EDEBİYAT - KÜLTÜR - SANAT FANZİNİ / 4.SAYI
Editör Özkan Öztürk Redaksiyon Merve Tavuskarlı Aslı Karayel Buse Kaçar Kapak Çizimleri Arzu Cirit Grafik Tasarım Özkan Öztürk
İçindekiler Cem Arslan - Gayb Meydanındaki Varlık Arayışı ve Yokluk 4 Merve Tavuskarlı - Hikayeye Şiir 6 Miray Özden Kıran - Avuç İçi Fotoğraf 8 Uğur Can Dural - fuşodin* 10 Elvan Sunar - Yunus’a Hasret 11 İzzet Fırat Orfa - Bovary’ın Postu-II 12 Oğuzhan Turan - Bir An 14 Resul Kırmızıdemir - <Başlıksız> 16 Aslı Karayel - Kan 17 Ayşe Arslan - Kuru Fasulye 18 Ceyda Akyüz - Unutuluyorum 21 Alican Şahin - -her şiirinde tanrılardan bahseden ve evine haciz geleceğini öğrenen fakat bir türlü haczedilmeyen ve bir kulağı duymayan sadık’ın en bilinen hikayesi- 22 Uğur Ergün - Mart da Geçer 24 M.Furkan Meriç - Tolkein ve Keşif 26 Mert Erez - Falling Down - Sonu Başlangıç 28 Rümeysa Sürücüoğlu - Türk Rock Tarihi 31
Sosyal Medya Twitter @epizotfanzin Instagram @epizotfanzin Gmail epizotfanzin@gmail.com Issuu /epizot
EDİTÖRDEN SEKA’nın satılışından sonra ülkemizde kâğıt üretimi bitmiş ve kâğıt ithal edilmeye başlanmıştır. Son aylarda döviz kurunun artışıyla kâğıt fiyatları neredeyse %300 zamlanmıştır. Bu durum köklü yayınevlerini ve dergileri bile iflasa sürüklemektedir. Kağıt fiyatlarının artışının yanı sıra, baskı maliyeti de döviz kurundan nasibini almıştır. Bir adet fanzinin maliyeti -kağıt ücreti hariç- 50 kuruştan 90 kuruşa yükselmiştir. Bu durum bizi belli kararlar almaya itmiştir. Aldığımız kararlar şu şekildedir: .Kağıt ve basım maliyetleri düşene kadar fanzinimizi internetten ücretsiz bir şekilde yayımlayacağız. .Her ay bir sayımızı sizlerle buluşturacağız. En kısa sürede yeni sayımızı yayımlamış olacağız. .Eski sayılarımıza da en kısa süre içinde internetten ulaşabileceksiniz. .Yazar ve çizer kadromuza yeni ekip arkadaşları ekleyeceğiz. Böylece fanzinimizin içeriği daha çok çeşide ve renge sahip olacak. .Sosyal medya hesaplarımızı etkin hala getireceğiz. Koşullar ne olursa olsun biz üretmekten vazgeçmeyeceğiz. İster kağıt fiyatı artsın, ister basım fiyatları yükselsin biz çıktığımız yolda emin adımlarla ilerleyeceğiz. Bu yolda bize yoldaş olan herkese teşekkürü bir borç biliriz. İyi ki varsınız! Epizot Fanzin yayın hayatına e-zin olarak devam edecektir, takipte kalın!
Gayb Meydanındaki Varlık Arayışı ve Yokluk Cem Arslan
Gayb meydanı adını kasaba halkının acılarından alır. Eskilerin dillerinden düşürmediği hikayelerinin değişmez kahramanıdır. Bazen meydan konuşur bazen de meydanda konuşulur. Meydandaki konuşmalar birkaç dakikayı geçmez; konuşanı cellat, dinleyeni korkak kılar bu meydan. Yalnızca iki ölünün sığabileceği büyüklüktedir. Diğerleri meydana girmekten çekinir ya da lüzumsuz bulur. Ama daima kalabalıktır etrafı. Ölülerin, ölmeden önceki dudaklarını okuyabilmek için güneşin doğmasını beklemeden en ön safta yerlerini alır kasaba halkı. Ölüler yalvarır, cellat gözlerini kapatır yalvarışları duymamak için. Kulakları ke-
silmiştir cellatların, merhametin duyulmaması için. Ruhunu öldürmemiş cellat sığmaz meydana, ancak iki ölü sığar bu meydana. Düşmemek için cellat kapatır gözlerini, merhamet duyarsa düşecektir pişmanlığa belki de bıçağın altına girecek ve yalvaracaktır. O vakit istemese de gözlerini kapatmak zorunda kalır. Özgür ruhludur ruhsuz cellat. Özgürlük yokluktadır Gayb meydanında. Varlık ise acının hissedilmesidir var olanların hücresinde duygusuzca yaşayarak işkence altında. Cellatlar doğduğu gün kaderine razı gelmiştir: Varlık içinde yok olmayacak, yokluk içinde var olmaya çalışmayacaktır. Bu bir kabullenmedir.
4
Korkak insanlardır cellatlar lakin korkak olduğunu cesaretle söyleyebilecek kadar. Cellatların son verdiği varlık arayışları vardır. Aradığını bulamayacağına inananların dudakları oynamaz. Onların son anlarında dudakları oynayan yalnızca cellattır. Başını eğmiş olanın yanına yaklaşır, ‘’Varlığın yoklukta arayışını sürdürecek mi? ‘’ diye sorar. Eğer ‘’evet’’ cevabını alırsa cellatlığı son bulacaktır. Ama şu ana kadar cellatlığı son bulmuş olan yoktur. Arayış içindeki insan, aradığını bulamamanın verdiği umutsuzlukla arayışını sürdürmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Şu ana kadar hiç kimse evet dememiştir. Cellat varlığını yokluğa, umudun yokluğuna, satarak kumar oynamış ve hiç kaybetmemiştir. Kasaba halkı, celladın içindeki varlık arayıcılarıdır. En katili ve en mahkûmu. Bilgeliklerini cehaletleri örtmüş, örtünün üstünde toz birikmiştir. İki kişiliktir kasaba halkı: mahkûmiyet ipi-
ni katillere veren bilgisiz bilgeler ve o ipi tutan katiller. Katiller meydanın en arkasında dururlar. Ölenin ya da celladın titreyen dudaklarını dinlemeyi lüzumsuz bulurlar. Meydana girmeye lüzumsuz görenler ile katillerin aynı kişiler olduğu tahmin edilebilir bir gerçek olsa da meydana girmeyi lüzumsuz gören herkesi katillikle suçlamak hukuka aykırıdır. Bu gerçeklikten kendisini uzak tutanlar ise ancak bu düzenin sürdürücüsü olmaktan suçludurlar. Yalnızca bilinmeden işlenen suçun suç olmaması bu düzeni kuranların bir desisesidir. Çekingenlerin lüzumsuzlarla dostane tavırları temelinde katillerin işine gelmektedir. Katiller Gayb meydanında soyları gibi savaştan ve kaostan değil, barıştan ve huzurdan beslenir. Gayb meydanının hercümerç hikayesinin sırrı da budur.
5
Hikayeye Şiir Merve Tavuskarlı
Bakışları… Bakışlarını… Bakmak kökünden ne anlamlar türermiş meğer, anlamın çiçek olup açtığı yerde bakışları… Kurak topraklardan hikayeler bulmuş Bir güz günü tanımış, Bir güz günü yıkılmış, Bir güz günü unutamamış. Bir yerlerde, sınırın ötesinde, uzak çitin ardında bakışları… En çok bakışları, ne azmış… Aynı vakitlerde, takvim yapraklarının solduğu unutulduğu vakitlerde, ıssız sokakta, bakışları takılmış bir kız çocuğuna. Bir ezgi ezberletmiş kendini… ayakkabı boyacısının sesi, çay kaşıklarının, zarların, vapur çığlığının Trenin burukluğunun Bir ezgi bırakmamış peşini. Ama bakışları, en çok bakışları… Sonra yokuşlar sonra düzlükler sonra evler ve beyaz yakalı mutsuzluklar… Aynı vakitlerde, sahil kenarı bir bankın tenhalığında, bir kadın sekiz aylık karnını okşarken, bir adam martıların kanatları olmak isterken, kapattığımız kapılar, aşamadığımız duvarlar, öylece dururken… Bakışları, bakışlarıma… İşte dünya dönüyor, yer kayıyor, bulutlar hızlı. Bakışları bakışlarıma… Sait güzel söylüyor; “Şimdi sevişme vakti”
6
7
Avuç İçi Fotoğraf Miray Özden Kıran
Tam uyuklamaya başlamışken, gözüne yeni doğan güneşin ışığı düştü. Gece boyu yağan yağmura rağmen sabaha karşı hava çok durgun ve ılıktı. Saat altıyı geçiyordu. Susamış olduğunu hissedip, iki büklüm yattığı kanepeden mutfağa yöneldi. Ağır bir gecenin yorgunluğu sırtındaydı. Eve geleli bir saati ancak geçmişti, uyuyamadığı, uyanamadığı bir sabaha günaydın diyemezdi. Bir koca bardak suyu da içtikten sonra kahvaltıya ihtiyaç duymadı. Zayıf vücudu, dağılmış saçları ve gözaltı morlukları ile bir büyük savaştan çıkmıştı sanki. Bir kez daha yenilmişti. Kaybından beri kim bilir kaçıncı yenilişiydi? Kafasında dolanan tüm tilkiler onu terk etmişti. Şimdi hiçbir şey düşünmüyor, sadece yenilmekten yorulmuş ruhu dinginlik istiyordu. İşe gitmesi gerektiğini düşündü. Kafasını meşgul edecek, yenilgilerini unutacak, kendini bulacak belki yine aynı geceyi yaşayacak olmanın korkusu ile bir gün geçirecekti. Açık mavi gömleğini, kahverengi pantolonunu giydi üzerine. Bir hafta önce öğrencilerine yaptığı sınav kağıtlarını çantasına koydu. Otobüste okurum diye düşündüğü Otomatik Portakalı kitabını da öylesine attı çantanın ön gözüne. Tam evden çıkarken vestiyerdeki aynaya ilişti gözü. Saçlarını düzeltti, gözlüğünü taktı, olağan bir gün gibi yaşamaya niyetlendi. Dün geceyi unutmuş gibi. Durakta beklediği on dakikanın ardın-
dan okula gideceği otobüse bindi. Öğrencilerini düşündü, onlar kadar masum ve çocuk olmayı özlediğini fark etti. Koltuğunun yanındaki camı araladı, insanları ufaktan bir süzdü, hala uyuklayanları ve kendinde olmayanları en çok, camdan giren rüzgar ile anımsadı geceyi. Akşamüzeri, öğrencilerine günlük paydosunu vermiş, birkaç saatlik okul işlerini de halledip okuldan çıkmıştı. Yağmur hafiften çiseliyordu, henüz hızlanmamıştı. Sağ cebindeki telefon acı bir çığlık gibi çalmaya başlamıştı. Telefonu açmak için elini cebine attığında, sanki kötü bir gecenin başlangıcını hisseder gibi başına bir ağrı girdi. Arayanın, rakamları karışmış bir numarası ve kötü haber veren bir çığırtkan gibi sesi vardı. Bildiği bir haberdi. Çoğu kez aldığı telefonların benzeriydi. Yenilgilerinden yalnız birisiydi. Sonunda da aynı hayal kırıklıklarının, aynı vazgeçişin ve aynı bilinmezliğin olacağını düşünüyordu. Yaklaşık iki yıl önce kaybolan annesinin, bir şekilde geri döneceğini –ölü ya da diri- düşünüyordu. On kez belki on beş kez adli tıptan annesi olacak ihtimalinde haberler almış, teşhis ettiği hiçbir ceset çocukluğuna ait çıkmamıştı. Her defasında aramaktan vazgeçmeye yelteniyor, eve döndüğünde annesinin hırkasına sarılıp uyuyordu. Sonra sabahında umudunu tazeliyor, bir gün kapıda onu göreceğine inanmaya koyuluyordu. Tele-
8
fondaki sesin karamsarlığı ile morga gitti. Kendini tekrarına alışkın olduğu o ruh haline sokarak odaya girmeye hazırlandı… Her zaman soğuktu ve her zaman ölüm kokuyordu bu odalar. Cüzdanındaki annesinin gençlik resmine baktı, onu çok özlediğini artık gelmesini gerektiğini söyledi kendi kendine. Odaya girdiğinde resmi arka cebine koydu. Görevlilerin cesedin üzerindeki örtüyü açmasını bekledi belli bir ritüel gibi. “Annesiydi.” Örtünün altındaki, çocukluğundaki anıların müşterek sahibiydi. Yenilgisi somut bir kayıptı artık. Gözlerini ovuşturdu, bir kez daha baktı. Bir kez daha ve sonsuz bir kez daha baktı aynı cesede. Sonra dilediğinin bu olmadığını, annesinin sadece canlı nefes alan halini istediğini anladı. O anlayış ile acı bir ses döküldü dudaklarından. “ahh, ahh…” nefes almayı unutur gibi. Ne diyeceğini bilmez gibi, hayal ettiği tüm bu anı unutmuş gibi cesedin ellerini tutarak “anne…” Diyebildi ancak. İki gün önce öldüğü kaydedilen ceset soğuk, morarmış ve ruhsuzdu. Ama annesiydi. O bildiği, sapsarı saçları ile hayalini süsleyen, yeşil gözleri ile ona denizleri anımsatan annesiydi. Sonra birden nefes almayı hatırlar gibi, kocaman bir nefes aldı. Daha yüksek bir sesle “annem!” dedi. Oda içindeki iki görevli resmileşmiş yüz ifadesini takındı. Bir tanesi omzunu sıvazladı mevtanın sahibinin. Bir diğeri “umut bey, başınız sağ olsun. Acınız taze fakat doldurulması gereken evraklar var” dedi bir on dakika sonra. Kendini bulamıyordu, arıyordu bir yerde var olduğunu biliyordu, en azından canlıydı. Ama kaybolmuştu, vereceği cevabı bilmiyordu, imzalayacağı evraklar umurunda değildi. En önemlisi aslında iki yıldır olmayan annesi bugün gerçekten varlığını hissettirmişti. Varlığı yokluğu ile bir olmuştu. En çok da nasıl hissetmesi gerektiğini bilmiyordu. Diğer tüm tecrübeleri, annesinin yaşadığına dair umutlardı. Şimdi tüm umutlar ölmüştü. Annesi gibi… Odada annesini biraz daha seyrettikten sonra hissiz ve bilinmez tavrı ile o bilmediği cümlelerin altındaki bilmediği evrakları
imzaladı. Annesinin ölüm nedenini öğrendi. Onu neden kaybettiğine dair bildiklerini zihninde sıraladı teker teker. Dışarı çıktı yağmurda ıslandı. Kendine gelmeye çalıştı. Annesinin eşyalarını aldı. Ölmeden önce üzerinde son kez giydiği kavuniçi rengi elbisesini bej rengi ayakkabılarını seyretti deniz kenarında bir bankta otururken. Sonra gözleri dalgalara ilişti. Annesini boğan suyu boğmak istedi. O suda biraz da kendini boğmak istedi. Sonra ölmekten korktu, geri çekildi. Yağmur hiç durmadan yağıyordu. Annesinin çantasına baktı biraz. Neden iki yıldır birlikte olmadıklarının nedenini arıyordu biraz da çantanın içinde. Hiçbir sebep bulamadı. Kendini de arayıp bulamamıştı saatler içinde. Annesinin cenazesini kaldırmak istiyordu ama adli tıp buna da izin vermemişti. Babasına haber vermeliydi. Ama ölüm haberi nasıl verilirdi? Ve bu haberi babasına vermeye hazır olmadığına da emindi. Arka cebindeki fotoğrafı hatırladı. Babasını aramaktansa o resme saatlerce bakmayı yeğledi. Avucunda o resim, yağmurun altında, martıların çığlıkları ile bir nisan gecesini geçirdi. Bir an eve gitmesinin ona çok yorucu geldiğini fark etti. Saatlerce burada kalayım diye düşündü. Sonra hayat aklına geldi. Annesi ölmüştü, kaybolduktan iki yıl sonra. Annesi yoktu belki iki yıldır olmadığı gibi. Ama kendi hayattaydı. Yaşıyordu. Şimdi olduğu gibi az sonra da bir saat sonra da yarın sabah da nefes almaya devam edecekti. Eve gidecekti, biraz uyuyacak sonra işe gidecekti. Öğrencilerini karşılayacak onlara matematikte çarpma işlemini, Türkçe de zamirleri anlatacaktı. Böyle böyle alacaktı nefesi. Bu geceyi unutmayacaktı, unutamayacaktı. Ama bu gece de kalmayacaktı. Irmak nasıl ki akar, öyle akacaktı hayata. Yenildiğini bile bile hayata. Mağlubiyeti zaferlerin önüne geçmeyecekti. Çocukluğu, gençliği, onunla yaşadığı her an zaferdi zaten, bir ölümdü sadece mağlubiyeti.
9
fuşodin*
Uğur Can Dural sana hamağımı sundum ama bu maske delik bunlar ilk damlalarıydı etimin önce yavaş sonra yavaş ve dolu rüzgarı üflüyorum sınırlarımı deniz çizerken seni dinliyorum pastamı başkası üflerken yeni yaşıma ben giriyorum ben bir başıma tersine dikilmiş canlı bir yara gibi sana hamağımı sunduğum yüreğin kökleri sana hamak diye sunduğum yüreğin sesi sana yorulmuşsundur diye bu taktığın son maskedir diye hediyemi açıyorum zaman kaybetmeden sana hamağımı sundum ama bu maske delik işte yakası kopmuş okul önlüğü ölüm işte meşru bir katil bakmak meşru bir silah görmemek kayıp bir iklime sesleniyorum kendi yağmurunu getiren yüzme bilir mi seni sevdim ve sana hamağımı sundum gür bir kelebek ölmez sanırken ne güzel dakika senin mi bunlar son damlalarıydı bedenin şimdi ıslık çalmayı öğrenirken sağanak istemediğin kadar tufan bugün artık kurtulmak için Nuh’a gerek yok herkes kendine şemsiye bugün artık yönleri bilmek için güneşe gerek yok herkes kendi doğusuna güneş bugün beni görmeye gelsen maskesiz sana hamağımı sunsam, uzansan gür bir kelebek olarak uzansan hamağımı sunduğum yüreğin kökleri gülse işte sorsam sana ne güzel dakika bizim mi *fuşodin: Ölçülülük, dayanıklılık, yüzün hareketsiz bir maske gibi gülümseyişi. Nikos Kazancakis \ Zorba
10
Yunus’a Hasret Elvan Sunar
Titret gönlünün bam telini Aşka susamış bir garibin kollarında Hakk’a açıp viran ellerini Var âşık Yunus’un yanına Yunus nedir bu sevgisizlik, Nedir bu insanın insanoğluyla kavgası Unuttuk sükûnetin hafifliğini Nerededir kardeşin kardeşe sevdası? Bir çiçek kavuşunca ilk tohumuna Kara kış bile çekilir kabuğuna Büyü nazlı tohumcuk, büyü Sen de eriş kutlu Yaradan’a O dem kucaklaşır çiçekle kara kış Yoldaş olur her bir âşığa Sarar bağrına renklerini Saçar kokularını kâinata Eleme doymuş bu can sorar: Yunus’um yok mudur sen gibisi? Yırtılır inleyerek mübarek arş Sevgidir benim ruhumun temennisi
11
Bovary’ın Postu-II İzzet Fırat Orfa
Sislerin ardında başlamıştı ama takip eden dokuz gün boyunca gayet duru bir şekilde seyrettim onu. Henüz hiçbir boyutunu yitirmeksizin ve derinlik algım eksilmeksizin, doya doya. Bulanıklığı, duruluğa yeğlememiştim daha önce. Nihal yedinci gecemizde, Abbasağa’daki forumun ardından, parkın bir köşesinde bileğindeki dikişleri bilerek patlattığında bir fikir oluşmuştu aklımda elbette. -Ancak yine de bir bulanıklığı tercih edecek duruma gelmedim, hiç. Çünkü duruluk bugün; bininci gecemizde tatbik edeceğim üzere, önlem demekti.- Onuncu günümüzün büyük kısmı, Ethem’i vuranın serbest bırakıldığını duyana değin, Taksim Meydanı’nda ayakta durmakla geçmişti. Nihal’in yüzü AKM’ye; benimkiyse O’na dönüktü. Haberi aldıktan sonra
ayaklarımız hemen aynı durağanlığını korusa da avuçlarımız günün tüm kas tembelliğini taş taş telafiye koyulmuştu. Çok geçmeden Nihal’in sargısı yeniden kızıla boyanmıştı. Bizse, tüm durmayan adamlarla beraber Cihangir Kahvesi’nin önüne kadar sürüklenmiştik. Başının döndüğünü söylediğinde, bir ara sokakta, peşimizden gelen gaz bulutundan yalnızca bir nebze fazla hızla koşuyorduk. İlk günümüzün ardından yeniden sisler içindeydik. Dönen başının ardından bir iki adımı da sendeleyince, kapısı açık ilk apartmana girmiştik. Bizden önce dört, sonra ise üç girenle beraber apartmanda dokuz kişiydik. Sokaktan görünmeyecek hizaya değin hepimiz merdivenleri tırmanmıştık. Nihal’le ben ise bir üst kata kadar çıkmıştık.
12
Ufku okuduğum birkaç tweet ile genişleyen ilkyardım bilgimle, kanamayı durdurmak için kolunu sıkıp baskı uygulamaya çalışmıştım. Canının acıdığını irkilmesinden anlamıştım. Herhangi bir anda canının acıdığına şahit olup olacağım tek an da, o gündü. İrkilmiş ve dikelen başını adeta irkilişini tamamlar bir hareketle öne eğmiş, nefesime ortak olmuştu. Ben öpüşlerini, kestiği nefesimi telafi için, sanki bir özür mahiyetinde görüp; minnet dolmuştum. Beş saniye süren şaşkınlığımın ardından ancak kabul edebilmiştim özrünü ve minnetim değişmese de, öpüşlerinin asıl sözlerini o zaman duymuştum. Yarası halen avcumun içinde kısılıydı. Kanı, görünürde yer çekimine meydan okuyarak kolumda bir şerit halinde ilerleyip, dirseğimin ucundan damla damlamaya başlamıştı. Öpüşlerini kesmemişti, ancak canı acıyor olmalıydı. Çünkü ben nefesinden sonra, acısına ortak olmuştum. Hissedebiliyordum. Nihayetinde de kanın tadını almaya başlamıştım. Bileğiyle dudağımın kanamaları takas etmesinden sonra aşağı kata inmiştik, boştu. Sokak da boşalmıştı. Derinden de olsa işitilmeyen slogan seslerini duyamadığımızda; ağzımda kanın tadı geçmek üzereydi. Dişimle kesiği yokluyordum, yeniden kanatmak istiyordum; ancak o ısırığı kendime atamıyordum. Kapısı kapanmamış olsa apartmana geri dönmek isteyecektim; ancak son tramvayı yakalayıp benim evime gitmiştik. O gece dudağım bir kez daha kanamamıştı, ancak kan içmeye devam etmiştim. Nihal de eşlik etmişti. İyice sarhoş olup, evdeki tüm içkileri tüketene kadar beni yeniden öpmemişti. Sağ gözümün, henüz iyice de sarhoş olmamışken, adamakıllı gördüğü son enstantanelerde, Nihal’in vücudundaki onlarca yara izi vardı hep. En tazesi bileğinde, kimisi çoktan iyileşmiş, kimisi henüz kabuk onlarca iz.
Bir lokma daha alması için ne kadar dudaklarımı dudaklarında tuttuysam da, almamıştı. Muadilleri tükenmişti ve ben dudağımı kanatmak istiyordum. Aslında herhangi bir yerimi… Soğuyup uyuşan bedenimle bulut bir uykuya dalmak ve neden sonra uyanmak… On gün önce uyandığım hastane odasında belki yine. Nihal yanımda uykuya daldıktan sonra dahi dolanmıştım evde. Vücudumdan kan sıvısı akamıyorsa, vücuduma yeteri kadar muadil sıvı girmediği içindir diye düşünmüş ve temizlik dolabındaki –kadınları temizlik hastası haline getiren tüm erkekler ve reklam kuşakları sağ olsun- alkolü muadil olarak bile değil, tedavinin bir üst aşaması olarak dolaşımıma sokmuştum. Saat gece yarısına yaklaşırken başımın döndüğüne dair farkındalığımı yitirmiştim. Sımsıkıydı. Gözlerim, kapakları mengenesine kıstırılmış haldeydi. Sağ gözüm ışığını yitirmeden evvel işlevini yerine getirebileceği son dakikalarını tercihli bir karanlıkta geçirmişti, tesadüfen. Bu yüzden tam olarak hangi anda yarı kör kaldım bilmiyorum. Ancak saat gece yarısını geçtikten sonra çenem klozetin mermerinde, kusmaya çalışırken halihazırda bir boyutu yitirmiştim.
13
Bir An
Oğuzhan Turan Bugünlerde, tanınmamak kolay… İnsanlar bilmem kaçıncı yüzleriyle Saklanmış. Dünyadaki acılara gün ışığı düşmez Ay ise kayıp çocuklar için tek umut. Anlayacağın acılar yine katlanmış. Bir kadın, Onun gözlerine bakanlar cenneti görür Bakanların gözleri sahte Ama öyle bir renk ki Acı yok bebeklerinde. O ise cennetten acıları görür, Anlatamaz, İnsanlığın acınacak halini. Kayıp insanlık odası gibi dünya Oysa bir deprem olsa Çökecek egolarını yaşattıkları O kocaman binalar Aynı zamanda yarıştıkları En hızlı kim bozar? O diyor, Ben yazamıyorum. Sonra farklı farklı yollara başvuracak gözlerle -Ki o gözleri koklamak istiyorumBana bakıyor O zaman anlamaya başlıyorum işte, Bakışlarımızdaki griliğin Çocukları ne kadar üzdüğünü. Dindir diyorum şu yağmuru Ve kanıtla karanlıklardaki gökkuşağını Boylu boyunca uzan tüm ara sokaklara Belki güldürür bir an Gökyüzünü gören sokak çocuklarını. Bir an, Sonrası sonsuz karanlık.
14
Ă&#x2021;izen: Rohani HalitoÄ&#x;lu
<Başlıksız> Resul Kırmızıdemir
Bir bulut ne kadar ağır olabilir Kaldır ulan başını Çökmez üstüne gök Eğildikçe keskinleşiyor hatları Eğildikçe sana benziyor o karanlık Kaldır ulan başını yukarı Ve uzaklaş ondan Çünkü senin değil, çünkü yer bulamaz sende Başkasının ışığıyla ardına çıkan bir gölge Gökyüzü ne kadar kararabilir Aç ulan gözlerini Olmasa da ayla güneş Bulunur elbet bir yıldız Sen yeter ki onunla yüzleş Bakmadıkça büyüyor karanlık Bakmadıkça batıyorsun bataklığa Aç ulan gözlerini Ve odaklan ona Çünkü sen değilsin o, çünkü sarmamalı aydınlığı İzin verirsen hasret kalırsın ömrünce Göremezsin ufukta bir tan kızıllığı
16
Kan
Aslı Karayel Sinene dağılmış kıpkırmızı Kandır benim adım Tırpanım batar Demir kokar Adımı ancak Ölüm duyar
17
Kuru Fasulye AyĹ&#x;e Arslan
Akşamdan koymuştum fasulyeleri suya. Annem ilk on beş yaşındayken göstermişti yemek yapmanın inceliklerini. Bu da onlardan biriydi, fasulyeyi önceki günden koyacaksın ki suya, kolayca pişsin, mideye dokunmasın diye. Babamın en sevdiği yemekti, şimdi de Mithat’ın. Evlendiğin kadının, kayın valideye benzemesini okumuştum elbet ama babamla, Mithat’ın bu kadar benzediğini açıklayan bir yazı çıkmamıştı karşıma. Gerçi okuduğum kitaplarda, sevgiyle yapılan evliliklerden söz ediliyordu. Hepsi yalanmış demiştim, gelinlikle kendimi ilk aynanın karşısında gördüğüm yerde, Ayla ablanın güzellik merkezinde. Saçımı güzel yapmıştı ama severek evlensem bile yapacağım bir saçtı konumuz bu değilken bile üstelik. Bunları düşünmemeliydim, fasulyenin ayrı bir tencerede haşlanırken soğanı, biberi usulca diğer tencerede kavururken. Sıvı yağ yerine, tereyağı koyduğumu söyledim mi bilmiyorum ama mis gibi koktuğu tartışılmazdı. Konumuz tereyağı da değildi üstelik. Salçayı eklerken geliyor aklıma konu, kendime geliyorum. Salça rengine benzemese de kızarıyor yanaklarım. Dünkü anı hatırlıyorum ardından, sevginin yeri ve zamanı olmadığını, geçmişin bir anda karşına çıkıp nefesini daralttığını, gözleri yere indirebildiğini. Sonra Mithat ‘ı düşünüyorum, giderek belirgin olan karnımı. Sonra tekrardan her defasında olduğu gibi, onu. Arkadaşım Nimet öğretmişti, kendini affettirmenin farklı yolları var Asude, unutma demişti. Unutmamış, gebe halimle, annemin öğrettiği kuru fasulyeyle Nimet’in kulaklarını çınlatmakla meşguldüm. Böyle olmayacaktı, fasulyeleri salçalı karışıma ekleyip, biraz kavurduktan sonra pişmesi için rahat bırakmıştım. Sıra içimi sorgulamakta, kavurmaktaydı. Beş yıl öncesine, dönüp evliliği sıfırlamakla başlamalıydım işe, tam da alyansıma bakarken hem de acımasızca. Beş kardeşinin en küçük hem de evin tek kızı olarak ana kuzu-
su olduğum dönemlere. Gönlümü bizim evin karşısında oturan , yeşil gözlü, uzun boylu oğlanı Orhan’ a kaptırmıştım. Çok fakirlerdi Orhanlar Allah ona o kusursuz güzel çim yeşilini gözlerini verirken, ailesinden maddi olarak her şeyi esirgemişti. Okula gidip gelirken pencereye cam niyetine takılan, naylonlardan anlardım bunu, hiç çaktırmazdım ama ona. O da güzel yeşil gözlerinden bana aktarmazdı. Çok çalışkandı Orhan. Aynı sınıfta değildik ama Nimet ‘ in hayran hayran anlatışları arasında derslerde başarılı olduğunu, liseden derece ile mezun olacağını, hocaların onu her gördüğü her yerde hatır sormalarından anlardım. Gözlerimle gördüğüm ise okulun beyaz gömleğinden bile saklayamadığı geniş omuzları, uzun boyu ve içimi eriten yeşil gözleriydi. Nimet en yakın arkadaşımdı, o aralar benzediğimiz ortak alan ona karşı ikimizde bir şeyler beslemesi, en farklı durum ise onun açıkça belli edip, benim sustuğum onu görünce domates salçası gibi kızaran yanaklarımdı. O zamanlar sadece beni seçip sevgisi bana ait olan Orhan, şu an ise Nimet’ in kollarındaydı. Bizzat benim seçimimle, babamın elleriyle. Alyans olan parmağımdaki acı, şu ana dönmeme sağlamıştı. Fazla sıkmıştım, acımı parmağıma ödetmeye çalışarak. Geçmişe dönecektim elbet, ama ilk biraz kalkıp camın önündeki tekli koltuğa geçmem gerekliydi. Nefesimi kontrol altına alarak, pembe üzerinde kır çiçekleri olan koltuğa geçerken, geçmişe dönebilirdim. Tam dönecekken, tam karşımda Mithat ‘la olan evlilik fotoğrafına aldırmayarak hem de. Gizli gizli buluşurduk Orhan’la karşılıklı evlerimizin arkasındaki derenin kenarında, fırsat buldukça başımı koyduğum güzel geniş omuzlarında. Nimet’le bile paylaşamadığım en güzel sırrım, onca kitap okumama rağmen tanımlayamadığım tek duygumdu. Ama ilk şokum omuzlarının arasından sıyrılıp annesinin annemle haber saldığı, hayatı-
19
mın en mutlu günü olarak tanımladığım isteme günümde yaşayacağımı nerden bilebilirdim ki. Babam kalbime bir şey sormadan beni, fukara Orhan yerine memur olan Mithat’a uygun görmüş bu yetmiyormuş gibi annesi Seher teyzeyle bir öğrenmiştim. Orhan bizden çıkarken sadece elinde çiçek ve çikolatayı değil kalbimi de götürmüştü. Babamın dünya umurunda değildi, mantığı ile aldığı karar ve kendisi hala orada sapasağlam duruyordu. Bense tam karşısındaki koltukta, elim sinemde, çok eski Türk filmi izleyip, ağlamama bağlıyordum. Sorun şuydu artık Filiz Akın ve Ediz Hun’a değil de hayatım boyunca ağlayacağım gerçek bir filmim vardı ve yapımcı koltuğunda Türker İnanoğlu yerine babam yer alıyordu. Mithat ‘la evlenmek zorunda değilsin tabi ki ama Orhan’ın olmayacağını bilmek, unutmak zorundasın, sefalet içinde büyü diye okutmadım seni, ona göre davran, yerini bil diye. Yönetmen olduğu yetmiyormuş gibi bir de kendine kötü adam sahnesi eklemişti! Ben ise bir Filiz Akın bile olamayıp kendimi sadece kahverengiye benzetebiliyordum. Kahverengi. Ne düşünmüştüm lisedeyken, pembe pembedir, mavi ise mavi. Ama onun kendi ismi bile olamayıp sadece kahveye benzetildiği için o rengi alışına üzülmüş, en olamayacak şeyi yapıp bir renge acımıştım. Acınacak hale düşmüştüm, kahverengi olmuştum Babamın benzettiği yolda, özgün olamayan bir insan ve rahat bir hayatım olacaktı. Tam da babamın istediği gibi, kahverengi gibi... Orhan dışında kimin olacağı umurumda olmayacağı için Mithat’ la olan bu evliliğe kelimenin tam anlamı ile imzamı atmıştım. Mithat ise filmimdeki temiz kalpli, aile babasıydı. Anlaşamadığımız tek nokta, sevgiye olan bakış açılarımızdı. O sevgiyi malzemeleri bir araya getirerek uzun uğraşlar sonucunda evde yapılan güzel yaş pastalara, ben ise eve aniden gelip dışardan alınan ve gördüğüm an vurulduğum fıstıklı bak-
lavaya benzetiyordum. Ben baklavaları tabağa dizerken, Mithat sabırla, emekle pastanın hamurunu yapmakla meşguldü. Sonunda ben baklavaları çöpe atarken kazanan o olsa da ben pastada ki Orhan eksikliğindeydim. Mithat ise her işten geldiğinde karnımı severek, doğmasını dört gözle beklediğimiz kızımızdaydı. Kızım, baklavaları çöpe atmama da pastayı hiç ses etmeden yememe neden olacak kadar içimde bir yere sahipti. İlk karnıma düştüğü andan ve kalp atışını duyduğum doktor kontrolünden sonra hayatıma en kalıcı imzayı çoktan atmıştı. Ama ilk tekmeyi hissettiğim an, Orhan’la beş yıl sonra karşılaştığım yer olan kaldırım olmamalıydı. Üzerinde diz hizasındaki hamile elbisemle çıkmış olduğum yürüyüş bana kızımın tekmesi ve eve dönerken kuru fasulye almama neden olmuştu. Onda ise kısa çaplı bir şok, çokça hüzün vardı. Zayıflamış vücudu, çöken omuzları ve gölgeli yeşil gözleri ile yanımdan geçerken bende ki en sevdiği şeylere, uzun kıvırcık saçlarıma bakabilmişti öylece çekip gitme hakkına sahipti sadece . – hala ona ait olan kalbimle- Giderken ellerine takıldı gözlerim benim alyansımın aynısı onda da vardı elbet, farklı insanlara ait alyanslarla yanımdan öylece geçip gitmişti , bana ise yanından geçerken gözlerimi kapatıp bir anlığına da olsa bana ait bir yüzük taktığını hayal etmekti. Öyle değildi ama, bir ay önce Nimet’le nişanlandığını, güzel bir iş pozisyonu olduğunu, ailesini o sefaletten kurtardığını, duymuştum. Sonrasında ise eve gelip, eşime en sevdiği yemeği yapmaya koyulmuştum. Hayalimdeki on saniyeyi ona affettirmek, sevmeyi sevilmekle kapatmak. Sonrasında kalkıp yemeğin altını kısmak, sevilmenin haklı gururu ile kızımın babasını beklemek. Sevginin elinde sonunda dibi sıyrıldığında, sıyırılmak zorunda bırakıldığında, sadece acı kelimesinin okunmasını kabullenmek, diğer sevgiye yönelip karnı okşamak kalmıştı.
20
Unutuluyorum Ceyda Akyüz
Son 7 dakika... Görüyorum ki herkes koşuşturmacada, kurtarmaya çalışıyorlar bedenimi. Ruhum çoktan öldü yok haberleri. Son 6 dakika... Yavaş yavaş yitiriyorum önemimi. Ne kadar önemim olduğunu bilmeden yitiyorum. Son 5 dakika. Ağlamalar artıyor etrafımda. Üzülmeyin demek istiyorum, diyemiyorum. Bitiyorum. Son 4 dakikaya gelmişim. Nefes alışım zorlaştı. Konuşmaya çalışmaktan vazgeçtim. Düşünmeye başladım. “Ne yaptın bu dünyada hatırlanabilmek için?” demişti birisi. İnsanların hayatından geçmek yetmez miydi? Artık son anlardayım, anladım. Anladım geçmek yetmiyormuş yer edinmek gerekiyormuş. Anladım, çok geç kaldım. Son 3 dakikamdayım. İçsel bir savaştayım. Ne yani artık kimse hatırlamayacak mıydı beni, unutacaklar mı? O her gün suladığım çiçek bile solup atılacak mı? Düşünmeye daldım, unuttum 2.dakikamı. Hayattayken düşünmediğim kadar düşünmüşüm son nefesimde. Artık son 1 dakika kalmış halim yok. Son nefesten değil, anladıklarımın ağırlığından... Tesirini yitiriyor bende de bitmiş olmak. Sahi, kendimde kalmak için bile bir şey yapmamışım meğer. Gitgide bitiyor, yitip gidiyor. Tıpkı insanların beni unutacak olması gibi ben de unutuyorum. Her şey herkes unutuyor, unutuluyor... Gözlerimi kapatıyorum. Unutuluyorum.
21
-her şiirinde tanrılardan bahseden ve evine haciz geleceğini öğrenen fakat bir türlü haczedilmeyen ve bir kulağı duymayan sadık’ın en bilinen hikayesiAlican Şahin “bilmem ki ne olur en çok olacağını bildiğim ne ise bilirim en çok o olur” vücudunda ufak kurak kırmızılıklar sadık’ın hacmi olduğu kadar bile değil artık nefesinden gayrı şişmez göğsü bir öğretmenden duymuştur insan hakkında hiçbir işhanesi işlemez düğün günü. yüzlere bakakalır düşkün düşmüş düşlü gözlere borç arar borç yüklü bilek tarakları bulur coğrafyayla birdir kaderi sadık’a göre üç tarafı hep heplikle kaplı korlanır yangını mevsimden mevsime güler fakat gülmez değil kadınların bacaklarına bakar ayıplar kendini tanıdığı her kadını haczeder üstündekilerden uyumak bile alacaklıdır ondan bin tövbeyle parçalanmıştır düşleri. bilir sadık hepsini bilir evrakları vardır yıkayıp yırttığı yıldızları koşmaları vardır kendine ait çeşme yuvaları zengindir mutlu olmasına hepimizden zengin fakat bu hali haczedilememektedir. -yüksek sesleey sadık, günahkar sadık! günahların tanrılar’ı uyandırıyor uykusundan şiirlerinde yedi büyük ayıp nedir aldıklarımızdan sonra geriye kalan huzursuz sanrılarından?sadık cevapsızdır fakat bilir sadık bir huya sadıktır tüm dedelerinden gelir şaşmaz hiçbir olana binalar ona bilendikçe devrilir
22
sadık sıkıştırılır sadık esmerleşmiş bir kelepçeye yazgılıdır anlar ki cevapları yeterli değildir yüksek sese doğru yaklaşır “bilmem ki ne olur en çok olacağını bildiğim ne ise bilirim en çok o olur” sadık günahlardan arınmıştır -yüksek bir ses bu defa tanrıların mahmur sesinden çoğalırhaciz bitmiştir korkunun emsalleri mahkuma giydirilmiştir.
23
Mart da Geçti Uğur Ergün
Her şey başladığı gibi biter. Hiçlikten doğan her bebek en fazla yüz yirmi yıl içerisinde yine hiçlik olacak. Hayalî kedim oradan atlayıp, aşk hariç, diyor. Sadece rakı yudumlarken bana görünür olan bu mavi kedinin derdi başı bana muhalefet etmek. Gözlerinin içine bakıyorum, hüzünleniyor. Başını okşuyorum. Bir süre susuyoruz. Mart ayı geçeli çok oldu halbuki, diyorum. O hüzünlü ağzını bıçak açmaz kedinin bir anda kelimeler ağzından dökülüveriyor: “Abi mahallede bir tane Minnoş vardı.
Kuyruğunu bir sallamasıyla bütün mahalleli kedilerin dünyası duruyordu. Bir yıl içinde otuz kadar ev kedisi ona bakmaya çalışırken balkondan veya camdan düştü. Çoğu şanslıydı tabii, dört ayak üstüne düştü. Bir şeycik olmadı. Birkaçı da ufak sıyrıklarla kurtuldu. Ancak Pıtır. O bizim acı kaybımız oldu. En yakın dostumdu o benim. Senin anlayacağın dilde anlatayım, tıpkı bir türbanlıyla bir metalcinin arkadaş olması gibiydi Pıtır’la arkadaşlığımız. O bakımlı bir ev kedisiydi, bense kasabın et artık-
24
larını yemeye çalışırken def edilen sokak kedisi. Pıtır’ın cenazesine bütün mahalleliler katılmıştı. Faili olan kendini bilmez Minnoş bile. Cenazenin sonunda herkes başsağlığı dilerken en son Minnoş yanıma geldi ve gözlerimin içine bakarak, Allah sabır versin, dedi. Gözleri çok güzeldi. Etkilenmiştim. Hemen gözlerinden gözlerimi kaçırdım. Dostumun ölümüydü o. Üzgündüm. Dostumu kaybetmiştim. Öte yandan dostumun ölümü olan kız vicdanlı çıkmıştı. Ne zaman aç kalsam, midemde yalnızlığımı büyütsem; Minnoş benimle yemeğini paylaşırdı. Ben de zaman zaman ona yemeğimi vermeye başladım. Gel zaman git zaman derken mart yaklaştı. O çok alımlı bir dişiydi, bense sıradan bir sokak kedisi. Herkes Minnoş’un peşindeydi. Abaza abiler onu köşede sıkıştırmaya çalışıyordu, bense onu korumak için cılız bedenimi siper ediyordum. Dostumun katilini koruduğum için beni aşağılıyorlardı. Minnoş korkuyordu. Ben ağlıyordum. Diğer herkes sinirliydi. Yine de kimseye geçit vermedim. Kimsenin Minnoş’a el sürmesine izin veremezdim. Sanırım bu cesaretim onu fazlasıyla etkilemişti. O gece bana herkesten gizlice küçük küçük kur yapmaya başladı. Kuyruğunu vücudumda yavaşça gezdiriyordu. Kalbimi okşuyordu adeta. Kendimi ona bıraktım. Dakikalar sonra kendimi onun içinde bulmuştum. Ulaşılmaz olana ulaşmıştım ve ölesiye mutluydum. Ama bir yandan da kadim dostumun katiliydi o. Ne yapacağımı bilemiyordum. Hem zevkten ölüyordum hem de çektiğim bu vicdan azabından. Kalbim daha da hızlanmamı söylerken beynim dur diyordu. Kendime hâkim olamıyordum. İşimiz bittiğinde yüzümü yalamaya başladı. Bense ne yapacağımı bilemiyordum. Tir tir titriyordum. Gözlerimin içi-
ne şaşkınca bakıyordu. Ben seni sevmiyorum, dedim. Gittim. Gözlerimin içine o hüzünlü bakışını asla unutamıyorum. Her şeyimi alıp gittim. Uzaklara, en uzaklaraydı yolculuğum. Dünyanın en ücra köşesine. Ama o günden beri kalbim Minnoş’u unutmadı. Hep onu düşünüyorum. Aklımda hep o var. Senin anlayacağın aşk asla bitmez. Mutlu ya da mutsuz olsun, bitmez. Kağıda kurşun kalemle bastırarak yazılan yazıları silgiyle ne kadar silersen sil, izlerini asla yok edemezsin.” Kedinin hikayesi ve son yaptığı aforizma, gözyaşlarımı akıtmaya yetmişti. Onu kucağıma alıp okşadım. Haklısın, dedim. Aşk hiç bitmiyor.
25
Tolkien ve Keล if M.Furkan Meriรง
Fantastik edebiyatın dalgalı kıyılarında, yüksekçe bir taşın üstüne oturmuş ve denizi izledi Tolkien. 3 Ocak 1892’de Güney Afrika’da, İngiliz bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve yaşamını yitirdiği 1973 yılına kadar çok büyük keşiflere imza attı. Öyle ki dünya tarihi boyunca geçmişte ya da gelecekte başka hiçbir kimsenin keşfine aşina olmayacağı keşiflerdi bunlar. Çünkü kendi zihninin ortasında, belki de sürekli fırtınalar kopan geniş bir hayal gücü köşkünün salonundaki; büyükçe, ahşap bir masanın üstünde duruyorlardı. Profesör; pencerelerden ışıyan şimşeğin aydınlığında, masanın üzerinde gördüklerini mürekkep ile deftere kazıyordu. Bu keşif düşünsel bir keşifti ve kendini keşfetmeye çok benziyordu, çünkü ikisinde de yanılma payı çok yüksekti. Milton Waldman’a kitaplarının yayınlanabilmesi için yazdığı mektuplardan birinde bunun bir icat değil keşif olduğunu şu şekilde açıklamıştı: “Asıl şey katıksız öykülerdi. Bunlar benim zihnimde bana “verilmiş” şeyler olarak ortaya çıkıyorlardı ve bunların her biri dalga dalga zihnime vurdukça aralarındaki bağlar da büyüyordu. Sürükleyici ancak yine de sıkça bölünen bir efordu bu (özellikle de hayatın gerekliliklerinden bile ayrı olarak zihin diğer kutupta kendini dilbilim kısmına harcamaya başlayalı beri). Yine de içimde her zaman zaten “orada” bir yerlerde olan şeyi kaydediyormuşum hissi vardı; “icat ediyorum” hissi değil.” Tolkien’in Orta Dünya için – ve muhtemelen yazdığı yahut derlediği tarihi ve edebî diğer metinler için de – ölümsüz bir vakanüvis olmasının sebebi budur. Orta Dünya’daki olayları tıpkı Eldarion’un hükmü zamanında Thain’in Kitabı’nı ve Westmarch’ın Kırmızı Kitabı’nı derleyen Findegil gibi yazmıştır. Ayrıca yukarıdaki alıntıda sözü geçtiği üzere “dilbilim” mevzusu hem Tolkien hem Orta Dünya için farklı bir keşif niteliğindedir ve bu diller de tıpkı yazdığı hikayeler gibi, icat edilmeyip kendisi tarafından keşfedilmektedir. Esasında başta Elfçe olmak üzere diğer bütün dillerin de keşifleri çok organik bir şekilde olmuştur. Profesör Tolkien’in kitabı okuyacak kişiye hissettirmek istediği şey farklı ve özgün olaylarla bezenmiş yepyeni bir dünyadan ötede, gerçek dünyamız ile ilintili ve çoğunlukla
kuvvetli anlatımsal bağlara sahip; dillerin, kültürlerin iletişim içinde olduğu bir tecrübedir. Tolkien’in Kayıp Öyküler Kitabı’nda bahsedilen Ottor – sonradan Elfler ona Eriol diyecekler – adlı Sakson bir kabile reisi gemisiyle açıldığı denizde sonradan Ulmo olduğu açığa çıkan yaşlı bir adamın yol tarifine uyarak gittiğinde Orta Dünya’da Tol Eressëa olarak bildiğimiz Valinor kıyılarındaki “Yalnız Ada”ya varır. Bu adada Elfler ile tanışır. Tanıştığı elflerden birisi Silmarillion adlı kitapta barınan metinlerin yazarı olarak kabul edebileceğimiz Rúmil, Eltas ve Gilfanon ile birlikte ona “Dünya”nın başlangıcını ve eski günlerden hikayeler anlatırlar. Eriol aynı zamanda Luthany adı verilen bir ülkenin de kökenini ve kaynağını öğrenir. Eriol’un bu adaya varmadan önce ülkesinde iki çocuğu vardır ve bunların isimleri Tolkien’in keşif adını verdiği bu çalışmalarının dünyamız ile bağlantısı açısından önemlidir. Çocuklarının isimleri Hengest ve Horsa’dır ve bu isimler 5.yy’da Britanya’nın Anglo-Sakson istilasındaki efsanevi liderlerin isimleridir. Ancak bu hikaye, Ottor – ya da Eriol – karakteri ve yaşananlar, Tolkien’in ileriki metinlerinde ve notlarında değişime uğramışlardır. Oğlu Christopher Tolkien’in derlemelerinden anladığımız şekliyle bu hikayenin son halinde Ottor – ya da Eriol – ismi tamamen yitirilmiş ve yerine Ælfwine ismi gelmiştir. Ælfwine ise 10.yy’da İngiltere’de yaşamış bir Anglo-Sakson vatandaşıdır. Tolkien’in dilleri yaratırken dünyamızda var olan diğer dillerdeki kelimelerden (özellikle Fince, İspanyolca ve Portekizce) esinlendiğini biliyoruz. Profesör; bir şekilde keşfettiği dünyanın, bizim dünyamızın geçmişi, kutsal bir yansıması olabileceğini açıklamaya çalışıyor ve böylece fantastik edebiyat adına çok güzel bir pencere aralamış oluyor. Kaçış ve arayış edebiyatı olarak görülen fantastik edebiyatın babası Tolkien; bu türün dünyamız ile aslında ne kadar da organik bağlar ile bağlı olabileceğini, bir icattan uzak, bir tarih notu, bir keşif tadı taşıyabileceğini gösteriyor. Orta Dünya ve diğer metinleri dahil bütün keşifleri arasındaki en büyük keşfi ise böylece gerçekte var olan dünya ile zihninin ortasındaki dünya arasında kurduğu organizma oluyor.
27
Falling Down - Sonu Başlangıç Mert Erez
Dikkat: Yazı, spoiler üzerine kuruludur. evlenmiştir. Bu yüzden karısına karşı kendisini hep eksik hissetmiştir. Prendergast “Geri dönülemez noktayı geçtim. Bu hangi ayrıca kızını küçük yaşta kaybetmiştir. nokta bilir misin? Bir yolculukta başlangıD-Fens eve yola çıktığında boşandığı ca dönmenin, bitişe devam etmekten daha karısını ve o gün doğum günü olan kızını uzun süreceği noktadır. Tıpkı... O astronot- aramak için jeton almaya girdiği markette ları hatırlıyor musun? Ay yolculuğu sıra- aslında sonun başlangıcına doğru yola çısında bir terslik olmuştu. Dünya’ya dön- kar. Sadece parasını bozdurma ve bir jeton meliydiler. Ama geri dönülmez noktayı alma niyetinde olan D-Fens’i; ülkesine gegeçmişlerdi. Geri dönmek için Ay’ın çev- len, onun parasını alan ve onu kazıklamaresini dolaşmak zorunda kaldılar. Bağlantı ya kalkan Koreli market sahibi çok kızdırır. saatlerce kesilmişti. Herkes, metal kutudaki Market sahibi, D-Fens’in parasını bir birkaç ölü adam öbür taraftan çıkacak mı, şey satın almadan bozmayacağını söyler. diye beklemişti. İşte bu benim. Ay’ın öteki D-Fens’in Koreli’nin dükkanından Ameyüzündeyim. Bağlantı yok...Ve herkes, ben rikan ürünlerinden “Coca Cola”yı satın ortaya çıkana dek, beklemek zorunda.’’ almak isteyip pahalı bulması; Korelinin asJoel Schuacher, açılış sekansıyla (ki bana lında onların olan ürünleri, onlara pahalıya göre sinema tarihinin en iyi açılışlarından satıyor olması ve D-Fens’in Kore’liyi aşağıbiridir) daha ilk kareden nasıl bir filmle layan konuşmaları, Amerikan sağının filmkarşılaşacağımızın ipuçlarını veriyor. Te- deki sembolik anlatımlarının birer örneği. dirgin edici bir müzikle beraber, yakıcı bir Ardından D-Fens’in sinirlerine hakim sıcak, sıkışmış bir trafik ve sinirli insanla- olamayıp, dükkanı dağıttığı sahne geliyor. rın ortasında D-Fens’in (Michael Douglas) Koreli’nin D-Fens’i hırsızlıkla suçlamasıarabasındayız. Tüm bunlar yetmezmiş na, D-Fens’in “Asıl hırsız sensin,” cevabı gibi arabanın içinde bunalan D-Fens’i bir çok sert oluyor. D-Fens marketten bir kola de sinek rahatsız etmeye başlıyor. Sine- (parasını ödeyerek), bir jeton ve Koreli’den ği öldürmeye çalışarak, “eve giden yolda aldığı bir beysbol sopasıyla (Amerikan isyanın” ilk kıvılcımını belki de burada kültürünün bir ürünü) oradan ayrılıyor. yakıyor. Seyirciyi rahatsız etme göreviSonra kolasını içmek ve biraz dinlenmek ni en iyi şekilde yerine getiren bu sekans- için gittiği arazide Güney Amerikalılar’la tan, D-Fens’in arabadan çıkmasıyla bera- karşılaşıyor. Amerika’nın göçmen sorunuber biz de çıkıyoruz. Ardından sıcağa ve nu bir kez daha izliyoruz. Basit düşünültrafiğe daha fazla dayanamayan D-Fens düğünde Amerikalı olduğu için ülkesinin arabasını trafikte bırakıp, yanına çantası- arazisinde daha fazla hakkı olduğunu söynı da alarak, eve gitmek için yola çıkıyor. leyebileceğimiz D-Fens’i, arazinin kendileBu sırada trafikte kalmış, polislikte son rinin olduğunu düşündükleri Güneyliler gününü tamamlamaya çalışan, hırsızlık rahatsız ediyor. Ondan arazilerinde dinlenmasası dedektifi Prendergast, ilk kez bu- mesine karşılık olarak çantasını istiyorlar. rada (Robert Duvall) karşımıza çıkıyor. D-Fens’in cevabı yine sert oluyor. Bu kez Prendergast, karısının baskısını onu çok bir göçmenden bıçak (ç)alıyor ve sopadan sevdiği için sineye çekmiş, bu yüzden sonra daha da güçlenerek yoluna devam afilli sokak polisliğini bırakıp masa başı- ediyor. Ayrıca iş aradığı gazete parçasıyla, na geçmiş ve hatta işinden erken emekli aslında bir iş bulsa yenileyebileceği, delik olup karısının taşınmak istediği Hava- ayakkabının altını kapatması da filmin semsu gölüne gitmeyi bile kabullenmiştir. bolik anlatımını güçlendiren detaylardan. Ona göre karısı gençliğinde çok güzel bir Koreli market sahibi; Hırsızlık masasınkadındır ve buna rağmen Prendergast’le dan Prendergast’e beyaz tenli, beyaz göm-
29
lekli D-Fens’i şikayet etmesiyle Prendergast’in D-Fens’le olan mücadelesi başlıyor. D-Fens aldığı jetonla telefon kulübesinden eski karısını tekrar arıyor. Bu kez sessiz olup onu dinlemek yerine, ona eve geleceğini söylüyor. Git gide kendine güvenmeye başlayan ve artık yola çıkmış olan D-Fens’in eve gitmeye ne kadar kararlı olduğunu bir sonraki sahne bize anlatıyor. D-Fens arazideki durumun intikamını almak isteyen göçmenler tarafından saldırıya uğrayıp yara bile almadan kurtuluyor. Fakat bir an bile tedirgin olmuyor. Kararlı. Eve gidecek. Göçmenler ona saldırırken şiddetli bir kaza geçiriyorlar. D-Fens bu defa ona saldıran göçmenlerin kaza yapmasını fırsat biliyor ve onların silah dolu çantasını alıyor. Sopayla başlayan güçlenme evresini silahla tamamlıyor. Artık daha güçlü. Hem de güpegündüz sokak ortasında bir adamı bacağından yaralayabilecek kadar. “Falling Down” filminin etkili sahnelerinden birisi de fast food restoranı sahnesidir. D-Fens kahvaltı yapmak için restorana gider. Fakat restoranın kahvaltı servisini dakikalarla kaçırmıştır. Defalarca rica eder. Yine zıvanadan çıkmak için haklı sebepleri vardır. Kahvaltı menüsünü silah zoruyla ister. Ve aslında istenilirse bu menünün belirtilen saatten sonra da satılabildiğini görürüz. D-Fens’in peşinde olan Prendergast, son gününü gerçek bir polis olarak bitirmek istemektedir. İşte ve evde baskı altında olan Prendergast’in üzerinde toplumun dayattığı erkek olma baskısı vardır. İş yerinde arkadaşları tarafından sıkça alaya alınmaktadır. Karısıyla yaptığı son telefon konuşmasında, azarlanmaya yakın bir ses tonuyla eve erken gelmesi istenirken belki de ilk defa kendine güveni gelir ve ona işi bittiği zaman döneceğini biraz sert bir dille anlatır. D-Fens’in gittikçe artan güveni, Prendergast’e de tesir eder. D-Fens’in markette, arazide ve sokaklarda bozuk düzenin içinde adalet sağlamaya çalışmadığını daha sonra gittiği bir
dükkanda ona saldıran manyak adamı öldürdüğünde anlarız. Tek niyeti eve gitmek, belki karısına da zarar vermektir. Prendergast’in, D-Fens’in evine gitmesiyle hikaye iyice çözülür. D-Fens ülkesini savunmak için yıllarca çalışmış ve sonunda işsiz kalmıştır. Karısının onu terk etmesini işsiz kalmasına bağlamaktadır. Ne karısıyla, ne kızıyla ne de annesiyle sağlam bir ilişkisi yoktur. Üzerindeki erkek olma baskısı, eve para getirme ve yük olmama baskısı onu bu duruma getiren etkenlerden biridir. Her gün işe gider gibi evden çıkar. Fakat gidecek bir işi yoktur. D-Fens uzun bir yolun sonunda eve ulaşır. Karısının evine girip izlediği videodan, psikolojik sorunları olduğunu bir kez daha anlarız. Filmin finalinde, karısı ve kızıyla tekrar karşılaşır. Yine onları tedirgin edecekken Prendergast zamanında oradadır. Klasik iyi kötü karşılaşması filmin sonunda vuku bulur. D-Fens’in artık tek amacı polis tarafından vurulup kızının sigorta parasını almasını sağlamaktır. Prendergast’i ona ateş edeceğine inandırır. Prendergast tarafından vurulur. Hem de kızının doğum gününde. Daha sonra medyaya açıklama yapan yüzbaşına Prendergast’in ilk defa içinden gelenleri, yani gerçekleri söylemesi (küfür etmesi) Prendergast’in değişimini tamamlayan son sahnedir. Filmde sağcı anlatımlar olsa da sık sık sistem eleştiren örnekler de mevcut. Göçmenler, işsizlik, sefalet, suç oranı, açlık gibi sorunlar şehrin atmosferinde başarıyla kullanılmış. Yine hem kadrajlar hem sanat oldukça başarılı. Değinilmesi gereken bir başka konu filmin müzikleri. Filme başarıyla hizmet ediyor. Hem senaryosu hem yönetmenliğiyle Falling Down defalarca izlediğim çok iyi bir film. Ama filmin en önemli özelliği Michael Douglas’ın efsane performansıdır.
30
Türk Rock Tarihi Rümeysa Sürücüoğlu John Doe ‘ya ithafen
Unutamadığımız, dilimizden düşmeyen o Rock’n Roll şarkılar… hepsi de Türk Rock tarihinin eşsiz parçaları. Anlamlı, kimlik taşıyan, hikayesi olan şarkılar. Bu tarihi birçok efsaneleşmiş, marjinal, usta isimler oluşturuyor. Kendine has bir tarzı var bu tarihin. Türk rockının genel olarak tarzını tanımlamak gerekirse eğer Anadolu rock yaptıklarını söyleyebiliriz. Zamanla sanatçılar bu tarzın üstüne yeni fikirler oturtmuş ve ortaya yeni bir müzik tarzı çıkmış. Bu tarzın temellerini Barış Manço atmış diyebiliriz. Manço Anadolu’nun mistisizmiyle Doğu’nun desenlerini birbirine karıştırarak eşsiz besteler yapıyor ve bu da Psychdelic müzik akımından etkilendiğini ortaya koyuyordu. Yeni bir müzik dönemini başlatmıştı, sadece yeni bir müzik akımı değil, tarzıyla, sakalıyla, yüzükleriyle başlı başına yeni bir akımın da öncülüğünü yapıyordu. Daha sonra Barış Manço Anadolu Pop tarzına doğru bir geçiş yaptı. Bu sırada da Barış Manço klasikleri albümüyle, yüksek bir popülariteye ulaşan, çok yankı getiren, sevilen Dağlar Dağlar parçasını çıkardı. Bu parçadan sonra herkes aynı soruyu sordu. Barış Manço böylesine etkileyici şarkı sözlerini nasıl yazıyordu? Bu soruya Barış Manço çok güzel bir benzetme yapmış ve “Ben Türk halkının karbon kağıdıyı.” demişti. Bu cümlesiyle de tamamen değerlerimizden, kültürümüzden ilham aldığını fark ediyoruz.1982 yılına damgasını vuran Dönence şarkısı sadece o yıla değil günümüze kadar etkisini sürdürmüş. Öyle ki bir Netflix dizisi olan Stranger Things’in fragmanında Barış Manço’nun Dönence şarkısı kullanılmıştır. Türk rock tarihine pek çok değer kattığını, müziğinin iz bıraktığını büyük bir gururla söyleyebiliriz. Bir diğer isimse Cem Karaca. O işçinin, emeğin savunucusu bir “Rock’n Roll”du. Yaşanmışlık kokan, ağır ve tiyatral olan Tamirci Çırağı şarkısıyla emekçinin yoğun duygularını bize harika bir besteyle anlatmıştır. Öyle ki, bu şarkısını seslendirirken sahnede tamirci kıyafeti giyiyordu. Bu onun küçük devrimiydi. Siyasi çatışmalara rağmen müzik yapmaktan vazgeçmedi Karaca. Agresif, kendine has bir tarzı vardı. Şarkıları şiir hazzı veriyordu. Gitarın yanı sıra sazın eşsiz tınısının farkına varmış ve şarkılarına katmıştı. Kalender albümü bunun en iyi örneklerindendir. En sevilen parçası ise Resimdeki Gözyaşları oldu. Orijinalinin
31
başlangıç ve bitiş arasında tempo farkı vardır, çalarken gittikçe hızlanmışlardır. Bu geçişe Cem Karacanın yorumu ve sesi çok güzel uyum sağlamıştır. Geçmişteki bestelerinden farklı ilahiyi andıran Allah’lı Yar bestesiyle dinleyenlerini bir kez daha şaşırtmayı başarmıştı. Orijinalliğin sınırlarını zorlayan, Anadolu Rock’a pek çok şey katan bu insanı rahmetle anıyoruz. Ve bir başka isim Erkin Koray. Değişik tarzıyla, kullandığı enstrümanlarla, etkileyici şarkı sözlerine Türk rockına yeni bir soluk getirmiştir. Bir yüzünde Kızları da Alın Askere, diğer yüzünde de Aşk Oyunu olan plağıyla büyük beğeni almıştır. Halka bu farklı tarzını benimsettikten sonra Silinmeyen Hatıralar, Şaşkın, Fesuphanallah şarkılarıyla çok beğeni kazanmış ve dönemin müzik listelerinde hep başı çekmiştir. Hababam Sınıfı’nın Fesuphanallah şarkısını seslendirdiği sahne hepimizin hafızasında yer edinmiştir. Girişindeki gitar tonuyla, müzik ve sözlerin uyumuyla, duygu aktarımı yüksek olan, duyulduğunda eşlik etme isteği uyandıran Çöpçüler şarkısını da unutmamak lazım. Anma Arkadaş şarkısının başındaki kemandan ,Arap Saçı’ndaki fantezi tarzından etkilenmemek mümkün değil. Duyguları en etkili biçimde yansıtan usta Erkin Koray diyebiliriz. Diğer bir sanatçımız yumuşak sesiyle, huzur veren besteleriyle Fikret Kızılok. Aşık Veysel’den şarkı sözü alan bir efsane diyebiliriz ona. Şarkılarında enstrümanların yanı sıra yenilik adına tahta ve taş da kullanmıştır. Her sanatçı gibi yeni bir akım getirmiştir müziğe. Daha sonra içinde deneysel çalışmaları olan ismini Nazım Hikmet’in şiirinden alan Not Defterimden albümünü çıkarır ve kendi deyimiyle ‘’şarkıcılığı değil müzisyenliği’’ seçmiştir. Müziğe verdiği aradan sonra farklı bir müzik türüyle dönmüş folk-lirik tarzından Batılı müzikal-vodvil tarzına geçişin de habercisi olmuştur. Zaman Zaman şarkısı herkesin hafızasında yer edinmeyi başarmış harika bir bestedir. Gönül, Yeter ki, Bu Kalp Seni Unutur Mu? gibi romantik şarkılarıyla bir kez daha usta olduğunu göstermiştir. Bir başka rock efsanesiyle devam edelim; Bulutsuzluk Özlemi. Türkiye’de rock a ara verildiği dönemlerde ‘’Rock devam ediyor.’’ hissi veren bir rock grubuydu Bulutsuzluk Özlemi. Sözlerimi Geri Alamam şarkısıyla yeni bir tarz duymuştuk onlarla, bu tarzın içinde biraz da “Hippi” vardı. Bu birleşim de halk tarafından çok beğenilmişti. Grubun solisti olan Nejat Yavaşoğulları’nın sesinde kendine özgü bir tını vardı ve saksofonla uyumu dinleyicileri mest ediyordu. Onlar durgun bir dönemde Türkçe rockın devam edebileceğini gösterdi bize. Bir diğer grup ise rock müziğin dibe vurduğu dönemde tanınan, gözden kaçan, Hardal Grubu. Bu grup rock müziği tekrar ayağa kaldırdı, yeni bir bakış açısı getirdi rocka . Grup üye arayışlarını tamamladıktan sonra ilk albümü Nasıl Ne Zaman’ı çıkarır ve büyük beğeni toplar, tabuları yıkar. Ardından bir albüm daha gelir: Nereden Nereye. Müziğe ara verdikten sonra 1997 yılında 3. ve son albümlerini çıkarırlar. Nasıl ve ne zaman en çok sevilen parçaları oldu. Gece Vakti, Bir Yağmur Masalı şarkıları da en sevilen, unutulmayan parçaları arasında. Ve son efsane grubumuz MFÖ. Hepimizin çok sevdiği, günümüzde de etkin olarak müzik yapan 3 harika isim, Mazhar Alanson, Fuat Güner, Özkan Uğur. Üç insanın tek sese bürünebildiği bir gruptan bahsediyorum. Orijinalliğin, yeniliğin ve de gelenekselliğin harman olduğu şarkılar yapmışlar hep. Melankoli ve dinginliğe vurgu yapan şarkıları beste olmanın da ötesine geçiyor gibi. Grup ilk çıkışından beri pop-rock tarzıyla kendine has bir kitleye sahipti. İlk albümleri olan Diday Diday’la, Eurovision’da ülkemizi temsil etmişlerdi. The Beatles grubunun plağından ilham alan bu grubun dilimize dolanan pek çok şarkısı vardır. Romantik ve bir o kada rda coşkulu olan şarkıları şüphe yok ki Türk rock tarihine yeni bir başlangıç getirmiştir. Tüm bu isimler bu dergi sayfasına sığdırdığım yazıdan çok çok daha fazlası. Anamadığım daha nice Türk rock tarihine emek vermiş, hayatını adamış sanatçılar var. Günümüz içi boş, anlamsız, tekrarlardan ibaret olan müziğine kıyasla hepsi müziğin Everest’ine ulaşmış insanlar. Müziğin ruhunuzda hep kalması dileğiyle…
32
Ă&#x2021;izen: Nadire Tatar
Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Nazım Hikmet