Oysaki iyileĹ&#x;mek, bir nevi unutmak demekti.
ARKADYA YAYINLARI DENİZ FENERİ KOYU KIMBERLEY FREEMAN Özgün adı: Lighthouse Bay Yayın Yönetmeni: Bülent Oktay Çevirmen: Duygu Parsadan Editör: Yasemin Büte Son Okuma: Çağla Dirice Çakır Sayfa Tasarım: Ayşe Çalışkan Kapak Tasarım: İlknur Muştu EKOSAN MATBAACILIK Litros yolu 2. Matbaacılar Sitesi 2NF8 Topkapı - Zeytinburnu Cilt: Ekosan Matbaacılık, İstanbul YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 13695 MATBAA SERTİFİKA NO: 19039 1. Baskı: Şubat 2015 ISBN: 978-975-999-796-0 © Kimberley Freeman, 2012 Bu kitabın Türkçe yayın hakları Anatolialit Telif ve Lisans Hakları Ajansı aracılığıyla Hachette Australia PTY LTD’den alınmış olup Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi’ne aittir. Yayınevinin izni olmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. ARKADYA YAYINLARI Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. MB İş Merkezi No: 14 Kat: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul Tel.: 0212 – 544 41 41 / 544 66 68 / 544 66 69 Faks: 0212 – 544 66 70 info@arkadya.net Arkadya Yayınları, Beyaz Balina Yayınları’nın tescilli markasıdır.
Kımberley Freeman
İngilizceden Çeviren Duygu Parsadan
Mary-Rose’a; Dağda söylenen dağda kalır…
The Times Brisbane, Mayıs 1901
Aurora adlı yelkenli gemide bulunan yirmi iki kişinin, Avustralya’nın doğu kıyısı açıklarında çıkan fırtınada kaybolduğuna inanılıyor. Gemide Londralı kuyumcu merhum Lord Winterbourne’un ilk oğlu Bay Arthur Winterbourne da bulunuyordu. Bay Winterbourne ve eşi, yeni Avustralya parlamentosuna Kraliçe Victoria’dan bir armağan götürmekteydi. Armağanın altın ve değerli taşlarla yapılmış, paha biçilemez bir tören asası olduğu biliniyor. Winterbourne’un ikinci oğlu Bay Percy Winterbourne’un, asayı aramak için Avustralya’ya gitmesi bekleniyor.
K
adının beyaz teni sert güneşin altında parlıyor, ıslak, uçuk mavi elbisesinin etekleri ayak bileklerine yapışı-
yordu. Gökyüzünün parlaklığı gözlerini alıyordu, sanki mavi göğün ardındaki tüm evreni görebiliyordu. Kumlar, çıplak ayaklarının altında gıcırdıyordu. Ayakkabıları deniz tarafından yutulmuştu. Bütün eşyaları ve kocası da öyle. Her şeyi soğuk, karanlık ve tuzlu suyun derinliklerinde kaybolmuştu. Kumda peşi sıra sürüklediği sandık dışında her şeyi. Bir adım, ardından bir adım daha. En son kocasının yüzünü görmüştü, o zamandan bu yana kimseye denk gelmemişti. Tutunduğu yerden kayarak gemi ile filika arasında gözden kaybolan kocasının yüzünde adeta şaşkın bir ifade belirmişti. Sandığı peşi sıra sürüklemekten kolları ağrıyordu ama ciğerlerine hava dolduğu sürece onu asla bırakmayacaktı. İçindeki şey öylesine değerliydi ki onu kaybetme düşüncesi bile yüreğini sıkıştırıyordu. Yürümeye başladığından beri deniz bir kükrüyor, bir geri çekiliyordu. Önceleri bu
8
Deniz Feneri Koyu
sesi huzur verici bulmuş olsa da şimdi ondan rahatsız olmaya başlamıştı. Sessizlik istiyordu. Neler olduğunu, nelerini kaybettiğini ve bundan sonra ne yapması gerektiğini düşünmek için sessizlik istiyordu.
2011
L
ibby küçük kilisenin arka sıralarından birine oturmuş, on iki yıldır sevdiği adamın yasını tutuyordu. Yaklaşık sek-
sen kişilik topluluktan ona sıcak bir dokunuş ya da hüzünlü bir tebessüm gösteren tek bir kişi bile olmamıştı. Libby’nin kim olduğunu bile bilmiyorlardı. Ya da bilseler de bunu belli etmiyorlardı. Bu, bir bakıma rahatlatıcı bir durumdu. Hiç değilse gözucuyla bakışlar, kulaktan kulağa dolaşan fısıltılar, iki yanında da ona değen soğuk omuzlar yoktu. Ama diğer yandan bu, acı gerçeği kabullenmek anlamına da geliyordu. Hiç kimse bugün buraya sonsuza dek veda etmek için geldikleri adamın –o güçlü bedeni ve tüm yaşam gücü her nasılsa kilisedeki daracık bir kutuya sığmış olan adamın– Libby’nin hayatındaki en önemli adam olduğunu bilmiyordu. Mark Winterbourne, elli sekiz yaşında anevrizma yırtılması sonucu ölmüştü. Ailesi, yani karısı Emily ve iki yetişkin kızları, onun yasını tutuyorlardı. Libby, yitip giden kişilerin gizli aşklarının nasıl davranmaları gerektiğinden emin değildi. Ancak bu kuralların, paramparça olacakmış gibi sızlayan bir yürekle arka sıralardan
10
Deniz Feneri Koyu
birine oturmak ve ayağa kalkıp, “Hiçbiriniz onu benim kadar sevmiyordunuz!” diye bağırma arzusunu dizginlemek gibi şeyler içerdiğini düşünüyordu. Bugün onun yaş günüydü. Libby’nin kırkıncı yaş günüydü. Libby dolan gözlerine mendiliyle usulca dokundu. Kilisenin içi soğuktu. Şubat ayının karları hâlâ yerden kalkmamıştı. Uzun kollu ceketinin içinde titriyordu. Mark olsaydı, bu giydiğini asla onaylamazdı. Ismarlama kıyafetler hiç hoşuna gitmezdi. Takım elbiseli insanlarla yeterince vakit geçirdiğini söylerdi. Libby’yi kot pantolonu veya bol, rahat elbiseleri içindeyken ya da üzerinde hiçbir şey yokken görmeyi severdi. Libby bu sabah gayet şık giyineceklerini bildiği kalabalığın içinde dikkat çekmemek için ceketini giydiği sırada, onu en son giydiği günü hatırlamıştı. “Hoşuma giden şu dantelli gömleğin nerede? Bunun yerine onu giysene,” demişti Mark. Mark’ın bu ceketten bir daha asla şikâyetçi olmayacağı düşüncesi, Libby’nin yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. Libby’yi bekleyen uzun bir gelecekte, Mark ona bir daha hiçbir şey söylemeyecekti. Sessiz kahkahalarıyla birlikte gözlerinin kenarları asla kırışmayacaktı. Artık Libby’nin ellerini sıkıca tutmayacaktı. Dudakları dudaklarına asla değmeyecek, bedeni bedenine yaslanmayacaktı... Hıçkırıklarını tutmaya çalıştığı için başına bir ağrı saplandı. Arka sırada oturan bu yabancı kadının kendini tutamayıp ağlaması ve bunca zamandır tutulan bir sırrı açığa çıkarması hiç uygun olmazdı. Mark bu konuda daima katı olmuştu: Karısı ve çocukları asla incinmeyecekti. Onlar masumdu ve acı çekmeyi hak etmiyorlardı. Tüm yükü Mark ve Libby taşımak zorundaydılar. Ve son on iki yıl, yükselen umutların ve ezici bir suçluluk duygusunun dansından oluşan, son derece ağır bir yükle birlikte geçmişti.
Kimberley Freeman
11
İlk konuşmalar yapılmaya başladığında, Libby bir süre dinledikten sonra Mark için söylenenlerin hiçbirinin onun Mark’ını tarif etmediğine karar verdi. Ardından gözlerini kapattı ve eğer söyleyebilseydi, neler söylerdi diye düşündü. Mark Winterbourne, elli sekiz yaşında hayata gözlerini yumdu. Ama onun tipik, orta yaşlı bir adam olduğunu düşünmek gibi bir yanılgıya düşmeyin. O uzun boylu, bakımlı, saçının tek bir teli bile dökülmemiş bir adamdı. Sağlıklı yaşam tarzının ve uzun mesafe koşuları ne kadar sevdiğinin göstergesi olan düz bir karnı ve sıkı kalçaları vardı. Zeki, eğlenceli ve azimliydi. Çocukluk hastalıklarının, okuma ve öğrenme bozukluğunun, henüz on beş yaşındayken babasını kaybetmiş oluşunun üstesinden gelmişti. Her ne kadar gizli ve çalıntı olsalar da birlikte pek çok güzel zamanlar geçirdik. On iki yıldan sonra bile nefesimi kesiyordu. O, cömert, hoş ve kibar biriydi. Oldukça kibar. Tanıdığım en kibar erkekti. Ilık gözyaşları Libby’nin yanaklarından aşağı süzüldü. Gözlerini açtığında, ön sırada oturan Mark’ın karısının başını önüne eğip hıçkırarak ağladığını gördü. Papaz merdivenlerden inerek kolunu ona doladı. Libby’nin yüreği vicdan azabıyla sızladı. Buraya hiç gelmemiş olması gerekirdi.
Manş Tüneli’nden Paris’e dönüş yapan tren neredeyse boştu. Libby başını, yanındaki koltuğa yerleştirdiği çantasına yasladı. Şimdi içindeki büyük boşluk kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Mark defnedilmişti. Libby’nin eski hayatı ve yeni hayatı arasındaki çizgi, iki metrelik toprakla çizilmişti. Mark ile hiç yapmadıkları, Mark’ın yapmak isteyip, kendisi-
12
Deniz Feneri Koyu
nin reddettiği şeyleri düşünmemeye çalışıyordu. Artık yalnız olduğuna göre onları kendi başına yapması gerekiyordu. Artık hayatın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunun son derece farkındaydı. Tren sarsılıp sallanırken, Libby derin bir nefes aldı. Sıcak bedeninde geçici bir süre misafir olan her soluğun farkında olarak, nefes alıp vermeye devam etti.
“Claudette seni görmek istiyor.” Libby başını kaldırarak baktı. Atkısını daha yeni çözmüş, çantasını sandalyesinin arkasına asmıştı. Pierre-Louis Tasarım’da resepsiyon alanı ne kadar aydınlık ve ışıl ışılsa, ofisler de o kadar sıkıcıydı. Libby tüm gün gri mobilyalar ve bej bölme duvarlar arasında oturuyor, geniş ekranlı bilgisayarında mücevherler ve moda evleri için kuşe kâğıda basılmış broşürler hazırlıyordu. Tüm bina yavaş yavaş yenileniyor olsa da her nasılsa onun olduğu bölüme bir türlü sıra gelmemişti. “Claudette neden beni görmek istiyor?” Claudette’in sekreteri Monique, sanki şaşırmış gibi gözlerini kırpıştırdı. “Bilmiyorum. Ama seni gelir gelmez çağırmamı söyledi.” Libby bir iç çekti. Levallois’teki küçük dairesinde yataktan kalkmak yeterince zor olmuştu. Kollarının ve bacaklarının ağırlığı onu hayrete düşürmüştü. Mark’ın ölümünden beri son beş günü hasta olduğu gerekçesiyle izinli geçirmeyi başarmıştı. Zaten bu da bir çeşit hastalıktı. Ayak parmaklarından saç diplerine kadar uzanan bir acı hissediyordu. Ama bu, asla geçmeyecek bir acıydı. Libby hiçbir zaman çalışabilecek durumda olmayacaktı. “Tamam,” dedi. “Geliyorum.”
Kimberley Freeman
13
Libby yirmi yıl önce Paris’e ilk geldiğinde, Fransızcası bir lise öğrencisininki gibi zayıftı. Şimdiyse akıcı bir şekilde konuşuyor, Fransızca düşünebiliyor ama İngilizce konuşmayı özlüyordu. Eşanlamlı pek çok kelimenin arasındaki nüansı, sıfatları birer inci gibi art arda dizmeyi özlüyor ve mutsuz olduğu zamanlar kendini Fransızca ifade etmeye çalıştığında hâlâ tereddüt ediyordu. Patronu Claudette çalışanlarını mutsuz etmekle ünlü olduğundan Libby şimdiden gardını almıştı. Claudette’in ofisinde dilerse tüm gün Sen Nehri’ni seyredebileceği, yerden tavana dek uzanan pencereler göze çarpıyordu. Fakat o kasıtlı olarak, masasını manzaraya sırtını dönecek şekilde yerleştirmişti. Sekiz ay önce bu ofise geldiğinden beri yaptığı tek değişiklik buydu, ama bu değişim pek çok şey anlatıyordu. Claudette’e göre pencereden dışarıyı seyretmek için vakit yoktu ve Libby’nin bir zamanlar büyük değer verdiği o huzur verici atmosfer, yavaş yavaş solarak ölmüştü. “Ah, Libby,” diyerek masasının önündeki sandalyeyi işaret etti Claudette. “Gel, otur. Biraz konuşmamız gerek.” Libby kalp atışlarının hızlandığını fark ederek oturdu ve Claudette’e belli etmeden derin bir nefes almaya çalıştı. Claudette buz gibi mavi gözlerini ona dikmiş bakarken, Libby de bacak bacak üstüne atıp beklemeye başladı. Pencere açıktı ve Ile Saint-Louis Adası’na uzanan köprüdeki trafiği duyabiliyordu. “Mutlu yıllar,” dedi Claudette nihayet. Libby şaşırmıştı. “Teşekkürler.” Bir sessizlik oldu. Claudette hâlâ gülümsememişti. “Bu kadar mı?” diye sordu Libby. “Şüpheleniyorum,” dedi Claudette. “Kırkıncı yaş gününde beş günlük izin aldın.”
14
Deniz Feneri Koyu
“Rahatsızdım.” “Ama bu sabah iyi görünüyorsun.” Öyle mi görünüyordu? “Çünkü beş gündür izindeydim.” Claudette gözlerini kısıp arkasına yaslandı. Ardından bir kurşunkalemi parmaklarının arasında döndürmeye başladı. “Sanırım sana inanmak zorundayım. Sadece aptal yerine konmaktan hoşlanmıyorum, Libby. Beş günlük bir izin bana pahalıya mal oluyor. Sırf doğum gününü kutlamak için işverenini istismar ettiğini düşünmekten nefret ediyorum.” Claudette bu tarz küçük suçlamalarıyla meşhurdu, bu yüzden Libby üzerine alınmadı. “Sizi temin ederim ki işe gelebilecek durumda değildim.” “Ama Henri dün öğleden sonra seni Gare du Nord peronunda görmüş.” “Londra’dan dönüyordum, doktorumu görmeye gitmiştim.” “Doktor mu?” Libby geri adım atmadı. “Özel bir mevzu.” Claudette kaşlarını çattı. Libby duyduğu suçluluk duygusuna direniyordu. Yalan söylemek onun doğasında yoktu, Mark ile geçirdiği on iki yıldan sonra bile. “Doğruyu söylediğini kabullenmekten başka yapabileceğim bir şey yok,” dedi Claudette hafifçe omzunu silkerek. “Doğruyu söylüyorum,” diye yalan söyledi Libby. Claudette ajandasına göz attı. “Hazır sen buradayken... Bu sabah Mark Winterbourne’un öldüğünü duydum. Onun hesaplarını sen tutuyordun, değil mi?” Libby’nin yüreğinde derin bir çığlık kopsa da dışarıya belli etmemeye çalıştı. “Evet.” “Bugün ofisini arayıp onun yerini kimin alacağını öğrenebilir misin? On iki yıldır tuttuğumuz hesabı kaybetmek
Kimberley Freeman
15
istemem. Winterbourne Kataloğu bizim tanıtım ürünlerimizden biri.” “Bugün mü arayayım? Genellikle yıl ortasına kadar sözleşme imzalamıyoruz.” “Dikkatleri dağılacaktır. Henüz hiçbir karar vermemişlerdir. Başka bir stüdyonun sözleşmeyi kapma riskini göze alamayız,” diyerek başını iki yana salladı Claudette. “Adam anevrizma yüzünden ölmüş,” diye devam etti konuşmasına. “Genetik bir şey olduğunu duymuştum. Anlaşılan bu yüzden ölen ilk Winterbourne o değil.” Libby irkilerek yüzünü buruşturdu. Bundan haberi yoktu. İlişkileri boyunca Mark ona aniden ölme ihtimali olduğundan hiç söz etmemişti. Acaba onu endişelerden korumak için mi söylememişti? Yoksa Libby sadece sevgilisi olduğu için mi? Claudette omzunu silkti. “Hayat kısa. Haydi, yapalım şu sözleşmeyi. Onları bugün ara.” Libby midesinin kasıldığını hissederek masasına döndü. Mark’ın telefonu açmak için orada olmadığını biliyorken, o tanıdık numarayı nasıl çevirebilirdi ki? Mark ile birlikte planlamayacaksa, o katalog üzerine çalışmaya nasıl devam edebilirdi? Bir zamanlar Mark ile iletişim kurmasında herhangi bir uygunsuzluğun görülmediği, tatlı bir sığınak olarak gördüğü işi, artık ona bomboş geliyordu. Bej rengi bölme duvarlar ve huysuz bir patron dışında hiçbir şey yoktu. Böylesi bir kayıp yaşayan biri bunun üstesinden gelmeyi başarabilir miydi, merak ediyordu. Gözlerini hâlâ açmadığı bilgisayarının boş ekranına dikerek uzun uzun baktı. Ardından ayağa kalkıp çantasını, atkısını ve paltosunu alarak, tek kelime etmeksizin ofisten ayrıldı. Winterbourne Kuyumcusu’nu aramayacaktı. Kız kardeşini arayacaktı.
16
Deniz Feneri Koyu
Libby, Villa Rémond’da bulunan kiralık dairesindeki kiralık kanepesinin ucuna ilişti. Sonra da yarı unutulmuş olsa da hâlâ tanıdık gelen, uluslararası alan kodları yüzünden uzamış olan, çocukluğuna ait telefon numarasını tuşladı. Telefon çalarken nefesini tuttuğunu fark ederek rahatlamak için omuzlarını gevşetti. “Alo?” dedi boğuk bir ses. O an uluslararası saat farkını hesaba katmadığını fark etti. Juliet’i uyandırmıştı. Libby utanıp kendini suçlayarak, aradaki sessizliğin biraz fazla uzamasına izin verdi. “Alo?” dedi Juliet tekrar, bu defa biraz korkmuş bir sesle. Libby telefonu kapattı. Başka ne yapacağını bilememişti. Kimi kandırıyordu ki? Juliet onun eve gelmesini hoş karşılamazdı. Eğer Libby’nin bunu planladığını bilseydi, onun vazgeçmesini sağlardı. Geri dönme. Asla. Juliet böyle söylemişti. Asla dönmeyeceğim. Asla, diye karşılık vermişti Libby. Ve yirmi yıldır sözüne sadık kalmıştı. Fakat hayatın planı ergenlikte söylenen şeyler üzerine yapılmamalıydı ve eve gitmek için pek çok iyi nedeni vardı. Hayalinde Mark’ın sesi canlanıverdi. Sen resim yaparsın. Birlikte denizi seyrederiz. Belki de Winterbourne Ailesi’nin gizemini öğreniriz. O evi satın almadan nasıl durabilirdim ki? Orası bizim yıllık inziva yerimiz olacak. Sonra da ona Libby’nin asla kullanmayacağına yemin ettiği anahtarları ve asla okumayacağına yemin ettiği tapu senedini uzatmıştı. Mark arada bir opal satın almak için Avustralya’ya yapacağı seyahatler öncesinde mutlaka bundan söz eder, Libby’nin gitmek istemediğinden
Kimberley Freeman
17
emin olup olmadığını kontrol ederdi. Ama Libby kararından dönmezdi. Juliet onu Mark ile görseydi... Tanrım, eğer Juliet Mark’a söyleseydi... Libby dairesine göz gezdirdi. Fazla pahalı bir daireydi, ama Mark onun merkezi bir yerde oturmasını istediği için burada kalmıştı. Gözlerini yatak odasının kapısına dikerek nefesini tuttu. Mark’ın sadece iç çamaşırı ve mavi, ipek sabahlığıyla her an kapıdan çıkacağına emindi. Uzun boylu ve güçlüydü, koyu renkli bukleleri kulaklarını örtüyordu. Kanlı canlı bir şekilde Libby’ye gülümseyip onun saçlarına dokunacaktı. Ama Mark odadan çıkmadı. Bir daha asla çıkmayacaktı. Ve böyle bir kaybın nasıl bir his olduğunu bilen birkaç kişiden biri de Juliet’ti.
Libby ve Mark’ın en sevdiği kafe Saint-Germain Bulvarı’ndaydı. Kafenin iç dekorasyonuna neredeyse 1930’lu yıllardan beri dokunulmamış gibiydi. Her seferinde girişin hemen dışarısına, kapının solundaki masaya otururlardı. Mark kafeye vardıklarında masalarında başkalarının oturduğunu gördüğü zamanlar son derece rahatsız olurdu. Genellikle uluslararası bir gazete bayiinden aldığı, bazen de Londra’dan getirdiği The Guardian gazetesi yanından eksik olmazdı. Bugünse Libby kafede bir başınaydı. Katladığı The Guardian gazetesini Mark’ın oturduğu yere bırakıp her zamanki siparişlerini söyledi: Kendisi için sütü kahve, Mark için de espresso. İçeceklerin gelmesini beklerken Rue Saint-Benoît’nın soluk bej ve beyaz renkli binalarına, trafiğine, siyah paltolu yayalarına ve karaağaçların sallanan yapraklarına göz gezdir-
18
Deniz Feneri Koyu
di. Ardından Paris’in kokusunu –egzoz dumanı, zambaklar ve kaldırımdaki yağmur– içine çekti. Buradan ayrılmanın nasıl mümkün olacağını merak ediyordu. İşyerindeki veda partisi sanki başka biri için düzenlenmiş gibiydi. Karanlık bir geçmişi değil, parlak bir geleceği olan, çelişki içinde olmayan mutlu bir kadın için... “Arkadaşınızı mı bekliyorsunuz?” diye sordu garson, Mark’ın espressosunu gazetenin yanına bırakırken. Libby kalbinin sızladığını hissetse de zorla gülümsemeye çalıştı. Hayır, o bir daha gelmeyecek. Mark’ın içeceği bahar sabahının esintisiyle soğurken, Libby kahvesini yudumladı. Sonra da gözlerini kapattı ve önceki sohbetlerinden alıntılar yaparak, Mark ile konuştuğunu hayal etti. “Yolculuğun nasıl geçti?” diye sordu Libby. “Güzeldi,” diye yanıtladı Mark. “İşlerimin çoğunu trende hallettim.” “Çok mu yoğunsun?” “Her zaman,” diyerek hafifçe gülümsedi Mark. İzin ver de okuyayım, dercesine parmaklarıyla gazetesine vurdu. Libby gözlerini açtı. Yukarıda gri bulutlar toplanmıştı ve havada nemli bir soğuk vardı. Uçağı üç saat içinde kalkıyordu. Libby’nin acıyan kalbi soğuk bir şekilde çarpıyordu. Her şey canını acıtıyordu. Yavaşça kahvesini içti. Son bir kez. Çantasını ve anahtarlarını alıp ayağa kalktı. Son kez. Kafeden ayrılırken hafif bir yağmur başladı. Libby ardına bakmak için arkasını döndü. Mark’ın kahvesi masada el değmemiş bir halde duruyor, gazetesi rüzgârda dalgalanıyordu. “Hoşça kal,” dedi Libby, Paris’i ve Mark’ı ardında bırakarak. Son kez.
O
kyanus. Büyük Pasifik’e göz atmak için otobandan ayrılıp okyanusa bakan yola indiğinde, Libby’nin adeta ne-
fesi kesildi. Harika bir şubat günüydü. Masmavi gökyüzünde hiç bulut yoktu ve güneş suyun üzerinde beyaz-sarı ışıklar saçarak parlıyordu. Okyanus, altın sarısıyla ışıklandırılmış mavi ve yeşilin tonlarında ışıldıyordu. Denizden esen rüzgâr, martıların kanatları altında beyaz köpüklü dalgalar oluşturuyordu. Libby arabayı bir uçurumun tepesine çekti. Ardından yolun karşısındaki çimenlik alana yürüyüp havayı içine çekti. Bu koku. Oldukça tanıdık olan bu koku, uzun zaman önce içine gömdüğü duyguları uyandırmıştı. Deniz yosunu. Tuz. Bu hem canlandırıcı hem de bayıltıcı bir kokuydu. Libby ciğerlerini bu kokuyla doldurdu. Bulunduğu yerden Deniz Feneri Koyu’nun kuzey ucundaki kayalık burnu –burası onun çocukluk eviydi– ve kireç badanalı tuğlaları güneş alan eski deniz fenerini görebiliyordu. Libby kalbinin teklediğini hissetti. Tekrar yolun karşısına geçerek arabasının yanına döndü. Arabayı iki gün önce Brisbane’e döndüğünde, uçak yolcu-
20
Deniz Feneri Koyu
luğu yüzünden hâlâ sersemken satın almıştı. Yıllardır araba kullanmamıştı. Paris’teyken arabaya ihtiyacı olmamıştı, Mark ile geçirdiği tatillerde ise arabayı Mark kullanmıştı. Mark için Mercedes’i oldukça kıymetliydi ve Libby’nin direksiyona geçme teklifini her seferinde çabuk fakat nazik bir şekilde geri çevirirdi. Bu küçük Subaru’yu kullanmak ise Libby için ilginç bir deneyim olmuştu. Debriyajı kaçırıp arabayı yola kadar kanguru gibi zıplatmış, trafiğe çıkmadan önce onu yokuşta nasıl kaldıracağını hatırlamaya çalışmıştı. Neyse ki sonra çabucak hatırlamış ve kendine olan güveni yerine gelmişti. Libby arabayı çalıştırıp uçurumun kenarından kuzeye doğru kıvrılan yola girdi. Yavaşça alçalan uçurumun ardından altın gibi kumsal göründü. Birkaç balıkçı ve öğle sıcağına meydan okuyarak güneş banyosu yapan bir iki çılgın dışında kumsal boştu. Deniz Feneri Koyu, meşhur Noosa ve Peregian kumsalları gibi kullanışlı olamayacak kadar kuzeydeydi. Libby 1980’li yılların sonunda kasabadan ayrıldığında, burası gençlerin Brisbane ya da Sydney gibi daha büyük kentlere kaçtığı bir su birikintisiydi. Fakat kasabaya yaklaştıkça pek çok şeyin değiştiğini görebiliyordu. Anacadde artık alışveriş merkezleriyle doluydu. Yol boyunca plaj giysileri satan mağazalar, açık hava lokantaları, dondurmacılar, paket yemek servisi yapan restoranlar ve büyük bir de içki dükkânı vardı. Küçük dükkânlarda da yavaş ama kararlı bir gelişme görünüyordu. Beyaz, alçıdan duvarları ve pek çok pencereleri olan dükkânların, caddeye bakan meyveli, buzlu içecek reyonları vardı. Ve işte, babasının pansiyonu oradaydı. Libby’nin onu son görüşünden beri neredeyse hiç değişmemişti. Belki sadece boyası yenilenmişti. Libby küçük bir çocukken, yazları pan-
Kimberley Freeman
21
siyonun dört odası da dolu olurdu. Kışları ise Libby ve Juliet boş odalarda oyun oynar, bir şatonun sahibiymiş gibi yaparlardı. Ama hayır, burası artık kardeşine ait bir işletmeydi. Bir zamanlar Reggie’nin Yeri yazan ön camında, şimdi Juliet’in Yeri yazıyordu. Libby arabasıyla yavaşlasa da durmadı. Daha sonra Juliet’i görmek için bolca vakti olacaktı, ancak şimdi onu göremezdi. Buraya dönmüş olmanın verdiği tuhaflıkla boğuşurken bunu yapamazdı. Ne de olsa bir daha asla dönmeyeceğini söylemişti. Asla. Şimdi önündeki yol iki kola ayrılıyordu. Biri onu tekrar deniz kıyısına, oradan da Mark’ın satın aldığı eve götürecekti. Diğeriyse kentin biraz daha iç kesimlerine giriyor, Libby’nin büyüdüğü mahallelerden geçerek babasının gömülü olduğu mezarlığa gidiyordu. Libby sinyal vererek mezarlığa giden yola saptı. Deniz Feneri Mezarlığı küçük ve gölgeler içinde bir yerdi. Libby arabasını yol kenarına park etti ve alçak, demir parmaklıklar boyunca yürüyerek kapıya ulaştı. Gıcırdayarak açılan kapı, Libby’nin arkasından çarparak kapandı. Libby bir an için sersemledi. Babası buralarda bir yerdeydi, ama nerede? Gözleriyle tanıdık kelimeler arayarak mezar taşlarının arasında yürümeye başladı. Balık havuzunun etrafından dolanıp, arka parmaklıklara doğru giden dar patikayı yürüdü. Nihayet onu bulmuştu. Reginald Robert Slater. D. 1938, Ö. 1996. Huzur içinde uyusun. Libby mezar taşında yazan sade yazıyı tekrar tekrar okudu. Babası öldüğünde henüz elli sekiz yaşında, yani Mark ile aynı yaştaydı. Fakat o zamanlar babasının yaşlı olduğunu sanıyordu. Onun kalp krizi yüzünden aniden ölmesinin, yaşlı insanlar
22
Deniz Feneri Koyu
için olağan bir durum olduğunu düşünmüştü. Babasının herhangi bir hastalığının olmaması, Libby’nin eve gelip ona veda etmesini gerektirmemişti. Sırf Paris buraya çok uzak diye cenazeye bile gelmemişti. Yakındaki bir ağaçta ötmeye başlayan örümcek kuşu, Libby’yi vicdan azabıyla kıvrandıran düşüncelerinin arasından çekip çıkardı. Babasının mezarına bırakmak için bir demet çiçek getirmiş olmayı dilese de, bunun boş bir davranış olacağını fark etti. Bakışlarını kaldırarak mezarlığın geri kalanına göz gezdirdi. Annesi de buralarda bir yerde yatıyordu. Ama o, Libby’nin ikinci yaş gününden önce, Juliet doğduktan sadece üç gün sonra ölmüştü. Libby annesini hatırlamıyor ve onu hiç özlemiyordu. Babasına ise ansızın ve hiç beklenmedik bir özlem duymuştu. Uzaktaki denizin geri çekilen dalgalarının sesini duyabiliyordu. Öylesine şiddetli ve ezici pek çok duyguyu bir arada yaşıyordu ki bir an için dizlerinin üzerine yığılacağını sandı. Keder, pişmanlık, aşk acısı, suçluluk duygusu... Mark öldüğünden beri bazı günler, kendisinin neden hâlâ hayatta olduğunu merak ediyordu. Bu acı neden onu hâlâ öldürmemişti ki? Kendini bu kadar kötü hissetmesine rağmen ölmemesi ona imkânsız görünüyordu. Ancak Libby yaşamaya devam ediyordu. İçi paramparça olsa da bedeni hâlâ hareket ediyor, hâlâ nefes alıp veriyordu. Mezarların arasından yürüyerek arabasına dönerken, mezar taşlarında yazanlara göz gezdirdi. İsimlerin çoğu tanıdık değildi. Fakat bir ağacın yayılmış dalları altında duran mezar taşındaki ismi oldukça iyi tanıyordu. Andrew Nicholson. Libby, Juliet’in onun mezarını hâlâ ziyaret edip etmediğini merak etti.
Kimberley Freeman
23
Mezarlıktan çıkıp yeniden arabaya bindi. Bugün Juliet ile yüz yüze gelmeye dayanamazdı. Bugün basit fakat bir o kadar da ezici bir görevi yerine getirecek, Mark’ın Libby için – ikisi için satın aldığı evi görecekti.
Libby, deniz fenerine giden çakıltaşlı yolun sonunda tek başına duran evi görür görmez tanımıştı. Onu sadece Mark’ın gösterdiği fotoğraflardan değil, kendi çocukluğundan da tanıyordu. Hafızasını geçmişe gitmeye zorladı. Ev 1940’lı yıllarda, yeni deniz feneri bekçisinin kalması için inşa edilmişti. Libby’nin Deniz Feneri Koyu’nda yaşadığı zamanlar bu ev boştu. Korsan Pete, on dokuzuncu yüzyıldan kalma deniz fenerinin içinde yaşamayı tercih ederdi. Korsan Pete’i düşünmek Libby’nin çok daha fazla anısını canlandırdı. Libby ve bir grup arkadaşı, deniz fenerine giden patikayı yürüyüp kapıyı çalmak için birbirlerini cesaretlendirirler, bir yandan da aptal gibi kıkırdarlardı. Korsan Pete sallanarak kapıyı açar, uzun, gri sakalı ve buz gibi gözleriyle, “Beni rahat bırakın, çocuklar!” diye bağırırdı. Libby ve arkadaşlarının geceleri pijama partilerinde anlattıkları korkunç hikâyelerde, Korsan Pete’e bolca yer verilirdi. Elbette, o bir korsan falan değildi. Sadece bir deniz feneri bekçisi ve muhtemelen yaşlı, yalnız bir adamdı. Libby arabayı otlarla kaplı yola çekerek motoru durdurdu. Ellerini direksiyona kenetleyip birkaç dakika boyunca öylece oturdu. Düşüncelerin ve anıların üzerine çökmelerine izin verdi. Asla kullanmayacağını düşündüğü anahtarlar çantasındaydı. Bir iç çekti. Bu hafta hayatında yapmayı umduğu şeyler
24
Deniz Feneri Koyu
bunlar değildi. Matemli ve işsiz bir halde yurduna dönmeyi, sahibi olduğu fakat daha önce içini hiç görmediği bir eve gelmeyi beklemiyordu. Mark opal taşı almak için yılda bir kez Queensland’e giderdi. Altı yıl önce bu gezilerinden birinde, yakınlarda bulunan ve ailesinin adını taşıyan Winterbourne Kumsalı’nı ziyaret etmişti. On ikinci yüzyılın sonlarına doğru ailesinin bir deniz kazasında kaybettiği hazine efsanesi yüzünden, burası popüler bir dalış bölgesiydi. “Oraya gitmişken bebeğimin doğup büyüdüğü yeri görmeden nasıl durabilirdim ki?” demişti Mark. “Ev satılıktı, ben de sana seni ne kadar sevdiğimi göstermenin bir yolu olsun istedim.” Libby gözyaşlarını tutarak çantasını kaptığı gibi arabadan indi. Denediği ilk anahtarla ön kapının kilidini açtıktan sonra içeri girdi. Küf kokusu. Eski eşyalar. Toz. Pencereler, dışarıdaki manzarayı bulanıklaştıran ince bir deniz tuzu tabakasıyla kaplıydı. Libby aklının bir köşesine ilk notunu yazdı: Camlar silinecek. Ardından kahverengi yer karoları, ince, kahverengi bir kilimi ve sandalyeleri olmayan eski, dört köşe, ahşap bir masası olan oturma odasının diğer ucuna yürüdü. Alüminyum sürgülerini iterek pencereleri teker teker açtı ve denizden esen rüzgârın içeri dolmasına izin verdi. Evin kendisi 1940’lı yıllarda inşa edilmiş olabilirdi, ama dekoru tamamen 1970’lere aitti. Açık yeşil mutfak tezgâhının arkasındaki duvar, su yosunu renginde minik fayanslarla kaplıydı. Ocağın üzeri ise örümcek ağları ve hamamböceği pislikleriyle doluydu. İkinci not: Her şey endüstriyel temizlik ürünleriyle ovalanarak temizlenecek. Kısa bir koridorun sonu perişan haldeki bir banyoya, arka kapısı bulunan bir çamaşırlığa ve iki yatak odasına varıyordu.
Kimberley Freeman
25
İlki uçuk pembeye boyanmış büyük bir yatak odasıydı. Süslü, kocaman ve demir bir yatağı vardı. Döşeğinin naylon ambalajı hâlâ açılmamıştı. Libby hızlıca göz attığı dolaplarda uçuk yeşil çarşaflarla karşılaştı. Onlar da hâlâ ambalajındaydı. Durup derin bir nefes aldı. Bir keresinde neredeyse geliyorlardı. Mark iş için kendine izin ayarlamıştı, Libby ise yatak odasının renklerini seçmişti. Bu renkleri. Ancak uçuşlarına bir hafta kala Libby tereddütte kalmıştı. “Bana sadece altı ay daha ver,” demişti Mark’a. “Juliet’e yazıp nasıl hissettiğine bir bakayım. Aramızda büyük dargınlık var.” “Ne tür bir dargınlık?” Ancak bunu Mark’a hiç anlatamamıştı. Mark ile ilişkisi zaten pamuk ipliğine bağlıydı. Bir de duyduğu utancı ve vicdan azabını anlatacak olursa, Mark’ın hislerinin soğumasına neden olur muydu? Altı ay, bir yıl oldu. Bir yıl, iki yıl oldu. Libby hâlâ Juliet’e mektup yazmamış, Mark ise soru sormayı bırakmıştı. Belki de Libby’yi zamanla, yavaş yavaş ikna etmeyi düşünüyordu. Ama zaman dolmuştu. İkinci yatak odası, bir yatak odası olabilecek büyüklükte değildi. Tamamı sürgülü pencerelerden oluşan duvarıyla, burası daha çok bir atölyeydi. Şövalelerde örümcek ağı bağlamış iki boş tuval duruyordu. Belli ki bu oda bir resim odası olarak hazırlanmıştı. Libby yere oturup ağlamaya başladı. Mark bu evi satın aldığında, Libby bir daha asla dönmeyeceğine yemin ettiği bir yere dönmesi için neden kendisine baskı yaptığını merak etmişti. Ama Mark’ın bütün istediği Libby’nin Pierre-Louis’teki işini bırakıp rahat bir hayata başlaması ve çocukluğundan beri hayal ettiği gibi huzur içinde resim yapmasıydı. İşte her şey buradaydı; küçük bir ev, deniz
26
Deniz Feneri Koyu
manzarası, başlamak için bir fırsat. Fakat Mark, Libby’nin ne kadar mutlu olduğunu ve bu sevgi gösterisine ne kadar minnettar kaldığını hiç göremeyecekti. Libby uzun süre ağladıktan sonra ayağa kalkarak gözlerini sildi. Ardından lambayı yakmak için düğmeye bastı, ama hiçbir şey olmadı. Evde elektrik yoktu. Bu kez mutfağa girdi. Boş buzdolabının kapağı açıktı. Kilerde hiçbir şey yoktu. Lavabonun altında herhangi bir temizlik ürünü ya da bulaşık bezi de yoktu. Başlıca malzemelere ihtiyacı vardı. Bu da markete gitmesi anlamına geliyordu. Kasabada ne kadar uzun süre kalırsa, tesadüfen kız kardeşine rastlama riski de o kadar artıyordu. Fakat henüz pansiyona gitmeye ayakları varmıyordu. Bu gece güzelce uyuyacak ve sonra da oraya gidecekti. Kesinlikle.
Nemli ve sıcak hava Libby’yi yormuştu. Tek isteği yatağa kıvrılıp uyumaktı. Fakat öğleden sonrasını evi bir düzene sokmakla geçirmek zorundaydı. Kolsuz, pamuklu bir tişörtle bir şort giyip uzun, koyu renk saçlarını bağladı ve tüm enerjisini topladı. Güneş battığında baştan aşağı ter ve örümcek ağı içinde kalmıştı. Duş almayı aklından geçirdiği sırada deniz kenarında olduğunu hatırladı. Bu yüzden duşa girmek yerine mayosunu bulup doğruca kumsala indi. Yıllardır denizden uzakta sürdürdüğü şehir hayatı onu biraz ürkütmüştü. Ya suda denizanaları varsa? Ya da köpekbalıkları? Fakat bedenini sarmalayan mavi-yeşil su, berrak ve sıcacıktı. Libby beline dek suya girecek kadar yürüdükten sonra kendini gelen bir dalgaya bıraktı. Sürekli bedenine çarpan dalgaların yerini, kulaklarında uğuldayan suyun sesi almıştı.
Kimberley Freeman
27
Libby nefes almak için tekrar su yüzüne çıkarak gülmeye başladı. Bu saatte üzerinde bir mayoyla denizde yüzüyor olması komikti. Şimdi Paris’te olsaydı eldivenlerini giyip atkısını takmış, eve dönmek için metroya yürüyor ve diğer yolcuları iterek kendine yer açmaya çalışıyor olurdu. Bu kumsalda ise kendisinden başka tek bir kişi vardı, o da bir buçuk kilometre ötede ayak bileklerine kadar suya girmiş olan bir balıkçıydı. Libby bir süre suda sırtüstü yatarak dalgaların onu taşımasına izin verdi. Dudakları tuzluydu, saçları suyun üzerinde yüzüyordu. Akşam karanlığıyla birlikte gökyüzünün pembe sarı rengi, mor ve kurşun rengine dönüşmüştü. Libby denizden çıkıp kumlara oturarak kendini rüzgârda kurumaya bıraktı. Dört bir yanı kadifeyle sarılmış gibiydi: Yumuşacık kumlar, kayalıkların üzerindeki deniz sisi, ılık rüzgâr ve Libby’nin kendi bedeni ile acıyan kalbi. Libby gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında balıkçı gitmişti ve akşam karanlığı yerini gecenin karanlığına bırakmıştı. Libby ayağa kalkıp üzerindeki kumları silkeledi ve yavaşça eve doğru yürümeye başladı. Kumsal, ağaç ve çalılıklardan oluşan bir şeritle medeniyetten ayrılıyordu. Kumlu yoldan caddeye doğru ilerlerken, yengeçler sağa sola kaçışıyorlardı. Libby eve girdiğinde küflü kokunun kaybolduğunu fark ederek sevindi. Denizden esen rüzgâr pencerelerden içeri girerek hafif, dantel perdeleri kımıldatıyordu. Libby soğuk suyun altında hızlıca duş alarak üzerindeki tuzdan kurtulduktan sonra kendine fıstık ezmeli bir sandviç hazırladı. Ardından tuvalin başına geçip boya kutularından bazılarını açarak bir başlangıç yapmayı düşündü. Ama yorgunluğu ağır basınca doğruca yatağa yöneldi. Saat on bir civarı Libby gözlerini açarak onu uyandıran şeyin ne olduğunu merak etti. Bir araba sesi. Bir süre karanlıkta
28
Deniz Feneri Koyu
yatmaya devam ederek sesi dinledi. Araba ne uzaklaşıyor ne de yaklaşıyor, olduğu yerde öylece duruyordu. Libby ayağa kalkıp perdeyi hafifçe araladı. Evet, evinin hemen önündeki yolda bir araba duruyordu. Farları açıktı. Motoru çalışıyordu. Fakat hareket etmeden öylece bekliyordu. Libby dikkatle arabaya baktı. Duyduğu merak hafif bir korkuya dönüşmüştü. Karanlık yüzünden plakasını görmek bir yana, ne tür bir araba olduğunu bile seçemiyordu. Böyle beş dakika geçti. Ardından on dakika. Nihayet araba caddeye yönelip bir U-dönüşü yaptı ve yol kenarındaki çakıltaşlarını ezerek hızla uzaklaştı.