A
ntalya'ya kış erken geldi. Son 15 yılın en soğuk günleri yaşanıyor. Hissedilen sıcaklığın sıfırın altına düştüğü bu günlerde vatandaş soğuklardan muzdarip durumda. S.2
A
kdeniz Üniversitesi’nde 2014-2015 öğretim yılının birinci güz dönemi sınavlarının başlamasıyla öğrenciler sınav haftasına girdi. Üniversite’nin içinde Olbia ve Yakut Çarşılarındaki cafelerin çoğu zaman boş olması dikkat çekiyor. S.3
Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesinin arka tarafında bulunan çöpler kaldırılmayı bekliyor. S.10
ERÇEK OCAK, 13, 2015
Y
atılı okulun küçük bir odasında ismini bile bilmediği halter sporu ile tanışan milli sporcu Ayşegül Çoban, 2007 yılından bu yana Türkiye rekorları ile Yıldızlar, Gençler ve Büyükler Avrupa Şampiyonaları’nda elde ettiği başarılarla geleceğin halter sporcularından biri olarak görülüyor. S.16
www.gercekhaber.com *1TL* / KKTC *2TL*
Okuyan Antalya TÜRKİYEN’NİN SON 12 YILI VE BİR HAFIZA YOKLAMASI
T
am 12 yıl oldu Akp nin aramıza katılışı. Bu 12 yıl içerisinde çeşitli vahşetler ve çeşit çeşit nedenlerden dolayı bir sürü ölüm meydana geldi. Bunların arasında belkide Türkiye Halklarını en çok üzen ve ağlatan hepimizin de bildiği gibi Berkin Elvan'dı. Berkin henüz 14 yaşında hayat ının baharına adım atarken bir polisin kör kurşunuyla hayata veda etti.Akp nin bizimle olduğu bu süreçte Gezi Parkı olaylarında bir sürü genç ya tutuklandı ya da öldürüldü.Peki bunlar sadece Akp hükümetinin tek başına yapacağı bir iş miydi ? Elbette ki hayır. Bunun arkasında Erdoğan'ın faiz lobisi dediği kişler ve kurumlar, elbette insan kıyımlarının olmazsa olmaz dev gücü Amerika Birleşik Devletleri de vardı. S.4
EĞİTİMİN UMUDU Muzaffer D. Eğitimin toza dumana karıştığı ülkemizde bir öğretmen olarak 25 yıılık öğretmenlik deneyimi sonucu eğitimdeki aksaklıkları düzeltmeye çalıştıysa da ya bir bakana yada bir M.E.B görevlisine takılıyor hep. Şimdi 47 yaşında ve hala eğitime çözümler arıyor. S.9
Hobbit: Beş Ordunun Savaşı GARİP BALÇAK
Antalya'nın en kapsamlı halk kütüphanelirinden Doğan Hizlan kütüphanesi yenileniyor. - Garip BALÇAK
H
erşey den önce kütüphanelerin ne anlama geldiğini bulalım kendi içimiz de ve az da olsa önemini kavrayalım. Günümüzde teknolojinin gelişmesi ve bilgiye daha kolay ulaşılabilmesi sebebiyle kütüphanelere olan ihtiyaç azalmıştır. Ancak ne olursa olsun kütüphanelerin farklı bir havası ve atmosferi vardır. Kütüphanelerde kitapların tozunu yutan kişiler ve bu alışkanlığı kazananlar bu kültür ortamlarından kolay kolay vazgeçemez. Çünkü kitapların kokusunu duyarak onlara dokunarak araştırma yapmanın zevki hiçbir sanal or-
tamda yoktur. Kütüphane ye giden bizler bunun zaten ne anlama geldiğini biliyoruz. Tarihçesi hakkında da kısaca bilgi vermek gerekirse. Kütüphanelerin tarihteki ilk örneklerini Mısır ve Mezapotamyadaki kil tabletler oluşturur.Eski Mısırda bulunan ilk belgeler papirüs üzerine yazılan tapınak kayıtlarını içeriyordu. Sosyal hayatı içine alan, din ve dinle ilgili törenleri, felsefe, tıp, kimya gibi bilimler ve siyasal nitelikli devlet yazışmalarının bulunduğu kaynaklar “tablet evi” ve “mühür evi” gibi isimlerle adlandırılan yerlerde tutulmaktaydı. S.15
B
irçok kitap özellikle bizi içerisinde alıp götürmüş olanlar ve sürükleyerek okuyucuları kendine bağlayanlar ekranları süslemeye devam ediyor. Bu sözünü ettiğimiz uyarlamaların ikiye ayrılır bunların ilki doğrudan doğruya eserle sırt sırta verip uyarlananlar, ikincisi ise aynı mekan içerisinde bulunurken bile ayrı ayrı ikisi içerisinde de küçük süprizler bulunduran türden uyarlamalar. İlk çeşit uyarlama ya en belirgin örnek kuşkusuz J.K Rowling’in kaleme almış olduğu Harry Potter serisi. İkinci uyarlama çeşidinin en başarılı en ünlü ve en sevilen örneği ise kitabını okuyanların heyecanla izledikleri yüzüklerin efendisi serisidir. S.12
GAZETECİLER CHARLİE HEBDO SALDIRISINI KINADI. Antalya’da 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü dolayısıyla toplanan Gazetecilere Özgürlük Platformu üyeleri Fransa’da gerçekleşen Charlie Hebdo saldırısını kınadı. S.5
KADINLARA DOKUNAMAYAN OBSESİF KOMPULSİF ÖĞRENCİ S.8
2
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
ÜNİVERSİTE HABERLERİ
ANTALYA’DA KIŞ
A
ntalya'ya kış erken geldi. Son 15 yılın en soğuk günleri yaşanıyor. Hissedilen sıcaklığın sıfırın altına düştüğü bu günlerde vatandaş soğuklardan muzdarip durumda.
T
ürkiye’ye Sibirya üstünden gelen soğuk hava dalgası Antalya’yı da etkisi altına aldı. 09.01.2015 Cuma günü gece yarısından sonra termometreler Antalya’da -5 dereceyi gösterdi. Akdeniz Üniversitesi kampusu içinde de kışın geldiği hissedildi. Yapay göller buzlanırken çimenlerin üstü beyaz kırağı ile kaplandı. Öğrenciler kalın giysileriyle bu soğuğa uyum sağlamaya çalıştı. Çarşıda bazı esnaflar içecek dolaplarını çalıştırmadıklarını havanın bu durumu zaten içecekleri dolap kadar serin tuttuğunu söyledi. Bazı yeni gelen öğrenciler Antalya’da kışın böyle olacağını tahmin etmediklerini ve şaşkın olduklarını söylerken iki ve üç sene-
lik öğrenciler ise en soğuk kışın bu kış olduğunu burada bulundukları süre içinde Antalya’da böyle soğuk görmediklerini söylediler. Bazı öğrenciler ise kışlık hazırlık yapmadıklarını söyleyerek dertlerinin ısınmak olduğunu söyledi. Gece üç dört tane battaniyelerle yatmak zorunda kalan gençler kışın bu sert günlerinden şikayetçi. Zaten kıt kanaat geçinen bazı öğrenciler bu zor kış günlerinde ısınmak aynı odanın içinde beş altı kişilik gruplar halinde kalıp nefesleriyle ısınmaya çalıştıklarını belirtti Emre GENÇKAN
ZAYIFLAMAK İÇİN ZUMBA
Z
ayıflamak için onca yönteme başvuran kadınlar son dönemde farklı bir zayıflama yöntemine başvurdular. Daha önce diyetlerle ve spor salonlarında zayıflamaya çalışan kadınlar artık bunları değil artık Zumba yapıyorlar. Zumba bir dans türüdür. Zunga,1990'larda dansçı ve koreograf Alberto "Beto" Perez tarafından Kolombiya'da ortaya çıkarılan, Latin esintili bir dans fitness programı olup dünya çapındaki en yaygın dans fitness programıdır. Zumba, dans ve aerobik figurlerini içerir. Zumba koreografisinde, kumbiya, hip-hop, samba, salsa, merenge, mambo, savaş sanatları ve bir kısım Boliwood ve oryantal dans hareketleri bir arada kullanıldığı gibi, "squad" ve “lunge" egzersizleri de kullanılır. Zumba için spor salonları ve fitness merkezlerince li-
sans ücreti ödemeyen kadınlar zayıflarken aynı zamanda eğlenebiliyorlar. Özellikle son zamanlarda Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinin de rağbet ettiği bu dans türünün ileride üniversite öğrencilerinin bir numaralı dansı olacağı düşünülüyor. Her geçen gün artan dansçı sayısı da bunun en belirgin kanıtı olarak gösteriliyor. Konu hakkında düşüncelerini belirten Fitness hocası Mehmet Söylemez: " Bu dans üniversiteye geldiğinden beri özellikle kız öğrenciler fitness salonunu bırakmaya başladılar. Bizde bu dans türü olmadığı için üniversitedeki dans salonlarına akın eder hale geldiler. Biz elimizden geldiğince bu dansı fitness merkezimize taşımaya çalışacağız dedi.
Sağlık işçilerinin maaşları geç ödeniyor İmtiyaz Sahibi: Egos Holding Genel Yayın Yönetmeni Oğulcan Suner Yayın Danışmanı Emre Gençkan
T
aşeron firma sağlık çalışanlarına paralarını geç ödüyor. Akdeniz üniversitesi Tıp Fakültesinde sözleşmeli çalışan sağlık personellerine maaşları her ay söylenenden on gün geç ödeyerek çalışanları mağdur ediyor. Bu ay da Ocak 1 de ödenmesi gereken maaşlar 10 Ocak’ta ödenmiş ve bu sağlık çalışanlarını mağdur etmişti. Tıp fakültesinde çalışan sözleşmeli personeller bu durumdan şikayetçi. Kadrolularla aralarında hem çalışma hem de parasal olarak farkın olmasının üzerine bir de maaşlarının söylenenden geç ödenmesi sözleşmelilerle kadrolular arasındaki farkı daha da açıyor. Bunun yanında taşeron firmada bu geç ödemelerden kendine fayda sağlıyor. Bankada
Yazı İşleri Müdürü Tuğçe Kayalık bekleyen paralar firmaya fazladan para kazandırıyor. Sağlık işçilerini bu şekilde mağdur ederek kendilerine haksız kazanç elde eden taşeron firmadan sağlık işçileri memnun olmadıklarını söylüyor. Sağlık sektöründe enfeksiyon riski, hasta yakınlarıyla olan sorunlar, malzeme yetersizliği, eleman eksikliği, çalışma saatlerinin düzensiz oluşu ve bundan başka bir çok sorunların yanında bir de maaşların geç ödeniyor olması sağlık çalışanlarını mağdur ediyor.
Haber Müdürü Garip Balçak Görsel Yönetmen Eser Güzelçay Spor Müdürü Servet Tunç
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
3
ÜNİVERSİTE HABERLERİ
AKDENİZ’DE VİZE HAFTASI
A
G
kdeniz Üniversitesinde vize haftasının başlamasıyla, öğrenciler ders çalışmalarına hız verdi...
üz dönemi vize sınavların başlamasıyla cafeler boşaldı, çimenler doldu.
Akdeniz Üniversitesi’nde 2014-2015 öğretim yılının birinci güz dönemi sınavlarının başlamasıyla öğrenciler sınav haftasına girdi. Üniversite’nin içinde Olbia ve Yakut Çarşılarındaki cafelerin çoğu zaman boş olması dikkat çekiyor. Fakülte önlerinde öğrencilerin çimenlerde gruplar halinde oturarak ders çalışması renkli görüntüler oluşturuyor. Sınavların nasıl geçtiği konusunda muammada olan öğrencilerden bir kaçı ‘bu haftanın stres haftası’ olduğunu belirtti. Kantinde not almak
için sıraya giren öğrencilerin umutsuz bekleyişleri görülüyor. Surat ifadelerinin de durumu anlattığı görüntülerle, seslerin zaman zaman alçalması zaman zaman yükselmesiyle fakülte önlerindeki çimenler renkli bir kaos ortamına dönüşüyor. Özellikle bütlere kalmak istemeyen öğrencilerin harıl harıl çalıştığı sınavların çok zor geçeceği belirtiliyor. Bu sınav stresine rağmen öğrenciler ders çalışmanın yanında sohbet etme olanağı da bulabiliyor. 10-17 Kasım tarihleri arasında sürecek olan sınavların büyük bir heyecan içinde geçeceği belirtiliyor. Tuğçe Kayalık
KÜTÜPHANE’DE DERS ÇALIŞIRKEN ÖLDÜ
A
AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ’İNDE FİNAL HEYECANI BAŞLADI
kdeniz Üniversitesi Kütüphanesi’ne ders çalışmak için giden öğrenci kütüphanede çalışırken hayatını kaybetti. Arkadaşlarıyla Merkezi Kütüphane’ye ders çalışmak ve araştırma yapmak için gittiği belirtilen öğrenci burada bilinmeyen bir nedenden dolayı kalp krizi geçirdi. Hemen arkadaşları ve güvenlik görevlileri tarafından hastaneye kaldırılmasına rağmen kurtarılamayan genç vefat etti. Olay finallerin başlamasıyla öğrencilerin daha fazla ders çalışmak ve ödevlerini yapmak için kullandığı Akdeniz Üniversitesi Merkezi Kütüphane’de yaşandı. 22 yaşında-
ki Ömer Faruk Çakmak arkadaşlarıyla kütüphaneye gitti. Ders çalışmak ve araştırma yapmak için gittiği kütüphanede aniden rahatsızlanarak fenalaşan genç apar topar hastaneye kaldırıldı. Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan öğrenci hastanede hayata veda etti. Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi 4’üncü sınıf öğrencisi olduğu öğrenilen gencin cenazesi defnedilmek üzere memleketi Giresun’a gönderildi. Eser Güzelçay.
A
kdeniz Üniversitesi öğrencileri yorucu bir dönemin ardından başlayan finallerde ter dökecek. Zorlu bir iki haftalık dönem geçirecek olan öğrenciler hem heyecanlı hem de sınavların kötü geçeceği kaygısıyla tedirgin. Sınavların kötü geçmesi ihtimali bile öğrenciler için kabus gibi. Öğrencilerin bir kısmı finallere çalışmaya erken başladı. Bir kısmı ise hep yaptıkları gibi son güne bıraktı çalışmayı. Vizelerde aldıkları notların da değerlendirmeye katılacağı hesaplanarak karar verileceğini söyleyen öğrenciler, vizelere ise yeterince çalışamadıklarını söylediler. Öğrenci psikolojisinin hep ertelemeci çalıştığını ve yaşanan sorunların da bundan kaynaklandığını belirten uzmanlar ise öğrencileri uyar-
dı. ‘’Finaller Ölüm Kalım Meselesi Değil.’’ Uzmanlar öğrencileri stres yapmamaları, sakin olmaları ve sınavlara çok büyük anlam yüklememeleri konusunda uyararak, sınavlardan kalmaları halinde bütünlemeler ve yaz okulu seçeneklerinin olduğunu hatırlatarak tüm öğrencilere başarılar diledi. Eser Güzelçay
İLETİŞİM FAKÜLTESİ ÖDÜLLERİNİ KUTLADI
A
kdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Aydın Doğan Vakfı tarafından düzenlenen '26. Genç İletişimciler Yarışması’nda kazandığı ödülleri Hukuk Fakültesi Konferans Salonunda düzenlediği törenle kutladı. Törene İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bilal Arık, TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut, AÜ Rektörü Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, Antalya İl Emniyet Müdürü Cemil Tonbul, Basın Yayın Enformasyon İl Müdürü Esen Diler, Basın İlan Kurumu İl Müdürü Nedim Engin, öğretim görevlileri ve öğrenciler katıldı. Törene, yorucu çalışma temposunun yorgunluğunu atmak ve biraz dinlenmek için Antalya’da bulunan TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut’un katılması ise yoğun güvenlik önlemlerinin alınmasına yol açtı.
İletişim Fakültesi 2014 yılı boyunca katıldığı yarışmalardan toplamda 42 ödül alarak büyük bir başarıya imza attı. Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması’nda ise toplam 24 ödül alarak üst üste dördüncü kez Türkiye birincisi oldu. Kazanılan ödüllerin kutlandığı törende ilk olarak İletişim Fakültesi Dekan’ı Prof. Dr. Bilal Arık konuşma yaptı. Daha sonra AÜ Rektör’ü İsrafil Kurtcephe ve TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut da birer konuşma yapıp törenden ayrıldılar. Konuşmaların ardından yarışmalarda dereceye giren öğrencilere teşekkür belgesi ve hediyeler verildi. Daha sonra Yılın Hikayesi adlı kısa film izlendi. Öğrencilerin toplu fotoğraf çekimi akabinde tören sona erdi. Eser Güzelçay.
4
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
KÖŞE YAZISI
TÜRKİYEN’NİN SON 12 YILI VE BİR HAFIZA YOKLAMASI Tam 12 yıl oldu Akp nin aramıza katılışı. Bu 12 yıl içerisinde çeşitli vahşetler ve çeşit çeşit nedenlerden dolayı bir sürü ölüm meydana geldi. Bunların arasında belkide Türkiye Halklarını en çok üzen ve ağlatan hepimizin de bildiği gibi Berkin Elvan'dı. Berkin henüz 14 yaşında hayat ının baharına adım atarken bir polisin kör kurşunuyla hayata veda etti.Akp nin bizimle olduğu bu süreçte Gezi Parkı olaylarında bir sürü genç ya tutuklandı ya da öldürüldü.Peki bunlar sadece Akp hükümetinin tek başına yapacağı bir iş miydi ? Elbette ki hayır. Bunun arkasında Erdoğan'ın faiz lobisi dediği kişler ve kurumlar, elbette insan kıyımlarının olmazsa olmaz dev gücü Amerika Birleşik Devletleri de vardı.
12
yıl oldu AKP genel seçimleri kazanıp Türkiye ve bölge ülkelerinin başına musallat olalı. 1990’lı yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan, daha sonra okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 14 Ağustos 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi kısa zamanda ülkenin gündemine yerleşerek tartışılmaya, eleştirilmeye ve takip edilmeye başlandı değişik kesimler tarafından. Tabi kısa zamanda böyle gündemleşmesinin sebepleri de yok değil. En başta yeşil sermayenin destekleri var bu meşhur yükselişin nedenleri arasında. Sonra Fettullah Gülen cemaatiyle yaptığı ittifak ve daha önceki İslami tandanslı partilerin taban ve siyasetçilerinden aldığı destek. Tabi türban, imam hatip ve buna benzer mağduriyetleri gidereceğine dair söylemleri de etkili oldu başarılı olmasında. Bugün AKP’nin bir ABD projesi olduğunu ve işi bitince çöpe atılacağını söyleyen de var, ondan nefret eden de, yaptığı icraatları “yetmez ama evet “ diye destekleyen de ve onu koşulsuz destekleyen de. Ve bu süreçte kronik bir AKP karşıtlığı da oluşmuş durumda. Bunlar daha çok ulusalcı laik kesimler. Yani salt iktidarda bulunan bir partiye muhalefet edip onu yıkınca tüm sorunlarının çözüleceğini düşünenler. Bu konuda ittifak yapıp diğer sorunlarda devletin bekasını savunanlar. Ayrıca sosyalist ve radikal değişimciler zaten yaptıkları kapitalist eleştiriler ve muhalefet gereği neoliberal politikaları azgınca uygulayan bu partiye ve genel olarak düzene karşı mücadele ediyor. Bu iktidarın icraatlarını masaya yatırıp eleştirmek, derin analizler yapmak ve moda olduğu üzere ucuz bir AKP karşıt-
lığı yapmak değil amacım. Sadece genel bir panorama çıkarmak niyetindeyim. Ve tabi elimde yeteri kadar kaynak olmadığı için kronolojik sıraya da uymayacağım. Ermeni yazar, demokrat ve aydın insan Hrant Dink bizzat bu hükümetin başında bulunduğu devletin organizeli bir cinayetiyle sokak ortasında güpegündüz öldürüldü. Tetikçi kahraman gibi ağırlandı kolluk kuvvetleri tarafından. Kendisiyle bayrak altında fotoğraflar çekildi, sırtı sıvazlandı. “bir çocuktan bir katil yarattılar” Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in deyimiyle. Bu cinayet hala tam anlamıyla aydınlatılabilmiş, sorumluları ve arka planda cinayeti organize eden karanlık grup ortaya çıkarılıp gerekli ceza verilmiş değil ne yazık ki. Malatya’da Zirve Yayınevi’nde gayrimüslim oldukları için insanların boğazı kesildi. Bugün İŞİD’e küfredenler o zaman alkışlamıştı bu cinayeti. Ve bu kesimin çoğu hala İŞİD’i destekliyor utanmadan. Halkı soyup soğana çevirdiler. Sömürü diz boyu. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusunda gittikçe geriye gidiyoruz. En kötü şöhretler konusunda 3. Dünya ülkeleriyle yarışıyoruz. Eğitimde, sağlıkta, ulaşımda sorunlar bitmiyor. Halen gazeteciler öldürülüyor sokak ortasında. Öldürmedikleri de ya hapiste ya da sürgünde. Tabi gerçek gazetecilerden bahsediyorum. Yalaka,yandaş ve etik sorumluluktan nasiplenmemiş olanlar zaten layık oldukları yerde efendilerinin kanatları altında. 34 Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yine bizzat yurttaşı oldukları ülkeye ait uçaklarca Roboski’de vuruldu. Tek suçları yoksulluklarına bir çare aramaktı. Devletin
yaratamadığı iş ortamını sınır hattında kendileri yaratarak ve ekmekleri için tehlikeyi göze alarak kaçakçılık yapıyorlardı. Failler nerede!!! Resmi rakamlara göre 301 maden işçisi Soma’da göz göre göre ölüme gönderildi. Ülkenin başbakanı çıkıp bir yüzyıl önce başka bir ülkede gerçekleşmiş maden facialarını örnek gösterip ‘olur böyle şeyler’ dedi. Dalga geçtiler acılı insanlarla, tekmelediler, tokatladılar. Unuttuk gitti. 12 yıllık iktidarları süresince 14 binden fazla işçi ölümü gerçekleşti. Ve gün geçmiyor ki işçilerin ölüm haberi gelmesin. Unuttuk gitti. Kadrolaşma, adam kayırma, torpil ve rüşvet almış başını gidiyor. Özelleştirmeler hız kesmeden devam ediyor. İnsanların özel yaşamlarına, giyinişlerine, sigara içişlerine, kaç çocuk yapacaklarına, doğumun hangi yolla yapılacağına bile karışıyorlar. Ortadoğu’daki dış siyasetini Kürtlerin kazanımlarını yok etme ve statü kazanmalarını engelleme üzerine kuran iktidar, İşid’e destek vererek Suriye’deki kantonlara ve Iraktaki Kürt kentlerine saldırtıyor şimdi de. Ve bu yolla ülkeyi kafa kesip “allahüekber” diye bağıran barbarlara açıyor, Ortadoğu’daki bataklığı ülkesine çekiyor. Çaldılar. Az değil. Belki birkaç ülkenin halkını geçindirecek kadar. Bir sadakaya bile muhtaç bırakılmış insanlar tarafından yine baş tacı edildiler. Çocukları katlettiler. Ceylan’ı Uğur’u Enes’i ve daha nicelerini. ‘Ya kardeşim bu yanlıştır’ diyene polisi askeri hapsi işkenceyi ölümü dayattılar. Kadın cinayetlerinde yüzde 1400 artış oldu. Her gün sokak ortasında kocaları, ağabeyleri, babaları, sev-
gilileri ve akrabaları tarafından hunharca, barbarca öldürülüyor kadınlar. Adli suçlar arttı. Yoksulluk diz boyu. Kamu borçlanması katlanarak arttı. Hapishanelerde yer kalmadı. Varsa yoksa köprü, otoyol, cami, alış veriş merkezleri, nükleer santraller, hidro elektrik santralleri başka icraatları yok. Bu günlerde yine yesil alanlara, doğaya göz koydular. Vlidebağ Korusu’nda ağaçları keserek yerine cami yapmak istiyorlar. Okuldan çok cami var bu ülkede. Var olan camiler zaten ihtiyacı karşılıyor. Hatta ihtiyaç fazlası bile denebilir. Ayrıca camiye ihtiyaç varsa gerçekten bunun için daha uygun alanlar bulunabilir. Ama amaçları farklı tabi. Yine Yırca’da zeytin ağaçlarını katlediyorlar. Peki neden. Termik santral yapacaklarmış. Zaten tek eksiğimiz termik santraldi. Direnenlere yine kolluk kuvvetleri müdahale ediyor. An itibariyle dünyanın en pahalı benzini, interneti, elektriği ve bilmem neyi hepsi bizde. Övünelim. Ne kadar övünsek azdır. Çünkü unuttuk. Çünkü affettik. Bize sıra gelmez dedik. Doğuda ölüyorlar biz batıdayız, gençler ölüyor biz yaşlıyız. İşçiler sömürülüyor biz işsiziz. “Üç beş ağaç için mi” dedik, “anadil için mi bütün bunlar” dedik. Sonra unuttuk. Unuttuk ve kalbimiz kurudu. Evet sevgili Romalılar!!! TÜRKİYE’ DE oldu bütün bunlar. ESER GÜZELÇAY
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
5
KENT HABERLERİ
GAZETECİLER CHARLİE HEBDO SALDIRISINI KINADI
BAUSEM ANTALYA’DA
ANSAN’A SALDIRI PROTESTO EDİLDİ
A
ntalya’da 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü dolayısıyla toplanan Gazetecilere Özgürlük Platformu üyeleri Fransa’da gerçekleşen Charlie Hebdo saldırısını kınadı. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü sebebiyle Kazım Özalp Caddesi'nde bir araya gelen platform üyeleri, "Je Suis Charlie (Ben Charlie'yim)" yazılı dövizler taşıyarak Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan 12 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısını kınadığını belirtti. Grup adına basın açıklamasını okuyan Gazetecilere Özgürlük Platformu Dönem Sözcüsü Bünyamin Tokmak, yasanın çıkışından bugüne”İiş güvencesi ortadan kalkmış, toplu işten çıkarmalar günlük olaylar haline gelmiştir. Sadece son bir yılda yüzlerce basın emekçisinin işine son verilmiştir” dedi. Gazetecilerin günlerini kutlayan Tokmak, halkın haber alma, gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkının savunucusu olmayı ve sendikal hakların genişlemesi için mücadelelerini sürdüreceklerini sözlerine ekleyerek basın açıklamasını sonlandırdı. Basın açıklamasının ardından grup dağıldı. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü Nedir? Çalışan gazeteciler günü, 1961 Anayasasında gazeteciler lehine yer alan hükümlerden sonra "Çalışan gazeteciler bayramı" olarak kabul edilen fakat 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra bu hakların bir kısmının geri alınması üzerine " 10 Ocak Çalışan gazeteciler günü" olarak değiştirilmiştir.
Bahçeşehir Üniversitesi Antalya Sürekli Eğitim Merkezi Salı günleri toplantılarıyla buluşuyor.
B
ahçeşehir Üniversitesi'nin Antalya'da faaliyet gösteren eğitim merkezinde düzenli olarak entelektüel buluşmalar, seminer ve tartışmalar gerçekleştiriliyor. Salı Düşünceleri Topluluğu adıyla gerçekleştirilen akademik ve popüler tartışmalar çerçevesinde her Salı günü kalabalık bir grup sessiz sedasız BAUSEM-Antalya Eğitim Merkezi'nin asırlık villasında toplanıyor. O haftanın konuşmacısı yaklaşık 1 saat süren sunumunda tüm grubun tartışmasını çerçeveleyecek görüşlerini sunuyor. Sunumun ardından başlayan tartışmalarda konu enine boyuna irdeleniyor. 18 Kasım 2014’te başlayan toplantıların altıncı haftasında yani 30 Kasım 2014’te yılın son sunuşunu Doç. Dr. Yusuf Örnek, Hannah Arendt tartışmasına katkıda bulunmak üzere "Arendt-Heidegger Mektuplaşmaları" konusunda gerçekleştirdi.
Şimdiye kadar yapılan sunum ve tartışmalarda Felsefe ve Psikiyatri ön plana çıkmış gibi görünüyor. Doç. Dr. Çetin Balanuye'nin sunduğu "Postmodern Totalitarizm", Şükrü Argın'ın "Modernizm-Modernite" temasıyla, ardından Banu Tümkaya'nın "Hannah Arendt" söyleşisini Yrd. Doç. Dr. Özmen Metin tarafından sunulan "Şair İntiharları" temasını, Psiyatrist Dr. Haluk Sunat'ın işlediği "Nöroloji-Psikiyatri-Psikoanaliz" başlıklı sunumlar izledi. 20-25 kişilik kapalı bir grup olmayı ve her hafta toplanarak sunum ve tartışma ortamını genişletmeyi hedefleyen grup, sembolik bir ücret karşılığı üyelik sistemiyle çalışıyor. Karaalioğlu Parkı içinde yer alan bir konakta gerçekleşen toplantılar her hafta felsefeseverler için buluşma yeri olma özelliğini koruyor.
Antalya’da iki gün önce(1 Aralık) Antalya Büyükşehir Belediyesinin Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN)’a yönelik tahliye işlemi yapmak istemesiyle başlayan gerginlik ve polis müdahalesi bugün protesto edildi.
İ
ki gün önce (1 Aralık) ANSAN’a yapılan polis müdahalesi sanatseverlerin çağrısıyla bugün protesto edildi. Aralarında CHP, KESK ve DİSK'e bağlı sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinin de bulunduğu yaklaşık 750 kişilik grup, ANSAN'ın da bulunduğu Kale Kapısı'ndan Büyükşehir Belediyesi'ne doğru yürüyüşe geçti. 'Sanatı ANSAN'ı, Çağdaş Yaşamı, Kentimizi Savunuyoruz Zorbalığa Hayır' yazılı pankartı taşıyan grup ile polis arasında sık sık gerginlik yaşandı. Belediye Binası önüne kurulan polis barikatı nedeniyle basın açıklaması barikatın önünde okundu. Grup adına basın açıklamasını okuyan ANSAN Başkanı Cahit Çakçıl "ANSAN'ın belediye tarafından işgali kenti yönetenlerin gözü dönmüşlüğünün en belirgin kanıtıdır" dedi. Belediye önüne bırakılan siyah çelenk ve basın açıklamasının okunmasının ardından grup dağıldı.
Ne Olmuştu? Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kiracısı olan ANSAN’ın kullandığı çay bahçesi ve sanat galerisine belediye tarafından boşaltılma kararı verilmişti. Bu karara itiraz eden ve yürütmeyi durdurma davası açan sanatseverlerle tahliye işlemi için gelen polis ve belediye ekipleri arasında arbede yaşanmıştı. Binanın boşaltılmasını isteyen Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kararının iptali için sanatseverler dava açmış, İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verince de belediye karara itiraz etmişti. Üst mahkemeden iptal kararı alan belediye ise ANSAN’a tebligat yollayarak galeriyi 2 saat içerisinde boşaltmalarını bildirmişti. Bu tebligata karşı sanatçılar ve sanatseverler ANSAN’ı savunmaya geçerek belediyenin kararına itiraz etmişti. ANSAN boşaltılmayınca da belediye, polis ekipleri ve sanatseverler arasında gerginliğin ardından arbede yaşanmış, toma ve akrep kullanılan müsahalede iki kişi yaralanırken iki kişi gözaltına alınmıştı.
6
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
PORTRE
YOL VE YOLCULUK; TONY GATLİF Asıl adı Michel Dahmani olan Tony Gatlif, 1948 yılında Cezayir de doğdu. Kabiliyeli bir babanın ve Çingene bir annenin çocuğu olan Tony Gatlif, Cezayir’de geçen çocukluğunun ardından 1960’ta, Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında Fransa’ya geldi ve 1966’da aktör Michel Simon ile tanıştı. Michel Simon ile tanışması sinemaya ve sinema kariyerine giden yolu da açmış oldu. Pek çok piyeste rol almasının ardından 1975 yılında ilk yönetmenlik deneyimini La Tête en ruine filmiyle yaşayarak o uzun yolculuğa giden adımı attı. Yönetmen oluşunun yanı sıra yapımcı, müzisyen, senarist, aktör gibi pek çok unvana sahiptir. Bir söyleşisinde hayatını “18 yaşına kadar tam bir serseriydim.13 yaşında doğduğum topraklardan kaçıp Marsilya üzerinden Paris’e gelmiştim. Uyumak için girdiğim sinemalarda Godard’ın ‘Serseri Aşıklar’ filmi ve Martial Solal’in müziğine çarpıldım. Bir de (1966’da) ‘Sulardan Kurtarılan Boudu’da görüp, serkeş rolüne hayran kaldığım sinema ve tiyatro sanatçısı Michel Simon’u oynadığı bir tiyatrodan çıkarken yakalayıp akıl danıştım. Tavsiyesiyle süründüğüm ıslahhanelerden Simon’un ajanının yönlendirmesi ve bir doktorun tanıştırdığı tiyatro hocası Jacqueline Jabbour sayesinde hayatım kurtuldu. Okuma yazma öğrenmezden önce tiyatro okulunun sınavını geçebilmek için Apollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’ şiirini sesli dinleyerek ezberledim. Bütün öğrenciler sabun kokardı, ben bir tuhaf. Othello’nun provalarında karşımdaki kızcağızı o kadar korkutmuşum ki, gerçekten boğazlayacağım diye kaçıp yatağın altına saklanmış.” Sözleriyle ifade etmişti. İlk filmini 1975 yılında çeken Gatlif, 2014 yılında çektiği Geronimo ile toplamda 19 filme imza atmıştır. Tony Gatlif filmlerinin konusu, sürekli göç etmek zorunda kalan ya da göç ettirilen çingeneler üzerine kuruludur. Cezayir Savaşı’na değindiği “Karındaki Toprak”, çingenelerin derin portrelerini çizdiği ve haklarını savunduğu “Prensler”, sinemanın gizemiyle büyümüş delikanlı ile bir film yıldızı arasındaki dramatik tutkunun öyküsünü anlatan “Ağlama Sevgilim” gibi önemli filmlerin ardından sinemaya bakış açısını özetleyen bir çingene üçlemesi çekti. Bunlar Latcho Drom, Mondo ve Gadjo Dilo. Bu üçlemeye Vengo ve Transilvanya’yı da ekleyen Gat-
lif, hikaye anlatımındaki başarısını gözler önüne sermiştir. Tony gatlif sinemasında bir başka dikkat çeken konu ise müziğin filmlerindeki yeri ve önemidir. Filmlerin dışında kalan olarak değil de tam ortasında ve filmi oluşturan en önemli öğelerden biri olarak müzik kullanımı… Latcho Drom, Gadjo Dilo, Vengo, Swing adlı filmlerin müzikleri-
ni de kendisi bestelemiştir. “Müzik filmin omurgasıdır, senaryoyu yazarken ve çekim mekanları saptarken eş zamanlı olarak müziği de tasarlarım.” Bunun en bariz örnekleri “Vengo” ve “Transilvanya”da görülmektedir. Benim adım Tony Gatlif. Film yönetmeni, yazarı ve prodüktörüyüm. Benim neden sinema yaptığımı anlamak için yüzüme bakmak yeter. Aslında yazar, şarkıcı veya haydut ta olabilirdim. Ama sinemacı olmayı seçtim. Benim bulunduğum yerde olduğunuz zaman sinemayı seçmek çok doğal bir şey. Dolayısıyla filmlerim benimle kendini ifade edemeyenler arasında bir köprü görevi görüyor. Benim için film çok sade olmalı. Kolay bir anlatım içermeli. Çünkü film insanlara rahat ulaşabilmeli.” Sözleriyle sinemasını oluşturanöğelerin ne olduğunu bizlere göstermiştir. Tony Gatlif bir söyleşisinde “benim için si-
nema insanları yolculuğa çıkarmaktır ama organize olmayan bir yolculuğa” demiştir. Filmlerinde bizleri organize olmayan, oldukça kaotik ve aynı zamanda şiirsel bir yolculuğa çıkarır. Hamid Naficy’nin ‘An Accented Cinema’ isimli kitabında tanımladığı ‘aksanlı sinema’ kavramı Tony Gatlif sinemasını en iyi şekilde açıklar. Aksanlı
sinema, kendi hayatlarında veya kendilerinden önceki kuşakta göç ya da sürgün tecrübesi olan yönetmenlerin sinema dilini şekillendiren unsurların toplamıdır. Bu unsurların en belirginleri Naficy’nin de belirttiği gibi eve duyulan özlem, eve ve buna bağlı olarak ait olduğu köklere dönüş unsurlarıdır. Ancak Naficy başka ülkelerde ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin yaptıkları filmleri doğrudan göç veya sürgün tecrübesi olan yönetmenlerin yaptığı filmlerden ayırır. Bu ayrım anayurtlarında yaşanmış tecrübeleri olmamasından dolayı filmlerin eve dönüş şeklinde bitmemesinden kaynaklanır. Bir diğer deyişle ‘eve dönüş’ün hayat boyu sürecek bir barış ve mutluluk veya köklerini bulma vaadi taşımadığını bu yönetmenlerin filmlerinin sonlarının muğlâklığında görürüz. Örneğin, Exils’deki (Sürgündekiler, Fransa, 2004) Zano veya Transylvanya’daki (Fransa, 2006) Zingarina bir gezgin olarak veya
farklı bir hayat arayışı uğrunda çıktıkları yolculuklardan tam bir mutluluk edinerek geri dönemezler veya hayatlarının rotasını tamamen değiştirip kendilerini gittikleri yere ait hissedemezler. Bu bakımdan, aksanlı sinemanın tanımına paralel olarak Gatlif’in karakterlerinin filmdeki yolculuğu, yönetmenin kendi kökleri diye addettiği yere yaptığı yolculuğun filmlerine yansımasıdır. Gatlif’in ‘yaralarıma bakma arzumdan doğdu’ dediği Sürgündekiler filminde olduğu gibi kökler de, bu köklere yolculuk edenler de yaralıdır. Gatlif kendisini ait hissettiği bir dünyanın filmlerini yapar, bu nedenle filmleri arasındaki benzerliklerin yanı sıra kendisi ve karakterleri arasındaki benzerlikler de anlaşılır olur. Gatlif, ‘ben yol filmleri yaparım çünkü yollar benim memleketimdir’ der. Tıpkı Gatlif gibi filmlerinde çizdiği karakterler de yollardan başka kendilerini tümüyle bağlı hissettikleri bir memleket bulamazlar. Kendisinin de belirttiği gibi Gatlif asıl memleketi yollar olanların, sürgünlerin, göçebelerin, geçmişlerini yollarda arayanların, kendini bir yere ait hissetmeyen ötekilerin hikayelerini anlatır. Onun filmleri arasında bulunan bir diğer paralellik ise yönetmenin etnik kökenleri veya kabul gören toplumsal normlara uymayan yaşam pratikleri dolayısıyla hor görülen insanların hikayelerine odaklanmasıdır. Filmlerinde baskın ideolojinin dilinden konuşmayanların, hayatın belirliliğinin dingin sularında yüzmeyenlerin, farklı yaşayış ve anlayış tarzlarından dolayı süregelen bir sürgün durumuna zincirlenenlerin hikayeleri anlatılır. Gatlif’in filmlerini çektiği mekanlarda kimlik sabitlenmiş bir şey değil, tersine sürekli bir devinim halindedir. Bu devinimin sebebi toplumsal olayların devamlı farklılık göstermesi, her şeyin istikrarsız oluşudur. Bu toprakların bu özelliği yöre insanının karakterine de yansır. Gatlif’in karakterlerinin özellikleri de kamerasını yönelttiği Romanya ve Cezayir gibi ülkelerin yapısına benzer. Her an her şey olabilir. Hiçbir şey belli bir kalıba veya kurala uygun bir şekilde işlemez; her şey muğlaktır. Yol filmleri belki de bu tip dönüşüm içersindeki, eşikteki karakterleri yansıtmanın, onları oldukları gibi ekrana yansıtmanın en güzel yoludur. Tony Gatlif ise bunun en güzel örneğidir…
Tuğçe Kayalık
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
7
SÖYLEŞİ
HAYAT BENİM İÇİN HEP MÜCADELEYDİ
İstanbul’un çeşitli yerlerinde yıllarca meyhane işletmeciliği yaparak hayatını sürdüren İlhan Fırat ile şimdi taşındığı Antalya’da usta olarak çalıştığı Plaklı Meyhane’de bir söyleşi yapma imkânı bulduk. Patronluktan işçiliğe doğru seyreden hayatını, umutlarını, amaçlarını ve işini anlattı bizlere İlhan Usta… -Merhaba. Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız biraz? İ.F: Merhaba. Öncelikle hoş geldiniz. Ben 1960 yılında Sinop’ta doğmuşum. Çocukluğum Sinop’ta geçti. Çocukluğumu çok iyi hatırlarım. Ailem bir köyde yaşıyordu ve ben ortaokula kadar o köyden çıkmadım. Komşu köye ilkokula giderdim. Sırtımda çanta 5 km yol yürüyüp okula gider, derslerim bitince yine o 5 km yolu yürür gelirdim. Bir öğretmenim… -Şimdi şöyle yapalım İlhan Usta siz önce bir özetleyin yani kısaca yaşadıklarınızı. Şöyle diyelim ana hatlarıyla… İ.F:(Gülüyor). Tamam, ben kaptırdım kendimi sanırım. Evet ilkokulu komşu köyde, ortaokul ve liseyi ise Sinop merkezde okudum. Ama liseyi okudum sayılmaz. Çünkü 2’nci sınıfta bıraktım okulu. Zaten çok çalışkan sayılmazdım. Babam hep doktor olmamı isterdi. Okumamı çok istedi ama beceremedim. Öyle işte. (Hüzünleniyor.) -Sonra ne yaptınız köye mi döndünüz? İ.F: Hayır. Yani köye gittim ama yerleşmedim. Fazla kalmadım. Daha doğrusu kalamadım. Babam okumadığım için çok kızmıştı bana ve okumayacaksam çalışmam gerektiğini söylüyordu. 5 kardeştik ve ben en büyükleriydim. Köyde boş boş oturamazdım. Babamın arazisi vardı epey ama pek ekip biçmiyordu. Bu da fazla iş olmadığı anlamına geliyordu. Ben kararımı vermiştim gerçi, büyük şehre gidecektim. Ankara, İzmir ve belki İstanbul… -Babanız ne dedi bu kararınızı duyunca? İ.F: Akrabalarımız vardı İstanbul’da o nedenle pek bir şey demedi. Yani onlar para kazanıyordu ve ailelerine gönderiyorlardı birazını. Bu muazzam bir şeydi bir köylü için. Aydan aya para geliyordu. Maaş gibi. Her neyse aldım bavulumu filmlerdeki gibi aynen düştüm yola. İstanbul’a… -İstanbul’ geldiniz. Neler yaşadınız? Sanı-
rım 70’li yıllardı. Yani nasıl bir İstanbul gördünüz. Hayat pahalımıydı örneğin? İ.F: Evet geldiğim gibi benim amcaoğlum vardı iş buldu bana inşaatta. Amelelik yapı-
belki ama o zaman kan gövdeyi götürüyordu. Her yerde çatışma, kavga, dövüş, ölüm vardı. Gençler özellikle her gün birbirini öldürüyordu. Darbe olunca sakinleşti memleket. Tabi çok yanlış şeyler de yaptı darbeciler ama çok kötü şeyleri de engellediler. -Askerlik… İ.F: Ben askerliği sevmedim pek. Isınamadım. Bitirene kadar da anam ağladı. Ama ne yaparsın geldi geçti. -Askerden dönünce nereye gittiniz? Sinop’a mı? İ.F: Evet Sinop’a gittim. Daha doğrusu uğradım diyelim. Çok kalmadım İstanbul çekiyordu beni kendine. Kalktım gittim. Hiç unutmam bir arkadaşımla bir bara gitmiştik. İlk defa gidiyorum inanır mısın? Hiç içki içmemiştim o güne kadar. O gün arkadaşımın ısrarıyla bir bira içtim. Sonrası felaket. Sabaha kadar kusmuştum. Neyse işte orda dedim ki ben de bunun gibi bir yer açacam. Sonra içkiye de alıştım tabi… -Bar açmak istediniz ama meyhane açtınız.
Hem de Taksim’de. Daha sonra Aksaray’da sonra yine Taksim’de. Yani bu işler de hayat gibi inişli çıkışlı. Patrondum artık. Ama işçilikten geldiğim için patronluk yapmadım hiçbir zaman. - Peki evlendiniz mi? Çocuğunuz var mı? İ.F: Evet evlendim. Onu atlamışım.1989 yılında evlendim ve iki çocuğum var. İkisi de erkek. Büyüğü bir fabrikada çalışıyor. Küçüğü lisede okuyor. -İstanbul’u bırakıp Antalya’ya gelişiniz nasıl oldu? İ.F: 2001 ekonomik krizinde iflas ettim. İstanbul artık doyurmuyordu beni. Daha sakin bir yere yerleşmek istedim. Antalya’yı setçim ben de. Antalya’ya taşındıktan sonra iş aramaya başladım. Tabi bu sefer işçiydim artık. Patronluk günleri geride kalmıştı. Bu durum çok zorladı beni tabi. Ama zaman geçtikçe alışıyor insan. Burada otellerde restaurantlarda usta olarak çalıştım. Yemekler, mezeler yaptım. Halen de çalışıyorum görüyorsun. 55 yaşındayım ve gece yarısına kadar meyhanede çalışıyorum. Ama mecburum. Yaşamak için çalışmam gerekiyor. Aileme bakmalıyım. Sorumluluklarım var ve şikâyet edemem. -Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı İlhan Usta? İ.F: Hayatım bu tarz işlerde geçti. Bazen patron bazen işçi oldum. Çalıştım, çabaladım. Her şeye rağmen yaşadıklarımdan pişman değilim. Hayat güzeldir mücadele ettikten sonra. Hiçbir zaman mücadeleyi bırakmamak gerektiğini öğrendim yaşadıklarımdan. Anlattıklarım umarım sana ve okuyacak olanlara yol gösterici olur. İşinize yarar. -Çok teşekkür ederim İlhan Usta bizi kırmadığın ve bu söyleşiye zaman ayırdığın için… İ.F: Rica ederim sizi biraz olsun memnun ettiyse anlattıklarım çok mutlu olurum. Asıl ben teşekkür ederim…
ESER GÜZELÇAY
yordum. Onun yanında kalıyordum. İstanbul güzeldi. Yani köyden çıkıp gelmişim devasa binalar, yollar, arabalar, sinemalar ne bileyim çok hoşuma gitmişti. Ama bir süre sonra hiçte romantik olmadığını anladım bu şehrin. Neden? Çünkü hayat zordu. Akşama kadar çalışıyorduk. Aldığımız para çok azdı. İmkanlarımız kısıtlıydı ve şehre ayak uyduramıyorduk. Ve evet hayat çok pahalıydı. -Hep inşaatta mı çalıştınız? İ.F: Hayır. İnşaat ilk işimdi. Ondan sonra birçok işe girip çıktım. Tutturamıyordum işi. Okulu bırakmıştım ama işi de beceremiyordum. (Gülüyor)… -Darbe yıllarında neredeydiniz? İ.F: Askerdeydim. Urfa’da yaptım askerliğimi. Askerlik vakti gelince Sinop’a gittim. Oradan askere tabi. -Darbeyi nasıl hatırlıyorsunuz? Askerlik nasıldı? İ.F: Bence darbe iyi oldu. Siz bilmezsiniz
İ.F: Evet ama nerden baksan 7-8 yıl sonra açabildim. Yine sağda solda çalışarak para biriktirdim. 1993 yılında açtım meyhaneyi.
8
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
RÖPORTAJ
AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ’NDE KADINLARA DOKUNAMAYAN OBSESİF KOMPULSİF ÖĞRENCİ
Akdeniz Üniversitesi tarih birinci sınıf öğrencisi Selahattin Özeren 4 yaşından beri annesi dahil hiçbir kadına dokunamıyor. Dokunduğu anda da bayılıp yere yığılıyor. Obsesif Kompulsif davranışsal bozukluk hastalığına yani kişilerin temizliğinden emim olamama veya kendini güvende hissetmeme gibi nedenlerden dolayı bayılma yada tiksinme hastalığına henüz 4 yaşındayken yakalandı… Bazı insanlar vardır hayatlarında hep bir engel olan ve bu engelle yaşamak zorunda olan İşte Selahattin Özeren in önünde de küçüklüğünden beri sürekli bir engel vardı. 4 yaşından beri karşı cinse yani kadınlara hiç dokunamayan ve dokunduğu anda da bayılan Selahattin Özeren in başına gelen bu hastalığın nedeni davranışsal bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkan ve hayatı neredeyse bir cehenneme çeviren obsesif komulsif…
buna ek olarak barınma sorunuydu. Çünkü yurt başvurularında asil listede çıkmayıp yedeklerde de 200. sıralardaydı. Selahattin in ne yapıp ne edip kız ve erkeklerin ayrı bloklarda kaldığı Kyk yurduna bir şekilde girmesi gerekiyordu ve onun imdadına yurt müdürü Mehmet Fırtına yetişti. Psikolojik hastalığımı öğrenen yurt müdürü onu hemen yurda aldı. “Bilinmezlikler içinde geldiğim Antalya da yurt müdürü umudum oldu.”
“Beni babam büyüttü….”
“Doktora hiç gitmedim”
Bazı babalar vardır yeri geldiğinde baba olan yeri geldiğinde anne olan… İşte Selahattinin babası da böyle bir babaydı….. “4 yaşından sonra kadınlara dokunamamam anneme dokunamamamla başladı. İlk başlarda bu annemin bana verdiği bir güvensizlikten dolayı olduğunu düşünüyordum. Ama sonra diğer kadınlara karşı da aynı şeylerin olduğunu, yani bayılmaların meydana geldiğini görünce bu hastalığımın sadece anneme dokunmakla değil, bütün kadınlara dokunmamam gerektiğini olduğunu diğer kadınlar bana dokununca anladım. Babam ilkokul mezunu fazla bir bilgisi olmayan bir insan olmasına rağmen bana o yaşta bana hem anne sevgisini hem de baba sevgisini yaşattı. Annem bana dokunamadığı için bütün yemeklerimi o bana yediridi, elbiselerimi o bana giydirdi yani hayatımın devamı için ne yapılması gerekiyorsa fedakarca yaptı. Bu yüzden “ beni babam büyüttü” diyebilirim.”
Bu güne kadar hiç doktora gitmeyen Selahattin Özeren hastalığının nedenini Psikoloji bölümünü okuyan arkadaşı 4. Sınıf öğrencisi M.L. den üniversiteye gelince öğrendi. “Doktora gitmek için çok çabaladım ancak kadın hemşirelerden dolayı hastahaneye gitmekte istemiyordum. Bu zamana kadar psikolojik hastalığım için hiç doktora gitmedim. Hastalığımın ne olduğunu yurttaki arkadaşımdan öğrendim ve psikolojikmiş. Bir psikiyatriste ileride gitmeyi düşünüyorum. “ Okul içindeki ücretsiz taşıtlara binemiyor… Yurttan dışarıya akşam 12 ye doğru çıkabiliyorum…” “ Hastalığım yüzünden okul içindeki etkinliklere katılamıyor, hatta bazen derslerde kızlar çok olduğunda dersten çıkıp yurda geri dönmek zorunda kalıyorum. Benim için hayat yurtta geçiyor genelde. Ücretsiz otobüslere binemeyip yurttan Edebiyat Fakültesine ayakla gitmek zorunda kalıyorum.” Selahattin ise bütün bu aksiliklere aldırış etmeden okula devam ediyor ve her gün Tarih hocası olacağı güne psikolojik hastalığına rağmen daha da yaklaşıyor…
“ Okula giderken çok zorlanıyordum….” Ailem ilk başta beni okula göndermemeye karar verdi. Ama daha sonra babam okula gitsem de gitmesem de bu hastalığın hayatımın her alanında bana engel olacağını düşünüp hastalıkla yüzleşmem için beni okula gönderdi. Okul bizim evimize yakın olduğu için yayan okula gidip geliyordum. Yolda kadınlara dokunmamak için genelde yan sokakları kullanıp okula gidiyordum. Okula gidip gelmek benim için tam bir problemdi. Babam inşaat işçisi olduğu için sabahları erken kalkar işe giderdi. Ben sa-
bahçı iken beni okula o bırakırdı. Okul çıkışında da abim gellir beni okuldan alırdı ama kimsenin beni bırakmadığı veya almaya gelmediği zamanlarda okulla ev arasındaki yol benim için tam bir çileye dönüşüyordu. Kadınlara dokunmamak için çoğu kez ya durur yada yolumu uzatarak ara sokaklardan eve giderdim.Eve vardığımda bayılmadığım ve hiçbir kadına doknmadan günü bitirdiğim için Allah’a dua ediyordum.Ama bazı günler hiçte öyle kolay geçmiyordu özellikle cuma günleri okul çıkışında İstiklal Marşı okunduktan sonra tam bir izdiham yaşanırdı okulda. Bende durumumu hocalarıma anlatmama rağmen onlar bunu yaptığım bir kuruntu olarak algılıyorlardı.
“Üniversiteyi kazanan bütün arkadaşlarım mutlu olurken ben olamadım…” Öğrencilerin yazgısıdır üniversite hayali Selehattin in de en büyük hayaliydi doğal olarak üniversiteye gitmek. Selahattin de bu hayali gerçekleştirmek için çok çalıştı. Ve bunun içinde psikolojik hastalığına rağmen hayalini kuruduğu üniversiteyi yani Akdeniz Üniversitesini ve üstelik küçüklüğünden beri sevdiği bölüm olan tarih bölümünü kazanarak. “Üniversiteye gitmek için lise birden itibaren düzenli olarak dersleri-
me çok çalıştım derslerime. Özellikle son sene sınavı kazanmak için çok çalıştım. Okuldan rapor alarak okula gitmememiz benim için bulunmaz bir velinimetti. Bu dönem ne dışarı çıkıp kadınlardan saklanıyordum ne de evde kız kardeşlerim ve annemden. Evde odamda tek başıma sürekli ders çalışıyordum. Psikolojikmen iyi olduğum için o dönem çok fazla ders çalışabiliyordum dershaneye gittiğim hafta sonlarını saymazsak tabi. Ve önce Ygs, sonra Lys sınavlarından sonra Temmuz 2014 te puanlar açıklandı. Babamla birlikte internetten puanlara baktık ve beklediğim sonucu almıştım. Yani Akdeniz Üniversitesi Tarih bölümünü kazanmam için bana yetecek olan puanı aldım. Bu puan beni hayalini kurduğum bölüm ve üniversiteye götürecek olsa da hastalığımdan dolayı buna fazla sevinemedim.
“Üniversiteye bilinmezlikler içinde geldim…” Selahattin hayatının en büyük başarısını gösterip ilk senede üniversiteyi kazandı. Diyarbakır dan Antalya gelmek için bir otobüs firmasıyla anlaşıp içinde kadınların çok az olduğu bir otobüsle Antalya ya tek başına geldi. Aksilikler Selahattin in yakasını burada da bırakmadı. Artık Selahattin in Antalya daki tek sorunu psikolojik hastalığı değil
Servet Tunç
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
9
SÖYLEŞİ
EĞİTİMİN UMUDU
Muzaffer D. Eğitimin toza dumana karıştığı ülkemizde bir öğretmen olarak 25 yıılık öğretmenlik deneyimi sonucu eğitimdeki aksaklıkları düzeltmeye çalıştıysa da ya bir bakana yada bir M.E.B görevlisine takılıyor hep. Şimdi 47 yaşında ve hala eğitime çözümler arıyor. - Merhaba Muzaffer Bey öncelikle tam olarak kendinizden biraz bahsedebilir misin ?
- Merhaba efendim ben 25 yıllık bir öğretmenlik geçmişi olan 2 çocuk sahibi ve şu an emeklli bir öğretmenim. Ülkedeki bozulan eğitim sistemini rayına oturtmak için değişik çalışmalar yapıyorum. Bunun için değişik değişik kurum ve kuruluşlarla görüşmeler yaparım hep. Ama kimse benim eğitim sistemini değiştirebilmem için fazla gönüllü davranmayıp hatta önüme engel çıkaranlar bile vardı. Ama ben elimden geldiğince bu davamı yürütmeye ve öğrenciler daha iyi bir eğitim sistemiyle okullarını bitirsinler diye çalışmalarıma devam ettim.
Peki bu davanızda size kim ne amaçla karşı çıktı ? -
- Davama hemen hemen herkes karşı çıktı. Çünkü bu dava hiçbir tanesinin işine gelmiyordu. Karşıma çıkanlar genelde okul müdürleri, M.E.B müdürleri, hatta bir ara iki bakanda engel oldu diyebilirim. Çünkü ben onların bizim geleceğimiz için daha çok çalışmalarını ve bir şeyler üretmelerini önerdim. Hatta üretemiyorsanız bırakın ben üretirim dedim. Benim gibi eğitim sevdalısı üç, beş hoca bulup onlarla eğitim sistemini değiştiririz dedim. Ama nerde herkes işine geldiği gibi davranmaya devam etti. Onlar koltuk sevdasına kanıp pırıl pırıl gençleri unutan insanlar onlardan bir şey beklemek Mehdi nin gelmesini beklemek gibi bir şey.
Peki hocam eğitim sistemini değiştirmek için belli projeleriniz var mı? -
- Olmaz mı ? Var elbet. Beni M.E.B müdürü yapsınlar iki hafta gibi kısa bir süre içerisinde eğitim sistemini baştan aşağı değitiririm. Örneğin ilk başta bu sınav sistemlerinin hepsinin kaldırılması lazım. Onlar kaldırıldıktan sonra da her öğrenciye ayrı ayrı çeşitli testler yapacağız. Öğrenciler hangi alanda başarılıysalar onları o bölümlerde eğitmeye çalışacağız. İlköğretimden sonra öğrencileri o bölümlerde eğitmeliyiz
ki öğrenci o alanda uzmanlaşsın. Sonra diyelim ki öğrenci başarılı olduğu bölümü sevmeyip başarısız olduğu bir bölümü seçmek istedi. İşte o anda da psikologlarımız devreye girecek. Psikologlar o öğrencinin bilinç altına inerek o bölümü neden sevmediğini ve neden diğer bölümü okumak istediğini anlayıp. Mantıklı çıkarımlarda bulunarak o öğrenciye bir nevi eğitim danışmanlığı yaparak öğrenciye en uygun bölümü seçmeye çalışacaklar.
Eğitimde şu anda olan bölümler dışında yeni bölümleri de eğitim sistemine dahil edecek misiniz? -
- Kesinlikle ekleyeceğ i z . Mesela mesleki eğitimi olan bütün bölümleri belediyelerin saçma sapan eğitim kurslarından çıkarıp üniversitelere getirerek üniversiteleri geniş bir çapa kavuşturacağız. Artık marangozcuda, oto tamircide üniversite mezunu olacak ama tabi eğitim süreleri her fakülte için farklı olacak. Mesela bir oto tamircisi 16 yıl boyunca sadece tamircilik işlerine bakarsa o bölüm için çok fazla bir zaman kaybı olur. Bu yüzden onların üniversite diploması alma süreleri daha az olacak ki zaman kaybı olmasın. Buna inşaat ustaları v.b. bölümler de dahil olacak.
Peki bu yeni bölümlerdeki öğrenciler sadece o bölümdeki dersleri görerek mi mezun olacak? -
- Kesinlikle hayır. Onları tüm yönleriyle gelişkin birer insan olarak yetiştirmemiz için ilim adına gereken bütün derslerin yanı sıra sosyolojik ve psikolojik dersleri de vereceğiz. Bu sayede öğrenciler hem bir bölümden uzmanlaşıp çıkacaklar. Hem de sosyal ilişkilerde de özgüven sahibi olup toplumda olan konumlarından asla utanmayacaklar. Örneğin sanayi de çalışan bir kişi şehrin ötekileşmiş belediye eğitim merkezlerinden kurtulup üniversite ortamıyla hem sosyolojik hem de fizyolojik olarak kendisini geliştirmiş olacak. Sosyoloji ve psikoloji dersleriyle de ortama uyum sağlama , insanlarla duygu paylaşımı sağlama gibi sevgi doyumlarına varıp, insana olan yabaniliklerinden ve üzerlerindeki utangaçlık örtüsünden bu sayede kurtulabilecekler.
-2 tane çocuğum var demiştiniz peki çocuklarınızın eğitim ve öğretim yıllarında onlara ne gibi katkılar sağladınız ? Öncelikle çocuklarıma okula gitmeden önce kendi eğitim yöntemlerimle eğitim vermeye çalıştım. Çocuklarıma ilk önce anadilde eğitim vererek dillerini sabitleştirdim. Daha sonra ikinci bir dil öğrendiklerinde onlara fayda sağlasın diye. Çünkü bir kişi ne kadar çok anadilini iyi bilirse o derece yeni bir ikinci dili o derece iyi öğrenir.Daha sonra okula başladıklarında hocalarının okulda öğrettiklerine ek olarak bende sevdikleri bölümlerde yol almaları için elimden geeleni yapmaya çalıştım. Bir oğlum bilgisayarlarla haşır neşirdi zamanının çoğuna bilgisayar
başında geçiriyordu. Bende bunu fark edince 4 yaşından itibaren onu gerek yazılım gerekse donanım kurslarına gönderdim. Okulda da Bilgisayar mühendisliği bölümünü kazanması onun için gideceği yolu sonuna kadar açtı. Şu anda İstanbul’da özel şirketlere özel yazılım programlarını üretip satıyor. Bu yazılım programlarına olan istek öyle bir arttı ki oğlum artık arkadaşlarıyla 10’lu bir grup kurup işleri kendi aralarında paslamaya başladılar ve bu grup gün geçtikçe genişliyor. Hayallerini gerçekleştiren bu gençlerin bir parçası olan oğluma yol gösterdiğim için bu gün kendimle gurur duyoyorum. Neticede ülkemin eğitim sisteminin yapamadığını ben oğlumla yaptım yani doğru karar ve ezberci olmayan bir eğitim sistemiyle. Diğer oğluma gelince oda küçüklüğünden beri öğretmen olmak istiyordu ve Sosyal Bilgiler öğretmenliğini geçtiğimiz sene bitirip mezun oldu. Şu anda oda diğer tüm öğretmenler gibi atanmayı bekliyor tabi bu eğitim sistemiyle ne kadar atanabilirse.
Peki yetkililere son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı ? -
-Elbette var. Onlardan artık şu koltuk sevdalarından vazgeçip, bir an önce bu konuya el atmalarını istiyorum. Ülkedeki bu işsizlik sorunun tek çözümünün de eğitimdeki aksaklıklara bağlı olduğunu belirtmek istiyorum. Eğer bu ülkenin kalkınmasını ve işsizliğin azalmasını istiyorlarsa eğitimdeki aksaklığı gidermeliler. Çünkü girmeye çalıştıkları Avrupa Birliği ülkeleri bunu yaparak bu hale geldiler taklit yaparak değil.
Bize ayırdığınız zaman için size teşkkür eder davanız yolunda size başarılar dileriz. -
- Asıl ben teşekkür ederim. Benim bu haklı davamı bu güzel söyleşinize kattığınız için. Servet Tunç
10 GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
FOTO-RÖPORTAJ
Akdeniz Üniversitesi’nin Çöp Sorunu
Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesinin arka tarafında bulunan çöpler kaldırılmayı bekliyor.
Eğitim Fakültesi arkasında bulunan çöpler boş arazinin her tarafını kaplamış durumda. Çöplerin arasında bir ayçiçeği kirlenmiş arazide yaşam mücadelesi veriyor. Ayçiçeği yüzünü güneşe dönmüş bu cehennemden kurtulmayı umut ediyordu. Bu doğa katli en yakın sürede son bulmalı.
Çöpler peş peşe sıralanmış çok kötü bir görüntü oluşturuyor. Toplumu aydınlatan, ışık saçan üniversiteye yakışmayan görüntüler sergiliyorlar.
Güne bakan çiçekler bizlere her zaman bir sonraki günün ne kadar güneşli geçeceğini söyler. Umut ve her tanesinin güneş ile dolması onu daha uzak tutar karmaşadan. Bu çiçekler bazen tarlalar da bazense çöplüğe dönüşen arazilerin ortasında zuhur ederler karanlığa.
Bahsedilen bu arazinin biraz ilerisindeki küçük kanal ise çöpten tıkanmış durumda. En yakın sürede burada çevre etüdü yapılmalıdır. Aksi takdirde sağanak yağışlarda tıkanarak çevreye zarar verebilir.
Rektörlüğün çevre düzenlemeleriyle ilgili daha fazla zaman ayırmasının gerektiği, eğitim fakültesinin arka tarafındaki çöplükten anlaşılır nitelikte. Çöplerden tepecikler oluşmuş bu yer kaderine terk edilmiş gibi duruyor.
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
11
PORTRE
GARİP
Karanlık
Bir yüce karanlık içerisinde neler saklayabilir sizce? Neler olabilir o karanlık arkasında? Nasıl görür nasıl dokunuruz karanlığın arkasına? Belki de en önemli ve vahim olanı şu soru ki bizler karanlığın arkasında nasıl görünürüz. Saklanılası yerdir karanlık hele dışarısı aydınlıksa birde en acımasız en umarsız en içten en çirki duygularla saklanılası yerdir karanlık. En tatlı yüzleri en tatlı oğlan kızların resimlerini içerisinde yokmuş gibi saklar. Bir el uzağında olsa bile sonsuz uzakta kaybolmuş gibi dokunamazsın ona onlara. Ne olduğunu ne bittiğini belki seslerden ve duygularla anlarız sadece. Aşkın bu karanlık gecesinde Bülbül yine vahşi müterennim Mecnûn'u terk etti mi Leylâ? Vahşî sesi firkat sesi sandım.
Bir portre vardır herkes görmüştür onu. Herkes aşina kalır aslında simasına, bir muallâk içinde hep görürüz onu hayatımızda. Dağınık saçları bana hüznü çağrıştırsa da çoğu kimse neşe ile seslendiğini söyler insanlara. Ne zaman baksam o meşhur portrenin gözlerine, daha yaşanacak çok fazla anı olduğunu görürüm. Konuşmak istemeyen ama tek kalemde onca şeyi aks ettiren bir ağız. Yorgun ve yaşanmışlıklarla dolu bir yüz sanki hep kahverengi. Birkaç nesilde yapılacak işleri kısacık bir ömre sığdırmıştır. Kısa bir ömür süreceğini anlamışçasına. Birkaç nesil ‘bir demiş onu tanıyan usta kalemler. Bazen dışlanmış koyunların gelenek sürüsünden, kaçıp kurtlarla gezmek istemiş kuzuların arasından. Bazen kabul görmüş diğer ördekler arasında çirkin ördek diye. Buna rağmen kendi ütopyasında ki kuğu kalabalığı aramış usanmadan bir çok yoldan. Ama hep, ama tüm, aması olsun yada olmasın geleneksel olsun olmasın onu bağlayıcı tüm kuralları reddetmiş, bizim daha okunası günlere gelmemize yardımcı olmuştur. Kısacık bir ömür dedik ya hani size bize gelen senelerden, her bir seneden 36 adetle sınırlı kalmış sadece. Bizler onun yüzünü ve ruhunu çizmek isterken mecazlarla, teşbihlerle ve bazen mübağalalarla , o yol kenarında para isteyen insanlar kadar açık olmamızı isterdi şimdi burada olsa. Bilge insanlar gibi söylemeden önce yerine getirmiş öğütlerinin hepsini. Açık yazmış her şeyi gördüğü gibi. Nedense ne zaman aklıma gelse bu muazzam şair, çoraplarımın kaybolan eşlerine şiirler yazmak isterim
utanmadan. Onun sanatının temeli hayattı bu nedenle kuşkusuz konusu sınırsız ve yazacakları amansızdı. “Kimin bacağını sıkmışım tramvayda.” Derken şiirinde kahvehanede arkadaşlarına da böyle söylemiş olmalı diye düşünmeden geçemiyor insan. Açıktı sadeydi ruh halini anlatan kocaman gülen yüzler çizerdi. Bizimde gayet iyi tanıdığımız iki arkadaşı ile yeni bir dünya kurmaya başladılar. Bu dünyayı cumhuriyet edebiyatı içerisinde bir temizlik malzemesi edası ile –yani bana hep bunu çağrıştırır- omo diye aklımızda kalacak o kısa imge bize bir devri ve o devirden sonra nice bizleri etkileyen bir sanat karmaşasını anlattılar basit bir şekilde. Ve 10 kasım 1950 bir çağın süre geleceğini bilerek hayatı bırakmaya hayattan ayrılmaya 4 gün kala, engin çalışmalarının izlerini ortada bırakan belediyenin, gelecek kuşak gençlerini etkileyen bir şairi, bir çukura mahkum ettiği gün 10 kasım 1950. Şimdi 100 yaşını doldurmuş olan Orhan Veli KANIK 14 kasım 1950 de hayata gözlerini kapadı. Cebinden bir diş fırçası, 28 kuruş ve diş fırçasına sarılı bir kağıt çıktı. Kağıtta at yarışı programı ve eski yazı ile yazılmış bir şiir vardı. 36 yıla nice aşkları –ama Nahit Hanım hep ayrı bırakılmıştır– nice umutlar, yazılar,başarılar, dergiler, gazeteler, çeviriler ve daha nice şeyleri sıkıştırmış alelacele. “Ölünce kirlerimiz temizlenir./Ölünce biz de iyi adam oluruz” demiş ve bir kehaneti daha gün yüzüne yansımış doğruluklar içerisinde.
Bu dizelerde de olduğu gibi bence karanlık. Birde bu dizleri karanlığın ve gecenin içerisinde yaşayan güvensiz, aşksız, korkak ve çirkin hisseden bir kimsenin yazması daha da hoş kıldı bize bu dizeleri. Belki bazılarınız kim olduğunu anlamıştır sadece okuyarak benim ve onun yazdıklarını. Bazılarınızın içi kararmış ve bazılarınızda karanlığa saklanmak istemiştir belki. Bu şairin iç yaşamını bir psikolojik çözümleme değil de bir arkadaşın dertlerini dinler gibi dinlersek eğer kimsesiz hissettiğini anlamak çok da zor olmasa gerek. Ben birkaç bilgi vereyim onun hakkında sizlere onun en büyük sıkıntısı bence bulunduğu çevreye uyamaması ve yabancı hissetmesidir. Sinirli bir baba sevecen ama şairimize pek fazla eşlik edemeyeceği belli olan annesi hasta olması nedeni bunun nedenidir. Bu çocukluk bize onun ruhsal portresinin temelini ve şair hayatı boyunca eserlerine işleyeceği konuları verir. Babasını mesleği kaymakamlık olduğu için çocukluk yıllarında birçok kez göçebeler gibi sırtına eşyalarını alıp gitmesi onu biraz daha soyutlamış hayattan ve karanlığa itmiştir. Kendinin çirkin olması –kendisi hep böyle söylemiştir- onun daha çok geceleri yürüyen bir adam haline getirmiştir. Gündüzler için sevimsiz olayları ortaya çıkarıyor ve onun yüzünü belirginleştiriyor diye sabahları pek sokaklara çıkmazmış bu usta şair. Geceye aşık ve o geceye şiirler yazan biri olmuş elbette. Titreyen ellerimle penceremi Açtım afaki leyle karşı... Yine Gecenin gölgeden manazırına İmtizac eylemiş nücumü bahar... Daha da ne olsun dedirtircesine koca-
man hayaller ve gerçekler arası işlemiş olduğu yazılarını şiirlerini –ben en çok şiirlerini severim- mutlulukla paylaşmıştı insanlarla. Daha paylaşılıp benim onu anlatmak istediğim bir çok şiiri var tabi ama bu kısa yazıda bunları anlatmak o kadar da mümkün olmuyor. Ağır ağır yaşadı kendisi bu hayatı ve ağır ağır yaşanması gerektiğini öğütledi bizler. Kendimi araya bir şiir daha sıkıştırmaktan alı koyan şeyi devirip hepinizin bildiği benimde her şeye rağmen sizlerle paylaşmak istediğim bir diğer şiiri onun kimliğini alenen ele verecek zaten. Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak… …… Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta… Ahmet Haşim 1884’te Bağdat’ta doğdu. Sekiz yaşlarında annesini kaybetmesi onda derin izler açmıştır. 1895’te babasıyla İstanbul’a gelen Haşim, ilk önce Numune-i Terakki mektebinde okumuş bir yıl sonra da Galatasaray Sultanisine verilmiştir İlk zamanlar gereksiz bir uğraş olarak gördüğü edebiyatı hocası Ahmet Hikmet’in tesiriyle sevmiş ve şiirler yazmaya başlamıştır. İlk şiiri Mecmûa-yıEdebiyye’de çıkan “Hayal-i Aşkım”dır. Bu sıralarda Hamid’i, Muallim Naci’yi, Cenap’ı ve Fikret’i beğeniyordu. Fransız sembolistlerinin şiirlerinden oluşan bir antolojiyi okuyan Haşim, bu şairlerden çok etkilenmiş ve şiiri, edebiyatı bundan sonra kendine alan olarak seçmiştir. 1907’de okuldan mezun olunca Rejî İdaresi’ne memur olarak girdi. Bir müddet sonra İzmir Sultanisi Fransızca öğretmenliğine tayin edilince hukuk eğitimini ve memurluk görevini bırakır. . Haşim’in aynı zamanda güçlü bir nesirci olduğunu da belirtmek gerekir. . 1928’de Paris’e ikinci bir seyahat yapmış ve bu seyahatin notlarını “Bize Göre” adıyla; gazetelerde daha önce çıkan sohbet ve makalelerini “Gurabahane-yi Laklakan” adlarıyla bastırdı. 1932’de böbrek rahatsızlığının tedavisi için Frankfurt’a gitti. Bu seyahate ait notlarını “Frankfurt Seyahatnamesi” adıyla 1933’te bastırdı. Tedaviden sonuç alamayan Haşim 4 haziran 1933’te İstanbul’da öldü. Mezarı Eyüp’tedir.
12 GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
SİNEMA
Yıldızlar Arasına
Orta Dünya’ ya elveda
Gelecek nesillerin kaçmak için umut kaynağı.
Hobbit: Beş Ordunun Savaşı GARİP BALÇAK
Birçok kitap özellikle bizi içerisinde alıp götürmüş olanlar ve sürükleyerek okuyucuları kendine bağlayanlar ekranları süslemeye devam ediyor. Bu sözünü ettiğimiz uyarlamaların ikiye ayrılır bunların ilki doğrudan doğruya eserle sırt sırta verip uyarlananlar, ikincisi ise aynı mekan içerisinde bulunurken bile ayrı ayrı ikisi içerisinde de küçük süprizler bulunduran türden uyarlamalar. İlk çeşit uyarlama ya en belirgin örnek kuşkusuz J.K Rowling’in kaleme almış olduğu Harry Potter serisi. İkinci uyarlama çeşidinin en başarılı en ünlü ve en sevilen örneği ise kitabını okuyanların heyecanla izledikleri yüzüklerin efendisi serisidir. Her ne kadar kendimde az bilgi sahibi olsam da sizlere bu konu ile ilgili bilgilendirmek isterim. Yönetmen Peter Jackson, 1998 yılında ilk adımı attığı orta dünya macerasının devamı ve bir zincirin sonu sayıla bilecek Yüzüklerin Efendisini 2003 yılında başarılı bir şekilde tamamladı. Jackson için içine girdiği işi tıpkı filmdeki hobbit gibi başarılı bir şekilde yerine getirildiği söyleniyor. Bunun en önemli sonuçlarından biri ki bir çok sonucu olmuştur dünya sinemalarında sanat camiaları tarafından pek ciddiye alınmayan fantezi türünün de ciddiye alınmasını sağladı. Son zamanlar da iyiden iyiye içimize işleyen sinema ve bunun daha çok içerisinde bulunan zaten sinema severler tarafından yıllar sonra bile ilgi ile konuşulacak bir film olacak Jackson’un son uyarlaması Hobbit: Beş Ordunun Savaşı. Baktım baktık aradık sorduk içeriği genişletilerek üç filme yayılan ilk eser olması ayrı bir özellik. Daha önce benim okumuş olduğum yüzüklerin efendisi kitapları gerçek başarının öyküsü bence. Şimdi girdiğiniz ve girecek olduğunuz tüm kitapçılarda Hobbit diye yeşil büyük bir mitoloji kitabı görmeniz mümkün. Gayet sakin ve kendine has düzeni içerisinde bir gece ansızın beklenmedik misafirlerle ehl-i keyf hali bozulur Bilbo Bag-
gins’in. Ve bu rahatsızlık verici misafirleri kendine yol arkadaşları sayarak bir görev üstlenir. Hikayenin en temelinde ise bu Shire’lı hobbit’in güç yüzüğünü bulma hikayesi anlatılıyor. Bu öyküyü Jackson 400 sayfalık bir kitaptan 3 filmlik koca bir fantezi deryasına çevirmesi takdire şayan bir olaydır elbette. Tabi her şeye karşın acımasız
eleştirilere maruz kalması çokta şaşıracağınız bir şey değil. Ne kadar da ticari bir atmosfer içerisinde yazıldığı söylense de; Koca Meşekalka’nın anlattığı o uzun gece hikayeleri hepimiz tarafından ilgi ve heyecanla dinlendi bence. Hepimiz onlarla yürüdük ve orta dünyadan bizde bir nefes alalım diye onlarla bir kapattık gözlerimizi ara sıra. Eleştirileri sizlere aktarmaya devam edersen şöyle. Genel sıkıntı şöyle imiş; kitabın o kısa ve sıcak hikayesinden sıkça uzaklaşılması ve hepsi ne kadar aynı kişiler olsa da
GARİP BALÇAK
Gandalf aynı Gandalf olsa da yani onlara yakınlaşma onlarla samimi olma fırsatının elimizden alınması. Ben kendi yorumumu sizlere söylemek isterim bence gayet güzel olsa da Beş Ordunun Savaşı serinin zayıf halkası da denebilir. Biraz karmaşa içerisinde kalınmış bu filmde sanki sırtı Yüzüklerin Efendisine mi dayalı yoksa efsane kavga sahneleri olan bir film mi yapılmaya çalışılmış anlamak zor bu nedenle karmaşık. Tabi bu karmaşıklık benim gibi fantezi severler için pek de sorun teşkil etmiyor. Evet vazgeçilmez savaş sahneleri içerisinde izledik Beş Ordunun Savaşını. Benim en çok sahneye girip aralarına karışmak istediğim zaman cücelerden oluşan kocaman bir orduyu ansızın karşımda görünce oldu. Kuzenlerin bir birine bağlılığını sorgulayan o altın, cücelerin gururla hiç boylarına bakmadan tepenin üzerinden savaşa meydan okumaları kalplere heyecan doldurdu bir kez daha. Miğfer dibi savaşının ortasında kral Theoden’İn orkların üzerine atılması eraborun kapılarının açılışı ve Thorin’in kendi kafilesi ile sahneye gelişi karşılıyor bizleri. Onca savaşın arasında hiç beklenmedik bizim zengin kız fakir oğlanın inanılmaz aşkı gibi bizleri karşılayan Kili ve Tauriel cüce elf aşkını anlattı bizlere ve merak uyandırdı içimizde. Hobbit’i okuma fırsatım olmadı ama Yüzüklerin efendisine oranla bayağı geride kalmış olduğunu biliyorum. Jackson burada zaten asıl amacı bu kitabı yüceltmek değil bu senaryoyu Yüzüklerin efendisine yaklaştırmak olduğu açık beyan ortada. Hobbit’i öncülünün niteliğine kavuşturmaya yaklaştırması bu yüzden. Son olarak Beş ordunun kendi içerisinde neler olup bittiğini anladığımıza göre şöyle açıklayalım: Hala izlememiş olanlar için eğer fantezi sinema seviyorsanız izlemeniz gerekir. Yıldızlar Arasına Gelecek nesillerin kaçmak için umut kaynağı.
Kocaman sertlikler içerisinde insanların yüzüne yüzüne geleceği vuran etkileyici bir film. Makro düzeyde, uzay zaman ve bunu da aşan 5. boyutla ilgili kurgusal bilim yapan ve bur çerçevede bilimsel kuralları dikkate alarak ele aldığı konuyu işleyen bir film de aynı zamanda. Muhteşem görselleri gidiş gelişleri mükemmel bir şikilde yansıtmış ekranlara Nolan. Bakıldığı zaman modern sert bilim kurgu olarak geçen bu film bizim bildiğimiz sinema dünyasının sınırlarını zorlamış iyice. Daha önce bu kadar etkilendiğim ve bir dönüm olarak görmüş olduğum Geleceğe Dönüş’ü hatırlattı bana. Daha önce hiç bilim kurgu izlememiş bir insan eğer bu filme girerse gerçekten daha ne olduğunu anlayamadan serseme dönecektir muhtemelen. Ben fizikle ilgili pek fazla bir bilgiye sahip değilim ama film vizyona girmeden önce ve girdikten sonrada film ile ilgili bir çok açıklama yapıldı bilenler tarafından. E=mc2 ile başlayan uzunca makaleler görmek mümkün eğer biraz bakacak olursanız. Ne kadar sıkıcı olsa da size kısa bir şeyler anlatayım her şey ışık hızı ile başladı ve şimdiki zaman yanımızdan geçen ışıklarla anlaşıldı şimdi yaşanacak olanlar sadece geleceği etkiler çünkü hiçbir şey ışıktan daha hızlı olamaz. Yani eğer şuan güneş patlasa bizim için asla şuan patlamış olmayacaktır çünkü güneşin ışığı bize 8 dakikada gelir. Yani bizler gelecekten geçmişi görebiliyoruz biz evrenin geçmişine bakıyoruz. Ve hız bizim filmimizin temelini oluşturuyor. Kara deliğin hemen yakınındaki bir gezegene iniş yaparken tıpkı zaman durmuş gibi çok hızlı hareket ediyor, 7 dakikalık zamanın dünyada senelere tekabül etmesi ise gezegenin ışık hızına yakın bir hızla dönmesine bağlana bilen sevimli bir etkisi. Bu kadar geniş, karmaşık ve özellikle kocaman bütçesine kıyasla cesur bir yapım hakkında konuşulacak, detaylara girilecek çok şey var tabii ki. Fakat bu kadar erken bir raddede tek tavsiyem salonları bir an önce doldurmanız, özellikle sert bilim-kurgudan, akıl dahil bütün duyuları zorlayan sinemasal meydan okumalardan haz alıyorsanız.
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
13
ÖYKÜ
ÇİĞDEM
Çekirdekçi Mahmut Bey 11 yaşından beri sokaklarda “Çekirdeğim sıcak inanmazsan gel de bak” diye bağırıyordu. Tabi insanlar ona inanmıyor, çekirdeğin sıcak olup olmadığına gelip bakıyorlardı. Mahmut henüz 17 yaşına girmiş, bıyıkları yeni terlemiş, yeni yetme körpecik bir oğlandı o sıralar. Ama onun en büyük talihsizliği henüz 3 yaşındayken anne ve babasını bir at arabası kazasında kaybetmesi değil, mahallenin kasabının tombul ama şeytan tüyü taşıyan kızına aşık olmasıydı. Onca zaman hiçbir yanlış yapmadan –yaptıklarını da fark ettirmeden yaparak- günler geçip giderken. Nasıl olduğunu ve nasıl yaptığını kendisi bile anlamaksızın huşu içerisinde tombul kızın gözlerine kasap babasının da gördüğü –zaten hatası buydu- bir Mecnun bakışı attı. Ama kız onu hiç mi hiç ciddiye almadı. Çünkü Mahmut fakir çekirdekçi çocuğun tekiydi. Ama Nihale –adı Nihale’ydi- imamın askerden yeni dönmüş, Frenk tarzında giyinen ve henüz anlamını bilmediği bir şekilde ona bağlı idi. O sıralarda Mahmut hayata iyice küsmüş ne yapması gerektiğini bilmeden, sağa sola çekirdek tohumları atıyordu. Yıllar geçti. Nihale imamın oğlu ile değil, yandaki çiftliğin 53 yaşındaki sahibiyle evlenmişti. Henüz daha 20 yaşındayken. Çünkü babası böyle istemişti. Babası kasaptı ve ucuz yolandan ineklere ihtiyacı vardı. Bu nedenle Nihale nihayetinde nikahlandı çiftçiyle. Bu azaba dayanamayan Nihale intihar etmek için kendini samanlığa kilitledi. Bunu duyan Cabbar Ağa kulaklarına inanamadı çünkü henüz kulak problemleri yaşayacak yaşa gelmemesine karşın çok ağır işitiyordu. Söylentilerin doğru olduğunu anlayınca doğru samanlığa koştu. İlk başta bunu küçük bir fantezi oyunu sandı. Ama Nihale ciddiydi. Tek sorun bir insan samanlıkta nasıl intihar edebilirdi. Sonunda Cabbar Ağa kapıyı kırdı, Nihale’yi ölene kadar dövdü. Mahmut 30 yaşına gelmişti. Artık Nihale’yi unutmuş, çok zengin olmuştu. Gençliğinde yani henüz çekirdek sattığı yaşlarda yaşlı bir adam ona, “Ne ekersen onu biçersin” demişti. Anlamamıştı bunu hiç Mahmut. Ama gel zaman git zaman zengin olduktan sonra nasıl zengin olduğunu sordu kendine. Cevap hep dilinin ucundaymış gibi ama bir asır uzaktaymış gibi geliyordu ona. Ansızın iki dudağının arasından boşaldı kepenkleri açılan Nihale. Nihale’yi sevmiyordu. Ondan nefret de etmiyordu veya onu özlemiyordu da çünkü nihale ile ilgili hiç bir şey
hissetmiyordu. Ama zengin oluşunun Nihale ile ilgili olduğunu biliyordu. Acaba Nihale ona acımış da onun için geceler boyu Allah’a yalvar yakar dualar mı etmişti. Hayır buna inanmıyordu çünkü nihale onu ilk gördüğü andan beri –sadece bir kere görmüştüondan tiksinmişti ve babasından “Kasap baba, kasap baba şu çekirdekçi çocuğun kulağının arkasına öyle bir vur ki vınlasın üç gece” demişti. Kasap Cabbar asla vurmadı Mahmut’a çünkü o Mahmut’u seviyordu. Cabbar gençken mahallenin genç mürebbiyesinin evini bir gece ansızın ziyaret etmişti. Saime Cabbar’a Cabbar da Saime’ye deli gibi aşıktı ve o gece sabaha kadar aşk yaptılar. Saime sabah olup da uyandığında yanında Cabbar’ı göremedi. Ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anlamıştı çünkü Cabbar zaten evliydi. Saime mahalle mektebine gelip giden küçük, hasta ve muhtemelen çok az bir ömrü kalmış olan Satır’ın babasını gözüne kestirmişti. Kendini satırını babasına yamayacaktı. Yamadı da ilerleyen zamanlarda ve evliliğin ilk 7 ayı nihayete ermişti ki Saime’nin beklenmedik bir hızla bir oğlu oldu ve bunun akabinde mahallede dedikodu hiç eksik olmadı. Satır da yeni doğan kardeşinin kırkı çıktıktan 1 gün sonra ölmüştü. Hayatta kendini iyice yalnız hisseden Satır’ın babası bir gün at arabasıyla giderken yine Saime ile kavga ediyordu. Saime kucağında küçük Mahmut’u tutarken acıyordu Satır’ın babasına ve içinden kıs kıs gülüyordu ona. Satır’ın babası bunu hissetti. Ters yönden gelen at arabasını gördü ve dizginleri hemen onun üzerine çevirdi. Mahmut iyiden iyiye şaşırmıştı kendini. Sabah kafelerde, akşam üstü meyhanelerde, geceleri barlarda ve sabahlara kadar pavyonlarda sürtüyordu kazandığı parayla. Tabi boşuna yapmıyordu bunları. Ne demişler bilirsiniz sarhoş bile içiyorsa bir derdi vardır. Mahmut’un derdi haksızlıktı. Nasıl bu kadar kısa bir sürede zengin olmuştu. Bu kadar zengin olması diğer insanlara karşı haksızlıktı. Kendisini büyük bir günah işlemiş gibi hissediyordu. Bundan 7 sene evvel Nihale’nin gözlerindeki o intihar aşkı Mahmut’un gözlerinde de vardı. Yolda gördüğü bir çekirdekçi çocuk ona nasıl bu kadar zengin olduğunu sordu. Mahmut o an kafasında çakan şimşekleri bir yakalayabilseydi elleriyle. Gökyüzünün derinliklerine kendi elleriyle geri yollamak isterdi. Dönüp çekirdekçi çocuğa şöyle dedi “Ne ekersen onu biçersin”
Bugün Mahmut, Mahmut Toptan ve Perakende Satış Şirketi’nin sahibi. Geçen zaman yitip giden aşklar, kaybedilen paralar, dökülen kadehler, dövülen kadınlar, sevilen erkekler, eşcinseller ve daha nicesini tanımıştı Mahmut ve hepsinden biraz iz taşıyordu. Hepsini biraz sevmişti. Yaşlanmış, saçı sakalı beyazlamış, artık dünyayı daha büyük bir masumiyet içerisinde görüyordu. Evlilik yaşı çoktan geçmiş ve mirasını devredeceği bir çocuğu da yoktu. Bunu düşünmeden yapamıyordu geceleri. Tüm mirasını kimsesiz çocuklara bağışlamayı düşündü önce. Sonra vazgeçti. Nereye bağışlayabilirim diye düşündü. Bir geneleve bile bağışlayabilirdi veya kendinden kat ve kat zengin birine. Ama yapmadı. Selçuk değişen ve durmaksızın ilerleyen zamanla birlikte güzel arabalar, güzel kızlar, güzel yemekler yiyebilen bir çocuktu. Gayet ahlaklı, terbiyeli, zenginliğinin havasını atmayan, atanlardan nefret eden güzel yüzlü güzel gözlü biriydi. Her vakit ağlamaklı duran sulu gözleri bir gün kepenkleri açılır da yıkılan barajlar gibi sel getirecekleri diye çok korkardı arkadaşları. Ama onun gözlerinin bu kadar nemli olmasının nedeni sürekli hüzünlü olması değildi. Küçükken düşmüş olduğu balkonun bir eseriydi bu yaşlar galiba. Bu kadar duygulu gözükmek o denli hoşuna gidiyordu ki arkadaşlarına gözlerinin yaşının balkondan düştüğü için olduğunu söylemedi bile. Öykü, kırmızı dudaklı, beyaz tenli, iri ve çekik gözleri olan uzun boylu ve uzun saçlı bir kızdı. Galatasaray Lisesi’nin en başarılı öğrencilerin olan Öykü, hiçbir erkeğe yüz vermez, onlardan sürekli uzak dururdu. Gençliğin hazin kavak yelleri estirdiği zamanlarda o gece rüzgarlarına kapılmak için gündüzleri evde ders çalışırdı. Bir gün şeytan mı dürttü ne oldu bilinmez Öykü süslenip dışarıya çıktı ve daha önce hiç kokusunu almadığı kavak yelleri yüzünden mi yoksa ilkbaharın tüm polenlerine alerjisi olduğu için mi aniden yere yığıldı. Gözlerini açtığında bıyıklı, şişman, çirkin bir adam onun uyumakta olduğu odayı temizliyordu. Adam o kadar zor nefes alıyordu ki –zaten Öykü bu sese uyanmıştı- nefes almak denilemezdi buna. Sonunda adam kapıyı çekip gitti. Arkasından içeriye beyazlar içinde bir hemşire girdi. Mahmut 1 yaşını doldurmuştu. Daha yeni yeni yürüyordu. En sevdiği şey oyuncaklarını oradan oraya atmaktı. Bir gün Mahmut torununun kendine doğru koştuğunu gördü.
Oğlu Selçuk’un karısı ve kendisinin gelini olan Öykü, babalarını kırmamışlar küçük oğullarının adını Mahmut koymuşlardı. Öyle böyle 83 yaşına bastıktan sonra toprağa girmeye hazır olduğunu anlamıştı Mahmut. Bir gün iyiden iyiye rahatsızlandı. Hastaneye kaldırdılar hemen onu . Mahmut’un son hatırladığı şey, çirkin ve bıyıklı bir hastabakıcının nefes darlığından önünde ölmesiydi.
14 GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
RÖPORTAJ
YETİMLİK ÖZGÜRLÜK: UÇAKLAR B
azı sevgiler vardır, yok olduğunda yerine bulunmayan. Bazı ümitler vardır hiç kaybedilmeyen. Ve bazı insanlar vardır, sevgisini yitirse de ümidini kaybetmeyen. Türk Hava Yolları Antalya Genel Müdürü Ömer Durna’yı tanımak için bu kelimeler bile kifayetsiz kalır. Antalya doğumlu olan Ömer Durna daha annesinin doyumsuz sevgisine doymamışken ve henüz 5 yaşındayken bir hastalık sonucu annesini kaybeder. Hayat artık onun için çok daha yorucu ve bir o kadar da anne özlemiyle doludur. O kaybolmuş anne sevgisini, babaannesi onu yanına alarak doldurmaya çalışsa da nafiledir. Çünkü o küçüklüğünden beri hayranlık duyduğu ve özgürlüğün simgesi olan uçaklarda annesinin kaybolan sevgisini arar. “Uçakların bütün iyi yürekli ve sevgi dolu annelerin ruhlarını taşıdığını düşünüp her gece onları izlerdim. Ama öyle olmadığını geç de olsa öğrendim öğrenmesine de bu izleme merakı bende bir aşka dönüşmüştü. İşte anneme olan sevgimle aşka dönüşen uçak sevgim sayesinde şu ana kadar 6 kıtayı, 100 den fazla ülkeyi gezdim. Şimdi ise Türk Hava Yolları Antalya Genel Müdürü oldum. Buda benim anneme yani uçaklara olan sevgimin ne kadar büyük olduğunun kanıtıdır”. Diyor Durna. Tabi bu geçen yıllarda Ömer Bey evlenip, iki çocuk babası oldu ve babası öldü. Annesinin ve babasının sevgisinin bir kısmını da eşinde bulduğu her halinden belli oluyor.
Babaannem benim için bir velinimetti… Babaannesi onu her yönden kollayıp onun eksik olan sevgilerini de tek başına yaşatmaya çalıştı. Annesine olan özlemini ve babaannesinin fedakarlğını başlıyor anlatmaya “ Annemi kaybettiğimde henüz 5 yaşındaydım. Daha Dünya nın nasıl bir yer olduğunu anlamadan annem beni terk etti. Babaannem o zamanlar benim için bir velinimetti. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışsa da yardım edemediği tek konu anneme olan özlemimdi”. Diye devam ediyor, hayatın o yaşta bıraktığı izi taşırcasına. Hayat ona çok hoyrat davranmış, sürekli bir kanadı kırık kalmış bir çocuk olarak kalmış ta ki uçaklar ve eşiyle tanışıncaya kadar.
Okulun pencerelerinden uçakları seyrederim hep… Özellikle Anneler Gününde… Okulların açılması onun için eksik olan sevginin eksikliğinin biraz daha eksilmesine ve annesine olan özleminin biraz daha artmasına sebepti hep. “Okulların açılması benim için süper bir şeydi. Çünkü arkadaşlarım sayesinde dünyanın bu kadar acımasız olduğunu unutuyordum. Onlarla geçirdiğim her zaman beni mutlu etmekle kalmayıp göklere çıkarıyordu. Ama okul çıkışları ve Anneler Günleri hariç tabi. O günlerde hep pencere kenarına geçip havada geçen uçakları seyrederdim. Ve sanırım 2. Sınıfa giderken ileride ya bir pilot yada
hava yollarında bir yönetici olacağıma karar verdim” Dedi. Hedefini daha o yaşta belirleyen bir çocuk için hayatta acımasız davranmadı bu kez. İlkokul ve liseyi bitirdikten sonra tek hedefi olan hava yollarına girme yollarını arar. Türk Hava yollarının verdiği ilanı görür görmez soluğu THY de alır. Ve iş başvurusunu yapar.
sarhoşluğu da sarmıştı. Gözlerimi ondan alamıyordum. O da bunun farkındaydı ve neticede çıkmaya başladık iki ay gibi kısa bir sürede de evlendik. Şimdi iki çocuğumuz hem anneli hem de babalı…”
Genel müdür olmayı ilk
başlarda hiç düşünmedim… Hayat yüzüme gülmeye başladı… Ta ki… Hayat bazen insanları sevindirmeye çalışırken diğer yandan da üzebiliyor. İşte Ömer Durna da tam da böyle bir ikileme giriyor. “ Sonuçların açıklanmasını dört gözle bekledim. Ve nihayetinde sonuçlar internet üzerinden açıklandı. Sonuçlara bakmak için internet kafeye koşarak geldim. O halimi anlatacak kelimeler bulamıyorum. Çünkü çok çok heyecanlıydım, sonuçta hayatımın özgürlüğü bu sonuçlara bağlıydı. Daha önce aldığım uçuş sertifikaları sayesinde işe alındım. O gece baba ve babaannemle mutluluktan uçuyorduk. Ve en sonunda hayal ettiğim hayatı yaşamam için bana bir kapı aralandı o gün. Ama mutluluğum pek fazla uzun sürmeden memur olan babam Hiper tansiyondan vefat etti. Hayat yüzüme bu ana kadar iyi gülümsedi ama o andan sonra daha da acımasızlaştı. Çünkü artık iki kolumda kırıldı”.
Eşimle bir İstanbul gezisinde tanıştık ve iki ayda evlendik… Bazı kadınlar vardır hayat dolu olan işte bu kadınlardır hayatımızda yer edinen. Sonra da eksik olan sevgimizi tamamlayıp çocuğumuza anne olan. “ Babamın ölümü beni epey sarsıyordu o sıralar. Ama o aralarda İstanbul da bir iş gezisi yapılacaktı. Kimse gitmek istemiyordu. Bende babamın üzüntüsünü hafifletmek için kendimi işe vermiştim bu teklif bana çok cazip geldi ve bir anda kendimi İstanbul da toplantıların ortasında buldum. Yalnız o sıralar iş sarhoşluğu kadar beni yeni tanıştığım bir kadının aşk
Hayat hep keder ve üzüntü değildir insanı en sonunda sevindirmeyi de bilir. İşte Ömer Bey de hayatın acımasızlığını yenip artık yeni bir hayata her basamağını bir sürü acı ve sevinçle doldurduğu mesleğinin zirvesine geldi. Nasıl genel müdür oldunuz
diye sorunca gülümsemeye başlıyor ve anlatıyor… “İşe ilk girdiğimde sağa sola koşup, belgeleri topluyordum. 5 yıl sonunda genel müdür emekliye ayrılınca hayallerime kavuşmama bir adım da yakınlaşmıştım. Çünkü artık bende genel müdürün yerine geçen iç hatlar müdürünün yerine müdür olmuştum. Ama benim hedefim sadece bir iç hatlar müdürü olmak değil, uçaklarla her yere uçarak içimde biriktirdiğim her şeyi havada sonsuz özgürlüğe bırakmaktı. Onun içinde genel müdür olmak gerekiyordu. İşte o anda genel müdür olmak istemeye karar verdim ama öncesinde genel müdür olmak aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Neyse bir yedi senenin daha sonunda Antalya Türk Hava Yolları Genel Müdürü oldum. Şu ana kadar ne hedeflediysem gerçekleştirdim. Galiba anne ve babamın eksikliğini ben uçaklarla doldurdum. Bu yüzden önüme çıkan hiçbir engele takılmadan yola devam ettim. Artık gençlerin hedeflerine varmaları için bir örnek teşkil ediyorum ve onlara üniversiteler de kariyer seminerlerinde anlatıyorum”. Dedi.
GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
15
KÜLTÜR-SANAT
Sizin İçin Okuduk
Sanat İle Anılacaklar
2014’de hayata gözlerini kapayan ama hatırlanacak olan ustalar. - Garip BALÇAK
En yeni kitapları en çok sevilen yazarlardan okuyup araştırıp sizlere anlattık. - Garip BALÇAK
Behçet Nacaroğlu
Kafamda Bir Tuhaflık – Orhan PAMUK
Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk'un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul'daki hayatlarını hikâye ediyor. 1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu'dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez. Aşkta insanın niyeti mi daha önemlidir, kısmeti mi? Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler? Kafamda Bir Tuhaflık bu sorulara cevap ararken aile hayatıyla şehir hayatının çatışmasını, kadınların ev içlerindeki öfke ve çaresizliklerini resmediyor. (Tanıtım Bülteninden) Ayrıca 480 sayfadan oluşan bu kitabı okurken hepinizin büyük bir heyecan duyacağınıza eminim. Sonuçta Orhan PAMUK yazarsa iyi yazar.
Kürk Mantolu MadonnaSabahattin Ali
"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum." Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor. 164 sayfadan oluşan bu kitap en yeniler değil en çok satanlar içerisinde yıllardır bir klasik edası ile popülerliğini koruyan bu kitabı bir çoğunuz okumuştur elbette ama okumayanlara ısrarla tavsiye etmemek elde değil.
Okuyan Antalya
Antalya'nın en kapsamlı halk kütüphanelirinden Doğan Hizlan kütüphanesi yenileniyor. - Garip BALÇAK Herşey den önce kütüphanelerin ne analama geldiğini bulalım kendi içimiz de ve az da olsa önemini kavrayalım. Günümüzde teknolojinin gelişmesi ve bilgiye daha kolay ulaşılabilmesi sebebiyle kütüphanelere olan ihtiyaç azalmıştır. Ancak ne olursa olsun kütüphanelerin farklı bir havası ve atmosferi vardır. Kütüphanelerde kitapların tozunu yutan kişiler ve bu alışkanlığı kazananlar bu kültür ortamlarından kolay kolay vazgeçemez. Çünkü kitapların kokusunu duyarak onlara dokunarak araştırma yapmanın zevki hiçbir sanal ortamda yoktur. Kütüphane ye giden bizler bunun zaten ne anlama geldiğini biliyoruz. Tarihçesi hakkında da kısaca bilgi vermek gerekirse. Kütüphanelerin tarihteki ilk örneklerini Mısır ve Mezapotamyadaki kil tabletler oluşturur.Eski Mısırda bulunan ilk belgeler papirüs üzerine yazılan tapınak kayıtlarını içeriyordu. Sosyal hayatı içine alan, din ve dinle ilgili törenleri, felsefe, tıp, kimya gibi bilimler ve siyasal nitelikli devlet yazışmalarının bulunduğu kaynaklar “tablet evi” ve “mühür evi” gibi isimlerle adlandırılan yerlerde tutulmaktaydı. Mühür evi ,tablet evi ve şimdi de kitap evi işte. Bu kütüphaneler helenistik Yunan da gelişmiş ve İskenderiye de zamanının zirvesine ulaşmıştır daha sonra İskenderiye bildiğiniz üzere talan ve yangınlarla yok olmuş. Uğruna insanların öldüğü sabahlara kadar oturulmak istendiği ve huzur dolu olduğu söylendiği için ben de bunun ile ilgili birşeyler yazyım dedim. Sonra içerisinde yaşamakta bulunduğum Antalya'da yenilenen bir halk kütüphanesi olan Doğan Hizlan halk kütüphane sini kendime konu aldım. Halk Kütüphaneleri; din, dil, yaş, ırk, cinsiyet, milliyet,eğitim, kültür, sosyo-ekonomik düzey ve politik görüş farkı gözetmeden kısacası yediden yetmişe her kesime, her tür kütüphaneye ait materyali ve çeşitli iletişim yollarını kullanarak kültür ürünlerini ve bilgiyi insanlığın hizmetine ücretsiz sunarak, onlara ömür boyu eğitim ve boş zamanları değerlendirme olanağı veren eğitimsel etkinlikte önemli rol oynayan toplumsal kuruluşlardır. Günümüzde Türkiye genelinde Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bu hizmetleri sağlayan 1141 Halk Kütüphanesi mevcuttur. Burada bir halk kütüphanesinin
ne anlama geldiğini anlamış olduk. Antalya Konya Altı'nda bulunan Doğan Hizlan halk kütüphanesin hizmet kaltesini yükseltmek ve daha geniş kaynak, kişisel gelişim, dergi, roman ve daha bir çok çeşidi ile tadilat ve yenileme çalışmalarına başladı. Yaklaşık 1 ay önce başlayan çalışmaların sonuna gelinmek üzere. Henüz çalışmaların sonuna gelinmemiş olmasına rağmen şimdiden göz dolduran kütüphane her yaştan insanı çekmeye başladı. Kütüphanelerin yüzyıllar boyu taşıdığı önemi düşünecek olursak geç kalınmış bir çalışma. Antalya Türkiyenin en nadide sahillerine hava koşullarına sahip ama yinede kütüphane anlamında yetersiz. Yapılan çalışmalar elbettte bu eksiyi kapatmaya yönelik. Dünya'nın Antalya benzeri bir çok kentinde gerçekten çok etkileyici küüphaneler olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Kendi ülkemiz içerisinde bulunan İstanbul ,ki bu şehir kocaman bir turist pazarıdır, binlerce turisti ağırlayan şahane kütüphane ve müzelere sahip. Çoğunluğunun sponsorluğunu bankalar üstlenmiş ve maddi açıdan sıkıntıdan kurtarmış elbette. Bİzler konuya kültür ve sanat açısından bakalım elbette ve yenilenmekte olan kütüphanemizi konuşalım. Daha yeni ve daha büyük olacağını zaten söylemiştik ama başka neler yeni. Kütüphane de konuştuğum gayet kibar insanların söydikleri şu şekilde. Kütüphane kayıtları artık daha kolay ve güncel. Bunun avantajı ise sizden herhangi bir belge almadan yalnızca kimlik bilgileriniz doğrultusunda ayak üstü bir kayıt.Bunun nedeni galiba kim o kadar belge getirecek bahanesini yıkmak ki bence gayet başarılı. Daha interaktif bir e-kütüphane hizmeti. Buda daha kolay bulabilelim diye herşeyi. Umalım ki yenilenmesi ve genişletilmesi insanları kendine çeker dolup taşar ve sabahlara kadar insanları ağırlayacağı günler görür.
1934 yılında doğan Behçet Nacaroğlu İstanbul Erkek Sanat Enstitüsü mezunudur. 1960'lı yılların ortalarında sinemaya figüran olarak başlamış yaklaşık 142 filmde rol almıştır. Yeşilçam'ın önemli karakterlerinden "Parçala Behçet" olarak akıllarda kalmıştır. Behçet Nacaroğlu 80 yaşında hayata gözlerini kapadı. Uzun yıllar Çapa Hastanesi'nde ciğerlerinden tedavi gördü. Son olarak da Balıklı Rum Hastanesi Geriyatri servisine yatırılmıştı.
Tuncay Gürel
Tosun Paşa filminde canlandırdığı "Küçük Enişte Bekir" karakteriyle ünlenen Tuncay Gürel, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) nedeniyle yaklaşık 1,5 aydır tedavi gördüğü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde sabaha karşı yaşamını yitirdi.
Gabriel Garcia Marquez
Marquez, 30 yılı aşkın Meksika'da yaşıyordu ve son yıllarda çok az kamuoyu karşısına çıkmıştı. Garcia Marquez, en çok "büyülü gerçeklik" yapıtı "Yüzyıllık Yalnızlık"la biliniyordu. 1967'de yayımlanan roman tüm dünyada 30 milyon adetten fazla sattı. Yayınlanan ilk önemli yapıtı Yaprak Fırtınası idi. 1961 de yayınlanan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı romanını, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni(1962) adlı öykü kitabı ve Kötü Saatte(1962) izledi. Yazar en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ı(1967) Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Erendina(1972) adlı kitapta toplayan yazar daha sonra sırasıyla Mavi Bir Köpeğin Gözleri (1972), Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), Kırmızı Pazartesi (1981), Kolera Günlerinde Aşk (1985), Labirentindeki General (1989) yayınladı. Gabriel Garcia Marquez'in ölmeden hemen önce Veda Mektubu bırakdı.
Adnan Azar
10 Ocak Cuma günü rahatsızlanan, hastaneye kaldırılırken yolda yaşamını yitiren şair, geride pek çok şiir, öykü ve senaryo bıraktı. 1956 yılında Rize Çayeli'nde doğan Azar, TED Kayseri Koleji'ni ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nü bitirdi. Bir süre ODTÜ'de sosyal bilimler dalında öğrenimini sürdüren Azar'ın şiir ve öyküleri ilk olarak farklı dergilerde yayımlanmaya başladı. 1976'dan beri E, Gösteri, Şiir-lik, Yarın, Yazko, Varlık gibi dergilerde eserleri yayımlanan Azar, kısa filmler ve televizyon dizileri de çekti, 1991'de çektiği 'Batık Aşklar Müzesi' Altın Koza En İyi Kurgu ödülünü aldı. Azar "Unutmak Suları" isimli şiir kitabı ile 1982 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü'nü almıştı.
16 GERÇEK GAZETESİ
13 OCAK 2015 SALI
SPOR
T. C . H A LT E R F E D E R A S Y O N U
GENÇ ŞAMPİYON Yatılı okulun küçük bir odasında ismini bile bilmediği halter sporu ile tanışan milli sporcu Ayşegül Çoban, 2007 yılından bu yana Türkiye rekorları ile Yıldızlar, Gençler ve Büyükler Avrupa Şampiyonaları’nda elde ettiği başarılarla geleceğin halter sporcularından biri olarak görülüyor.
H
alter sporuna, Sare Özkaçıkçı Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda Beden Eğitimi Öğretmeni Serap Ünlü’nün teşviğiyle başlayan Ayşegül Çoban, 53 kiloda kazandığı başarılarla Türkiye’de geleceğin halter sporcularından biri olarak gösteriliyor. 2005 yılında halter ile tanışan milli sporcu, ilk uluslararası madalyasını ise 2007 yılında İtalya’da gerçekleştirilen Yıldızlar Avrupa Şampiyonası’nda ikincilik elde ederek kazandı. İlk kez podyuma çıkma başarısı göstermesinin ardından çalışmalarını hızla arttıran Çoban, 2008 yılında Fransa’da, 2009 yılında ise İsrail’de düzenlenen Yıldızlar Avrupa Şampiyonası’nda birincilik elde etti. Daha sonra ilk kez, Gençler Avrupa Şampiyonası’na katılan milli sporcu, 2009 yılında İsveç’ te birincilik, 2010 yılında Kıbrıs’ta birincilik, 2011 yılında Romanya’da ikincilik, 2012 yılında ise İsrail’den üçüncülük madalyası ile yurda döndü. Yükselen başarı grafiğinin ardından Büyükler Avrupa Şampiyonası’na da katılan Çoban, 2011 yılında Rusya’da ikincilik ve 2013 yılında ise Arnavutluk’ta ikincilik madalyasına uzandı. Estonya’da gerçekleştirilen 23 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası’nda ve Mersin’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’nda ise birincilik elde eden 22 yaşındaki Ayşegül Çoban, 2013 yılında Selçuk Üniversitesi adına katıldığı Dünya Üniversite Oyunları’nda ise üçüncülük madalyasını aldı. Son olarak 2014 yılında Avrupa Halter Şampiyonası’nda toplamda 2 altın madalya kazanmayı başardı. Çoban, hedefinin ise 2016 Londra Olimpiyat Oyunları’nda olimpiyat madalyası kazanmak olduğunu belirtiyor.
HALTERLE ÖĞRETMENİ SAYESİNDE TANIŞTI
“HALTER DENİLİNCE AKLA DOPİNG GELİYOR”
HAYALİNDE EĞİTİMCİ OLMAK VAR
K
S
S
onya Kuyulusebil Halter İhtisas Spor Kulübü sporcusu Ayşegül Çoban, Beden eğitimi Öğretmeni Serap Ünlü ve eşi Halter Kadın Milli Takım Antrenörü Talat Ünlü’nün kendisinde çok büyük emeği olduğunu ifade etti. Çoban, “Beni haltere öğretmenim Serap Ünlü teşvik etti. Yurtta 300 kişi kalıyorduk. İlk olarak 83 kişilik grupla haltere başladık. Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı 20 kişiye kadar düştük. Daha önce değil haltere başlamak halter sporunun ne olduğunu bile bilmiyordum. Tabii, arkadaşlarımın da birçoğu benim gibi bilmiyordu” dedi. Yarışmalara nasıl hazırlandıklarını da anlatan Çoban, haftada 6 gün tek, 2 gün de çift antrenman yaptıklarını belirterek, “Şu an biz teknik ve güç çalışıyoruz. Yarışmaya az bir süre kaldığında ise derece çıkartmaya çalışıyoruz. Daha çok kilo kaldırmaya endeksleniyoruz.” ifadesini kullandı. Haltere ara verdikleri zaman tekrar en başa dönebileceklerini aktaran milli sporcu bundan dolayı sürekli aktif ve antrenmanlı olmak zorunda olduklarını söyledi.
“BAZI ARKADAŞLARIMIN AİLELERİ KARŞI ÇIKTI”
H
altere başladığında ilk bir yıl teknik üzerinde durduklarını ve hemen ağırlık kaldırmadıklarını söyleyen Ayşegül Çoban, “Birçok aile, arkadaşlarımın ailelerine karşı çıktı. Tabii onlara söylenen bazı şeyleri benim aileme de söyleyenler oldu. ‘Kadından sporcu olamaz, özellikle halter sporcusu olmaz diye. Ailem tüm bunlara kulak asmadı ve bana hiçbir zaman bildirmediler. O nedenle şanslıyım. Bugünlere gelebilmemde en önemli etken ailemin ve antrenörlerimin desteğidir.” diye konuştu.
on yıllarda artan doping skandallarına da değinen milli sporcu, “Ben gücümü çalışmaktan ve Allah’tan alıyorum. Ben eğer doping alsaydım şu an karşınızda olmazdım. Çünkü ben de dopingden yakalanmış olurdum. Elbette doping alan sporcular oluyor. Genelde halter denilince insanların aklına da doping geliyor. Biz de müsabakalar öncesi doping testlerine giriyoruz. Kamp dönemlerinde dahi doping testlerimiz oluyor. Ben eğer doping almadan bu kadar madalya alabiliyorsam, bu kadar başarı elde edebiliyorsam bunun tek nedeni çalışmaktır.” İfadelerini kullandı.
“HALTER BOY KISALTMAZ”
K
endisine “Halter boy kısaltır mı?” diye soranların arttığını dile getiren Çoban, “Çevremdeki insanlar sürekli, “Halter boyu kısaltır mı?” diye soruyorlar. Halter boyu kısaltmaz. Halbuki benim anne ve babamın da boyu kısa. Ayrıca haltere boyu kısa insanlar seçilir. Çünkü kısa boylu olmak halterde avantajdır. Benim antrenörüm de halter sporcusu ama boyu kısa değil. Mesela basketbol boy mu uzatıyor. Genellikle o spora boyu uzun insanlar seçiliyor. Halter gündemde olan bir spor olmadığı için pek tanınmıyor. Tabii, bunun böyle olmadığını da ispatlamak için araştırma yapan birileri de televizyona çıkmıyor. Haliyle diğer sporların biraz gölgesinde kalıyor” değerlendirmesinde bulundu.
elçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Beden Eğitimi Öğretmenliği Bölümü 4.sınıf öğrencisi Ayşegül Çoban, “Beni bir beden eğitimi öğretmeni yetiştirdi. Biraz daha ülkeme madalya kazandırmak sonra da öğretmen olmak istiyorum. İnşallah, beden eğitimi öğretmeni olursam halter antrenörü de olmayı düşünüyorum. Çünkü hem öğretmen hem de antrenör olabiliyoruz” diye konuştu.
TAVSİYELERDE BULUNDU
H
altere yönelmek isteyenlere tavsiyelerde bulunan Çoban, “Özellikle aileler halteri göz korkutucu bir spor olarak gördükleri için çocuklarını da daha çok derslere yoğunlaştırıyorlar. Sadece derslerle çocuğun başarılı olacağı anlamına gelmez. Belli bir seviyeye gelmek istiyorlar ve başka heyecanlar arıyorlarsa haltere başvurmalılar” yorumunu yaptı.
“TÜRK HALTERİ GELİŞİYOR”
T
ürk halterinin durumuna da değinen Çoban, Türk halterinin geleceğe yönelik çalışmalar içerisinde olunduğu nu belirterek, yeni başlayacak olan sporcuların istekli bir biçimde ilerleyebileceklerini ve bu alanda önlerinin de açık olduğunu kaydetti. Halter Federasyonu Başkanı Tamer Taşpınar’ın spor anlamında yeterli desteği sağladığını dile getiren Çoban, “Türk halteri zaman geçtikçe daha da iyiye gidiyor” diye konuştu. Oğulcan Suner