BAŞKAN’DAN... Değerli Canlar, Derneğimizce her yıl düzenli olarak çıkarılan Hacıbektaş dergisinin Eylül-Ekim-Kasım-Aralık 2018 sayısından sonra mücbir nedenler nedeniyle yayınlanamamıştır. Bu sayı 8 aylık bir dönemi kapsayacak bir şekilde sizlerin bilgilerine sunulacaktır. Bilindiği üzere bu sürede, hem siyasi, hem de derneğimiz açısından önemli gelişmeler olmuştur. Siyasi açıdan ülkemizin geleceğine şekil verecek 31 Mart Mahalli İdareler seçimlerinde, seçmenlerin bilinçli olarak verdiği oylarla demokrasi, hak ve hukuktan yana olduğunu göstermiştir. Yapılan İstanbul seçiminde iktidarın usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle iptal ettirmesi ve yeniden yapılan seçimde aynı kişinin oy farkını 13 binden 800 bine yükselmesi gerçekten yönetenlerin çok ciddi bir şekilde ülkeyi yönetmediklerinin ve halkın ekonomik ve sosyal yönden memnuniyetsizliğinin bir kanıtı olarak gerçekleşmiştir Daha önce derneğimiz aleyhine Nesrin Arda (Önceki yönetim saymanı) tarafından 2014 yılında Ankara 23 inci Sulh Hukuk Mahkemesine açtığı 43.333.48 Tl alacak davası aleyhimize, derneğimizce açılan 7.492,70 tl alacak davasının da lehimize sonuçlanması üzerine istinaf mahkemesine yaptığımız temyiz davası reddedilerek onaylanmıştı. Davanın onaylanmasının ertesi günü Nesrin Arda ve Avukatı 12.03.2019 günü 2018/237 dosya no ile daha önce ipotek koydurduğu dernek binasının satışı için Ankara 15.İcra Dairesince işleme başlayacaklarını bildirerek, bir hafta içerisinde 15. İcra dairesince çıkartılan Toplam 77.732,51 - 10.613,47 (Bizim alacağımız)= 67.119,04 - 2.288,11 (Tahsil Harcı1/2)= 64.830,93 TL alacağın ödenmesini istemişlerdir. 11.03.2018 tarihinde dernek hesaplarında bulunan 55.500,00 TL ödenmiş, geri kalan 9.340,00 TL içinde yönetim kurulunca kredi alınmasına karar verilmiş ancak bankalar derneğe kredi vermemesi üzerine dernek başkanı Durur Gök Akbanktan aylık taksitleri dernekçe ödenmek üzere 10.000,00 TL ele geçmek üzere kredi çekmiş ve faizle birlikte kredinin
Durur GÖK*
maliyeti ve 13.717,31 TL ye baliğ olmuştur. Alınan kredi ile kalan 9.340,00 Tl borç 21.03.209 tarihinde ödenerek dernek binası üzerindeki ipotek kaldırılmıştır. Alınan kredi de Akbanka 6.8.2019 tarihinde ödenerek borç tamamen kapatılmıştır. Bu hususta bağış yapan ve bizlere destek olan üyelere teşekkür ederiz. Ancak Nesrin Arda kaybettiği miktar için yeniden itiraz etmiştir. Derneğimizin genel kurulu 21.04.2019 tarihinde yapılmış olup yönetime; Başkan Durur Gök,Başkan Yardımcısı Hüseyin Aygüneş, Saymanlığa Veli Yenal, Genel Sekreterliğe Feyzullah Özbilek, Yönetim Kurulu Üyeliklerine T.Çetin Kartal, Canan Seçkin, Filiz Karadağ seçilmişlerdir. Bu yıl Hacıbektaş’ta yapılan “56.Ulusal, 30.Uluslararası Hacı Bektaş Veli’yi Anma ve Kültür Sanat Etkinlikleri” proğramı kapsamında, Derneğimiz semah ekibi 17.08.2019 günü saat 16 da Dergâh önünde, aynı gün akşamında kapalı spor salonunda semah gösterisi yapmıştır. Yapılan gösteriler çok başarılı geçmiş olup ekip Hocası Canan Şeçkin’er ve semah ekibinde görev alan arkadaşlara derneğimiz adına teşekkürü bir borç bilirim. Derneğimizde faaliyetleri arasında yer almak üzere; Hekder Halk Oyunları ile Hekder Sanat Topluluğu adında yeni bir koro kurulmasına karar verilmiştir.Halk oyunları faaliyetine başlamıştır. Bu yılda her Çarşamba günü hanımların katıldığı ve çeşitli etkinlik ve kursların verildiği toplantıların devamına karar verilmiştir. Bu toplantıların amacı, hem üyelerimizin birbirini tanımaları, Hacıbektaş için ne yapılması gereken işlerin programlanması ile kendilerine ve ailelerine pratikte fayda sağlayacak kısa bilgilerin sunulmasıdır. Tüm üyelerimizin derneğimizin faaliyet gösterdiği etkinlik ve kurslara katılmak ve destek olacaklarını umut eder saygılar sunarım. * Hekder Genel Başkanı / ADD GYK Üyesi 1
12 Mart da 12 Eylül de Atatürk’ün uygarlık tasarımı engellenerek yapılan sömürgeci darbedir / Prof. Dr. Özer OZANKAYA *
12 Eylül darbesi de, 12 Mart darbesi de, siyasal yaşamımızda etkin olan iç ve dış güç ve örgütlerce, Atatürk Cumhuriyetinin ve bu cumhuriyetin kurucu ilkelerinin topumca öğrenilip anlatılması ve anlaşılması engellenerek yapılabilmiştir. Bu darbelerin yapılmasını kolaylaştıran siyasal kadroların da, şiddete dayalı söylem ve eylemleriyle darbelere görünürdeki gerekçeyi sağlayan sağcı, solcu, dinci örgütlenmelerin de ortak özelliği, Cumhuriyetimizin kuruluş ve yükselişini sağlayan ve kapitalizmi/liberalizmi de, Marksizmi/sosyalizmi de “DEMOKRASİNİN TEMEL İLKELERİ AÇISINDAN” geride bırakan, din kurumunun da yerini demokratik bir topluma özgüleyen Atatürk ilkelerinin tüm insanlık için kurtarıcı bir UYGARLIK TASARIMI değerinde olduğunu bilmemeleri, öğrenmemiş olmalarıydı; öğrenmelerinin engellenebilmiş olmasıydı. Ne yazık ki bu “bilgisizlik” bugün de önemli ölçülerde sürdürülebilmektedir. Oysa Atatürk, kurtuluş savaşı aşaması da içinde olmak üzere, o günün egemen dünyasının her iki ideolojik bağnazlığını dışlayan böyle bir uygarlık tasarımını olgunlaştırmış olarak işe koyulmuştu. Bu uygarlık tasarımını anlatan CUMHURİYET ÇINARI adlı kitabımda geniş kapsamıyla sergilemeğe çalıştığım örneklerden bir kaçını aşağıda dikkatlere sunuyorum: ÖRNEK 1: Kurtuluş Savaşının başından başlayarak, “Kapitalist mi olacağız, sosyalist/bolşevik mi olacağız, adımızı koyalım; adımızı bilelim” çağrılarına Atatürk’ün verdiği karşılık, böyle bir uygarlık tasarımı sahibi olduğunu göstermekteydi: “Değişmelerin değişmez kuralları olmaz. Bir topluma yarar sağlayabilmiş bir düşünce, bir başkasının yıkımına neden olabilir. Onun için biz kendi gerçeklerimizi kendi içimizden arayıp bulmalıyız. Biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz, kendimiz olmalıyız.” 2
ÖRNEK 2: SÖYLEV’de de bu yaşam sağlayıcı ilkeyi, bir bilim yöntemi kitabında çerçeve içine alınacak bir özlü anlatıma kavuşturmuştu: “Bizim programımıza karşı çıkanlar, onu, görmeğe alışık oldukları bir doktrine benzetemiyorlardı. Oysa programımız temelliydi (=ayaklarımız toplumumuzun gerçeklerine basıyordu, Ö.O.) ve işlemseldi (=uygulamanın sorumluluğunu da üstlenmiştik, Ö.O.). Biz de isteseydik uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal ayrıntıları yaldızlayıp bir doktrin yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksinimlerinin ışığında SÖZLERİN VE KURAMLARIN ÖNÜNDE GİTMEYİ YEĞLEDİK.” Atatürk’ün bu yaklaşımı doğrultusunda ön-
derliğini yaptığı Türk Devrimi, devletten aileye, ekonomiden eğitime ve üstün değerler (bilim, sanat, din ve felsefi inançlar) alanına dek tüm toplumsal yapı alanlarını demokratikleştirdi. ÖRNEK 3: Ve bu niteliği tüm uygar dünyanın seçkin siyaset, bilim ve düşün insanlarının üstün beğenisini elde etti. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerine ortamı hazırlayan siyaset kadrolarımızın ve ne yazık ki ellerini silaha bulaştıran gençlerimizin öğrenmek olanağından yoksun kılındıkları bu uluslararası ölçekteki değerlendirmelerden bir kaçına bakalım: Fransız insanlık sever (hümaniste) düşünür Georges Duhamel’i okuyalım: “Ne Cromwell, ne Robespierre, ne Lenin ve ardından gelenler, önderlik ettikleri ulusu bilim felsefesi, düşünme yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna götürmeğe kalkışmamışlardır... Türkiye Mustafa Kemal’in itmesiyle kendisine yalnız becerikli işçiler, teknisyenler ve mühendislerin yeterli olmadığını, tersine, işlere asıl yön veren bilim filozoflarına, yöntem
kurucularına gereksinimi bulunduğunu kavradı. Mustafa Kemal, böylece, bütün insanlığın içinde çırpındığı uygarlık bunalımının temel sorununa, yani çağdaş bilimin sağladığı güçlü teknolojinin nasıl kullanılacağı sorununa en geçerli yaklaşımı getirdi.” Alman felsefeci Herbert Melzig’e bakalım: “Eski çağın büyük filozofu Eflatun’un ‘Ya yöneticiler filozof (yani bilge kişi), ya da filozoflar yönetici olsalar!’ yolundaki iki binyıllık dileği, ilk kez 20.yüzyılda Atatürk’ün kişiliğinde tam olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Atatürk bir dâhi, bir düşünür olarak ulusunun yazgısını eline al¬mış, bu ulusla atıldığı bağımsızlık savaşı ile ve başka ulusların haklarını koruyan bir barışla insanlığa görkemli bir örnek vermiştir. Yeni Türkiye Atatürk’le yalnız islam anlayış ve görüşlerini değil, aynı zamanda Avrupa’nın düşünme biçimini de aşmıştır. Türkiye bir dürüstlük, içtenlilik ve gerçekçilik politikası gütmekte ve bu yüzden tepkilere, başarısızlıklara uğramamaktadır.” Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’den örnek verelim: “Kemalist sistem, az gelişmiş ülkelerin Moskova ve Pekin etkisinde kalmamış olmalarında hem doğrudan, hem de dolaylı biçimde etkili olmuştur. Kemalizm, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa düzenlerinde (=yani kapitalizmde, Ö.O.) bulunmayan nitelikleri ile Marksizmin gerçekten seçeneğidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, Batı demokrasisinde gördükleri yetersizliklere çözüm getiren Kemalist düzeni tercih edebilirler.” Arjantin’in Ankara Büyükelçiliğini de yapmış olan siyaset bilimci Blanco Villalta ise “Atatürk, Doğu ve Batı’daki güç kutuplarına kendisini bağlıyabilecek her türlü bağdan özgür, kendi kararlarını kendisi verebilen bir Türkiye yarattı. Bu bakımdan Sakarya’nın kahramanı, Üçüncü Dünyanın da öncüsü sayılabilir.” dedikten başka, bütünüyle uygar insanlık için açtığı çığırı şöyle açıklıyor: “Atatürk insanlık tarihinin kaydettiği zafer taklarının altından, asıl olarak bütün zamanların en büyük komutanlarından biri özelliği ile değil, bir ulusu bağımsızlığına kavuşturup yeni, çağdaş ve gönençli bir devlet kurucusu niteliği ile de değil, asıl olarak siyaset kuramının en büyük filozoflarından biri olarak geçmiştir. Atatürk, in3
sanlığın geleceği için geniş olanaklar içeren bir siyasal plan katkısında bulunmuştur: ortaya attığında tümüyle devrimci nitelik taşıyan bir düzen; ekonominin yönetiminde temel sorumluluğu devlete veren ve devleti, zorunlu ve yararlı olduğu ölçüde ekonomiye karıştıran ama onun ötesine de geçirtmeyen, ekonomik ve toplumsal nitelikte bir siyasal düzen; ve yöneticilerini seçmekte, kendi düşüncelerini benimsemekte, vicdani inançlarında tam anlamıyla özgür olan ve seçim hakkına sahip bulunan bir ulus yarattı.” SONUÇ Acıdır ki bugün bile, AKP gerici baskıcılığının dünyaya örnek Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmaya sanki and içmişcesine yoğunlaşan saldırıları ortamında, demookrasiyi savunan siyasal partilerin “cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmak” gibi BOP tuzağı “İkinci Cumhuriyetçi” sloganlarını, içeriğinin boşluğunu düşünmeden kullanmakta, kimi kitle iletişim araçları hâlâ Marx, Engels, Castro, Che Guevera, Nâzım Hikmet, … alalamaları yapmakta, AMA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DEMOKRASİ ÜLKÜSÜNÜN TÜM TEMEL İLKELERİ AÇISINDAN BUNLARIN TÜMÜNÜ AŞTIĞINI, BU NEDENLE İNSANLIK TARİHİNDE HER ULUSTAN, HER SOYDAN, HER DİNDEN TÜM İNSANLIĞIN SEVGİSİNİ VE BEĞENİSİNİ KAZANAN TEK SİYASAL KİŞİLİK OLDUĞUNU anlatmak ödevini yerine getirmemektedirler.
4
SONUÇ Acıdır ki bugün bile, AKP gerici baskıcılığının dünyaya örnek Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmaya sanki and içmişcesine yoğunlaşan saldırıları ortamında, demookrasiyi savunan siyasal partilerin “cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmak” gibi BOP tuzağı “İkinci Cumhuriyetçi” sloganlarını, içeriğinin boşluğunu düşünmeden kullanmakta, kimi kitle iletişim araçları hâlâ Marx, Engels, Castro, Che Guevera, … alalamaları yapmakta, AMA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DEMOKRASİ ÜLKÜSÜNÜN TÜM TEMEL İLKELERİ AÇISINDAN BUNLARIN TÜMÜNÜ AŞTIĞINI, BU NEDENLE İNSANLIK TARİHİNDE HER ULUSTAN, HER SOYDAN, HER DİNDEN TÜM İNSANLIĞIN SEVGİSİNİ VE BEĞENİSİNİ KAZANAN TEK SİYASAL KİŞİLİK OLDUĞUNU anlatmak ödevini yerine getirmemektedirler. Oysa 12 Eylül faşist darbesinin yıldönümünde ve BOP sömürgeciliğinin eşbaşkanlığını yapan AKP’nin Cumhuriyet kurum ve değerlerine saldırılarının ileri aşamalara vardığı şu ortamda, en gerekli olan davranış, Atatürk’ün uygarlık tasarımını tüm ulus olarak benimsemek ve elele vermis dış ve iç sömürgecilere bu bilinçte bir ulus olduğumuzu göstermektir. * Toplumbilimci, ADD Kuruucu Üyesi, 4. Genel Başkanı
18 mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi ve Sonuçları 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Savaşı kadar, dünya siyasetini bu denli derinden etkileyen bir başka örneğe, dünya harp tarihinde rastlanamaz. Eğer o gün Türk Boğazlarına dayanan dünyanın en büyük müttefik armadası Karadeniz’e çıkabilip İstanbul düşseydi, Rusya’daki silah altına alınmışların dışındaki büyük insan gücüne beklemekte oldukları silah, cephane ve gıda yardımı ulaşacak, böylece Rus ordularının taarruz gücü iki katına çıkarılacak, öte yandan Almanya ile Türkiye arasındaki irtibat kesilerek, büyük ihtimalle dünya savaşı daha kısa sürecekti. Diğer yandan Rusya’da bir ihtilalin patlaması için gerekli ortam doğmayacaktı. Çarlık devam edecek, Lenin ve sosyalist ideolojisi, Rusya üzerinden tüm dünyaya yayılamayacaktı. Türkiye açısından ise vahim olanı, bir kurtuluş savaşına girişilebilecek ortam, tümüyle ortadan kalkmış olacaktı. Ama öyle olmadı. Sekiz saat süren bu savaşın sonunda, İtilaf Devletleri’nin bu müttefik donanması , muzaffer Türk topçusunun önünde çok ağır kayıplar vererek çekip gitti.
/ Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç *
Çanakkale’de bir cephe açılması ve oradan gereken yardımın yapılması fikri Rusya’dan gelmişti ama, aslında bu plan daha önce de düşünülmüştü. Balkan Savaşı sonunda Ege Adalarını eline geçiren Yunanistan, kendini garantiye almak ve Türkiye’yi Ege’den uzak tutmak için, Ağustos 1914’te İngiltere’ye Çanakkale’de bir cephe açmalarını, o takdirde Yunanistan’ın bütün kuvvetlerini İngiltere’nin emrine vereceğini teklif etmişti ama o tarihte Osmanlı Devleti henüz tarafsız, fakat böyle bir karar karşısında Almanya’nın yanında savaşa girebilir endişesiyle, İngiltere öneriyi reddetmişti. 1915 yılı başında Avrupa’daki savaş mevzi harbine dönüşünce, İngilizler, bütün kuvvetlerini Batı Cephesi’ne yığmaktansa, Çanakkale’de cephe açmayı düşünmeye başladılar. Böylece bir taraftan Rusya’ya gereken yardım gönderilirken, öte taraftan kısa sürede donanma İstanbul’a yani başkente gireceğinden, Türkiye Almanya’dan ayrılmış olacaktı. O esnada henüz kararsız olan Bulgaristan da böylece müttefiklere katılmış olmayacaktı.
5
Tam bunlar düşünülürken Türklerin Süveyş Kanalı’na yaptıkları taarruz başarısız olmuş, (3 Şubat 1915), bunun üzerine Mısır’daki kuvvetlerin bir kısmının taarruz gücünün Çanakkale’ye kaydırılabileceği ciddi olarak düşünülmeye başlanmıştı. Bu durumda önce Gelibolu Yarımadası denizden zorlanarak Marmara’ya girilecek, arkasından yetiştirilecek birliklerle de Boğazlar ve İstanbul işgal edilecekti. İtilaf Devletleri Çanakkale Harekâtı’na 12 İngiliz, 4 Fransız olmak üzere 16 Muharebe Gemisi, 6 Muhrip, 14 Mayın Arama Tarama Gemisi ve 1 Uçak Ana Gemisi ayırmışlardı. Ayrıca bunlara, 4 Hafif Kruvazör, 16 Muhrip, 5 İngiliz, 2 Fransız Denizaltısı, üzerinde 6 Deniz Uçağı taşıyabilen 1 Uçak Ana Gemisi’nin de katılacağı planlanmıştı. Çanakkale Boğazı’ndaki Türk savunma tertibinin belkemiğini Müstahkem Mevki teşkil ediyordu: Burada 27 batarya halinde tertiplenmiş çeşitli çapta 104 adet top ve bir de mayın grubu vardı. Bu topların bir kısmı, savaş gemilerinden çıkarılmıştı. Müstahkem Mevki Topçusu Boğaz içinde iki grup halinde tertiplenmişti: 1. Methal Grubu: Gelibolu Yarımadası’nın güney ucunda mevzilendirilmiş, “Kumkale”, “Orhaniye” bataryalarından ve Erenköy cıvarında mevzilenmiş bir miktar seyyar obüs bataryalarından oluşuyordu. 2. Merkez Grubu: Boğaz’ın en dar yeri olan Çanakkale, Kilitbahir bölgesinde, Anadolu ve Rumeli yakasında bulunan bataryaları kapsıyordu. Boğaz savunmasına ayrılan seyyar birlikler, 4 piyade tümeniyle, (5, 7, 9, 11.Tümenler) ile 2 Jandarma Alayından oluşuyordu. Bu tümenler, karargâhı Gelibolu’da bulunan 3. Kolordu emrindeydi. Ayrıca Ordu İhtiyatı olarak Maydos-Bigalı bölgesinde bir piyade tümeni vardı. (19. Tümen, komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey). İtilaf Donanması 19 Şubat sabahı, plan gereğince Methal Grubunu susturmak üzere bombardımana başladı ama beklenen sonucu alamadı. İkinci saldırı 25 Şubat’ta yapılabildi ve bölgedeki Türk bataryaları susturuldu. İtilaf donanması (Müttefik Donanma) asıl büyük taarruza 18 Mart sabahı başladı. Saat 10.30’dan itibaren muharebe gemileri Boğaz’a girdiler ve bu savaş akşam 18.00’e kadar sürdü. 6
Gün batarken Müttefik Donanması’nın önemli sayıda vurucu gücü Boğaz’ın sularına gömülüyor, kalabilenler Türk topçusu karşısında tam bir hezimete uğrayarak, geldikleri gibi gidiyorlardı. Harekâtı yönetenler şaşkınlık içindeydiler, bu nasıl olmuştu? Daha dün, yani harekâttan sadece on saat önce, bütün kıyılardaki mayınları temizlememişler miydi? Şaşırmakta haklıydılar. 17 Mart’ı 18 Mart’a bağlayan gece, 3 muhrip, 7 mayın arama-tarama gemisiyle karanlıkta limanda son kez bir daha 02.00’ye kadar mayın taraması yapmışlar ve saat 02.30’da “ harekât sahasında hiç mayın bulunmadığı” raporunu da almışlardı ama yanılıyorlardı. Daha önce temizledikleri ve temiz olduğunu sandıkları Erenköy koyu’na 8 Mart günü gece saat 24.00’de Çanakkale’den ayrılan “Nusret Mayın Gemisi”, Müstahkem Mevki Komutanı Cevat
(Çobanlı) Paşa’nın emri üzerine kuzeydoğu-güneybatı yönünde ve Boğaz mihverine paralel olarak, 100 mt. Aralıklarla, 4.5 mt. Derinlikte, 26 mayın dökmüştü. Bunu fark edememişlerdi. Üstelik Nusret bu çok tehlikeli görevi, ışıklarını söndürüp gecenin zifiri karanlığında , düşman gemileri arasından süzülerek yapmıştı. Ayrıca bu “sızma” hareketini yaparken, kendi döşediğimiz dokuz sıra mayının da arasından geçmek zorunda kalınmıştı. Ön Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey ve Müstahkem Mevki Mayın Grubu Komutanı Binbaşı Nazmi Bey bu göreve bizzat katılmışlardı. Tarihin kaydettiği bu en çetin deniz savaşı 18 Mart 1914 günü açık bir havada ve durgun bir denizde başladı. Saat 10.30’da gemiler muntazam bir şekilde Boğaz’a girmeye başladılar ve ilk ateşi 11.15’te açtılar. Bu gemilere menzili müsait olan Türk bataryaları derhal karşılık verdi ve ilk isabeti Gaulois aldı ve
burnu sulara gömüldü. Ardından Fransız Suffren gemisi birkaç isabet aldı. Geminin bir tareti, mürettebatıyla birlikte tahrip oldu, geminin bir bacası uçtu. Buna karşılık özellikle İngilizlerin Amiral Gemisi Queen Elizabeth’in 38’lik mermileri Türk bataryaları üzerinde çok etkili oluyor, yangınlar çıkarıyor ama inanılmaz bir direniş de sürüyordu. Saat 13.30 sularında, Erenköy önlerinde bir muhribin batmakta olduğu görüldü. Fransız Bauvet, saat 14.00 sularında, 604 kişilik mürettebatıyla birlikte 3 dakika içinde Boğaz’ın sularına gömüldü. Nusret’in mayınlarına çarpmıştı. Saat 16.30 sularında bu kez İngiliz Irresistable’ın yan yattığı ve hareketsiz kaldığı görüldü. Belli ki Türk topçusundan ağır darbe almıştı, ardından da mayına çarpmıştı. Kımıldayamadan, öylece yatıyordu. Yardımına Ocean koştu ama kısa sürede aynı akıbete uğradı, o da mayına çarptı. Her iki gemiyi de Kumkale önlerinde Türk topçusu akşama doğru batırdı. (Bak. Mayın Haritası). Daha fazla dayanamayacağını anlayan tarihin bu en büyük armadası, saat 18.00 sularında, Boğazın sularını muzaffer Türk Topçusuna terk ediyor ve çekiliyordu. Yaklaşık yedi saat süren bu deniz savaşında Türk mevzilerine tonlarca mermi yağmıştır. Yalnız İngiliz gemilerinden atılan toplam mermi sayısı 3344’dür. Buna karşılık toplam Türk zayiatı 24 şehit, 43 yaralıdır. 4 Ağır Top harap olmuş, 3 Top hasara uğramış, bir cephanelik havaya uçmuştur. Müttefik Donanması’na gelince, 3 Muharebe Gemisi (Irresistable, Ocean, Bauvet) batmış, 2 Muharebe Gemisi ( Inflexible, Gaulois) ağır yaralanmış, 1 Muharebe Kruvazörü (Suffren) ağır yaralanmıştı. İnsan zayiatı, çoğu ölü, 800 dolayındaydı. Böylece Müttefikler, Boğaz’ı donanmayla zorlayarak geçme fikrinden tamamen vaz geçiyorlar, karadan Gelibolu’yu geçip İstanbul’a ulaşma planını devreye sokuyorlardı. Ne var ki karaya çıkınca bu kez de karşılarında Yarbay Mustafa Kemal Bey’i bulacaklardı. Dünya O’nu daha sonra Atatürk olarak tanıyacaktı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk * ADD Bilim Kurulu Üyesi 7
Bir Romanın Penceresinden: İtalya’dan Kaç Yıl Gerideyiz?
/ Lütfü Kırayoğlu / Elk. Müh.
12 Mart 1971 faşist darbesinin üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçti. İşkenceler, yargılamalar, idamlar, “lüks” anayasa tartışmalarının hafızamızda bıraktığı ağır tortu o döneme ilişkin başka anıları gerilere itti. Elena Ferrante takma adını kullanan İtalyan yazarın “Napoli Romanları” adı altında topladığı dört ciltlik eseri romanın ana konusu dışına taşarak anılarımızı hep yarım yüzyılın ötesine ve 12 Mart anılarına taşıdı. 12 Mart döneminde kurulan Nihat Erim hükümeti kamuoyunun tepkisini bastırmak için kabineye “onbirler” adı verilen bir gurup “teknokratı” alarak baskı düzeninin üzerine reform sosu dökmüştü. Erim hükümetinin bilinen baskı uygulamaları sırasında hafızalarda kalan en belirgin sözü “22 yıl sonra bugünkü İtalya seviyesine ulaşacağız” olmuştu. Yani 1971 yılında o günlerin İtalya’sından 22 yıl geri olduğumuz kabul ediliyor ve 1990’lı yılların ortalarında o yıllardaki İtalya seviyesinde olacağımız öngörülüyordu. Ancak bu seviyenin ekonomik ya da sosyal gelişmişliklerden hangisi temel alınarak belirlendiğini kimseler bilemiyordu. Elena Ferrante adını kullanan yazar dört ciltten oluşan ve yaklaşık 1850 sayfa tutan romanında ağırlıklı olarak 1960 ve 1070’li yılların İtalya’sını anlatıyor. İki kadının çocukluk yıllarından başlayan ilişkilerini bir yana bırakıp arka planda çok canlı olarak anlatılan 1960 ve 1970’li yılların İtalya’sının özellikle sosyolojik açıdan bizim ülkemizin o yıllarından çok az farklı olduğunu bütün roman boyunca yakalıyoruz. Olayların merkezi, zengin Kuzey İtalya’ya göre yoksul ve geri Napoli kenti. Başta konuşulan dil olmak üzere, Kuzey kentlerine göre bir hayli farklılık gösteriyor Napoli halkı. Ne var ki o yılların Türkiye’sindeki orta ölçekte bir Anadolu kenti ya da İstanbul’un gecekondu mahallelerinden hiçbir farkı
8
yok. Genellikle yoksul insanların oturduğu yarı gecekondu, köhne apartmanlar, arsalarda oynayarak yetişen çocuklar ve kavgaları, apartman içi çekişmeler, yoksulluğun rekabeti, gelecekte mafyatik ilişkilere dönüşecek mahalle kabadayıları ve onkara borçlu yoksul insanlar… Eğitim de neredeyse aynı. Beş yıllık ilkokul. Yoksul çocukların eğitimini yarıda bırakıp iş hayatına atılarak okula devam edememesi, özverili öğretmenlerin yetenekli çocukları keşfederek ailelerine yarı baskı kurarak, yarı destek olarak eğitimlerine devamlarını sağlaması, ilkokul ve ortaokul sonrası girilen mezuniyet sınavları, lise öncesi olgunluk sınavı, lisede bile giyilen siyah önlük. Evet siyah önlük… Burs kazanarak Roma, Milano, Pisa gibi yerlerde sürdürülen üniversite eğitiminde taşralı olmanın zorlukları, büyüdükçe tanışılan sol ve sağ düşünceler, bitmez tükenmez tartışmalar besleme faşist çetelerin solcu öğrencilere saldırısı, solcu öğrencilerin son derece ilkel koşullarda çalışan işçilerin direnişlerine desteği, faşist çetelerin fabrika önlerindeki saldırıları, yaralamaların giderek siyasal cinayetlere dönüşmesi ve sonunda başbakan öldürmeye kadar uzanan şiddet… O yılların İtalya’sı o yılların Türkiye’sindeki sosyal yapı ile inanılmaz derecede paralellik gösteriyor. Yer ve insan isimlerini değiştirseniz bizim ülkemizin anlatıldığını zannedebilirsiniz. Ekonomik yaşama ilişkin ipuçları da benzerlik gösteriyor. Tamirci seviyesinden atölye seviyesine yükselmeye çalışan küçük esnaf, bakkal seviyesinden süpermarkete zıplamaya çalışan eşraf, küçük tefeci ilişkilerini siyasal destekle geliştiren mafya özentisi guruplar. Yaz aylarında gidilen şimdinin ünlü sayfiye yerlerini henüz büyük oteller ve villalar işgal etmemiş. Günübirlik tatil gezileri ya da pansiyon odalarında geçirilen tatillerde plaj şemsiyeleri ve şezlonglar yok. Kuma serilen havlular aynı zamanda mayo değiştirmek için kabin görevi görüyor. Yani o yılların Türkiye’sindeki gibi henüz yağmalanmamış bakir sayfiye yöreleri anlatılıyor. Romanda tek eksik, İtalya’dan Almanya’ya çalışmak için giden yoksul İtalyan işçileri... Böyle bir figür de var. Ancak Almanya’ya gidiş nedeni farklı. Askerlik ödevini de garibanlar yapıyor. Siyasal gücü ya da rüşvet verme gücü olanlar askerlik yapmıyor.
O yılların İtalya’sı ile Türkiye arasındaki farklar sosyal anlamda olmasa bile ekonomik anlamdaki 22 yıllık farkı ekonomistlere bırakalım. 1850 sayfalık roman boyunca beynimizi tırmalayan soru: “ bugünün İtalya’sından ne kadar geri” olduğumuz. 1971 yılında o günün İtalya’sından 22 yıl geride olduğumuz tespiti yapıldığı sırada ülkemizde İtalyan ortaklığı ile ilk yerli otomobil fabrikası Bursa’da üretime başlıyor ve her yıl yerli parça oranının artırılacağı anlaşması yapılıyordu. 1995 yılına kadar bu anlaşmaya uyuldu ve yerli parça oranı yüzde seksenlerin üzerine çıkmıştı. Bugün oran ne acı ki tam tersi. O yıllarda Türkiye’de üreticiler yerli kat kaloriferi üretiyorlardı. Şimdi İtalyan ve Alman markaları bu sektörü öldürdü. Yerli mobilya sanayicileri gelişiyordu. Şimdilerde zenginlerimiz evlerini İtalyan mobilyaları ile döşüyor. Ayakkabı sanayi bizde de onlarda da gelişiyordu. Şimdi bizim ayakkabı fabrikaları birer birer iflas ediyor. İtalyan ayakkabıları moda. Seramik sanayimiz büyük bir atılım yapmıştı. Şimdi bizden aldıkları Feldspat hammaddesi ile üretilen seramikler lüks binaları süslüyor. Bizim firmalarımız ayakta durma çabası içinde. Su pompalarından değişik sanayi ürünlerine kadar İtalyan
malları piyasayı tutuyor. O yıllarda işsiz Türk gençleri de, İtalyan gençleri de ekmek parası için Almanya’nın yolunu tutuyor becerikli olan Türkler oralarda dönerci, kebapçı dükkanları ile iş hayatına atılırken İtalyanlar pizza ile bizimkilere rekabet yapıyordu. Şimdilerde İtalya’dan Almanya’ya gidiş için hiçbir engel yok. İtalyanlar Almanya’ya sadece gezmeye gidiyor. Vize için Almanların bize çıkardığı güçlükler olmasa milyonlarca Türk genci soluğu Almanya’da alacak. Sosyal yaşam bizde 1980 sonrası hızla geriye giderken ikibinli yıllarda tam bir çöküş içinde. Eğitim sistemimiz önceleri neredeyse aynı seviyede iken son günlerde açıklanan Liselere Geçiş Sınavı ve Üniversite Giriş Sınavında alınan sonuçlar eğitimdeki içler acısı halimizin göstergesi. Eğitimde artık yoksul Afrika ülkeleri ile aynı sıralardayız. 12 Mart döneminde 22 yıl geride olduğumuz söylenen İtalya’dan günümüzde ne kadar gerideyiz? Sürükleyici romanı bir tarafa bırakıp kitap tanıtımı çerçevesinin dışına çıkarak darbeleri bir de bu açıdan sorgulamak fırsatının veren eseri, olayların akışına kapılmadan arka planı izleyerek okumak hepimi için sarsıcı olabilir.
9
Hünkâr Bektaş’tan Mustafa Kemal’e; Anadolu’nun devrimci önderleri Kalender Şah -2İsyanın Başlaması Allah bir Muhammed, Ali Nazar eyle bari bana İzz-ü celalin aşkına Çektirme şol zarı bana Kalender ağlar yerinir Aşk hayaliyle sürünür Cennet-i rıdvan görünür Şol güzelin kaddi bana Pirlere niyaz ederiz Yalan dünya nideriz Ölürüz hasret gideriz Göster şol didarı bana. Kalender Şah; Kanuni Süleyman, Mohaç zaferinin ardından ordusuyla Macar Topraklarında seferlerine devam ederken Anadolu’da kıyama kalkar. Kanun, Drava Nehri civarına geldiğinde; Payitahttan gelen ulaklar sultana Hacı Bektaş sulbü Şah Kalender’in Rum ve Bozok eyaletini içine alan bölgede Kazova’ da kıyam bayrağını diktiğini söylerler. Şah Kalender çok geniş bir coğrafyada ve çok büyük bir destekle kıyama kalkmıştır. Şah Kalender’in bayrağı altında isyana baş olanlar; Torlak, Kalenderi, Abdal, Haydari, Alevi-Kızılbaş olup, Osmanlının zındık, mülhit dediği kimselerdi. Bununla birlikte “Bozok’ tan Emlek Yöresine (Emlek Yöresi’ Kuzey Kızılırmak havzasında Şeme, Güldede, Karababa ve Beserek Dağları’nın yer aldığı coğrafi bölgedir. Şarkışla, Gemerek, Yıldızeli ve Akdağmadeni dörtgeninde yer alan alandır ) Kırşehir, Çukurova üst taraflarından, doğusu Erzincan-Malatya hattını içerisine alarak Halep’e uzanan çok büyük bir coğrafyada yer alan vergiler altında ezilen ve tımarları ellerinden alınmış Dulkadirli Türkmenleri ve sipahileri de destek veriyorlardı. Peçevi, Celalzade gibi dönemin tarih yazıcıları; Bu isyanda ta en başından beri, Akçakoyunlu, , Bozoklu, Hasanlu, Karacalu, Çiçekli, Beşatlu, Masadlı gibi büyük nüfusa ve nufuza sahip Türkmen 10
topluklarının Şah Kalenderin yanında olduklarını yazar. Bununla beraber yöredeki “Hacı Bektaş Dergahını” kıble kabul eden tüm irili ufaklı Alevi – Türkmenleri Şah Kalender’in yanındadır. İsyan çok kısa bir sürede Kırşehir – Ankara – Çorum – Amasya – Tokat – Sivas – Maraş’ ı kısaca Rum Eyaletinin neredeyse tamamını kapsar. İsyanın bu kadar geniş bir alana yayılmasının bir diğer önemli unsuru da; Şah- Sahibi-i zaman – Mehdi ünvanlı üstelikte Hacıbektaş Postunda oturan Kalender Şah’ın olmasıdır. Kalender Şah; İyi yetişmiş, şair, filozof, düşün ve eylem adamıdır. Söylemi, Hürremiler, Babailer ve Börklüceli ile örtüşmektedir. Fedaratif bir sosyalist düzen kurmayı amaçlarlar. Alevi inancının temelinde yer alan “Rıza Kenti” dir bu. Kadın ve erkeğin eşit olduğu, herkesin inancında özgür, ezenin ve ezilenin, zengin ve fakirin olmadığı her şeyin ortak, halkça üretilip hakça paylaşıldığı bir düzenin söylemindedir. Kimi kaynaklar başı açık baldırı çıplak bu Türkmenlerin kıyamını Osmanlı’ nın pek ciddiye almadığını söylerler. Şah Kalender; Sivas üzerine yürür. Onu Rum Eyaleti Beylerbeyi Yakup Paşa karşılar. Anad Boğazı’nda yapılan savaşta Şah Kalender Yakup Paşa, yı bozguna uğratır. Daha sonra Pasin Ovasında ve Tokat civarında Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa
komutasında büyük bir Osmanlı ordusunu Karaçayır’da yendi. Aynı Behram Paşa’ yı bir kez de Cincife denilen yerde tekrar yendi. (8 Haziran 1527 ) Bu savaşta Karaman Beylerbeyi Mahmut Paşa, Alaiye Beyi Sinan Bey, Amasya Beyi Koçi Bey, Birecik Beyi Mustafa Bey, Anadolu tımarları defterdarı Nuh Bey, Karaman tımarları kethudası Mehmet Bey gibi üst düzey Osmanlı yöneticileri hayatlarını kaybettiler. Behram Paşa canını zor kurtardı; bütün ağırlığı savaş meydanında bırakarak Tokat Kalesi’ne sığındı. Kalender Çelebi silah, çadır, her türlü malzemeyi ele geçirdi. Başı açık baldırı çıplak Türkmenler bir güzel giyinip donandılar. ( Bu isyana Pir Sultan Abdal’ ın da katıldığı söylenirse de bununla ilgili ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Pir Sultan’ ın bu isyanın ardından yörede sevilen ve sayılan bir Alevi Ozanı- dedesi olması nedeniyle isyan sonrasında katledildiği daha gerçekçi durmaktadır.) Şah Kalender otuz bine ulaşan ordusuyla, Celalzade’nin deyimiyle “Türkmen illerini fethetmiştir. İSYANIN BASTIRILMASI Anadolu’da gelişen ve saltanatı tehdit eden bu durumu bertaraf etmek üzere “Pargalı” lakabıyla bilinen Sadrazam Damat İbrahim Paşa gönderilir. Kanuni’ nin çok güvendiği akıllı ve becerikli bir devlet adamı olan paşa yanında 3 bin yeniçeri ve 2 bin sipahi ile yola çıkar. Kendisine katılmak isteyen ve ancak daha önce Şah Kalender’ e yenilen askerleri ordugahtan içeri sokmaz. Pargalı İbrahim hızla olan biteni kavrar. Türkmenleri kıyama kaldıran nedenleri ortadan kaldırır. Dulkadirli sipahileri ve Türkmen ileri gelenlerini davet ederek eski haklarının geri verileceğini bildirir. Boy beylerine hil‘at giydirip onlara bağışlarda bulunur. Ayrıca topraklarından sürgün edilen Türkmen aşiretler yurtlarına geri döneceğini vergi borçlarının af olunacağını, kellesi vurulan Şehsuvaroğlu Ali Bey ve oğullarının özrü olarak bölgenin yönetiminin yeniden Dulkadirli beylerine verileceğini, sipahilere tımarları ve dirliklerinin geri verileceğini, askere geri dönmelerinin sağlanacağını suçlarının af edileceğini bildirir. Onun bu manevrası Şah Kalender ordusundaki çözülmeyi hızlandırır. Etrafında çok az az sayıdaki Alevi Türkmen’le kalan Şah Kalender 22 Haziran 1527 tarihinde Başsaz yaylağında Osmanlı kuvvetlerine yenilir. Ordusundaki hemen herkes öldürülür. Şah Kalender’in tüm soyu ortadan kaldırılır. Şah Kalender’in başı, Aleviler için
kutsal olan dergah sancağı ile birlikte Kanuni Süleyman’ a gönderilir. Sonuçları Kalender Şah Çelebi İsyanı Anadolu da Alevilik inancında yer alan “ Yarin yanağından gayri her şeyin ortak” olduğu bir düzen kurmak amacıyla yapılan, katılımcılarının oldukça önemli bir kısmını da Sünni Türkmenlerin oluşturduğu son büyük Alevi inanç temelli isyandır. Kalender Şah’ la birlikte Anadolu’ da bir Alevi ( Zındık- Mülhid ) avı başlamış çok sayıda Alevi Türkmen katledilmiştir. Alevi edebiyatı yazılı aktarımdan iyice uzaklaşarak sözel aktarıma yönelmiştir. Kaçanlar Osmanlının elinin eremediği kuş uçmaz kervan geçmez yerlere gidip yerleşerek kendilerini tecrit ederek yaşamışlardır. Günümüzde Alevi köylerinin ana yerleşim yerlerinden uzak ve kopuk olmasının ana nedenlerinden birisi budur. Hacı Bektaş postu 35 yıl postnişinsiz kalmış, 1551 yılında Dedebaba unvanıyla Sersem Ali Baba (Kanuni Süleyman’ ın dayısı) Hacı Bektaş postuna oturmuştur. Çok büyük bir coğrafyada saygınlık ve kabul gören Hacıbektaş Dergahı Osmanlının tam anlamıyla hakimiyetine girmiştir. Anadolu’da yaşanan Sünni-Alevi Türkmen ittifakı Osmanlı’nın bu siyaseti sonunda bozulmuş Şafii Kürt beyleri büyük güç kazanmıştır. Osmanlı yönetimi bu isyanından ardından Dulkadirli Beylerine verdiği sözleri de tutmamış “Türkmen Töresi” ni göz ardı etmişi onları sorun çıkaran ve halledilmesi gereken başıbozuklar olarak görmeye başlamıştır. Onların üzerlerindeki vergi yükü artmaya başlayınca bu topluluklarda hızla devletle aralarına mesafeler koymaya başlamışlardır. Türkmen nüfusların hakim olduğu bölgeler hızla Şafii Kürt aşiretlerinin ellerine geçmiştir.
11
Postmodern donyamızda Kemalist değerler
/ Prof. Dr. Zehra Gönül BALKIR *
Giriş Küreselleşen dünya ekonomileri; bunlara yön veren çok uluslu şirketler ve devletler kendi ekonomi politikaları doğrultusunda gerek ülke ekonomilerini ve gerekse ülkeler arasında veya ülke içinde kargaşa ve kaos yaratmaktan çekinmiyorlar. Post modern toplum ve bu toplumun kurallarını belirleyen hukuksal yapı bu düzene ayak uydururken, tüm sosyal ve insani değerler gözardı ediliyor, her şey fayda ve yarar mantığına göre yeniden dizayn ediliyor. Yerleşik kurallar yıpranıp yozlaşırken bu ufalanmaktan devlet sistemleri ve hukuk kurallarıyla birlikte toplumsal yaşam ve insani değerlerimizde etkilenmekten ve yozlaşmaktan kurtulamıyor. İnsanlar ve ülkeler olarak belki de her şeyden daha fazla evrensel ilke ve değerlere sımsıkı tutunmaya ihtiyacımız var. Gerek insanlığımız ve gerekse ülkemiz için en sağlam dayanaklarımızdan birisi de ülkemizin kurucu ortak irade ve değerlerini oluşturan Kemalist ilke ve değerlerimizdir. Bu yazımızda postmodern yeni dünya düzenindeki evrilmelerin temel yansımalarını özetleyerek, bize ışık olabilecek Kemalist değerleri hatırlatmak istedik. Küresel Dünyanın Postmodern Yapılaşma Süreci 20 yüzyılın sonu ile 21 yüzyılın başında yaşanan dünya savaşları ve ekonomik dünya krizlerinin kültürler üzerindeki etkileşimini gittikçe daha geçirgen hale getirmiştir. Postmodernizm örtük bir şekilde modernite sanayi sonrası tüketim medya ve gösteri toplumu olarak; çok uluslu kapitalizm olarak nitelendirilen yeni bir ekonomik düzen ve yapılanmayla ifade edilmektedir. Pozitivizmle uzlaşmazlık içinde olan postmodernite bütün olayların toplumsal anlamlarını çarpıtarak tanımladığı için, olguları kategorize etmekten çok; usdışı olsa bile olayların toplamsal anlamlarına dikkat etmekte bu noktada toplumsal ilişkileri ve değerleri ön plana çıkartmaktadır. Toplumsal ve hukuksal yapının değişimi süreciyle modernizmin kapsayıcı bakış açısı postmodernizm nezdinde birey ve toplulukları kısıtlayan kalıplaştıran ve nesneleştiren girişimler olarak algılanmaya başlanmıştır. Süreç içinde küreselleşme, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemlerle birlikte, ulusal devletin de 12
dahil olduğu siyasal, toplumsal ve hukuksal düzlem de etkileyip dönüştürmektedir. Küreselleşen kurumsal yapı, uluslar üstü piyasa ve sermayelerinin tam rekabet ortamında serbest hareket etmesi için esnekleştirilmiş bir hukuksal düzen ve yapıya ihtiyaç duymakta olduğundan, bu yapılanma postmodernizmin yıkıcı eğilimlerini kendi lehine kullanarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte hareket eden post-
modernizmle; tüketici odaklılık, otoritenin bölünmesi ve bilginin ticarileşmesi gibi, bizzat küreselleşmenin doğal sonuçlarıyla karşılaşılmaya başlanmıştır. Postmodernleşmenin toplumsallaştığı süreçte kapitalizmin dönüşüme uğradığı yeni bir süreç ve yapılanma ortaya çıkmıştır. Toplumsal yaşamı sekteye uğratan ekonomik krizlerin dönüştürdüğü toplumsal ve hukuksal yapılar doğal olarak toplumları yeni bir takım arayışlara itmektedir. Küreselleşmeyle birlikte sunulan bu yeni postmodern sistem daha başlangıç aşamasında bile dünya üzerinde darbelerle güvence altına alınmaya çalışılan, bir kaos ortamı yaratmıştır. Dün-
ya düzenindeki yapılanmaların yarattığı sarsıntı, kaos ve katılık, küreselleşme ve insani değerlerdeki yozlaşmayla birlikte postmodern darbeler yaratmaktadır. Postmodern Değerler Küresel dünyanın postmodern yaşam felsefe ve yönetim biçimleri farklı dil, söylem ya da yaşam algıları, ne yazık ki insanlığın değerini yükseltmeye fayda sağlamıyor. İnsan değerini fayda maliyet optimizasyonuna bağlayan artık postmodern yapı, hangi nesnel zemin üzerinde yükselmeyi önemsiyor? İnsani değerlerin nesnelliğini, adalet ve eşitliğini reddederek fayda maliyet analizine kitlenen postmodern yönetim sistemleri, hangi değer ölçütüne göre yapılanmak istiyor? Değerler sistemimizdeki her sorgulama, ister istemez kültürel yaşam biçimi sorgulamasına yol açmaktadır. Etik değerleri maddi menfaat temeline dayalı olduğundan belirsizliği ve güvenilmezliğiyle öne çıkan postmodernizmin kültürel yorumları bireylerin vicdanlarında farklı yorumlara tabii olabilmekte ve farklı değer ve sonuçlarla özdeşleşebilmektedir. Bu farklı gerçeklik, bir hukuk normunun; toplumsal, kültürel, dini ve birçok sosyolojik çeşitlilik karşısında; nasıl farklı yorumlarla karşılaşılabileceğini ve bu sorunların nasıl hangi evrensel insani ölçüt ve değerlerle çözülebileceği sorununa cevap aramaktadır. Post modernizm, ne kadar belirsiz olursa olsun modernizmin geliştirdiği söylem ve bu söylem üzerine inşa edilen her türlü fikri kurumsal ve yapısal oluşuma duyulan tepkiyi ifade eder. Postmodernizm de tüm bilimselcilik, temelcilik, evrenselcilik, totalite, özdeş-düşünme, özerk ve birleşik özne ve benzerlerine yönelik her şey eleştiriye uğrar. Postmodernizm, modernizmin insan bilgisine duyduğu aşırı güvene, insanların her yerde aynı olduğu inancına karşı çıkan evrensel benin yerine; yerel ben’i, birlik ve tutarlılık yerine çelişki ve farklılığını ön plana çıkaran bir anlayıştır. Postmodern öğretinin temel görüşlerinden biri görecelilik olarak kendini göstermektedir. Bu yaklaşıma göre bütün bilgiler görecelidir, genel geçerliğe sahip ahlaki değerler de olamaz, bütün değerler; zamana, topluma, kişiye, kültür durumuna ve yaşama biçimine göre değişir. Bu yaklaşıma göre; gerçekte, tek olamaz. Herkesin gerçeği, kendine göredir. Tam da bu nedenle eşitlik ve adalet özlemleri bile tartışma dışında kalır. Postmodernizmde görecelilik her şeyin üstündedir. Belirsizlikle ilgili postmodern yaklaşım, herhangi bir bütünlüğün oluşmasını da dışlamaktadır. Farklılık ve parçalılık, etkin hale gelmektedir. Kural ve norm 13
çoğulluğu¬nu öngören postmodern yaklaşım, ara¬larında birleştirici bir bağ ve fikri bir te¬mel bulunmayan bu çoğulluğun birlikte var oluşlarını sağlamada güçlük yaşamaktadır. Tipikselleşen bütünselliği reddedişiyle postmodernizmin insan ve insanlığın değer ve kazanımlarını riske edip etmediği tartışmaları postmodern kültür için daha vahim tehlikeler doğurma ihtimali taşımaktadır. Karşı çıkma ve yıkıp yok etme mantığı yerine daha iyi bir değer koyamadığınız zaman toplumsal yokoluş sürecini hızlandırır. Postmodern kültürün henüz cevabını bulamadığı bu noktada toplumsal dinamikler, etik yozlaşmayla dolu dizgin yol almaya başlamışlardır. Postmodern Düşünce ve Toplumsal Değişimler Postmodernizm, modern hukuk sistemine bir karşı çıkış bir meydan okumadır, bütünleştirici düşüncenin ve homojenliğin reddedilişidir. Marjinal olana, farklı olana, kenarda bulunana yolu açma düşüncesine dayanır. Değişmeye, plüralizme ve yerelliği yöneliş vardır. Asıl ilgi süjeye yöneliktir, hukuka değil, hak kavramına önem verilir. Hukuk sisteminin; düzen, istikrar, belirlilik ve kesinlik gibi unsurlarına pek önem verilmez. Postmodern hukuk, küçük hukuk uygulamalarını kapsamına alacaktır. Postmodern yaklaşıma göre; hukuki karar, sürekli bir akış süreci içindedir. Dinamik bir nitelik taşır, statik bir nitelik taşımaz. Çünkü insanın, objeyi anlamaya yönelik deneyim ve bilgisi, değişken karakterdedir. Postmo¬dern düşünce, modernitenin tektipleştirici, homojenleştirici, farklılıkları bastırıcı ve yok edici düşünce ve pratik¬lerini radikal bir biçimde sorgulayıp, farklılığa ve çeşitliliğe önemle vurgu yapması, önemsenmesi ve dikkate alınması gereken bir yaklaşım tarzı olarak, farklılıkları koruyarak nasıl barışa adalet ve eşitlik değerlerine ulaşabileceğimizi yada en azından nasıl bu değerlerle uzlaşabileceğimizi göstermek ve buna dair yöntemleri ortaya koymak zorundadır. Evrenselciliği tümüy¬le yadsıyan ve farklılıklara sınırsız say¬gı duyan bu yaklaşım, nesnel temellere dayanmayan bir hukuki yapıyı nasıl kuracaktır? Adaletin kültürel yorumları/yansımaları nasıl olacaktır? Adalet herkesçe kutsal sayılan bir değerdir. Bu kutsal değer, bireylerin vicdanlarında farklı yorumlara tabii olabilmekte ve farklı sonuçlar adaletle özdeş görünebilmektedir. Bu gerçeklik, bir hukuk normunun; toplumsal, kültürel, dini ve birçok sosyolojik çeşitlilik karşısında; nasıl farklı yorumlarla karşılaşılabileceğini ortaya koymaktadır. Hukukun, sosyal gerçeklikle karşılama ve kar14
şılaşma alanı olarak mahkemeler, hangi normları; üstün sayarak, ne şekilde hüküm verebileceklerdir? Yasama ve yargılama faaliyetlerinin etkin kılınmasını sağlayacak; evrensel değerlere, hangi postmodern yöntemlerle varılabilecektir? Postmodern Dünyada Kemalist İlke Ve Değerler Kemalist felsefenin özü, Mustafa Kemal Atatürk’ün devlet anlayışına dayanır. Temel hak ve özgürlüklerin korunması temelinde; bireyci, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, laik devlet ilkesi esastır. Kemalist ilke ve değerler, sosyal yapısını bireye dayandırırken, temel hak ve özgürlükler konusundaki düşüncesini 1789 anlayışından almaktadır; “Bireylerin özgürlüğü, diğer bireylerin özgürlüklerine ve ulusun ortak çıkarıyla devletin varlığını koruma ilkesiyle sınırlıdır.”. Kemalist değerlerin alt yapısını oluşturan düşünsel temelleri ve karakteristik özellikleri, tam bağımsızlık, milli birlik ve beraberlik, demokratik devlet sistemi, ülke bütünlüğü ve laiklik zemininde birleşmektedir. Gerçekten Kemalist felsefe ve değerlerin alt yapısını oluşturan ve düşünsel temellerini bütünleştiren bu yapının temel ilkeleri ise milli egemenlik ilkesi, milli birlik ve beraberlik ilkesi, akılcılık ve bilimsellik ilkesi, çağdaşlık ve batılılaşma ilkesi, özgürlük ve tam bağımsızlık ilkesi ve yurtta sulh cihanda sulh ilkesi olarak sayabiliriz. Kemalist değerleri ve Atatürk düşüncesini anlayabilmek için 1922-1938 yılları arasında 16 yılda hayata geçirilen devrim niteliğindeki bir dizi yasal ve yapısal değişiklikle birlikte düşünmek gerekir. Yapıldıkları alanlara göre devrimler; siyasî alandaki devrimler, hukuk alanındaki devrimler, toplumsal alanda yapılan devrimler, eğitim alanındaki devrimler, ekonomi alanındaki devrimler olarak sayılabilir. Yapılan bu değişiklikler Mustafa Kemal Atatürk tarafından, “Türkiye’yi gelişmiş devletler seviyesine çıkartmak olarak” tanımlanmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla hukuksal yapı belirlenmiş, meşruiyet ile iç egemenlik ve bütünlük sağlanmıştır. Egemenlik için, siyasal bir birlik olarak bütünleşmek için ve bağımsızlığın kazanılması ve egemenliğin sağlanması için her alanda savaşmak gerekmiştir. Ege-
menlik ve bağımsız adına, Ülke içinden ve dışından gelen her türlü baskı, direnç, muhalefet ve saldırıyla olağanüstü zor koşullarda savaşılmıştır. Belki de bu zor koşullar nedeniyle bu kadar kararlı ve başarılı olunmuştur. Tarihsel süreç içinde Kemalizm’in değişmeyen hedefi, çağdaşlaşma ve demokrasi olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, 1927 tarihinde yaptığı bir konuşmasında; çağdaşlaşmayı, “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkının bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir toplum durumuna vardırmaktır. Devrimin temel ilkesi budur.” şeklinde tanımlamıştır. Mustafa Kemal’e göre; “Muasır medeniyet seviyesine erişme ile çağdaşlaşmak için bir gönenç ortamı yaratılmak” gerekmektedir. İzmir İktisat kongresinde yaptığı konuşmasında; “ Öyle bir ekonomi dönemi ki; onda ülkemiz bayındır olsun, ulusumuz gönençli olsun ve varsıl olsun… ( ) “ Kemalist değerlerin ve Atatürkçü düşüncesinin temeli, değişmeyen çağdaşlaşma hedefidir. Bugün Ülkemizin, AB sürecinde yer almasını sağlayan. Atatürkçü düşünce yapısıdır. Bizleri, hala çoğulcu demokrasilere taşımaya çalışan, Atatürkçü düşüncenin yurtta sulh cihanda sulh ilkesidir. Sonuç Küreselleşmenin emrindeki postmodern yeni dünya düzeni, sosyal yapının temel kavramlarını ayrıştırmakta ve bu ayrıştırmayla birlikte modern devlet ve onun modern hukukla donatılmış görüntüsü ve değerleri de dağılmaktadır. Küreselleşmenin dayattığı yeni post modern toplum önüne çıkan her değeri kendi amaçları doğrultusunda yozlaştırmaktadır. İnsanlığının içinde bulunduğu açlık yoksulluk ve karmaşa bir yandan insan değerine ilişkin tüm değerleri yok ederken, öte yandan darbe ve savaş tehlikeleri yaratmaktadır. Son dönemde yaşadığımız bu süreç çok yeni bir kırılmaya işaret etmekte; yeni parçalanmalar ve yeni ayrışmalar ise postmodern darbeleri gündeme taşımaktadır. Dünyanın ve ülkemizin içindeki sosyal kırılma noktalarında; ayaklarımızı kaygan zeminde sağlama almak için, sağlam evrensel ilke ve değerlere tutunmaya ihtiyacımız vardır. Postmodernizmin, maddi değerler için her türlü insani değeri göz ardı edebilen değerler dünyasının kaypak zemininde, sağlam bir değerler sistemine tutunmaya ihtiyacımız vardır. Belki de Ülkemizin kurucu ortak aklı ve iradesiyle yaratılan Kemalist ilke ve değerleri yeniden yaşama geçirmenin tam zamanıdır. * Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
15
Sahi Hz. Hüseyin ve ailesini Kerbela’da kim katletti İslam Peygamberine göre Hz. Hasan ve Hüseyin “cennet gençlerinin efendileri” idi.1 “Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanımdır”2 diyordu Hz. Muhammed. Peygamberin, torunlarına duyduğu sevgiyi şu sözler de açıkça ortaya koyar: “Hasan ile Hüseyin’i seven beni sevmiş olur; onlara buğzeden bana buğzetmiş olur.”3 Buğz etmek, birine karşı kötü hisler beslemek, onu iyi hatırlamamak, ona düşmanca yaklaşmak anlamına geliyor. İşin çarpıcı tarafı İslam Peygamberinin torunları da kimi “Müslümanların” zulmünden kurtulamamış, bazı rivayetlere göre Hasan zehirlenerek öldürülmüş, Hüseyin ise hepimizin bildiği üzere ailesi ile birlikte Kerbela’da katledilmiştir. Bu katliamın ele alınması gereken pek çok tarafı var elbette. Ve bizim yüzümüzü döndüğümüz her taraf aslında tarihten bugüne dair bize dersler sunar; onun için Kerbela’yı okurken düşünmek, düşünürken tartışıp analiz etmek gerekir. O vakit soralım, sahi Hüseyin ve ailesini Kerbela’da kim katletti? Hz.Hüseyin’i kuşatan Ordunun başında Ömer b.Sa’d vardı. Ömer b.Sa’d’ı bu göreve getiren Basra valisi Ubeydullah b.Ziyad’dı. Halife ise Yezid b. Muaviye. Dilerseniz Ömer b.Sa’d ile başlayalım. Bu isim daha çok babasından dolayı önemli sanırım. Zira babası Sa’d b.Ebu Vakkas bir rivayete göre cennetle müjdelenen on kişiden biriydi. Halife Ömer de, Sa’d’ı kendisinden sonra halife olabilecek isimlerden biri olarak önermişti. Peygamber ile uzaktan akraba olduğunu biliyoruz. Hatta Sa’d’ın Peygambere “dayı” dediği belirtilmektedir. Tarihi kaynaklara göre 17 ya da 18 yaşında Müslüman olan Sa’d İslam Peygamberi ile birlikte savaşlara da katılmış ve hatta Uhud savaşında attığı okları hedefine ulaştığı için Peygamberin ona “Anam babam sana fedâ olsun ey Sa‘d, at!”4 dediği rivayet edilmektedir. Sa’d’a ilişkin kaynaklarda daha çok çarpıcı bilgi var. Dileyen ayrıca bakabilir. İşte Hüseyin ve ailesini katleden ordunun başındaki isim, Peygamberi de yakından tanıyan Sa’d b.Ebu Vakkas’ın oğludur. 5 Cennetle müjdelendiği öne sürülen isimlerden birinin oğlu “Cennet gençlerinden” biri16
ni Kerbela’da ailesiyle birlikte katletmişti. Peki, onu bu göreve getiren ismin ailesi ile ilgili ne söyleyebiliriz? Örneğin Ubeydullah’ın yani Hüseyin’in katledilmesi için emir veren valinin babası, Hüseyin’in babası ile yakın bir tanışıklık içindeydi desem. Durun, karışıklık olmasın, baştan alayım o zaman. Ubeydullah b.Ziyad, Yezid döneminin valilerinden biridir. Kerbela katliamı öncesinde de Basra valiliğine getirilmiş, O da Hüseyin ve ailesini kuşatmak üzere Ömer b.Sa’d’ı görevlendirmiştir. İşte vali Ubeydullah’ın babası Ziyad b.Ebih ile Hüseyin’in babası Ali birbirlerini yakından tanıyordu. Dahası Ziyad b.Ebih, Ali döneminin yöneticileri arasında yer almış ve bir dönem valilik bile yapmıştır. O kadar ki Ziyad, Muaviye’nin saldırılarına karşı kararlı bir savunma göstermiş ve Ali’ye karşı bağlılığını açıkça ortaya
koymuştur. Ali öldükten sonrada oğlu Hasan’a bağlı kalan Ziyad’ı zorla kendi tarafına çekmek isteyen ise Muaviye’den başkası değildir. Öyle ki, bu uğurda Ziyad’ın eşi ve çocuklarını tutuklatan Muaviye, Ziyad’ı da öldürtmek istemiştir. Lakin Hasan, halifeliği Muaviye’ye devrettikten sonra işler değişmiştir. Şöyle ki Ziyad Muaviye safına geçmiş ve hatta Muaviye onu üvey kardeşi (!) olarak ailesine katmıştır. Bu arada kızını da oğlu ile evlendirmiştir. Sonrasında Basra ve Kufe valiliklerine getirilen Ziyad, en hızlı ve gaddar Emevilerden biri haline gelmiş, zulmü ile tarihe nam salmıştır. Fakat onun geride bıraktığı Ali “yoldaşlığı” bakidir. Kerbela’da bütün itiraz ve uyarılara rağmen Hüseyin’in katledilmesi emrini veren Ubeydullah, Ali’nin valisi Ziyad’ın oğludur. Karşımızda böyle ibretlik bir tarih vardır. Gelelim Yezid’e, yani dönemin halifesine. Yezid, Muaviye’nin oğlu, Ebu Süfyan’ın da torunudur. Ebu Süfyan ve ailesi Mekke ele geçirilene kadar Müslüman olmamış aksine Bedir savaşından itibaren savaş meydanlarında İslam
Peygamberine karşı kılıç sallamıştır. Fakat gelin görün ki, Mekke ele geçirildikten sonrada Ebu Süfyan ve kabilesinin gücünde bir azalma olmamış, bilakis ganimetlerden fazla pay verilerek ödüllendirilmiştir aile. Örneğin Muaviye, Ömer dönemi ile birlikte oturduğu Vali koltuğunu halifeliğine kadar bırakmamış, Halife Ali hariç kimse de o koltuğa dokunmamıştır.! Bu arada oldukça çarpıcı bir gelişme yaşanmış, Mekke ele geçirilmeden yaklaşık 2 yıl önce İslam Peygamberi Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir. Dolayısıyla burada karşımıza çıkan çarpıcı gerçek şudur: Peygamberinin torununu katleden kişi aynı zamanda Peygamber’in eşlerinden birinin yeğenidir. Zira Ümmü Habibe, Yezid’in halasıdır.! İkisi Peygamberi yakından tanıyan biri de Halife Ali’nin Valileri arasında olan üç isim Hüseyin ve ailesini Kerbela’da gözünü kırpmadan katlettirmiştir. Katledilenlerin kafaları kesilmiş önce Vali’nin sonrada Yezid’in huzuruna getirilmiştir. Bu öyle bir kaderdir ki, İslam Peygamberinin yanında yer alarak onun övgüsüne mazhar olanların aileleri yıllar içerisinde onun karşısına çıkmış ve dahi torunlarını katletmiştir. Bu öyle bir kaderdir ki, Cennetle anılanlar bu dünyada cehennemi tatmış, “Müslümanlar” da bu kaderin müsebbibi olarak tarihteki yerlerini almıştır. Toplumcu şairlerimizden Hasan Hüseyin Korkmazgil, “Kandan Kına Yakılır mı” şiirinde Yezid’e, “kandan kına yakılır mı, kandan kına bre Yezid” der ve ekler “Sen yarını ne sanırsın/ Yarın Vuran bre Yezid/ Bu dünya da barınır mı.” Oysa Diyanet İşleri eski Başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen’e göre Yezid’e lanet edilmez. Zira ona göre haklı olsun olmasın hiç bir hükümdar, kendi aleyhine bir kuvvetin oluşmasını hoş görmezdi. Zaten Hüseyin’in katledilme emrini veren de Yezid değildir. Böyle der Bilmen.6 Ne diyelim bu da bir “kader” mi acaba? Bir yanda Yezid’i öfkeyle anan, tabiri caizse ona demediğini bırakmayan sosyalist bir şair, öte yanda onun lanetlenmemesini isteyen bir Diyanet İşleri Başkanı. Sanırım “dinin kaderi” bu; kendisine nasıl bakılırsa öyle bir anlam çıkarılıyor. 1 Tirmizî, Menâkıb, 31 2 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288 3 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288, 440, 531; İbn Mâce, Mukaddime, 11. 4 Buhârî, “Feżâ’ilü aşhâbi’n-nebî”, 15; Müslim, “Feżâ’ilü’ş-şahâbe”, 41-42 5 Aydın Tonga, Kapital İslamın Temeli Muaviye, Doğu Kitabevi. 6 Adnan Demircan, EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN KERBELA OLAYINA YAKLAŞIMLARI, Çeşitli Yönleriyle Kerbela Sempozyumu 1.cilt.
17
Sağduyunun birlikteliği AKP ile MHP, 31 Mart 2019 tarihinde yapılacak yerel seçimlere “Sağduyunun Birlikteliği, Cumhur İttifakı” sloganıyla giriyorlar. Sağduyu, “doğru, akla uygun kararlar verme yeteneği” olarak tanımlanmaktadır. Ancak; sağduyunun birlikteliğine soyunanların birbirilerine söyledikleri ağır sözler unutulmamıştır. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 4 Şubat 2014 tarihinde grup toplantısında şunları söylemişti: “Başbakan ve hükümetinin telefon dinlemeleriyle ilgili kanun değişikliği hazırlığı, bulaştıkları rüşvet ve yolsuzluk iddialarını örtme sinsiliğine hizmet etmektedir… Türk milleti Erdoğan’ın nefret saçan dilinden, politikalarından tiksinme noktasına gelmiştir. Tüm hesaplarını iktidardan hiç gitmemek uğruna yapmıştır. Ayakkabı kutuları dolarlarla dolsun diye oy vermedi vatandaşımız… Başbakan milli iradeyi dolandırmıştır. Hükümet suça batmış, her yanı kapkara kesilmiştir. Bu kadar karaya bürünmüş bir iktidar daha görülmemiştir. Türkiye hırsızların koltuklarda oturduğu günleri yaşamaktadır.” 8 Nisan 2014 tarihinde MHP grup toplantısında Bahçeli’nin konuşması şöyleydi: “Türklüğü reddeden, TC’yi silen, milliyetçiliği ayaklar altına alan bir inkârcıdan Türkiye Cumhurbaşkanı olmaz, olamaz, olamayacaktır. Kısacası iki yanlıştan bir doğru çıkmaz, tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Recep Tayyip Erdoğan’dan da Cumhurbaşkanı olmaz!” 24 Haziran 2014 tarihinde MHP grup toplantısında Bahçeli’nin konuşması şöyleydi: “İsrail’e petrol akıtan, peşmergeye para kazandıran, IŞİD’e munis davranan, komşu coğrafyalarda Türkiye’nin caydırıcılığını hezimete çeviren Başbakan’ın Türkmenleri kaderine terk etmesi günahlarına yeni bir halka ekleyecektir. Bu nankörlük, bu Türk düşmanlığı Başbakan’ı gölge gibi takip edecek, ayağına dolanacaktır.” 3 Şubat 2015 tarihinde parti grubunda konuşan Devlet Bahçeli şunları söylemişti; “Namus ve şeref üzerine yemin eden Erdoğan namustan ne anlamakta, şereften ne çıkarmaktadır? Tarafsızlık kozasını yırtıp gözünü kan bürümüş gibi AKP adına oy talep eden Erdoğan, ruh heybesinden düşürdüğü namus ve şeref kristallerini arayıp da bulamayan biri olarak hatırlanacaktır. Şeref gibi derdi olmayanın Türkiye’nin şerefini korumak18
/ Suay Karaman
tan bahsetmesi beyhudedir. Erdoğan, partimiz için üst akla çalışıyorlar sözünü aydınlatmazsa bu iddiasını ispatlamazsa namerttir. Üst aklın kucağında yıllar geçiren Erdoğan söylediği sözleri ispatlamazsa müfteridir.” Bahçeli, 2 Haziran 2015 tarihinde Elazığ mitinginde şunları söylemişti; “Türkiye koyu bir karanlıkta, kör bir çıkmazdadır. Sizler işsiz ve yoksulken, Ankara’da bir avuç imtiyazlı ve sonradan görme, hazineyi hortumlamakta, kaçak saraylarda yaşamaktadır. Sizler darlık ve yokluk çekerken, AKP milli servet ve kaynakları zimmetine geçirmektedir. Ekonomiyi ithalata bağlayan, kaçakçılığı teşvik eden, sıcak paracıları, faiz, rant ve silah lobilerini memnun eden AKP’nin, sizleri dert ettiği yoktur.” 3 Haziran 2015 tarihinde Kahramanmaraş mitinginde Bahçeli’nin, Tayyip Erdoğan için söyledikleri belleklerdedir: “Her gün bize sövüyor, her gün yalan söylüyor. Peki kimdir bu gafil? Kendisine Cumhurbaşkanı diyen 17-25 Erdoğan; be hey densiz, be hey kanun tanımaz, ahlak bilmez! Sen Cumhurbaşkanısın, sen devletin başısın! Ne geziyorsun meydanlarda? Bizimle ne uğraşıyorsun? Erdoğan oyundur yalandır, aldatmadır, komplodur, tuzaktır, riyadır, ihanettir. Biz zalim Esad’a çok şükür ‹kardeşim’ demedik, ailecek tatile çıkmadık. Hele hele Kandil’in yolunu hiç bilmedik. Kandil’in tavizsiz havarisi, Ermeni hısmı, Türklüğün yaşayan düşmanısın!” 14 Haziran 2015 tarihinde partisinin il ve belediye başkanlarıyla bir araya gelen Bahçeli’nin sözleri şöyleydi; “AKP-MHP koalisyonu olur ama şartlarımız var. AKP ile koalisyon kurmamızı istiyorlar. 17-25 Aralık yolsuzluk olaylarını nereye koyacağız? Meydanlarda hırsızlardan hesap soracağız dedik. Hırsızları nereye koyacağız? Bilal’in içinde olacağı sıfırlanan paraların hesabını sormayacak mıyız?” 22 Şubat 2014 tarihinde Sivas mitinginde Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli için şunları söylemişti: “O zürriyet sahibi değil. Ne anlar çoluktan çocuktan. Ne anlar?” Tayyip Erdoğan 24 Haziran 2014 tarihinde AKP grubunda yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bu sabah yaptığı konuşmaya bakıyorsunuz Bahçeli’nin, aman yarabbi. Baştan aşağı, yine ifade ediyorum bu kürsüden ağzından salyalar
akıyor. 16-17 yıldır partinin başındasın geldiğin yer ortada. Ben MHP’li kardeşlerime hep sesleniyorum. MHP’yi küçülten bu adamla bir yere varamazsınız. Bunun varlığı MHP teşkilatı için bir tehlikedir. Bugün yine iftiralarla dolu, yolsuzluklar şu bu filan. Kalkıp evladıma hazine arazilerinin tahsisinden bahsediyor. Terör örgütünün başıyla aynı sofraya oturup oturmamaktan bahsediyor. Ey Bahçeli, bunları ispat edemezsen sen alçaksın, adisin.” 1 Haziran 2015 tarihinde Erzurum mitinginde konuşan Erdoğan şunları söylemişti: “MHP lideri Bahçeli’nin ‘Cumhurbaşkanı İmralı’yla görüştü’ iddiasında bulunduğunu söyleyerek bu iddiasını ispat etmekle mükellef olduğunu, ispat etmezsen alçaksın, namertsin, müfterisin.” 19 Ağustos 2015 tarihinde yaptığı konuşma şöyleydi: “Siyaset, işi gücü bırakıp Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla, ailesiyle uğraşmak değildir. Kalkıp benim evladıma, ismiyle ‹Bilal’i ver, iktidarı al’. Bu ne çirkin yaklaşımdır, sen ne biçim siyasetçisin? Eğer oğlumun yaptığı bir yanlış, yolsuzluk varsa buna hesabını soracak olan yargıdır, sen kimsin? Sen benim evladımla ilgili iktidar bağlantısını nasıl kurarsın, nasıl böyle bir hakareti, saygısızlığı yaparsın? Ama evladı olmayanların böyle bir saygısızlığı yapmasından daha başka bir şey de olmaz. Bunlar aile, evlat nedir bilmez.” Sağduyunun birlikteliğine soyunanların, bu
sözlerin ardından birlikteliğe nasıl ve ne için soyunduklarını açıklamaları gerekir. 19 Haziran 2018 tarihinde katıldığı bir televizyon programında Bahçeli şöyle demişti: “Geçmişte ne söylemişsem onun arkasında olduğumu söylüyorum. Bir yönetimdeki aksaklıkları, yanlışlıkları söylemek muhalefetin görevidir. Dün öyle söyledin diye bugün onları inkâr ederek bugünkü Cumhur ittifakında hepimiz kanka olacak halimiz yok.” 17 Mart 2019 tarihinde İzmir mitinginde Erdoğan, Bahçeli için “Türk siyasetinin son yıllardaki en dirayetli siyasetçisi” ifadesini kullandı. Geçmişte söylediklerinin arkasında olduğunu söyleyen Bahçeli, bugün ya ne yaptığının farkında değildir, ya da verilen görevleri yerine getirmektedir. Birine “alçaksın, şerefsizsin” diyeceksiniz; o da size “alçaksın, adisin, namertsin” diyecek ve bu sözlerin ardından ittifak kuracaksınız. Bu ikilinin kurduğu Cumhur ittifakının neye aracılık ettiğini özümsemek gerekiyor. Böyle bir ittifak, sağduyunun birlikteliği olamaz. Toplumun iktidara ve muhalefete olan güveninin bittiği yerdeyiz. Yerel seçimlerde AKP ve MHP seçmenlerinin, bunları düşünerek oylarını vermeleri gerekir. Ülkemiz üzerinde oynanan bu oyunların, ancak tam bağımsızlıktan ve emperyalizm karşıtlığından yana olanların örgütlü işbirliğiyle çözüleceğinin bilincinde olmalıyız. İlk Kurşun Gazetesi / 18 Mart 2019
19
Yaz gazeteci yaz! Alevi kimdir bunları da yaz
Kudret Erdem
Değerli canlar, Alevilik barış, birlik ve kardeşlik inancının adıdır. 72 milleti yaratandan dolayı sevmenin adıdır. Bu nedenle Alevi olmak demek barıştan kardeşlikten ve birlikten yana olmak demektir. Hz. Muhammed Ali yolunun yolcusu olan Aleviler daima birliği, barışı ve kardeşliği inançlarından dolayı savunmuşlardır. İşte bu nedenle Aleviler bu ülkede ulusal birliğin ve barışın güvencesi olan topluluktur. Unutulmamalıdır ki Anadolu adlı bu toprakları Aleviler İslam’a açmışlardır, Anadolu,yu İslamlaştıran Alevilerdir. Anadolu Alevi Uluları olan Ahmet Yeseviler, Hacı Bektaş Veliler, Şah İbrahim Veliler, Hacı Mahmudu Veliler, Hacı Bayram Veliler, Ebul Vefala, Sarı Saltuklar, Yunus Emreler, Şeyh Edebaliler ve daha adını sayamadığımız niceleri sayesinde İslam’la buluşmuştur. Dolayısıyla bu ülkenin hamurunda Alevilik vardır... Bir düşünelim, ülkemizin dörtbir yanının Alevi Ulularının yatırları ve dergahları ile dolu oluşu neyi anlatmaktadır? Bir düşünelim Alevi Ozanlarını, Türk edebiyatından çıkaralım geriye ne kalır... Bu topraklar bütün ulusumuzun öz yurdudur, artık bunu anlama zamanı gelmiş ve geçmiştir. Bin yıl önce Türk kavimlerinin Orta Asya,dan Horasan’dan Türkistan’dan akın akın Anadolu’ya gelmesiyle bu topraklar Aleviliğe yani İslam’a kucak
20
açmıştır. Bu toprakların hamuru Alevi İslam inancıyla yeniden karılmıştır. Duymasını bilenlere söyleyelim ki Anadolu’da dağ, taş ova, yayla, ırmak, göl, dere, tepe her ne varsa Hz.Ali’nin adını haykırmaktadır. Nitekim bu topraklar Ehli Beyt soyundan gelen Seyitlerle doludur. Aleviler geçmişte ve günümüzde görevlerini gereğince yapmışlardır. Bu nedenle Alevi toplumu bu ülkenin bu ulusun çimentosudur. Cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi olan Aleviler Türk ulusunun yüz akıdır. Büyük Ozanımız Pir Sultan,ın haykırdığı gibi, Gelin Canlar bir olalım diyoruz. Aleviler hiçbir zaman fitnenin yanında olmamışlardır. Çünkü yüce inancımız Kerberla,dan ders aldıkları için cibiri, kini, nefreti, şiddeti yasaklamış İmam Hüseyin gibi yaşayanların insan gibi insan olanların özümsüzlüğüne inanmıştır. NOT: Sevgili canlar, Hz. İmam Hüseyin, Hicretin 3,üncü, başka bir rivayete göre ise 4’üncü yılı Şaban Ayı’nın 3. günü Medine’de doğmuştur. Yine rivayete göre altı aylık, doğmasına karşın yaşamıştır. İslam inancına göre Hz. Hüseyin dışında 6 aylık olup da yaşayan tek kişi Hz. İsa’dır. Hz. İmam Hüseyin Şehit edildiğinde tarih hicretin 61 yılı Muharrem Ayı’nın 10. Günü ikindi vaktini (yani bu günkü takvimle Eylül ayının 10,cu gününü gösteriyor). Şehit olduğunda 56 yaşındaydı. Sevgili canlar, ibadetleriniz ulu dergahta hak defterine yazılsın. İmam Hüseyin ve tüm Kerbela Şehitlerinin şefaati üzerinize olsun. Paylaşın.
GENEL KURULA ÇAĞRI HEKDER GENEL KURUL TOPLANTISI; 14.04.2019 GÜNÜ SAAT 13,00 DE DERNEK BİNASINDA, ÇOĞUNLUK SAGLANAMADIĞI TAKDĞRDE AYNI YER VE SAATTE 21.04.2019 GÜNÜ YAPILACAKTIR. GÜNDEM 1- AÇILIŞ VE SAYGI DURUŞU 2- DİVAN SEÇİMİ VE TUTANAKLARI DÜZENLEME VE İMZA YETKİ VERİLMESİ. 3- GÜNDEMİN OKUNUP ONAYLANMASI 4- YÖNETİM VE DENETİM KURULU RAPORLARININ OKUNMASI 5- TAHMİNİ BUTÇENİN OKUNMASI 6- YÖNETİM VE DENETIM KURULU RAPORLARI ÜZERİNDE GÖRÜŞME AÇILARAK GÖRÜSÜLMESİ 7- YÖNETİM VE DENETİM KURULU RAPORLARININ AYRI AYRI OYLANARAK İBRA EDİLMESİ 8- YÖNETİM, DENETİM VE ONUR ÜYELERİNİN SEÇİMİ 9- DİLEK VE TEMENNİLER.
DURUR GÖK, HÜSEYİN AYGUNEŞ, VELİ YENAL, T.ÇETİN KARTAL, FEYZULLAH ÖZBİLEK, BENNUR GÜNEŞ, FİGEN AYDOĞMUŞ
21.4.2019 PAZAR 13.00 TARİHİNDE BÜYÜK BİR OLGULUK SEVGİ VE SAYGI İÇERİSİNDE OLAĞAN GENEL KURULUMUZU YAPTİK. GENEL KURULUMUZA KATILAN TÜM ÜYELERİMİZE TEŞEKKÜR EDİYORUZ. YENİ YÖNETİM VE GÖREV PAYLAŞIMI: YÖNETİM DURUR GÖK BAŞKAN HÜSEYİN AYGÜNEŞ BAŞKAN YARDIMCISI FEYZULLAH ÖZBİLEK GENEL SEKRETER VELİ YENAL SAYMAN ÇETİN TEMUR KARTAL FİLİZ KARADAĞ CANAN SEÇKİN ATLIHAN
DENETİM NAKİ PANCARCI MUHARREM ÖCAL İ.HAKKİ SELMANPAKOĞLU ONUR KURULU CAFER GÖK NAKİ SALMANPAKOĞLU MİTHAT ŞENTÜRK 21
Faaliyetler
24 ŞUBAT DEYİŞLER TOPLULUĞU ATEŞE SEMAH DURANLAR ANMASI
2 TEMMUZ PİRSULTAN VAKFI EMİNE KAPICI SÖYLEŞİSİ KADINLAR OLARAK KATILDIK
SEMAH GÖSTERİSİ
SÖYELŞİ:AYLIN NAZLIAKA TÜRKİYEDE KADIN VE SİYASET
22
Faaliyetler
SÖYELŞİ:AYLIN NAZLIAKA TÜRKİYEDE KADIN VE SİYASET
9 ŞUBAT ŞİİR ŞARAP TÜRKÜ GECESİ
23
ÇANKAYA BELEDİYE BAŞKANI ALPER TAŞDELEN İLE YÖNETİM 16.3.2019
24
12 MAYIS 2019 ASIK VEYSEL, AŞIK DAİMİ ,MAHZUNİ ANMASI DEYİŞLER TOPLULUĞU
TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ THM KOROSU İLE KURULUŞ ORATORYOSU 22 NİSAN2019
25
KURULU DERNEK GENEL 19 20 N A Ä°S N 25
KADINLARIMIZ
26
KNİĞİ IN YILSONU Pİ IZ IM R LA IN D KA
RI ÇALIŞMASI HALK OYUNLA
27
RI GÖSTERİSİ HALK OYUNLA
MAYIS NU KONSERİ 6 SO IL Y SU O R THM KO
28
NSERİ NU KAPANIŞ KO SO IL Y İ Ğ Lİ İR BAROLAR B N İŞLEYİŞİ İYEDE HUKUKU RK TÜ K CA O 26
İZ BÜYÜKLERİM
29
Fıkra - Karikatür ZAMAN
Zamana sordular: - Hak nerede? Dedi: Ali ile gömüldü - İyilik nerede? Dedi: Ali ile gitti - Adalet nerede? Dedi: Ali ile kayboldu - Güvende olmak nerede? Dedi: Ali ile zayi oldu - Cesaret nerede? Dedi: Ali’den sonra bitti - Peki sen neredesin ey zaman? Dedi: Ali’nin yanındayım.
BUGÜNLERDE HASİSLİĞİ ÜSTÜNDE Babaerenler hamamda yıkanmış, çıkıp giyinmiş. Bir de bakmış ki para kesesi yanında değil... - Tanrım. Fakîri utandırma, buradan mahucup olmadan çıkayım. Yâ bana bir kuruş ihsan et ya da bir sebep halk et... O sırada bir zelzele olmuş, hamamın bir tarafı yıkılmış, ortalığı bir telaş almış, koşuşanların arasında erenler de dışarı fırlamış. Az sonra, biraz ilerideki caminin dış cemaat mahfelinde bir adamcağızın vecd ile dua edip Tanrı’dan ihsanlar istediğini görünce, Babaerenler: - Aman efendi... Bugünlerde hasisliği üstünde. Demin bana bir kuruş vermemek için koca hamamı yıktı. Bu sırada pek üzerine varma... 30
BİTSİN BU DAVA Gelecek konuklarını nasıl ağırlayacağını kara kara düşünen Bektaşi’nin gözü, Yahudi olan komşusunun keçilerine takılmış. Keçilerden birini çaktırmadan alıp kesmiş. Durumu fark eden Yahudi; “Kadıya gitsem… Kadı da Bektaşi’de Müslüman, ben Yahudi’yim. Davayı kazanamam. Hadi kazandım, Bektaşi’nin nesi var ki, hakkımı alabileyim!... Biz artık Allah’ın huzurunda hesaplaşırız...” düşüncesi ile şikayetçi olmamış. Gel zaman git zaman her ikisi de rahmetli olmuş. Yahudi, ahrette Bektaşi’den davacı olmuş. Mahkeme kurulmuş ve Bektaşi’ye sormuşlar: - Sen Yahudi komşundan habersiz keçisini kesmişsin! - Kesmedim, demiş Bektaşi. - Ben gözlerimle gördüm demiş, Yahudi. Bektaşi “Bir mahkemede bir adam hem şahit, hem davacı olamaz.” Diye itiraz etmiş. - Haklısın ama, günahların arasında keçiyi kestiğinde yazılı, demişler. Bektaşi bu kez, “Mahkeme hakimi aynı zamanda şahitlik yapamaz.” Diye itiraz etmiş. - Gene haklısın; o zaman getirin keçiyi ona soralım... demişler. Bektaşi son bir çaba ile çözüm yolu önermiş: - Ne!... Keçi burada mı?... Verin keçiyi o zaman bu Yahudi’ye... Bitsin bu dava!
31
HACI BEKİR KARABACA ŞERAFETTİN ERDOĞDU HÜSEYİN TAŞKIN BEHZAT ERDOĞDU AHMET ŞİMŞEK DÜRÜYE ATALAY İMRAL ÜNAL SATILMIŞ BEKTAŞ MAHMUT VURALMA SEFA KÖKVER BİNGÜZEL ZEREN REFİKA KARŞIT EMİNE KARATAŞ HAVA SAPMAZ DÖNE SEÇKİN
32
YASİN ARSLAN SOYDAHAN ÖZCİVAN KEMAL MERT ERCAN KARATAŞ HATİCE ULUSOY HÜSEYİN BİÇER MUAMMER KARAKOYUNLU ZÖHRE ÖZCİVAN SAFFET EKİCİ PAKİZE GÜNEŞ ALİ FUAT ERCAN ABDULLAH UTKU KELEŞ ZÖHRE SALMAN PAKİZE DENİZ NAZİK TEKİN
MUHARREM AVŞAR ZÖHRE SALMAN ARİFE BOZDAĞ HASİBE ÖZKAN EMİN GÖK MUHARREM SÜMEN H.ALİ YILMAZ MEHMET KIRMACIOĞLU MUSTAFA ÖZKAYA AYNUR İKBAL MEHMET HİKMET ÖZTÜRK BANU AYDOĞAN PAKİZE TORUN NUSRET KÖSE