime dokunduğunu, kimi yaraladığını düşünmeden, hiç titremeden ellerimiz, gözlerimiz, sonra da öylece bakıyoruz yüzlerimize. Gerçek yüzümüzü bir tek biz bildiğimiz için onun güveniyle öylece gülümsüyoruz. Nasıl oluyor bu alışamıyorum. Annemle babam hayatımdan çıktığından beri anneanneme hep böyle sorular sordum. Aslında bir cevap almak için değil sadece sormak için, insanlara soramadıklarımı sesli olarak duyabilmek içindi bu sorular. Bazen ananem ta içimi, gözlerimin gerisini görür gibi bakardı, işte gene öyle bakarak cevapladı sorumu, sanki tüm yaşadıklarımın izlerini görür gibi… Atıştırdığı lokumları bırakıp : –Çünkü artık Pinokyoların burnu uzamıyor bal kızım. İnsanların gönülleri gölgeleniyor, kararıyor, zift tutuyor- Bu gölgelerde görülmedikçe belki görülse de artık kimsenin umurunda değil diyorum. Efendim diyor lokumlarına tekrar uzanırken az önce kurduğu cümleleri unutmuş bir halde; Yeşilçam saati diye gülümsüyor. Evet, Yeşilçam saati diyerek okşuyorum elini. Anneannemle bir araya geldiğimiz bu pazar günlerinde, onun en sevdiği Türk filmlerini izlerdik hep. Tür-
16
kan Şoray’ın hülyalı bakışlarını seyrederken zihnim konuşmaya devam ederdi. Bu filmlerdeki katıksız hisleri ve insanların birbirine olan inancını düşünürdüm. Bize bu filmleri yaptıran insanoğlunun hisleri değil miydi? Şu turşu suyu yüzünden çıkan kavgalar, yalanın eninde sonunda kaybettiği o güçlü bağlar… Ne ara bu kadar soğuduk bu kadar merhametsiz ve sahte olduk, yoksa hep mi böyleydik? Ben bunları düşünürken, anneannem tüm masumiyeti ile lokumlarını yiyip televizyonun sesini biraz daha açmıştı… Kendimi en olduğum gibi hissettiğim yer orasıydı. Korunma zırhlarımı çekmeme, maskelerimi takmama gerek kalmadan, o dört duvar içinde dünyanın en sahici saatlerini geçirirdim. Filmimizi bitirip, anneanneme biraz kitap okuduktan sonra onu gül kokusundan öpüp çıkmıştım huzurevinden. İki saat sonra da ölüm haberi geldi öylece. Telefondaki ses öldü dedi sesi titremeden… Lokumlarını yerken öldü. Yüreği gölgeliler hayatına devam ederken, en büyük yalanı kırk yılda bir pişirdiği eti, çocuklarına biraz daha fazla yedirebilmek için ben tokum diyen anneannen, gözlerini yumdu
açılmamak üzere. Şimdi ondan bana kalan hatıraları almak için geldiğim huzurevinden çıkıyorum. Ağlıyorum ve gözyaşlarımın donduğunu hissediyorum. Uzun uzun yürürken acıma baskın gelen bir his kaçamadığım, aylardır sorguladığım bugünümden sonra, geçmişimin kapılarını, anneannemin gözlerini kapatmasıyla açıyor zihnimde. Zihnimi yürüdüğüm sokak aralarında takip ediyorum. Gördüğüm suretlerin arasında gerçek bir şey arıyorum. Bulabileceğim en son yerin geçmişim olduğunu bilerek. Aslında her şey bir yalanla başlamıştı. Aslında her şey hep bir yalanla başlamıyor muydu? O sırada yanından geçtiğim manavda duruyorum. Gözüme takılan elmalardan biraz alıp tarttırıyorum. Kar iyice bastırıyor. Anneannem ölü. Elmalardan bir tanesini yiyerek, insanoğlunun dünyaya düşmesine sebep olan en büyük yalanı düşünüyorum. Hani hakkında çokça rivayet bulunan, insanlığımızın sebebi var ya işte onu. Yasaklı yemişi yesinler diye söylenen yalana kanan, oysa ki ölümsüzlük hayal eden Adem ve Havva’yı, dünyaya gönderilişlerini... Hamurumuzu yalanla mı karmışlardı yoksa bi-
zim? Yalanla yoğrulmuş ve çiğ süt emmiş insanoğlu. Ne beklenirdi bizden? Şu an dünyada bizim de yaptığımız küçük ölümsüzlüğümüzü bozmamak ya da büyük ölümsüzlükler kazanmak adına, birçok yalanla hemhal olmak değil mi? Bu sırada elmalardan birini yiyerek, soğuğa aldırmadan indiğim yokuşta birden dedem geliyor gözümün önüne. Anneanneme yazdığı mektupları ve hayat hikâyesini aklımdan asla atamıyorum. “Zehra, buradaki insanları anlamıyorum. Köy için yaptığım onca şeyden sonra arkamdan atmadıkları iftira, söylemedikleri yalan kalmadı. Gülen yüzlerine dayanamıyorum. Eğer senden önce ölürsem vasiyetimdir Zehra, mezarıma cahil dostum olacağına, okumuş düşmanım olsun yazdır.” Diyordu dedem bir mektubunda. Köyün ilk öğretmeniydi, türlü zorlukla yol getirmişti köye. Köylüler yol yapılırken bahçelerinden biraz alındı, işleri aksadı diye etmediklerini bırakmamışlardı. Dedem devletin bakmadığı ıssızlığa yol getirmişti ama onlar dedemi devlete şikayet etmişlerdi. Şimdi o yol sayesinde rahatça yaşayabiliyorlar, dedemin mezarında ise vasiyetindeki gibi yazıyor. Yıl-
17
lardır dinlediğim hikayeler, aileme dair tüm bildiklerim, bilmek istemediklerim, bugünümdeki beni oluşturan her şey, çocukluğuma ve gençliğime sahip olan kadının, beni öylece bırakıp gitmesiyle zihnimde canlanıyor. Zembereğinden boşalan bir saat gibiyim. Çocukluğum kırılmayayım diye bugünüm ise görmüyorum sanılarak söylenen yalanlardan başka bir şey değil. Oysaki ben her şeyin farkındaydım. Ofiste benden saklanan fotoğ rafla r ı n, hayatıma giren adamların babama benzer tavırlarının, dudakların yarısıyla söylenen sözlerin, arkadan dönen fısıltıların, bakkalın arada sırada dünden kalan ekmekleri ve çatlamış yumurtaları bana verebilmek için “dur abla yorulma ben sana yollarım” deyişinin, buna benzer her şeyin farkındayım. Kemirdiğim elmayı atmak için bir çöp ararken, kardan adam yapan mutlu bir ailenin yanından geçiyorum. Babamla hiç kartopu oynamış mıydık hatırlamıyorum. Ama oynasaydık her-
18
halde bu ince sızıyı hissetmezdim ya da her şeye rağmen o kartopunu büyüttüğümüz güzel vakitleri getirirdim aklıma. Babamı hayal ettim, silikti… Anneme söylediği “seni seviyorum” yalanı sonucunda doğmuştum ben. Tek taraflı bir aşkın ve bir yalanın meyvesiydim. Böyle düşmüştüm ben de dünyaya. Hayatımın her anında onların izi var, kabul etmek istemesem de… Annemin gören gözlerine inanmak istemeyişi, hayat karşısında kabul etmek istemediğim bir sessizliğin doğmasına sebep oldu. Çocuklar hiçbir şeyden anlamaz diye düşünürler, oysa saklanan mimikler, fısıltılar, dedenin ve ninenin iç çekişleri, annenin her gün biraz daha kısalan saçları, babanın konuşurken kaçırdığı gözleri, evin içinde dönen iyiyimler, akşam ne yemek yapayımlar, gömleğimi ütüledin mi soruları hepsi hepsi sakladıkları hislerinin kılıf giymiş haliydi. Annem ördüğü duvarların ardında yaşardı hep. Her şeyi bilmesine rağmen hiçbir şey bilmiyormuş gibi. İçini kavanoz kavonoz reçellere akıtırdı. O duvarların
içinde öyle yalnızdı ki bunu biliyordum. Çünkü kendimize söylediğimiz yalanlar bizi yalnızlaştırır. Kimsenin çare olamadığı, gerçeklerle yüzleşmeden kurtulamayacağımız bir yalnızlıktır bu. Annem bunu yapamadı. İyiyim dediği her gün küçücük aklımla biliyordum ki gözlerini görmesem, sesine inanırdım. Ben de annem gibi oldum. Sesimi duydular, gözlerime bakmadılar ve hep inandılar. Yokuşun sonuna geldiğimde, sahile yaklaştığımı fark ettim. Kar yavaşlamış, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Pamukçuk tanelerini dilleriyle yakalamaya çalışan çocuklarla doluydu her yer. Zihnim buz gibiydi ama üşümüyordum. Sahilin önündeki banklara göz atarken, beyazlığın ortasında parlayan kırmızılığı gördüm. Sahile doğru biraz daha indim, kırmızı balonlar satan bir baloncuydu bu. Bu havada sahilde ne işi vardı? Yoksa hikayemi tamamlamak için mi gelmişti? Kırmızı balonlar, çocukken en çok sahip olmak istediğim ve sahip olduğum için en çok pişmanlık duyduğum şeyler… Zihnimin karanlık köşesi… O sabah babam erkenden çıkmıştı hatırlıyorum. Annem gene içini reçellere akıtıyordu. Tüm
şirinliğimle mutfağa girip, akşama kadar eteklerine yapışmıştım. “Lütfen kırmızı balon alalım anne lütfen!” diye yalvarmıştım çünkü ertesi gün Ezgi’nin doğum günüydü ve balonumla gitmek istiyordum. Elbette beni kıramayacağını ve bizim mahalledeki baloncularda bulamadığım o balonlar için uzak mahallere beni götüreceğini biliyordum. Güzelce giyinip çıktık. Çıkmadan önce babam arayıp, bu akşam da geç geleceğini söyledi. Haftanın çoğu akşamı geç geliyordu. Annem çok çalışıyor baban dedi çok… Hepsi sen ömür boyu kırmızı balon alabil diye. Sesine inandım annemin. Giyinip çıktık. Minibüs yolculuğundan sonra istediğim balonların bulunduğu mahallere geldik. Baloncu orada sahilin kenarındaydı. Annemi çekiştirerek götürdüm. Bir süre sonra ben balonlara dalmış, en kırmızısını seçmeye çalışırken, annemin dikkatli bir şekilde bir yere baktığını fark ettim. Seçtiğim balonun parasını hızlıca ödeyip, beni çekiştirdi. Ve baktığı yöne doğru biraz ilerledik. Bir ağacın arkasında durduğumuzda, annemin baktığı yönde ne olduğunu merak ettim ve cebimden yolda yürürken,
19
anneme güvenerek çıkardığım gözlüklerimi taktım. Babamı gördüm. Yanında tanımadığım bir kadınla. Hiçbir akrabamıza benzemeyen, babama sarılan, onu öpen, annemden çok farklı bir kadınla ve hiç görmediğim babamın gülüşüyle karşılaştım. O an annemin avuçlarında olan elimi, sıktığını hissettim. “İyi misin anne?” dedim gene yaşımdan çok büyük bir tavırla “İyiyim” dedi. Bu sefer sesine de inanmadım. Hızlıca eve gittik. Yol boyu büyük bir sessizliği paylaştık. Eve vardığımızda, babamı beklemeye başladık. Ben odamın aralık kapısının ardında, annem ise salonun penceresi ile koltuğu arasında zikzaklar çizerek, saatlerce bekledik. Babam geldiğinde, kapı aralığından duyduğum tek bir şeyi hatırlıyorum şimdi; annemin yardım çığlığı, hafızama kazınan ve anımsamak istemediğim o cümleler “Lütfen bana bir yalan söyle!” O gecenin sabahına uyandığım da renk renk reçellerin dizildiği bir sofranın başında buluyorum annemi. Önce kahvaltımı yaptırıyor, sonra sarılıyor, öpüyor, kokluyor, kan çanağına dönmüş gözlerinde bir şeyler arıyorum ama o kesiyor anlamlı bakışlarımın önünü. “Artık diyor artık ben
20
bir kuş olacağım. “ Neden diye sormama izin vermeden ekliyor “Çünkü anneler bazen bazı yükleri kaldıramayıp, hafiflemek isterler.” Dolan gözlerime karşı gülümsüyor “Ama her sabah senin pencerene konacağım, gökyüzünde asılı kalmış, kaybolmuş kırmızı balonları getireceğim sana. Sonra anneannen gelecek birlikte en sevdiğin filmi izleyeceksiniz. İnan bana.” Gözlerinden yaş değil kan sızıyordu sanki. Sonra beni mutfağa gönderdi çikolatalı sütümü almam için. Ona inanmadım ama gittim. Döndüğümde aralık salon penceresini ve pencerenin dibindeki annemin terlikleri gördüm. Annem ne kuş olmuştu ne de bana kırmızı balonları getirmişti… Annem kaçamadığı gerçeklerin kurbanı olmuştu sadece. Şimdi ben de tıpkı annem gibi balonları elime bırakan, tanımadığım baloncuya yalvarıyorum. Zihnimden geçenlere, hatıralara ve insanların görmek istemediği gerçeklere, kılıflara uydurulmuş yalanlara, pamukçuk tanelerinin bile temizleyemediği bu dünyaya dayanamıyorum ama gene de lütfen lütfen bana bir yalan söyle!
Merve Tavuskarlı
SİNEMADAKİ PATOLOJİK GERÇEK: YALANCI KARAKTERİN TRAGEDYASI Gerçek gibi yalanın da tek bir çehresi olsaydı onu daha dostane karşılardık çünkü yalancının söylediğinin tam tersi, mutlak doğru olurdu. Oysa gerçeğin zıddı, binbir yüze ve sonsuz bir alana sahiptir. (Montaigne, Denemeler) Bir gerçek olarak Patolojik Yalancılık, belirgin bir psikolojik güdü ya da dışsal yararı belirlenemeyen, gelişim aşamaları uzun (belki de hayat boyu) süren, sık görülen ve tekrarlanan bir yalan söyleme ile nitelenir. Patolojik yalanlar genellikle amaçsız olarak görünebilir. Bazı durumlarda, patolojik yalanlar davranışı daha da anlaşılmaz hale getirecek şekilde kendi kendini suçlayıcı veya kendine zarar verici olabilirler. Sinemada ise; bunun karşılığını oyun ve oyunculuk alanlarında betimleyebiliriz. Yazarın yarattığı poetikalar dünyasını,
oyuncu yani karakter; kendi içsel serüveninde yeniden anlamlandırıp, yorumlar. Oluşturulan taklidin, yansımalarını çıkarır. İçinde yaşadığımız dünyada; gördüğümüz, dokunduğumuz, işittiğimiz ve hissettiğimiz her şey bütünüyle değişerek farklılaşır. Nefes aldığımız yerler yeniden biçimlenir. Karakter bu biçimlenme evresinde, kendini yalanlama sürecine bile isteye dahil olur. Buna dahil olan herkes, karakterin hezeyanlarına şahit olur. Yaratım sürecinde karakter, süregelen tüm benliklerine ters düşer. İd, ego ve süper ego evlerinde, bağlantı yollarını arar. Sonunda taklidin yalanı dediğimiz o evreni oluşturarak, yeni bir hikayenin tam ortasına düşer. Yeni karakter, eski karakterlerinin dünyasını yıkar ve başka bir ben ve idealar dünyasını oluşturur. Eski benlikleri yıkıp, yalanladığının farkında değildir.
21
Böylelikle yaratma sürecindeki yalancılık, güdümlü bir şekilde devam eder. İnkar etme, İtaat, kabulleniş ve yeniden doğuş… Aslında karakter, eski tüm kimliklerini inkar ederek, yeni bir benliğin doğmasına şahitlik eder. Yaratım sürecinde karakterin özü, bir nevi diğer yalancı benliklerine ve karakterlerinin oluşturduğu düzene veya kaosa uyum sağlar. Öz, tıpkı bir kumaşın düzgün durup, işlenmesini sağlayan kalıp gibi kendi gerçekliğinin bir süre farkına varmaz ve bu durumu kabullenir. Yaratılan yeni karakterin uyumu, katarsis anına kadar devam eder. Karakter, bir süreliğine benlikler arası yolculuk edip; özünü inkar eden yalancıdır. Katarsis anı; karakterin tüm yolculuklardan sıyrılması, öze ulaşma çabasıdır. Kişi yabancılaştığı gerçeğine yakınlaşmak istese bile, bir süre yalancı benliklerinden sıyrılamaz. Sonunda onlardan bir parçayı özüne dahil etmiş olur. Dolasıyla karakter yaratım sürecinde Patolojik Yalancılık halini, üretime dahil eder. Tüm bunları yaparken kabullenilmiş ve öğrenilmiş durumları yaşar. Yaratım sürecinde, iyi bir bellek ve gerçeğe yakınlık
22
önemli rol oynar. Gerçeğe yakın olmayan karakterler, inandırıcılığını yitirir. Dolayısıyla; oluşturulan karakterin inandırıcılığı; oluşturduğu yalanın içindeki tutarlılığına bağlı olur. Mesela; oyuncu Marlon Brando, yönetmenliğini Stevan Riley’nin yaptığı otobiyografik belgesel Dinle Beni Marlon’da (Listen To Me Marlon) mesleğinden “yalancılık” diye bahseder. Ona göre karakter yaratım süreci kendini yalanlama, yalana dahil olma aşamalarından biridir. Karakter bunu yaparken hem özüne hem de oluşturduğu diğer bütün karakterlere ihanet eder. Bunu yapmak için de hayatına yalancılığı davet eder. Karakter, özünü ve taklitlerini yalanlayan; oluşturduğu benlikleriyle, bir bütün olan dünyayı en geçekçi yansıtandır. Son olarak sizi tavsiye bir filimle başbaşa bırakıyorum: A Clockwork Orange (1971) Stanley Kubrick’in yönettiği filmde, Alex (Malcolm McDowell) karakterinin benliklerinden oluşan distopik dünyayı izleyebilirsiniz. Özünü saklayan her karakter, bir yalana gerçek olmuştur. Taki katarsis anına dek…
Dilek Mavi Şahin
KARŞI DURAK Resmi yaz henüz bitmişti fakat hafta sonları çocuklar baraj göllerinde boğulmaya devam ediyordu. 2015’in yazı o kadar sıcak olmuştu ki boğulanların sayısı, neredeyse ekmek almaya giderken vurulanları yakalayacaktı. Yazlar geçici, hazan ise daimi olmasaydı belki gerçekten de yakalardı. Mevsimler anarşist olsa gerek. Kurtarmak için özüne döndürmeli, özüne döndürmek için de önce yıkıp dümdüz etmeli dünyayı. Doğanın üslubu bu. Şimdilik iki iş haftasının ortasında mini yaz tatili olarak yansıyordu Meryem’e bu değişim. Yeni dönemin ilk iş haftasının, son iş günüydü bugün. Asla bir anne olmayacağını öğrenişinin üzerinden iki yıl geçmişti. O günden beri derin duygusal bağlar kurmaya başlamıştı sınıfında olan çocuklarla. Aslında fizyolojik bir engel yoktu anneliğinin önünde. Aldığı bir karardan ibaretti bu. İstiklal Caddesi’nde yürürken iki sokak müzisyeninin gözaltına alındığını gördüğünde almıştı bu kararı. Akşam evde müzisyenlerin yarım kalan şarkısını internetten dinlerken de aldığı karardan haberdar
etmişti kendini. Bir karar aldığında dönüşü olmazdı onun için, olmamıştı bugüne kadar. Kendi kendine yine yalnızca kendinin bilebileceği bir gurur savaşı veriyordu sadece. Son iki senedir haftanın ilk iş günlerini evladına kavuşma günü olarak gördüğü için, pazartesileri sendromsuzdu. Cumaları ise hep bir planın heyecanını duyardı. Hafta sonu evinde en sevdiği hakkını kullanarak, tembel tembel yatacak olsa dahi bunun planını yapmak isterdi cuma gününden. Oysa yıllardır, planlarının yarısından fazlası sekteye uğramıştı. Ya bir hastalık çıkar bileti yanar, ya şehir dışından -babasının görevi nedeniyle bulunduğu Diyarbakır, İzmir ve Ankara’dan- arkadaşları gelir ya da tembelliğinin ortasında zilin sesi duyulurdu çoğu zaman. Ancak yine de uygulanamamış bir planı olmasını hiç planı olmamasından daha rahatlatıcı buluyordu. En fazla beş gün sonrasını kapsayan bu planlardan ibaretti çünkü tüm hayalleri. Bugünü, ertesi gün gideceği Büyükada’daki tesisin havuzunu ve biranın yanında her zaman-
23
ki gibi üzerine kimyon serpilmiş patates kızartması mı yoksa adaya gitmişken kalamar mı yemek istediğini düşünerek geçirdi. Çalıştığı kreş İncirli Caddesi üzerinde, otobüs durağı da hemen kreşin önündeydi. Binadan, otobüs durağının bulunduğu kaldırıma çıkmadan evvel geçmesi gereken, iki salıncak, bir kaydırak ve bir oyun evinin bulunduğu bahçeye adımını atmadan hemen evvel de sarı bikinisini giymeye karar verdi. Halk plajına gidecek olsalardı siyahı giyerdi. Çünkü sarı olan iki senedir aslında bir beden küçüktü vücuduna. Adımı çimenlere kavuştuğu esnada ileride, kaldırıma açılan demir kapının bahçe tarafında ayakta durmakta olan küçük bir insan gördü. Laciverte boyalı parmaklıkları kavramış, güneşi halen yanmakta olan gökyüzünün altında kendi yüzünü kapının buz gibiliğine gömmüş bir kız çocuğu... Meryem’in sınıfından değildi. İsmini bilmediği ve başka bir şekilde hitap ederek
24
seslenmek istemediği için yürümeye başladı. Adımı çimlere değdiği anda onu gördükten sonra, yanına varana dek bir daha bakmadı kıza. Çünkü kızın örülmüş saçlarının üstünden caddenin karşısına, Meryem’in gideceği istikametin zıttı duraktaki kasvetli adama takılmıştı gözleri. Bu sıcakta kapüşonlu eşofman üstü giymiş ve başını kapatmıştı. Yüzü tamamen derinde ve karanlıkta kalmıştı. Görmesine imkân yoktu ancak Meryem kapüşonun altındaki bakışların kendi üzerine değdiğini hissetti. Kaçacak bir huzuru zaten yoktu, yine de huzursuz oldu. Kıza doğru son iki adımını, göremediği gözlerle bakışırken attı. Araya caddeden geçen bir donduruculu kamyon girince hipnozdan kurtuldu ve onun boy hizasına gelmek için dizlerini kırarak küçük kızın omzuna dokundu. Adının Cansu olduğunu öğrendi ve birlikte ailesini beklemeye başladılar. Garip ve kasvetli adam da gözden kaybolmuştu bu
arada. Binmesi gereken otobüs ikinci kez geçtikten hemen sonra, caddenin karşısındaki eczanenin sahibi Meryem’e doğru el etti. Meryem önce üstüne alınmasa da, sonra el sallayarak karşılık verdi. Otuz saniye sonra eczacı bahçe kapısının dibinde bitti. Küçük kıza hitaben “Cansu neden burada bekliyorsun?” dedi. “Hadi, gel bakalım.” Bir yandan Cansu’yu kucaklarken elindeki poşeti Meryem’e uzattı. Sabah istemiştiniz, elimizde yoktu, depodan getirttik. Meryem devir teslimin ardından, içinde iki film tablet ilaç bulunan poşeti çantasına koydu ve bir sonraki otobüsü beklemek için durağa yürümeye başladı. Atacağı yirmi adım vardı yalnızca durağa değin. İlk beşinde sanki otobüs duraktaymış ve kapısını kapatmak üzereymiş gibi koşar adımlar attı. Altıncısında ise iki kademe birden düşürdü hızını. Yedi, sekiz, dokuz... Bir mülteci çocuk eteğine yapıştı. On, on bir, on ikinci adımları çocukla beraber, ayaklarını yerden kaldırmadan, sürüyerek attı. On üç. On dördüncü adımında çocuk başka birisinin bacaklarında. On beş, on altı... Bu sefer karanlığı dahi görmemesine rağmen bakışları
yeniden hissetti. On yedi, otobüs durağına varmak üzereydi, durağın ilân tahtası olarak kullanılan kısmında gofret reklamı vardı. Afişin gofrete denk gelen, koyu kırmızı kısmına çevirdi bakışını ve yakaladı. Yüzsüz adamla, karanlığın ortasında tekrar göz göze geldi. Yalnızca birkaç adım arkasında duruyordu. Durmuyordu, koşarcasına ilerliyordu. Meryem irkilerek arkasına döndü. Döndüğü anda da üstüne bir gölge atıldı, elindeki çantasını kaptı ve geldiği yöne geri dönerek koşmaya, kaçmaya başladı. Meryem çantayı o kadar sıkı tutuyordu ki iki tırnağının bir kısmını kumaş çantada bıraktı. Meryem’in çığlıkları, durağın yirmi metre ilerisindeki ATM’ye gelmiş zırhlı araçtan inmekten olan iki güvenlik görevlisinden birinin yüzsüz gölgenin peşinden koşmasını sağladı. Sokağa dönüp de gözden kaybolmalarından hemen evvel Meryem hırsızın elindeki silahı gördü, peşindeki güvenlik görevlisi de silahını hırsıza doğrultmuştu. Köşeyi döndüler. İki saniye sonra tek el silah sesi duyuldu. Meryem adımlarını geri atmaya başladı, on yedi, on altı, on beş... Her adımı saniyelerini
25
alıyordu ve sürekli sendeliyordu. On dördüncü adımı atarken güvenlik görevlisi, elinde ağzı açık bez çanta ile sokaktan caddeye çıktı. Meryem adım atmayı kesmişti. “Merak etmeyin, kızınız iyi, poşet de burada.” Gölgenin peşinden koşmayan güvenlik görevlisi sokağı, kucağındaki Cansu’yla beraber, durağa doğru adımlamaya başladı. Müjdeli haber tellalı olan ise poşeti çantadan, ilaç kutusunu poşetten, film tableti ilaç kutusundan, ilacın kendisini de film tabletten çıkardı, üzerine zimmetli silahına sürdü ve Meryem’in başını nişanlayarak silahını ateşledi. Meryem yüreğinden vuruldu.
İzzet Fırat Orfa
26
NAMÜTENÂHİ BİR KADIN: SELMA Kasıklarındaki dayanılmaz ağrı ile güne uyandı Selma. Yatağının sol tarafından vuran güneşe sırtını döndü, fakat sağ göğsünün üzerindeki morluklar vücudunun ağırlığını taşıyamadı ve tekrar sırtüstü uzandı. Selma’nın bir perdesi olsa her gün aynı zamansızlığın içerisine muhakkak ki düşmezdi. Gözünü açar açmaz başucundaki komodinin üzerinde duran sigara paketini yokladı. İçerisinden çıkarıp bir dal aldı, yatak başlığına hafifçe yaslanarak sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti, elini başına attı, kızıl peruk hâlâ kafasındaydı. Kavradığı gibi eskimiş ahşap parkenin en ucuna fırlattı. Kolunu bırakacakken yatağa, saçlarına takıldı eli. Kıvır kıvır yumuşak saçlar. Tek tek dokundu kıvrımlarına. Elleri keşfe çıkar gibi dolanıyordu saçlarında. Tanımadık bir dokuyu tadıyordu sanki parmakları. Öylesine kasılmış, koluna varan bir sızıyla
takip ediyordu kıvrımlı dolambacayı. Uzamış sigara külünün çıplak tenine düşmesiyle irkildi. Sigarasını tuttu, bacaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Kasıklarını okşar biçimde kavradı. Acısının hafiflemesini umarak sevdi onları. Mahcubiyet dolu bir kırgınlık ayiniydi onunkisi. Senelerce yaşadığı hayatın tüm ıstırabının kasıklarında olduğuna yemin ettiği dakikalarda telefonu çaldı. Ağzındaki sigarayı yere atıp söndürdü. Holdeki telefon acı acı çalmaya devam ediyordu. Hiç vazgeçmezdi. Biliyordu, arayan oydu. Hiçbir şey söylemeden ahizeyi kulağına dayadı: “Alev, bugün yine ballısın kızım. Bebek’ten müşterin var. 18.30 Taksim.” dedi telefondaki ses. Selma’nın gözleri telefonun yukarısındaki aynadaydı. Önce saçlarına baktı, sonra yüzüne takıldı gözleri. Çocukken canı yandığında gördüğü o masumiyet nereden kalkıp da yer-
27
leşmişti yüzüne? Bunca alacalı renge bulanmış alaycılığa rağmen neden ‘Selma’ diye bağırıyordu? Bugün Alev’in en ballı günüyken ne işi vardı hâlâ kalbi çarpan Selma’nın orada? Alev tüm İstanbul sokaklarının vazgeçilmezi olmuşken masumiyet nasıl bu kadar güzel oluyordu? Hırslandı Selma. “Bugün yokum abi. İptal et tüm randevuları. Yarın gelince konuşuruz.” dedi. Telefonu kapadı, fişini çekti. Bugün üçüncü bir kişiye daha yer yoktu. “Bugün senin günün Selma, ama sadece bugün. Yarın sen yoluna, ben yoluma.” dedi aynaya bakarak. Bir süre gözlerinin içine kıpırdamadan baktı. Yüzünde engel olamadığı buruk bir gülümseme belirdi, kendine kızdı. Kafasını salladı, banyoya doğru yürüdü. Duşu açtı, suyun sesini dinlemeye başladı. “Bugün boğaz kenarına o zaman Selma, şöyle bir Kadıköy’de boy göster de endamını görsünler. Yeldeğirmeni sokakları sek sek galibi Selma’yı hatırlar mı bakalım.” dedi. Üzerindekileri soyup duşa girdi. Su ilk kez kafasına taş gibi düşmüyordu, ona dokunup üzerinden süzülüyordu. Duştan çıkıp hazırlanmaya başladı Selma, gardırobunda ötelediği ne varsa gün yüzüne çıkardı. Mor
28
bir şifon elbise en dipten göz kırptı ona, aldı eline, aynanın karşısına geçti. Kıvrım dolu saçları omuzlarından ne de güzel düşüyordu elbisenin üzerine. Giyindi. Seneler önce alıp da elleyemediği çiçek kokusuna titreyerek uzandı. “Selma, senin şerefine.” dedi. Süründü bahar kokularını. Topuklu ayakkabıların topuğunda çıkardığı dikenlere, ayağından akıttığı kanlara inat yeryüzüne arkadaş bir terlik geçirdi ayağına. Sokağa attı kendini. İlk kez güneşin yakıcılığından çok rüzgârın ferahlığını hissetti yüzünde. Adımlarını ilk kez kalça hareketlerine göre değil, isteğince attı. Senelerdir her şeyi yapacağını sanırdı Selma, ama bugün kendisine dur diyecek birini arıyordu. Bir merkez istiyordu kendinden öte. Onu kucaklayan, sevgi dolu bir noktacık şu âlemde. Babasız büyüyen kızlar hep böyle mi olur? Önce kan ter içerisinde sınır dinlemeden koşar ve hiç beklenmedik bir anda çöküp hıçkırarak ağlamaya mı başlar? Selma bugün sessiz ve yaşsız ağlıyordu. Kadıköy’e vardığında boğazın kokusu genzini yakıyordu. Ciğerlerine dolduruyordu hiç çıkmayacakmışçasına. Yolun karşısına geçip İskele
Sokak’tan Yeldeğirmeni’ne çıkmaya başladı. Sokak tenhaydı. Yolun bir yanında demir pervazlı, dış kapısı aynalı yeni yapılmış binalar vardı, diğer yanında eskimiş ahşap cumbalı evler. Arada çürümüş dükkânlar. İnsanlar çekilmişti sanki bu dengesizlikten. Sokağı yarıladığında bir cama takıldı gözü, onca hercai menekşenin içerisinde yalnız, ufak bir kaktüs gördü. “Saygılarımla.” deyip selamlayacakken arkasından gelen bir tetik sesi ile irkildi. Ardından kısık fakat tüm sokağı saran bir ses geldi: -SELMA!
Zelal Tınar
29
“PİNOKYO”LUK ZARURİ Yalansız bir gün geçirdiğine inanıyor musun? Hadi ama, birbirimizi kandırmayalım sevgili okur. Söyleyen ya da dinleyen -yahut her ikisi de- olarak belki de her gün yalan ile yaşıyoruz. Büyük küçük, pembe beyaz pek çok yalan. Peki ama neden? Neden ailemize, sevdiğimiz insanlara bile çekinmeden yalan söylüyor; bize söylenen ve inanmadığımız yalanlara inanmış gibi yapıyoruz? Çünkü bu kaçıp kurtulmanın en kolay yolu. Konuşmak istemediğin biri arıyor ve açmıyorsun. Sonrasında o kişiye meşgul olduğunu veya uyuduğunu söylüyorsun. Aile büyüklerin okulunun nasıl gittiğini sorduğunda, onlara sınıfta kaldığını söyleyemediğin için “Ne olsun dersler, sınavlar...” deyip geçiştiriyorsun. Karşındaki sırf sormuş olmak için “Nasılsın ?” diyor ve sen de hayatındaki sorunları seni anlamayacak biriyle paylaşamayacağından “İyi.” demekle yetiniyorsun. Sayısız örnekle devam edebilirim. Göstermek istediğim şu: Yalan her
30
yerde sevgili okur. Bazen bizi anlık sıkıntılardan kurtaran, bazen daha çok çıkmaza sokan, bazen canımızı yakan, bazen de vicdan sızlatan... Ama işte hepsi yalan. Farkında mısın? Bazı anlarda yalan söylemek zorunda kalıyoruz -ya da sadece öyle hissediyoruz- . Çünkü genelde insanlar kendilerini üzecek yahut çıkarlarına ters düşecek doğruları duymak istemez. Çünkü bazı yalanlar gerçeklerden daha iyidir. İşte böyle olduğunu hissettiğimizde o insanlara istediklerini verebilmek için yalan söyleriz. Aslında burada bir muamma var. Kendimiz için mi yoksa karşımızdaki kişiyi düşündüğümüz için mi yalan söyleriz? Cevap vermeyi sana bırakıyorum. Yalansız yaşamayı bilmiyoruz. Becerebilir miyiz? Peki ya dürüstlük her zaman iyi midir? Her doğru iyi sonuçlara mı yol açar? Her yalan kötü müdür? Evet, yalan etik değil ama kısa vadede işe yaramaz da değil. Yarıyor ki yalan olduğunu bil-
mediğimiz bir sürü yalana inanarak yaşıyoruz. Birileri her gün bizi birtakım yalanlara inandırıyor. İnandırmayı başaramayanlar ise “yalancı” oluyor. Trajikomik. Başarıkı yalan söyleyene yalancı diyemiyoruz. Çünkü yalan söylediğini anlayamayıp ona inanıyoruz ve belki de inanmak istediğimiz için anlamazdan geliyoruz. Olan, yalan söylerken başarısızlığa uğrayana oluyor. Bu tıpkı bir şeyler çalarken yakalanan hırsıza “hırsız” demek gibi. Eğer yakalanmasaydı ona hırsız etiketi yapıştırılamayacaktı. İşte böyle sevgili okur, yalan bizlerden çok önce de vardı; sonra da olacak. Yalan aşklar, yalan işler, yalan kazançlar, yalan sözler, yalan hayatlar... Bir şarkıda geçiyor, ‘yalansız dönmüyor dünya’ . Sanırım çarkı döndüren dişlilerden biri de yalan. Ama ne demiş Can Yücel: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.” Yalansız kal, sevgili okur... BURNU UZUN LİSTE 1. Mehmet Erdem - Yalan 2. Candan Erçetin - Yalan 3. Duman - Yalan 4. Athena - Yalan
5. Feridun Düzağaç - Lavinia 6. Aşkın Nur Yengi - Yalancı Bahar 7. Kenan Doğulu - Beyaz Yalan 8. Gece Yolcuları - Yalan 9. Kıraç - Yalan 10. Yaşar - Ebruli 11. Mehmet Güreli - Savrulan Küller 12. Haluk Levent - Yalan 13. Manuş Baba - Yalan 14. Sonraki İstasyon - Aşk Fani Yalan 15. Fikret Kızılok - Yalan 16. Yeliz - Yalan 17. Ferdi Özbeğen - Yok Yok Yalan Deme 18. Kamuran Akkor - Aşk Eski Bir Yalan 19. Semiramis Pekkan - Bana Yalan Söylediler 20. Gülden Karaböcek Dokunma Keyfine Yalan Dünyanın 21. Levent Yüksel - Yalan 22. Neşet Ertaş - Yalan Dünya 23. Grup Kızılırmak - Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli 24. Arzu - Sağım Yalan 25. Selda Bağcan - Yalan Dünya
Buse Kaçar (Şarkı listesini QR kodu okutarak dinleyebilirsiniz.)
31
“
Çizer: Mehmet Mergen
- Pinokyo yalanın sembolüdür. - Yanılıyorsun Şebnem... Pinokyo, insan olma çabasını temsil eder.